MEB İslam Ansiklopedisi 11 [11] [PDF]

  • Author / Uploaded
  • MEB
  • 0 0 0
  • Gefällt Ihnen dieses papier und der download? Sie können Ihre eigene PDF-Datei in wenigen Minuten kostenlos online veröffentlichen! Anmelden
Datei wird geladen, bitte warten...
Zitiervorschau

İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ İSLÂM ÂLEM İ TARİH, C O Ğ R A F Y A , E T N O G R A F Y A VE B İ Y O G R A F Y A LÜGATİ

MİLLÎ EĞİTİM BAKANLIĞININ KARARI ÜZERİNE İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİNDE IA. ADIVAR v. 1955. R. ARAT v. 1964. A. ATEŞ v. 1966.] T. YAZICI, S. BULUÇ, F. IŞILTAN, N. M. ÇETİN A. KARAMAN, O. F. KÖPRÜLÜ T A R A F IN D A N L E Y D E N T A B ’I E S A S TU T U LA R A K T E L İ F , TÂ D İL, İK M Â L ve TERC Ü M E S Û R E T İY L E

NEŞREDİLMİŞTİR

11

.

O I J L jT

SUĞD — TARİKA

İK İN C İ B A S IL IŞ

D E V L E T K İT A P L A R I

İSTANBUL M İLL Î EĞ İTİM B A SIM E V İ

1979

SU Ğ D . [B k. SOG.D.) S U G D A K . SU G D A K , K ı r ı m ’d a v a k t i y ­ le b ü y ü k lim a n , ş im d i k ü ç ü k b i r ma­ b a t o lu p , adı grekçe Souyöata yahut 2ouySaict ve yahut Xouyôia, lat. ve İtalyanca Sol- . daia f veya Soldackia, eskj rus. S u ro i ’dur ; şüphesiz İdrisi (trc. jaubert, II, 3 9 5 ) ’deki arapça Şol{âtiya şekli italyancaya bağlanır. Bu ad bir orta ' A sya memleketinin adı olan Soğd [ b. bk.] ’a benzetilmiş ve irânî bir kelime itibâr edilm iştir; bundan dolayı şehrin kuru­ luşu A lan fb k . mad. ALLAN]Tara atfedilmek­ tedir. A ı'aü ’lar bu mıntakada ( K ırım ’da, Kerç boğazının şark ı) XIII. ve XIV. asırlarda hâlâ zikredilmekte idiler. Eski grek şehirleri .gibi, Sugdaia ’nm da bir başlangıç yılı vardır kİ, buna göre, şehrin kuruluş tarihi olarak, Z 1Z ( m. Ö.) yılı verilmektedir ; bununla berâber bu ad ne Batlam yus’ta, ne de her hangi diğer bir coğrafyacıda bulunuyor ve ancak VIII. asırda Ravenna ’daki müellifi meçhul hey’et kitabın­ da ( Ravennatis Anonym i Çosmographia, nşr. Pinder ve Parthey, Berlin, 1860, s. 175 v.d. ; S.ugdafcon ) zikrediliyor. O zaman şehirde bîr grek piskoposu var İdi, fakat şehir grek değil, Hazar hâkimiyetinde id i; ancak Hazar hanlı­ ğının ve T ’mutarakan rus ■ prensliğinin yıkıl­ masından sonradır ki. bütün cenubî K ırım sa­ hili Bizans ’a bağlandı. İstanbul ’ela, latin hâ­ kimiyeti esnasında, bu mıntaka Trabzon impa­ ratorluğunun bir parçasını teşkil ediyordu. Suğdâk İki defa, 1223 ve. 1238 yıllarında, ta­ tarlar tarafından yağmalandı, İbn B ib i.t a r a ­ fından tafsilât ile anlatılan, fakat kat’ i tarih verilmeyen Anadolu türklerinin istilâsı ( bk. E l, mad. İBN BİBİ ; Houtsma, Recueil de textes re­ latifs d l'histoire des Seldjoucides, III, 329 v.dd.; İV, 134 v.dd.); şüphesiz . bu. iki tarih arasında yer alır, ‘A lâ ’ al-Din Kaykubâd 1. (6 16 —6 3 4 = 12 19 —12 36 ) tarafından gönderilen emir Husâm al-Din Çoban, Suğdâk grekleri ile. müttefikleri rusları ve Kıpçakları mağlûp etmiş idi. Suğdâk ’ta çanlar parçalanmış, iki haftadan az bir zaman içinde,, büyük bir eâmî ' İnşâ .edilmiş,,.bir müezzin, bir hatîb ye bir ka­ dı, tâyin'olunmuş .ve şehirde bir askerî birlik t»lîm Anıillopediti

bırakılmış idî (a y n . es t., III, 358 ; IV, 13 8 ) ; bununla., berâber türkler az sonra uzaklaştı­ rılmış görünüyor. Tatarlar da 1249 ’da şehri terketmeğe mecbur oldular. Bunu, müteakip bizansh vâli { sehastos ) nüfus sayımı yaptır­ d ı; sayım ancak 8.300 rakamını veriyor ki, bu şüphesiz sâdece yetişkin erkek nüfusun s a ­ yıldığını gösterir. Ahâlisinin azlığına rağmen, Suğdâk o zaman, deniz ticâreti itibariyle, bil­ hassa Venedik ile ticâret bakımından, Marco Polo ( nşr. Yule-Cordier, I, 2 v.dd.)’nun verdiği mâlûmattan ve Venedik ticâret anlaşmaların­ dan açıkça anlaşılabileceği üzere, büyük bir ehemmiyet taşıyordu. Suğdâk, Altm-Ordu ha­ nı Özbek zamanında { 7 1 2 —7 4 1 = 13 1 2 —1340 ), müthiş bir darbe y e d i; 8 ağustos 1322 ’de şehir Ö zb ek’in gönderdiği Kara-Bulat tarafından, mukavemet görmeksizin, İşgal edildi ; butun çanlar kaldırıldı, azizlerin heykelleri ve haçlar kırıldı, kiliseler kapatıldı. 1327 baharında aynı Özbek, valisi Tolaktemir vâsıtası ile,- kaleyi ve bir çok kiliseyi tahrip ettirdi. İbn Battüta [b.bk.J buraya .geldiği zaman „Sürdük" ( şüphesiz Su­ dak yerine ) türk ve İslâm şehri manzarasında idi, ancak az mikdarda grek zanaatkar kalmış idi. İbn Battü(a limanı „en büyük ve-en, iy i­ lerinden" biri olarak tasvir eder; evler büyük ve. ekseriyetle ahşap İdi ( Rihla, Paris tab., II, 414 v.d.). Burada az sonra Hıristiyan hâkimi­ yeti yeniden teessüs e tti; Suğdâk.’in 1 3 6 5 ’te Cenevizliler tarafından alınması ve Cenova ile tatarlar arasındaki 1380 anlaşması - bilhassa mühimdir. O zaman Suğdâk arazisi garpta A lu ş ta !ya kadar uzanıyor ve 17 7 4 ’te buraya tekabül eden türk kadılığında 19 :köy yerinde 18 köyü ihtivâ ediyordu, ihtim al bunlar aynı köyler id i; zîrâ Ceneviz devrinde bu köylerin en şarkındaki Aluşta ( A . Ş â lü s ta ) Suğdâk ara­ zisine dâhil bulunmayordu. Bu devirden itibâren, 4 7 ’teki türk fethine kadar, Suğdâk Ce­ neviz ’in Gazaria yahut Guzzaria müstemleke ıdâresine bağlı bulunuyor ve Kefe konşolosluğuna bağlı ayrı bir. konsolos tarafından İdare ediliyordu..Türk fethi hakkında elimizde bulu­ nan .kaynaklarda, bilhassa Kefe etrafındaki aa-

¿ $

1

I

SüĞÖAK -

SÜHAft.

vaşlar teferruatı ile tasvir edilmiştir. Suğdâk S is ve A y y â s T saymaktadır. VIU. ( XIV.) asır­ ’in sukutu hakkında kat’ î hiç bir şey bil meyo- da Malatya, Dabragi ( Divriği ), Daranda, Abvıruz, Kefe ’nin hilâfına, Suğdâk ne turk, ne de iustayn, A yyâs, Tarsus ve Azana, Sirfandakar daha' sonraki rus hâkimiyeti altında yeni bir ve S is sekiz niyâbât ’i Memlûk imparatorluğu­ canlılık kazanmıştır. Bronievvski ( 1578 ) S u ğ­ nun hudut sahasının ‘A vâsi m ve Şuğûr ( aldâk ’1 harabe bîr şehir olarak tasvir eder. Bu­ Kalkaşandi, Şa b k al-a'ş 5 , tab. Kahire, IV, 228 günkü harâbelerin-|( resimleri için msl. bk. ’de bulunan şekli böyledir ; burada yalnız Şu­ Marco Polo, nşr. Yule-Cordier, I, 3 ; Yul. Kula- ğür ’u zikretmek daha doğru olurdu ) ’unun kı­ kovskiy, Proşloye Tavr idi2, Kiyef, 1914, s. 12 0 ; sımlarını teşkil ediyordu ve al-B ira, Kal'at Ca'L. Kolli, Izv. Tavr. A rk, Kom îssii, XXXVIII, bar ve al-Ruhâ üç niyâbat ’i Elcezîre hudut 1 ) hemen hepsi Ceneviz demlidendir. bölgesinin kısımlarım meydana getirijordu. Bu­ B i b l i y o g r a f y a : BAHÇESARAY ve nunla berâber şuğnr adı şüphesiz bu devirde KEFE maddelerinde zikredilen’ eserlerden baş­ ancak İlim adamları tarafından, bîr an’ane ola­ ka bk. V. G , Vasıl’evskiy, Istoriçeskİya rak, biliniyordu. Baylan [ b. bk.] boğazı için, sv'edieniya o Surozc ( Trudi V. G. Vasili- Memlûkler zamanında, Ş a ğ r al-tskandariya evskago, III, İzd. Akadem ii Nauk, Pet­ tâbiri kullanılıyordu (H . E. Weijers, Summa rograd, 1 9 15 ) ; P. Meiioıranskiy, Selçuk-Name, operis Durrat al-aslâk f i davlat al-atrâk, Orikak istoçnik dlya istorii Vizantii v X I I — entalia, nşr. Juynboil, 1846, 11, s. 323, 429, 451,. X I I I v ‘ ekch ( Viz. Vremennik, 1,6 13 v.dd.); 464, 468, 489 ), Diyarbekir ( b. bk.] hudut bölgesine de bâL. Koili, H ristoforo D i-N egro posUedniy konsül Sol'dai ( Izv. Tavr. Üçenoy A rk . K o- zan Şu ğü r al-B a k riya deniliyordu. ( bk. KudSmissii, 1905, XXXVIII, 1 v. dd,). ma, B G A , VI, 254 ). Abu -I-FidS’ { Takvim, trc. Reinaud-Guyard, _ {W . B arth o ld .) H/I, 14 ; .II/ıı, 257 ) ’da al-Şağr ve al-Şuğûr S U Ğ D Â K . [ Bk. SUGDAK.] S U G Û R . AL-ŞUĞUR ( a . şağr „yarık, de­ kelimeleri al-Andalus ve Mâverâünnehr ’de de lik " kelimesinin cemi), S u r i y e-E I e e z î r e hudut bölgeleri mânasında kullanılmıştır. ’n i n B i z a n s i m p a r a t o r l u ğ u t a r a ­ B i b l i y o g r a f y a : al-İştahri ( B G A , I, 55 v .d .) ; tbn Havkal { B G A , 11, 10 8 ); fındaki hudut kaleleri m ı n t a k a s ı Yâkût, Ma’ cam (n şr. Wüstenfeld ), I, 927; ( bundan dolayı bir de : al- şuğür a l-râ m iy a ), Ş a fi al-Din, M arâşid al-ittila' ( nşr. Juynboil ), Konstantinos Porphyrogennetos ’ta bunlara t& I, 228; al-Baiâzuri ( nrş. de G oeje), s. 163— S to p ıa ( De caerimon, Bonn tab., 1, 6 57; 17 1, 184—292 ; İbn al-A gir,K â m il ( nşr. Tornkrş. Reiske, II, 777=M igne, Patrol. Graec., berg), bk. fih rist II, 707; al-Tabari (nşr. CXII, stn. 1220, ihtar 3 8 ’deki notları), süryade Goeje ), s. 684, fih rist ; a!-Dimaşki ( nşr. nîlerde „Tagrâ memleketi" ( Süryanî Michael, Mehren), s. 2 1 4 ; Abu ’l-Fidâ’, Annales Masnşr. Chabot, UI, 20 v.d ., 467; Barhebraeus, tem. ( nşr. Reiske ), II, 60 ; III, 486 ( burada Chron. Eccles, nşr. Abbeloos-Lâmy, I, 339 v.d.) a l-Ş a ğ r parçasında); Kamal al-Din { bk. denilmektedir. Freytag, Z D M G , XI, 183, not. ); İbn al-ŞihBu hudut eyâleti K ilikya ’dakı Tarsus [ bk. na, al-D urr al-muntahab f i târih Halab mad. TARSUS ] ’tan T o ro s’lar boyunca M alat­ (nşr. Beyrut), s. 17 8 ; Rosen, Zapiski Imp. ya [ b. bk.] ’dan sonra Fırat ’a kadar uzanıyor­ Akad. Nauk, X LIV , 2, 90, 14 0 ,14 2 ,2 3 3 , 3 1 1 , du ve ‘A vâsim [ b. bk. ] hudutlarının düşman 3 1 5 ; Sachau [ S B P r . Akad. W. B e rlin , 1892, akınlartndan korunması vazifesini görüyordu. s. 3x9 ); Le Strange, Palestine under ihe Bunun gayesi ( fakat mevkii değil ) bunu kadîm Moslems, s. 26 v .d ., 37 v .d .; ayn. mil., lim e s ’e tekabül ettiriyordu ve Times arabictts, The Lands tke Eastern Caliphate, s. 12 8 ; syriacus v. b.. gibi eski bir taksim bulunduğu gibi, sonraları da al-şuğûr al-şam iya ve al- I Gaudefroy-Demombynes, La S y rie d l’épo­ que des Mamelouks ( 1923 ), s. 96. şuğûr al-eaziriya birbirlerinden ayrılıyordu. _ ( E. H o n ig m a n n .) Maraş [ b. bk.] birincilerin ileri noktası. Ma­ Ş U Ğ U R . [B k . SUGÛR.] latya da İkincilerin ileri noktası idi. ai-IştabS U H Â R . ŞU H A R, ' O m â n s â h i l i n d e ri M alatya, al-Hadaş, Maraş, al-Hârüniya, alKanisa ( = K a n ısa t aİ-Savda’ ), 'A yn Zarba, al- b i r ş e h i r v e l i m a n , 24° 22' şimâl ar­ M aşşişa, Azana ve Tarsus kalelerini sağar ara­ zında ve 56° 45' şark tulünde olup, aş.-yk. sında saym aktadır; al-Dimaşlci Elcezîre hudfi- 7.500 nüfusu vardır. Limanın iyi bir iskele­ du kaleleri arasında Malatya, Kemah, Şim şâf, si ve demir atmağa müsait bir derinliği var­ al-B ira, Hişn Menşur, Kal'at al-Rfim, Hadaş d ır ; liman Farksa burnu ile şimâl ve şarka, al-Hamrâ’ ve Maraş ’1 ; Suriye kaleleri arasın­ Suvâra burnu ile de cenuba doğru oldukça da da Tarsus, Azana, al-M aşşişa.. al-Hârüniya, iyi bir şekilde korunmaktadır. En mühim bi­

§Ü H  R. na şehir hükümdarının sarayı olup, bu bina sivri kemerleri, yuvarlak ve ince uzun sütûn'arı, haç şeklinde kubbeleri, çıkıntılı balkon­ ları k . küçük kuleleri ile zengin bir şekilde «üslenmiştir. Şehrin içinde küçük bir tepecik üzerinde bulunan bu saray üç kale bedeni ile tecrit edilmiştir ; bundan başka bir hendek ile çevrilmiş olup, üzerindeki köprü iç kapıya açı­ lır. Kale bedeni üzerinde eski uzun toplar ve girişin önünde dört büyük top var idi. Müs­ tahkem saray önünde, boş bir sâha vardır ki, buraya deniz tarafındaki duvarlara kadar de­ vam eden ağaçlar dikilmiştir. Şehir üzerle­ rinde hâlâ eski toplar görünen kale bedenleri ile korunmuştur ve bundan başka kara tara­ fında bir hendek ile mücehhezdir. Pazar mey­ danı geniş ve canlıdır. Kubbeli, iki kanatlı kapılar ile mücehhez büyük ve geniş bir hâl ticâret eşyasını muhafaza eder, buna Kayşariya denilir; zanaatkarlar bilhassa altın ve gümüş işleyen kuyumcular, dokumacılar, de­ mirciler, bakır işleyen amelelerdir ; bunlar umu­ miyetle mesleklerini iyi bilirler. Şehrin sevimli bir görünüşü vardır. İki-üç katlı evler umumi­ yetle yukarı kısımlarında bir çeşit istinat ke­ merleri ile irtibatlı dar sokaklar ile birbirle­ rine bağlanmıştır. Şehrin çevresi aş.-yk. 2 İngi­ liz milidir ; komşu iskân mahallerine geniş bir yol ite bağlanmıştır ; memleketin arka tarafları çok münbittir, iyi sulanmıştır ve kesif bir şekilde iskân edilmiştir. Balık avı büyük bîr nisbette yapılır ve nüfusun geçimine geniş mikyasta yardım eder. Şuhâr şehrî, A . Sprenger ’in de işaret ettiği gibi, Ptinius ’takı 'Omân ile aynı olarak gös­ terilebilir ise de, izlerinin her hâlde islâmıyetten önceki devre kadar takip edilmesi müm­ kün olan çok eski bir te’sis karşısında bulun­ duğumuz daha az muhakkak değildir. Arap âlimlerinin şehrin çok eski yaşı hakkındaki fikirleri bunun kurulmasını Şuhâr b. İram b. Sam b. N u h ’a çıkaran efsânede görülmekte­ dir. Kendi adları ile anılan körfezde ( Basra körfezinde ) üstünlüğe sâbip olan iranlılar şüp­ hesi? şehrin ilk hükümdarları olmuşlardır. Şehriıi daha eski arap müelliflerinin zikrettiği eski adı, Mazün, farsçadır. Şuhâr 8 (629/630) yılında, Peygamberin elçileri *Amr b. al-' ş al-Sahmi ile Abü Zayd al-A nşâri, Peygam­ berin mektubunu şehrin hâkimleri olan Cayfar İle 'A bd ( veya 'A bbâd ) ’a teslim ettikleri za­ man, tarihe girer. Bunlar Peygamberin teklif­ lerini ve İslâmiyet! kabûl ederler; elçilerin birincisi 'Omân . memleketinin . yerleşik vâlisi olarak orada kalır. Şehrin adı bundan sonra Peygamberin cenâze merasimi ile ilgili rivâyetlerde geçer Peygamberin na'ştnm iki Şuhâr

S

( başka metinlerde, bilâkis Sahül bulunmakta­ dır ) dokumasına sarıldığı söylen ir; o hâlde bu devirde Şuhâr ’da, şüphesiz iranlıların te’siri .altında, gelişmiş bir dokuma sanayii var idi. Peygamberin ölümünden sonra bütün A rabistan ’da yayılan karışıklıklar 'Omân memleketine ve hususiyetle Şuhâr ’a da ulaş­ mıştır. 'Omân ’da müşriklerin reislerinden Zu ’ 1-Tâc L aki( b. Malik al-A zdi ’ye karşı savaş­ larda müslümanların tarafdarlarım n reisleri olarak savaşan Çalanda ailesinden 'A bbâd ile Cayfar kardeşler bir müddet için Şuhâr ’1 terkedip, dağlara kaçmağa mecbur oldular. Fakat şüphesiz Şuhâr ’a tekrar girmeğe mu­ vaffak oldular ve şehrin 12 (6 33/6 34 ) yılında müslümanlar tarafından zaptedilmesine kadar burada müşriklere karşı mukavemet hareketini idare ettiler. Fakat şehir, bütün ‘Omân mem­ leketi gibi, İslâm imparatorluğuna ancak gev­ şek bağlar ile bağlı idi. Bu durum ancak meş’um hâtıra bırakmış olan Emevî vâlisi H accâc b. Yusuf ’un 'Omân memleketine bo­ yun eğdirip, burayı Ira k ’a bağladığı zaman değişti. 751 (m.s.) yılında memleket yeniden müstakil oldu ve 'Omân memleketinin İlk imâm ’1, Culanda b. Mas'üd al-Azdı ’yi ken­ dine, hükümdar seçti. Bununla beraber bu şa­ hıs kendine, oturma yeri olarak, Şuhâr ’1 değil, Nazva ’yi seçti. X. ( m. s . ) asırda Şuhâr büyük bir refah devrine erişmiş bulunuyordu. 'Omân memleketinin en mühim şehri ve Fars (B asra ) körfezinin en güzel, inkişâf etmiş, kalabalık, zengin ve taciri, Zabid yeya Şan 'â’ ’dan daha mühim, havası sıhhî, fevkalâde pazarları ve se­ vimli civarları bulunan şehri sayılıyordu. Tuğla ve tek ağacından zengin evler inşâ edilmiş idi. Ulu câmı deniz yakınında id i; muhteşem bina yüksek bir minare ile teçhiz edilmiş idi ve Peygamberin devesinin çökmüş olduğu yerde yükseliyordu. Mihrabının muhtelif taraflardan muhtelif renklerde, sarı, yeşil ve kırmızı gö­ rünen helezonî bîr merdiveni var idi. Küçük hurma koruluğunda küçük bir mescid ( musal­ la ) bulunuyordu. İklimi bilhassa güzel sayılan şehrin su ihtiyacını çok iyi çeşmeler ve tatlı su kanalları te’min ediyordu. Geniş pazarlar son derecede çeşitli mallar ile dolu idi. Şu­ hâr Ç in ’in geçidi, şarkın ve Ir a k ’m anbarı sayılıyordu ve aynı derecede Yemen ticâreti için de mühim idi. Şark ile ticâret jİçin imti­ yazlı bir mevkii var idi. Girip-çîkan gemiler ile dâima canlı olan liman bir fersah uzun­ lukta ve o kadar genişlikte idi. al-Mukaddasi ’nin bilhassa tebarüz ettirdiği üzere, ticâret dili farsça idi. Dünyanın her tarafının tacir­ leri Şuhâr ’da birbirleri ile karşılaşıyorlardı. Buranın Yemen ve Çin ile sıkı bir münâsebeti

SÜ H Aft.

4

var idi ve bu şehirlere gitmek üzere seferler dukça mühim idi ve 1.500 „X erafii" ’ye ulaşıyor­ tertip ediliyordu. Hurma, muz, incir, nar, ayva du. Sonra memleketin iç tarafındaki şehirler­ ve başka meyveler yetiştiren bu münbit mem­ de kendine tarafdarlar te’ min etmiş olan Nâşir leket refah ve bolluk içinde bulunuyordu, al- b. Murşid b. Sultân al-Ya'rubi ‘ Omân memle­ Bahrayn ile de çok devamlı münâsebetleri ketindeki Portekiz mülklerine hücum edince. var id i; Ş u h â r’dan bu memlekete doğru gi­ Portekizliler ancak müstahkem sahil şehirle­ den yol sahili tâkip ediyor ve dağları aştık­ rinde, Şuhâr ’da, Maskat ’ta, al-Matrah ’ta ve tan sonra, Culfâr ’a varıyordu. Fakat inhitat IÇaryât ta tutunabildiler. Esâsen onların bütün hemen başladı. Hârun a !-R a şid ’in seferi ile, memlekette nufûzları hiç bir zaman mühim ol­ aynı şekilde 'Oman memleketini hilâfete bağ­ mamış idi. Naşir b. Murşid, Şuhâr ’1 da zapt­ lamağı daha- başarılı bîr tarzda, gerçekleştir­ etmek için, sahilde bir kale inşâ etti ve şehri meğe çalışan al-M u'tazid’in seferi, Ş u ljâ r’a tehdit eyledi. Portekizliler yalnız Şuhâr ’;n dokunmamış görünmektedir. Fakat Karmati kalesini muhafaza edebildiklerine ve bundan ’lerın memlekette çıkardıkları karışıklıklar za­ başka IÇaryât ’1 kaybettiklerine göre, onun te­ manında, Şuljâr tahrip olundu. Fakat sonra şebbüsü bir dereceye kadar başarılı olmuş idi, hemen yeniden inşâ edildi. 362 ( 972/973 ) ’de, Portekizliler, bir müddet imam ’a bir vergi öde­ Şuhâr önünde ‘Azud al-Davia ’nin kumandanı yerek, müstahkem limanlarını muhafaza ede­ Abü Harb ile 'Omân memleketini zaptetmiş bildiler İse de, 1650 ’de kat’ î bir sûrette ko­ olan Zenc ’Ser arasında bir çarpışma olda. vuldular. 17 2 4 ’te Şuhâr Muhamraed b. Nâşir Abu Harb düşmanı yendi ve sâkinlerinin kaç­ ’ın düşmanı Halaf b. Mubârak tarafından zaptmış olması gereken Ş u h â r’1 zaptetti. 433 edildi, fakat sonra Ya'rubı terden S ay f b. Sul­ ( 104 1/1042 ) ’te, Büveyhîlerden Abü K âlicâr, tâ n ’ m eline geçti. 1738 ’de, Şuhâr iranlıların kendine isyan etmiş olan 'Omân memleketine muhasarasına mârûz k a ld ı; bunlar Maskat ’1 denizden bir İran ordusu gönderdi. Donanma zaptettikten ve Şuhâr vâlisi Ahmed b. Sa'id Şuhâr önünde demir attı, şehir istilâ edildi ve tarafından mağlûp edildikten sonra, şehri al­ halkı itâat altına alındı. Fakat ne Büveyhıler, mak için geri gelmişlerdi. Ahm ed’in idâre et­ ne Bagdad halifelerinin mirasını ele geçirmiş tiği inatlı müdâfaa bütün cehidlerini haklı çı­ olan Selçuklu hükümdarları Şuhâr ’in refahı kardı. Bununla berâber şehir muhakkak ki İçin bir şey yapmışlardır. XII. ( m.s.) asrın or­ çok ıztırap. çekmiş idi, — ticâreti zâten daha talarına doğru, tir Yemen valisinin, mâhir ve Portekizliler tarafından mahvedilmiş idi — zîrâ ânı bir hücumu ile, Basra körfezinde hâkimi­ Niebuhr ’a göre, büyük bir ehemmiyete sâhıp yeti eline geçirerek, yalnız deniz seyr-ü-sefe- değil idi. Daha sonra Şinâs kalesine yerleşmiş rini durdurmakla kalmayıp, fakat ticâreti git­ olan korsanlar tarafından, XIX. asrın başında, gide 'Aden ’e doğru yöneltecek şekilde, sâhil- buraya şiddetli bir darbe indirildi. 1819 ’da leri yağma etmesi zamanından itibaren, Şuhâr İngiliz kuvvetleri ile korsanlar arasında Şu­ ’ın şarkî A sya ile ticarî münâsebetleri son hâr önünde bir deniz savaşma müncer olan buldu. Çok iyi malûmat toplamış olan İbn al- bir İngiliz müdâhalesi hafif bir ferahlık te’min Mucâvir ’e göre, Şuhâr daha VII. ( h.) asrın ilk etti. Şehri 1836 ’da ziyaret eden j . R. Wellsted, Çeyreğinde (m . s. 1 2 2 5 ’e doğru ) tahrip edilmiş Şuhâr ’1 çok nüfuslu ‘Omân memleketinin Ş i­ bulunuyordu ve araplarm Kalhât limanı gibi nâs ile Birema arasındaki sâhü şehirlerinin Hurmuz Iran anbarı onun ticâretinin vârisi en mühimi ve en büyüğü olarak tasvir eder, olmuş idi. Sonra Şuhâr yeniden kalkınmış ve ve ticâret yeri olarak Maskat ’tan hemen son­ yeniden inşâ edilmiş görünm ektedir; zîrâ Mar­ raya yerleştirir. Ona göre, 40 büyük „bangala" co Polo onu, „Soer“ adı ile zikretmekte ve sı vardı, ve Iran ve Hindistan ile ehemmiyetli Malabar sahilleri ile at ticâreti yaptığını söy­ bir ticâret yapıyordu. V/ellsted, sâkinlerinin lemektedir. İbn Battüta da Seyahatnâme ’sinde mikdarını, en yakın küçük köyler de dâhil Şuhâr ’1 zikretmektedir. 16 eylû! 150Ğ ’da, A l­ 9.600 olarak tahmin ediyordu. Bunlar arasın­ buquerque kumandasında bir Portekiz filosu, da, küçük bir sinagogları bulunan ve hayat­ Sokotrâ ’dan hareket ederîk, H urm uz’a karşı larını Ödünç para vermekle kazanan 20 yabudi bir sefer yaptığı zaman, ilk olarak, portekiz- âitesini zikreder. Şuhâr ticâretin’/1 ehemmi­ liierin „S o ar" dedikleri Şuhar Önünde kol yeti bu devirde şehrin şeyhinin liman hakla­ gezmiş idi. Portekizliler şehri ve kaleyi zapt­ rından yılda 10.000 dolar te’min etmesi vakı­ ettiler. 1588 !de, XVII. asrın başında tâmir ası ile de belli olmaktadır. Hâlbuki 1825 ’te edilmiş olan ve sekiz fersahlık bir çevre üze­ 'Omân memleketi imamının Şuhâr için elde rinde ılgın ağaçları, tahıl ve sebze ekilmiş ettiği gümrük hakları 24.000 „kurun" a çıkmış tarlalar ile çevrili yeni bir istihkâm inşâ etti­ îdi. İngiltere ’nin 8 kânûıı II. 1S20 ’de korsanı ler. Vergilerin ve başka gelirlerin hâsılatı ol- lar ile yaptığı muahede Basra körfezi suların­ \

SU H ÂR da bir müddet için sükûn ve emniyeti te’min etti ve limanların ticâreti bundan faydalandı. Fakat bu devirde, 'Omân imamı Sayyid S a'id bilhassa' şarkî A frik a ’daki mülklerini çoğalt­ mağı düşündüğünden ve memleketten uzak­ laşması iktidarını tahrip ettiğinden, korsan­ lar baş kaldırdılar ve reislerinden biri olan Hamüd b. ‘Azzân, Şuhâr ile Rastâk ’ı almağa muvaffak oldu, imâm S a 'id bu ânî hareket karşısında fazla bir şey yapamadı ve 1834 ’te rakibini tanımağa mecbur oldu. 2 yıl sonra, Vahhâbîlerin yardımı ile, onu Şuhâr ’dan kov­ mağa teşebbüs etti. Şehir kara ve deniz tara­ fından muhasara edildi, fakat S a'id kat’î bir netice elde etmedi, zîrâ zaptedilen şehrin ken­ disine değil, fakat Vahhâbı Fayşal b. Turki ’nin eline geçmesinden korkması gerekiyordu. S a'id , y a m û d ’u M askat’a götüren bir İngiliz gemisi tarafından bu sıkıntıdan kurtarıldı; Hamüd burada Sayyid S a 'id ’e karşı hiç bir haıeket yapmamağı taahhüt ettiği bir muahe­ de imzaladı ve bir çok entrikalardan sonra, Ş u h â r’daki hâkimiyetini oğlu S a y f ’e bırak­ mağa mecbur oldu. Fakat Sayf babasına karşı taahhüt ettiği vazifeleri yerine getirmediğin­ den ve gelirlerden kendisine vermesi gereken kısmı ona vermeği reddettiğinden, Hamüd onu 18 4 9 ’da öldürttü ve iktidarı bizzat eline aldı, fakat Sa'id , İngiliz hükümetinin muvafakati ile, onu tevkif ve hapsettirdi. Yerini oğlu K ays b. ‘Azzân aldı, fakat 1852 ’ de askerî kuv­ vetlerin baskısı altında, şehri Sayyid S a 'İd ’e bırakmağa ve Rastâk üzerindeki hâkimiyeti ile iktifa etmeğe mecbÛr oldu. Bu zamandan itibaren Şuhâr şimdi hemen tamâmiyle İbn Sa'üd kıratlığının bir parçasını teşkil edeu 'Omân imamlığına bağlı kalmıştır. • B i b l i y o g r a f y a - . al-Iştahr i ( B G A, I. 2 5 ) ; ibn Havkal ( B G A, II, 3 2 ) ; al-MiıIçaddasi ( B G A, III, 34, 67, 70 v. d., 92, 96 ); al-Mas‘üdİ ( B G A . VIII, 2 81 ) ; at-Hamdâni, Ş ifa cazirat al-'Arab ( nşr. D. H. Mûtler), Leyden, 1884— 1891, s. 125; Abu ’L F id â ’, Kitâb takvim al-buldân i nşr. Ch. S ch ie r), Dresden, 1846, s. 7 5 ; Yakut, Mu'cam ( nşr. Wüstenfeld ), III, 368, 369 ; M arâşid a l-ittilâ ‘ (n şr. T . G . J. Juyntotl ). Leyden, 1853, 11, 14 7 ; al-Bakri, Mu'cam (nşr. Wüstenfeld ), Göttingen, 1876, I, 207, II, 599; al-İdrisi, Nuzhat al-muştâlç ( irus. trc. Jaubert), II, 6; ‘Azimuddin Ahmad, D i e a u f Südarabien bezaglichen An gah en NaStuân ’* im Sam s a l-U lû m { C M S , Leyden, 1916, XXIV, 16, 5 9 ); &l-Dimaşki, Kitâb nuhbat al-dahr f i 'aca'ib - a l barr va ’l-bahr ( nşr. A . F. Mehren2 ), Leîpzig, 1923, s, 218; İbn Hişâm, Ş ıra (nşr. Wüstenfeld ), Göttingen, 1858—1

SÛ K.

$

1860, 3. 10 19 ; Abü Zarr, Şarh al-si ra alnabaviya (nşr. P. Br ön nie ), Kahire, 1 9 11 , II, 462; Lisân a l- a r ab, VI, 1 1 5 ; İbn al-A şir, K âm il, II, 285, VIII, 475, IX , 344; H istoria do deseobrimento e conquista da India pe­ los Portugueses per Fern So Lopez d e Castanheda ( Coimbra, 1552), II, bölüm 58 ; V Ambassade de Dom Garcías de S ilv a F ig u ­ eroa en Perse ( Paris, 1667 ), s. 388 ; Déca­ da prim eira da A sia de lodo de Barros (Lissabon, 1628), IX ,' bölüm I, var. 17 2 ; Decada Secunda, II, bolüm 1, X , bolüm 7 ; Terceira decada da Asia de Ioâo de Barros (Lissabon, 1563 ), VII, bölüm 5 ; Decada de­ cima da Asia de Diego de Couto, I, bölüm 7 ; Decada X l l l . da Historia da India por Antonio Bocarro (Lissabon, 1876), bölüm 1 5 7 ; C . Niebuhr, Beschreibung von A ra ­ bien ( Kopenhagen, 1772 ), s. 296 ; C. R itter, Erdkunde von Asien (Berlin, 1846 }, VIII/i, s. 375 . 378, 382, 389, 476, 489 v. d., 498 , 508, 526 v.d .; J. R. Weüsted, Travels in Arabia (London, 1838), I, 229—2 3 3 ; Reisen in Arabien ( nşr. E. R ü d iger), Halle, 1842, 1, 158— 1 6 1 ; W. G ifford Palgrave, N arrative o f a y e a r ; Jo u rn ey in Central ahd Eastern Arabia ( London, 1.865 ), II, 329—334, alm. trc., Reise in Arabien ( Leipzig, 1868 ), II, 244 —248; A . Sprenger, D ie Post-und Reise­ routen des Orients ( Abh. f . d. K unde des Morgenlandes, Leipzig, 1864, III/3, s. I09, 14 1. 146 v .d .); ayn. mtl.. Die alte Geog­ raphie Arabiens (Bern, 18 75), s. »24, 300; ayn. mH., Das Leben und die Lehre des Mohammad 2 ( Berlin, 1869 ), III, 382, 442 v.d.; E . Glaser, Skizze der Geschichte und Geog­ raphie A rabiens (Berlin, 1890), II, 76, 78; Th. Bent, Southern Arabia ( London, 1900), s. 49; L. Caetani, A n n ali deli’ lsläm (M i­ lano, 1907), II, 208 560, not 3, 777— 779 not 5 ; CL Huart, H istoire des Arabes ( Pa­ ris, 19 13 ) , 11, 76, 262 v .d ., 267 v. d., 275 —280 ; F. Stuhlmann, D er K a m p f um A ra ­ bien zwischen der Türkei und England ( Hamburgische Forschungen, Braunschweig, 1916, I, 155 v .d ., 160—163, 170, 18 9 ); Handbooks prepared under the Direction o f the H isiorical Section o f the Foreign Of f i ce, nr, 76, Persian G u lf ( London, 1920 ), s. 32._ ( A d o l f G ro h m an n .) S U H A R . [B k . SUHÂR.] S U H A Y L . [B k . s Oh e y l .] S U H R A V A R D . [ Bk. s Oh r ev e r d -] S U H R A V A R D !. [B k . SÜHREVERDÎ.] S Û K . SU K ( A., cem. asvák ), ç a r ş ı . Bu kelime şehirlerde, sokak adlarında ve mevkî İçimlerinde şık-şık- geçer. Fraenkel ( D ie ararn.

6

SÜK.

Fremdwörter im A rab., Leyden, 1886, s. 187 ) ’e göre, ketime bu mânada arâmî dilinden alınmıştır. Fraenkel ’i bu görüşü ileri sürmeğe sevkeden husûs',' çarşıların, kelimenin mûtad mânasında, eski araplarda mevcut olmaması ge­ rektiği" mütâleasıdır. Fakat bu görüş, kelime­ nin arapçaya geçmesi gereken ilk devir için doğru olabilir. Hâlbuki islâmiyetten önce de Arabistan ’da, kelimenin gerçek mânasında, çar­ şı bulunduğu doğrudur ; bu hususta, son yer olarak, krş. H. Lamnens, L a Mecque à la veille de l ’hégire { M ! F O B , 1924, IX, 3, 57 v.d. = 153 v.d . )j onun tarafından zikredilmiş kay­ naklardan sûk ’un yalnız »çarşı yeri" değil, aynı zamanda „ça rşı" manâsında da kullanıl­ mış olduğu anlaşılmaktadır. Burada islâmiyetin içtimâi, İktisâdi ve hu­ kuki tarihi için „çarşı" mefhumu ile ilgili me­ selelerin bütünü bakkında ancak kısa işaretler yapılmıştır. Hususiyetle bu meselelerden bahs­ eden ihzâri çalışmalar yoktur ; bununla be­ raber muhtelif cinsten bir çok eserlerde, sağ­ lamlığı usûlü dâhilinde bir araştırmaya muh­ taç olan tesadüfi kayıtlar bulunmaktadır. Böy­ le bir araştırmada gözden kaçırılmaması icap eden en mühim husûs şudur : İslâmiyet çok az bir zamanda, ayrı kısımları daha önce çok farklı İktisâdi ve hukûki bir mâziye sâhip müstakil devletler teşkil eden çok geniş ülke­ leri zaptetmiş ve bu ülkeler tatbikatı mahallî idârelere değil, bir merkezî iktidarın vasıtasına bağlı olan tedvin edilmiş bir hukuka sâhip birleştirici bir devlet içinde toplanmış idi. Dar al-islâm ’da çarşının tarihini yazacak olan kimse, islâmdan önceki devirlere çıkmak su­ retiyle, muhtelif ülkelerdeki çarşıların tarihini takip ve İslâm fethinin bu tekâmülde değiş­ melere ne suretle sebep olduğunu tâyin etme­ lidir. Bu çeşit bir araştırma yalnız içtimâi ve iktisadı tarih ve hukuk tarihi bakımından mühim olmayacak, aynı zamanda, teferrüâtta şart'a ile tatbikat arasındaki münâsebetler meselesine cevap vermek husûsunda da fayda te’ min edecektir. Bu meselenin tetkiki için faydalanılacak eser­ ler son derecede çok ve çeşitlidir. Dinî ilim ­ ler, tarih, coğrafya, adab ’e dâir eserler, tatbikî felsefe ve bir takım şiirler buraya dâhil edil­ melidir. Yeni seyahat-nâmeler, medeniyet tarihi bakımından, bol mi kd ar da mâlûmat verebilir; fakat bu eserlerde meseleler, tarihî menşe’ ba­ kımından, aslâ tetkik edilmemiştir. Araştırm a­ larda ' hareket noktası olarak faydalanılabile­ cek bâzı mütâlcalar şu eserlerde bulunur : Max Weber, W irtschaft und G esellschaft { Grund­ riss der Sozialökonomik, 1922, III, 52* v. dd. ; ‘ II, - 16 1 v.d d .; a l-A lû si ( a l-M a ş r ik ., dar çıkıyor ve ayda bir, sah günü kuruluyor­ 1898 , I, 865 v.dd.); Ahm ed A m in ( B u lle t in du. Ibıj Battüta zamanında ( 7 2 7 = 1327 ) Sûk o f th e F a c u lt y o f A r ta , U n iv e r s it y o f E g y p t âl-Şaiâsâ1, başlangıçtaki karışık yerinden bir *933j 1, 46 — 67 ).— A . v. Kremer, C a lt u r g e hayli taşmış olup, bütün şehri D icle’ye kadar sçk ic h te d e s O rie n ts . . . ( W ien, 1 8 7 5 — 18 7 7 ), kesen uzun bir ticâret caddesi vücuda geti­ 11, .50 v.dd.; G . Le Strange, Baghdad during riyordu. „Y ıllık panayır“ mânasından çıkmış the Abbasid Oaliphate ( Oxford, 1900), bk. olan „sük“ kelimesi o hâlde orada hemen fihrist, mad. Sük ; E. Reitemeyor, D ie Städte­ -hemen bütün nevileri geride bıraktı. Takri­ grändungen der Araber im Islam (Heidelberg, ben bir asır sonra, al-Malfrizi kendi Hitat 1 912 ), s. 7, 25, 35, 53, 59, 65; A . Mez, R e­ (B ulak, 1270, II,. 94— ı o 7 ) ’ mda süfc ve sunaissance des ¡släm s (Heidelberg. 1922 ), s. vagka ’ları tafsilâtı île tavsif eder ve tarihini 12, 1 31 , 1 56, 390, 451 v.dd.— Bir de bk. madd, de vermeğe çalışır. ■ *UKÄZ, MEVSİM, ACC, IfAYSÄRlYA, BÄZÄR, Şark pazarları h akkında'eski ve yeni sey­ BEDESTEN, BEZZİSTÂN, MUHTASİB ve bunların yahların bir' çok hikâyeleri vardır. Sük kelibibliyografyaları. (H . KlNDERMANN.) meşinin her çeşit pazarlar için kullanılması S U K . [ Bk. SÛK.] ile tamâmiyle aynı olarak, bugün de iptidâi S U Ç a l - Ş Ü Y U H . [B k . SÛK-ÜŞ-ŞOYÛH.] tahta baraka dükkânlardan seyircileri şaşırtan S U K A Y N A . [ B k . s ü k e y n e .] ’ en muhteşemlerine ( msl. îbn Cubayr, Voya­ S U K K A R . [ B k . SOKKER.j ges,2 s. 252 ’ de ; böylelerini Haleb için tasvir S U K K A R Î . [ Bk. s Ok k e r !.] eder) kadar bütüu çeşitlerine rastlanabilir. S U K M  N . [ Bk. SÖKMEN.] ■ H attâ hacc mevsiminde ‘ A rafa ovasındaki ha­ S U K M Ä N . [ Bk: s ö k m e n .] reketli .hayata bakarak,'eski A rab istan ’ın pa­ S Û K -O ş-Ş Ü Y Û H . SÖ K a l-Ş U Y Ü H , Fırat zarlarının takribi bir tasviri yapılabilir ; fa­ kat arap dünyasının İktisâdi ve mânevi mer­ ’in sag kıyısında k ü ç ü k ' b i r İ r a k ş e h r î kezi olarak âlemşumûl ehemmiyeti île "Ukiz olup, N âşiriya ’nin şarkına takriben 40 km, panayırı bu aev’in tek parlak hâdisesi olarak mesafede, Şatt al-H ay ’dan ayrılan al-Bad'a kanalının munsabıam tam karşısındadır. Basra kalmıştır. B i b i i y o g t a f y a-. Burada kaynakla­ ’dan uzaklığı, düz hat üzerinden, 140 km. ’dir. rın pek bol oluşu göz önüne alınarak, yal­ Şehir nehir boyunca uzanan hurma fidanlık­ nız yukarıda açıklanmış olan hâdiseler ile ları ortasında bulunmaktadır. Şehri çevrele­ dogrudan-doğruya ilgili ■eserler zikredile­ yen ve B a sra ’ya kadar uzanan bataklıktı böl­ c ek tir: Sûre II, 19 4 ’ ün te fsirle ri;' Wen- ge, havayı sıhhate çok zararlı bir hale getirir. sinck, Handbook o f early M aha ramadan Süjç al-Şuyüh, XVIII. asrın ilk yarısında; B a­ . Tradition, bk. mad. M arket ( bilhassa Bu- ni ’l-Muntafik [ bk. mad, MÜNTEFİK ] arap! arı Hâri, H ace. bâb 150 hakkındaki şerh ler); birliğinin pazarı ( sûk ) olarak kurulmuş id i; . Lügatler, mad. Sük, ‘Okâz ; Bakrı, M a'cam, s. buraya 4 saatlik; mesafede vaktiyle Muntafik 660 v .d d .; Yakut, Mu cam, mad. ‘ Oköz, Terin en yüksek şeyhinin Küt al-Şuyüh adı veM irbad.—A , Sprenger, D ie Post-and R eise- ■rilen oturma yeri bulunuyordu; cemi şeklinde routen des Orients (Leipzig, 1864), s. 127 olan şuyüh şeyhin „boyuna" mensup âzâlara v.d. ; ayn, mil., D ie alte Géographie A rabi­ delâlet eder. XV 11I. asrın sonuna doğru, Sük ens (Bern, 18 75), s- 223 v. dd. ; ayn. mit., al-Şuyüh bir câmii bulunan, toprak bir sûr ile Da$ Leben and -die Lehre des Mohamimad çevrilmiş ( Beauchamp ) küçük ■bir şehir id i; ■ ( Berlin, 1861 — 1865 ),I, 45. 102 — 107, 164 v.d. j XIX-. asrın başında 6.000 aile ile meskûn ve 178, 401 v.d .; Fr. Buhl, Das Leben Muham- son derecede pis, fakat Basra -te hattâ Büşir meds ( alm.' tre. H. H. Sohaeder ), Leipzig, ve Bombay ile geniş bir ticâreti bulunan bir 1930, s. 49 v.d., 105 ; J . Wellhausen, Reste şehir olarak tasvir edilmiştir, Fraser ’e göre, . ■ arabischen Heidentums2 ( Beriin, 1897 ), s. 88, Muntafik Terin şeyhi orada ikamet etmeğe te­ 92 v.d.) 2 16 .2 4 6 ; H. Lammenâ; La cité arabe nezzül tmeyordu, fakat Petermann zamanında de T â if à la veille de VHégire i M F O B , ( 1854) şeyhin şehirde bir evi var idi, XIX. asrın sonuna doğru, nüfus sayısı, 2.250’ si iki ■ 1922, VIÏI, 198, 206 v.dd., 228) ayn. mil., ¿ a Mecque à la ve ille de l'H égire { M F O B, câmii bulunan sünnî ve 8.770 ’i yalnız bir mes. 1924, IX, 153 v.d.); ayn. mil,, L és Sanctuaires c id ’i bulunan şi’î olmak i > re , 12.000 ( Ş .S â m î, préislam ites dans l'A rabie occidentale ( M Cuinet) olarak verilmiştir. Bunun dışında ka- , F Ö B , 1926, XI, 128, 148, 15 0 ) ; ayn. mil., lan nüfus, yahudilerdeu ( 280 ) ve' 700 MandeîL ’A rabie occidentale avant l ’H égire (B ey­ Terden veya Şubba Tardan ibaret bulunuyordu. : rut, 1928), s. 17, 20 v .d ., 40 v.d .; al-Mar- Şubba ’1ar ekseriya nehrin sol- kıyısı üzeriuda

SÛ K -C ş-Ş Ü Y Û H -

Şubbüye kenar mahallelerinde oturuyorlardı. 1853 ’ten fince, Mandeî ’lerin nüfusu takriben 260 aileyi buluyordu, fakat o yılda Muntafik ’ lerin tazyiki 200 aileyi 'A m â ra ’ ye göç ettir­ di. Petermann 1854 ’te 'A m âra ’de onların baş rahipleri olan Şayh Y a h y a ’ yı ziyaret etti. Man­ deî Ter, her yerde olduğu gibi, Sük ’ta da ku­ yumculuk yapar, aynı zamanda demircilikle uğraşırdı ve bir çeşit sandal yapmakla meşgul olurlardı. Sük al-Şuyüh, türk idaresinde, M mı t af i k san­ cağında aynı adı taşıyan bir kazâ merkezi idi. Şehrin iki tarafında yaşayan kabileler ( Badür ve Bani Asad ) şi’îdir. Kazâ sâkinlerinin sayısı 50.000 olarak tahmin edilmiştir. B i b l i y o g r a f y a ' . R ilter, Erdkunde, XI (c ilt VII, 2. kısım ), looo, 1008, muahhar seyyahları zikreder; H. Petermann, Reisen im Orient ( Leipzig, 18 6 1), II, 83—9 3 ; V . Cuinet, L a Turqu.ie d ’A sie (P aris, «894), III, 308 v. d d .; Ş. Sâm î, Kamus aUa'lâm, IV , 2Ö87; M. von Oppenheim, Vom Mittelmeer zum Persiscken G o lf (Berlin, 1900), II, 7 2 ; E. Sachau, Am Eupkrai und T ig ris ( Leipzig, »900 },.s. 72 ; W. Brandt, Die Manda er ( Verh. A k . Amst., N. R ., X V I, 3 ), Amsterdam, 1915, s. 57 v.d’ ( J . H. K ram ers.) S U L A . [B k . s ü l â .] S U L A H F A T . [B k. s ü l a h f â t .] S U L A M İ. [B k . s û l e m Î.] Ş U L A Y B . [ Bk. s u l e y b .] Ş Ü L A Y H İ. [B k. s u l e y h Sl e r .] S U L A Y M B . M A N ŞU R . [Bk. :' üleym b . MANSUR.]

_

S U L A Y M A N . [ Bk. söleym an.] S U L A Y M A N İY A . [B k . sü leym anîye.] S U LD U S. SU LD U S ( SULDUZ )> bir moğu! toyunun adt olup, en eski moğulca kaynaklar­ dan biri olan M oğullann g izli tarihî ’nde üç yerde geçmektedir (§ 82, 120, 196). Suidus kelimesi moğul. sülde („sa a d e t") ile türk. —z cemi ekinden meydana gelen bir kelime olduğu şeklindeki iştikakı (Berezin; Ligetİ, Q ]Î C A , 1) pek mümkün görünmemektedir. Türkçeye ge­ çen moğulca kelimelerin sonlarındaki —s sesi —z olduğundan, bu kelime sonraları Sulduz şeklini almıştır, Temüein ( C e n g iz )’in babası Yesügei-ba’atur tarafından birleştirilm iş olan boylar arasında Taiçi’utlar da var idi ( bk. ayn. esr., § 120 ). F a ­ kat Yesügei (uin ölümünden sonra, Taiçi’utlar ve başkaları Yesügei ’nin eşi Hö’çlün-ücin iie çocuklarını terkedîp Ayrıldılar. Üstelik, bir müddet sonra da onları imha etmek maksadı ile, üzerlerine saldırdılar. Temüein, bu baskın­ dan. ormalta kaçarak hayatım kurtarmakla befâbçr, asş Sonra yakalanmış ve bukağıya vu­

SULDUS.

9

rularak, götürülmüş idi. Fakat Temüein, bir dinlenme esnasında, muhafızlarında*, 'ku rtu ­ larak, Onon nehrinde, suda gizlenmiş idi. Taiçi’utlar ile birlikte hareket etmek mecbu­ riyetinde kaldığı anlaşılan Suidus boyundan Sorkan-şira onu gördüğü hâlde haber ver­ memiş ve sudan çıkıp kaçmasına göz yum­ muştur. Temüein doğruca evine gittiği Sorkanş ir â ’ nm oğulları Çimbai ve Ç ila ’un tarafından bukağısı ateşte yakılarak, serbest bırakılmış, kendisine at, yiyecek ve silâh verilerek, an­ nesinin ve kardeşlerinin yanma gönderilmiştir. M pğulların g iz li tarihi ’nde Suidus boyun­ dan Sorijan-şira ile oğulları Çimbai, Ç ila ’un ve kızı H adaan’dan başka, bu boya mensup daha şu adlarla karşılaşıyoruz: Çilgütei, Taki, Taiçi ’udai kardeşler (§ 12 0 ), T akai-b a’atur (§ rşö ). Bunlar daha Temüein 120Ğ ’da hü­ kümdar seçilmeden Önce gelip ona iltihak et­ mişler ve sonra da her zaman onu destek­ lemişlerdir. Temüein 1206 ’da „Çingis-han" unvanı ile, hükümdar ilân edildikten sonra da vaktiyle kendisine iyilik etmiş olanları unut­ mamış ve bu meyanda Suidus boyundan olan kimseler de mühim mevkilere tâyîn edilmiştir. Bunlardan bilhassa yukarıda adı geçen Sorkan-şira ’nın neslinden, İt hanlı devleti zama­ nında mühim işler görmüş olan tanınmış şah­ siyetler yetişm iştir: Sorkan-şira > ( oğlu ) Çimbai

( o ğ lu ) Ç ü a ’un

( k ız ı) Hada ’an

Sodo ( Sodun ) - noyan Tuda ’un Malik Çoban Temür Taş Sodo ’ nun çocukları, Hülegü ile, Iran ’a gel­ mişlerdir. Hülegü ’nün karısı ( Abalja ’nın an­ nesi ) Yesünçin, Su!duşlardan idi. Malik, Iran ’m garp bölgesini zaptetmiştir. Malik ’in oğlu Çoban’ a gelince, 670 ( 1272 ) tarihli Nür alDin Caca vakfiyesinden moğulca kısmında yüzbaşı rütbesi ile zikredilen Ç oban’ ın 688 ( i 2 8 9 }’de, Argun zamanında, cesareti ile te­ mayüz etmiş olan Malik ’in oğlu Çoban ile aynı şahıs olup-olmadığını tespit etmek şim­ dilik mümkün değildir ( A . Temir, Cacaoğlu v a k fiy e s i, s. 186 ). Malik ’in oğlu Çoban, son­ raları Gazan ve öleeitü [ bk. mad. OLCAYTU ] zamanında da bu itibârı muhafaza etmiştir. K âşâni, Öîçeifü tarihinde (P aris, Bibi. Nat,

to

SULDUS.

Supp, Perişan 1419, var, 6 ), emirleri sayarken, ( 1404 ) tarihli bir emir-nâmede, Rey ’de bulu­ Çoban ’1, Kutluğşâlı Manküt ’tan sonra, am ir-i nan P ir 'A li Sulduz ’un kıt’asını takviye etme­ buzurg mukaddam-i Tâzik a Türk, diye, ikin­ lerini bildirmiştir. S a v a ’de Şah-Sevenler ara­ ci sırada ¿aymakta, fakat kabiliyet bakımından, sında bugün dahî bir Sulduz boyu vardır. Çoban ’m neslinden bâzı kadınların hayatı herkesten üstün olduğunu da ilâve etmektedir. Çoban-noyan 698 ( 1 2 99) baharında, bir or­ çok maceralı geçmiştir. Bagdad Hatun ’dan dunun başında olduğu hâlde, Sülemİş isyanını başka daha şunları zikredebiliriz: 1. Çobanbastırmak üzere, Anadolu ’ya gelmiş ve âsîleri ’ın dul karısı Satı-B eg; îlhan Arpa ile ev­ Erzincan ovasında dağıtmıştır. Sonra da H a­ lenmiş ve 739 ’da ilk kocasının torunu Ha­ leb sınırlarına yollanmıştır ( A ksarayî, Musa- san Kuçak tarafından bir ara tahta çıkarıl­ marat al-ahbSr, s. 245, 247 ; Çoban ’m Ana­ mıştır. Sonra 740—744 arasında hüküm sür­ dolu ’daki icrââtı hakkında bk. s. 3 1 1 , 312, müş olan Süleyman ile evlendiriimiştir. 2. Di3 l 5 , 3 l8 > 32 * )• Papa J* ® » X X II.’m, A v ig ­ mişk Hvâca ’nın kızı Dil şad H âtû n ; önce Abü non, 2 kasım 13 2 1 tarihli, „Zoban (Ç o b a n ?) S a 'id ile, sonra Haşan Buzurg C a lâ ’ir ile B egilay" ’a hitaben yazılan bir mektubu vardır, evlenmiştir. 3. Malik 'İzzat, Haşan Küçak ’in öiceitü şi’îliğe mütemayil, olduğu hâlde, Ç o­ karısı ikea, kocasını öldürmüş, sonra ken­ ban sünuî idi. 716 ( 1 3 1 6 ) ’da, genç Abu S a 'id disi de kocasının akrabaları tarafından öldü­ tahta çıkınca, Çoban nâîb olmuş ve 719 ( 13 19 ) rülmüştür. Suldusların Moğulistan ’daki yurtları Çingis ’da Öiceitü ’nün kızı S ati-be g ile evlenmiştir. Çoban ailesinin nufûzunun artması ve bu âiie- zamanında Onon nehri boyunda iken, Raşid den bazılarının kötü hareketi hükümdarı on­ al-Din onları Uriankit Here komşu ormanların lardan soğutmuş ve haklârında tâkibat yapıl­ civârında olarak göstermektedir. Moğul * ka­ mıştır. Çoban Herat ’a kaçmış ve 728 ( 1327 ) rargâhlarının cedvelini ihtiva eden ve 1867 ’de ’de Giyag al-Din Kert tarafından orada öldü­ yayınlanmış olan çince M eng-gu-yu-m u-tsi ’de rülmüştür. İran ’da Ç ingis sülâlesinin sona ( Popov tarafından yapılan rusça trc., S t. Pe­ ereceği karışık devrede, Çoban neslinden kısa tersburg, 1895) Sulduslardan bahis yoktur. Ömürlü bir sülâle de iş başında bulunmuştur. X V I. asır başlarında Sulduslar, Nukuz ve TaÇoban ’ın 18 çocuğundan bilhassa şunlar meş­ madur ’ 1ar ile birlikte Türkistan ’da Şaybâni hurdur : 1. Am ir Haşam; 2. Dimişk-HTâca, birlikleri içerisinde zikredilirler. Sonra S u l­ Abü S a'id tarafından 727 (J 327 ) ’ de öldürül­ duslar tekrar Babur ile birleşmişlerdir {Ş a y müştür., 3. Temür-Taş, 7Î8 ’den itibâren A na­ bânı-nâma, nşr. Melioranski, Petersburg, 1908, dolu vâlisî iken, 722 ’da- isyan etmiş, kendi s. 137, *76; krş. D ie Shcibaniade, nşr. H, adına para bastırmış, hattâ Mehdî olduğunu Vambery, Wien, 1885, s. 273, 350). Bâzı Özbek şecerelerinde Suldusların, 92 bile İddia etmiştir. Babası Çoban onu itâatkâr bir hâle getirerek, tekrar aynı makama Özbek boyu arasında zikredildiğini, Fergana yerleştirmiştir. Babasının ölümünden sonra Te­ ’da Altın-Kül ahalisinin Sulduslardan ibâret mür-Taş Mısır ’a kaçmış, fakat onun şöhretin­ olduğunu ve H iva ( H vârizı») ’de Nukuz civâden ürken ve Abü S a 'i d ’e hoş görünmek is­ rında bugün de Suldusların bulunduğunu, Z .V. teyen Naşir 7 2 8 ’de onu' idam ettirm iştir; 4, T o ga n ’a dayanarak,M inorsky zikrediyor ( E l , Güzelliği ile meşhûr Bağdid-H âtün, önce Bu­ 1934, IV, s. 584). K ırgız boy adlarından Soltı, zurg C alâ’ir ’İn, sonra da Abü S a 'id ’in karısı Soltu (R adloff, Aus Sibirien, türk. trc., I, 120, İdi. îlhan A rpa ’nın tahta çıkışından sonra, 232, 538, 544) sözünün de bunun ile ilgili ol­ Abu S a 'id ’i zehirlemek töhmeti ile idam edil­ ması mümkündür. B i b l i y o g r a f y a : Aksaray i, Masamamiştir. Tem ür-Taş’ın oğlu Haşan Küçak, 738— rat al-ahbâr ( nşr. Osman Turan ), Ankara, 744 yılları arasında Tebriz, Sultaniye, Hama1944; İbn Ba|tüta ( nşr. D efrem ery), I, 172, dân, ÎÇum, Kaşan, Rey, Varam in, Farâğân ve II, X19—1 2 5 ; E. G . Browne, A H istory o f Karac ’de hüküm sürmüştür. Kardeşi Malik Persia under Tartar Dominion, 1920, s. Aşraf onu tâkip etmiştir. Onun baskısı karşı­ 54, 1 70; M oğullartn g iz li tarihi ( —M angkolsında Kazi Muhyi ’i-Din Barda'a ’dan Kıpçak ’un nVuea tobça’an ), nşr. ve aim. trc. Haehükümdarı Cam -Beg ’e gitmek zorunda kal­ nisch, Geheime Geschichte der' Mongolen mıştır. Canı-Beg, Malik A şraf ’in üzerine yü­ (Leipzig, 1935— 19 4 1 ) ; türk. trc. A . Temir rüyerek, onu mağlûp etmİŞ ve Malik A şraf 756 (A nkara, 19 48 ); W. Radloff, Aas Sibirien, 'da Tebriz *de başı kesilmek sureti ile öldürül­ (trc, A . Temir, Sibirya 'dan, Ankara, 1955— müştür. t 957 i I—II); Raşid al-Din, C ä m f al-tavärih, Bundan sonra Suidus ( Su ld u z) ’lara tarihî ( nşr, A . K. A ren d ), Moskova, 1946, III; A. eserlerde seyrek rastlanır. M irbvand ’a göre, T i­ Temir, K ırşeh ir em iri Çaça oğlu N y r tiyle bu, ârızî olarak, onlara bu mmt aka! ar­ Bunlar bir çok küçük kabilelere, onlar da da rastlanamaz demek değildir. Bu iddianın boylara ayrılır. Raynaud ve M artinet’ ye göre lehinde olan diğer bir delil, Ş u lb a ’lerin Ahi — ki bunların verdiği bilgi bugün bunları en ei-Şemâl ’den sayılmalarıdır ( bk. Curtiss, s. 46, iyi tanıyan Saint ¿He ’ nin mektup ile verdiği not 2 ). Çorak arazilerin ve çöllerin kenarla­ bilgiler ile tamamlanmıştır—, Şulaba kabilesi rında bulunan büyük şehirler, erzak, silâh geçen asırdan beri şu üç küçük kabileye ayrıl­ (W etzstein, Z D M G, XI, 492), cephane ve mış olarak mütâlea edilebilir: zarûrî ihtiyaçları olan başka şeyleri almağa - I. Şulayb ( Ş i â y b ) küçük k ab ilesi; bu şu ve mahsulleri ile avlarını satmağa gelen çöl kısımlara ayrılır : Ş u ia b a ’leri tarafından arada-sırada ziyâret 1. al-M âlik; edilir. Buna karşılık, bu Şulaba ’lerin bâzı k ı­ 2. al-Tâm i! [ Tâmel ] ( ~ âr ve hicabı olma­ sımları Elcezîre ’nin, Suriye ’nin, Filistin ’in ve yanlar } ; Ürdün ’ün münbit arazîsinde yerleşmiştir. Şui3. al-M âeid; aşağı Elcezîre veya Bilad alb a ’ ler, yukarıda gösterilen sahalarda, bilhassa Muntafilj:’te [lehçe şek li: al-M âyed); çorak arazide, mevsimlere göre, şimale ve ce­ 4. al-Durayb [ D' r â y b ] ( = sür’atliler, canlı­ nuba doğru göç eder, başlıca gıdaları olan av lar, harekettiler ); hayvanlarını tâkip eder ve otların artmasına 5. al-Çabvân ( = sâdıklar, güvenilirler) [le h ­ veya azalmasına göre, yerlerini değiştirirler. çe şe k li: al - Gabyan] ; 6. al-Bennâk [lehçe şe k li: aî-Bannây ] ( — Bunlar da, bedeviler gibi, yerleşik değillerdir. Arap çöllerinin daha münbit kenarları üzerinde fevkalâde bir maharet ile keklik avlayanlar ); yerleşmiş bâzı Şulaba ’ 1er de, yan-göçebe olma­ 7. al-Nâşİm; ları hasebiyle, burada bahis mevzuu edilmemiş­ 8. al-T a rfa ’ ; ' tir, Şulaba ’lerin İstikrarsızlıkları ve serseri 9. al-Hâzîm ve mizaçları yaşayışlarından ve hayatlarını te’ min 10, al-Subayba [ telâffuzu S ’ bâyba ) (Raynaud tarzlarından ileri gelmektedir. Bedevilerin ak­ ve Martinet, agn. esr. ’de bunlara yanlış ota sine olarak, bunların ekseriyeti hemen mün­ rak, Sbeypat denilmiştir ). hasıran avcılık ve el işleri ile yaşarlar. Bu II. al- Şaydân küçük kabilesi ; b o y : aldurum, onların yerleşmiş oldukları zamanlar­ ‘ Am ira. daki gibi, göç hâllerinde de ( memleketi başIII. al-Gummi veya al-Gunaym küçük kabi­ tan-başa dolaştıklarını söylemek isterim ) — lesi, bunlara yanlış olarak, Bani Gunaymi dâima bedevilerin aksine olarak — çok küçük [B en i G’ nâymi ] de denilir. zümreler hâlinde bulunmalarını izah eder. On­ Saint fiiie (mektup ile verdiği bir bilgiye lar Raynaud ve Martinet ( s. 30—35 ) ’ye göre göre ) coğrafî esaslara istinat eden başka bir 2 —3 âilelik zümreler teşkil etmektedirler. Bu­ taksim yapmaktadır : nunla beraber, pek nâdir olarak, göçebelik ya­ I. Çöl Şulaba Herinin H alaviya (Hi âvî yâ), pan veya çadır altında bir arada yaşayan da­ mÜf. K alavi ( Hl evi ) veya Halava [ Hteva ] ha büyük zümrelere tesâdüi edilebilir.. S ay ı­ küçük k ab ilesi; bunlar şu şekilde boylara ları ne kadar çok ise, kabilelerin o kadar mü­ ayrılır : him sayıldığı ve düşmanlara karşı o nisbette 1. N ecd ’de, Nukra Bani H alid ’de, al-M âcid; emin bulunulan Arabistan ’da bu âdet çok ga­ 2. al-Raga’id a ; riptir. Şulaba ’ierin bu hususiyetleri diğer gö­ 3. al-‘A vazim ; al-R aşâ’ida ile al-'Avâzim çebe parya araplar ile müşterektir. Bununla Kuveyt havâlisinde birbirleriyle temas hâlinberaber Arabistan ’ın içlerindeki bâzı mahal­ d ed irler; lerde daha büyük sayıda Şulaba ’ ler bulun­ 4. ai-Hâzim, Nuhayb [ N’hâyb ] ’de, Tubal maktadır. Doughty (I, 283 v.d.)’ye göre, bu [T’bal j ’de ve ai-Salam ’de yâni aşağı Elcezîre bilhassa Taym â’ ve Vech vâhalarındadtr. D ağı­ ile Necd arasındaki sahada; 5. al-Sulaymân [ S ’lâyroSn] a!-Şinbii [Şennık oldukları için, sayılarının bütününü tak­ dir etmek güç ve yapılan tahminler biribirile- bel ] ’d e;

14

su leyö

6. al-Râşid, al-Kasim civarlarında; 7. al-Hutaym ( 1 ) [ H’tâym ], H â’il ve Madinat al-Rasül ’da ve 8. al-Cam il, bunlara M âcid ’İer ile birlikte tesadüf olunur. II. Filistin Şulaba küçük kabilesi, yâni alGunnı/''(Ğ enm i); bunun boyları şunlardır: 1. al-Gunmi, Ş in b il’d e ; bu asrın başlarında Mu'ayzif ( M’a y z e f) adını taşıyan ve araların­ da, onlar için her türlü hakemlik ve yardım isteme hususlarında bir nevi en yüksek merci olan büyük reis bunlardandır. Bunlar Necd ’ de de bulunurlar; 2. al-Sulaymân ( bk. yukarıda, I, 5 ) ; 3. al-Tarâbin, Filistin ile Mısır hududu ara­ sında dağılm ışlardır; 4. al-Hanâcira t Hanâcra], T arâbin’lerin kom­ şusu; 5. al-Ma'Sza, Ğazza ile Mısır arasında, III, Ürdün, Suriye ve Mısır Şulaba küçük kabileleri, yâni Şulabat al-Sarhan [S e r h a n ]; bunun boyları şunlardır: 1. al-H uvaytât [ H vSy{ât ], Ürdün ’ün şar­ kında; 2. Banü ’A $ iy a ; 3. al-Ş arar ât [ b, bk.]; 4. Banü Şahar ( ! ) [B an i Şah ar]. - Bu son üç boy Ürdün ’ ün cenup kısmı ile şark kısmı arasında dağılm ıştır. Fakat, tasavvur edilebileceği gibi, Ş u lab a’lerin kabile olarak ve ırk olarak tâyin ve tahdit edilmesi tam i­ miyle zarûrî olduğundan, Navar ’lan ( çinge­ neler ; b, bk.) bir yana ayırarak, hangi arap parya kabilelerinin buraya sokulması gerek­ tiğini hususiyetle tesbit etmek uygun olur. Ş u lab a’ lerin muhtelif küçük kabileleri, bil­ hassa daha münbit mmtakalarda oturanlar, ( çölü n) diğer kabilelerinden daha yüksek bir hayat tarzı ile ( msl. deve yetiştiricileri ola­ rak ) yahut bîr nevi kabile gururu ile ( Gunmi ’ ier g ib i) a y rılırla r; nitekim, bir evlenme için, Ğunmi ’ter, başka kabileden olan birisinden kendi kabilelerinden bir adamdan isteyecekle­ rinden daha fazla bir meblağ ( m ahr; b. bk.)’ is­ terler. Buna rağmen, bunlar bütün Şulaba ’lerin bir halk teşkil ettiği hissini taşırlar (bk. Pie­ per, s. 17 ), Irkları hakkında, antropoloji bakımından, fazla kesin bir şey söylenemez, zîrâ emin kay­ nakla* noksandır, ve onların fiziki görünüşleri hakkındaki mutalar ekseriya birbirlerine zıttır. Bunlar hakkındaki şimdiki bilgilerimizin zayıf noktası buradadır. Saint Elie (al-M aşrilf, s. 6 7 6) ’ ye göre, Şu­ la b a ’İer bedenî husûsiyetieriyle, başın küçük­ lüğü, batların inceliği, yüksek ve geniş alra, mavi gözler, açık renk, s a r ı s a ç l a r , yüzün

.

beyzî şekli, daha yumuşak cilt ve bilhassa daha ince yüz görünüşü ile bedevilerden tamâmıyie ayrılırlar. Yine Saint Elie ’ ye göre ( mektup île verilen b ilgi), msl. N eed’in v. b, saf ırk arapları arasında, bâzan tesadüf edilen daha açık renkli şahıslar bir istisna teşkil etmek­ tedir. Nihayet Ş u lab a’ İer darb-l mesel hâline gelmiş bir zayıflıktadırlar. Saint Elie ’nin bu mutaları ( agn. esr.), Blunt ( II, 109 ) gibi, baş­ kaları tarafından ancak kısmen te’y it edilmek­ tedir ve W right (s . 48) ile v. Oppenheim (I, 2 2 1 ) başka fikirdedirler. Kısaca, bunların tas­ virleri şöylece b elirtileb ilir: dik ve sağlam dururlar, fakat uzun boylu değildirler, bilâkis görünüşleri küçüktür. Blunt ( II, 109) bir Şu­ laba kadınının boyunu aş.-yk. 120 cm. ( ? l ) göstermektedir. Bu müphem kayıtlar onların menşe’ ve ırkları hakkında neticeler çıkarmağa imkân vermez. Güvenilebilecek ölçüler maale­ sef tamâmiyle noksandır. Çehre resimleri ba­ kımından, zannederim, E u tin g ’in seyahat hâ­ tıralarının 2. cildinde küçük bir çehreden ve bir de v. Oppenheim ( I, 220) ’deki bir az tatmin edici biricik gurup resminden başka bir şey bilinmemektedir; fakat şimdi bunlar ile iktifa edilemez. Ne olursa-olsun, elimizde bulunanlara göre, Christian ( S itz.-B er. Wien. A nthrapol. Ges., *9 23/19 2 4 )’ a ve Littmann ( bk. Pieper, s. 75 ) ’a nazaran, Şulaba 1 er in­ san ırkının Akdeniz koluna ve yine aynı mü­ elliflere göre, sâmî ırkına mensupturlar. Mizaçlarına gelince, Şulaba ’ 1er, lehlerine ola­ rak, saf bir şekilde şen ve açık yaşayış tarzları ile, kapalı ve dâimâ başkalarına iti­ mat etmeyen bedevilerden tamâmiyle ayrılır, lar. Musikîyi severler, şâirlik kabiliyetinden mahrum değildirler, kundan dolayı ekseriya bedevilerin çadırları yanında şarkıcı olarak hayatlarını kazanırlar; bütün şarklılar gibi, hayırhah, dâimâ sâkin, yumuşak, sevimli ve misafirperverdirler. Saint Elie ’nin bir mektu­ buna gore, yolda iken veya çöllerde gezerler­ ken, bilâkis pek az cömerttirler, öyle ki. on­ lardan bir şey almak isteyen yolcuların onları tehdit etmeleri gerekir. Mânevi seviyeleri, bü­ tün parya halklar gibi, çok yüksek görün­ memektedir. Hangi ırka mensup olduklarını tesbit etmek için çok ehemmiyetli olan husûs, şim dilik ya­ şama tarzları, âdetleri, inançları ve bilhassa onları aralarına alan halklar arastndaki mevkîleridir. Onların paryahk hususiyetleri tam burada kendini gösterir. Yaşama tarzlarına geünee, Şulaba ’lerin, s â m î l e r i n â d e t l e ­ r i n e mu h â l i f olarak (Christian, agn. esr.) — zîrâ sâmî ırkına gerçekten mensup olanlar hayatlarını davar yetiştiren göçebeler ve tacirler

SULEYB.

olarak, bâzan da zanaatkar ve savaşçı olarak kazanırlar— onların, hayatlarını bilhassa av ile kazandıklarına işaret edilmiş idi; Onlar en çok ceylân ( gazella dorcas, L.), yabanî öküz ( albakar al~vahşi, oryx elgazel, Fail.), yabanî teke { capra beden nubiana-sinaitica, Hempr. ve Ehrenb.), küçük av hayvanı, olarak da, kata kuşu ( bir nevi keklik, pteroclidurus elchata, L.), toy kuşlarından msl. hubSrâ ( houbara undulata, Jacq.) v. b. avlarlar. Muhtelif seyyah­ ların birbirine zıt beyanlarına ( msl, Musil, III, İÇ ) rağmen, deve kuşu { struthîo camelus, L.) bugün artık gerçekten av hayvanları arasına girmez, çünkü bunlar cenûba doğru daha uzak­ lara sürülmüşlerdir. Onlar bu av hayvanların­ dan başka ne bulmak mümkün ise, onunla da beslenirler, zîrâ parya olmak sıfatı ile, gerek dinden gerek örf ve âdetlerden ve husûsî fi­ kirlerden gelen yiyecek yasakları tanımazlar ; onlar arapların necis saydıkları leşleri ve kö­ pekleri yiyebilirler (Huber, s. 19 7; Doughty, 1, 281 ve Pelly, s. 189). Pieper ( s. 3 1 —34 ) ’ de, gerek yaya olarak, aniden avcının yaklaşması ile, gerek eşek sırtında olmak üzere, bir Şulaba avının nasıl cereyan ettiği görülebilir. Burada bilhassa bahis mevzuu olan, çöl Şu­ la b a ’lerinîn bir diğer başlıca geçim vâsıtası çok iyi vasıfları ile meşhur olan ve kısaca şulaybi ( ş la y b ı) denilen şulaba eşeklerinin ye­ tiştirilm esi ve satışıdır. Musil (III, 291 ) ve Butler ( s. 524), onların çalışma kabiliyetleri­ ni, tahammüllerini ve dış görünüşlerini tasvir ederler. Bunlar ekseriya açık renkli, hemenhemen beyazdırlar. Bununla beraber, Huber, (s . 588; krş. W right, s. 52 ), Cebel ‘A vca’ ete­ ğinde bir Şulaba boyunun, 1880 ’e doğru, koyu renkli eşekler yetiştirdiğini nakleder. Musil ( ayn. yer,) ’e göre, Şulaba ’ 1er yabani eşekleri ( eqaus asinus africanas, Fitz.) yakalarlar, ve çoğaltmada bunlardan istifâde ve eşeklerin çalışma kabiliyetlerinin yüksek seviyesini bu suretle muhafaza ederler. Çok iyi vasıfların­ dan dolayı bu hayvanlar Arabistan ’1 çevrele­ yen sahaların şehirlileri ile fellâhları tarafın­ dan çok takdir edilm ektedir: onlar bedevile­ rin eşeklere karşı atan kabtî düşüncelerine katılmazlar ve bu hayvanları Bagdad eşekleri veya Cezayir eşekleri adı altında A vru p a’ ya kadar satarlar. Diğer taraftan bâzı Şulaba ’1er deve ( camelus dromedarius, L.) de yetiştirir­ ler, fakat bu nâdirdir; şunu da kaydetmek gerekir ki, bunlar Vahhâbîlerin düşmanı H â’il emîri Muhammed b. R a ş id ’in idaresinde ya­ şayan Şulaba kollarıdır. Her ailenin ortalama bu hayvanlardan 3—4 tanesine sâhip olduğu söylenir. Şulaba ’ 1er, mühim ve yağmacı bede­ vilerin tamahlarını çekebilecek bir servet top­

*5

larlarsa, artık onların hücumundan kurtula­ mazlar. Ş u lab a ’ler, mer’a ve oturma vergisi olarak, arâzîierinde bulundukları kimseye „kar­ deşlik vergisi" (h u vve', bk. Raynaud ve Mar­ tinet, s, 32, 9 huvva ’lerinin cetveli ) öderler. Bununla berâber, Huber (s. 1 97) ve Butler ( s, 524) onların bâzı bedevi kabileler, msl. 'Acmân tarafından ( Huber ’e göre, dinî sebep­ ler île ), Kahtân tarafından ( Butler ’e göre, hırs sebebi ile ), yağmacı 'Aneze ’ler [ b. bk.] tarafından hücûm ve takip edildiklerini nakle­ der. Onların, bedevilerden daha az mikdarda koyun ve keçileri v a rd ır; bunları etlerinden ziyâde, yünleri, sütleri ve süt mahsûlleri için beslerler. Başka meslek olarak, Şulaba ’ ler, Taym S” daki ve diğer vahalardaki fetlâhların yanında, hurma mahsûlü zamanında, gündelikçi olarak çalışırlar (Huber, s. 588 ), yahut dül­ gerlik ve demircilik yaparlar. Bu son durum bu halkın çok eski olduğu faraziyesi lehindedir ( krş, Eisler, Qenitische IVeiheinschri/ten, Freibourg, 1919, s. 741 ). Bunlar, ırk1 bakımın­ dan müşterek hiç bir tarafları olmayan (arap) çingeneleri gibi — çünkü çingenelerin menşe’i ve tarihleri, de Goeje ’nin çalışmaları ( B ijd r . tot de geschied. d. Zigeıın. ve Memoire sur les migrations des Tsiganes v. b.) ile mü­ kemmel bir şekilde tesbit edilm iştir—, çok ma­ hir kazan tam ircileridir ve silâh, orak, pirinç­ ten ev eşyası ( ştığl a l-h lâ v iy e ) ve başka ben­ zer şeyler, veya deve semerlerinin ahşap kı­ sımları, palanlar, tahta kaplar v. b. yapar ve tâmİr ederler. Bundan dolayı bedeviler onlar­ dan vazgeçemezler. Bedeviler, gerek dağlamak sureti ile ( k a y ), gerek merhemler sürmek süre tiile iyileştirdikleri hayvan ve insanların ra­ hatsızlıkları için, mütetabbip olarak onları iyi karşılarlar ( Saint Elie, al-M aşrik, s. 680 v.d,). Onların kâhinlik (Blunt, II, 1 1 0 ) san’atları ile dilenciliklerini de ( Doughyt, I, 284; Burokhardt, s. 14 ) zikredelim. Elbiseleri ve oturdukları yerler son derece­ de ip tidâidir; güneşte kurutulmuş 1 5 —20 cey­ lan derisinden { f a r v a ) yapılmış ve tüyleri dı­ şarıda olmak üzere birbirine dikilmiş bir el­ bise giyerler ( bir resmi için bk. von Oppen­ heim, I, 220). Bedevilerin ‘ aba’ ’larının aksine olarak, bu elbisenin önü boydan-fcoya açık d eğild ir; boyun kısmında bir açıklık i,e l-ce b ) vardır. Yenleri parmaklara kadar uzanır ve bilekte d a ra lır; bu elbisenin bir de başlığı vardır ki, bir şimalî A frik a hâmî te’sirine de­ lâlet eder gibi görünmektedir. F arva dabağlanmış kuzu derisinden bir kuşak ile bağlan­ maktadır. Bu elbisenin altına bir gömlek (şö6e) veya üstüne bir palto giymeği lüks sa­ yarlar. Umûmiyetle kadın -/e erkek hemen-



S Ü L feY İ.

hemen aynı tarzda giyinir. Şulaba ’ler ekseriyâ yalın ayak gezerler, fakat dikenlerden ve sivri çakıllardan korunmak için bir sandalları ( h’s â ) da vardır. Şulaba ’ler, Arabistan ’ın başka bedevileri gibi, bir baş örtüsü ( k e f f i y e ) ve sarık bağı ( cu kâl) taşırlar. Deriden elbi­ seleri şu sebeple tecessüs uyandırm aktadır: bu, gelişmenin eski bîr safhasının peszinde bir şekline, veya yaşamak mecburiyetinde olduk­ ları husûsî şartlara intibaka delâlet eder} ih­ timal bir de onların soylarını tâyin etmek imkânını verecek bir işaret olabilir. Bu fa ro a kullanışlıdır. Zîrâ başka dokuma kumaşlar­ dan daha çok dayanır, rengi ışık ve toprağın hususiyetlerine uygundur; bu da hayvanına yaklaşmak imkânını verdiği için çok faydalıdır. Silâhları eski, altı yivli tü feklerdir; bundan dolayı buna farsça şiş-hân adı verilir ( Saint Elie, agn. esr., s. 677 v. d.}; bundan başka meşba denilen bir kalkan ( Christian, ayrı, esr.), kısa bir sopa ile bir topuzdan ibaret bulunan, bâzan tamâmiyle demir olan ve hepsi al-Katif ’te yapılan bir gürz { m ikyâr )’ leri var idi (resim leri için bk. v. Oppenheim, H, 10 3 ). A y ­ rıca ok ve yay da kullanırlar ( Pieper, s. 22 ve 32). Bununla beraber bedeviler kadar silâhlı görünmezler; sâkin olduklarından arap kabi­ leleri arasındaki kavgalara hiç karışmazlar ve kendi aralarında da kavga etm ezler; bundan dolayı çok silahlanmağa muhtaç değillerdir. Bedeviler gibi, bâzan keçi kıllarından do­ kunmuş parçalardan ( al-tarâyek }, bâzan, elbi­ seleri gibi, avlanmış hayvanların derilerinden yapılmış çadırlarda (bayt, buynt) yaşarlar. Bu çadırlar çeşitli büyüklüktedir: Burckhardt ( s. 24 ), anlattığına göre, bir defa, aş.-yk. 20— 30 aileyi barındırabilecek bir Şulaba çadırına tesadüf etmiş idi. Bu çadırların içi ve etrafı son derecede temizdir ( W right, s. 5 1}. Diğer taraftan mağaraları da sığınacak yer olarak kullanırlar ve hattâ, gerçek tabiat çocukları olarak, avlanmaları sırasında, çok kere gece­ leri ıssız yerlerde ( halâ ) geçirirler. Ö rf ve âdetlerinde çok eski hıristiyan ve sâbiî unsurlar bulunur. Bugün zahiren ınüslümandırlar. Saint E lie ’ye göre ( mektup ile bil­ dirilm iştir ), Hıristiyanlık bakiyeleri ancak XIX. asırda zayıflam ıştır; o zamana kadar Şu­ la b a ’ler cedleriuin imânını sadakat ile mu­ hafaza etmişlerdi. Yine Saint E lie ’ ye göre ( mektup ile bild irilm iştir), çok kadın ile ev­ lenme, boşama, sünnet v. b. ancak bu asırda bunların arasına girmiş olmalıdır. A rap murrekede veya merrekede misâlinin gösterdiği gibi ( krş. Burckhardt, s. 145 v. d.), bu inkişâfın doğrudan-doğruya veya biivâsıta Vahhâbî ha­ reketinin neticesi olup-olmadığmı sonraki araş­

tırmalar gösterecektir. Her hâlde hıristiyan fikir ve emellerine karşı bu uzun sadâkatin onların diğer bedeviler arasındaki parya mev­ kiine düşmelerine te’sir etmiş olmalıdır. Te­ lâkkileri ve örfleri arasında, sünneti tanımaları yanında, bayramlarda haç kullanılması, vaftiz yapılması, doğuştan sonraki 10; ve 40, günler gibi muhakkak hıristiyan hâtıraları'bulunm ak­ tadır. Pelly (s . 189 ) ’ye göre, vaftiz esnasında, çocuğu, Yuhanna veya Mande usûllerine uy­ gun olarak, yedi defa snya batırırlar. Şulaba ’ler bundan başka yüksek bir varlığın mevcu­ diyetine inanırlar. Duâ ederken, kollarını yana açarlar, boylece bir haç meydana gelir. Pelly ( s . l 8 9 ) ’nin anlattığına göre, Şulaba ’lerin Harran ’da bir hacc yeri ve mukaddes bir şe­ hirleri vardır ve bu yerde oturan kabile men­ suplarının daha eski ve daha saf duaları ve Geldânî veya Süryânî dilinde (şüphesiz şarkî arâmî dilinden f ) mezamiri vardır ; fakat bu son beyân, Pelly ’nin naklettiği diğer şeyler gibi, çok şüphelidir; zîrâ başka haberlere (Sain t Elie, Curtiss, Littm ann } göre, bugün onların kendilerine mahsûs bir dilleri yoktur ve bir bedevi arapçası konuşurlar, Pelly ’ye göre eski arap yıldızlara tapma dinine sâdık kalmışlardır. Kutub yıldızı ile hamel burcu­ nun bir yıldızına taparlar. Yahudiler gibi, günde Üç defa duâ ederler; güneş doğarken, güneş semt-ür-re’ste iken ve güneş batarken, Onların râhip ve rahibeleri vardır. Doughty, I, 28i ’de Şulaba ’lerin müşterek bir baş râhibinden bahseder. Bilhassa râhibelere saygı gö sterilir; Curtiss, s. 63, 286 ’ya göre, bu râ ­ hibelere fa k lra denilir; bunlar ellerini hasta­ ların üzerine koymak suretiyle hastaları iyi ederler. Bıina bakılarak, Ş u la b a ’lerin bugün hâlâ gizlî-hıristiyan olup-olmadıkları hususu halledilmemiş bir meseie halindedir. Kurban telakkilerinde eski sâmî fikirler de bulunmak­ tadır (C u rtiss, s. 37, 107 ). Pieper, Ş u lab a’ler hakkındaki risalesinde ( s. 39—56 ), bayramla­ rını, oyunlarını, kadınlarının ahlâkını, evlenme ve boşanmalarını, cenâze merasimlerini v. b. tasvir etmiştir. Burada yer azlığı sebebi ile bunların tekrarlanması imkânsızdır. Yalnız çok kadın ile evlenmeği kabul ettiklerini, bununla berâber fakirlikleri sebebi ile bunu pek tatbik edemediklerini zikredelim. Fakat yakın şark sekenesi arasında, parya­ ların en çok alâka, ve tecessüs uyandıran bir mümessili olan • bu kabilenin tetkikinde, ilk ve son mesele, bunların hangi ırka mensup oldukları meselesidir. Pieper ( s. 63, 70, 74 v.d.) bu meselenin kesin bir şekilde halledilmesine kadar Şulâba le rin sâmî bir ırktan sayılması gerektiği fikrindedir. Bu kanaat bugün bir

SU L E Y B çok mühim sebeplerden dolayı artık müdâfaa edilemez. Şulaba Merden bir kadın ile aslâ ev­ lenmeyen ve kendilerini bu paryalardan son­ suz derecede üstün gören Arap yarım-adasının başka arapSarının muhâfaza ettikleri şıkı ayrılık, kanaatime göre, arap olmayan bir menşe’i göstermektedir. Bu tarz evlenmelere bâzan tesadüf edilir ise de, bu oldukça nâdir­ dir (Doughty, II, 461 ; Curtiss, s. 34 ,4 6 ). Sa­ int Elie ’ye ( mektup İle verilen bilgi } göre, çok kesin olarak saf arap ırkındandıriar. Bu­ nunla beraberi^Pieper de haklı olabilir, zîrâ menşe’de sâmi olmasalar da, asırlar ve hattâ binlerce yıl boyunca az mikdarda da olsa, vu­ kua gelen kan karışmaları ile, bunlar mühim nisbette araplaşmış olabilirler. Ş u lab a ’lerin çingeneler olduğunu iddia eden Blunt ve v. Oppenheim ’in kanaatleri, Pieper ( s. 69—73 ) tarafından haklı olarak reddedilmiştir. Yuka­ rıda söylenilenlere bakılacak olursa, çok muh­ temel bir faraziye şu olab ilir: b a ş l ı k l a r ile beraber hayvan derisinden elbiseler ve meşbE denilen kalkan gibi hâmî hâtıralar mevcut ol­ duğuna ve avlarının mahsûlü ile beslenmeleri vakıasına göre, bunlar belki Arabistan ’da ay­ rılmış ve tecrid edilmiş bir hâlde kalmış küçük bir hâmî halk olabilir. Sam t Eiie ( yk. bk.) F i­ listin ’de ve hattâ Sînâ yarım-adasında, Mısır ve Filistin hudûdunda Tarâbin, Hanâcira ve Ma'âza gibi Şulaba boyları bulunduğunu iddia ettiğine göre, araplarm şimalî A frik a ’ya mu­ haceretlerinde tâkip ettikleri yolu aksi isti­ kamette tâkİp ederek, hâmî kabilelerin Sînâ yarım-adasmdaki eski muhâceret yolundan Filistin ve Arabistan ’a gelmemeleri için bir sebep yoktur. Fakat bu iddiada kesin delil olabilecek tarihî rivayet mevcut değildir. Bu boşluğun doldurulması için, vücûd yapıları v. b. hakkında, etnoloji usulleri ile, çok dikkatli araştırmalar yapmak lâzımdır. Bu münâsebetle Möller ( D ie Ä gypter und ihre lybischen Nachbarn, Z D M C, 1924, LXXV II, 45—"59 ) ’in risalesini de zikredelim. Bu eserde zikr­ edilmiş olan ve Möller ’e göre, bir çok husus­ larda Ş u lab a ’ler ile gerçekten göze çarpan benzerlikler gösteren Şuymal) ’ları da husûsiyetle kaydetmek lâzımdır. Şulayb ’lerin bu­ günkü durumu örf ve âdetleri v. b., fikrime göre, onların savaşlar sonunda büyük bir et­ nik felâketin kurbanları olmuş bulunduklarını göstermektedir. B i b l i y o g r a f y a : al-Bakri, Geograph, Wörterbuch ( Göttingen-Paris, 18 7 7 ); alBirûni, Chronologie orientalischer Völker (nşr. Sachau), 1878; Blunt, Bedouin Trtbes o f the Eupkrates (London, 1879 ); ayn- mN., A Pilgrim age to N e jd (London, 1 87 9) i İslâm Ansiklopedisi

SÜ LE Y H ÎLE ft. Burckhardt, Notes on the Bedouins and Wahaby's (London, 1 8 3 1 ); Curtiss, Ursemitische R eligionen im Volksleben des heuti­ gen Orients (Leipzig, 1903 ); Doughty, Tra­ vels in Arabia Deserta (Cam bridge, 1 8 8 8 ) ; Sain t E lie, al-Sulaib ( M achriq, I, nr. 15); ayn. mll., La Triba des Şo la îb, frns. trc., E . Souhre (Louvain, 1 9 0 1 ); Euting, Tagebuch einer R eise nach Innerarabien (Leyden, 1896 ve 1 9 14 ) ; Hess, Beduinennamen aus Zentral­ arabien ( S B A k. H eidelberg, 1 9 1 2 ) ; Ho­ garth, The Penetration o f Arabia (London, 1 9 0 5 ) ; Huart, Histoire des Arabes (Paris, 191z ); Huber, Jou rn al d ’un voyage en A ra ­ b i e l Paris, * 8 9 1 ) ; Jaussen, Coutumes des Arabes ( 1908 ), Yäküt. M a cam ( nşr. Wüs­ tenfeld ), Leipzig, 1866 — 1 8 7 1 ; Krause, Paria der Gegenwart (Leipzig, 1 9 0 3 ) ; Lammens, Le berceau de PIslam ( Roma, 19 14 ) , I ; Lü­ gat a l-a rab, Les Arabes d'origine incertaine (Bagdad, 1 911 ); Musil, Arabia Peträa ( S B Ak. Wien, 1908 ); v. Oppenheim, Vom M it­ telmeer zum Persischen G o lf ( Berlin, 18 99— 1900 ), Palgrave, A year’s jou rney through Central and Eastern Arabia (London, 1865 ); W. Pieper, Der Pariastamm der ŞlSb (L e Monde Oriental, 1923, XV I I ) ; Ratzel, Völ­ kerkunde ( Leipzig, 1895 ), M » Sachau, Reise in Syrien und Mesopotamien (Leipzig, 18 8 3 ); Sievers, Allgem eine Länderkunde, „A sya“ ’ya äit cild (Leipzig, 1 9 0 4 ) ; T abari (nşr. de G o eje); Wright, An account o f Palm yra and Zenobia (London, 1 8 9 5 ) ; Wetzstein ( Z D M G, XI, 492 v.d.) ; Pelly ( J R A S , Lon­ don, 1865, X X V ) ; Butler, ayn. esr, (Lon­ don, 19 0 9 ), XXXIH. ( P i e p e r .) S U L E Y H ÎL E R . Ş U L A Y H I’LE R , 4 2 9 -5 6 3 ( 1038—1168 ) yılları arasında Y e m e n ’d e ku­ rulup, evvelâ Şan‘ 5 ’ ’dan, sonra Zü C ib îa ’ den, en sonra da Canad ’den idâre edilmiş olan ve Mısır Fatım î halîfelerine şeklen bağlı bulunan b i r h ü k ü m d a r s ü l â l e s i n i n adıdır. Sü­ lâlenin kurucusu 'A li b. Muhammed b, 'A lı ai-Şulayhi büyük Hemdân kabilesinin Hâşid kotunun Yâm dalındandır. Babası Muhammed b. ‘A li al-Şulayhi sünnî mezhebinde bir fakîh olup, halkı üzerinde büyük bîr nufûza sâhip bu­ lunduğu Haraz ’da kadı idi. 'A lı b. Muhammed al-Şulayhi, daha çocukluk çağında iken, babası ile samimî münâsebetleri bulunan şi’î dâisi ‘ Âmir b. ‘Abd A llah al-Zavahi ’nin te’siri altı­ na girdi.. Ş i’î imamlarının istikbâle âit verdik^ leri mühim malûmatı ihtiva eden Kitäb al-suvar adlı bir eserin kendinde bulunduğunu söy­ leyen ‘Am ir, çok zekî ve okumağa meraklı bir genç olan ‘A l i ’ye Kur'an ’ın bâtını mânaları­ nın tefsirini ( te’v i l ) ve imâmiye fıkhını öğretti. 2

ıfi

SULEYHÎLER.

Dâ’î ‘Âm ir kitaplarının ve şi’îlerden topladığı zekât malların bedeli olan biiyük bir mebla­ ğın ‘A li b. Muhammed al-Şulayhi ’ye verilme­ sini vasiyet ettikten sonra Öldü. 'A lı 15 yıl Yemen, T â ’if ve Sarat bölgesinden hareket eden hacc kafilelerine reislik e t t i; böylece Y e­ m en’in bütün ileri gelenleri kendisini tanıdı. 428 yılı hacc mevsiminde ( 1037 eylül sonları ) kendisinin mensup olduğu Hemdân kabilesi ileri gelenlerinden 60 kişiye Yemen ’de imâmiye mezhebini ve Fâtımîier idaresini yerleştir­ mek niyetinde olduğu sırrını tevdî e tti; onlar da Ölünceye kadar kendisine bağlı kalacakla­ rına dâir sadâkat yemini ettiler. 429 ( 1037/ *038 ) ’da Şan 'â’ şehrinin garbında, Harâz dağı­ nın Masâr tepesinde bîr kale inşâ ederek, tarafdarları île buraya yerleşti; Yemen şi’îleriııden büyük mâlî yardım ve destek gördü. O sırada Y a'iü ri 1 er, Ziyâdi 1 er ve Rassi imam­ ları arasındaki rekabet ve düşmanlık sebebi ile mütemadiyen e! değiştiren Ş an 'â’ ’yı zapt­ etmenin daha kolay olacağını anladığından, hazırlıklara başladı. Bunu haber alan Rassi lerden C a'far b. ai-Îmâm al-Kâsim b. ‘A li, büyük bir ordu ile, 439 ( 1047) yılına doğru 'A li al-Şulayhi üzerine yürüdü. 'A li al-Şulayhi, C a'far ’i mağlûp ve iarafdarlarından bir yoğunu öldürdü; Hazür dağını ve Yana' kale­ sini fethetti; 440 (104 8 /104 9) yılından sonra, Y a 'f ü r i’terden Yahya b. A bı Hâşid ordusunu Şavf köyü civarında mağlûp ederek, Şan'â’ şeh­ rini ele geçirdi ve burayı Şulayhi 1 er İdâresi­ nin merkezi yaptı. Şimdi sıra Z a b id ’in ele geçirilmesine gel­ miş idi. 204 ( 8 1 9) yılından beri Zaydi ’lerin hükümet merkezi olan Zabid 409 ( 101S ) yı­ lında Nacâhi 1 er sülâlesini kurmuş bulunan babeşlİ kölelerin elinde bulunuyordu. ‘A li alŞulayhi, tasarladığı planını tahakkuk ettirebil­ mek için, uzun zamandır al-Mu’ayyad Nacâh ile iyi münâsebetler devam ettiriyordu. Niha­ yet 432 ( I060) yılında, hediye olarak Z a b id ’e gönderdiği güzel bir câriye vâsıtası İle, Nacâh ’1 zehirletti ve onun iki genç oğlunun müdâfaa edemediği Zabid şehrini, 'Aden hâkiminin de yardımı île, zaptetti. 453 ( 1061) senesinde 'A li b, Muhammed al-Şu­ layhi Mısır Fatım î halîfesi al-Mustanşır bi ’İlâh ’a, Yemen ’de ism ailî dâ’îliğini izhâra müsâade etmesi için bir mektup yazdı. A k îk saplı 7 o Yemen kılıcı ve daha bir çok hediyeler ile gönderdiği mektubu, Ahmed b. Muhammed ve Abu Saba’ Ahmed b. al-Muzaffar adlarındaki elçiler götürmüş idi. H alîfe al-Mustanşir da ona dâ’îlik vazifesinin ve Yemen İdâresinin verildiğini bildiren ve bir çok elkabı ihtiva eden bir mektup ile bayrak ve bâzı hediyeler yol­

ladı. Dâ’îlik vazifesini alan ‘A li al-Şulayhi ‘Aden 1 de ülkesine kattı ve turanın eski hâkimi aî-Karam ’in oğulları 'A bbâs ile Mas'üd ’un kendine tabî emirler olarak, senevi 100.000 dinar haraç vermek şartı ile, burada kalmala­ rına müsâade e tt i; çünkü bunlar Zabid ’in fet­ hinde kendisine yardım etmişlerdi. 'A bbâs ve Mas'üd dâ’î 'A li ’nin gelini Sayyida ’ye yol­ lamalarım emrettiği bu haracı 473 ( 1080 ) ta­ rihinde, dâ’î 'A li ’nin ölümüne kadar, vermeğe devam ettiler. . , Dâ’î 'A li, 455 ( 1063 ) yılı sona ermeden, Mekke ’den Hadramut ’a kadar bütün. Yemen ’i hâkimiyeti altına aldı. 456 ( 1064) ’da kayın­ biraderi A s'ad b. Şihâb ’1 Zabid ’e vâli olarak gönderdi. Ona muhtelif işlerinde yardım et­ mek Üzere Ahmed b. Salim , kadı Abu Mııhammed ai-Husayn b, A bi ‘Akama ve Abu 1 -Hasan 'A li adlarındaki üç şahıs vermiş İdi ki, sonuncusu vâli A s ’ad *ın sır kâtibi ve veziri mesabesinde idi. Melike Asm â’ bint Şihâb, kar­ deşi A s 'a d ’a bu Abu ’l-Hasan ‘A l i ’nin fikrini almadan hiç bir iş yapmamasını ienbih etmiş idi. A s'ad yılda yalnız nakid olarak bir mil­ yon dinar tutan Tibâma varidatını Şan’â’ ’ya bu zat ile gönderirdi. Vâli A s'ad Zabid ’de çok âdilâne hareket etti. Sünnîlere, alenî . olarak, kendi mezhepleri üzere ibâdet etmelerine mü­ sâade etti. Kendisi bir müddet sonra ikamet­ gâhını Mihlâf C a'far ’deki sarayına nakletti. Dâ’î ‘A li ’nin nuffizu o kadar arttı ki, 455 ( 1063 ) ’te Abu Hâşîm Muhammed adında bi­ rini Mekke hâkimi olarak yollamağa muvaffak oldu. Aynı zamanda her yıl Mekke ’ ye beyaz Çin ipeğinden yapılmış Kâbe Örtüsü gönder­ meğe başladı. Bununla berâber Yemen ’de hâlâ bâzı küçük emirlikler itâat altına alınmamış idi. O 460 (1068 ) ’ta, casusları vâsıtası ile Aşağı-Tihâm a ’d i 'Aaşar bölgesi hâkimi Sulaymân b. T a r f ’in Habeş kıraiları ile ve diğer afrikaitlar ile iş-birliğine giriştiği haberini alınca, İbn T a r f ’a hücum etti ve İbn T a r f ’1 Z a ra lI) ’de mağlûp ve arazisini zaptetti. 473 yılma doğru Mekke hâkimleri Mısır Fatı­ mî halîfelerinin adları yerine A bbasî ha iteleri­ nin adlarını zikretmeğe başlayınca, al-Mustan­ şir M ısır’dan Dâ’î ‘ A l i ’ye mektup yazıp, Hâşimîlerin Mekke emîri Muhammed b. C a'far ’i tardederek, A bbasî üstünlüğüne ve Haşan iler idaresine son vermek üzere, Mekke ’ ye hareket etmesini emretti. Dâ’î 'A li, hacca gidiyormuş gibi görünerek, oğlu al-Mukarram Ahmed ’i Şan 'â’ ’da yerine vekil bırakıp, 473 zilkadesinin 12. günü (24 nisan 1081 >, karısı A s m â ’yı ya­ nına alarak, yola çıktı. Hareketinden önce, ka­ lelere ve kasabalara güvendiği muhâfız ve vâliler tâyin .etmiş, yokluğunda isyân ederler en-

SULEYHÎLER,

ilişesi ile hâkimiyetlerine son verdiği Yemen emirlerinden 50 ve Şulayhi ailesinden 160— 170 kişiyi yanına almış idi, A yrıca 2.000 asker, erzak ve gümüş^.yüklii 500 at ve deve, altın ■ve gümüşten yapılmış 50 divit, sayısız ziynet eşyası götürüyordu. al-Mahcam ’e geldiğinde, Onun İbrahim veya B ı’r Umm Ma'bad denen yerde, karargâhını kurdu. Burada evvelce ze­ hirlettiği al-Nsccâh ’ın Habeşistan ’a kaçan 2 oğ undan büyüğü S a'id al-Ahval ’in 5.000 hafceşli askerinin hücumuna uğradı. Sa'id 'A li al-Şulayhİ'nin ve kardeşi ‘Abd A lla h ’ın baş­ larını kestirip, sırığa diktirdi. M ekke’ye gö­ türülmekte olan emirleri rehine olarak yanın­ da alıkoydu. ‘A l i ’nin hazînesi ve karısı Asma', Zabid *e götürüldü. Sıkı bir göz hapsinde bulundurulan Asm a' durumunu, bir ekmeğin içine yerleştirilmiş ola­ rak, bir dilenci ite gönderdiği bir mektup ile, oğlu al-Mukarram ’a ancak 475 şevvalinde ( 1083 şubat/m art) haber verebildi. Babasının uğradığı felâketten sonra Şan1! ’ ’da onun yeri­ ne geçen al-Mukarram annesinin mektubunu alır-almaz, adamlarım ve kabile reislerini top­ layarak, kabilelerinin ve hanedanın şerefini kurtarmak ve intikamını almak için, hislerini tahrik ile heyecana getiren bir konuşma yap­ tı. Kabîle reisleri ve şâir kimseler ile yaptığı toplantılarda yüzünü örtmeden konuşan ve zeki bir kadın olan Asma' halkı tarafından çok seviliyordu. al-Mukarram, sayısı 6.000 ’e varan bir kuvvet ile, Z a b id ’e hareket etti. Merkezde bizzat kendisi bulunuyordu, sağ ko­ : \a dayısı As'ad b. Şihâb ’1, sol koîaA sm â” nın ' amcası Ahmed ’i tâyin etmiş idi. Zabid şehri içinde yapılan savaşta 20.000 kişilik habeşli ordusu mağlûp oldu ve perişan olan Sa'id bir sandal ile Dahlak adasına zor kaçtı. A sm â” nın yanına ilk varan al-Mukarram, yüzünde zırh bulunduğu için, annesi tarafın­ dan tanınamadı; annesi onu tanıyınca da duy­

duğu büyük heyecan sebebi ile sinir buhranı geçirdi, yüz hatları gerildi, Şan'â’ ’da, ölünce­ ye kadar (4 79 = 10 8 6 /10 8 7 ) bu hâlde kaldı. al-Mukarram o zamana kadar sırıklarda asılı bulunan babasının ve amcasının başlarını İn­ dirtip, merasim ile gömdürdü ve üzerlerine Maşhad al-Ra’sayn adı verilen türbeyi yaptır­ dı ve dayısı As'ad b. Şihâb ’1 Tihâma valisi tâyin etti. al-Mukarram Ahmed 479 ’da dinar al-maliki adında, kıymetini uzun müddet muhafaza eden ve sonradan Dâ’î ‘İmrân b. Muhammed Saba’ al-Z ari‘ i zamanında tekrar basılan yeni bir para bastırdı. Kıztldeniz adalarına kaçmış olan Sa'id aynı sene Z a b id ’e dönüp, vâli As'ad b.Ş th ab ’ı koğup, tekrar şehre hâkim oldu. Fakat 481 yılında, Melike S a y y îd a ’nin tertiplediği bir hiyle ile, Zabid tekrar Şulayhılerİn eline geçti ve S a 'id sûrlar altında ean verd i; karısı Umm at-Ma'ârik esir edilip, Zü C ib la ’ de S ay y id a ’ ye getirildi. S a 'id ’in kardeşi olup, vezîrî Halaf b. A bi TShir ile 'Aden yolu ile Hindistan ’a kaçmış bulunan al-Cayyâş b, al-Naccâh 6 ay sonra Yem en’e döndü, Mukarram’in yeni vâ­ li si As'ad b. ‘A r r â f ’1 bertaraf ederek, Z a b id ’i tekrar ele geçirdi. Bundan sonra Şulayhiler hanedanının işlerini, Mukarram ’in kendini içkiye, zevk ve eğlence­ ye kaptırması üzerine, karısı Sayyîda idâre et­ miştir. Kocasıntn ölümünden sonra da 50 yıl hanedanın işlerini dirâyetle yürüten ve kendi­ ni herkese sevdiren Melike S ay y id a ’nin du­ rumu, kadının İslâm tarihindeki mevkii bakı­ mından, dikkate şayandır. İmameti, İnancına göre imamın ve onun davetlilerinin erkek ol­ ması esâs olduğundan, Melike Sayyida kocası­ nın ölümünden sonra bu dinî vazifeyi dâima bir erkeğe vermekle beraber, hanedanın diğer bütün mülkî ve askerî idaresini kendi elinde tutmuş, bu husustaki kabiliyet ve dirâyetî ile herkesi memnun etmiştir. Sayyida ’nin yetişmesi

‘A li al-Şulayhi K âzi Muhammed

al-Muzaffar. -

‘Abd Allah

1. D â'i ' Aİi (ölm. 4 7 3 )

Ahmed

‘A li

II. al-Mukarram Ahmed (ölm. 484 ) + karısı III. al-Sayyida bint Ahmed (ölm. 532)

al-Mansür Sabâ’

Arvâ ( 569 ’da Muhammed ‘Âl i Umm Kamdan (ölm . Fâtıma (ölm. hayatta idi ) (küçük yaşta 310 veya 316 ) Ahmed 534) ‘A li b. Ölmüşlerdir) b. Sulaymân at-Zavâhi Şaba’ ile evli " ’ İle evli

Şams al-Ma‘âli ‘A lî

SULEYHILER. ile bizzat Asm a’ biat Şihâb meşgul olmuş idi. Edebiyat, şiir ve tarih bilgisi kuvvetli idi. Ze­ kâ ve kabiliyeti, memleketi idaredeki maha­ reti sebebi ite kendisine Küçük Balkis deni­ yordu. O, al-Mukarram ite 461 ( 1068 ) ’de, D â’î ‘A li al-Şulayhi ’nin sağlığında evlendi ve on­ dan Muhammed ve ‘A li adlarında 2 oğlu, Fâtim a ve Umm Hamdan adlarında 2 kızı oldu. ‘A li ve Muhammed küçük yaşta Şan'â’ ’da öldüler. Umm Hamdan, dayısının oğlu Ah­ med b. Sulaymân al-Zavâhi ile evlendi ve on­ dan ‘Abd al-Musta'li adında bir oğlu oldu. F â ti­ ma ise, Şams al-Ma S li ‘A li b. D â 'i Saba’ b. A h­ med al-Şulayhi ile evlendi. Umm Hamdan 510 veya 516 yılında, Fâtim a da 534 ( 113 9 /114 0 ) ’te öldü. Sayyida ’nin, idarede ilk icraatından bi­ ri, Şan'a* ’dan çıkıp, Mihlaf Ca'far ’deki Zö Cibla sarayına ( inşâsı 458 h.) yerleşmek oldu ki Şulayhilerin merkezi bundan sonra burası olmuştur. Bu yeni merkezde al-Mukarram 481 { 1088 ) ’de D âr al-'İzz adı ile anılan yeni bir saray daha yaptırdı. Bir müddet sonra da Sayyida içinde hâlen kendi türbesi bulunan eâmii inşâ ettirdi. al-Mukarram Ahmed b. ‘A li al-Şulayhi 484 ( 1091 } ’te öldü. Kendisinden sonra hiç bir er­ kek evlâdı hayatta kalmadığından dâ’îlik ma­ kamına, baba tarafından akrabası Abu Himyar Saba’ b. Ahmed b. al-Mu?affar b. ‘Al i al-Şulaytıi ’yi vasiyet etti. Abu Himyar Saba’, şi’î fıkhına vâkıf, şâir idi ve Aşyah kalesinde otururdu. Saba’ Zabid ’de hüküm süren Cayyâş b. Naceâh ile bir kaç kere harb etti ve Melike Sayyida ile evlenmek istedi. Bu teklifi Sayyida ’nin reddetmesi üzerine Zü Cİbla ’yi muhasara etti ve bu husuıta tavassutunu rica etmek üzere, halîfe al-Mustanşir ’e elçi gön­ derdi. al-Mustanşir da Sayyida ’ye yolladığı mektupta Saba’ b. Ahmed ile evlenmesini emr ile bu evlenme için 100.000 dinar para ve 50.000 dinar kıymetinde eşya ve elbise mihr tâyin et­ tiğini bildiriyordu. Sayyida istemediği bir ev­ liliğe zorlanmasından çok üzülmüş idi. Fakat halîfenin emri, üzerine kendini buna mecbur hissettiğinden, râzı oldu. Saba’ b. Ahmed, tarafdarları ile Zü Cibla ’ye geldi ve nikâh kı­ yılmasına rağmen, Sayyida ’nin hakikatte bu ev­ lenmeğe tarafdar olmadığım görerek, Aşyah ’a çekildi. 492 ( 1099 ) yılında ölümünden sonra, Şan'S’ Hamdânîlerden Hatim b. al-Guşaym tarafından zaptedildi ki, böylece bu şehir ta­ mamen Şulayhilerin etinden çıkmış oldu, Nufuz ve kudreti dâimâ elinde tutmuş olan Sayyida, Saba’ b, Ahm ed’in Ölümünden sonra, memleket idaresini al-Mufazzai b. Abi ’ 1-Barakât b. al-Valİd at-blimyari ’ye havale etti, alMufazzal, Zabid ’e bir kaç defa sefer etmiş, Z a ri‘i ’l e r ‘A d en ’i ele geçirince, buranın hara­

cının yarısını Sayyida için onlardan almıştır. D â’î Saba’ b. A lım ed’in oğlu ‘A ti, S a y y id a ’nin kızı Fâtima ile evli idi. ‘A li başka bir kadın ile daha evlenince, Fâtim a boşanıp, annesine gitmek istedi. 'A li onun bu teklifini reddetti. Duruma muttalî olan Sayyidat al-Mufazzal ku­ mandasında bir orduyu dâmâdı üzerine yolladı. ‘A li aman isteyip teslim oldu, sonra bir yolu­ nu bularak, yardım istemek üzere, Mısır ’a g it t i; fakat oradan eli boş döndü ve 495 ( 1 1 0 2 ) ’te al-Mufazzal tarafından zehirletilerek, öldürüldü. 504 ( 1 1 1 0 ) ’ te al-Mufazzal, Neccâhîlerden Manşür b. Fâtik I. ’in kardeşine karşı yardım iste­ mesi üzerine, Zabid ’e gidip, şehri Manşür nâmı­ na almış, fakat bu sırada da kendi ikamet et­ tiği Ta'kar kalesinde çıkan isyanı bastırmak için yaptığı mücâdelede sarayın duvarları al­ tında can vermiştir. al-Mufazzal Canad ’de bir mescid ile Hinva ve Canad arasındaki su ka­ nalını inşâ ettirmiştir. Mufazzal ’m ölümü üze­ rine, Sayyida ordnsunnn başına geçerek, Zü C ib la ’den hareket etti ve 12 rebiülevvet 505 ( 18 eyiöi 1 1 1 1 ) ’te T a 'k a r’i ele geçirdi. 513 ( 1 1 1 9 ) yılında M ısır’daki al-A fzaliya kütüphanesi müdürü olan ve al-Muvaffalj lekabı ile anılan ‘A li b. İbrahim b. Naeib alDavla, yanında 20 kişi ile, Yemen ’e gönderil­ di. Kuvvetli bir şi’î fakihi olan bu zât zeki ve dirayetli id i; onun sayesinde emniyet ve sükûn avdet etti ve kendisi yeni Mısır vezîri Ma’mün b. al-Afzal tarafından gönderilen 1.000 ’den fazla okçu ile takviye edildi. İbn Naeib al-Davla bu kuvvetler ile Zü Cibla civarında­ ki serkeşliklere nihayet verdi; 518 ( ı i 2 4 ) ’ de Zabid ’da başarısız bir taarruzda butundu. Me­ likenin yaşlandığını gören Ibn, Naeib al-Davla 519 ( 1 1 2 5 ) yılında iktidarı onun elinden alıp, kendisini bir köşeye çekilmeğe mecbûr etmek isted i; fakat Melike bölgenin muhtelif emir­ leri tarafından o kadar kuvvetli destek gördü ki, Ibn Naeib tasavvurundan vaz geçmek zo­ runda kaldı, Sayyida bunun üzerine 520 mu­ harreminde ( 1 1 2 6 şu b at) dâimâ kendisine bağ­ lı kalmış olan emirlerin İbn Naeib al-Davla ’yi Canad ’de muhasara etmelerine müsâade etti ise de, neticede onu bu tehlikeli durumdankurtardı ve büyük bir minnet hissi ile kendi­ sine bağladı. Aynı sene içinde İbn Naeib al-Davla ’nin rakipleri Mısır ’dan gelen al-Am ir al-Kazzâb adında biri ile iş-birliği yaparak, onu ortadan kaldırmak için tertiplere giriştiler. al-Am ir al-Kazzâb „onun sizi Nizâr ’a bî ’at etmeğe dâvet ettiğini, sizin bunu reddettiğinizi bildi­ ren bir yazı ile bastıracağınız bir kaç Nizâri sikkeyi bana verin“ dedi ve bunlarf^te’min ettirip, Mısır ’a halîfeye götürdü. Halîfe, İbn

SULEYHİLER -

Naeib al-Davla ’yi yakalayıp, kendisine getir­ mesi için, İbn a l-H ayyât’ı ioo süvârî ile Y e ­ men ’e gönderdi. Sayyida evvelâ İbn Naeib al Davla ’yi teslimden imtina etti, fakat müşâvirleri bunu yapmazsa Nizâr tarafdarlığı ile it­ ham edileceğini söyleyince, ona bir şey yapılma­ yacağına dâir İbn al-H ayyât 'tan söz aldıktan sonra, affı için halîfeye bir mektup yazıp, 40.000 dinar tutarındaki hediyeler ile, adam­ larından Muhammed b. al-Azdi ’yi elçi olarak refâkatlerine katıp, İbn N a eib ’i teslim etti. Fakat daha Zü Cibla ’den ayrılır-ayrılmaz, ayak­ larına demir halkalar takıp, çıplak olarak so­ ğuk dehlize atmak suretiyle, eziyet etmeğe başladılar. Sonra ‘A d en ’e varıp, S av âk in ’e gi­ den bir gemiye bindirdiler. Yolda gemiyi ba­ tırdıklarından elçi Azdi ve İbn Naeib al-DavSa boğuldu ( 520 ramazan ortası = 5 teşrin I. 112 6 ).

Melike al-Hurrat al-Sayyida, İbn Naeib alDavla ’nin yerine İbrahim b. al-Husayn al-Hâmi d i ’yi dâ’î tâyin etti. Fakat Mısır Fâtim î ha­ lifeliğine at-Hâfiz H-Din A llah ’in geçtiğini ha­ ber alınca, dâ’îliği al-Hâmidi ’den alıp, bölge­ nin, Şatâh al-Din A yyübi ’nin kardeşi Turanşah tarafından işgaline kadar, Şulayhilerin halefi bulunan Z a ri'i ’îer [ b. bk.] hanedanından Saba’ b. A bi ’ 1-Su‘üd b. Zari' ’a verdi. Melike al-Hurratal-Sayyida 532 ( 1 137 1 1 3 8) senesinde, Zü C ib la ’de, 86 yaşında öldü ve bu­ rada evvelce yaptırmış olduğu camie gömüldü. Bundan sonra dâ’îlik vazifesi ve bütün arâzi ve emlâki ile birlikte Şuîayhiler idâresi, S a y ­ y id a ’nin vasiyeti üzerine, al-Manşur b. al-Mu­ fazzal b. Abi ’1-Barakât b. al-V aiid al-Himyari ’ye intikal etti. Zevk ve eğlenceye düşkün olan bu al-Manşür ihtiyarlığı sebebi ile, idare kudreti zayıf­ layıp huzur ve sükûna ihtiyaç duyunca, arala­ rında Zü C ibla, Ta'kar, Habb, İbb ve Mihlaf Ca'far ’deki kalelerin de bulunduğu 28 şehir ve kaleyi 546 ( 1 1 5 1 ) ’da al-D â'i Muhammed b. Saba’ b. Abi ’ 1-Su‘ ü d ’a ioo . oco dinar kar­ şılığında sattıktan sonra, Şabar. Ta'İ2z kalele­ rine çekilerek, ‘A li b. 'A bd Allah b. Muham­ med al-Şulayhi ’nin kızı A rvâ ’yı boşadı, alManşür ’un 548 veya 549 yılında vefatı üzerine yerine oğlu Ahmed geçti. Ahmed 558 ( 1 1 6 3 ) ’de Ta'izz ve Şabar kalelerini Tibâma ’den ge­ len Mahdi b. ‘A li b. M ahdi’ye'satıp, C an ad ’e çekildi ve 563 ( 1 1 6 8 ) senesinde burada öldü. Bu tarihten sonra da Şuîayhiler hanedanından bâzı şehzadeleri bâzı münferit kalelerin sahibi olarak görmekteyiz. Msl. ‘A li b. ‘Abd Allah b. Muhammed al-Şulayhi ’nîn kızı A rvâ ’nin 569 ( 1 1 7 3 ) ’da Zü C ib la ’ye sâhip olması gibi. Fakat bunlar sülâlenin iktidar ve hâkimiyette

SULH.

21

devam ettiğini isbat edemez. Hakikatte 563 (1168} ’te, Aljmed b. al-Manşür b. al-Mufazzal ’ın ölümü ile, Şulaylıiler hâkimiyeti fiilen sona ermiştir. Bütün Yemen ’in hâkimiyetini uzun müddet elde tutamamakla beraber Şuleyhiier hanedanı, Yemen ’de bîr birlik te’ min etmeleri, muhtelif mezhep sâlikierine karşı müsâmahah davranmaları ve bölgedeki imâr hareketleri bakımlarından, muhakkak ki, Yemen tarihinde mühim bir mevkii işgal eder. ' B i b l i y o g r a f y a : ‘A li b. al-Hasan al-Hazraci, K itâb a l-u k ü d a l-lu lu ‘î ya f î târih al-davlat al-R asüliya ( nşr. J . W. Redhouse ), London, 1906; Nacm al-Din ‘Umara b. A bi ’l-Hasan al-Yamani, Kitâb târih a lYaman (nşr. H. C. K a y ), London, 1892; Abü ‘Abd Allah Bahâ’ al-Din a!-Canadi, al-Kitâb al-sulük (Paris, Bibi. Nat,, nr. 2127); Vâzih al-Din ‘Abd al-Rahmân Ibn al-Daybâ‘, Z ik r Madinat Z abid ve umarâ’ihâ va mulîikikâ va vuzara'ika (B r. M us, Or. 3265 ve add. 2754 0); ayn. mİ!., Kitâb kur rat al-u yu n f i akbâr al-Yam an al-maymSn (B r, Mus., Or. 3022 ve add., 2 5 1 1 1 ) ; al-Malik al-Aşraf Abu ’l-‘A bbâs îsm â'il, Fâkihat al-zaman ve mufâkahat al-âdâb va ’l-fanan f i ahbâr man m alaka’l-Yam an, Manchester, John Rylands Library, nr. 253 ( 19 ); İbn a l-A ş ır ,al-Kam il, X, 19, 38; İbn Hallikân, Vafayât al-a'yân (K ahire, 1 31 0 ), î, 368. ( N e ş e t ÇAĞATAY.) SU LH . ŞULH , s u l h ; b a r ı ş m a , u z l a ş ­ ın a. Barışma ve uzlaşma daha Ifut'&n, IV, 127 ’de iyi bir hareket olarak gösterilmiştir, Sulh, uzlaşma, bir de gâyesi ihtilâfı gidermek olan Roma-Bizans transaciio, SıüVuotç ( krş. Cod. 2, 4, 2 i ; bir de bk. D ig, 2, 15, ı ) gibi, bir s a ­ t ı ş ( bay‘ ) a k l î d i r . Boy' ( „satış“ ) ’in kai­ deleri, bilhassa kabul ve icâb, şalh ’a tatbik edil r. Üç çeşit sulh vardır : 1. şikâyete mevzû olan kimse şikâyetin haklı olduğunu kâbûl ( i kr ar ) eder, 2. şikâyete mevzû olanın inkârı ( i nkâr ) üzerine yapılan uzlaşma; 3. şikâyete mevzû olanın susması ( su k u t) ile yapılan uz­ laşma. Eski fakîhler, bu üç çeşit sulh ’ un ka­ bule şayanlığı hususunda ihtilâf ederler: aiŞ â fi'i ve îbn A b i Laylâ sarih bir ikrâr ister­ ler, hâlbuki Abü H anifa, ikrâr hâllerinde ( alŞ âfi i, K . ab Umm, 111, 203 ), Roma hukukunun confessus pro iudicato habetar (D ig , 42, 2, 3 ; krş.' Cod, 2, 4, 32 ) esası gibi, bir şu/£ imkâ­ nını inkâr eder. Bir uzlaşma te'min edenlerin ( muşâlik ) bir akid yapma seîâbiyetleri umûmî kaidelere göre tesbit edilm iştir; bununla be­ raber bunlardan buluğa erme (b u lû ğ ) ve hür olma istenilmez. Bir uzlaşma ilâ- ilgili eşyâ ( mıışâlak 'a la y h i), yâni sulh bedeli, bir mâl, yâni hakkında bir satış mukavelesi yapılabi­

SULH lecek her hangi bir şey, bir alacak veya intiiâ hakkı olmalıdır. Hakkında uzlaşma yapılması gereken hukukî anlaşmazlık ( muşâlah 'anha ) bir mal ( mâ l ) veya bir katiden veya yara­ lamadan doğan bir haktan ( diya ve k iş â ş ) ibaret olabilir; bununla berâber bir hakk A l­ lah 'tan, mal. hırsızlık veya uza geçme için hadd cezasından, aslâ bu şekilde kurtulunamaz ( krş. Cod. 2, 4, 18). Uzlaşmanın mevzuu şikâ­ yet etmekten vazgeçme de olabilir. — Şulh şu hâllerde hükümsüz olab ilir: i. tarafların isteği ile, 2, şulh gayesi ile verilmiş o'an şeyin ku­ surlarından dolayı iâdesi ( hiyâr al-'ayb ) ile, 3. sulh ’ un yapıldığı anda henüz mechûl olan hâller onda hukukî bir i ’tilâfın mevcut olama­ yacağını gösterdiği vakit ’ mst. bir borcun ka­ bul edildiği yeniden sâbit olursa). — ŞSfİ'iler hediye ( k ib a ) olarak telakki ettikleri bir ala­ caktan vaz geçmeden ibârel olan şullf al-ibra’ {k rş, D ig., 2, ıs , 1 ) ile talep edilenin yerine başka bir şey .vermekten ibâret olan sulh almu avaza ’yı birbirinden tefrik ederler. M ecelle ( Code Ç ivile O ttom an)’m 1531 — 1571. maddeleri, bütün hâlinde, hanefîlertn na­ zari yelerini ihtiva eder. B i b l i y o g r a f y a 1. Fıkıh eserlerinin mevzû ile ilgili parçaları dışında, bilhassa krş, al-K âsâni, Kitâb al-badaı al-şanâ’t {K ahire, 1 910), VI, 39—56; Halil, Muhtaşar, o sommario del dirilto malechita ( tro. Dav. Santillana), Milano, 1 91 9, 1 i , 3 3 5 —343; Querry, Droit musulman ( Paris, 1871 ), I, 487 — 495; Sachau, Muh. Recht (Berlin, 1897), s. 357 v. d d .; van den Berg, Principes du droit musulman ( Cezayir, 1896 ), s. 90 v .d .; Young, Corps de droit ottoman, .VI, 387 v. d d .; [ Ö. .N, Bilmen, Hukuk-ı islâm iyye ve ıstılakatı fık h iy y e kamusu (İstanbul, 1952), VI, 204—229 (/si. Univ. yayınlarından, nr. 902)]. (H effe n in g .) Ş U L H . [B k. s u l h .} S Û L Î. a l -Ş U L Î , A b u B a k r M u h a m m e d b . Y ah yâ yAMMED

b.

‘A

b.

bd

A llah

b . a l - 'A b b â s b .

Mu-

S o l -TIGİN. türk asıllı s a t r a n ç

o y u n c u s u ( ai-Ş a tra n ci), m ü v e r r i h . v e e d i p olup, ölümü 335 veya 336 (9 4 ö )’dadır. Çağdaşlarının çoğu gibi ırkan arap değil idi. Bir rivayete göre, o, kardeşi Firü zgib i, C u rcân ’m türk hükümdarı ( m alik ) olan Şül adlı bir şah­ sın soyundan gelmekte idi. Her iki kardeş de Yazid b. Muhallab zamanında müslüman ol­ dular ve onun ölümüne kadar ( 10 2 = 7 2 0 ) ken­ disine çok bağlı kaldılar. Soylarının hemen hepsi kâiib olarak halîfelerin hizmetlerinde çalıştı ; al-Şüli ’nin büyük dedesinin kardeşi, İbrahim b. al-'Abbâs f büyük şâir al-'Abbâs b. al-Ahmaf ( ölm. aş.-yk. 1 9 1 = 806, bk. G A L?,

SÛ LÎ. I, 73 v. d. )*ın kız kardeşinin oğludur; bk. alFihrist, s. 1 2 2 ; al-Hatib, Târih Bagdad, VJ, 1 1 7 ; Yâlfüt, Irşâd, I, 260—277; Goldziher, Muh. St., I, 1 1 4 ; Bar t hol d, Turkestan, s. 1 5; G A L 2, 1, 77 v.d.] bilhassa meşhûr idi ; toru­ nu onun bırakmış olduğu şiirleri toplamış idi { A ğân i1 , IX ,—35 ; Yâküt, Irşad, 1, 260—277 ). { Bunun D ivân ’1 da burada bahis mevzuu otan Abü Bakr - al-Şüli tarafından toplanmış olup, Vehbi Efendi kütüp., nr. 174 4 ’te bir yazması bulunmaktadır ve ‘Abd al- ‘A ziz al-Yam ini ta­ rafından a l- fa r â ’i f a la d a b iy a (Kahire, 1 937} ’de basılmıştır { S. 88 — 118 ) ]. Abü Bakr tamâmiyle araplaşmış idi ; üstadlan arasında Şa'lab, al-Mubarrad, al-Sicist£ni, Abu ’l-‘A y n â ’ [ bk. madd.], 'A vn b. Muhammed. bilhassa meşhurdurlar. İbn al-Mu'tazz ( b. bk.] onun edebî zevkleri üzerinde çok büyük bir. te’ sir yapmış idi ( msl. al-Huşri, Zahr al-adab, III, 298 v. d.). Satranç oynamaktaki dikkate değer tarzını—satrançta devrinin büyük üsta­ dı olan al-M âvardi’yi yenmiş id i—al-Muktafı ( 289—295—902 —908 ) zamanında saray ile olan devamlı münâsebetlerine borçlu idi. Onun adı bu hususta yalnız darb-ı mesel hükmüne gir­ mekle kalmamış, onun hakkında bir efsâne de meydana getirilm iştir ; buna göre, kendisi sat? ranç oyununun möcididir (İbn Hallikân, nşr. Wüstenfeld, 659, s. 52). Onunla selefi al-'Adlt ’ nın yazmış olduğu bir K itâb f i ’l-şatranc ’tn iki yazması bilinmektedir ( biri Kahire ’de, bi­ ri İstanbul’d a ; A . van der Linde, Quellenstu­ dien zur Geschichte des Schachspiels, s. 21. v. d„ 3 3 3 —337. H. Gıes ile van der Linde bunun bir neşrini yapmağı kararlaştırm ışlardı; A. van der Linde, Das erste Jahrtausend der Schach­ literatur, s. 948, fakat bu neşir şimdiye kadar yayınlanmamıştır ). al-Mâvardi ’ yi yendiği za­ mandan itibaren, halîfelerin sarayında nedîm (n ad im ) oldu; eski talebesi al-Râzi (322--329=9 34—940 ) ’ ye bilhassa bağlı İdi ( al-Mas*üd: , Murüc, VIII, 3 1 1 , 3 3 9 ; al-Tanûhi, N işvâr, s. 1 45; krş. Mez, Die Renaissance des Islams, s. 132 t. Fakat hayatının son yıllarında, ‘A li hakkında söylediği bâzı sözler sebebi ile, tâkip edildiği zaman, al-Başra ’da bir melce* arama? ğa mecbur oldu ( al-Fihrist, s. 150, 26 ); Basra ’da gizlenmiş olduğu hâlde öldü. al-Şüli bilhassa Abbâsîler hakkındakİ eser­ leri ile tarihçi olarak tanınmıştır : Kitâb al-aı râk f i ahbâr al ‘Abbâs va aş'ârih im ; bunun ilk kısmı tarih sırasına göre tertip edilmiş idi, İkincisi halîfe hanedanı mensuplarının ve baş. ka .müelliflerin şiirlerinden bir sc^me veriyor­ du. En az beş veya altı cilt tutan bu eser ta­ mamlanmadan kalmıştır ( al-Fihri$t, 150, 27 — 1 5 1 , 6 ! ve şimdi ancak parçalar hâlinde mev

SÛ LÎ.

n

al-Şüli, edip olarak, bilhassa AbBâsî'er devri cuttur. İlk kısmın yazmaları Leningrad ’da( umû­ mi kütüphane, 22 7 - 2 ^6 yılları, Zapiski, XXI, şâirlerinin D ivân ’¡arını toplayıp tertip et­ 10 1 v. d ), K ah ire’de ( Ezher kütüphanesi, Ta­ mekle şöhret kazanm ıştır; al-Sukkari eski şâ­ rih, 443, 295—318 yıllan , Zapiski, aynı cilt, s, irler ile meşgul olduğu gibi, al-Şüli de Muh99 v. d.), İstanbul ’da ( 3. kısım, Rescher, M F OB, daşün şâirler ile meşgul olmuştur. Ahbâr Abi 19 12, V/II, 523) ve Paris (B ib i. Nat. fond. Tammâm ’1 İstanbul ’da yazma hâlinde mev­ arabe, 4836, 322 —329 y ılla rı) ’te ; . ikinci kısmın cuttur ( Rescher, M F O B , V/n, 50 ı v.d.). Bu - azmaları Kahire ’de ( Dâr al-kutub, Tarih, nr. eser, bunun ne suretle yazıldığı ve Abü Tam­ 594; E artho' d, Zapt ski, XVIII, 0 14 8 - o i 5 3 = A z - mâm ’m şiirinin değeri hakkında fevkalâde har, Adab, nr. 487 ; Zapiski, X X !, 98 v.d.) ve Le­ değerde bir edebî tenkit örneği olan Muzâhim ningrad’da ( Zapiski, XXI, 102—1 1 3 ) bulunmak­ b. Fatik ’e yazmış olduğu mektup ile birlikte. tadır. 1930 yılına kadar Kitâb al-avrâk ’m yal­ H. M. 'A sâkir ve M. ’A . ‘ Azzâm ve Nazir alnız bâzı parçaları' basılmıştır : Ahbâr al-Itallâc İslimı al-Hindı tarafından bastırılmıştır ( K a­ ( Zapiski, XXI, 01 37—0 1 4 1 ; L . Massignon tara­ hire, 1356 = 1937). Tertip ve rivayet ettiği D i­ fından La passion d’ al-H a llâ c,sık-sık ’da tefer­ van ’1ar arasında, Abü Nuvâs ( E, Mittwoch, ruatı ile tahlil edilmiştir ), Ahbâr aban al-Lâ- D ie literarische Tätigkeit Hamza al-lşbahânis, hiki ’den ( A . Krim skij, AbSn al-Lâhiqi v. b., Berlin, 1909, s. 42 v.dd, ve bk. G A L , SuppL, Moskova, 19 13, s. 1 —43 ) ve Ahbâr İbn al-Mu‘ - I, 117 v.d.) Muslim b. al-V alid ’in ( nşr. de Gotazz den { Z apiski, XXI, 104—1 1 2 ) çıkarılmış eje, s. V iıı), İbn al-Mu'tazz ’in ( Brockelmann, bâzı parçalar. [ Bu eserin mevcut kısımları J. H. G A L , 1, 8 1 ) al-Buhturi ( b. b k .]’nin,al-'A bbâs Dunne tarafından basılmıştır : Kitâb al-avrâk, b. al-A h n af’in ( A ğâ n i, VIII, «5—2 5 ; XV , 141 — kism ahbâr al-şa‘ arâ’. Section on contempo­ 14 4 ), al-Şanavbari ’nin ( Mez, Die Renaissance rary Poets ( London, . 1 934) ; Ahbâr a l-R â ii des Islam s, s. 250) [ İbn al-Rümi ( ölm, aş.-yk. bi 't-lâh va 'l-Muttaki bi 'l-lah av târih al-D av- 283=896 ) ’nin D iv â n ’1 (bk. G A L , SuppL, 1, lat al-A bb asi ya rntn sana 322 ilâ sana 333 h. 125 ) ; Abu Tammâm ( ölm. aş.-yk. 2 3 1= 8 4 6 ) ’in (Kahire, 1935 ¡5 A ş a r avlâd al-h alafâ' va ah- D‘ v ä n ’ 1 (bk. G A L , Sappl., I, 136 ), ‘A li b. bâruhum (London, 19 36)]. al-Şüli ’nin Kitâb al-Cahm ’in, İbn Taba Taba ’nin ve ] daha bir ol-vuzarâ’ ’sı daha az meşhur değildir ; şimdi­ çoklarının Divân ’lan anılabilir ( bk. al-Fihrist, lik bâzı iktibasları ile bilinmektedir ( bizzat s. 151» 15—16 ,16 1, 16—21, 166, 3 ). Ahbâr ş u a râ ’ ai-Şüli tarafından al-A vrâk ’da bir çok defa M isr ’i Yâküt taralından zikredilmiştir ( Irşâd, zikredilmiştir. Krş. bir de Yâküt, İr şad, H, 13 1 II, 5, 41 5 v.d.; V ,454 ). Sık-sık görüldüğü üzere, v. d., V , 320 ; bk, bir de Am ar, al-Fah ri, A rch i­ yalnız adlarını bildiğimiz bir çok eserler yaz­ ves Marncains, X V I, s. X X V ) [B u eserden mıştır ( al-Fih rist, s. 151, 8 —13; İbn Hallikân, türlü vesileler ile- yapılmış iktibaslar için bk. nşr. Wüstenfeld, 659, s. 5 1 ; Kâtib Çeiebî, II, D. Sourdel, Fragments d ’a l-Ş â li sur l’histoire 598, 4095; İH, >44 i al-Şü li, Adab al-kultâb, des vizîrs ‘AbbSsides, Bulletin d’Etades O ri­ s. 1 75 ; Abu ’l-'A İâ’ al-Ma‘a rri, R.sâîat a l-G u fentales, Damas, 1958, X V , 99—108 ]. Diğer rân, s. 147, s). al-Şüli hususiyetle şâir olarak eserleri arasında Adab al-Kuttâb ’1 Muhammed meşhur değil idi. Bununla berâber şiirleri ek­ Bahcat tarafından Kahire ( 1 3 4 1 = 1922) ’de, seriya zikredilmiştir ( M. Bahcat, ayn. esr., s, bir Bagdad yazmasına İstinad edilerek, basıl­ 1 4—1 8 ) şiirlerinden bâzı örnekler toplamıştır. mıştır ; bu kitap al-Râzi zamanında ( s. 163) a l-Ş ü li’nin rivayetlerindeki doğruluğa ge­ yazılmış idi : bu eser devlet me’mûrları. için lince, bu müsaid hükümlere mevzu olmamıştır. edebî ve teknik bir el kitabı otup, sonraları Kütüphanesi hakkındaki alaylı şiirler çok meş­ çok takdir edilen ve en yüksek noktasına al- hurdur (İbn Hallikân, ayn. esr,, s. 54) ; bun­ Kalkaşandi ’nin âbidevî eseri Şubh a l-a şâ ’ lar çağdaşlarından bâzılarının bütün mütebaile ulaşılan bir nev’idendir ( a l-Ş ü li’ yi çok iyi hirliğinin yabancı kitapları bilmekten ibaret bilen aLKalkaşandi ’ nin bu eseri hiç zikretme­ saydıklarını göstermektedir. al-Fihrist ( s. 129, miş olması dikkate değer). [ a l- Ş ü li’nin bize 27—28; 151, 6 —7 ) ve Yâküt ( trşâd, II, 58 ) alkadar gelmiş olmamakla berâber, şu eserleri- A v ra k ’mm al-Marşadi ( al-Fihrist, s, 1 51 , 6 ’da ninde adlarını anmak, onun çalışmalarını gös­ al-M aridi yerine böyle okumak g e re k ir)’nin termek bakımından, yerinde o lacaktır: A h ­ A ş'âr K urayş ’mm kaba bir intihali saymış­ bâr al-sayyid al-H im yari va muhtâr şi'irik, K i­ lardır ( aksine onun hakkında daha müsait bir tâb al-anvâ\ Kitâb Ramazân, Ahbâr al-Çub- hüküm için bk. al-Mas‘ üdi, Murâc, I, 16 v.d.). bâ'i, Ahbâr al-A bbâs b. al A h n af va muhtâr Aynı Yâküt bir çok defalar onun yalancı ol­ şi'irih, al-Şâm il f i 'Um a l-K u r’ân, Kitâb duğunu söylemiştir {trşâd, II, l o ) ve al Fih ­ al-likâ' va ’l-taslim , Manâkib ‘A li 6. al-Fu- rist, onun Ahbâr b. Harma adlı eserinin murât v.b.]. vaffakiyetsiz bir eser olduğunu söyler (s. 158,

44

SÛ LÎ -

SU LT A N .

» ) . Mübalağalı medhiyelerİ ve zevksizliği ekseriyâ tebarüz ettirilm iştir ( msl. aî-Cureâni, al-Visâta, s. 260; İbn al-A şir, al-M aşal a ls a ir, s, 289). Medhiyeli sözleri XI. asrın İran ede­ biyatında da bilinmektedir ( Abu ’ 1-Fazl alBayhaki ’nin kanaati için bk. Barthold, Zapiski, XVIII, 01 51 ). Onun hakkında serdedilen hü­ kümlerin çoğu L . Massignon ( ¿ a passion d 'a lH a llâ j, II, 920 ve sık -sık ) tahlil edilmiştir. Bütün bunlar açıkça gösterir kî, al-Şüli [ yal­ nız ezberleme ( h ifz ) usûlü ile çalışan ve buna dayanarak eserler veren çağdaş ve rakiplerinin görüşlerine göre, ] birinci sınıf bir müverrih sayılam az; o ekseriya kendi malı ile başkala­ rının malını ayıramayan çalışkan bir toplayıcı idi. Fakat bu onun edebiyat sahasındaki te’sirini hiç bir şekilde azaltmaz [ şimdi artık onun kitap yazma ve toplama usûlünün bugünkü usûllere çok daha yakın olduğunu, bizzat ha­ sı mİ arı mn sözlerinden çıkarmak kabildir. Bun­ dan başka basımlarının anlayamadıkları çağ­ daşı olan şâirlerin eserlerine ehemmiyet ver­ mesi, bunları toplaması ve bunların bugüne kadar gelmesini te’min etmesi ona arap ede­ biyatında, al-Cumabi, İbn Kutayba, Abu ’ 1Farac al-îşfahâni ve benzerleri yanında, çok yüksek, hattâ onlarınkinden üstün bir mevkî kazandırmıştır. Çağdaşı olup da, bugün bin yıllık şâirler olan ve devrinin en büyük üstadiarı oldukları münakaşasız kabûl edilen şâirleri daha o zaman tanıyıp anlayarak sev­ mesi de onun çok ileri hasımiarı olan adib ’lerin ki tiden çok üstün bir edebî zevk ve anla­ yışa sahip olduğunu isbat eder ). Doğrudaııdoğruya talebeleri arasında al-Dârakutni, İbn Şazân, al-Marzubâni v.b. a n ılır; eserleri çok sayıda arap müverrih ve edebiyatçısına kay­ nak olduğu için husûsî bir mevkie sahiptir. Kendinden daha genç çağdaşı ‘ A rib [ b. bk.) daha o zaman onun metinlerini aynen iktibas ve kendisini bir çok defalar zikrediyordu. Abu ’ 1-Farac 'A li al-İşfahâni onu 250 defa­ dan fazla zikreder, eserlerini Abbâsîler devri şâirleri tarihi için mühim bir kaynak olarak sayar ( Gu i di ’ nin Tables alphabetigues ’inde bütün isnâd ’lar gibi, kaydedilmemiştir). 1 B i b l i y o g r a f y a - . Kitâb al-Fihrist (nşr. FlÜgel ), s. 150, 22— 151, 16; 1 56, 6—6; al-Sam 'âni, K itâb al-ansâb ( G M S , var., 357 ); îbn al-Anbâri, Nuzhat al-alibbâ’ ( K a ­ hire, 1294), s. 343 v.dd.; ibn Hallikân, Vafa y â t al-a'yân (nşr. W üstenfeld ), 659, s, 5 1—55= d e Slane, III, 68—7 3 ; al-'A yni, Ikd al-cuman ( A sya müzesi nüshası, 177 ), IH, var. 14 v.d .; K âtib Çelebî, K a ş f al-zunün ( nşr. Ftügel ), bk. fih r is t ; Wüstenfe!d, D ie Geschichtsschr, der A raber, s. 37, « 5 ;B ro c k e l-

mann, G A L , I, 149 v.d.; Sa pp l., I, 218 v.d,; Bustâni, Dâ’irat a l-m d ü rif ( 1900 ), XI, 68 v.d .; Horovitz { M S O S , IVestas. St., 1907, X , 25—38 ); Barthold, Zapiski (1908 ), XVU 1, 0148—0 1 5 3 ; Krim skiy, Hamasa Abu Temmama Taiskago (rusça, Moskova, 1912 ), s. 15 —19 ; ayn. mil., Aban L ah ik iy v.s. ( rus.,' Moskova, 19 13 ), s. 9—1 1 , 47 v.dd.; Zaydân, Târih âdâb al-luğat al- arabiya (Kahire, 19 12 ), II, 174 v .d .; Kraçkovskiy (Zapiski, 1908, X V I 11, 77 v.d.; 19 13 , XXI, 98—115 , 0 13 7 —0 14 0 ); Muhammed Bahcat al-A şari, Adab al-kuttâb t a 'li f a l-Ş ü li ( Kahire, 1341 ). s. 8—18. Satranç oyuncusu olarak al-Şüli için bil­ hassa bk. Antonius van der Linde, Geschich­ te und Litteratur des Schachspiels ( Ber­ lin, *874), I, 97 v.d.; 106 v.d .; Quellenstu­ dien zur Geschichte des Schachspiels ( Ber­ lin, 18 8 1), s. 2 1 —24, 333 —337 ) 354—38M Das erste Jahrtausend der Schachliteratur, s. 83 ve 948; H. J . R. Murray ’in çalışma­ larını maalesef elde edemedim. (IGN. KRATSCHKOVrcY.)

[ Bu madde A . A teş tarafından tâdil ve ik­ mâl edilmiştir. ] Ş U L İ ( Bk. SÛH.] S U L Ş . [ Bk. SÜLÜS.]

S U L T A N . S U L T Â N (a .), i . K u d r e t l i b i r e m î r i veya b e l i r l i bir b ö lg e ­ n i n m ü s t a k i l h ü k ü m d a r ı n ı ifâde et­ mek için hicrî IV. (m ilâdî XI.) asırdan itiba­ ren görülen b i r u n v a n d ı r . Kelime K u r’an ’da, daha çok tezahürler ve fevkalâdeliklere istinad eden ahlâkî veya sih­ ri iktidar mânasında, mevcuttur ve bu ik ti­ dar dinî bir beyanda bulunmak selâhiyetini verir. Peygamberlere bu saltan Allah taralın­ dan ihsan olunmuştur ( bk. msl. K u r'än , XIV, 10, 1 1 ) ve putperestler ekseriya, itikatlarını te’yid etmeleri için, bir sultân göstermeğe da­ vet olunurlar. Bu sebeple, lügatler ( Tâc al-arûs, V , 159 gibi) kelimeyi hacca ve burhân'ûe aynı mânada kabûl eder. Bundan başka, K u r'an ’da, sultân tâbirinin k u d r e t mânasını da ihtiva ettiği altı yer vardır; lâkin burada dâimâ İb­ l i s ’in, insanlara te’sir eden ruhânî kudreti ba­ his mevzuudur ( Kttr’ân, X IV, 2 2 ; X V , 42; XVI, 99, 1 00; X V II, 65 ; XXX IV, 21 ) . O hâlde bu i k t i d a r , fakat daha ziyâde İ d a r î i k ­ t i d a r mânası sultân kelimesine islâmm ilk asırlarında verilmiştir. Kelime ve mânası, şüp­ hesiz, süryânice şuliânâ ’dan alınmıştır ki bu kelime i k t i d a r , hattâ nâdir olmakla berâ­ ber, iktidar sâhibi mânasına g e l i r i PayneŞmith, Thesaurus Syriacus, st. 41 79; N öl deke, Beiträge zur semitischen Sprachw issenschaft,

SULTAN.

Strassburg, 1910, s, 39}. Kelimenin K ur'Sn ’ daki mânası da, muhtemelen, i k t i d a r mâ* «asından iştikak etmiş olmahdtr (bâzı lügat müellifleri onu salit „zeytin yağa" nın cemi şekli olarak izah etmeğe çalışırlar). Sonraları saltan unvanı, zır ’l-kucca ( Tâc a l-a rü s, göst, yer.) şeklinde mânası genişletilerek, hüccet mânasına alınmak istenmiştir. Hadîsde saltan münhasıran iktidar ve çok defa idârî iktidar mânasını taşır (sultân baş­ ka bir vali ’ ye bağlı bulunmayan vali ’dir, aîTirmizi, 1, 204); kelime bir kaç defa Allah kudreti mânasını da verir. Bu husustaki en meşhûr hadîs, al-sultân zili A lla h f i 'l-a ri ( „idâri iktidar yer yüzünde Allahın gö lg e sid ir"; bk. Goldziher, Muhammedanische Stadien, II, 61 ve Le sens des expressions Ombre de Dieu, K k a life de Dieu, R H /?, XX X , 331 v.dd.) sözü ile başlayandır. al-‘CJtbi bu hadîsi K it äh alYamini ’nin başlangıcında zikreder, onun şârihi olan aî-Manini, al-Tirmizi ’nin ve başka müelliflerin bu hadîsin İbn 'Omar ’e kadar çık­ tığını kabûl ettiklerini söyler ( Şar^ al-Yam i­ ni, Kahire, 1286, s. 2 1 ). Bu hadîs sonraları sal­ tanat halikındaki nazar iyelerde mühim bir rol oynamıştır, zîrâ bunda, yanlış olarak, sultân unvânına imâda bulunulduğu nıüşâhade olunu­ yordu. Bu hadis bir yana, arap edebiyatı IV. asrın sonlarına kadar sultân kelimesini sâdece İ d a r î i k t i d a r mânasında tanır { bol sa­ yıdaki misâller için msl. bk. Ya'kübİ, Kitab al-buldân, 346, 349 ; İbn. ‘Abd aS-Hakam, Futâh Mişr., nşr. Torrey, s. 183, burada, eski de­ virlerde İfrikiya sultanının merkezi Kartaca idi denilmektedir. Kezâ, İbn Havljal, 143 ’te Musul sultanının ve Gloezîre divân ’larının ma­ k am olarak belirtilir ) veya, bu tâbir ile, daha ziyâde bir unvan vasfına sâhip am ir tâbirinin aksine, belirli bir müddet için gayr-i şahsî hükümet kudretini teşahhus ettiren bir şahsi­ yet kasdolunur. Bu, tam olarak zu l ’-Sultân { msl. hadîste ) tâbiri ile ifâde olunan ve ön­ cekinden bir az farklı olan tavsif 1. asra âit Mısır papirüslerinde bulunur (M ısır vâlisi için. bk. Becker, Beiträge zur Geschichte Ä gyptens, 90, not 6) ve müteâkip asırlarda kezâ bir kaç defa halîfeler için kullanılmıştır ( halîfe Manşur için bir hutbede Sultân A llah denilmiştir, Tabari, III, 42Ğ; halîfe al-Muvaffalf ’a sultân denilmiştir, T abari, III, 1894; kezâ 387 = 997 yılında halîfe al-Kâdîr, al-'U tbi, ayn. e s r s. 265 ). Bir şahsiyeti mevkiini gösteren bir kelime ile tâyin etmek âdeti bütün dil­ lerde vardır (bu meyanda resmî türk dili için bk. H. Ritter, Is la m ic a fll, 475 ). Kelimenin Asurca şekli olan siltün yabancı hükümdarlar için kullanılmış olmalıdır (R avaisse, Z D M G ,

*5

LX III, 330 ). Zâten kelimenin i k t i d a r , h ü ­ k ü m e t mânası arap edebiyatında zamanımıza kadar muhafaza olunmuştur. Kelimenin, siyâsî iktidarın gayr-i şahsî mü­ messili mânasından şahsî bir unvân şekli«3 inkılâp etmesi, merhaleleri güç tâkıp edilebi­ len bir inkişâf arzeder. Bu gelişmenin nihâyetlenmesinden sonraki bâzı müellifler, bu hu­ susta ancak ıhtirâzî kayıt ile nazar-ı dikkate alınabilecek tafsilât verirler. Bu meyanda, İbn Haldun ( Prolegom ena, II, 8, N E , X V II’de) Bermekîlerden Ca'far ’e, devlet içerisinde en kudretli vaziyete sâhip oluşundan dolayı sul­ tân denildiğini, daha sonraları, büyük hilâfet müddeiierinin am ir al-um arâ’ ve sulfân gibi lakab ’lar aldıklarını söyler. Büveyhîler (A . Müller, Der İslam im M argen-und Abendland, I, 568 ) ve Gazneliier için de aynı şey söylenir. İbn al-A ş ir ( IX, 92 ) Gazneli Mahmüd ’un ha­ lîfe al-Kâdîr ’den sultân unvanını aldığını söy­ ler. Bu malûmat al-‘ Utbi ( ayn. esr,, s. 3x7) tarafından te’yit olunmaz, o, halîfe tarafından Mahmüd ’a tevcih edilen çeşitli al kâh arasında böyle bir unvanı zikretmez. Diğer taraftan, bizzat al-'U tbi ’nin Mahmüd ’a, müstakil bir hükümdar olduğunu bu tâbir ile ifâde için, dâimâ al-sultân dediği de bir vakıadır ( ayn. esr., s. 3 1 1 ); lâkin al-'Utbi ’de sultân tâbiri, onun halîfeye de aynı lekabı verdiği düşünü­ lürse, henüz resmî bir unvân mânasını kazan­ mamıştır. Bu sebeple, paralarında bu unvâna ilk defa rastlanan Gazne hükümdarı İbrahim ( 4 5 1 —4 9 2 = 10 5 9 — 1099 ) ’dir. Fâtımîlerde de 400 (takriben 1000) tarihlerinde sultân alislâm lekabıuın kullanıldığı tesbit olunur ( İbn Yunus, Leiden yazması ), ve yine aynı devirde F a r s ’taki Büveyhîierde de sultân al-davla lekabına tesadüf edilir ( Sultân ai-DavJa Abü Şucâ' 403 —4 1 5 = 10 12 — 1024 ). Selçuklu hüküm­ darı Tuğrul B e y ’e 447 ( 1 0 5 5 ) yılında halîfe tarafından a l - S u l t â n R u k n a İ-D a v l a lekabı verildiği bir devirde (al-R âvandi. R a­ hat al-şudür, G M S, 1 0 5 ; krş, İbn Tağrıbirdi, nşr. Popper, s. 233 ), aynı lekâp, Bagdad ’da son BÜveyhî hükümdarı ah Malik al-Rahim ta­ rafından da kullanılmıştır. Tuğrul Bey, kezâ, paralarında sultân lekabını veya daha ziyâde unvanını ve buna ilâve­ ten al-sultân al-mu'azzam ( Stanley Lane Poole, Catalogue o f Oriental Coins, H, 28 ) ter­ kibini kullanan ilk İslâm hükümdarıdır. Bu va­ ziyet Selçukluların sultân tâbirini hakikî bir hükümdar unvâuı olarak ilk kullananlar ol­ dukları keyfiyetinin pek muhtemel olduğunu ortaya k o y a r; bu bakımdan, kelimeyi kesin olarak az veya çok gayri şahsî kullanılış tar­ zından kurtarmak için, a 1-m u'a ş z a m sıfatı

20

SU LTAN .

ile hususileştirrnek ihtiyacı duyulmuştur. Bu gelişme, aynı zamanda, daha önceki asırlarda hükümet kudretine sahip olan her şahıs bu ke­ lime ile tavsif edilebildiği hâlde, neden sultân kelimesinin birden-bire bir islim hükümda­ rının erişebileceği en yüksek unvân olduğunu da izah edebilir. Unvanın aslî unsurundan olan al-m uazzam sıfatı kısa bir müddet sonra res­ mî dil hâricinde terkolunmuştur. Böylece, sul­ tân Selçuklular ile hakikî bir hükümdar ismi hâline gelmiştir. Ne Selçukluların eyâlet hane­ danları ( bununla beraber bunlarda şahıs adı olarak S u ltân şâh ’a rastlanılır ) ne de onlardan sonra atabekler sultân unvanını kullanmışlar­ dır ; bunlar sâdece malik ve şâk gibi unvanlar ile iktifa etmişlerdir. İlk defa, XII. asrın orta­ sında, büyük Selçuklu devletinin yıkılmasından sonra, H'-'aıizmşah Har bu unvâm alm ışlardır; bununla berâber halîfe al-Nâşir, Calâl al-Din Hvârizmşâb ’ın bu unvanını tanımaktan kaçın­ mak hususunda onun zaafından faydalanabilmiş idi ( Nasavı, Vie de D jelal-eddin Mankabirti, nşr. Houdas s. 247 ). A z sonra Anadolu Sel­ çukluları da sultân unvanını almışlardır { bu unvân Kıhç Arslan II. 'dan itibaren onların paralarında görülür ). Hemen Hvârizmliler ve Anadolu Selçukluları ile aynı devirde, Eyyûbî" lerin paraları üzerinde sultân lâfzı hiç bir za­ man bulunmamakla berâber, edebiyatta, bu unvân ilk Eyyûbî hükümdarı Şalâh al-Din için kullanıldı ( !bn Cubayr, R ik la, nşr. Wrightde Goeje, s, 40) ; Eyyûbî hükümdarları daha ziyâde al-M alik tâbiri ile başlayan birleşik res­ mî unvanlar taşıdılar. Nihayet, XIII. asır ede­ biyatında sulfân, tam bir siyâsî istiklâli ifâde eden bir unvân oldu. İbıı al-A şir (X I, 169) Bagdad ve civarından halîfenin sultân’sız idâre ettiği mtntaka olarak bahseder. Bagdad Abbâsîlerinin son zamanlarında, halifenin sulfân unvâm tevcih edebilen tek setâbiyetli olarak mülâhaza edilip-edilmediği pek malûm değil­ d ir; halifeliğin sukutundan sonra pek çok İs­ lâm hükümdarının bu unvana tesahup ettikleri görülür, Bu unvâu, resmî vesikalarda ekseriya al-a‘ zam, a l-â d il v. b. gibi bir sıfat İle bir­ likte kullanılmıştır ( bu hususta tam bir liste O, Codrington, A Manual o f Mustılman Nu­ mismatics, London, 1904, s. 81 v.d. da bulu­ nur ). X III.—XV, asırlarda sultân unvâmua en yüksek ihtişamını veren Mısır Memlûk sul­ tanları olmuştur. Sonra da Osmantı sultanları­ nın devri başlar. Sultanlar, tamâmen müstakil oldukları her kes tarafından tanınan hükümdarlar olduktan sonra,- hukukçular ve tarihçiler bu çeşit ikti­ dar sahiplerinin mevcudiyetleri için hukukî bir mesnet bulmak vazifesi ile nazariyeler kur­

dular; çünkü islâmda ilk devirlerdeki hilâfet anlayışında bunun yeri yok idi [ bk. mad, HA­ LÎFE ]. Bu nazariyeler daha Biiveyhîler zamanı müelliflerinden a!-Mâvardi ’de bulunur. Eseri­ nin isminden ( al-Aljkâm al-sulfâniya ), anlaşı­ labileceği gibi, o, sultân kelimesinin sâdece hükümet kudreti mânasını bilmektedir; alMâvardi ( nşr. Enger, Bonn, 1853, s. 30 v. d ), tabilerinden biri kendisine hâkim olduğu zaman bile, icrââtı dinî esaslara uygun olmak şartı ile, halîfe vazifesini ifâya devam edebilir, der. Sultân ’ın Allahın yer yüzündeki gölgesi ol­ duğuna dâir hadîsi zikreden al-'U tbi, bunu pek muhtemel olarak, kendisine dâima alsultân Sckabını verdiği Gazneli Mahmüd ’un müstakil oluşuna hak verdirmek için yapmış­ tır. Lâkin bu malûm hadîse telmih bir hukukî nazariye olmaktan ziyâde, bir kelime oyunu­ dur. Haklarında çok kötü kanâate sâhip ol­ duğu „devrinin sultanları" al G azâli ( Goldziher, Streitsch rift des Ğ azâli gegen die B âfinijja-Sekte, Leiden, 1916, s. 98 ) ’ye göre, umu­ miyetle dünyevî kudretin temsilcileridir. İlk defa Mısır ’da Memlûk sultanları zamanında, H alil al-Zâhiri ( Zubdat k a ş f al-mamâlik, nşr, Ravaisso, s. 89 v.d.) tarafından ileri sürülenkat'ı bir nazariye ye rastlayoruz; ona göre an­ cak Memlûk sarayında bulunan halîfe so/fân unvanını tevcih hakkına sahiptir ve bunun ne­ ticesi olarak da bu unvân gerçekte, sâdece Mısır sultanlarına âittir. Böylece, Memlûklar kendi­ lerini kitabelerinde sultân td-islâm va 'l-muslim in ( van Berchem, Inschriften aus Syrien , Mesopotamien und K lein-Asien ) diye isimlen­ dirirler. Aynı devirde İbn Arabşâh, Sultan Çak-m ak’uı hâl tercümesinde İ . J R A S , 19 0 7,8 .39 5) sultân ’1 bütün hükümet işlerinde Allahın yer yüzündeki halîfesi olarak isim lendirir; ulemâ ise, bütün dinî işlerde Peygamberin vârisleridir. Bu tarifte de, al-'U tbi ’nİnki gibi, mezkûr ha­ dîse ustaca yapılmış bir imâ vardır. Nihayet, al-Suyü^i ( .Ç/usn al-muhâzara, II, 91 v.dd.) sul­ tân { hükmü altında melikler bulunan ) ’ın, alsultân al-a‘zam ve en yüksek merteLeyi gös­ teren sulfân al-salâtin unvanlarının tarifini vermektedir. Gerçekten Memiûkler zamanında kendilerine sulfân unvanı veren bir çok müs­ lüman hükümdar var i d i ; bunlardan bir kısmı, al-Zâhiri ’nin nazariyesine muvafık olarak, bu unvâm taşımak için Kahire ’deki halîfeden müsâade istemişlerdir. Yalnız H vârizm şâh’lar müstesna, bu unvâm zuhurundan itibâren taşıyan bütün büyük hü­ kümdarların sünnîler olduğu tesbit olunabilir. Haçlı seferleri zamanındaki islâmın dinî inti­ bahına muvazi olan bu gelişme basit bir tesa­ düf değildir. Büyük sultanlar, aynı zamanda,

SU LTAN .

s.ünnî. müsiümanların müdâfii olmuşlar ve. Moğul hükümdarları da islâmın hu mezhebini kabûl ettikleri, zaman, yine aynı unvanı almış­ lardır. Unvanın sünnîler nezdindeki bu mâna­ sı, bilhassa Osmanlı saltanatı zamanında or­ taya gık m ış ve paralar üzerine darbedilmiştir. İlk Osmanlı beylerinin umumiyetle em ir addedilmelerine rağmen ( fbn Bat{üta, II, 3 2 1 ) Orhan Bey ’in paraları sultân unvanını taşı­ maktadır ( Stanley Lane Poole, göst. yer.). Bayezid 1. Kahire ’deki halîfeden bu unvanı alan ilk Osmanlı hükümdarı olmalıdır ( von Hammer, G O R , I, 235). İstanbul ’un fethinden sonra, Mehmed II. saltan al-barrayn va ’l-Bahrayn unvanını almıştır ( G O R , 1, 88) ; lâkin Os­ manlı imparatorluğunda bu unvân hiç bir za­ man hünkâr ve padişah unvanları gibi halka mâl olmuş bir hâlde değildir. Buna muka­ bil, resmî muharreratta, hükümdarın isminden önce gelen al-sultân tbn al-sulfân tâbirinde olduğu gibi, ehemmiyetli bir yer işgal eder. Memlûk sultanlığının Selim I. ’İn fethi ile or­ tadan kaldırılmasından itibaren, Osmanlı hü­ kümdarları, İslam âleminin münâkaşasiz, en bü­ yük sultanı oldular. Iran ’da S afe vî hükümdarları kendileri için sultân mukabili olarak şah unvânını almışlar ve o zamandan beri, bu iki tâbir sünnîler ve şi’îler 'arasındaki ayrılığı ifâde etmiştir. Filha­ kika Safevîler de resmî olarak kendilerini, msl. paralarında olduğu gibi ( R. S . Poole, 'Catalo­ gue o f the coins o f the Shahs o f Persiâ, Lon­ don, 1887 ), sultân unvanı ile zikretmişler ise de, onlar sâdece şâh unvanı ile tanınmış­ lardır. Türkiye ’de sultân dâimâ yüksek bir unvân olarak kalmıştır. Hükümdarlardan başka, bu unvanı taşıyan şehzadeler de vardır. Süleyman I. ’m vezîr-i âzami ve muhibbi İbrahim Paşa ’nm gözden düşmesinin sebeplerinden biri de kendisine ser'asker-sultân unvanını vermiş ol­ ması idî ( G O R , III, 160 ). Abdülhamid 11. zamanında, Hadramût ’ta olduğu gibi, memle­ ketinde sultân unvânını taşıyan küçük bey­ lerin İstanbul ’u ziyâretlerinde bu unvânt kut­ lanmalarına müsâade olunmadı ( Prof, Snouck Hurgronje ’nin verdiği malûmata göre ). Türkçede bu kelime, dâimâ hükümdarın veya şehzâdenin isminin önünde bulunur ve bu keli­ menin yabancı menşe’ini isbat eder. Türkçede kelimenin halk dilindeki gerçek mânası „pren­ ses“ tir ( msl. bk., Jacob, H Vfsbuch, II, 59 ’da SSilem ez Sultân hikâyesinde ve âşıkane şiir­ lerde kelimenin ku llanılışı}. Bu vaziyet keli­ menin, bir prensese delâlet ettiği zaman, şahıs isminden sonra gelmesi hâlini izah eder ( bk. Â lî, Kunh al-ahbâr, V , l 6 ). Aynı sebepten

*7

dolayı bir sûfî bahis mevzuu olduğu zaman, sultân, şahıs adından sonra gelir ( aş. bk.). Buna mukabil, İran ’da sultân zabitler ve valiler için kullanılmıştır {Â lı, agn. esr., Z D U G , L X X X , 330). E vliya Çelebi {S e ­ yahat nâme, I, 299, 303} İran ’da az sala­ hiyetli valilerden de sultân (üye bahseder, tran ’da sultân unvanı sâdece bir defa Kaçar ha­ nedanının sonuncusu Ahmed I. ’e verilmiştir. Bu hükümdar, 1909 ihtilâlinden sonra tahta çıktığı zaman, bu unvanı almıştır. Mısır ’da bu unvân son Memlûklerden beri ortadan kaybolmuş, sâdece Sultân Husayn ’in saltanatının kısa devresinde { 19 14 —1922 ) ve kıra! Fıı’âd I . ’in saltanatının başlangıcında yeniden ortaya çıkmıştır [ bk. mad, HİDİV ]. Sultân unvânını taşımış olan veya hâlâ taşı­ yan hanedanların sayısı pek çoktur. G arb müs­ lüman dünyasında bu unvân ilk defa VII. {XIV.) asırda Fas Mar in ileri ile Gırnata Naşr ilerinin hükümdarlarına âit âbide ve mezar taşı kita­ belerinde görülür. Daha sonra Sa'd iya ve Fil âl iya şerifleri de bu unvânı almışlardır, II. S u 1 ^ â n aynı zamanda s û f î ş e y h l e r i ­ ne v e r i l e n bir 1 e k a b d 1 r. Bu kullanılış XIII. asırdan önce görülmemektedir ve Önce Anado­ l u ’da ve Osmanlı medeniyetinin nufûz ettiği memleketlerde yayılmıştır. Bu âdetin başlangı­ cı mutasavvıf şâir İbn al-Fariz ’e sultân al-âştk in lekabmın verilmesi ve Calâl al-Din Rumi ’nin babası Bahâ’ al-Din Valad ’in de sultân al'ulam a’ lekabmı taşıması olabilir. Bu tasavvulî unvân, şüphesiz, tasavvuf! şiirlerde sik-sık ifâ­ de edildiği üzere (Goldziher, Vorlesungen, s. 159 v. dd.), bir sûfınin, bir hükümdarın derece ve kudretine lâhûiî âlemde eriştiği telakki­ sinin te’siri İle yayılmıştır. H ünkâr ( bk. Hudâvendigâr ) unvânı da aynı fikir çerçevesinde izah edilmelidir. E vliya Çetebî { Seyakatnâme III, 367 v. d . ) Sultân Mehmed II. ve Bayezid I I .’in isimlerini iki m utasavvıf’m adları ile birlikte mütalea ederken bunların hepsinin de büyük sultanlar olduklarını ifâde eder. Dede sultân ve baba sultân adları da böyle mey­ dana gelmiştir. XV. asırda Anadolu ’da dinî ihtilâl hareketinin reisi şeyh Bedreddin, taıafdarlarmca aynı şekilde sul(ân diye isimlendi­ rilm iştir; hattâ Babinger ( İslam , XI, 74 ) bunu onun hakikî bir hükümdar gibi telakkî edildi­ ğine bir işâret sayar, ö y le görülüyor ki, bil­ hassa bektaşîler sultân lekabım taşımışlardır. Bununla berâber bu unvân hiç bir surette bu tarîkatte hususiyeti olan yüksek bir mertebe­ ye delâlet etm ez; bu itibarla Babinger {göst. ger.), muhtemelen haklı olarak, her hâlde son­ raki devirlerde bunun sadece sevgi ifâde eden bir ad olduğu hükmüne varır.

28

SU LTAN -

B i b l i y o g r a f y a ’, Weil, Cesckichte der C halifen ( Mannheim, 1848 ). II, 345 ; A. von Kremer, Geschickte der herrschenden Ideen des Islams (Leipzig, 1868 ), s. 421 v. dd. ; Barthoîd, Turkestan v epohıı mongolskago naşestviya, (Petersburg, 1900), II, 285; C . F. Seyboîd, M iszellen { Z D M G, 1908, L X 1I, 563 v. d., 714 v. d. ); ayn. mil., Nochmals Sultân ( Z D M G , 1909, LXUI, 329 v.d. ); C .H . Becker, Barthoîd’s Studien ûber K a lif und Sultân ( Islam, V I, bilhassa s. 356 v.dd.); A . Mez, D ie Renaissance des Islams (H ei­ delberg, 1922 ), s. 133 ; T. W. Arnold, The Caliphaie (London, 1924), bilhassa s. 202 v.dd. ; Paul W ittek, islam und K a lifa t ( A r ­ chiv fu r Sozialwissenschaft und Sozialpoli­ tik, 1925, LIII, bilhassa s. 414 v.dd.).—Sultan unvanının tarihini tatmin edici bir şekilde araştırmak zengin kitab malzemesini kullan­ madan mümkün olmadığından, bu malzeme­ nin kısa zamanda usâlüne göre neşri ümit edilir. _ ( J . H . K r AMERS.) S U L T A N . [B k . SULTAN.] S U L T A N A L -D A V L A . [B k . s u l t a n -O d DEVLE.]

_

S U L T A N İS H A K . S U L JA N İSH Â K ( daha çok S. SoHÂK, S. SOHÂK ), e h l - i h a k [hal k dilinde ‘A li jiâh i, b. bk. ] a k i d e s i n e i n ananiar a r a s ı n d a m erk e z ! şahsiyet. Allahın ilk tecellileri ( Hâvandigâr, 'A li,B â b â Hoşin l ş a rt'a , farika ve ma’ rifa derecelerine tekabül eder ise de, dördüncü tecessüd—irfa ­ nın en yüksek derecesini gösteren Sultân S o ­ hâk—hakika [ b. bk.]’dır. Her şey, Sultân ishâk ’m tarihî bir şah­ siyet olduğunu zannettirmektedir. Ehl-i Hak onu XIV, asırda gösterir. Sultân İshâk, Şeyh ‘ İsİ ve Haşan. Beg C alâ ’mu kızı Hâtûn B ayıra ( Dayar âk ) ’nin oğlu olmalıdır. Şeyh ‘ İsi ’nin karısı Hâtûna-Başir ’den haft-tan ( haf t tavâna denilen diğer yedi kişilik top­ luluktan ayırmak suretiyle ) denilen 7 oğlu olmuş olmalıdır. Yedi temel teeessüdün her biri, gibi, Sultân S o h â k ’ın da dört ( beş) melekten ibaret bir maiyeti vardır: Muh­ telif vazifeler deruhte etmiş olan Benyâmin, Dâvud, Mustafâ Davdan, P ir Mûsi (ve H â­ tûn D ayira ). Sarancâm adı altında tanınmış olan dinî ki­ taptaki has ve coğrafî isimlerin tahlili, Sultân İsh âk’ın faaliyet sahası olarak Zagros ( Dâlahü ) ile Si rvân ( Di y â l a ) ırmağının arasındaki kısmı gösterir. Kutb-nâma denilen türk İlâ­ hisine göre Sultân İshâk, tamâmiyle bu m takanın aslen irânî sâkinlerinin dili otan Gurâni dilini konuşuyordu; Sultân ish âk ’m ve arkadaşlarının türbesi, Avramân-i luhün [ bk.

SULTAN VELED.

mad, SENNA ] Sirvân ’m sağ kıyısı üzerinde Par di var ’da bulunmaktadır. O. Mann koleksiyonun ihtilaflı yazması ( Preussische Staatshibliothek, 19 0 4 ’te alman yazmalar, nr. 30, var 8 ) Sultân Sohâk ’a cSma-yi fia k k ( „Allahın tecessüdü [ elbisesi "] ve mukannin-i kârıan-i hakika („hakika kanunu­ nun vâzıı" ) demektedir. Hakikaten, msl. Allah („dünyanın hükümdarı" ) ’ın Sultân İshâk şek­ linde yer yüzünde zuhûr etmeden önce, Benyâ­ min ile yaptığı akdi remzi bir şekilde ifâde eden „başı [ bir pîre ] havale etme ( sar sipurd a n )“ gibi, tarîkatin menâsikinin çoğu onun devrinin mahsulüdür: Benyâmin, p ir ’in rolünü ve dünyanın hükümdarı da tâlib ’in rolünü üzerine almak mecburiyetindedir, zîrâ „tâlib. p ir ’in emirlerine itaat etmek mecburiyetin­ dedir ; senin emirlerin yerine getirilebilir, fakat ben p ir isem, sen de tâlib isen, sen an­ cak benim sana söylediğimi yapacaksın“ diye beyân etmiş idi. Bu, ism â'ili inançlarının bir aks-i sedasına benzemektedir, bu ism â'ili inançlarına göre, Allah sıfatlardan irid ir, hil­ kat „k ü ilî akl" ( al-m alak a l-a z im , 'ak l a lk u li) a döner; krş. Guyard, Fragments relatifs â la doctrine des Ismaelis, Paris, 1874, s. 43,162. Sultân Sohâk, bu akidenin muahhar teza­ hürleri hususunda birbiri ile anlaşamamış bu­ lunan bütün kolları tarafından tanınmıştır. B i b l i y o g r a f y a : Gobineau, Trots ons en Asie (P aris, 1859 ) ,s. 347 ; Minorsky, Materialı dlia izuç sekti, L ’udi Isiint (Mos­ kova, 1 9 1 1 ) , s. 4 1— 5 4 ; ayn. mil.. Notes sur la secte des A h l-i fia k k , R M M. X L, 17, 37 ; X L V , 10 3, 2 8 1 ; Saeed-khan, The sect 0/ A h l-i Haqq, The Moslem W orld ( 1927 ), XVII, nr. 1, s, 31 - 4 1 , (V . M i n o r s k y .) S U L T Â N İS H A K . [ Bk. s u l t a n İs h a k . ] S U L T A N V Â L Â D . [ Bk. s u l t a n v e l e d . ] SU LTAN V ELED . su ltâ n v a l a d , ba h â ’ AL-DÎN MUHAMMED. VALAD ( 122Ö —1 31 2 ), M a V1 a n â C a 1 â 1 a 1-D i n-i R u m i [ b. bk.] ’n i n b ü y ü k o ğ l u olup, mevlevî tarîkatinin kurucularından bir s û f î ve ş â i r . Annesi Gavhar Hâtûn, Şaraf al-Din-i L âlây-i Sam ar­ kand i ’nin kızıdır. Sultan Valad, ş j rabiü.âhır 623 (24 nisan 1226 ) ’te ( I k , D ivan-i Sülfatı Valad, nşr. F. Nâfiz Uzluk, Ankara, 1941, ön­ söz, s. 1 ; krş. Bahâ’ al-Din [ Sultan V a la d }, Valad-nâma, nşr. Calâl-i Hu mâ’i, Tahran, 13 15 , mukaddime, s. I ) vaktiyle Lârende denilen bu­ günkü Karaman 'da dünyaya geldi. Kendisine dedesi Sultân al-’ ulamâ’ Bahâ’ al-Din Valad ün adı verildi. Küçük yaştan itibaren babasının teveccühüne mazhar olan Sultan Valad, yara­ dılış ve ahlâk bakımından bahasına benzemekte idi (Sultan Valad, Valad-nâma, s. 3 ; krş. Af*

SÜLTAM VfiLEÜ . ISki, Manâkib a l-S r i fin , nşr. Tahsin Yazıcı, Ankara, 1961, II, 785). Babasından yazı yaz­ mağı öğrendi ve ihtimâl o devrin ilk tahsilini aldı ( Af l âki , ayn. esr., II, 809). A flâlji ( 821), Sultan V a la d ’in kardeşi ‘A lâ ’ al-Din ile •birlikte dinî ilimleri Öğrenmek için babaları taralından Ş a m ’a gönderildiğini ve burada uzun zaman kaldıklarını bîr münâsebet ile zikr­ etmekte ise de, bunun için her hangi bir tarih vermemektedir. Arapçayı şiir yazacak kadar iyi bilmesi ( Valad-nâma, s. 394 )onun bu kay­ dını te’yit eder mahiyettedir. Ancak, erken yaş­ ta babası ile birlikte, muhtelif âlimlerin de bu­ lunduğu toplantılara katıldığı ( Afl âki , ayn. esr.. I I >?âS)ve bn toplantılardan faydalandığı gibi, o sıralarda, K o n ya’ya gelmiş olan Burhan alDin Muhakk:ik-i Tirm izi ’den de faydalandı ( Valad-nâma, s, 179). İhtimâl Ş a m ’daki tah­ silini ikmâl edip döndükten sonra bir müddet babası ile Şam s al-Din-ı Tabrizi ’nin hizmeti İle meşgul oldu. Babasının arzusu üzerine Şams al-Din-i T a b r iz i’ye olduğu kadar, Şeyh Şalâh al-Din ve Husâm al-Din Çelebî gibi gözde mürid ve halîfelerine karşı büyük bir saygı ve sevgi gösterdi. Şam ’a gitmek suretiyle kaybolan, Şams al-Din-i T a b riz i’yi 2 1 şevval 644 {29 şubat veya t mart 12 4 6 ) ’te tekrar K o n ya ’ya getirmek için babası tarafından Şam ’a gönderildi ve oradan Konya ’ya kadar Şams ’in atı yanında yaya olarak yürüdü ( M aşnavi-i Valadî, s. 47—49; A flâ k i, ayn. esr., II, 630, 695 ; Si pahsalar, ayn. esr.,s. 132 ). Sultan Valad, Şams a l-D in ’in 645 ( i 247 ) ’te şahadetinden sonra, aynı saygı ve sevgiyi Şeyh Şalâh ai-Din-i Zarküb ’a göstermiş ve baba­ sının arzusu ile onun kızı Fâtıma Hâtûn ile evlenmiştir. Şeyh Şalâh al-D :n 'in ölümünden ( 6 5 7 = 12 5 8 ) sonra Fâtım a H âtû n ’a iyi mua­ melede bulunması için Mavlânâ bir mektup ile kendisini ikaz etmiştir { bk, Aflâki, ayn, esr., H, 732 v.d,). Şeyh Şalâh al-Din ’den sonra ba­ bası tarafından halîfe tâyin edilen Husâm alDin Çelebî ’ye karşı da aynı saygı ve sevgiyi gösteren Sultan Valad ’in babasının Ölümü üze­ rine, başta Husâm al-Din Çelebî olmak üzere etrafındakiler tarafından, onun yerine geçme­ si istenmiş ise de, kendisi, Husâm al-Din Çelebî lehine bu arzusundan feragat etmiş ve ona tâbî olmuştur ( ibtidâ-nâma, s. 1 22; A f ­ lâki, ayn. esr., 758; Sipâhsâlâr, s. 146). Hu­ sâm al-Din Çelebî ’niu ölümünden (6 8 3 = 12 8 4 ) sonra, onun post-nişmi olarak gözükür ise de ( bk. A flâ k i, ayn. esr., II, 784 v.dd.}, kendisi, hakikî halef olarak Karim al-Din Bektemür ’ü görür ( bk. M aşnavi-i Valadî, s. 325 v.dd.). Nitekim menâkib-nâmelerde Hu^âm al-Dİn Çe­ lebî ’den sonra halifeliğin Karim al-Din Bek­

temür ’e geçtiğine dâir her hangi bir kayda rastlanmadığı hâlde, Sultan Valad, onun, Hu­ sâm al-Din Çelebî ’nin yadigârı ve post-nişîni olduğunu açıkça İfâde etmektedir. M anâkibnâma müellifleri bu ifâdeyi bizzat gördükleri hâlde, Bektemür ’ü Idusâm al-Din ’in halefi ola­ rak tanıtmamaları, bir az garip karşılanmakla beraber, bu hâdise Sultan Valad ’in o devre kadarki hâl ve hareketi ile izah edilebilir. F il­ hakika, babası Mavlânâ Calâl al-Din Öldükten sonra, etrafmdakilerin İsrarına rağmen, onun yerine geçmeği nasıl düşünmemiş ve yerine babasının en yakınlarından biri olan Husâm al-Din Çelebî ’nin getirilmesini uygun görmüş ise, bu sefer de Mavlânâ ’nm en kıymetti ka­ bul ettiği Husâm al-Din Çelebî ’nin yerine yine eski âdetine uyarak, Karim al-Din Baktamur ’ün getirilmesi hususunda İsrar etm iştir; fakat etrafmdakilerin İsrarı karşısında kendişi Husâm al-Din ’e halef olma teklifini kabul et­ mek zorunda kalmıştır. Ancak İsrar üzerine kabûl etmek zorunda kaldığı bu makama, Bek­ temür ölünceye ( 6 9 0 = 1 2 9 1 ) kadar kendisini lâyık görmemiş ve bu makamın gerçek sâhibif nin Karim al-Din Bektemür olduğu hususunda, hiç olmazsa söz ile kanaatlerini ifâde etmiştir ( bu feragatin başka izahı için krş. Calâl-i Hum ây-iM asnavi-i Valadi, mukaddime, s. 13 —16 ; A. B âk î Göipınarlı, M avlânâ ’dan sonra m e v le v îlik , İstanbul, 1953, s. 32 ). Sultan Valad, Ka­ rim al-Din Bektemür ’ün ölümüne kadar geçen 7 yıl içinde, bir tarafdan, Bektemür ’ün irşadı altında kendini kemâle erdirmeğe çalışırken ( Valad-nâma, s. 133 v.d.), diğer tarafdan da etrafa müridler ve halîfeler göndererek mevlevîlik tarikatini teşkilâtlandırmakla meş­ gul idi ( krş. ayn. esr,, s. 130, 155 v.d.; A flâki, ayn. esr., s. 786). Bektemür ’ün ölümünden sonra tam mânasiyle post-nişîn olan Sultan Valad, bir tarafdan da aşağıda zikredilecek olan eserlerini yazdı. Bu arada Moğul emir­ leri ile münâsebet kurdu, bunlardan îrincin Noyln ile Apuşka Noyin ’in kendisini ziyaret ettikleri ( bk. Aflâki, ayn. esr., II, 797, 8x8) ve son Selçuklu sultanı Gi yâş al-Din Mas'ûd II. (saltanat süresi 702—70 8 = 130 3 —1308 ) iie görüştüğü (Sultan Valad, Ma â r i f , Üniversite kütüp., nr. F Y 672, 33b ) anlaşılmaktadır. H alifeliği sırasında mevleviliği teşkilâtlı bir tarikat hâline getiren Sultan Valad, 86 ya­ şında olduğu hâlde 12 recep 712 ( 1 1 teşrin II. 1 312 ) tarihinde hayata gözlerini kapadı, Cavâhir al-Muz'i’a f i fabakât al-h anafiya ( Hay* darâbâd, 1332, s. II, 1 20) müellifi, Sultan- Va­ lad ’in cenaze namazını, vasiyeti üzerine, Maed al-Din al-Alfsarâyi ’nin kıldırdığını kaydet­ mektedir, Sultan Valad ’in ilki Fâtıma Hâtûn



SULTÁN VELÉÚ.

olmak üzere Nuşrat Hâtûn, Sunbula Hâtnn adında üç zevcesi vardı. Bunlardan Fâtıma Hatun ’dan, Mutahhara ‘A bida, Şaraf Ari f a Hâtûn adında iki kız ve Sultan V a la d ’den son­ ra onun yerini alan CalSl al-Din ( Ul u) ‘Â rii Ç eleb i; Nuşrat H atun’dan, A m ir Şam s alDin ‘Âbid, Sunbula Hâtûn ’dan ise, Şalâh atDin Zahid ve yusâm al-Dın Vâcid adında oğullan oldu. A yrıca Mutahhara H âtûn’dan doğma H iü r Paşa ve Burhan al-Din İlyâs Pa­ ş a ; Ş aral H âtûn’dan da Muşaffar al-D in Aljmed Paşa ve Ami r Şâh adında 4 torunu bilin­ mektedir ( krş. A flâ lji, ayn. esr., H, 995 v. dd,). E s e r l e r i : Oldukça velûd bir san’atkâr olan Sultan V a la d ’in eserleri manzum ve men­ sur olmak Üzere İki kısma ayrılır. Ancak bu iki nevide de vermiş olduğu eserler, babasının eserlerini taklit suretiyle meydana gelmiştir. O da tıpkı babası gibi önce bir D ivân , sonra sırasiyle aynı eserin 3 cilt hâlinde mütalâa edilmesi mümkün olan 3 mesnevi ve bir de mensûr eser vücuda getirmiştir. Babasının eser­ lerinden ayrılan taraf ise, bu eserlerde türkçeye oldukça fazla yer verilmiş olmasıdır ki, bu da Mevlânâ devrine nisbetle, bu devirde türkçenin artık Anadolu ’da kendi varlığını ka­ bul ettirecek bir hâle gelmesi ile İzâh edile­ bilir. Sultan Valad ’in eserleri, yazılış tarihle­ rine göre, şöyle sıralanabilir: I. D ivân, Sul­ tan Valad ’in babasını takliden, mesnevilerine başlamadan önce ve kuvvetli bir ihtimal ile ondan sonraki şiirlerini de ihtiva eden bu eser, matbu nüshasına ( nşr. F. N. Uzluk, Ankara, 1941 ) göre iz 719 beyitten ibarettir. Eserdeki şiirler Mevlânâ ’nm D ivân -i k a b ir ’i gibi aruz vezninin 29 bahri esâs alınarak tek ciltte 29 küçük divan hâlinde tertip edilmiştir. Her ba­ hirdeki şiirler huruf-i hecâ sırasına göre sıra­ lanmıştır. Bu divanlarda mûtad sıraya göre, kaside, gazel, terci’ ve kıt’alar yer almakta olup, rubailer ayrı bir cüz hâlinde bulunmakta­ dır ( bk. D îvân , s. 559—616). D ivân ’da mevcut gazellerin çoğu Mavlânâ ’ntn gazellerine nazire olarak kaleme alınmıştır ki, bu yüzden müellif daha hayatta iken bu nazirelerinden müteşekkil mecmualar meydana gelmiştir ( D ivân, nâşirin ön-sözü, s, 1 —42; bir kaçı için bk. Abdülbâkî Gölpınarlı, Mevlânâ ’dan sonra m evlevilik, s. 47 ). Büyük bir edebî değeri olmayan bu eser, devrinin muhtelif devlet ricâli için yazılmış olan ve çok defa beyitlerinin ilk harflerinin sı­ ralanmasından, hakkında yazılmış olduğu şah­ sın adı çıkan manzumeleri sebebi ile tarih tet­ kikleri bakımından da mühimdir. A yrıca bir ta­ kım, türkçe, türkçe-farşça, türkçe-farsça-rumca, ve rumca beyitler ihtıvâ etmesi bakımından dil tedkiklerine mevzu olmuştur. Muhtelif kü­

tüphanelerde yazmaları bulunan ( bk. H. R it­ ter, Philologika, XI, D er Islâm , 1943, XXVI. 116 v.d.) bu eser, D ivân-i Sultân Valad ( ö ş ı. F. Nâfiz Uzluk, Ankara, 1941 ad* ile basıl­ mıştır. 2. M aşnavi-i Valad i dar bayön-i'asrâr-i ahadi, eser bizzat müellifin zikrettiği ( bk, Valad-nâma, nşr. Calâl-İ Humâyi, Tah­ ran, 1315, h.ş., s. 1} bu ad dışında İran ’ da daha çok Vâlad-nâma ( ayn, esr., nâşirin Ön­ sözü, s. 2 ), ilk beyiti ibtidâ keli mesi ile baş­ ladığı için bizde Ibtidâ-nâma ( bk A. Bâkî Gölpınarlı, ayn. esr., s. 47 ), M aşnavi-i ibiidâ-'. Valadi ( Af l âki , ayn. esr., 11, 688. 808' ve ni­ hayet M aşnavi-i Vâladî (Sipâhsâlâr, ayn. esr., s. 1 25) adları ile tanınmakta olup, Mavlânâ ve etrafındakiler hakkında malumat'' vermek için kaleme alınmıştır. Her birinin başında kısa veya bir az uzunca mensûr bir kısım bu­ lunan 163 parça manzum kısımdan ibaret olan bu eser, içinde bulunan türkçe 80 beyit ile birlikte takriben 10.000 beyittir. Eser, S a n l’ i ’nin H adîka ’im in vezni olan h a f i f (fâ 'ilâ lu n m afâ'ilân f a il â t ) bahrinde kaleme alınmış olup, I rebiülevvel 690 (4 mart 1291 } ’da ya­ zılmağa başlanmış ve cemâziyelâhır 690 (4 haziran 1 2 9 1 ) ’da ikmâl edilmiştir. Mevlânâ ve etrafındakiler hakktnda, htırâfattan uzak en doğru ve güvenilir bilgiyi veren bu eserin nazım değeri düşük olduğu hâlde, bir araya getirildikleri takdirde, küçük bir kitap teşkil edecek mâhiyette olan mensûr kısımlardaki nesir üslûbu, çok sâde külfetsiz ve sağlamdır. Nazım bakımından birinci kısım ikinci kısma nazaran daha zayıftır { krş. Valad-nâma, nâ­ şirin önsözü, s. 28—35 \ 3. Rabâb-nâma, Sul­ tan V a la d ’in dostlarının İsrarı üzerine Maşnav i’ nin vezninde ( ra m a l) yazmış olduğu bu ese­ re, bu ad M aşnavi ’de neyden bahsedilmesi ile başlanılması yerine raböb kelimesi ile başla­ nılmasından dolayı verilmiştir. 16 2 .’si türkçe olmak üzere takriben 8.000 beyitten ibaret olan bu eserde, tasavvufî nükte ve öğiitlçr yer almaktadır. Esere 1 şâbân 700 ( t l nisan 1 3 01 ) ’de başlanılmış ve beş ay içinde İkmâl edil­ miştir ( bk. D ivân tu rki-i Sultân Valad, s. 94). Eser henüz el-yazması halindedir ( nüs­ haları için bk. R itter, ayn. esr., s. 231 v.d,). 4. întihâ-nâma yine aynı vezinde kaleme alın­ mış olan bu eserde hemen-hemen baştan­ başa tasavvufî öğütlerden müteşekkildir. Esere îniihâ-nâm a adı, Sultan Valad ’in üçüncü ve son mesnevisi olması' dolayısı ile verilmiştir. Henüz el-yazması ( nüshaları için bk. H. R it­ ter, ayn. esr., s. 235 v.d.) hâlinde bulanan bu eser 8.000’i mütecâviz beyiti ihtivâ etmektedir. Suttan V a la d ’in ihtimal, babasını takliden ve 6 cilt hâlinde yazmağı tasarladığı,' fakat

SU LTAN VËLÉB.

ikmâl edemediği bu 3 mesnevisi yanında, yine edilmiştir. T ü rk iy e ’de bu şiirlerden ilk bahs­ babasının F îk i mâ f i h ve dedesi Sultân al- eden Veled Çelebî ( Edebiyat-ı Osmânige, Ter'ulamâ' Baha’ al-Din V a la d ’in Ma ar i f ’ini cümân-ı hakikat ve Servet-i fûnûn tarafından takliden yazılmış M a'â rif adlı bir eseri da­ G irid m ahâcirleri m enfaatine müştereken çı­ ha vardır ki, büyük bir ihtimal ile muh­ karılan fevk alâd e nüsha; Saltan Veled haz­ telif vaiz meclislerinde söylediklerinin baş­ retlerinin bâzı şiirleri, Türk derneği, 1327, kaları tarafından tesbitinden ibarettir. Bu ba­ 7—II ve 4 1—45 ; D îvân-ı tü rkî-i Sultan Veled, kımdan eserde konuşma dili üslûbu hâkimdir. İstanbul, 13 4 1, bu son eserin tenkidi için bk. Eserde, devrin tarihî ve siyâsî hâdiseleri ile F. Köprülü, T M, 19 2 8 ,1i, 475—4 8 1 ; ayn. mil,, ilgili bir kaç kayıt müstesna, kendine has fi­ Tüı k d ili ve edebiyatı hakkında araştırmalar, kirlere rastlanmaz. Bütün fikirler babasının fi­ İstanbul, 1934, s. 162 — 1 73 ) olmuştur. Ondan kirlerini izah mahiyetindedir. Sultan V a la d ’in sonra, bir gazeli Necip Asım ( Türk tariki, İs­ ■diğer iki mesnevisi gibi henüz el-yazması hâ­ tanbul, 13 16 , s. 439—442) tarafından yayınlan­ linde bulunan ( nüshaları için bk. R itter, ayn. mıştır. Bilâhare D ivân ’ında bulunan manzu­ esr., s. 237) bu eser, Meliha Tarıkâhya tara­ meler farsça şiirleri ile birlikte F. Nafiz Uzluk fından türkçeye çevrilmiştir ( Sultan Veled, tarafından neşredilmiştir ( İstanbul, 1941 ). Son­ radan Mecdut Mansuroğlu ( Saltan V e le d ’in M aarif, İslâm-şark klasikleri, Ankara, 1949 ). T ü r k ç e ş i i r l e r i . Sultan Valad ’in S el­ türkçe manzumeleri, İstanbul, 1958 ) tarafından çuklular devri tÜrk edebiyatının ilk numune­ gerek mesnevilerindeki, gerekse D ivân ’ında leri arasında sayılan türkçe manzumeleri, dev­ yer almış bulunan bu türkçe manzumelerin, ya­ rin dil hususiyetlerini belirtmekten başka ede­ pılan neşirleri ve bu eserlerin diğer el-yazması bî değeri olmayan, tasavvufî ve ahlâkî mâhi­ nüshaları gözden geçirilerek, yeni bir İlmî yette şiirlerden ibarettir. Eserlerinin mevcut neşri yapı imiş ve dil bakımından arzettikleri yazma ve basma nüshalarına göre, bu şiirlerin husûsiyetler (s . 43 — 1 96) çok dikkatli bir şe­ 80 beyitİ M aşnavi-i Valadi ’de, 162 beyiti kilde incelenmiş, ayrıca bunların eski el-yazRabâb-nâma ’dedir, D ivân ’ında İse, 129 türkçe ması nüshalarından fotokopileri (s. 1—X C 1X ) beyit bulunmakta olup, bunların bir kısmı verilmiştir. müstakil gazeller, bir kısmı ise, farsça gazel­ Sultan Valad ’in eserlerinde, türkçe şiirler ler içinde zikredilmiş beyitlerdir, ( krş, Mec- yanında, Raböb-nâma ’de 22 veya 23 (C . Saledut Mansuroğlu, Saltan Veled ’in türkçe man­ man, Noch einm al die seldsehukisehen Verse, zumeleri, İstanbul, 1938, 3. 10 —42). Bu man­ ilâve, Die Budapester H andschrift des Rezumeler Anadolu ’da meydana gelen türk ede­ bâb-namah und seine griechiscken Verse : Mé­ biyatının ilk mahsûlleri olmaları hasebiyle, langes A siatique, 1890, X, 237—245 î G . Me­ geçen asrın başlarından itibâren âlimlerin yer, D ie griechiscken Verse im Rebâb-nâme, ilgisini çekmiş, bü vesile ile ilk defa j . von Byzantinische Zeitschrift, 1895; IV, 4 01 —4 1 1 ; Hammer ( Litterarische Jahrbücher, Viyana, K . Krumbacher, Geschichte der bgzantinisehe 1829 ) tarafından tetkik edilmiştir. Bundan Liiteratur, München3, 1897, s. 8 1 1 ) ve D ivân sonra bu manzumeler Avrupa ’da W. Radloff ( nşr. F. Nâiiz Uzluk, s. 48, 3°S, 355 , 536 ) ’da ( Uber alt-tûrkische Dialekte, /. Die seldschu- takriben 21 kadar rumca beyit bulunmaktadır. kischen Verse im Rebâbnâme, Mélanges ,4 siEdebiyat sahasında babasının başarısız bir atiques, X, J . kitap, Petersburg, 1890 ), M. mukallidi olan Sultan Valad ’in manzum eser­ Wickerhàuser ( Z D M G , XX, 547 v.dd.),F. Behr- lerindeki üslubu, muhayyilesi ve umumiyetle şa­ nauer i Z D M G , XXIII, 201 v.dd.), J. Kunos irliği, zayıftır. Manzum eserlerinde yer-yer rast­ ( E gy 6-iarâk n y elvem lek : N y K , 1892, XII, lanan nesir kısımları ile, tek mensûr eseri olan 480--497), C. Salemann ( Noch einm al die M a'ârif adlı kitabındaki üslûbu ise, sâde ve seldschukischen Verse, M élanges Asiatiques, sağlamdır. Sultan Valad, san’at sahasındaki 1894, X, *73 v.dd.), J. Thury ( M ilâdî on dör­ bu zaafına karşılık, iyi bir teşkilâtçı olarak te­ düncü asır sonuna kadar iü ık lisânı yâdigâr- mayüz etmiştir. Gerçekten o, girgin tabiatı ları, M T M, 1351, s. 103 v.dd.), Smirnow ( Les sayesinde bir taraftan zamanın devlet ricalinin iıers dit Seldjouk et les christianisme tare, nufûzundan, diğer taraftan da babasının geçmiş­ Actes da XIsme congrès international des teki şöhretinden faydalanmak sûıetiyle, uzun orientalistes, Paris, 1899, s. 143 v.dd.), K . Foy asırlar boyunca devam edecek otan bir tarika­ ( M S O S , 19 01, İV/H, 235), M. Martinovitz tın kurulmasını ve etrafa gönderdiği halifeler Za ( p iski Vost. otd. Imp. Rus. Arheol. Obş., sayesinde de yayılmasını ve merkez ittihâz et­ 1917, XXVI, 205— 232 ) ve macar âlimleri [ K C - tiği K o n y a ’da bir takım binaların yapılmasını s/l { 1924/1925 ), I, 4 ve 5. cüz sonları ] tarafın­ sağlamış, Mevlânâ devrinde, Mevlânâ ’ya gelen dan muhtelif kısımlar hâlinde tetkik ve neşr­ vakitli-vakitsiz heyecanların te ’siri ile yapılan

Su l t a n v e l e d -

sü ltan â bâd

.

’nin cenubunda Kara-şu ( Do-âb ) ’yun teşkil ettiği kıvrımda bulunmaktadır. İrak şarkta Kum, şimalde S âva [b . bk.], garpta Maiâyir ( D avlatâbâd), cenupta Borûcird ( S i lahor nahi­ yesi ) ve umumiyetle Bahtiyâri Çahâr-Lang ailesinin yerli mülk sahiplerinin murakabesi altında bulunan Capalâğ ve Kamara bölgeleri ile sınırlanır. Irak ’ın nahiyeleri şunlardır: 1 . 144 köyü ile, F a r â h â n (Zulfâbâd ve Muşkâbâd ) merkez ovasını teşkil eder ; bu ovanın cûz’î suyu (K a rah-rud ) Moğuliar devrinde Tsağan-na’ur ( „be­ yaz gol" ) adını taşıyan ve fazla sularının aka­ cak yeri bulunmayan tuzlu göle dökülür. Farâh ân ’ın eski merkezi, Sultânâbâd’m şimâl-i garbisine 45 km. mesâfede bulunan Sârüh ’tur. Farâhân eski bir şi’î'm erkezidir. 2. Ş a r r â h ( Ç â rrâ h ). 3. B o z ç o l u ve 4, V a f s ; bunlar­ dan Şarrâh 42, Bozçalu 52 ve V afs 12 köyü ile Farâhân ’in garp ve şimâl-i garbisinde bu­ lunmaktadır. 5. T a f r i ş 16 ve 6. A ş t i y â n 3 köyü ile Farâhân ’m şimalinde bulunmakta­ d ır; Tafriş her tarafı dağlar ile çevrilmiş bir leğen teşkil e d e r; A ştiyan ve Garakân bir çok Iran din ve devlet adamının vatanı olarak ta­ nınmıştır. 7. R ü d b â r 47 köy ile birlikte Fa­ râhân ’m şimâl-i garbisi ( ? ) nde bulunmaktadır ; 8. H a l a c i s t â n , 90 köyü ile Kum ’a ve Sâva ’ya doğru uzanır. 9. K a z z â z 150 koy S ile, Su ltânâbâd ’ın cenubunda Kara-şu ( yelpâze şeklinde açılmıştır ) ’ yun ve Karah-rüd ( Karak a h riz )’un kaynakları üzerinde bulunmaktadır. Sultânâbâd’m çevrelerine taşan mühim nahi­ ye, galiba arap coğrafyacılarının ( Le Strange, The Lands, s. 198 ve Nuzhat al-kulûb, s. 69) Karac A b i Dülaf ’1 ile ayn ıd ır: Râsmand dağı, şimdiki Râsband ( R âsvan d ) [ her ne kadar M ustavfi, bu adı şimâle doğru Râsband hattı­ na uzanan Küh-i Şâh-Zinda ’ye veriyor ise de ] dağına tekabül etmektedir ; Farzin ( krş. Czhân-guşa, C M S , X V i/2, s. 116: Farrâzin ) ( TAHSİN Y a z i c i .) S Ü L T A N Â B Â D . S U LT Â N Â B Â D , 1. Irak müstahkem kalesi, Farzı dağı ( Tüla’nin şima­ ' t a k i İ r a n e y â l e t i n i n ( halk dilinde: linde ) üzerinde bulunmalıdır; nihayet R âs­ !A r â lj ) m e r k e z i . Şehir 1 808 ’de Yusuf Han m and’dan gelen „Kay-H usrav pınarı“ mn adı, Gürci tarafından, Farâhân ovasının cenûb-î Kay-Husrav ’in Şâh-Zinda ( Çirikow, s. 186 ; krş. garbî köşesinde kurulmuştur. Şehir çok mun­ Şâh-nâm a, nşr. Mohl., IV, 266 ) üzerinde bulun­ tazam bir şekilde müstatİl biçiminde inşâ olun­ duğuna dâir yerli efsâne ile izah edilmektedir. muştur ; duvarlarının ( 2.000x2.666 ayak ) her 10. S a r a b a n d, 130 köy ile, Kazzâz ’m cenûbiri »2 veya 18 kule ile desteklenmiştir. Bu b-i garbisinde Borûcird yolu üzerindedir ; na­ asrın ilk çeyreğinde nüfusu 25.000 idi ( S t a h l). hiye Karha kaynakları ( Â b-i Kuiân v. b.) ile Moğuliar devri coğrafyacılarının ' I r a k-i sulanmaktadır. Yukarıda sayılmış otan nahiye­ ‘A c a m i ( krş. Le Strange, The Lands o f the ler dışında şu nahiyeler de Irak ’ın bir kısmım Eastern Caliphate, s. 185 v.d.) adı ile göster­ teşkil etrniştir : V afs ’m şimâîinde ve Hemedandikleri ve Kirmanşâh, Hamadân, R ey ve Isfa­ Kazvin yolunun cenubunda Kara-şu ’yun sol kı­ han ’1 içine alan geniş toprakları, bugünkü yısı üzerinde bulunan D a r c a ^ i n ( D ar gaz in ); Irak ( 'A ra k ) adım taşıyan eyâlet ile karıştır­ Borûcird ’e tâbî A ş ı n a h o r ; K a m a r a (idâmamak lâzımdır. Bugünkü Irak eyâleti, Sâva re merkezi Humayn ile) ve N im v a r (A nâr-

semâ’ ( b. bk.) ’ı âdeta, mevlevî muhitlerinin res­ mî bir âyini hâline getirm iştir. O kadar ki mev­ levî âyinlerinden bîrine kendi adına izafeten devr-i Veledi denilmiştir. B i b l i y o g r a f y a ' , Sultân Valad, Maşn a vi-i ValacH ( nşr. C alâl Humâyi ), Tahran, 1 31 5 h ş.; Faridün b. Ahmed-i Sipahsâlâr, Risöla dar ahvâl-i M avi dnü Calâl al-D ın-i M avlavi { nşr, Şa'id N a fis i}, Tahran, 1325 bş, s. 148— 1 51 ve bk, fih rist; Ahmed A flâki, Manatfib a l-a r ifin ( nşr. Tahsin Yazıcı ), Ankara, 1959— 1961, II, 784—824 ve bk. fih­ r is t; Muhyi al-Din Abu Muhammed ‘Abd al-Çâdir b. Abi ’ 1-Vafâ al-M işri, Kitâb al-cavâhir al-m uzi’a f i tabakât al-h anafiya (H aydarâbâd, 133 2 ), II, 120 ( krş. Taşköprî-zâde, M avza'at a l-a la m , trc. Kemaleddin Muhammed, İstanbul, 1 31 3, I, 747 v. d , ); Davlatşâh, Tazkirat al-şu arâ (nşr. Mu­ hammed ‘A b b a s i), Tahran, 1337 hş., s. 214, 2 2 1 ; Cam i, Nafahât al-uns (trc. Lâm i'i Ç eleb i), İstanbul, 1289, s. 525 v .d d .; L âti­ fi, Tezkire (İstanbul, 13 14 ) ,* . 4 2 ;B o sn a sa raylı Şerîf-zâde M irliva Ahmed Fâzıl, H a­ kti ik-i azkâr-i M avlanâ (İstanbul, 1 283) ; Abdülbâkî Golpjnarlı, M evlânâ Celûleddin (İstanbul, 1952 ), bk. fih rist; ayn. mil., M ev­ lânâ ’dan sonra m evlevilîk ( İstanbul, 1953 ), s. 29— 64; Mecdut Mansuroğiu, Salta Ve­ l e d ’in türkçem anzum eleri (İstanbul, 1 938); H. Ethe, Neupersische Litteralur, Grund­ riss der ir, Phil., s. 290; E . J . W. Gibb, A History o f Turkish Poetry ( London, 1900 ), I, 1 5 1 — 163* E . G . Browne, A H istory o f Persian Literature under Tartar Dominion (Cam bridge, 1920), s. 1 5 5 ; M. Hartmann, Der fslamishe Orient, 111, Unpolitische B rie­ f e aus der Tiirkei (Leipzig, 19x0), s. 15 5 ; von Jan Rypka, Iranische Literaturgeschichte (Leipzig, 1959), s. 231 v.d.

SU LTÂN ÂBÂD -

SULTANÎYE.

rüd ürerinde), her ikisi de şimdi Mahallât kurduğu ş e h i r . D ’Obsson, Hist. des Mongols, id ârî bölgesine idhâi edilmiştir. İrak eyâleti­ IV, 545 ; Mustavfi Kazeini, Nuzhat al-kulnb, nin meskûn noktalarının mecmuu 686’dır. 1914 s. 1 07; Rahino, Kermanshah ( R M M, mart ’ten önce burası, devlet hazînesine 80.000 tu­ 1920, s. 14). 3. Iran ’da, Horasan ’da Turşiz [ b. bk.] nahiye­ man ve 16,000 harvBr buğdaya müsavi bir moliyat te’min ediyordu. Eyâlet, her biri 800 ki­ sinin merkezi gibi b i r ç o k m e s k û n n o k i a n ı n a_ılıL _ (V . MlNORSKY.) şiden mürekkep 5 sarbâz alayı çıkarıyordu, S U L T A N A B A D . [ Bk. SULTÂNÂBÂD.] Zirâi mahsuller bakımından zengin olan eyâ­ S U L T Â N İY A . [B k . s u lt â n I y e .] let, bilhassa Sultânâbâd ’da yerleşmiş avrupalı S U L T Â N İY E . S U L T Â N İY A , I r a k - ı A c e m ve ıranlı aileler tarafından ihrâc edilen meşhÛr halıları ( Sâröh, Sultânâbâd v.b.) ile şöh­ ’d e, Kızıl-Özen ’e doğru akan Zancân [ b. bk.] ret bulmuştur. Nüfusun büyük ekseriyeti hâlis ırmağının suları ile Tahran istikametinde kay­ iraulıdır. Halacıstân ’da çok ilgi çekici bir bolan Abhar ’ın sularını birbirinden ayıran lehçe ile konuşan Halac türkleri oturmakta­ hattın garbında takriben 15 km. mesâfede bu­ dır { bk. mad, SÄVA; bu son idârî sahada bir lunan bir İ r a n ş e h r i . Su ltâniya bölgesi­ Halacıstân [ Tahran-Hemedan yolu üzerinde nin eski farsça adı, Şahrüyâz idi. Burası önce Küşkak yakınında] daha bulunmaktadır; bu­ Kazvin ’e tâbi idi. Moğullar, buraya Kunğurnunla beraber, bu Halacıstân ’da bir „mer- Ölöng(„doru atlar ç ıy ırı"; bugün Sultân i y a ’nin kezî-İran“ lehçesi konuşulur, Krş, Brugseh, cenûb-i garbisinde bir „Ö leng" köyü vardır ) Reise d. k. preuss. Gesandt,, I, 337 v, d. ve adını verdiler. S u ltâ n iy a ’nîn rakımı takriben Justi, Kurdische Gramm,, s. X X V ), Kazzâz 1650—1770 m. ’dir. Bilhassa yazm ikliminin ’da, sakinleri { 1916 ’da 564 ev, *-959 nü­ serinliği, yüksek yaylalarının otluk olması ve fus ) Safevîler tarafından buraya yerleştirilmiş av bakımından zenginliği, Moğulları cezbetmiş olan 13 ermeni köyü vardır. Kam ara ’de erme- olmalıdır. Bu mevkide suru (fcffrü), çevresi niler, gürcüler k ezi Timur tarafından Suriye 12.000 ayak olan bir şehrin inşâsına önce A r’den memleketlerine iâde edilmiş bulunan ve ğun başlamış idi. Onun halefi olan Ulcaytu, dilleri Çağatayca (? ) ’ya yakın olan türkler oğlu Abu S a 'id ’in doğumunu tes’id için, 7°S (1305/1306)’te yeni şehrin büyütülmesine (30.000 vardır. B i b l i y o g r a f y a ' , Ritter, Erdkunde, ayak çevresinde ) girişti ve burasını kendi payi­ IX, 65—72; Bode, Travels in Arabistan, II, tahtı yaptı. Hükümdar ve vezirler Sultân i y a ’yi 3 1 1 —3 1 7 ; Gusew, 7z Kasbina v Burucird, güzelleştirmek hususunda birbirleri ile reka­ Zap. Katokaz. Otd. Geogr. Obşç. (1 845 )> s. bete giriştiler. Yalnız vezir Raşid al-Din 1.000 262 —267; Bode, Is İsfahana v Hamadan, evlik bir mahalle yaptırdı ( d ’Ohsson, IV, 486; Bibliot. d l‘ a çteniya, CHI ( kânun II, 18 5 4 ); Hammer, Geschickte d, llchane, II, 184 v. dd.). Brugsch, Reise d. k. preass, Gesandtschaft İnşâat 713 ( 1 3 1 3 ) ’e doğru bitti ve tantanalı (Leipzig, 186 3), II, 7—1 4 ; Çirikow, Pulemoi bir şekilde merasim yapıldı. Ulcaytu şi’îliği journal ( 1875 }, s. l4>~-»$2, 1 8 1 — 1 87; H. kabûl ettikten sonra, ‘A li ve imâm Husayn Scbindler, Eastern Persian Irak (London, ’in kemiklerini S u lt in iy a ’ye nakletmeği dü­ 1896 ), s. 129 ; Strauss, Routen im westlichen şündü. Hamd A llah Mustavfi, Tebriz hâriç, hiç Persien ( harita ), Pet. Mitt., 1905, harita 2 1 ; bir yerde, Sultâniya ’deki kadar muhteşem bi­ Stah l, Reisen in Zentral-Persien ( Pet, Mitt., nalar olmadığını, İran ’in merkezi ( miyân-i 1 9 0 5 } ; ayn. mll., Reisen in Nord-Persien, 1 rân-zam in) olarak Sultâniya ’den beş ana caddenin (şâ h -râ h ) etrafa açıldığını söyler. ( Pet. Mitt., 1907, haritalar ). K arac A b i Dulaf hakkında tafsilât için bk. Burada mübalağa olduğu aşikârdır. Şehrin „pek P. Schwarz, Iran im M ittelalter ( 1 925) , V, az elverişli" (P . della V alle) olan mevkii harâ574—582. Farzin/Farrazin ’in, K azzäz’daki K a­ bıyetinin başlıca sebebi oldu, Ulcaytu S u ltâ­ r a c ’da olduğu kat’ îdir [ Y ä k ü t ’a göre, Farra- niya ’de öldü ve meşhur türbesine gömüldü. zin Karac geçidinde bulunmaktadır ]. Aksine Abü S 'a id ’İn kurultayı Sultâniya ’de vuku Houtum Schindler ( Zeitschr. d. Gesell, f . Erdk. bulmuş ise de, bu hükümdarın veziri ‘Alişah B erl. ( 1879)» XIV, 60 ) ’in Karac ’ı—Gulpäya- ’ın Tebriz'de muhteşem bir eâmi yaptırmağa gän ( = Carbäzkän ) ’1 sulayan — Kare ırmağı başlaması vâkıası galiba üstünlüğün eski payi­ kıyısında bulduğu hakkındaki faraziye tutuna­ tahta dönüşünü göstermektedir. Moğullann sukutundan sonra Sultâniya sıkmaz. H atta Bure (K a r a e ’ın şarkına 10 fersah mesâfede ) Gulpâyagân ( Câpalalc veya Burbu- sık el değiştirdi ve Suidüz [ b. bk.], Celâyir [b . bk. ] ile Muşaffari ’ier arasında müna­ rüd ’da ) ’m garbında aranmalıdır. 2. Bisutün dağının eteğinde Ç a m ç a m a l zaa mevzuu oldu. Şeyh U vays C alâ’ir ’in Sarilj ’da Moğul İlhgn Ulcaytu ’nun 7 1 ı ( i 3 i 2 ) ’de ‘A dil adlı eski bir kumandanı 78ı ’e doğru UlSm A nsiklopedisi

S

S4

SULTANÎYE,

Sulta ni ya ’ye tahassun etti. Muzaffari ’1er den Şah Ş u c â '’a bir mağlûbiyet tattırdı ise de, son­ radan ona tâbi oldu ve yerini muhafaza etti. A z zaman sonra Sarik ‘Adil hükümdar olarak Sultan Bâyazid C a ia ’ir ’i Suitâniya ’de tanıdı. Bu sonuncunun kardeşi Sultân Ahmed, Şah ŞucS‘ ’a şikâyette bulundu. Şah Şuca', Sarik A dil ’i Suitâniya ’den uzaklaştırdı. Timur kuv­ vetleri, 786’da S u itâ n iy a ’yi bu Sultân Ahmed ’in oğlundan aldılar. Timur, oraya vâli olarak kısa bir müddet için yine Sarik 'A dil ’i getir­ miş ve galiba Ulcaytu ’nun kabrine de saygı göstermiş idi ( krş. Olearius ). Timur ’un meşhûr şehirlerin adlan ile Semerkand etrafında kurdurduğu köyler arasında bir de Suitâniya adını taşıyan vardı ( Barthold, U luğ-beg, s. 32). S u itân iya, 795 ’ten itibaren, Timur tarafından oğlu M irân şâh ’a verilen „Hulagu mâlikânesi"ne dahil edildi ( Zafar-nâm a, I, 388,399,623). 14 0 4 ’te S u itâ n iy a ’yi ziyaret eden C lavijo, Mirânşâh ( 7 9 8 = 13 9 5 ’ten beri, âbidelerin tah­ ribi şeklinde tezâhür eden bir cinnete tutulmuş­ tu ; Z afar-n âm a, 11, 221 ) ’ın şehri ve kalesini ( al-cazar ) tahrip ettiğini ve Ulcaytu ’nun metrukâtına saygısızlık gösterdiğini ( ,,é el Cabal­ lero que ¡/acia enterrado mandólo echar fu e ra “ ) söylemektedir. Buna rağmen, K astilya kıralı Henri 111. ’nin elçisi şehrin çok meskûn bir şehir ve ticâretinin de Tebriz ’inkinden daha şâyân-ı dikkat olduğunu ilâve etmektedir. Tahmâsp 1, ’tn devrinde türbe tâmir edildi ve P. della Valle ve Olearius onu iyi bir hâlde bul­ dular. Fakat tedricen ticâret Tebriz ’e döndü ve devlet merkezinin İsfahan ’a nakli, Sultaniya ’nin hsrâbiyetinî tamamladı ve Ulcaytu ’nun eski pâyitahtım unutturdu. Yalnız Fath ‘Alİşah zamanında, saray erkânının eski yazlığa çıkma âdetini tâkip etmesi dolayısıyle Suitâniya ci­ varında eski binalardan getiri'm iş malzeme ile bir av köşkü yapıldı. Bu yeni Sultânâbâd da 1828 rus-iran harbinden sonra terkedüdi. Şim ­ di büyük bir türbe fakir bir köyün ortasında yükselir. 1880’e doğru,Houtum-Sehindler orada 400—500 ev saymış idi. Dieulafoy, bu türbeyi „müstüman fethinden beri. İran ’da inşâ edilmiş olan bütün binalar­ dan daha geniş ve dikkate şâyan" olarak te­ lakki eder ve bu görüş Satre ’nin tetkiki ile te’yid olunmaktadır. Türbe 25,5 m. genişliğin­ de (karşılıklı kenarlar arasındaki mesafe) ve 51 m .yüksekliğinde (kubbenin 20 m. yüksekli­ ği dâh'l ) sekiz kenarlı bir menşur şeklindedir. Türbe, fevkalâde mâvi çiniler ile kaplı tuğla­ dandır. Ulcaytu ’nun sandukası türbenin içinde bulunuyordu. P. della Valle, kapısı altın ve gümüş kakmalı demirden güzel bir parmaklık ile örtülmüş olan bir ibâdet yerinden bahse­

der. Olearius ’a göre, bu parmaklık, tek parça hâlinde Hindistan ’da dökülmüş idi. Câmi tah­ kim edilmiş olmalı idi. Mustavf i ’ye göre, Ulcay­ tu ’nun dinlenme yeri ( Heâbg&h ) olarak kutla­ nılan kale (C la v ijo : alcazar) yontma taştan idi. Olearius, S u itâ n iy a ’de Safevîler devrinde eski katenin müdâfaası için kullanılmış olan 20 kadar top buldu. Ta vernier, Su itâniya ’de diğer câmi bakiye­ leri görmüş idi ise de, şimdi bunlardan yal­ nız harap bir câmi veya medrese mevcuttur ki onun yanında, kûfî tezyinat intibaını vere­ cek tarzda dizilmiş süslü tuğ'atardan sekiz kenarlı bir kulesi olan Çelebi-oğlu ( XIV. asır ? ' türbesi bulunmaktadır. Kelâmcı Mullâ Haşan Ş irâ z i ’nin XVI. asra ait türbesi ! çiniler ile süslü ) tsmâ'il I. tarafından yaptırılmıştır. Morier ’nin üzerinde Ulcaytu adına kitâbe gördü ğü duvarlardan hiç bir şey kalmamıştır. B i b l i y o g r a f y a : Hamd A llâh Mustavfi, Nuzhai al-kulüb ( nşr. Le Strange ), s. 55 ve fihrist ; K âtib Çelebi, Cihannümâ, s. 292; d ’Ohsson, H ist, des Mongols, III, 505 ; IV, 59, 486 ; Hammer, Gesch. d. llchane, II, 244 ve fihrist ; Ho worth, H istory o f the Mongols, ill, 628—633 ; Le Strange, The Lands o f the East. Caliphate, s. 222 v. dd. ; C lavijo, H is­ toria d. Gran. Tamorlan, Sevilla, 1582 ( nşr. Sreznewski, Sbornik otd. russ. yazika Alcad. nauk., Petersburg, X X V 1I1, nr. 1, s. 174— 181 ); P. della Valle ( 1 61 9) , V iaggi ( frns. trc, Rouen, 174 S, I V , 62 ) ; O learius( 1637 ), ¿4 usf&hrliche Beschreibung d. R eyse ( Schleswig, 1663), bölüm 28 (b ir levha ile ) ; Tavernier, Les six voyages (P aris, 16 9 2); Chardin ( 1671 ), Voyages ( Paris. 1 81 1 ),II, 376 ve at­ lasın XII. levhası ; Cornelis de Bruin, Reizen over Moscovie door Persie (Amsterdam, 1714), s. 125 ; J. Morier, Jo u rn ey through Persia (Loudon, 1812 ), s. 257—259 ; Jaubert, Voya­ g e en Arménie et en Perse dans les années 1805 et 1806, Paris, 1 821 ( Ardabü-HalhâlZanoân - Suitâniya ); Ker Porter, Travels (London, 1822), II, 275 v . d. ; Texier, Des­ cription de VArménie... (P aris, 1842 ), 1, 53— 58,11 ( Sul jäniya-Hamadän ) ; Flandin, Vo­ yage en Perse, Relation du vo yage ( Paris, 1851 ), I, 202—205; Flandin ve Coste, Vo­ y age en Perse... Pendant les années 1840 et 1841, Perse moderne (Paris, ts. ), levha u — X2 ; P. Coste, Monuments modernes de la Perse ( Paris, 1867 ), s. 67 ; Dieulafoy, Mausolée de Chah Khoda-Bendê ( R evve g ê ­ ner. de l ’architecture, Paris, 1883, s. 98— 103, ! 45— 1 5 1 , 1 9 4 —198,242 v. d., levha. 23—2b ); H. Schindler, Reisen im n.-m.Persien ( Zeit. Gesell. E rdk., Berlin, 1883, s. 3 3 2 ) ; Madame

S U L T Â N ÎY Ë ~

S Ü L Î a N - ü D -D E V L Ê .

33

Dieulafoy, £a Perse, la Çhaldèe et la Susi- \ mektedîr : Neşrî ve Ibn B ib i bu ismi muzafunane (P aris, ï S S y }, s. 89, ayrıca bk. Tour iieyh olarak ■u.'V ji jiU- şeklinde kaydetmiş­ du Monde, 1886, II, 43— 48 ); E. G.Brow ne, lerdir. Bunun için ismin Sultan Öyüğü şek­ A Year amongst the Persians ( London, 1893 ), linden türediğini kabûl etmek gerekir, ö y ü k s. 75 » Stahl, Von d. kaukas. Grenze nach veya höyük ise, yığma tepe mânasına gelir. Kazmin ( Peterm. Mitt,, 1902, s. 60—64 ha­ Daha sonraki yazılıştaki „Sultanönü“ ( krş. rita ) ; Barthold, Istor. geogr, oçerk P ersii Leunclavius, Historiae Musulmanae Turcoram, (Petersburg, 1903 ), s. 40 v. d. ; Feuvrier, Tro­ stn. I07 ) şeklindeki yazılışının zannettireceği is ans à la cour de Perse ( Paris, 1906 ). s. gibi, bundan „sultanın yüzü" v.b. gibi bir mâna 96; Sarre, Denkmäler d. pers. Baukunst çıkartılmamalıdır. Esasen İbn Battüta ( 11, 324, ( Berlin, 1910 ), s. 16 —23 ve 2 levha ; British 342 ) 'U-Jı nisbeli iki şahıs zikretmektedir, Mus. Cat o f Oriental Coins ( London, 1890), j . H. Mordtmann da bu civarda bulunan ve X, s. CL. _ ( V. M i n o r s KY.) evvelce İnÖyüğü olan İnönü ’nü zikreder. Bu SU LT A N Ö N Ü . SU L JA N -Ö N Ü , İ ç A n a ­ iki yer adında da - öyüğü ( ¿ y j f ) - önü ( } d o l u ’n u n M a r m a r a b ö l g e s i n e kom­ olmuş, hâlbuki yine aynı bölgede bulunan Bozşu oian v e E s k i ş e h i r ’i n ş i m â l - i g a r ­ öyük’ün adı aynen kalmıştır ( krş. F. Taeschner, b i s i n e d ü ş e n k ı s m ı n a evvelce verilen Das anatoliscke Wegenetz, î, 122, not 1 ), von isimdir ki, O s m a n i i d e v l e t i t e ş k i l â ­ Hammer ( G O R, I, 45 ) ’de, Sultan ‘A la ’ al-Din t ı n d a merkezi Eskişehir olan i d â r î b ö- ’in Sultanönü bölgesini neden böyle adlandır­ 1 ü m ( sancak ) için de kullanılmıştır. Bu ismin dığına dâir zikredilen fıkra muhtemel olarak daha Selçuklular zamanında mevcut olduğu hiç bir eski tarihî eserde bulunmamaktadır. anlaşılıyor; zirâ burası, îbn B ibi vekayinâBu havalide ilk olarak Osman Gâzî zama­ mesinde ( nşr. Houtsma, Recueil de textes rela­ nında merkezi Karacahisar olmak üzere bir tifs à l ’histoire des Seldjoucides, III, 217), uc İnönü sancağı kurulmuş, bu sancak Orhan Gâzİ beyleri tarafından korunan hudut arâzisi ola­ ’ye ve daha sonra oğlu Murad ’a verilmiştir rak zikredilmektedir. Bununla beraber, Eski­ ( Aş ı k Paşa-zâde, İstanbul tabı, s. 20, 38; 7 aşehir havalisinin Osmanlı devletine ne zaman ■vârih-i A l-ı 'Osman, nşr. Giese s. 7, 1 3 ; Oruç katıldığı hususunda kaynaklar arasında ihtilaf Beg, nşr. Babinger, s. 15, 87, 89; Neşri, nşr. vardır. Eski Osmanlı tarihçilerinden Neşrî Nöldeke, Z D M G , XIII, 2 1 ı ), Görünüşe ba­ ( nşr. Nöldeke, Z D M G, XIII, 190 ), Sultan- kılırsa, bu vekây i nâmelerde ve daha yeni bâzı ötiü ’nü, Ertuğrul G âzî ’nin küçük aşireti ile, kaynaklarda İnönü kelimesi, Sultanönü bölge Ankara civarındaki Karacadağ ’da oturduktan adı yerine sık-sık kullanılmıştır. Sultanönü sonra geldiği yer olarak zikreder Feridun sancağı, Kâtip Çelebi ( Cihän-numä, s, 64ı— Bey Mânşeâi ’ında, Eskişehir ve İnönü ’nün 642 ) ’ye göre, şark ve cenubunda Karahisar-ı Selçuklu sultanı ‘A la ’ al-Din Kaykubâd IH. Sâhib, garp ve şimalinde Hüdâvendigâr (B u r­ tarafından Söğüd malikânesine ilâveten Osman sa ) sancakları ile çevrilmiş bulunuyordu. Mer­ G âzî ’ye verilmiş olduğu kaydedilir. Buna göre, kezi o^an Eskişehir [h . b k .j’den başka İnönü Sultanönü havâlisi de Osmanlı devletinin do­ veya Bozüyük, Bilecik, Şeydi Gâzî, Karağuş sahâsı içinde sayılır. Diğer kaynaklar da caşehir, Kalecik ve A kbıyık kazalarını ih­ ( Ahmedî, Şükrullâh, Tevkiî Mehmed Paşa v.b.) tiva ediyordu (krş. Ahmed R efik, Fatih za­ Sultanönü sancağının, Murad I, (Hüdâvendi- manında Sultanöyüğü, T T E M, nr. 80 ). XIX. gâr ) zamanında ( 7 6 2 = 13 6 1 ’e doğru ) zaptedil- asırda bu isim ortadan kalktı. Meşrutiyet dev­ diğini yazar. Buna göre, bu havali Selçuklular­ rindeki idârî taksimatta Sultanönü toprakları dan Germiyân-oğuilarına intikal etmiş olmalıdır. Eskişehir, Kütahya, Ertuğrul ( B ilec ik ) san­ Neşrî ve Lutfî Paşa ’am Osman G âzî ile ihtilâf cakları arasında paylaşılmış bulunuyordu. hâlinde olduğundan bahsettikleri Eskişehir be­ B i b l i y o g r a f ya-, metinde zikredi­ yinin germiyânlı vâli olması lâzım gelir. Âşık lenlerden başka bk. mad. ESKİŞEHİR. Paşa-zâde, Osman G âzî ’nin, Eskişehir 1 Ger( J . H. K r a m e r s .) [B u madde Metin Tuncel tarafından ikmâl miyânlılardan aldığı şeklinde farklı bir riva­ yet kaydeder. Oruç Bey, Eskişehir ’den bahset­ edilmiştir.] S U L T Ä N -Ö N Ü , [ Bk. SULTANÖNÜ.] meyerek yalnız İnönü ’nün Osman Bey ’e âit ol­ S U L T A N -ü d -D E V L E . S U LT Â N a l -D A V duğunu bildirir. Şükrullâh, Murad I. tarafından Sultanönü ’nün Osmanlılara karşı ittifak et­ L A A bu Ş u c â ' b . B a h â ’ a l -D a v l a , B ü v e ymiş türk beylerinden alındığını bildirir ki, bu­ h î l e r d e n . Baha al-D avla’nin 5 eemaziyerada Germiyân-oğulları kasdedilmiş olmalıdır. lâhır 403 ( 22 kânûn I. 1012 ) ’*e Ar racan ’da İsmin menşe'ine gelince, eski kaynaklarda ölümünden sonra, oğlu Sultân al-Davla Fars buraya Sultanönü değil, Sultan ö y ü ğü denil- I ve 'İrak emîri sıfatı ile ona halef oldu, derhâl

SU LfAN-O D-Ö EVLE Arracân ’dan Şiraz ’a gitti ve kardeşi Calal alD avla f b. bk. ] ’yi Basra valisi, diğer kardeşi A bu ’ 1-Fav 5 ris ’i Kirm an valisi tâyin etti. Deylemli k ı t ’alar tarafından kandırılan A b u ’lFavaris, sultana isyân etti, F a r s ’a doğru yo­ la çıktı ve Ş ir a z ’a girdi, fakat derhâl şehirden uzaklaştırıldı ve Kirm an ’a dönmeğe mecbur oldu. Sonra H orasan’a gitti ve o sırada Büst ’da bulunan Sultân Mahmfld b. Sebük-Tigin ’ den yardım istedi. Sultan ona, emir Abu Sa'id alT â ’ i ’nin kumandası altında bir ordu verdi. Abu ’ 1-Favâris Kirm an ’ı işgal etti, müteaki­ ben F a rs üzerine yöneldi, Sultân al-Davla ’nin Bagdad ’da bulunduğu sırada Şiraz ’a girdi. Fa­ kat sonuncunun dönüşünden sonra vukua ge­ len savaşta A b u ’ 1-Favâris mağlûp oldu ve K ir­ m an’a kaçtı ( 4 0 8 = 10 17 / 10 18 ) . Bu bölgeyi sür’ atle zapteden Sultân al-D avla’nin kuvvet­ leri tarafından takip edilen A b u ’ 1-Favâris, ön­ ce Şams al-Davla b. F&hr al-Davla [ b. bk. ] ’nin, sonra al-Bai:iha sahibi Muhazzib al-Dav­ la ’nin yanına kaçtı. Uzun müzâkerelerden son­ ra 409 (1 0x8/1 01 9 ) ’ da Abu ’1-F a v â ris’in ita­ ati kabûl etmek sureti ile Kirm an valiliğini muhafaza edebileceği hususunda bir uzlaşma te ’sisine muvaffak olundu. A ynı senede İbn Şahlan Irak valisi tâyin edildi. Bu, türklerin çok nefretini mûcip olduğundan türkler tara­ fından Sultân al-Davla ’ye şikâyet olundu. Türkleri teskine çalışan Sultân al-Davla onu dâvet etti, İbn Sahlân metbuunun huzuruna gideceği yerde, al-B atih a’ ye kaçtı ve Sultân al-Davla onun kendisine teslimini istediği za­ man al-Batiha hâkimi al-Husayn b. Bakr alŞ arâb i, bu arzuyu ıs’afı reddetti. O zaman Sul­ tân al-Davla ona karşı bir ordu gönderdi, alŞarâb i mağlup oldu ve İbn Sahlân Basra ’ya C alâl al-Davla ’nin yanına kaçtı. A skerî kuv­ vetler Sultân al-D avla’den memnun olmadık­ larından ve onun kardeşi Muşarrif al-Davla ’yi hükümdar olarak tanımak arzusunu izhar et­ tiklerinden, iki kardeş bir anlaşma yaptı. Bu­ na göre, Muşarrif al-Davla, a l-lrâ fç idaresine sâbip oluyor ve her ikisi de İbn Sahlân ’1 ken­ di hizmetine almamağı taahhüt ediyordu. F a ­ kat Sultân al-Davla, Tustar ’e dönüşünde, taah­ hüdüne rağmen, İbn S ah lâ n ’1 vezir tâyin etti ve bu hâl Muşarrif al-Davla ’nin memnuniyet­ sizliğini tahrik etti. O zaman Sultân al-Davla bir ordu hazırladı ve İbn Sahlân ’ı, Muşarrif al-Davla ’yi Irak ’tan çıkarmağa me’mûr etti. Fakat Muşarrif al-Davla İbn S ah lâ n ’a karşı yürüdü. Mağlup olan ve V asit ’a kaçan İbn Sahlân orada uzun müddet muhasara edildik­ ten sonra, 4x1 zilhiccesinde (nisan 1021 ) tes­ lim olmak zorunda kaldı. Bu zaferi müteakip Muşarrif al-Davla Şâhinşâh „şahlar şahı" yük­

SUM a Î R À .

sek unvânını aldı, hutbeden kardeşinin adım kaidırttı ve kendi adını koydurdu. Aynı yılda Calâl al-Davla ile Muşarrif al-D avla’nin tah­ riki ile İbn Şahtan yakalandı ve gözleri oyul­ du. Sulfân al-Davla ’nin başarısızlığına rağmen, al-Ahvâz Deyleinlilerinden bir kısmı ona tarafdar olduğunu ilân etti, o da oğlu A bu K âlicâr [ b. bk. ] ’1 bu mmtakayı hükmü altına alması için al-Ahvâz ’a gönderdi. 4 13 (10 2 2 / Io 2 3 ) ’te F ârs ile K irm an’ ın Sultân al-Davla tarafından, bütün Irak ’ın da Muşarrif al-Davla tarafından idâre edilmesi şartı ile sulh yapıl­ dı. Umumiyetle Sultân al-D avla’nin 4 15 şev­ valinde ( kânûn I, 1024—kânım II, 1025 ) öldü­ ğü söylenir. Diğer bir rivayete göre o, şaban 416 (eylü l—teşrin I. 1025 ) ’da ölmüştür. B i b l i g o g r a f g a : İbn al-A şir, al-K a mil ( nşr. Tornberg ), IX , sık-sık ; Abu ’ 1-Fidâ’, Annales ( nşr. Reiske ), III, 25, 47 , 51 ,^ 3 v.dd, ; İbn Haldun, cd-Ibar, IV , 470—4 7 4 , Hamd AUâh M ustavfi-i K azvin i, T Srih -i Guzîda ( nşr. Browne ), I, 4 3° v. d. ; W ilken, Gesch. d . Sultane aus d. Geschl. B u jeh nach M irchond, bölüm X III—XIV ; W eil, Gesch. der Chaltfen, 111, 52 —54 ; Zambaur, Manuel de Généalogie et de Chronologie ( Hanovre, 1927) s. 2x2 v.d d . ( K . V . ZETTERSTÉEN.) S U L T A N -Z Â D E MEHMED P A Ş A . [B k . MEHMED PAŞA SULTAN-ZÂDE.]

S U L T A N -Z A D E M UHAM M ED P A Ş A . [ Bk. SULTAN-ZÂDE MEHMED PAŞA.] S U L U K . [B k . SÜLÜK.] SU M A M A . [B k . s Om â m e .] S U M A N A T . [ Bk. s û m e n â t .] S U M A T R A . 440.000 km3, bir mesaha ile d ü n y a n ı n en b ü y ü k a d a l a r ı n ı n be­ ş i n c i s i d i r . Şimal ve cenup uçları arasın­ daki mesafe aş.-yk. 1.750 km. ’dır ve en bü­ yük genişliği aş.-yk. 400 km .’ ye varır. Hatt-ı istiva, 50 39' şimâl arzı ile 50 57' cenup arzı arasında uzanan adanın ortasından geçer. Bu adanın Jeolojisi, idrografyası ve orografyası, coğrafya ve etnografyası, siyâsî ve İktisadî şart­ ları, istatistiği, idaresi v.b. hakkında büyük ansiklopediler ile husûsî eserlere müracaat edilebilir. Bunların bir hulâsası Encgclopaedie van Nederlandsch Indië ’de, Sumatra maddesin­ de verilmiştir. Bu makalede, Sumatra adasın­ daki islâmiyetin umumî bir görünüşü, yâni bu dinin Sumatra adasına sokulması, müşrik sâkinlerin ihtidası, bunların dinî hususiyetleri v.b. verilmekle iktifa olunacaktır. Sumatra adı aslında galiba yalnız küçük bîr mahale delâlet ediyordu, sonraları bütün adayı göstermeğe başlamıştır. Aşağıda kısa tarihî bakışta adaya verilen yeni adlar zikredi­ lecektir. Sumatra ’da islâmiyete ilk önce vene­

SU M A TRA . dikli seyyah Marco Polo tarafından 1292 ’de işa­ ret edilmiştir. Bu seyyah Malezya vekayinâmelerİ ile çok iyi tanınan bir ad olan Feriac ’ de { yâni Perlak 'de, Açe dilinde P ew eu lâ ) islâmiyetin gelişmesinden bahseder, Açe ’nin eski müslüman mezarları keşfedildiğinden bert, Açe ’nin şimâl-i garbî sahili üzerindeki SamudraPasai müslüman kıraîlığının kurucusunun 1297 ’de öldüğü kesinlikle tespit edilmiş bulunmak­ tadır. Buna göre, bu ülkenin 1270 — 1275 ara­ sında müslümanhğı kabûl etmiş olması faraziyesi az muhtemeldir. Su m atra’nm şimal kıs­ mına, IX. ve X. asırlarda arap müellifleri R a­ m i, al-Râm ni, al-R âm ’ , Lam ari adını verirler ; al-îdr isi de buraya al-Râm i der (X II. a s ır ) ; al-Kazvini Ese, al-RSm ni (XIII. asır ) demekte­ dir, Marco Polo, Feriac ’dan başka, Basma mem­ leketlerini, Şamara ’yı, Lambri, Fansur v.b. zikreder. XIV. asırda „Sum oltra" Lamori ile savaşta olan bir devlet olarak zikredilmiştir. Samudra sultanı Sultân Muhammed ( ölm, 1326 ) ’in oğlu, ihtimal İbn B a ttü ta ’nm 13 4 5 ’te gelişi sırasında hâlâ hüküm sürmekte olan Sultân Ahmed idi. 1365 ’te Cava dilinde yazılmış man­ zum vekayinâmede hepsi Macapahit impara­ torluğuna tâbi devletler olarak, A ra , Tamiang, Perlak, Samudra, Lambri, Barat ve Barus zikredilir. 1416 ve 14 3 6 ’da Çin elçisi Cheng ’nin kâtipleri, A ru , Samudra, Lampolİ v.b, ’yi müslüman devletler olarak tasvir ediyorlardı; onların rivayetlerine göre, A r u ’da Sultân Husayn adlı bir sultan bulunmuş olmalıdır. S a ­ mudra adının umumîleştiği ve böyleee bütün adanın adı hâline geldiği farzolunabilir. 1432 ’de Nicolo de Conti, adadan Taprobane „yahut yerli dilinde Sjamutera“ diye bahseder. Daha muahhar zamanlarda arapça Cava ve Sumatra tesmiyeleri yerine bir ara da Yâva deniliyordu; Avrupa kaynaklarındaki Ja v a Majör ve Java Minör tâbirleri bundan ileri gelmiştir. En yeni yerli adları şunlardır : P olo percha ( — merca, Sanskrit, martya „fâni, beşer nevi" ) veya pulo andalas ( çok tanınmış bir ağaç ) bu ismin yerini bir aralık arapça Andalus adı almıştır. Mafak a ’nın porte ki zliler tarafından alınmasından ( 1 5 1 1 ) sonra, Samudra ticâret bakımından mü­ him bir memleket olmaktan ç ık tı; yerini Açe aldı ve bu memleket çabucak Sumatra ’nm şi­ malinde en mühim memleket oldu. Açe ’nin islâmiyeti kabulü hususunda aşağıdaki kısa ka­ yıtlar kâfi gelecektir i Malezya vekayinâmeleri, tarih nokta-i nazarından, kesin bir şekilde, doğ­ ru sayılamaz. En çok güvenilmesi gereken vekayinâme, islâmiyeti kabül eden ilk hükümdar olarak, Pedir, Samudra, v.b. ’nm fatihi 'A li Mu- I ğ â ya tŞ a h ( 9 1 3 —928 h.) ’1 zikreder. Sultân 'A li I Ri’âyat Şah ’in hükümdarlığı zamanında Mekke !

3?

’den A çe ’ye bir âlim geldi ve orada metafizik okuttu. Fakat muhakkak ki, İslâmiyet A ç e ’ ye arap vâizler tarafından sokulmuş değildir. Arap tacirlerinin hierî ilk asırda Sumatra ’ya islâmiyeti sokmuş olmaları daha çok muhte­ meldir. II. { m.s.) asırda, Seylan ile ticâret tamâmıyle onların elinde imiş gibi görün­ mektedir, VIII. asırda, arap tacirleri Çin ’de kalabalık sayıda bulunmuş olmalıdır, BÖylece onların Sumatra ’nm arap sahilindeki bâzı ada­ larda ticâret müesseseler! kurmuş olmaları tamâmiyle mümkündür. Bununla beraber Sumat­ ra ’nin müslüman kısımları arasında hâlâ hâ­ kim olan akaidin bâzı hususiyetlerine ve ta­ savvufa bakılarak tasavvur olunabileceği gibi bâzı âlimler Hindistan ’in cenubundan bu ada­ lara doğru gelmişlerdir. Islâmiyetin İndonezya ’daki şeklinin cenubî Hindistan menşe’i bir çok şekillerde kendini gösterir, kelâm, edebi­ yat ve lisaniyat bakımlarından bu tamâmiyle a ç ık tır; son nokta-i nazarın misâli olarak, „kelâm cı" ( l a İ a î) mânasına gelen isim göste­ rilebilir : cenubî Hindistan dilinin bir tâbiri olan labai ( „mücevherci“ ) ve biyop ari= saa skrit. viyâ p âri ( „ t a c ir ") . Islâmiyetin buralara zorla sokulmuş olması mümkün görünmemek­ tedir ve ıslâmiyetin şarktaki adalarda tedricî gelişmesinde müslüman ve husûsiyetle guearatî tacirlerin yerleşmesinin, bunların yerli kadın­ lar ile evlenmelerinin, nufûzlu yabancıların dinini kabûl etmekle yerlilerin hâlinin iyileş­ mesinin de rolü olm alıdır; hülâsa bu, sulhcu bir nufûz yolu ile olmuştur. Fakat nufuzunun başlangıcından itibaren, İslâmiyet, mahallî inançlara, yâni yerli animizme intibak etti ve bugün de din (ağam a), oruç ( puvasa —upavâsa ), üstad ( g a r u ), öğrenci ( sasiyan = fiş ya ) mânalarına gelen sanskritçe kelimelerin hâlâ kullanılmasının gösterdiği üzere, Hindû dinine büyük imtiyazlar tanıdı. A çe, iktidarının en kuvvetli zamanında ( XVI. ve XVII. a s ır ), Su­ matra en mühim müslüman devleti idi ve nufûzunu cenûbun müşrik sakinleri arasında hissettirdi; böyleee Batak ’1ar ve başka müşrik halklar arasındaki savaşlar vâsıtası ile bâzan dinî gayretler gösterilmiş olması muhtemeldir; fakat bundan devamlı her hangi bir başarı elde edilmemiştir. Aralarına Islâmiyetin gir­ mesine asırlar boyunca inatçı bir mukavemet göstermiş olan Batak ’lann XIX. ve X X. asır­ larda îslâmlaştırılmaları için yapılan cebidieri heyecan ile kabûl etmeleri tecessüs uyandıran bir vakıadır. K aro—B a ta k ’lar ve daha ziyâde Mandeling—Batak ’lar bilhassa gayretli müsiümanlardır. Hollanda İdâresinin küçük me’mûrlarımn cehidteri, tahsil görmüş me’mûrlar ve vergi tahsildarlarmmki gibi İçtimaî bir ya-

38

SU M ATRA -

sata ulaşmak arzusu ve bunlardan daha ziyâde Batak ’1ar arasındaki hıristiyan misyonerlik müessesesinin karşısında İslâmiyet propagan­ dasının kazandığı hamle, bütün bunlar islâmiyete yol açmağa hizmet etti. Nias adası üze­ rinde de aynı vetireyi müşahede etmek müm­ kündür ; orada, tıpkı Batak ’1ar memleketinde olduğu gibi, müşriktik daha yüksek iki din, İslâmiyet ve hıristiyanlık karşısında geri çekil­ miştir ; ilk zamanlarda bir Hindu kırallığı olan Minangkabau i Sumatra ’am g a rb ı) memleketi­ ne islâmiyetin girişi hakkında tarihî hiç bir iz kalmamıştır. Yeni dinin Pedir ( P id ie ) ’den Priaman ’a ve diğer limanlara giden ticarî yol­ lar boyunca kendine bir yol açtığı ve sâhilden iç tarafların yüksek arazilerine yayıl­ dığı farzolunabilir. Bâzı nâdir mutalara bakı­ lacak olursa, islâmiyetin Minangkabau memle­ ketine XVI. asrın ortalarından önce gelmemiş olması muhtemeldir. Islâm akidesini C ava'd a öğrenmiş bulunan ve Minangkabau memleke­ tinden olan Şayh İbrahim ’in Priaman ve Tiku yolu ile dönüşünde, bu dini kendi memleketi­ ne getirdiği şeklindeki yaygın rivayete hiç bir şekilde itimad edilemez, fakat bu, islâmiyetin adanın bu kısmına girmek için tâkip ettiği yol hakkında bir işaret olarak kabûl edilebi­ lir. Maderşahî cemiyetin kudretli şekli ve miras hakkındaki iptidaî Malezya kanunları sebebi ile, Minangkabau memleketinde islâmiyetin başarısı uzun zaman muallakta kaldı ve bu dine uymayan eski dinî kalıntılara karşı mü­ câdelede sakınılmaz bir şekilde açık münazaa­ lar patlak verdi. Bu düşmanlıkların en ciddi­ si, şiddetli vâsıtalar ile, XIX. asrın ortasında asıl İslâmiyet! doğdukları memlekete sokmak isteyen Padri Herin { Padari veya Pidari ; yâni „ A ç e ’dekı P e d ir’ in adamları" isminden, İlk önce farzedildiği gibi, Portekizce padre ’den değil ) uzun ve zâlim savaşları oldu. Fakat bunların cehitleri nüfusun büyük kısmı tara­ fından bastırıldı ve üstelik, Padri mezhebi Hol­ landa idâıesini, 1839 ’da Boncol ’daki son ka­ lelerin düşmesinden sonra, mağlubiyet ile so­ na eren uzun ve vahşi bir savaşa sürükledi, Minangkabau sâkinlerinin büyük bir mikdarı eski sığınak yerleri olan „Straits Settlements" Here doğru hicret etti. XX. asrın başlarında Açe ve Minangkabau ahâlisi müslümaniığın en gayretli tarafdartarı arasında sayılmaktadır ve birinciler sıkıca sünnîdirler ve itikadlarma daha başlangıçta karışmış olan bir çok şı’î ve ta­ savvuf! unsurları atmış’ ardır ; İkinciler eski ma­ hallî kanunlarına bağlı kalmakta devam edi­ yorlardı ve sünnî akideleri ancak yavaş-yavaş kabûl etmekte İdiler. Klasik Malezya memle­ keti Hindu hâkimiyeti altına girdiği için, Pa-

SU M BAVA.

iembang ’da İslâmiyet nispeten geç bir devir­ de gelişti, fakat şimdi memleket, komşu olan Siak ve şar.k sahillerinde kâin sultanlıklar gibi, tamâmiyle islâmiyetî kabûl etmiş bir du­ rumdadır. Sumatra ’nın cenup kısmı vé Lampong nâhiyeleri, Banten ( C a v a ’nm garbında) ’den gelen nufûzlu şahıslar ile vâizler tarafın­ dan müslümanlaştırılmış görünmektedir; bu memleket şimdi C a v a ’nın hemen-hemen tamâ­ miyle müslümanlaşmış olan adasında en din­ dar nahiyeyi teşkil etmektedir. Daha az tah­ silli olan kabilelerin, Lubu ve Kubu Harın İs­ lâmiyet! kabûl etmeleri ancak bir zaman me­ selesidir ; sulhcu yollar ile bir nufûz epeyden beri başlamış bulunmaktadır ve bu yavaş, fa ­ kat emin bir şekilde ilerilemektedir. [Sum atra hâlen İndonezya cumhuriyetine dâ­ hil olup, 1961 sayımına göre nüfusu 15.800.000 dır.] B i b l i y o g r a f y a - . C. Snouck Hurgronje, The Achehnese { D e A tjèh ers ’in ter­ cümesi ) ; ayn. mil-, M ekka; T . W. Arnold, T hePreaching o f İslam ( Encyclopaedie van Ne d. Indië, 2, tab, bk. mad. .¿Sumatra ) ; C. Lekkerkerker, Lan d en Volk van Sumatra, şark tetkiklerine âit msl. : De ¡ndische Gids, Bijdragen tot de Taal-,Land-en Volkenkunde van N ed. Indië', T ijd sc h rift voor de Taal-, Land-en Volkenkunde van Ned. Indië, gibi mecmualarda C. Snouck Hurgronje, Th. W. juynboll, j . P. Moquette, Ph. S. van Ronkel v.b, ’nın makaleleri. ( P h . S. S U M A Y L ._ [ B k ,

van

R o n k e l .)

s u m e y l .]

S U M A Y S A T . [B k . s ü m e y sâ t.] SU M BAVA, M a l a y a t a k ı m a d a l a r ı d e n i z i n d e , Lombok ’un şarkî kısmında, Küçük Sunda Har zümresine âit b i r a d a d ı r . Adanın sahilleri, bilhassa şimalde çok gayr-i muntazamdır ; burada en büyük körfez, iç kı­ sımlara kadar sokularak adayı âdeta ikiye ayıran Saleh ’tir, Bu ayrılmanın sâdece coğ­ rafî olmaktan başka ehemmiyeti de vardır, iki kısmın sakinleri idâp ve âdât bakımından bıribirlerinden farklı oldukları gibi fizikî gö­ rünüşleri de aynı değildir. Cenup kısmindeki­ ler daha açık renkleri ve uzun boylan ile tef­ rik edilir. İdarî bakımdan ada, „T'imor en Oııderhoorigheden“ ’in ikâmet yeri olup, Felemenk Şark î Hind adaları hukûmetininin idâresi al­ tında yerli emîrlerin hükmettikleri dört mıntakaya ayrılıyordu. Adanın cenubunda Sum» bava sultanlığı mevcut idi ve şarkî kısmında pek küçük iki kırallık olan Dampo ve Sanggar ile en şarkî kısımda Bima sultanlığı yer al» makta idi. [Bugün bu ada indonezya birliğine dâhildir ]. Ada gayet dağlık olup, üzerinde her

SU M BAV A -

mevsim seyir yapılabilecek büyüklükte nehir­ leri de yoktur. Toprakları münbittir ve nüfusu esâs olarak zirâat ve büyük baş hayvan yetiş­ tirme ile geçin ir; bu arada buğday mahsûlü de ehemmiyeti hâizdir, thrâc edilen mallar arasında pirinç, balmumu ve ayrıca at ve buf­ falo denilen Öküzler mevcuttur. Yerli halkın büyük bir kısmı ( makassarlar, bııginesler, sateyerler ve araplar gibi bir çok yabancı da sâhİl kısımlarına yerleşmiş bulunmaktadır ) “ Genç M alayalılar" ’dan mürekkeptir ve bunlar buginesler ve makassarlar ile iyice birbirlerine karışmış vaziyettedir. Aynı zamanda cenûbî Sumbava ’nın iç kısımlarındaki ve şarktaki bâ­ zı kabilelerin meydana getirdiği eski cemiyet­ ler de açıkça görülmektedir ve antropoloji ba­ kımından bunlar Lombok ’lu sasakerlere çok benzemektedirler. Bima körfezinin cenup sahil­ lerinin Dou Donggo ( yâni „tepe adamları“ ) ’iarı bu grupun en saf kalmış temsilcileri ola­ rak gösterilebilir. Bunlar komşularından ayrı bir şekilde yaşarlar ve medenî bakımdan da diğerlerinden çok daha aşağı seviyededirler. Dou Donggo ve Bimalılar kendi aralarında evlenmezler. Sumbava nüfusunun hemen ek­ seriyeti İslâmiyet! kabûl etmiş olup, bu dinin icaplarını yerine getirmede titizlik göster­ mekle beraber, Dou Donggolar hâlâ p u t ­ p e r e s t t i r l e r ve bunların putperestliği tat­ bik etmelerinde ve İçtimaî müesseseler!nde kendisine mahsus bir totemizmin izleri tefrik edilebilmektedir. Bimanes halkı, kabaca lonca olarak târif edilebilecek 26 veya ( asiller d âhil) 27 sınıfa ( d a r i) ayrılıyordu ki, bu şâyan-ı dikkat bir husustur. Bu ,,dariw 1er, iki hükü­ met me’mûrunun ( bumi ) nezâreti altında olup, faaliyetleri ve hükümete karşı olan taahhüt­ leri k at’î bir şekilde tâyin edilmiş idi. — Bu adanın eski tarihine âit malûmat azdır. Adada bulunan bâzı eski eserler, burada bir zaman­ lar bindû te’sirinin meveûdiyetini ispat etmek­ te d ir; daha sonraki hindû devrinde ise, Sum­ bava, Macapahit Cava kıratlığına âit olmuş ve Dompo 1357 ’de Macapahit tarafından feth­ edilmiştir. HollandalIlar ile Bima arasındaki münâsebetlerin başladığı XVII, asrın ilk ya­ rısında. Sumbava ’daki çeşitli kıratlıklar Gova { Makassar ) 'nın idaresi altında id i; bunlar, aynı asrın ikinci yarısında, Hollanda şarkî Hindis­ tan kumpanyasının ( Dutch E ast India Co.) ida­ resini kabûl etmek zorunda kalmışlardır. Bir Bimanes saray vekayi nâmesi ne göre (k i bu­ nun eski kısımları sâdece ustûre bakımdan alâka çekicidir ) Bima ’da 30 hükümdar hüküm sürmüş ve bunların 38. ’si olan ve 1640 se­ nesi eivârında yaşayan 'Abd al-Kâhir ilk müs­ lüman sultanı olmuştur. !

SÛMENÂT.

39

B i b l i y o g r a f g a \ H. Zollinger, Fers­ lag van eene reis naar Bima en Soembawa, en naar eenige plaatsen op Celebe s, Saleije r en F loris, gedurende de maanden Mei tot December 1847 ( Verkandel. Batav. Genootschap, XXIH, 4 ) ; A . J . F . Jansen, Hindoe-beelden van Soembaıoa ( T B G K W, X, 374 ); H. Holtz, Oudheden op Soembawa ( T B G K W, XI, 1 5 4 } ; J . Tb. Bik, Aanteekeningen nopens eene reis naar Bima, Timor, de Moluksche eilanden, Menado en O ost-Java, gedaan in 1821 en 1822 m el den koogleeraar C. G. C, Reinmardt ( T B G K W, XIV, 125 ) ; P. J . Veth, D e Onderkoorigheden van Madjapah.it ( T ijd sch rift v . Nederl, İndie, 1867, I, 88 ); A . Liglvoet, Aanteekeningen b etreffen de den economischen toestand en de ethnographie van het r ijk van Soembawa ( T B G K W, XXIII, 555 ), D. F. van Braam Morris, Nota van toelichiing behoorende b ij het contract gesloten met het landschap Bim a ( T B G K W, XXXIV, 176 ); J . E . Jasper, Het eilan d Soembawa en zijn bevolking ( T ijd sch rift v. h. Binnenlandsch Bestuur, XXXIV, 60 ) ; G. P . Rouffaer, O adjavaansche inscriptie in Soem­ bawa { Notalen Batav. Genootschap, XLVI 1I, 1 1 0 ) ; Dr. J . Elbert, D ie Sanda-Expedition des Vereins f ü r Géographie and Statistik zu F ra n k fu rt am Main (Frankfurt, 19 12 ), II, 55— 174 ; Encyclopaedie van NederlandschIndië2 (Haag-Leiden 1 91 7 —1921 ), bk. madd. Bim a, Dompo. ^ ( W. H. RaSSERS.) SÛ M E N Â T . SUM ANÂT veya daha çok So­ ma Nâtb ( „A y efendisi" ); Kâthiâvâr ’m cenu­ bundaki körfezin şark ucunda 20° 53' şimal ve 70° 28' şark noktasında yer-alan e s k i b i r ş e h i r d i r . Körfezin cenubundaki burunda Verâval limanı bulunmaktadır ve sahilde, iki şe­ hir arasında, Ş iv a ’ye ithâf edilmiş eski bir mâbed mevcuttur. Şehir, Gazneli Mahmüd ’un 1024 ’te Hindistan ’a yaptığı meşlıûr seferine he­ def oldu. Mahmüd Som nâth’a 1025 senesi baş­ larında gelmiş ve şehiri zaptederek mabede gir­ miş, buradaki lingam denilen mabudu parçala­ yarak ild parçasını Gazne ’ye ve mü’minler tara­ fından üzerlerine basılmak üzere diğer iki par­ çasından birini Mekke ’ye, diğerini de Medine ’ye göndermiştir. Sümanât ’m, Mahmüd ’un zap-' tından evvele âit tarihi pek bilinmemektedir. Burası V lll. asırda Kaliyâni Ti Çâlükya veya Solanki ’in tâbii olan Çâvada Râcpüt ’iarımn elinde idi ; Mahmüd, 1025 ’te şehri terkederken mmtakayı idâre edecek müslüman bir va­ liyi başa geçirmiştir, Müslüman idârt fazla sürmemiş ve K âthiâvâr, Vaeâ Râcpüt ’larm eline düşmüş; bunlar da eski mabedin şanını

4o

SÛMENÂT -

SU M EYL.

tekrar ıâde etmişler ise de, 1298 ’de burası kumandasında bulunan yemenli kabileyi 130 'A lâ ’ al-Din Halaci ’nin hükümranlığı sırasın­ ( 747 } ’de Şaîçunda [ b, bk. ] ’ da yenmesinden son­ da Uluğ Han tarafından zaptedılerek tekrar ra, yeni vâliıiin sultası kuvvetlendi ve o, Saratahribata mârûz kalmıştır. Burası, GiruSr ra ­ gosa [ b. bk.] nâhîyesinin kumandanlığını 132 calarının ülkelerine dâhil olmuş ve 1470 te ( 749) ’de al-Şumayl ’e verdi. al-Şumayl büyük G u carât’lı Ma^müd Be gar ha tarafından bu bir kıtlıkta gösterdiği cömertlik ile temayüz saltanat da yıkılınca, bu memleketteki müslli­ etti, fakat âsi iki reis en sonunda onu baş man hükümdarların eline geçmiştir. Daha son­ -şehrinde muhasara etti. al-Şumayl İspanya ’daki ra bu şehir, değişik zamanlarda, Mengrol Şayh ’i kendi kabilesi olan K aysi terden imdat istedi ve Porbandar Rânâ ’sı tarafından idare edil­ ve hastmları muhasarayı kaldırdılar. Sonraları al-Şum ayl’ in tarihi, dâimi olarak miş, fakat en sonunda Cunâgarh ’lı Navvâb tar tarafından ele geçirilmiştir, [Bugün bu şehir ve sıkı bir surette, Yusuf al-Fih ri ’nin ve Is­ panya Emevî halifeliğinin kurucusu 'A bd alHindistan devleti toprakları içindedir .] B i b l i y o g r a f y a -, Muhammed Kâsim Rahmân al-Dâhii tn tarihi ile bağlı kalmıştır. Firişta, Gulşan-i Ibrâhım i (Bom bay, 1832), O ilk Önce 'A bd al-Rahmân ’a kendisini destek­ taş bsnı.; Hvâca Nişanı al-Din Ahmed, Ta- leyeceğini vaad etti, sonra A kbâr m acm ua adlı bakât-i A kbarî, Bengal „A siatic Society“ müellifi bilinmeyen bir vekayinâmedeki bir hi­ ’nin Bibliotkeca Indica serisi, Im perial Ga­ kâyede Şumayi tn şahsiyetinin kararsızlığı ve zetteer o f India ( Oxford, 1908), XXIII, 74 ; mudilliği güzel bir şekilde gösterildiği üzere kararından vazgeçti. Bununla beraber 'A bd alkrş. madd. MAHMUD GAZNEVÎ ve GUCARÂT. ( T . W . H a iG .1 Rahmân, murahhaslarının yarım-adadan dönS U M E Y L . a l-Ş U M A Y L b. H âtİm A b u C a v - meşinden sonra, rebiülâhır 138 (eylül 755 ) ’de ŞAN AL-KİLÂBÎ, İ s p a n y a a r a p l a r t m n Almuñecar ’da bizzat karaya çıktı. al-Şumayl, m e ş h û r r e i s i (adın al-Şumayl şeklinde efendisi Yusuf al-Fihri ’yi, K aysi terin iki mü­ harekeleneceği Beoa ’h sÖzde-Isidorus ’un kul­ him reisi olan Sulayman b. Şihâb ile al-Husayn landığı Zumabel tarzındaki yazılış şekli ile b. al-Dacn ’dan kurtulmağa teşvik ettikten son­ isbat edilm iştir). Bu şahıs Kerbelâ ’da al- ra, onu Şam ve Ürdün cund terinin işgalinde Husayn ’i öldürmüş olan ( bk. ¡A , V, 638k) Şamir bulunan iki nahiyenin idaresini yeni Em evî müdb. Zi Cavşan al-Küfi ’nin torunu idi. Şamir deisîne vermeğe ve kızı Umm Müsâ ’ yı onunla ailesi, şi’îlerin kendilerine karşı yaptıkları mu- evlendirmeğe ikna etti. Fakat gönderilen şah­ kabele-İ bilmişi! hareketleri neticesinde, Küfe sın doğru hareket etmemesi yüzünden müza­ ’yi terkedip, ÎÇinnasrin [ b. bk. ] ’e giderek, bu­ kereler başarısızlığa uğrayınca, Yusuf ile 'Abd rada yerleşmiş idi ve boyîeee al-Şumayl Eme­ al-Rahman arasında düşmanlıklar başladı ve vî halîfesi Hişâm b. ‘Abd al-Malik ’in 123 ( 7 4 ı ) Yusuf Kurtuba yakınında mağlup edildi, alt e şimalî A fr ik a ’ya gönderdiği Suriye ordu­ Şumayl tn bir oğlu bu savaşta öldü ve Ş asunda Kinnasrin cund’una girdi. Reisi Bale kunda’daki sarayı yağmalandı. Yusuf tekrar b. Bişr al-lfuşayri [ b. bk.] İle kader birliği mağlup etmeyi denedi, fakat her ikisi de çok yaptı ve Ispanya’ ya yerleşince, K u rtu b a’da geçmeden yeni halîfeye itâata mecbûr kaldılar oturan K aysi terin reisi olmakta geçikmedi. ve al-Şumayl yeniden gelip, Kurtuba ’ya yer­ Kendisine hakaret ve küfreden Kurtuba vâ- leşti. Yûsuf kaçtığından, al-Şumayl onun suç üsi Abu t-H attâr al-Husâm b. 2 irâr al-Kalbi ortağı olmakla itham ve hapsedildi, Yûsuf, iie bir münakaşa neticesinde, arap izzet-i nef­ mağlup olduktan sonra, Tulaytıla yakınında öl­ si kırılan al-Şumayl, ona karşı isyan etmeğe dürülüp, başı K u rtu b a’ya getirilince, ‘A bd alve İspanya Lahm i’leri ile Cuzâmi terini isyana Rafymân ancak zâhiren bir itaat gösterdiğin­ sürüklemeğe karar verdi. Muhâlif zümrenin den şüphe ettiği öteki düşmanının da işini bi­ kumandanlığını Şavâba b. Salama al-Cuzâmı tirmek istedi ve al-Şumayl t 14 2 (7 5 9 ) ^ 0 ’ye ve rd i; bu da, Guadalete kıyılarında Abu t- boğdurdu. B i b l i y o g r a f y a : A hbar mncmn'a(nşr. H attâr ’ a karşı kazandığı zaferden sonra, ve trc, Lafuente y A lcantara ( A jb a r machK u rtu b a’da Ispanya müslümanlarının valisi m ua), Madrid, 1867; İbn al-Ş ü tiya, Târih oldu, fath al-Artdalus (K ahire, ts.); nşr. ve trc. Şavâba ’nin ölümünden sonra, al-Şumayl bu Houdas, Recaeil de Textos,,, ( Public, de valinin halefinin tesbitine müdâhale etti ve l’Ecole des Langues Orientales Viv., 3. seri, üzerindeki büyük nufözunu muhafaza edeceği­ Paris, 1889, V , 2 19 —2 8 0 ); nşr. ve İspanyol­ ni bildiği bir şahsı, Yusuf b. 'Abd a!-Rahm in ca'ya tre. J . Ribera, H istoria de la conquista a l-F ih ri’yi seçti. Bu seçim ilkönce itiraza uğ­ de España de Abenalcoiia el Cordobés ( Mad­ radı, fakat Yûsuf ile al-Şumayl ’in etrafında rid, 1926), bk. fih rist; İbn aî-'İzSri, a l-B a • toplanan ma’add t i kabilenin A b u ’ 1-H a ttâ r’m

SUMEYL gân al-m uğrib ( nşr. R. Dozy ), Leyden, 1848, II, 34 v. dd,, 44 v. dd., 50 v.d., tre. E. Fagnan (Cezayir, 1904), II, 49 v. d,, 65 v.d. 75 v.d.; îbn a l-A şir, al-K âm il (nşr. Tomber g ), III, 257 , 353 > 374 , 3 8 1 ; Annales da Maghreb et de FEspagne ( tre. Fagnan ), Cezayir, bk. fihrist ; al-Makkari, Naf h al-fib { A nalectes, . . ), Leyden, 1855—1861, II, *4 ; R. Dozy, Histoire des Musulmans d’Espagne (Leyden, 1861),

SÛR.

dîr. Fakat yol şimdi Kirm ânşâh’a sâdece bir günlük mesafede bulunan SunLur ve Bicâr ( Garrüs )'ı dolaşır. İdâri bölgenin nüfusu iki ayrı unsurdan te­ rekküp eder. Şehir (2.000 ev eivârında) moğullar devrinde gelmiş otan türkler ile mes­ • kûndur ( mezarlığında kûfi harfli kıtâbeler bu­ lunur ). Bu türklerin reisi olan Sunkur, Ş ira z (?) moğullarınm hizmetinde bulunmuş olmalıdır. I, 2 73 v, dd. ( E , L ê v i- P r o v e n ç a l .) Şehir halkının dili ( bir türkmen lehçesi ? ) husu­ SU N A N . [ Bk. so n e n .] siyetleri bakımından olduğu kadar, sığalarının SU N B U L A . [ Bk. sünböle .] bozulması bakımından da alâka çekicidir. TürkSU N B U L İY A . [ Bk. sü nbü U YE.] Osmanh geliyorum /gelirim sığalarına buranın SU N B U L -Z A D E V EH Bİ. [Bk. s ü n b ü l-z â - yerli g'âlavrâm /g'alirâm : mâ g ’âlovrSm , su DE VEHBÎ.] g ’dlovsö, o g ’alovra, b’z g ’âlovrak, sin g'âlovS U N K U R . SUNKUR ( S o n ç o r ) D a î n a - siz, ola r g ’alovlâ şekilleri tekabül eder. „G el" v a r i l e S e n n a [ b . b k . ] a r a s ı n d a K ı r - — g'ü , »git" — g ’i\ „gitmek istiyorum“ — isim â n ş â h ’a t â b i bir nahiye. Sun­ yovrâm g'iyâm ; „0 da" o-ra ( = o-da ), „evvel­ kur, D i na var-Azerbaycan yolu üzerinde bu­ ki günden beri" — esragonnan bala v.b. lunduğuna göre, adı al-Cârba ( Mukaddasi, Şehir hâriç, idâri bölge ( 165 köy) sahipleri s. 382), Habârcân (İbn Hurdâzbih, s. 1 : 9 ; Kulyâ't kabilesine mensup olan çiftçi halk Kudâma, s. 2 1 2 ) v.b. şekillerinde görülen ve tarafından iskân edilmiştir. Şimdiki hanları Dinavar ’den 7 fersah mesafede ( bununla be­ Safevîler devrinde yaşamış Şaf i hanın sekizinci raber Diuavar harabeleri ile Sunlçur arasın­ batınından gelmiş olmalıdır. 1213 ( l 7 9 S ) ’te daki şimdiki mesafe 25 km. ’yi geçmemekte­ ‘A li Himmat Han Kulyâ’ t ve kardeşi Baba dir ) bulunan, takriben D inavar—Sisar güzer­ Han (N âna-kali kolundan) müddei Sulaymân gâhı üzerindeki ilk markala ’ye tekabül et­ H an’ı desteklediler ve Fath ‘A li Şah tarafından melidir. Sunkur aynı zamanda, halife ai-Mabdi idâm edildiler ( H. J . Brydges, H isfory o f the idaresinde Dinavar ’den ayrılıp, Sisar [ b. bk.] ’a K a ja rs, London, 1833, s. 58 v.d., 67 ), Kulyâ'i bağlanan Mâybahrac ( Balazuri, s. 3 1 0 ) nahi­ ’ler Kirm ânpâhi ’ye yakın bir lehçe konuşurlar yesine tekabül edebilir, krş. Schwarz, Iran im ve A h l-i Hakk ( = ‘A li- iiâ h i; b. bk.) temayü­ Mittelalter, IV, 477—47g. Bununla beraber eğer lünde oldukları zannoiunur. (V . MlNORSKY.) Payravand ( Pahravand} kabilesinin adı eski S U N K U R . [ Bk. su nku r.] Pahrae ( „custodia, vigilia" ) adının hâtırası S U N N A . [B k . sünnet.] ise, bu takdirde, bu kabilenin garba doğru SÜ N N Î. [ Bk. Sünnî.] püskürtülmüş olması muhtemeldir, zîrâ bu ka­ S Û R . S U R, Timurîlerden Hümâyûn’u mağ­ bile hâlen, Dinavar ’a nisbetle cenûb-i garbi lup eden ve D e h 1 i ile A gra *da muvakkat ’de bulunan Parrau (= B isu tû n ) dağının garp S ü r h a n e d a n ı n ı n kurucusu olan Ş ir cihetini işgal etmektedir. Krş. Rabino, K e r- Şah ’ın mensup bulunduğu bir e f g a n k a ­ manchah ( R M M , X XXV III, 36 ). b i l e s i n i n k o l u . Firişta, eski ve inanılır Dâlahâni-Am rula tepeleri hattı üzerindeki müelliflere dayanarak, Sûr ’ları, vaktiyle üzerin­ Mele-mâs dağ geçidi Sunkur 'u Dinavar ’den de Britanya hükümetinin çok az bir sulta te’-' ayırır. Sunkur şimâl-i şarkîye doğru arkasın­ sis ettiği ve efgan hükümetinin ondan daha dan doğrudan-doğruya Hamadân-Senna yolu­ az bir sulta kurabildiği hudut kabilelerinin nun geçtiği Panea-‘A li dağı ( Hamd Allah Mus- merkezi otan dağlık memleket R o h ’tan gel­ tavf i, Nazkat al-kulüb, nşr. Le Strange,s. 2 1 7 : miş bir efgan kabilesi olarak gösterir. Aynı Panc-Anguşt ) ile sınırlanmıştır. Sunkur, sonra tarihçiye göre, Sör kabilesi menşe’tni û ü r ’iu Gamasâb ( K a r h a ) ’a akan Dİnavar nehir i ni 11 Şansabâni sülâlesine çıkarır. Fakat bu, ihtimâl kaynaklan ile sulanır. Bununla beraber asıl Şir Şah ’1 öğmek için uydurulmuş sahte bir Sunkur ’a, garp kolları Btlavar ve Ni yâ bat şecere gibi görünüyor. Sür ’lar,D eh!i tahtındaki ( Kirmânşâh-Senna yolu üzerinde } olan Gâva- Buhlül Lodi ile iki halefinin ( 1 4 5 1 —1526) rüd [ bk. mad. SENNA ] ’un yukarı mecrası üze­ mensup bulundukları Lodi yahut Lüdi kabi­ rinde bulunan daha şimaldeki Kulyâ’ i nahiyesi lesinin bir kolunu teşkil ederler. Erkânı harp ilâve edilir ; krş. Rabino, ayn. esr,, s. 12, 35. hekim B eilew ’e göre, Lodi kabilesi şu üç bölü­ Su n ku r’un ehemmiyeti, T eb riz’den Kirmânşâh mü ihtiva eder : S i yân i, N iyazi ve Dotâni. Si’a seyahat eden müslüman hacıların tikip et­ yâni ’ler iki kısma a y rılır: Parangi ’ler ve İs­ tikleri-yol üzerinde bulunmasından gelmckte- ın a 'il’ler bu sonuncular üç kolu ihtiva eder:

4*

SÛ R.

Sür ’lar,Loh âni ’ler ve Mahpâl ’lar Buhlül Lodi ’ntn Delili tahtına çıkışı bir çok efganhyı Hind !e çekti; bunlar arasında önce H işâr, Firüza ve Nârnaul nahiyelerinde vazifelendirilmiş olan ve İbrahim Han Sür taraftndan getirilm iş bu­ lunan kendi kabilesinin Sür bölümünden bir cemâat bulunuyordu. İbrahim Han ’ın 4 oğlu v a rd ı: Haşan, Ahmed, Muhammed ve Gâzi. Haşan ile Muhammed, Camâl Han ’a refakat ederek, Cavnpür ’a geldiler, Muhammed bura­ da oturdu, Haşan ise, Bihâr ’da, Sahsarâm ve Bavûşşpür T lnd a dirliklerini aldı. Bunun 4 oğlu olmuş id i: Efgan men’şelİ bir hanımın­ dan Farid ve N izâm ; bir esir kadından Sulaymân ve Ahmed. Farid, hâdiselerin şevki ite, Hind imparatoru oldu ve Ş ir Şah [ b. bk. ] unvanını aldı. Seciyesinin kudreti ve kumanda etme kabiliyeti kendisinin de efganların umû­ mî kusuru ve zaaflarının başlıca kaynağı ola­ rak bildiği dahilî savaşa temayülü frenlemiş idi, fakat Ölümünden sonra efganları durdu­ racak kimse bulunmadı ve onun değeri ve ka­ biliyeti sayesinde kazanılmış olan imparator­ luk, halefleri arasındaki anlaşmazlık sebebi ile, sür’atle kaybedildi. Halefi olan oğlu Çala! Han, Islâm yahut Salim Şah unvanını aldı ve 9 sene hüküm sürdü ( 1545—1554 }, fakat bü­ tün kudretini büyük kardeşi ‘A dil Han *a kar­ şı yaptığı mücâdelede harcadı. Salim Ş a h ’ın küçük oğlu Firüz, Ş ir Ş a h ’m daha küçük kar­ deşi N izâm ’m oğlu bulunan dayısı Mubâriz Han tarafından öldürüldü ve Mubâriz Han, Muhammed Şah ‘A dil unvanı ile tahta çıktı, fakat ona kendi halkı hakaretâmiz 'A d ali lekabınt ve hindu tebeası da Andhali ( „kör“ ) lekabtnı taktı. Kısa hâkimiyeti esnasında ( 1554 —1556) yeğenleri Hindavn sâhibî G iz i Han S ü r ’ un oğlu ve Haşan H a n ’ın kardeşi İbra­ him ile Atjmed H an ’ın oğlu ve H aşan’m di­ ğer kardeşi Ahmed, „Şah" unvanını aldılar, böylece, Hind üzerinde aynı zamanda hak id­ dia eden üç imparator ortaya çıktı: 1. Delili ve A gra ’ yl işgal eden İbrahim Şah ; 2. Çunâr ’a çekilen Muhammed Şah ‘Adil ; 3. Pancâb 'da Sikandar Şah unvanını atan Ahmed Sur. Bu son hükümdar İ brahi m’i Dehti ve A g r a ’dan çıkardı. Hüm âyûn’un tekrar geldiği 1 5 5 5 ’te bu bölgeleri işgal etmekte olan Ahmed Sür buradan Hümâyûn tarafından çıkarıldı, Sivâük ’e iltica eden Ahmed Sür, sonra Bengal ’e sığındı ve orada öldü. Sambhal ’e ve oradan K â l p i ’ ye kaçan İbrahim Şah orada ‘Adai i ’nin veziri Hemü tarafından bozguna uğratıldı. İb­ rahim müteakiben babası Gâzi Han ’a doğru, sonra B iyân a'ye kaçtı ve orada He mü tarafın­ dan muhasara edildi, fakat Hemü, Çunâr üze­ rine yürüyen Bengal valisi Muhammed Hac

S ü r ’u geri atmak için, ‘Adali taralından geri çağrıldı. Bunu tâkîp eden lbrâh.m mağlup oldu, tekrar Biyâna ’ya, oradan da Patna ’ya çekildi ; orada hueüm ettiği Râcâ Râmçandra tarafın­ dan mağlup ve esir edildi, fakat Râcâ ona hürmetle muamele etti, onu tahta oturttu ve hükümdar olarak tanıdı. Bu esnada ‘A dali, Kâlpi yakınında Muhammed Sür ’ a hueüm etti ve onu öldürdü. Humâyun ’un geri döndüğü ve Sikandar ’ın mağlubiyeti ve kaçışı haberi o sırada Ç u n â r’a geldi ve bunu Hümâyûn’un ölüm haberi tâkip e tt i.‘A dali, bunu öğrenerek Hemü ’yu 5 °-0O° süvari ve 500 fil ile A gra ve Dehli ’yi istirdat etmek üzere şevketti, Hemü bu iki şehri, hükümdarı içîn değil, kendi hesabına aldı, fakat Dehli ve A gra şe­ hirlerini istirdat etmek isteyen Akbar ’in or­ dusu tarafından Pânipat ’da mağlup edildi ve öldürüldü. ‘A dali de Bahadur Şah unvanını almış olan Muhammed Sür ’un oğlu Hizr Han tarafından mağlup edildi ve öldürüldü. İbra­ him Sür bir müddet Mâlva ’da kaldı ve oradan kaçtığı U risa ’da, 1367 ’de, hiyânet edilmek su­ retiyle, Sulaymân Kararâni tarafından öldü­ rüldü. B i b l i y o g r a f y a •. ‘Abd al-Kâdir Badfioni, Muniahab a l-iavü rih ( metin ve trc. G. S. A. Ranking), I ; Hvâca Nizâm al-Din Ahmed, TahakâUi A kbari ( bk. Bibliotheca ¡ndica, Bengal A sıya Cemiyeti ); Muham­ med Kasim Firiştâ, Gulşan-i İbrâhim i ( Bom­ bay, 1832), taş-basma ; Kalikaranjan Qanungo, Sher Shah ( Kalküte, 1921); Richard Tem­ ple, A Nem View o f Sh er Sh âk Sü r ( Indian Antiquary^ 1922 ); H. W. Believe. An Inqniry into the Ethnography o f A fghanistan (Orien­ tal University Institute ), Woking, 1891 _ (T . W. H a i g .) S Û R . ŞUR ( TY r u s ), F e n i k e ’n i n a d a ü z e r i n d e b u l u n a n ş e h r i . Şür, Amarna devrinden beri, Suriye sâhilierinin en zen­ gin ticâret merkezlerinden biri id i; komşu şe­ hir Saydâ [ b, b k .]’nın kudretli bir rakibi ol­ muş ve ondan garptaki Fenike müstemlekeleri üzerindeki hâkimiyeti almağa çalışmıştır. Şeh­ rin Büyük İskender ’in zaptını tâkip eden tah­ ribi, bu gelişmiş baş-şehrin ehemmiyetini an­ cak çok kısa bir zaman için azaltabilmiştir. Bu zaptın mühim bir neticesi olmuştur: İsken­ der ’İn seddt; bu sed cenûb-i garb î sâhilierinin akar-sularınm getirdiği alüvyon sâyesinde, yavaş-yavaş gerçek bir berzah teşkil ederek, ada üzerindeki şehri çok eski bir devirden beri tam karşısında Palaityros { asur. Uş S ) ’un bulunduğu yerde, karaya bağladı. Roma im­ paratorluğu devrinde, Şür #oıvfz:r} Ildca^oç sancağının dünyevî ve dinî baş-şehri idi.

SOR. Şura^ıbil b. Haşana, Ş a m ’ı aldıktan sonra, al-Urdunn nahiyesi şehirleri arasında Şür ve Şaffü riya *yi de zaptetti ( al-Balâzuri, nşr. de Goeje, s. 1 1 6 ; Caetanı, A nnali d i l l ’ Islam. II/II, § 32»; III, § 'lo 7 ). Sözde—Vakidi ( Futâh ol-Şa’m, Kahire, 1278, II, 58 v.dd.) ’ye göre, Şiir, Haieb ’in eski askerî valisi 'A bd Allah Yükenâ ’nm hiyâneti neticesinde Şurahbil b. Haşana 'nin eline düşmüş idi. al-Vâkidi ve Şür ’lu, Hişam b, aULayg Mu'âviya ’nîn 27 yiIında Kıbrıs adasına yaptığı sefer sırasında, ‘ A kkâ ve Şür ’u tâmir ettirdiğini ve 42 yılın­ da al-Urdunn şehirlerinde, diğerleri arasında Şür v e ‘A k k â ’da Ba'labekk, Himş ve Antakya ’dan gelen farsları yerleştirdiğini naklederler ( al-B allzu rı, ayrı, esr., s. 1 1 7) . Yukarıda anı­ lan Şür ’lu Hişam ’in dayandığı râviler şu hi­ kâyeyi naklederler : „Biz, yerleşmek üzere, Şür ve sahil şehirlerine vardığımız zaman, orada arap birlikleri var idi ve bunlardan daha 90k rumlar bulunuyordu; sonraları bizim He bir­ likte burada yerleşen başka memleketlerin adamları geldiler ve Suriye sahillerinin diğer bütün şehirlerinde de böyle oldu“. 49 yılında, Bizans donanması bu sırada henüz müdafaa vâsıtaları bulunmayan Suriye sahilleri şehir­ lerine karşı bir sefere teşebbüs etti (al-B afâ?uri, ayrı. esr. ; Mahbüb al-Manbici, K itâb aleanvân, nşr. A , Vasiliev, Patrol. Orient., VIII, 492 ), bunun üzerine Mu'âviya, al-Urdunn na­ hiyesi için 'A kkâ ’da gemi kızakları tesis etti. ‘Abd al-Malik b. MarvSn yeniden harap olmuş olan Ş ü r ’u, K a y ş â riy a ’ yı ve ‘A k k â ’nm kenar mahallelerini tâmir ettirdi ( al-Balâzuri, ayn. esr., s. 1 17, 143). Sonraları Abü M u'ayt’in soyundan biri, Hişam b. ‘Abd ai-Malik ’in ‘A kkâ ’da satın almak istediği değirmen ve ambarları satmağı kabûl etmeyince, bu halîfe tersaneleri Şür ’a naklettirdi ve burada am­ barlar ve tersane havuzları kurdurdu ( al-Ba­ lâzuri, ayn. esr., s. 117 )• Yine a l-V â k id i’ye gore, Mervanîler zamanında, Şür, 'A kkâ yeri­ ne, donanmanın hareket limanı oldu ve sonra­ ları da öyle kaldı ( al-Balâzuri, ayn. esr., s. U 8 ; İbn Cubayr, nşr. W right, s. 305). Halîfe ai-Mutavakkil sonraları ( b. 247/248 ) donan­ ma ve deniz kuvvetlerini bütün Suriye sâhil şehirlerine taksim etmiştir. A rap coğrafyacıları Şür ’u al-Urdunn nahi­ yesinde ( Ürdün eyâleti ) iyi tahkim edilmiş, nüfusu mühim, civarları münbit bir sâhil ( alsavâkil 1 şehri olarak tasvir ederler. Bir ada üzerinde bulunan bu şehre kara tarafından ancak bir köprüden geçilen bir kaptdan g iri­ lebilirdi ; bu kapı da hemen her taraftan doğrudan-aöğruya denizden yükselen sedler ile çevrilmiş idi ; kadîm çağda olduğu gibi, şehrin

43

ikinci bir mahallesi kara üzerinde onun tam karşısında bulunuyordu. al-Mukaddasi tarafın­ dan da zikredilen köprüye al-Kazvini ( nşr, Wüstenfeld, II, 366, aşağıdan str, 5, Tulaytila münâsebeti ile ) dünyanın en büyük köprü ke­ meri ( Sanca köprüsü ile karıştırılm ış ?) de­ mektedir. SivSi) ( şimdi R âs el-'Ayn veya alR aşid iya ) ’den Tali al-Ma'şülj üzerinden, Şür ’a giden kadîm su kemeri bu devirde de şebre su te’min ediyordu (al-Mukaddasi, B . C A, III, 163; N âşir-i Husrav, nşr. Schefer, s. 11). Şür ’u 1047 ( m.) ziyaret eden Nâşir-i Hus­ rav 5 ve hattâ 6 katlı evlerini ve şehrin ka­ pısında bulanan zengin bir tarzda tezyin edil­ miş olan bir Maşhad ’i zikreder; bu devirde Şehir sâkinlerinin ekserisi şi’î i d i ; yalnız kadı sünnî idi. al-îdrisi Haçlı seferleri sırasında { 11 54 m. s . ) Şür ’da gelişen cam sanayiini, çini­ ciliği, kıymetli kumaş dokumasını Över. Şehrin iskeleleri Kudâma tarafından zikredilmiştir. Tül ün i ’ler devrinden itibaren, Suriye hemenhemen fasılasız olarak, Mısır hâkimiyetinde i d i ; Fâtımîler zamanında bu hâkimiyet daha da kuvvetlendi. al-R am la’nin de isyan etmiş olduğu ve Bizans kumandanı D u k as’ın Fami ya kalesini muhasara ettiği bir sırada, Şür Tular, 388 ( 998 } ’de ‘A lâka ( ‘U lâka ) adlı bir köylü­ nün idaresinde, halîfe al-Hâkim ’e karşı isyân ettiler. Suriye vâlisi Cayş b. Muhammed b. Şamşâm, Hamdânîler ’den Husayn b. ‘Abd A llâh b. Nâşir al-Davla ile hadım Fâtik ( nüsha f ar kı : Fa’ ik ) ’i şehre karşı gönderdi. Bunlar Şür ’a karadan ve denizden hücûm ederlerken, ‘Alalça, Bizans İmparatorunu imdadına çağırdı. İmparator bir çok gemiler gönderdi ise de, bunlar bir deniz savaşında tahrip edildi. Bun­ dan sonra, müdafaaya devam etmek için bü­ tün cesaretini kaybetmiş olan şehir, zapt ve yağma edildi ; sâkinlerinin büyük bir mikdarı katl-i âma uğradı ve ‘A lâka Mısır ’a götürü­ lüp, burada İşkence ile idim edildi. Fakat sonraları isyânlar tekerrür etti; nite­ kim 1089 ( m. s .)’da vezir Badr al-Cam âli, Şür, ‘A kkâ ve C u b ayl’i Selçuklu sultanı T u tu ş’dan geri almağa muvaffak oldu ve halefi al-Afzal Şâhânşâh 490 ( 1097/1098 ) ’ da yeni bir isyânı müthiş bir katl-i âm ile cezalandırdı ve bu sı­ rada şehrin vâlisi de idâm edildi. Bu hâdise Haçlıların İstanbul ’u terk ettikleri yılda vu­ kua gelmiş idi. Ş ü r ’da halife al-Musta'li (1094 —ı ı o i m. s.) adına sikke basılmıştır. Şehir, önceleri ( 110 0 / 110 1) , Baudouin’i hedi­ yeler ile kazanmağa çalıştı. Fakat çok geçmeden ‘A kk â ve Trablus müdafaalarına katıldı. Şür ’tu emîr ‘İzz al-Mulk 500 ( 110 6 /110 7 ) ’de Tuğtakitı ile anlaşarak, Haçlılara ait olan Tibnin (T oron ) kasabasına hücûm etti ve bir kenar

44

SÛ R.

mahalleyi yağmalayıp, sakinler i dİ kılıçtan ge­ berâber orada kendisine çok hürmet gösterildi çirdi, fakat Baudouin T ab arıya ’den hareket ve Ş a m ’a iade edilerek bu hâdiseden dolayı, ederek, Şür üzerine yürüyünce, sür’atle geri siyasî yollar ile, özür dilendi. Tugtakin buna döndü. Baudouin müteakip yılda şehrin sûrla­ nezaketle eevap verdi ve istikbalde müşterek rı önünde görüldü, Tali al-Ma'şüka üzerine bir müdafaa için vaidlerde bulundu. kale inşâ etti ve şehrin önünde bir ay k a ld ı; Bununla birlikte franklar değerli Mas'üd ’un onun geri çekilmesini te’min için vâlinin 7.000 uzaklaştırılmasında kendileri için bir uğur gör­ dinar ödemesi gerekti. düler ve daha çok ümid ile tekrar muhasaraya T rab lu s’un düşmesinden 8 gün sonra, Mısır hazırlandılar. Mısırlı kamandan askerî birliğin donanması bir yıllık erzak, para ve askerler kudretsizliği ile şehrin zahiresinin kifayetsiz­ ile bu şehrin önünde göründü ise de, kalenin liğini görerek, desteğini istemek üzere, halî­ franklar tarafından alındığı anlaşılınca Şür ’a feye müracaat etti. al-Am ir, müdafaayı Zahir döndü, Şür, Şaydâ’ (S id e n ) ve Beyrut arasın­ al-Din { T u ğ ta k ın )’e bıraktığını bildirdi. Bu­ da taksim edildi. Baudouin 25 veya 27 cemâ- nun üzerine Tugtakin şehri yeniden İşgal etti ziyelâhır (27 veya 29 teşrin II. m ı ) ’da Ş ü r ’u ve şehri yeter derecede müdafaa edilebilecek yeniden muhasaraya b aşlad ı; lo arşın yüksek­ hâle getirdi. Rebiülevvei ( nisan 1 124 ) ’de şeh­ liğinde iki ahşap kule yaptırıp, her birinin rin yeni muhasarası başladı. Venedik gemileri içine 1.0 0 0 savaşçı yerleştirdi ve bu kuleleri limanı kapadılar, bu sırada kara orduları, bir sûrların yanma getirtti, Şür ’fuların isteği üze­ muhâsara kulesi yardımı ile, şehre hücûm et­ rine, T ugtakin Şam ’dan Bâniyâs ’a g e ld i; ve tiler. Şam ordusu müdafaa sırasında fevkalâde frankların ikmâl yollarını kesen imdat birlik­ cesâreti ile temayüz etti. Venedik gemileri Mı­ leri gönderirken, bizzat kendisi de Şayd â’ üze­ sır donanmasının yaklaşmasına mâni olmakla rine yürüdü. Baudouin iki sûru hücum ile al­ vazifelendirilmiş olduğu sırada, muhâsara eden­ dığı sırada, Şür valisi 'tzz al-Mulk al-A'azz ler ordunun bir kısmını Tugtakin ’e karşı gön­ bir harp divânı top lad ı; Trablus müdafaasına derdiler. Bâzan başarılı, bâzan başarısız muha­ iştirak etmiş olan ve frankların şehri muhasa­ rebelerden sonra, şehirde kıtlık hüküm sürer­ ra için yaptırdıkları kuleleri tahrip edeceğini ken, Şür ’lular kabul edilebilecek şartlar teklif söyleyen bir „Şat/h" bu harp divânına katıl­ edildiği takdirde teslim olmağa karar verdiler. mış idi. Bu şahıs gerçekten de her iki kuleyi Tugtakin İle frank reisleri arasındaki müzâ­ de ateşlemeğe muvaffak oldu. I I 12 (m. 3.) ilk kerelerden sonra, Şür ’luların sâhip oldukları baharına kadar franklar ancak çok ehemmi­ eşyayı berâber alarak, şehri terketmelerine yetsiz başarılar elde ettiler. Bu sırada Tuğ ta­ veya bir bedel mukabilinde şehirde kalmala­ kın, al-Cayş kalesini aldıktan sonra, 20.000 rına müsaade edildi ve 23 ( veya 28 ) cemâzikişi ile yaklaştı ve frankların ikmâl yollarını yelevvel (9 veya 14 temmûz) 1124 ’te şehir sa­ kesti. Frankların denizden ikmâl almaları üze­ kinleri Tugtakin ’in birlikleri ile frank ordusu­ rine de Tuğtakin, Şayd â’ civarlarını tahrip et­ nun arasından geçerek şehri ter kettiler; bun­ ti, Baudouin 19 şevval (21 nisan)’do muhasarayı ların bir kısmı Şam ’a, bir kısmı Gazza ’ ye kaldırdı ve ‘A kkâ ’ya döndü. Şür halkı Tuğ- yerleştiler. Suriye ’de Haçlıların iktidarının en t a k in ’ı büyük hediyeler ile karşıladı ve şeh­ yüksek noktasına işâret eden bu teslimden son­ rin hendek ve siperleri tâmir edildi. Tuğta- ra, şehir 1291 ’e kadar frankların elinde kaldı. kin ’in hareketinden sonra, şehir yeniden halîfe­ Şür en güzel ve en mühim şehirlerden biri ol­ nin hâkimiyeti altına gird i; fakat daha ertesi duğu için sukutuna teessüf eden İbn al-A şir, yıl, şehir halkı ve vâli ‘tzz al-Mulk Anuşta- İslâm âlemi için en büyük felâket saydığı bu kin al-A fzali, frankların yeni bir hücûmundan hâdise münasebetiyle şunu ilâve e d e r: „K adir korktuklarından, şehri yeniden T u g ta k in ’e bı­ Tanrının bu şehri islâmiyete iâde edeceğini rakmağa karar verdiler. Bunların istekleri üze­ ümit edelim“ . Frankların H avran ’da bir baskından sonra rine, Tnğtakin emîr Mas'üd ’u onları müdafaa edecek askerî birlikler ile berâber, oraya gön­ şamil Şams al-Mulük ( Böri ’lerden ) 528 ( 1 1 3 3 ' derdi ; bununla berâber şehirde halîfe adına U 3 4 ) ’de Tabariya, Şür bölgesini ve sâhil ara­ sikke basılmasına ve hutbelerde onun adının zisinin bütün geri kalan kısımlarını tahrip etti ve Ş a'râ ’ ’dan geçerek, büyük bir ganimet ile, zikredilmesine devam edildi. al-Afzal ’in halefi olan vezir al-Ma’ mün, 516 geri döndü. 550 ( 1 1 5 3 / 1 1 5 6 ) ’de bir Mısır do­ ( 1 1 2 2 / 1 1 2 3 ) ’da Şür ’a Mas'üd b, Sattâr ’in ku­ nanması Şür limanında göründü; hıristı yan ha­ mandasında İyi silâhlandırılmış 40 kadırgalık cılara â li olan gemileri zaptetti ve bir çok esir bir donanmt, gönderdi; donanmayı selâmla­ ler ve zengin bir ganimet ile Mısır ’a döndü. mak için gemilere gelen Şür kumandanı Mas'üd 552 ( 1 1 57 ) ’de Şür, Şaydâ’, Beyrut, Trablus ve zincire vurulup, Mısır ’a götürüldü. Bununla başka şehirler bir zelzele felâketine uğradı.

45

al-İdrisi ile İbn Cubayr ’in şehir hakkında verdikleri tasvirler H açlılar zamanına aittir, alIdrisi cam ve çanak-çömlek sanayiini, bir de fevkalâde ince bir şekilde dokunmuş, elbise imâl edilen kıymetli kumaş dokumacılığını medbeder. Şür ’da 1 1 gün geçirmiş olan İbn Cubayr şehrin ve o zaman bir bayram gününde yapıl­ mış olan merasim alayının teferruatlı bir tas­ virini verir. Şur şehrinin, memleketin içine doğ­ ru, biribiri arkasına yerleştirilmiş olan 3 —4 kapısı var idi. Deniz tarafında iki yüksek ku­ leden müteşekkil kapalı bir kapı bulunuyordu ki, bunların arasından bir limana (eski ,,Sidon" lim anı) varılıyordu; bu kapı sâhilde bu­ lunan şehirlerdeki kapıların en güzeli idi. L i­ man iîç taraftan şehrin istihkâmları ile çevril­ miş i d i ; dördüncü tarafta gemilerin demir at­ tığı bir çeşit bir kemer ile bir duvar varidi. Âdeta şehrin içinde bulunan bu liman iki kule arasına sağlam bir zincir germekle kapatılabi­ lir ordu. Şalâh al-Din, K u dü s’ü ve sahil şehirlerinin ekserisini aldıktan sonra, Şür ’u muhasara et­ meğe teşebbüs etti ve şehir önünde ordugâh kurdu ( 5, başka kaynaklara göre, 6 ramazan 583—8 veya 12 teşrin II. 1187 ). Önce harp malzemesinin gelmesini bekledi ve H aleb’de bulunan oğlu al-Malik a l-Z âh ir’i ve K u düs’te bulunan kardeşi al-Malik al-‘ dil ’i yanma ge­ tirtti ; ikinci oğlu al-Afzal ve yeğeni Takıi alDln de yanında idiler. Kuşatma makineleri geiir-gelmez, müteharrik kulelerin içinden sapan­ lar ve taş mancınıkları ile şehre hücum edilme­ ğe başlandı, ‘A kkâ ’dan gelen 10 savaş gemisi limanı tık a d ı; fakat bunlar frank donanması tarafından ansızın yakalandı ve kısmen tahrip veya zaptedildi. Siperlere karşı bir hücum püs­ kürtüldü. Kışın yaklaşması sebebi ile, Şal⪠alDin ’in topladığı bir harp divânı muhâsarayı ertesi yıla bıraktı. 2 zitkâde 384 (B ab a’ alD i n ’e göre, 3 kânûn 11. 1 1 8 8 ¡ İbn al-Agir tarih olarak şevvalin son gün ü nü=ı kânûn II. 1188 vermektedir ) ’ te Şalâh al-Din ile ordusu çe­ kilmeğe başladı. Şehir muhasara edenlerden kurtuiur-kurtulmaz, yeni hürriyetini kazanmış olan kıra! Guido de Lusignan ile şehrin müdâfii Konrad de Montferrat arasında kavgalar çıktı, Şalâh al-Din ’in mühim Şür limanı muhâsarasındaki başarısızlığı onun askerî talihinde bir dönüşe işâret eder, Şür o zamanlar, Şak if Arnun ( Belf o r t ) ile birlikte, frankların elinde kalmış bulunan yegâne Suriye müstah­ kem şehri idi. Üçüncü Haçlıların mühim kuv­ vetleri Ş ü r ’da toplanıyordu; Şalâh a l-D in ’in zaptettiği şehirlerin kışlalarında bulunan ve dâimâ âlicenap bir şekilde hürriyetlerini ba­

ğışladığı şövalyeler buraya akın ediyorlardı; buradan ‘A kkâ muhâsarasına teşebbüs edildi; bu hareket de Şalâh al D in (i Şür ’dan tama­ men uzaklaştırmış oldu. ı$ rebiülâhtr 588 (29 nisan 1 1 92) ’de Kudüs kıralı unvanım taşıyan ve Şür ’da oturan mar­ ki Konrad, İsm â'ili ’1er tarafından katledildi. Halefi Henri de Champagne, Şalâh al-Din ile at-Ramla sulhunu yaptı (eylül 1 1 9 2 ) ; buna göre, Y â fâ ’dan Şür ’a kadar olan sâhil top­ rakları frankların elinde kalıyordu. Tibnin as­ kerî birlikleri Şür ’a karşı bir sefer yapıp, bu şehrin civârlarını tahrip edince, H açlılar, 1 safer 594 ( 1 3 kânûn I, * 19 7 ) ’te T ib n İn ’i mubâsara etmeğe başladılar. Fakat al-Malik al‘A d il kumandasında büyük bir ordunun yak­ laşmakta olduğu haberi üzerine, bir netice al­ madan, geri (ekildiler. Şâban 597 (m ayıs/ha­ ziran 120 1 ) ’de Şür ’da bir zelzele oldu ve 600 ( 1203/1204 ) ’deki bir ikinci zelzele sûrların duvarlarını yıktı. Friedrich II. ile Mısır hü­ kümdarı al-Kâmil arasında imzalanan ( 1229 ) bir sulh anlaşmasına göre, K u düs’ten başka Şür, ‘A kkâ ve bir çok Suriye sâhil şehrî, hı­ ristiyanların elinde kaldı. Müteâkıp yıllarda, limanlar arasındaki Venedik donanması ile Ce­ neviz donanması arasındaki devamlı savaşlar frankların kuvvetini daha da zayıflattı. Kudretli Baybars 1266 mayısında ve 12 6 9 ’da Şür ’ a karşı askerî seferler yap ıld ı; ikinci sefer, rivayet edildiğine göre, Şür ’da katledilen ve annesi Hirbat al-Luşîiş ’da Baybars ’a şikâyette bu’ıınan bir tacirin katlinin intikamını almak için yapılmış idi. Fakat 669 ( 1270/127* ) ’da şehrin hâkimi ile anlaşma yap ıld ı; buna göre, Şür nâhiyesinin 10 kasabası bu şahısta kala­ caktı, 5 kasabası seçme hakkına sâhip olan sultana bırakılıyor ve diğer kasabalar da müşterek bir idâre altına alınıyordu. Şür ’lu Marguerite, gelirlerinin yarısını terketmek ve tahkimatı aslâ tâmir etmemek şartı ile, 1285 ağustosunda K alâ’ün ile 10 yıllık bir sulh yaptı. Fakat 'A k k â ’mn alınmasından ( * 2 91 ) sonra, Şür ile hâlâ frankların elinde bulunan bir kaç komşu şehir de daha uzun zaman mu­ kavemet edemeyecek bir hâle düştü. Şür ’un zaptından sonra, £falil şehir sakinlerini öl­ dürttü veya esir olarak sattırdı ve şehri tah­ rip etti. Abu ’ 1-Fidâ’ ( 1 3 2 1 ) , al-Kaikaşandi ( 1 4 0 0 ’e doğru) ve H alil al-Zâhiri (1 450 ’ye doğru) zamanlarında şehir hâlâ tamâmiyle tahrip edil­ miş bir hâlde idi. İbn Battüta ( 1335 ) sûr ve limandan ancak zayıf izler gördü, Bu de­ virden sonra, ŞÜr ehemmiyetsiz bir mahal ola­ rak kaldı, Dürzi emir Fahr al-Din (> 595 "" >634 ) şehrin durumunu ıslâh etmeğe muvaffak

SÔR -

S U R À K A R fÀ .

olamadı ; XVIII. asrın ikinci yarısında. ‘A kkâ ’lı Şayh Zahir a!-'Omar ve halefi Cezzâr Paşa da bu hususta başarı gösteremediler. 18 37 ’de Ş 5 r şehri bir zelzele felâketine daha uğradı. Nüfus, ikinci diinya savaşından önce, 6.500 kişi kadar idi { 1840 ’ta: 3.000; 1880’d e: 5.000; 1900 ’de 6,000 ). Bu nüfusun hemen-hemen ya­ rısı müslüman ve latinlerden müteşekkil ve birleşik katoiikterin nüfusu daha az.bulunmak­ ta idi ; bir miktar da yahudi var idi [ Şür şim­ di Lübnan hudutları içinde bulunan 16.483 ( 1961 ) nüfuslu küçük bir şehirdir.] B i b i i g o g t a f y a : al-H^ârizmi, Kitâb sürat al-arz ( nşr. de Mzik, Bibi. arab. H istor. a. Ceogr., Leipzig, 1926, III, 19, nr. 260 ) • al-BattSni, Opus astronom, ( nşr, Nallino ), II, 39, nr. 1 25; III, 237; al-Farğâui Elemente astron, ( nşr. Golius ), s. 37 ; al-Iştahri (B G A , 1, 59) ; İbn Havjfal ( B G A , II, 114 ); al-MuIjaddasi { B G A , III, 163) ; İbn Fakih ( B G A , V , 99, 105, j i 6 , 12 3 ); İbn Hurdâzbih ( 5 0 ,4 , VI, 78, 98); Çudâma ( B G A , VI, 255' ; İbn Rusta ( B G A , VII, 84,97, al-Farğâni ’den naklen); al-Ya'kübi ( B G A , VII, 327); alMas'üdî ( B G A , VIII, 43, 1 95); Nâşir-i Husrav, Sefer-nâm e (nşr. Schefer ), s. 1 1 ; alîd risi (nşr. Gildemeister, Z D P V, VIII, 1 1 ); İbn Cubayr ( nşr. Wright ), s. 308 v.dd, ; Yâküt, M ı'cnm (nşr. W üstenfeld), III, 433; Şaf i al-Din, M arâşid al-ittila ( nşr. Juynboll ), II, 17 1 ; Abu ’1-Fidâ’ (nşr. Reinaud ), s. 243; a!-Balâ|uri, Futüi} al-buldân (nşr. de Goeje ), s. 116 v.d., 1 43; Yahya b. S a 'id al-A ntâki ( nşr. Rosen ), s. 38 ( = 57 v. d, rusça tercümesi ), Zapiski Imper. A Bad. Nauk ( 1883 ), X LIV ; Haçlı seferleri tarih­ çileri ( Abu ’l-Fida’ , İbn al-A şir, İbn Muyassar, Abu ’İ-Mahâsin, Bahâ’ al-Din v. b.), Recueil des kist. Orient des Croisades, 1 ve III, tür, y e r; Kamâl al-Din, Z u bd a; J. J. Mülier, Historia Merdasidarum (Bonn 1829), s. 12, 40; al-Dimaşki (nşr. Mehren ), s. 2 1 3 ; İbn Battüta ( nşr, Defrémery ve Sanguinetti ), I, 1 30; H alil al-iZâhiri (nşr. Ravaisse), s. 44; al-'Umari, a l-T a 'rif, s. 183 (bk. R. Hart­ mann, Z D M G, *916, s. 38, not 9 ve io); al-K(ai]jaşandi, Şubh al-a'şâ’ . IV, 1 5 3 ; Caetanı, A nnali d e li’ İslâm (1 907) , Il II, §321 , III, §§ 107, 320; Le Strange, Palestine un­ der the Moslems, s. 342—34 5; Lane-Poole, H istory o f Egypt in the Middle A ges (L on­ don, 1901 ), tür, yer ; de Sacy, Exposé de la religion des Druzes, I, s. CCLXXX 1X, CCXC 11, CCCLXXXHI ; Leopold Lucas, Geschichte der Stadt Ty rus zur Zeii der Kreuzzüge ( Berlin, 1 896, . Wallace B. Fleming, The history o f T y re ( Columbia U niversity Oriental Stu

dies, X),New York, 1915, s, 80—132; S. Runciman,.4 H istory o f the Crusades, Cam bridge, 19 5 1, v.dd., bk. fihrist. ( E . HONlGMANN.) S Ü R . [ Bk. s û r .] S Ü R . [B k . sû r .] S Ü R A . [ Bk. sû r e .] Ş U R A . ( Bk. sû r e t .] _ S U R A K A R T A veya S U R A K E R T A , C a v a a d a s ı n d a b i r ş e h i r olup, adını bu şehir­ den alan bir d e v l e t i n de a d ı i d i ; bu dev­ let, ikinci dünya savaşından önce, Hollanda hâkimiyeti altında olan ve Susuhunan ve Mangku-NSgara denilen iki Cava hükümdarı tarafın­ dan idâre ediliyordu. Surakarta, yine iki hü­ kümdar tarafından idâre edilen (A )Yogyakarta ( -kferta) devleti ile aynı zamanda, DSmak ve Pacang devletlerinin çökmesinden sonra, asıl Cava adasının üçüncü müslüman devleti olan daha eski Mataram devletinden çıkmıştır, Ma­ taram ’m gerçekte oldukça sathî ve hârici olan müslümanlık vasfı, resmî olarak, Susuhunan ’111 Mekke makamları tarafından bir müslüman hü­ kümdar gibi tanınmasından ileri geliyor ve panata-gama ,,( İslâm ) dininin teşkilâtçısı" un­ vanında ifâdesini buluyordu. Halk bunun müs­ lüman vasfını tam bir şuur ile bildiği hâlde, devlet bir çok bakımlardan, msl. idâri teşki­ lâtta, Hind-Cava hususiyetlerini taşımakta de­ vam etmiştir. Bunları tâkip eden iki devlet, ihtimâl bilhassa Surakarta hakkında, aynı şey söylenebilir; bu son devlette, bn asrın başla­ rında, tahsilli çevrelerde ve avrupalıların araş­ tırmaları te’siri altında, eski medeniyet için çok canlı bir alâka doğmuştur. 15 7 5 ’te Senapati tarafından kurulan Mata­ ram devleti, Agung ( 1 6 1 3 — 16 4 5 ) zamanında en büyük refah devrini yaşadı. On m halefleri zamanında Hollanda Tieâret şirketinin ( Vereenigde Oost-Indische Compagnie ) nufûzu art­ mağa başladı. XVII. asrın başında kurulmuş olan bu şirket, 1 7 2 5 ’e doğru bütün Cava ada­ sını fiilen hâkimiyeti altına almış idi. 1755 ’te tahta geçecek hükümdarın tâyini hususundaki kavgalar yukarıda bahis mevzuu edilen taksi­ mi, buranın Surakarta devleti ile Yogyakarta devletine bölünmesini intâc etmiş idi. Makamı dâimâ sultan ’m makamından daha üstün sayılan Susuhunan, 1 7 4 4 ’ten itibaren, Sala ( ekseriya Solo yazılır ) kasabasında küçük bir devlet te’sis etmiş idî ; bunun adı, Surakarta, Cava âdetine göre, daha önceki devletin Kartasura (sans. krta— başka mânaları arasında: „geliş­ miş, müreffeh ve cnrc=„kahram an, cesur" ’dan) ’ nın yerini aldı. Bugünkü şehre halk tarafından dâimâ Sala ( avrupalıların ağzında S o lo ) denil­ mekle ferâber, Sala devlet ve kasabasından alı­ nıp, resmî olarak, Surakarta da denildi. Dev­

SÜRAK.A fe t A letin taksiminden az sonra, rakip hükümdar­ lardan biri Susuhunan ’dan ehemmiyetli bir malikâne elde etti ; bu malikane yavaş-yavaş hâkimi, Mangku-Nggaza, resmî olarak Susuhu­ nan ’a tâbî kalan müstakil bir beylik oldu. Surakarta devletinin tarihi, Yogyakar ta dev­ letinin tarihi gibi, arazilerinin devamlı olarak değişmesi sebebi ile, oldukça karanlıktır. Fa­ kat bu devlet gittikçe daha fazla Hollanda te’sirine girmiş ve İslâm âlemi için bir ehem­ miyeti kalmamış idi. Bunu burada bâzı hatları ile kısaca anlatmağa imkân olmadığından, Hollanda dilinde yazılmış olan teferruatlı araş­ tırmalara { bk B ib liy o g ra fy a ) müracaat etmek lâzımdır. Yalnız bir kaç bini avrupalı olan aş.—yk. 130.000 nüfuslu [ 1956 ’da bu nüfus 381.000 idi ] şehir dâimâ Cava medeniyetinin merkezi ola­ rak kalmıştır. Yerli san’at ve sanayi dâimâ bu merkezde tahsil edilmiştir, fakat şiddetli A v ­ rupa rekabeti bunun, Cava için bile, ehemmi­ yetinin çoğunu kaybettirmiştir. Bununla berâber Cava güzel san ’atları ( bilhassa dans ve mûsikî ) dâimâ canlı kalmış ve yerli bilgiler herhen-hemen son zamanlara kadar, dâimâ res­ mî olarak Öğretilmiştir. Son Pueangga (Pucangg a aslında bir râhip demek idi, sonraları bir saray edîbi mânasını a ld ı; Sanskritçe Bkucangg a = „ yılan, yılan şeklinde ejder" ; kelime, tamâmiyle izah edilmemiş olan bir tarzda bun­ dan çıkmış gibi görünmektedir } olan RanggaV a rsita ’nın ölümünden sonra hemen-hemen bütün ehemmiyetini kaybetmiş olan edebiyat şimdi yeniden inkişâf ediyor gibi görünmekte­ dir ve gittikçe yayılan Avrupa harsı te’siri altında bir istikbâle sahip olacağa benzemek­ tedir. 1926 yılında, Hollanda idaresi, Surakarta ’nın Cava medeniyeti için merkezî bir mevki­ de bulunması sebebi ile, burada gayesi bilhas­ sa yeril Öğrencileri klasik şark harsına alıştır­ mak olan orta dereceli bir mektep kurmuştur. Merkezin büyük binaları, burada kendini mu­ hafaza eden eski örf ve âdetleri ile, „bgdaya“ dansları, vayang oyunları ve müteaddit merak uyandıran şeyleri ve eski Cava refahının akisleri ile, bu şehrin en büyük cazibesini teşkil eder. Hükümdarlar, muhtelif hizmetler için, aileleri ile birlikte, sarayda oturan ve sayıları 15.000 kadar tahmin edilen me’mûrlara ve vazifelile­ re sahiptirler. Gerçekte iktidar Hollanda ’nın dâimî temsilcisinin elinde bulunmakta idi ve bu şahıs hükümdar ile aynı derecede sayılıyor­ du ki, bu hususiyet pek çok anlaşmazlıklara sebep olmuş idi. [ Surakarta bugün îndonezya devletine dâ­ hil bir şehîr olup, tâbî yerler ile birlikte nü­ fusu 1956 ’da, 3.700.000 ’den fazla idî. ]

-

S U R A t.

B i b l i y o g r a f y a; Yerli iki devletin tetkiki için şu madde bilhassa kıym etlidir: G . P. Rouffaer, Vorstenlanden ( Encyclopaedie vart Nederlandsch-lndie, i l k b a s k ı , IV, 587«—6536, mühim bir bibliyografya ile). Umûmî mahiyette olarak bk. P. J. Veth, J a v a 2, II, 165 v. dd. (C . C. BeRG. ) S Ü R A T . SU R A T , B o m b a y ’ı n ş i m â l i n d e, 21° 12' ş i m â 1 a r z ı n d a ve 720 50' ş a r k t u l ü n d e , T a p t i ’n i n c e n u p sâh i 1 i n d e, bu nehrin munsabından 10 mil me­ safede k â i n ş e h i r . Coğrafyacı Batlamyus ( m. s. 150 ) Sürat şehrinin mukaddes kısmı olan Pulipula, belki de Phulpâda ticâretinden bahs­ eder. Müslüman müverrihlerdeki Sürat ile ilgili eski kayıtların bu isim ile Sorath (S au râştra) arasında mevcut karışıklık sebebi ile, çok dik­ katle incelenmesi gerekir; fakat 13 7 3 ’te Firüz Tuğluk bu mevkii, B h il’ tere karşı korumak için, bir kale yaptırdı. Yeni şehir rivayete göre, XV I. asrın başında kurulmuştur; bu sırada zen­ gin bir hindû tâcir olan Gopi şehre yeni bir refah kazandırmıştır ve 1514 ’te burası mühim bir liman idi. Portekizliler 15 12 , 1530 ve 153* ’de şehri yaktılar ve şimdiki iiman Gucarât ’lı Mahmüd ¡ 11. ’un hizmetinde bir türk zabiti olan Hudâvand Han_ tarafından «540 ’ta, te’sis olundu ve 1572 ’ de M irza ’ların eline düştü, son­ ra da Akbar ’e isyân e t t i; Akbar burayı muhâsara edip, ertesi yıl zaptetti. Hacca gidenlerin hareket ettikleri liman olduğu için „Mekke kapısı“ ve „Mukaddes liman“ adları ile tanı­ nan şehir, 160 sene, hind-türk imparatorları­ nın idaresinde, müreffeh olarak, kaldı. Bîr İn­ giliz gemisi, İlle olarak, 1608 ’de Tapti munsabında demir atma yeri olan „Svvally Hole" { Suvâli ) ’ye geld i; fakat ingilîzler, Portekiz­ lilerin düşmanlıkları sebebi ile, burada bir ti­ câret sandığı kurmakta büyük güçlükler ile karşılaştılar. Fakat sonunda buna muvaffak ol­ dular ve Thomas R o e ’nin 1 6 1 8 ’de A g r a ’dan getirdiği bir ahidnâme ile durumları te’minat altına alındı. 1664 ’te Ş ivaci, şehri 3 gün yağ­ ma etti, fakat içindekiler tarafından şid­ detle müdâfaa edilen İngiliz ve holtanda ima­ lâthanelerine dokunamadı. 1669 ’dan itibaren Marâtha 1 ar, tabiî bir şey imiş gibi, her yd buraya bir baskın yaptılar, fakat yabancılar kendilerini müdâfaa ettiler. 1687 ’de Bombay, garp sahilinde ingilizterin başlıca tc’sisleri ola­ rak, Sürat ’ın yerini aldı ve 1 7 3 3 ’te müslüman vâli burada istiklâlini ilân etti ; fakat 1759 ’da ingiüzler, Marâtha la rın tasvibi ile, şehrin ida­ resini üzerlerine aldılar ve şehir 1800’de ingilizlerin mülkü hâline getirildi. İngiliz ve Hollanda mezarlığı, H indistan’daki Avrupa te­ şebbüsleri ve ticâreti hakkında ilgi verici ha­

Su r a t tır alar ihtiva eder. [S ü ra t şimdi H indistan’a bağlı bir şehir olup, nüfusu, tâbî yerler ile birlikte 1.800.000 ( 1 9 S 1 ) İdi.] B i b l i y o g r a f y a : Şayh Abu ’1-Fazl, A ’în -i A kbarl (tre. Blochmann ve Ja r r e t t ); A kbar-nâm a\ Hvgoa Nizâm al-Din Ahmed, fabalçâUi A kbarl, bütün bunlar Bengale ’deki A sya cemiyetinin Bibliotheca Indica yayın­ larından; Muhammet! Kâsim Firiştâ, Gulşan-i ibrâhim l (Bombay, 18 32], taş-basması; The Im perial Cazeetter o f India ( Oxford, 1908), XXH 1, 153, 164. (T . W. H aig.) S U R A T . [B k . sü r a t .] S U R A Y C t Y A . [ Bk. sü reycIY e.] S U R A Y Y A . [B k . sO reyyA.] Ş U R A Y Y A M UHAM M ED. [B k. s Or e y y A mehmed .] _ S Û R E . S U R A , K u r ’an ’1 t e ş k i l e d e n b ö l ü m l e r i n a d ı . Bizzat K u r ’an ’da, Me­ dine devresinde nazil olan kısımlarda olduğu gibi, Mekke devresinde nâzit olanlarda da bu isim, Peygambere tebliğ edilen vahiylerin her bir parçasını ifâde eder. Nitekim Peygamberin hasımtarı, K u r ’an ’dakt gibi bir tek sûre meydana getirmeğe, II, * 3 ; X, 38, veya aynı şekilde 10 sûre bulup, getirmeğe, XI, 13, dâvet edilmişlerdir. Kelime, X X IV , 1 ’in başlığı gibi bulunmaktadır: ,,( Bu ) indirdiğimiz ve farz kıl­ dığımız, içerisinde açık deliller ( SySt ) bulu­ nan bir sûredir..."; X ,64 ’te şöyle denilmektedir : „Munâfikün, katplerindekini haber verecek bir sûrenin indirilmesinden korkarlar..." ; IX, 86 ’da A llaha imanı ve resulünün beraberinde cihâdı v. b. emreden bir sûrenin indirildiği zikredilir. IX, 124, 127; X LV 11, 20, bir sûrenin imân eden ve etmeyenler üzerindeki farklı te ’sirlerinden bahseder. Bu vaziyete göre, muhteva bakımın­ dan sûre kelimesi, K ur ’an tâbirinin başlangıçta ifâde ettiği mânâsı ile aynıdır, fakat dilin daha sonraki kullanılışında iki kelime biribirinden ayrılm ıştır: „ K u r ’an" yazı İle tesbit edilmiş ve bir araya getirilm iş vahiylerin adı olmuş, „sûra“ ise, başlangıçta her biri bîr vahye de­ lâlet eden, fakat sonra K ur ’an ’ ın bir çok vahiy­ ler veya vahiy parçalarından teşekkül eden kı­ sımlarını ifâde için kullanılmıştır. Bu kelimenin, menşe’ini göstermek için ya­ pılan tecrübelere rağmen, nereden geldiğini bilmeyoruz. Nöldeke bu kelimenin yeni-ibıânî şura „s ıra " olduğunu kabûl etmek İster. Fakat satır“ mânâsında izah edilse bile, bu açıklama bizi kelimenin ilk mânâsına götürmez. Siîra ke­ limesinin süryânice surtâ ( Şurtâ, sürta ) „yarı satır, yazı parçası“ kelimesinden türetilmesi R. Bell, The O rigin o f İslam in its Chiristian Environment ( London, 1926), s. 52, not ’da teklif edilmektedir. XXIV, 1 ’e göre bir sûrenin

sü re!

bir çok Syât ’1 içine alması bu faraziyenin ak­ sini iltizâm eder. Belki kelime, Peygamberin, muhteviyatı kendisine parçalar hâlinde gönde­ rilen semavî kitaptan ( al-Kitâb ) yaptığı tebliğ ile ilgilidir. Bu şekilde „parça, kısım " v. b. bize kelimenin sonraki kullanılışına uygun bir mânâ verebilirdi, fakat böyle bir mânânın mevcudi­ yeti lisaniyat ile isbât edilemiyor. Zîrâ H, Hîrschfe ld ’in kelimenin yahudice seder ’in değişmiş şekli o'duğuna dâir faraziyesı pek az muhtemel dır. Lüzûmunda sara „tırmanmak, üzerine sıçra­ mak muzaffer olup hüküm ve te ’siri altına al­ mak“ ( msl. şaraptan bahsederken), bizi, Sniden hükmü altına alan s â r a ’ye götürebilirdi, fakat sara ’den türetilmiş olarak sûra değil savra kullanılır. K u r ’an 114 sûre ihtiva eder. Bunlardan ilki al-Fatiha [ b. bk.], sondan ikisi ise, istiâzelerdir ki, giriş ve hatimeyi teşkil ederler. Bu sû­ reler geri kalanlar ile oldukça az bağlıdırlar. Bu husûsun İbn MasTıd ’un mushafuıda bu üç sûrenin bulunmayışını izah edebileceğini dü­ şünenler mevcuttur. Başlangıçta, bu sahada, ’Ubayy ’in mushafmda, umumiyetle kabul edi­ lenlerden başka iki sûrenin daha bulunduğu fikri vardır. Her ne kadar muhtelif mushaflarda aynı sıralama esâsı gözetildiği anlaşılıyor ise de, sûrelerin sıra tertibi sâbit değil idi. Bunlardan başka, sûrelerin adları, biribirlerinden ayrılış şekilleri ve bâzılarının başlarında bulunan harfler ( al-lıu rû f al-m ukatta'a) için bk. mad. KUR’AN. B i b l i y o g r a f y a : al-Suyüti, al-ltkön ( Kahire, 1287 ),tür. y e r.; Nöldeke, Geschichte de s Qorans, s. 24 v.d., 227 v. d., 320 v.dd., 2. tabı (nşr. Schw ally), I, 30 v.d ., !I/ ı, 30 v. d d ,; H. Hirsehfeld, Nevi Researches into the Composition and Exegesis o f the Qoran (19 0 2), s. 2. ( F. B u h l. ) S Û R E T . ŞÛ R A (A.), S û r e t , ş e k i l , g ö ­ r ü n üş , b i ç i m , msl. sürat a l-a ri ( „yer-yüzü­ nün şekli “ ), y ü z, r e s i m ( aş.-b k .). Taşâvîr daha ziyâde „resimler" mânâsına gelir. Şû ra ile taşâvîr kelimelerinin arasındaki münâsebet İbranî clemüt ve selem kelimeleri arasındaki münâsebet gibidir. İnsanların, Allahın selem ’ine göre yaratıldığı hakkında Kitab-ı Mukad­ des ’te bulunan fikir ( Tekvin, I, 27 ), çok muh­ temel olarak, hadîse geçmiştir. Bildiğim kada­ rına göre, mutâd hadîs dergilerinde üç hadîste bulunur. Bunun tefsiri çok tereddütlüdür, ve umûmiyetle hıristiyan ilahiyatının yukarıda anı­ lan Kitab-ı Mukaddes parçasına tercihen at­ fettiği telakkilere hemen-hemen hiç uymaz, alBuhâri, Isti’zân, bâb ı ( krş. Muslim, Canna, hadîs 28 ) ’de şöyle denilir : „A llah Adam ’i ken­ di şûra ’sine uygun olarak { ’alâ ) yarattı, boyu

SÛ R E t. 60 zira’ idi“. Bu hadîs hakkında Kasjallâni (IX , 144 ) aşağıdaki fikirleri söyler : „ Kendi ve ten* d işi" zamirleri Adam ’e gider ; şu hâlde manâsı şöyledir : Allah Adam ’i şura ’sine, yâni Adam ’in kendi biçimine göre, başka tâbir ile, mükem­ mel ve tamimiyle mütenâsip bir şekilde, „y a ­ rattı“ ( bk. bir de Lisân al-arab, VI, 143 v.d). Fakat başka izahlar da vardır: „A llah yüzünü ve ona benzeyenlerin hepsinin yüzünü çirkinleştirsin, dememek lâzımdır, çünkü Allah A dam ’i kendi sara ’sine göre yarattı“. Bu hadîste -si ek zamiri açıkça A llaha gider. Başkaları şöyle der­ ler : ek zamir A llaha gider, çünkü bir hadîste : „Allah A d am ’i Rahman’m suretinde yarattı" denilir, yâni Allah ona, kendi sıfatları kabil -i mukayese olmamakla beraber, ilim, hayat, duy­ ma, görme v. b. gibi kendi sıfatlarını vermiş­ tir. Bu hadîsin şerhi ve izâhı hususunda şâri İl­ ler iki zümreye bölünmüştür: bu zümrelerin biri, A llahı insana benzetmek korkusu ile, her türlü izah ve açıklamadan çekinir; ötekisi ba­ his mevzuu ifâdeyi Adam ’in güzellik ve kemâ­ line bir telmih olarak ( at-Navavi ’nin dediği tizere, nâfcat A llah , bayt Allah g ib i; aş. b k .), bir iia fa l takrim va i a ş r i f ’i şeklinde izah ederler.—Ç asiallâni ’nin söylediği İşte budur. Hadîsin bulunduğu ikinci yer Müslim, B irr, hadîs 115 'tir : „insan kardeşi ite döğüşürse, yüzünü korumalıdır, zîrâ Allah A d a m ’i kendi şura ’sine göre yaratm ıştır". al-Navavi ’nin bu hadîs hakkındaki şerhi kısmen bir az önce zikretmiş olduğumuz K astallân i’nin şerhine benzer. Bu şerhten yalnız şu parça burada zik­ redilecektir : „al-M âziri der : İbn Kutayba, bu hadîsi olduğu gibi harfiyen almakla, yanlış şcrhetmiştir. O der ki : Allahın bir şura ’si vardır, fakat bu başka sunar ( „sû re tle r") g i­ bi değildir. Bu açıklama açıkça yanlıştır, Z î­ râ şûra mefhumu mürekkep bir şey fikrini gerektirir, ve mürekkep olan şey de yara­ tılmıştır ( muhdaş ); fakat Allah yaratılmamış­ tır, o hâlde Allah mürekkep değildir, o hâlde muşavvar değildir. İbn K u ta y b a ’nin açıklama­ sı, Allahın bir vücûda olduğunu, fakat bu vü­ cûdun başkaları gibi olmadığını kabûl eden Müşebbihenin, Allahı insanlara benzetenlerin açıklamasına benzer. Bunlar süısnîlerin şu be­ yanlarına dayanırlar : yaratıcı bir şeydir ( ya y ' ), fakat başkaları gibi bir şay’ değildir. Fakat bu, yanlış bir kıyâsî muhakemedir, zîrâ, y a y bir şeyin ve onunla ilgili her şeyin hadis ol­ duğu ( hudûs ) fikrini gerektirmez. Cisimler ve sürat bilâkis terkip, bir araya gelme fikrini ve bir de hıudüş ’1* gerektirir", v. b. Bundan başka t a s v i r l e r i n y a s a k e d i l ­ m e s i ile ilgili olması bakımından şura m e f h u m u n u tetkik etmemiz gerekir; bu İslâm Ansiklopedisi

49

yasak, garpta bilindiği nisbette, ekser İslâmî müesseselerİn çoğunda olduğu gibi, K ur'an ’a irca edilmektedir. Bu telakki, İslâmiyet ile alâ­ kalı pek çok yanlışın bir kısmını teşkil ediyor İse de, resimlerin yasak edilmesinin K u r 'a n ’da ifâde edilmiş olan bir fikre dayandığını kabûl etmemiz gerekir. Kur'an dilinde şavvara ( „su­ ret, şekil vermek" ), bara’a ( „yaratm ak“ ) ’nin müteradifidir. K u r'a n , VII, 1 0 ’d a: „Ve bizsizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra melek­ lere dedik..."; K ur'an, III, 4 : „Annelerin karın­ larında size istediği gibi şekil veren odur". K ar 'an, X L, 66 : „Yer-yüzünü size oturacak yer, göğü bir kubbe yapan, sizi yaratan ( şekillen­ diren ) ve şeklinizi güzel yapan A llahtır" i krş. K ur 'an, L X 1V , 3 ). K u r ’an, LIX , 2 4 ’te Allaha a l-ljâ lik , al-B â ri’, al-M uşavvir, yâni al-Bayzâv i ’ye göre, „kendi hikmetine uygun olarak, eş­ yayı yaratmağı kararlaştıran, onları hatasız yaratan, irâdesine uygun olarak, sûret ve va­ sıflarını var eden" denilmiştir. Böylece bu âyetlerde „şekil vermek, sûret, biçim vermek" ile „yaratmak, var etmek" mef­ humları arasında devamlı bir müteradifliğin mevcut olduğu görülmektedir. K u r’an ’a göre, Allah büyük yaratıcıdır ve hadîste ifâde edilen aşağıdaki şu düşünce bu­ na bağlıdır: insan şeklinin resmini yapan bü­ tün insanlar Allahın taklitçisidir, ve böyle ol­ maları bakımından, cezaya m üstahaktırlar: „A llah kıyamette bir resim yapandan, cezâ olarak, yarattığı şeye hayat vermesini isteye­ cektir ; fakat o buna asiâ muvaffak olamaya­ caktır" ( Buhâri, Büyü', bâb 10 4 ; Müslim, L i­ bâs, hadîs, 10 0 ). „Bu resimleri yapanlar kıya­ met gününde kendilerine, —Yaptığınızı canlan­ dırınız, denilerek, cezalandırılacaklardır" ( Bu­ hâri, Tavhid, bâb 56 ), „Allahın kıyamet gü­ nünde en şiddetle cezâlandtracakları, Allahın yarattıklarını taklid edenlerdir" (Ahmed b. Hanbal, VI, 36 ). Bu taklidcilere yaratıkların en kötüsü denilmektedir ( N asâ’i, Masâcid, bâb 13 1, onlar Peygamber tarafından te l’in edilecekler­ dir (Buhâri , B u y u , bâb 25 ), bunlar müşrikler ile beraber muamele göreceklerdir ( Tirmizi, Cahannam, bâb 1 ). Melekler, içinde resimler, köpekler ve tahir olmayan mahluk bulunan ev­ lerden kaçarlar ( Buhâri, B ad' al-halk, bâb 17 v.b.). Bu son hüküm şu son hikâye ile daha çok belirtilmiştir : ‘ Â ’işa, bir gün üzerinde insan re­ simleri bulunan bir minder ( numrufça ) satın almış idî, Peygamber dışarıdan bu minderi-gö­ rünce, girmeden kapının yanında, ayakta kal­ dı. ‘Â ’işa yüzündeki memnuniyetsizliği okudu ve şöyle dedi: „E y Tanrı elçisi, pişman o’ arak A llaha ve resûlüne yöneliyorum, ben ne gü­ nah işledim ? " P ygamber cevap verd i: „Bu 3

S Û R E Î. yastık ne r “ ‘Â 'iş a : „Bunu senin için, üzerinde oturasın ve yastık olarak da kullanasın diye satın aldım.“ dedi. O zaman Tanrı elçisi cevap verdi ı „Resmi yapanlar cezalandırılacaklar ve onlara şöyle denilecek: — yarattığınızı canlan­ dırınız.“ ve ilâve e t t i: „İçinde resimler bulu­ nan bir ev aslâ melekler tarafından ziyaret edilmeyecektir" ( Müslim, Libâs, hadîs 96 ; krş, 85, 87, 9 1—99; Buharı, Libâs, bâb 96; Ahmed b. Hanbaî, VI, 1 ya ). Rivayete göre, Peygam­ ber K a b e ’deki resim ve heykelleri bizzat k al­ dırmıştır ( BufcSri, M ağâzi, bâb 48 ). Bu ha­ dîse s İra ’de de anlatılır. 'A li şu hâdiseyi an­ latmıştır : „Peygamber ile birlikte, Kâbe ’ye gitmek üzere, yola koyulduk. O raya varınca, Allahın elçisi bana d ed i: —Otur. Sonra omuz­ larım üzerine çıktı ve ben ayağa kalktım. F a ­ kat benim kendisini kaldıramadığımı görünce, indi, oturdu ve bana d ed i: — Omuzlarıma çık. O zaman omuzlarına çıktım, ayağa kalktı ve bana öyle geldi ki, istese idim göğe ulaşabi­ lirdim. Sonra Kâbe ’nin damı üzerine tırman­ dım, burada bakırdan ve tunçtan bir heykel var idi. Sonra onu sağa, sola, ileri, geri ite­ leyerek çatıdan ayırmağa çalıştım, nihayet onu yerinden çıkardım. O zaman Allahın elçisi ba­ na şöyle bağırd ı: —Onu yere at. Attım ve bîr şişe nasıl parçalanır ise, o da öyle parçalandı. Damdan indim ve Peygamber ile birlikte, bir evde saklanmak için kaçtık, zîrâ bir kimsenin bizi fark etmesinden korkuyorduk" (Ahmed b. Hanbal, 1, 84; krş. 151). Ş e r i a t bir r u h ’a sahip olan canlı mah­ lûkların resimlerinin yapılmasını meneder, Navavi Müslim ’in Sahih ’i üzerine yazdığı şerhte (Kahire, 1283, IV, 443 Libâs, hadîs 8» mü­ nâsebeti ile, şu hulâsayı verir : „Bizim mezhe­ bimizden âlimler ve başka 'ulam a’ şöyle der­ le r: canlı varlıkların resimlerini yapmak şid­ detle menedilmiştir ve bu, büyük günahlardan­ dır, zîrâ bu günah, hadîslerde anılmış olan ağır ceza ile cezalandırılır. Resmi yapanın bunları ehemmiyet vermeden kullanılan eşya üzerine veya başka şeyler üzerine yapması mü­ him değildir; haram, resmi yapmanın kendisi­ dir, zîrâ bu, Allahın yaratıcılık işinin bir tak­ lididir. Bu noktadan hareket edilir ise, resmin bir elbise, bir halı, bir sikke, bir vazo, bir duvar veya her hangi başka bir şey Üzerine yapılması farksızdır, iş aynıdır." „A ğaç, deve semeri ve başka şeylerin resim lerini yapmak menedilmiş değildir; fakat hay­ vanların resimlerini yapmağa cevaz verilme­ miştir. resim yapmak hakkmdaki şeriat hü­ kümleri bu kadardır" „Üzerlerinde hayvan resimleri bulunan eş­ yanın kullanılmasına da dikkat edilm elidir:

bu resimler, bir duvara asılmış, giyilen bir elbise veya başa bağlanan bir m endil veya bir dereceye kadar ehemmiyet verilen bir eşya üze­ rinde iseler haram ’dır. Fakat bu resimler, üze­ rine basılan halılar, minderler, yastıklar ve benzer işlerde kullanılan başka şeyler üzerinde İseler, haram değildir. Melekler, içinde böyle eşyanın bulunduğu evlerden kaçarlar; inşallah bir az sonra bunlardan bahsedeceğiz." „Bütün bu hâllerde yapılan şeylerin bir göl­ gesinin olmasının veya olmamasının ehemmi­ yeti yoktur. Bâzı eski fakîhler derler ki, göl­ gesi olan tasvirler menedilmiştir ; bütün baş­ kalarına cevaz verilmiştir . . . Fakat bu yanlış bir görüştür. Peygamber perde üzerine. yapıl­ mış olan resmi şiddetle takbih eder, hâlbuki hiç şüphesiz bunun gölgesi yoktur. Ne olursaolsun bütün resimleri meneden Öteki hadîs­ lerin hepsini göz Önünde bulundurmak lâzım­ dır." „al~Zuhri der ki, resimler, üzerine resim ya­ pılmış eşyaları kullanma veya içinde resimler bulunan bir eve girme istisnasız olarak menedilmiştir ; bu resimlerin bir giyeeek üzerine işlenmiş olup-olmamasınm, bir duvar üzerinde, bir elbise üzerinde, alelade bir işte kullanılan bir halı üzerinde olmasının ehemmiyeti yok­ tur; bu menetme, hadîslerin ve hususiyetle M üslim’in bahsettiği numruka („m in d er") hadîsinin ( yk. bk.) nassına dayanır. Bu çok sağlam bir görüştür. Başkaları d erler: ister alelade bir işte kullanılsın, ister kullanılmasın, ister duvara asılmış olsun, ister olmasın bir giyecek üzerine işlenmiş olan resimlere cevaz verilir. Gölgesi olan tasvir ’ler, duvarlara veya benzer şeyler üzerine yapılmış resimler, etraf­ ları İşlenmiş olsun veya olmasın makrûk sayı­ lır. Bunlar bu görüşü hadîsin bahis mevzuu bâb ’ında bulunan bâzı hadîslere istinad etti­ rirler : „Bir giyeeek üzerine işlenmiş olanlar­ dan başka fikri, Kâsim b. Muhammed’in gö­ rüşüdür." . İcma bir gölgesi olan ia ş u /r’leri meneder ve bunların tahrip edilmesini vâcib sayar. K a­ dı ( ' î yâz ) der ki : „Bununla beraber küçük kızla­ rın oynadığı ve oynanması câiz olan bebekler istisna edilir“. Buna karşılık M âlik, bir ada­ mın kızı için oyuncak bebek almasını makrüh sayar. Bazıları ise, bu bebeklerin oyuncaklar gibi, hadîsler ile yasak edildiğini iddia eder­ ler. . . (s. 447 v.d.). Bu hadîsler hayvanların resimlerinin şiddetle mene dildiğini gösterir. Fakat ağaçların ve ruh *u olmayan başka ben­ zer eşyanın resmini yapmak ve bundan bir kazanç elde etmek menedilmiş değildir. Bu bakımdan meyva veren ağaçlar^ diğerleri gibi­ dir. Bu, meyva veren ağaçların resimlerinin

SÛRET

yapılmasını mekruh sayan Mucahid müstesna, bütün 'ulama* ’nın görüşüdür. Kadı ('tyaz) der kî : „Y alnız Mucâbid bu görüştedir. O şu hadî­ se dayanır : Benim yarattıklarımı taklid eden­ den daha çok zâlim ve haksız bir kimse var mıdır? (Müslim, Libâs, hadîs l o i ; Buhâri, Tavhid, bâb 56 ); buna karşılık başkaları şu hadîse dayanırlar : O zaman size denilecek : —yarattığınızı canlandırınız ( ahyü }, zîrâ ahyü bir ruh ’u olan hayvanlar yaratınız manasına­ dır“ .— Navavi ’nin fikirleri böyledir. Fakat bu yasak şarap hakkındaki yasak gi­ bidir ; kelâmî ve fıkhî görüşe rağmen, kaide­ lere muhalefet edildiği hâller nâdir değildir ; yalnız 'Amra [ b .b k .]’deki hamamın salonun­ daki renkli duvar resimleri, İran ve türk yaz­ malarının minyatürleri düşünülsün. Hattâ Pey­ gamberi hayatının sonunda tasvir eden resim­ ler vardır. Bununla beraber müslüman millet­ ler arasında resim ve heykelin çok miktarda bulunmadığı da inkâr edilemez. Arabesk nakış­ lar ve hattatlık bir dereceye kadar bunların yerini almıştır. Stryzgowsky müslüman san’atmda insan şekillerinin bulunmamasını, bunun başka sebepler ile, içinde insan şekli bulun­ mayan başka bir san’atın te’sirinde kalınması ile izah etmeği denemiştir. Fotoğrafa karşı da uzun zaman itirazlar yapıldı ( bk, Snouck Hurgronje, Verspreide Geschriften, 11, 432 v.d.). Şimdi umûmiyetle bu endişeler bertaraf edilmiştir. Bugün bütün İslâm âleminde, Avrupa ’dakiler gibi, resimli mecmualar yayınlanmakta, şehir ve kasabalara heykeller dikilmiş bulunmaktadır. Bununla be­ raber eski fikirler tamâmiyle kaybolmuş de­ ğildir. Chauvin, bâzı müslümanların fotoğraf çektirmeğe karşı duydukları istikrâhm Örnek­ lerini sayar; bunun şimdiki garpta da benzer­ leri vardır. Garpta bâzı fotoğrafı çekilenlerin kendilerinden bir şeyler gaspedilmiş hissi ile fotoğraf çekenlere mâni olmağa çalıştıkları vakidîr, Şûra kelimesinin felsefî mânâsı hak­ kında bk, mad. MADDE. B i b l i y o g r a f y a ; Th. W. Juynboll, Handleiding tot de kennis van de mokammedaansche wet ( Leyden, 1925 ), s. 157 v.dd.; V. Chauvin, La défense des images chez tes Musulmans ( Annales de l ’Acad, d’arch. de Belgique, 4. seri, VIII, 229 v. dd. ; IX, 403 v.dd.}; Snouck Hurgronje, Verspr. Gesch­ riften , 1!, 88; ayn. mil., K u şejr 'A m ra und das B ildetverbot ( Z D M G, L X 1, 186 v. d d ,= Verspr Geschriften, II, 449 v.dd.); ayn. ml!., Mekka, II, 219 ve not 3 ; A, j . Wensinck, The Second Commandment ( Med. Aie. Amst., LIX, seri A , nr. 6); Lammens, L'atti­ tude de l'islam p rim ritif en face des arts I

SURtYË.



figurés ( J A , 19 15, 11. seri, VI, 239 —279); Goldziher, Zut islam. BilderVerbot ( Z D M G, 1920, L X X 1V , 288); hadîs araştırmaları vesi­ kaları için bk. Wensinck, Handbook o f E a rly Muhammadan Tradition (Leyden, 1927), images kelimesi ; fıkıh kitapları : Abü Ishak al-Şirâzi, Kitâb al-tanbih ( nşr. A . W. T. juynboll ), Leyden, 1879, s. 206 ; İbn Hacar al-Haytami, Tııkfa (Kahire, 12 8 2 ), III, 2 1 5 ; Gazali, Kitâb al-vacız (Kahire, 1 31 7) , II, 36. ( A . J. W e n s in c k .)

S U R İY E . a l-S Ö R IY A , a l-S Ü R ÎY A , SÖRÎY A , Akdeniz ’in şark sahili ile şimalde Ana­ dolu, şarkta Fırat nehri ve cenupta Arap çö­ lü ( Bâdiyat al-'Arab ) ile çevrili bölgenin adı olup, müslümanlar, fethettikleri zamandan be­ ri, buraya Bilâd al-Şa’m ( a l - Ş i m) veya yal­ nızca al-Şa’m ( a!-Şâm } demişlerdir. Çok eski devirlerden beri, Suriye ve F ilistin ’in sükûnet bilmeyen komşuları olan bedeviler, „şarap ve mayalı hamur [ ekmek ]" memleketi olan bu böl­ genin verimliliği ite cezbedildiklerini hissedegelmişierdir. Bunlar bâzan bütün kabileler, bâzan da küçük zümreler hâlinde çölün sınırında bulunan araziye sızmak imkânım bulmuşlardır. Bu bedevi unsur (m. s.) II. asırdan itibâren, bura­ da Himş, Palmyra ve Petra ’da hükümdarlıklar kurdular ; pek kısa bir süre içinde Sariye di­ lini ve medeniyetini benimsediler, V. ( m.s.) asır­ da Gassâni emirleri ( phylarchos [ krş. mad. GAR­ SAN ] ) Suriye limes ’inin korunmasını üzerle­ rine atmış bulunuyorlardı. Bunlar kısa bir za­ manda hırısti yanlığı kabul ettiler, V!. ( m. s.) asırda Suriye-Arabistan sınırlarında göçebe ha­ yatı süren Bani Kalb, Bani Lahm ve Bani Cüzam ( bk. madd.] da aynı şekilde davrandı, Bani Kalb hakkında tevsik edilmiş olduğu gibi ( A ğanı, X X, 127), bu Suriye arapları da hiç şüphesiz Şafâ lehçesine akraba olan ve arap­ ça ve âriimî ifâdeler karışımından ibaret bu­ lunan bir nevî sabir dili konuşmakta idiler. Bu zümrelerin hiç birisi hicretten önce büyük bîr arap şâiri yetiştirmemiştir. Bunların hepsi kendilerini süryanî addetmekte olup, Necd ve Hicaz arapları ile sadece ticaret münâsebetle­ ri idâme etmekte idiler, Mu’ta [ b. bk,], sava­ şında bunlar bizanshlar safında oldukları hâl­ de, Medînelilere karşı savaşmışlardır, S u r i y e ’n i n m ü s l ü m a n l a r tara­ f ı n d a n f e t h i . Peygamberin ölümü ( 13 rebiütevvel 1 1 —8 hazîran 632) ve Abü Bekr ’in hâlife seçilmesi, Arabistan ’da kabilelerin İslâm devletinden ayrılmalarını, Ridda ’yi do­ ğurdu. Bundan bir yıl sonra Medine etrafında bu isyanın kanlı bir şekilde (.astınlmasina iş­ tirak etmiş olan bedeviler arasında bir çok zümreler teşekkül etmiş bulunuyordu. Bunlar

SÜR İYE. Peygamberin vermiş olduğu bir emre uyarak, Suriye istikametine yöneldiler. KftysSriya ku­ mandanı Sergius, bedevilerin mûtâd bir bas­ kın hareketi ile kıırşı-fcarşıya bulunduğu zannı ile, bu zümrelere karşı acele silâhlandırıl­ mış sâdece bir kaç yüz kişilik bir kuvvet ile yürüdü. Lût denizinin garbinde, at-'Araba va­ disinde toplanmış olan araplar ile karşılaştı. Sayı azlığından mağlûp olan bizanslılar dağı­ larak, kaçtılar ve Daşina yanında ikinci bir bozguna daha uğradılar. Sergius, kaçarken, maktul düştü (29 zilkade 12 = 4 şubat 634). İmparatorluk makamları yeni birlikler toplar­ ken, araplar da M edine’den takviye kuvvetle­ ri atmakta idiler. Bunlar, sür’atlo İrak ’tan bu­ raya gelmiş olan Hâlid b. al-Valid ’in kuman­ dasında, düşmanlarını Kudüs ile Baytcibrİn arasında, Acnâdin ( Acnâdayn ) savaşında kan­ lı bir mağlûbiyete uğrattılar (28 cemâziyelevvel 13 = 30 temmûz 634 ). Mağlûplar, Baysan bataklıkları gerisinde yeniden tutunup, toplan­ mağa gayret ettiler ise de, buradan atılarak Ürdün ırmağım geçtiler ve Fihl (P e lla) ya­ nında yeniden bozguna uğratıldılar. Filistin artık imparatorluk için, kesin olarak kaybe­ dilmiş bulunuyordu. 14 yılı muharreminde { mart 635 ) araplar Dimaşk sûrları önüne ulaştılar. Bizans askerî birliklerinin terkettiği şehir ahâlisi müteakip receb ayında ( ağustos/eylûi ) teslim oldu. Heraklios ’un toplamış olduğu ordu iş-işten geç­ tikten sonra geldi. Araplar Câbiya ’de toplan­ dılar; bundan sonra Ü rd ü n ’ün şarktaki kolla­ rından birisi olan Yarmük ’un arkasında mevzî almak üzere geri çekildiler. Bizans ordugâ­ hında ermeni birlikleri arasında bir ayaklan­ ma oldu. Savaşın ortasında, suriyeli araplar tarafından terkedılen imparatorluk birlikleri tam bir bozguna uğradılar. Bu, 15 ( h ) yılının 12 receb günü ( 20 ağustos 636 ) Suriye ’nin âkıbetini kesin olarak tâyin etti. Şimalî Suriye ’nin ve Fenike sahilinin fethi bir tâlim yürü­ yüşünden farklı olmadı. A skerî birliklerin terketmiş olduğu şehirler umÛmîyetle haraca bağlandı. Hiç bir tarafta ciddî bir mukaveme­ te rastlanmayordu. Bu gerçekten, al-Bâlazuri ’ nin zarifâne ifâdesine uygun bir fa th yasir („k o lay bir fetih ") olmuş idi. Kudüs ancak 17 ( 638) senesinde düştüğü gibi, K aysâriya do, zaman-zaman az veya çok bir müddet in­ kıtaa uğrayan 7 yıllık bir kuşatmadan sonra, bir yabudinin ihaneti ile, sukut etti. ( 19 =640 ). Filistin ’in son sahil mevkilerinin teslim ol­ malarından sonra, artık fethe tamamlanmış nazarı ile bakılabilirdi. K udüs’ün tesliminden kısa bir müddet önce halîfe *Omar, Yavm al-Câbiya [ b. b k .]’ye

( „C âbiya toplantısı" ) başkanlık etmek üzere. Suriye ’ye geldi. Burada Suriye ’nin teşkilât­ landırılması hususları müzakere olundu. 18 yılı 'Amvâs- [ b. bk. ] ’da çıkan veba salgını ile mâruftur. Dimaşk valisi olan Yazid b. A bi Sufyân bu salgına kurban gitti. Yerini karde­ şi Mu'âviya aldı. ’Omar fatihler ile mağlûplar arasındaki siyâsî bakımdan eşitsizliği muhafa­ za etmek bakımından pek titiz davranmıştır. Mağluplar, Zim m i, yâni himayeye alınmışlar sınıfını teşkil ettiler, imtiyazlı arap ırkı ise. askerî ve aylıklı bir aristokrasinin gövdesin' teşkil edeceklerdi. Suriye aşağıdaki cund vey: askerî idâre birliklerine ayrıldı : Dimaşk. Himş Filistin, al-Urduan (Ürdün eyâleti). Yazid 1. sonradan Şim alî Suriye için Cund Kinnisrin ’i bunlara ilâve etmiştir. En ehemmiyetlisi C â ­ biya olan askerî karargâhlarından fatihler ül­ keyi ve vergilerin toplanmasını murakabe et­ mekte idiler. Zim m i’ler arazi vergisinden baş­ ka bir de baş vergisi ödüyorlardı. Diğer fetholunan eyâletlerde olduğu gibi, Suriye 'de de teşkilât „tebeayı istismar gayesi ile yapılan bir askerî işgal sınırında kalmakta idi. A rap­ ların idaresi mâliyeye münhasır kalıyordu; divanları bir hesap divanından ibaret idi" (Wellhausen, Das arabische Reick und sein Sturz, s. 20; türk, trc. Fikret Işıltan, A rap devleti ve sukutu, Ankara, 1963, s. 15 ) . ‘Osman ’m hilâfeti sırasında bütün Suriye Üzerine teşmil edilen vâliliğinin ilk zamanla­ rından itibaren Mu'âviya. siyâsî bakımdan, arap yarim-adast bedevilerinden daha olgun olan Suriye kabilelerine istinat etmek mecbu­ riyetinde olduğunu bilmekte idi. Onun askerî harekâtı hakkında bk, mad, MU'ÂVİYA. 'O s­ man ’m halefi olan ‘A li onu azletmek istedi Suriyeliler valilerinin tarafını tuttular. Suri­ yeliler ile İraklılar arasında cereyan eden Şitfin savaşı neticesiz kaldı. Bu sebeple, iki ta­ raf arasında bir hükme varmak üzere, hakem­ ler tâyin olundu. Bunların Azroh [ b. bk.] ’daki müzâkereleri de hiç bir netice vermedi ( şa­ ban 37 = kânun II. 658). Mu'âviya, kendisi için başarı sayılabilecek olan bu durumu istismar ederek, baş yardımcısı ve kumandanı olan 'Amr b. a l- 'A ş ’1 M ısır’1 zaptetmeğe gönderdi. 17 ramazan 40 (24 kânûn 11. 6 6 1 ) ’t a ‘Al i bir H â­ ricinin hançerine kurban gitti. Bu sûretie ar­ tık rakibi için meydan serbest kalmış olu­ yordu. . E m e v î l e r d e v r i n d e S u r i y e . Mu'â­ viya bir hânedan, Em evî hanedanını, te’sis et­ meğe hazırlanmak için, bu güne kadar bekle­ miş değildi. Hanedanın daha eski koluna, Mu'â­ viya'nin babası Abü S u fy â n ’a nisbetle Sufyâni, daha muahhar ve. Marvâtı b. al-Hakanı

SURİYE.

tarafından kurulan koluna ise. bu zata nîsbet ile, Marvâni ’ler denilmiştir. M u' & v i y a Kudüs ’te, Suriye ’nin askerî bir­ li kieri ve emirleri tarafından ittifak ile halîfe ilân olunmuş id i; devletin idâre merkezini Me­ dine ve K ü f e ’nin yerini alan Dim aşlj’a nakl­ etti. Farkında olarak veya olmayarak yapmış olsun, bu hareketi ile hilâfetin ağırlık mer­ ice/.i Suriye ’ye kaymış oluyordu. Bedevîle'¡n haksız olarak ellerinde bulundurdukları -Hinlük, boylece, altından bir daha kalkama, uçağı bir darbe yemiş oldu. Mu'âviya bun­ ların yerine Suriye yerli arapiarının üstünlü­ ğünü te’sis etmiş ve bunlar Emevî hâkimiyeti devrinde, devlette birinci rolü oynamışlardır. Mu'âviya İstanbul ’u 3 defa kuşattı. 'Omâr b. al-H atiâb yanında hilâfetin gerçek kurucusu ve teşkilâtçısı olan bu hükümdarın siyâset ve seciyesi hakkında bir hükme varmak için bk. mad. MUAVİYE. M u'âviya, Dim aşk’ta, takriben 75 yaşında iken, Öldü (receb 6o = nisan 680). Onun oğlu ve halefi otan Y a z i d I., babası­ nın kiyaseti sayesinde, o kadar uzun zaman önlenmiş olan isyana karşı harekete geçmek zorunda kaldı. Husayn b, ‘Al i ile Peygamberin dul zevcesi 'A ’işa ’nin yeğeni ‘ Abd Allah İbn al-Zubayr, Yazid ’e bi’ati reddederek, doku­ nulmazlığı bulunan M ekke’ye kaçtılar, Husayn burasını terketmiş ve lo muharrem 6 ı ( io teş­ rin I. 68o) ’de Kerbelâ ’da şehid edilmiştir [ bk. MAŞHAD HUSAYN]. Medine bunun üzerine S u ­ r iy e ’den yüz çevirdi ve Medine ahâlisi Ya2İd *in hilâfetten azlini ilân etti. Başarısız kalan müzakerelerden sonra, Yazid tekrar silâha dav­ ranmak zorunda kaldı. H arra savaşında mu­ zaffer olan Suriyeliler İbn al-Zubayr ’in istik­ lâlini ilân ettiği Mekke ’ye doğru ilerilediler. İbn al-Zubayr ’in karargâhı büyük mescid için­ de idî. Saplar ile kaplı bir ahşap iskele K a­ be ’yi Suriyelilerin mancınık atışlarından koru­ makta îdi. Mekkelilerden birisinin bir dikkat­ sizliği yüzünden, bu ahşap iskele tutuştu ( rebiülevvel 64=teşrin I. 683). Y a z i d ’in ölümü haberi ( 14 rebiülevvel 6 4 = 1 1 teşrin 11,683 ) Su­ riye ordusunun geri çekilmesine sebep oldu, Yazid, Emevî aleyhdarı tarihçilerin tasvir et­ tikleri gibi akılsız ve zalim bir hükümdar değil idi. Babasının siyâsetini devâm ettirmiş idi. Bizzat kendisi de şâir olup, san’atkâriarı ve şâirleri himâye ederdi. Cund Ki nni srî n’i te’sis etmek sureti ile Suriye ’nin İdarî teşki­ lâtını tamamlamış idi { yk- bk.). Kendi adı ve­ rilen bir kanal inşâ ettirerek, Cüta ’nııı su­ lanma şartlarını ıslâh etmiş idi, Continuaiio byzantino-arabica' onu şu şekilde tavsif ve tevsim etm iştir: jacandissimus et canctls nationibus regni eius graiisstme h abitııs, . , cam

53

omnibas çivililer vixit [ „Fevkalâde hoş ve Lâki mi ye ti altına girmiş kuvvetler tarafından pek çok sevilen bir zat o la r a k ... bütün tebeası arasında efendice yaşamıştır"], Bir de bk. \Vellhausen, ayrı, esr., s. 105 [tü rk . trc. s. 79 ]•_ Y a z id ’in genç oğlu, hastalıklı M u ' â v i y a I., ancak kısa bir müddet hüküm sürdü. O muhtemelen 684 yılında etrafı kasıp-kavaran veba salgınına kurban gitmiştir. Kardeşlerinin ise, hepsi henüz çok küçük idiler. Bunların yaş­ ça ufak olmaları, Suriye emirlerini, Marvani kolunun ilk halîfesi olan M a r v â n b. a l-H a k a m ’i seçmek zorunda bıraktı ( 3 zilkade 6 4 = za haziran 684), Ona bi’ati reddeden Suriye İ fa y s ’lileri Marc R â h i| ’te bozguna uğratıldılar. M arvân’ın hâkimiyet devri inkıtasız bir mücâ­ deleler devri oldu. Sü r’atli bîr sefer ona Mısır ’ın işgalini sağladı. Halîfe, yorgun ve bitkin bir hâlde, 70 yaşında iken, D im aşk’da 37 ra­ mazan 65 ( 7 mayıs 685 ) ’te öldü. Ona en yaşlı oğlu ' A b d a ! - M a i i k halef oldu. 'Abd alM alik ’e mukabil halîfe İbn al-Zubayr’den şark eyâletlerini ve Arabistan ’1 zapt etmek ve aynı zamanda Mardai veya Carâeîma [b . b k .J’nin bir akınım püskürtmek zorunda kaldı. Kudüs Mascid al-A k şâ ’ nin inşâsını 'Abd ai-Malik ’e medyundur. Onun idâresi, o vakte kadar haraegüzarların elinde bulunmuş olan idâre teş­ kilâtının millileştirilmesi yahut araplaştırılması ile mâruftur. Grekçeyi tamamiyle söküp atmağa muvaffak olamamış idi ise de, ‘Abd al-Malik hesap işlerinde ve resmî cetvellerde kullanılması mûtad olan grekçe yanına arapça tâbirler de yerleştirmeği başarmıştır. Arap sikkelerinin basılması onun ile başlamıştır. 'Abd al-Malik, 20 yıl hüküm sürdükten sonra, ölmüştür (şevval 86=teşrin I. 705). Onun halefi olan V a l i d I,, hilâfet tahtı­ na, selefleri zamanında görülmemiş olan bir dinî şevk ve heyecan gösterişi havası getirdi. V alid, hanedanın büyük mimarıdır. En eski şehadetlere nazaran, Dimaşk bıristiyanları İs­ lâm fethinden sonra muhteşem azîz Yohannes bazilikasını muhafaza etmiş görünmektedirler. V alid, bu binayı onların elinden alarak, câmi hâline getirdi. Onun hâkimiyet devresinde arap devleti, arâzi bakımından, en geniş sınırlarına ulaştı. V alid talihi dâimâ yâ ver bir hükümdar idi. Onun müstebidane tutumu harae ödeyen tebeasına karşı daha az müsamahalı davranmış olmasında tezahür etmektedir. Yüksek divan me’mûriyetlerİ hırîstiyanlarm elinden kesin olarak alındı. Valid, Suriye araplartnca. ihti­ şama meyli dolayısı ile, hiç şüphesiz pek se­ vilmekte idi. 13 cemâziyelahır 96 ( 3 3 şubat 71 5) ’da öldü.

54

SURİYE.

Kardeşi ve Filistin ’deki Ramla ’nin banisi S u l a y m â n b, ' A b d a l-M a l ı k onu istihlâf etti- Sulaymân büyük bir ihtiras ile kendisini İstanbul ’un başarısız kalan kuşatılmasına vakf ve hasretmiştir. Onun yerini, 15 receb 10 ı ( 9 şubat 720 ) ’de vefat eden, yeğeni ‘ O m a r b. ' A b d a l-'A z i z aldı ( 9 9 ^ 1 17 ). 'Omar H. ’den sonra hilâfete kabiliyetsiz bir kimse olan Y az l d II. geçti. V alid 1. ’den beri Emevîler, Dim aşk’1 ihmâl etmeği itiyad edinmişlerdi. R es­ men devlet merkezi kalmış olmasına rağmen, Dimaşlç artık halîfelerin ikamet mahalli olmak­ tan çıkmış idi. ‘Omar II. ’nin ölümünden sonra, hanedanın inkırazı başlamaktadır. Y a z i d 11. ’nin halefi olan H i ş a m , boş yere, Suriye hilâ­ fetinin itibârını yeniden yükseltmeğe uğraşıp durdu. Fetihler nihâyete ermiş idi. Fransa ’da araplar Poitiers yanında kanlı bir mağlûbiyete uğramışlardı (teşrin 1. 732). Hişâm, Antakya melkî patrikinin Suriye ’de oturmasına izin verdi. Mal ve mülke karşı ihtirası, askerî si­ yâsetinin başarısızlığı ve nihâyet çöl sarayı olan R u şSfa ’ye çekilmek sureti ile tebeasmdan uzak bulunması, Emevî halîfelerinin en faal ve gayretlisi olan bu hükümdarı halkın gözünden düşürdü. Halefi, Yazid 11. ’nin oğlu, yâni yeğeni V aiid li. oldu (rebiüiâhır 125 = şubat 743), San’atkâr ve şâir olan bu hüküm­ dar dâimî olarak, muhteşem Mşattâ [ b, bk.] sarayını inşâ ettirmeğe başladığı, çölde kalı­ yordu. Sarayın inşâsı daha tamamlanmadan öldürüldü { cemâziyelâhır 126 » nisan 744 ). Onun halefi Y a z i d 1 1 i, bir cârîyeden doğmuş olan ilk halîfedir ; hilâfeti üzerinden 5 ay geç­ meden öldü. Kendisine halef olarak kardeşi ve istidatsız bir kimse olan İbrahim ’i seçmiş idi. İbrahim hilâfetini tasdik ettirmeğe muvaf­ fak olamadı. İşte bu anda, umûmî karışıklık ortasında, halîfe Marvân I . ’in torunu ve a l-C a z ira ’nin kudretli vâlisi M a r v â n b. M u j i a m m e d sahnede göründü. B!kâ‘ ’da kazandığı ‘ Ayncarr muzafferi yeti, aleylıdarı olan Suriye yemenliierinin mukavemetini kırdı. Halîfe olduktan sonra ( safer 127 = kânûn I. 744) Marvân II. devlet merkezini al-Caz:ra ’deki Harran ’a nakletmek hatasına düştü. Bu suretle Suriyelileri kızdır­ mış ve kendisinden uzaklaştırmış oluyordu. Kuvvet ve kudretini, Suriyelilerin ve Hârîcîlerin isyanlarını bastırmakla tüketti. Bu arada Abbâsîler gizlice Emevî hânedânına karşı ayak­ lanmağa hasırlanmakta idiler. Abu M-'Abbâs al-Saffâh, Suriyelilerin Marvân ’a karşı gittikçe artmakta olan hoşnutsuzluklarından faydala­ narak, kendisini K ü fe ’de halîfe ilân ettirdi (rebiüiâhır 13 2 —teşrîn 11. 749). Büyük Zâb suyu kenarında uğradığı bozgundan sonra ( ce­

maziyülâhır 132 •• kânûn II. 750 Marvân bir­ biri arkasına al-Cazira ve Suriye ’yi boşaltmak zorunda kaldı. Suriyeliler tarafından terkedil­ miş olduğu Hâlde, nihâyet Mısır ’a kaçtı ve burada Abuşir ’de maktûi düştü ( ağustos 750). Emevîler her tarafta tâkibata uğra­ tılıp, imhâ edildiler. Mezarları deşiidi, ceset­ leri yakılıp, külleri savruldu. Suriyeliler boş yere yeniden hâkimiyetlerini ihyaya uğraş­ tılar. Bunlar Abbâsîierin siyah sancaklarına mukabil Emevîlerin beyaz bayraklarını açtılar. Emevîlerin sukutunu ilgisizlik ile seyredip, böyieee Suriye ’nin istikbâli ve yüksek hâki­ miyeti ile oynamış bulunduklarını çok geç id­ râk ^etmişler di. Bundan sonra artık ümitlerini miilî kahramanları ve Suriye ’nin istiklâli için mücadele edecek olan S u f y 5 n ı [ b. bk.] ’nin çabuk gelmesine bağladılar. Adının da belli et­ tiği gibi Sufyani, Abü Sufyân neslinden olacak idi. ismini ölümsüz kılacak olan hanedanın al­ tın yıllarını, mes’ud günlerini geri getirecekti. Müslüman fethinden hemen sonra, Suriye kabileleri klasik arap diline alışmak zorunda kalmışlardı. Yabancı ülkelerdeki fetihler ve iç isyanlarının bastırılması faaliyetleri ile fikrî alâkalarından uzaklaşmış bulunan Suriye arapiarında fikrî hayat Emevîler devrinde sâdece şiir sahasına münhasır kaldı. H ıristiyan Tağlib ’İt al-Ahtal ’den sonra bu edebî uyanışın baş temsilcileri halîfe Y azid 1, ve V a iid II. idiler. Zenaât ve serbest meslekler ve aynı şe­ kilde bankacılık, sarraflık ve ticâret haracgüzârların inhisarında kaldı. Menşe’i Suriye imiş gibi görünen Çadariya hareketi Suriye araplarınm felsefî meselejer ile ilgilenmeğe başla­ dıklarını göstermektedir. Büyük kısmını maliye yatmasına rağmen, ziraât parlaklığını muhafaza etti. Bizans ile yapılan savaşlar sebebi ile deniz nakliyatı ol­ dukça zarar gördü. Buna mukabil İran impara­ torluğunun yıkılışı sayesinde O rta-A sya Suri­ yelilere açılmış oldu. Ancak kısa bir müddet içinde Irak ’in ticâret şehirieri, bilhassa Basra, rakip olarak, ortaya, çıktı. lustinianus dev­ rinde o kadar canlı olan Suriye ticâreti arap­ lar devrinde geriledi. Deniz nakliyatı yeniden fazlalaştığı zaman ise, yâni haçlı seferleri dev­ rinde, bundan kendi yararlarına faydalananlar garpiılar olacaktır. Marvâni Merin hilâfetinden itibaren, şarkî S u riy e ’nin büyük şehirleri, Dimaşk ve Himş, İslâmî kabûie başladılar. Ha­ raç vermek İle mükellef olan tebea ârâmî veya grek dillerinden vaz geçmemekle berâber, arap dilini kabûi ettiler. H astalık salgınlan, kıtlık devreleri, iç karışıklıklar ve savaşlav yüzün­ den azalmış ve kırılmış bulunan S u riy e ’nin arap ahâlisi yavaş-yavaş yine çoğaldı. Ancak

SU R İY E. mahallî olarak vuku bulan taassup fırtınaları dışında, ne muntazam tâkıbât, ne de devlet makamlarının teşvik ve tahrik ettiği ihtidaya zorlamalar tesbit edilebilmektedir. Devlet sâ­ dece araş ırkından olan hıristi yanları, Tanüh ve Tag'iib ’leri, bu mânâda tazyik etmektedir. Bani Kalb ve dîğer Suriye kabileleri fetihten hemen sonra İslâmiyet! kabul etmişlerdi. S iyâsî mânada devli tin köleleri durumunda bulunmalarına rağmen, gayr-i müslimler için, A bbasî hâkimiyeti esnâsmda katlanmak zorun­ da kalacakları tazyiklere kıyas ii», Emevî devri çok takdire değer bir sükûnet ve müsâmaha devresi teşkil etmiştir. Devletten maaş ve iâşe maddesi alan araplar için ise, bu, altın bir devre, bitip-tükenmeyen bir bayram idi. Eyâletleri istismar etmek sûretiyle zengin olan arap reisleri muazzam servetler toplamış­ lardı. A bbasî ihtilâlinin başarısını kolaylaştı­ ran husus, Hişâm ve Marvân İL dışında, son Mervânî halîfelerin kabiliyetsizlikleri, başka­ ca, Marc Râhit ’ten beri İKays ’lılar ve yemenliier arasında kesintisiz devam edegelen büyiik anlaşmazlıklar ve nihayet fatihlerin fikri ba­ kımından kendilerine tistiin olan gayr-i arap unsura siyâsî haklar tanımıık istememesi ol­ muştur. a A b b a s î ve F a t ı m î h â k i m i y e t i n d e S u r i y e , Emevîlerin sukutu ile Suriye artık yüksek hâkimiyetini kaybetmiş olup, geniş bir devletin merkezi olmaktan çıkmıştır. Burası ar­ tık sâdece, eski idâre ile olan alâkası sebebi ile, şiddet ve dikkatle murakabe altında bulun­ durulan alelade.bir eyâlettir. Hilâfetin merkezi Suriye ’den Fırat kenarına naklolunmuştur. Su­ riyeliler düşmanlığını mütemadiyen hissettik­ leri bir iktidarın baskısı altındadırlar. Bunlar, artık bu devirden itibaren, Fatım î ve onu tâkip eden hânedanlar arasında da olduğu gibi, devlete her türlü iştirak hakkından mahrum­ durlar. Bagdad halîfeleri, Suriye ile sâdece mâlî yükleri ağırlaştırmak yolu ile bağlılığını daha iyi hissettirmek istedikleri zaman alâka­ landılar. Lübnan hıristi yanları, bunların me’mûrlarının tazyiki altında tahammülleri kal­ mayınca, kendilerini kurtarmak için, başarısız kalan bir teşebbüse giriştiler ( 142=759/760). Havan gitmek veya Bizans ’a sefer münâsebeti ile halîfe al-Manşür, a!-Mahdi, Hârün ve alMa’mun Suriye ’den geçtiler. al-Ma’mün ’un ge­ lişine tekaddiim eden karışıklıklar esnasında ( 198—218—813 —833 ) Hıristiyanların ıstırabı dayanılmaz bir hâl aldı. Bunlardan bir çoğu Kıbrıs ’a hicret etti. Ülkelerinin uğradığı felâket, muhtariyetleri­ nin kaybedilmiş olması Kays ’lılar ile yemen­ lilere o meş’um ihtilâflarını unutturmağa yet­

55

medi. Bu yüzden Suriyelilerin zaafı daha dâ : arttı ve Abbasî boyunduruğunu silkip atmak ■ gayretleri başarısızlığa mahkûm kaldı, Mu'Sviya neslinden 'A li b. ‘A bd Allah al-Sufyâni Suriye ’nin istiklâl remzi hâline gelmiş olan „beyaz san cak "’ ı açtı. Fakat bu zat K a lb ’İlle­ re dayandığı cihetle, K ays ’hları kızdırmış oldu { 193— 19 8= 8 09—8 13 ). [ al-Mu‘taşim devrinde başlayıp al-V âşik ’in ilk hilâfet yılı içinde ( 227 = 842 ) bastırıiabilen, yüzünde taşıdığı peçe se­ bebi ile, al-Mubarka' iekabı ile tanınmış olan Abu Harb al-Yamâni ’nin isyanı da ] aynı şe­ kilde K a y s ’lıların gösterdikleri ilgisizlik yü­ zünden, başarısızlığa mahkûm kaldı. A nlaşıl­ ması kolay olmayan bir heves neticesinde ha­ yalperest A bbasî halîfesi ai-Mutavakkil (2 3 2 — 247 = 847—8 6 1) hükümet merkezini değiştire­ rek, Dimaşk ’ta oturmak fikrine kapıldı [ 244— 858 ]. Ancak türk muhafız kuvvetinin bir ayak­ lanması onu Irak ’a dönmeğe zorladı. Bu halî­ fenin hâkimiyet zamnnı, bu devir Zim mi ’leri İçin haşin bir imtihan devresi oldu. Evham içinde yaşayan ai-Mutavakkil, menşe ’i 'Omar b. al-Hattab ’a ircâ edilen müsâmahasız ka­ nunların büyük kısmım yeniden mer ’iyete koydu: gayr-i müslimler in husûsî ve belli bir elbise taşım aları; bunlara ata binme yasağı v. b .; bir çok kilise câmi hâline getirildi. Bu sırada artık Suriye ’de arap menşe ’K hıristi­ yan kalmamış idi. Emevî devrinde Tanüh ’lular devletin bütün tazyik ve İsrarına mukave­ met edebilmişlerdi. H alîfe al-Mahdi ( 158—169 — 775—785 ) ise, onları zorla ihtida ettirmiş idi. ‘ Avöşim ve sağar, yâni gittikçe artan Bi­ zans akınlarını durdurmak [ ve Bizans arazi­ sine yapılacak yaz ve kış gazalarının munta­ zam teşkilâtım kurm ak] için inşâ edilen müs­ tahkem mevkîier hattı olan Suriye askerî hu­ dut bölgelerinin vücûda getirilişi, ilk Abbasî devrine aittir, 293 (906) yılında kendisinin Sufyâai olduğunu iddia eden bir tahrikçi tev­ kiî olundu. Bu zâtın girişm iş olduğu hareket Emevî hâkimiyetinin ihyâsı için yapılan son teşebbüstür. İsyan, mânevî kuvvetleri kırılmış Suriyelilerin İlgisiz ve hareketsiz kalmaları yüzünden, başarıya ulaşamadı. Daha önceden Mısır ’a hâkim olmuş bulunan Aljmed b. Tülün adında bir türk memlûkü, bizanslılara karşı müdafaa etmek bahanesi ile, S u riy e ’ye girdi; burada istiklâlini ilân etti. Kurduğa hanedan, aynen Tülünluların yaptığını tekrarlayan Ihşidîlerinkı gibi, ancak kısa ömürlü oldu ( 2Ğ4— 292=878—905). Bu arada ise, Suriye, burada lsmailî inancının tohumlarım serpen Karmatîler tarafından tahrip olunmuş idi. Îolunloların hâkimiyeti devresinden itibâren, Suriye ülkesi Abbâsîler için siyâsî mânâda kaybedil»

S6

SU R İY E.

iniş addolunabilir. Abbâsî hâkimiyeti burada artık bundan sonra ancak kısa bir müddet için ihyâ edilebilecektir. Bedevi kabileler de inkıraz etmekte olan devletin mirasından hisse kapmak arzusunda idiler. T a ğ lib ’tilerden bir kol olan B a n i H a m ­ d a n Suriye ’yi İhşid-oğullarmdan geri almak ve burada bizanshtarın ilerlemesini durdur­ mak vazifesini üzerine almış idi. Bunlar, A b ­ basî hilâfeti ile ilgilerini kesmeden, memleke­ tin şimalinde ülkenin hâkimi olarak yerleşti­ ler. Bu Hamdâni emirlerinin en meşhuru Ha­ le b ’deki sarayında san’at ve ilimlerin hâmisi olarak temayüz eden S a y f a l - D a v l a ’dir ( b. b k .; 303—3 S ü = 9 16—967 ). Hamdânîlerin su­ kutundan sonra ( 394= 1003/1004 ), Suriye Di­ maşk ’ta vukû bulan geçici bir A bbasî karşı hareketine rağmen, bir asırdan fazla bir müd­ det için (36 7—4 9 1= 9 7 7 —1098) alevî bir ha­ nedanın, yahut daha doğru bir tâbir île, İs­ mail! bir sülâlenin, yâni F â t ı m î l e r i n hâki­ miyetine girdi. M ısır’a hâkim olmuş bulunan Fatımî ordu­ ları S u riy e ’ ye girerek ( 358=969 ), F ilistin ’i ve bundan sonra da Dimaşk ’1, kayda değer bir mukavemete rastlamadan, zaptettiler. Ül­ kenin merkezi ve şimali bakımından, mısırlı­ ların işgalinin ne mânâ ifâde ettiğini tasrih etmek güçtür. Fâtımîlerin doğrudan-doğruya hâkimiyetleri ancak askerlerinin bölgeyi fi’lî işgal altında bulundurdukları zamana münha­ sır kalmakta idi. Bunlar çekilir-çekilmez ma­ hallî emirler, Kahire ’deki hükümdar ile bağ­ larını koparmamakla beraber, canlarının iste­ diği gibi davranıyorlardı. Suriye ’de Fatım î hâkimiyeti ancak kendilerine hükümdarlık selâhiyetleri verilmesine mecburiyet hissedilen yüksek me’mûrların durmadan azledilmeleri ve bu sebep ile idarenin kararsızlığı devamlı bir hâle getirilmesi suretiyle ayakta tutulabiliyordu. F ilis tin ’de hükümet B a n i ’l - C a r r 3 i j ’ı hesaba katmak zorunda idi. Ta y y ka­ bilesine mensup olan bu emirler, bütün bir asır boyunca, Suriye bedevileri üzerinde gerçek bir üstün hâkimiyete sahip olduklarına emin İdiler, al-^îâkim ’in hükümeti zamanında (386 — 4 11= 9 9 6 —1020) Bani ’ 1-CarrSİı mukabil bir halîfe ilân etmeğe ve sonradan bu zâtı getir­ miş oldukları Mekke ’ ye geri göndermeğe cür’et ettiler. Sûr şehrinde basit bir gemici, bir müd­ det istiklâlini ilân etmeğe ( 387=997 ) ve bunu korumağa muvaffak oldu. Bizans imparatoru N i k e p h o r o s P h o k a s ( 963— 969), mevcûd karışıklıktan fayda­ lanarak, şimâlî Suriye ’yi zaptetmiş idi. Onun halefi olan Çimiskes (969—976) ve Basiieios II-, (976 —1 025) muzafferâne bir şekilde, ‘A si

ırmağı vadisine ve Fenike sahiline kadar gel­ diler. Bizanslılar bu işgallerinden, haraca bağ­ ladıkları Haleb emirliği dışında, bütün şimalî Suriye ’yi ihtiva eden Antakya tema ’sim bir asırdan fazla muhâfaza ettiler. Dürzîlerin men­ şe’lerini ircâ ettikleri halîfe a 1-H a k i m ’den bir az önce bahsetmiş idik. [ Bir hıristiyan ana­ dan doğmuş olan] bu uev’i şahsına münhasır Fâtımî halîfesinin hıristiyanlara karşı takibata giriştiği devre içinde Kudüs ’teki Mukaddes Mezar kilisesinin de yıkılmasına emir verildi (10 0 9 ). Suriye yavaş-yavaş kendisini Mısır ’dan kurtarmağa muvaffak oldu. S iy â sî karışıklıklar içinde ise, bedevilerin meş’um nufûzu arttıkça arttı. 414 ( 1 02 3 ) yılı civarında K ays ’lı Bani Kilâb ’a mensup Mirdâs-oğulları Haleb ’de yer­ leştiler. Bunlar burada, bâzı inkıtaalar ile. 4 '? ( io 79 ) yılm a kadar tutundular. [ Yine bu XI. asrın ikinci yarısında t ü r k U ı S u riy e ülkesinde görünm eğe baş­ l a d ı l a r . Büyük Selçuklu imparatorluğunun 1 Bizans ’a karşı yaptığı seferler çerçevesinde ve bâzan da bunlardan ayrı olarak, muhtelif Türkmen kütleleri şimalde, Mirdas-oğulları hâ­ kimiyet bölgesinde bâzı faaliyetlere girişti­ ler, Haleb bölgesine gelen ilk Türkmenlerin başında H ârü n (î) b. Han adında bir zat bu­ lunmakta idi. Onu A fşin , Sunduk, Kurlu ve A tsız Beyler tâkip ettiler. 463 ( 10 7 1 ) yılında Y âvagiya ( bu husus hakkında krş. Ahmed Ateş, Yabgulalar m eselesi, Belleten, Ankara, 1965, X XIX, 51 7—535 ) Türkmenlerinin reisi Çurlü ’nun ölümü üzerine, Suriye ’de bulunan türklerİn A tsız ’a itâat ettikleri anlaşılmakta­ dır. Atsız, önce Remle şehrini Fâtımîlerden aldı. Bundan sonra K u d ü s’ü kuşattı. io 7 * sonunda Kudüs A tsız ’a teslim oldu. Bunu Akkâ, Sûr ve Trablusşam ’in zaptı tâkip etti. Neticesiz kalan bir kaç kuşatmadan sonra, A tsız hihâyet Dimaşk ’i de zaptetmeğe muvaf­ fak oldu ( 10 haziran 1076), A tsız 'm talihi bun­ dan sonra döndü. Mısır ’1 zapt için yaptığı se­ fer mağlûbiyet ile neticelendi. 7 şubat 1077 ’de Dimaşk ’e dönen Atsız, Suriye ’yi yeniden ele geçirmeği ümit eden Fatımî ordularının bu şehri kuşatmaları üzerine, esasen Büyük Se'çuklu sultanı Melikşah tarafından Suriye ’ye gönderilmiş olan Malik Tutuş ‘tan yardım » câsında bulunmuş idi. Tutuş, derhal kuşat­ makta olduğu Haleb ’den Dimaşk ’e gelerek, önce mısırlı kuvvetlerin geri çekilmesini te’min etmiş ve bundan sonra da sudan bir bahane ile A tsız ’1 ortadan kaldırıp, bütün Suriye top­ raklarına hâkim olmuş idi ( eylül 1078 ). Tutuş Suriye ’nin şimali dâhil, bütününe hâkim olabilmek için, Haleb’i M elikşah’m rı­ zâsı ile Mirdâs-oğullarınm elinden almış olan

SU R İYE. (1080 ) Musul emîri Şaraf a!-Davla Müslim b. Kurayş al-'Ukayli ile ve A n ta k y a ’yı ermeni Philaretos ’un tahakkümünden kurtardıktan sonra (1 0S4) , kendisinden haraç talep eden M üslim ’i bir savaşta bertaraf etmiş bulunan Anadolu fatihi Sulaymânşah ile mücâdelelerde bulunmuş ve bu sonuncuyu mağlûp ve intihara mecbûr etmiştir. Ancak Tutuş, ağabeyi Sultan Melikşah *ın vefatına kadar ( 1092 \ m alik un­ vanı ile iktifa ederek, Büyük Selçuklu im­ paratorluğuna tâbi kalmıştır. Onun S u riy e ’ye hâkimiyeti devrinde Artuk Bey Kudüs ’te ma­ halli bir hânedan kurmuş bulunmakta idi ( 1086/1087 ). Melikşah *ın vefâtını müteakip taht mücâdelelerine karışan Tutuş, büyük sul­ tan olmak ihtirası içinde, başarıya ulaşamadan, Barkyârük ordusun| mağlûp ve maktul düştü ( 1095). Suriye Selçukluları bundan sonra merkezleri Dimaşk ve Haleb olmak üzere iki meiikliğe ayrıldı. Gerek bu meiiklikler ve gerekse A ntakya ’da, Himş, Şayzar ve Trablus ’ta bulunan mahallî emirlikler arasın­ da sürüp-giden mücâdeleler Suriye ’de tam bir karışıklık havası yaratmış bulunurken, garp­ ta haçlı orduları Suriye ve Filistin üzerine yürüdü ]. Abbâsîlerin Suriye münevverlerine karşı güttükleri sonu gelmeyen düşmanlık, siyâsî düzensizlik, türk ve berberi unsurlarının is­ tikrarsız hâkimiyetleri, câhil, mal ve mülk düşkünü hükümdarlar, bölgede tenevvürü des­ tekleyecek unsurlar değildiler. Bütün bunlara rağmen, Haleb Hamdânîieri ve Mirdâsi ’lerl etrafına bir çok şâirler toplamış idi. Meşhur Kitâb al-A ğânt ’nin te’lİfini Sayf al-Dav!a ’nîn teşvikine medyun bulunuyoruz. Bundan başka, sâdece Abü Tammâm. Abu ’l-'A Iâ’ ai-Ma'arri, Küfe ’de doğmuş olmakla beraber yetişmesi ve ikameti cihetinden suriyeli olan a!-Mutanabbi ve baklı olarak takdir edilen arap coğraf­ yacısı al-M ak di s i ’ye işaret ile iktifa edeceğiz A rtık müslüman makamları, Emevîfer devrindekinden daha az müsamahalı ve çok daha ıs­ rarlı bir şekilde, islâmiyeti bölgeye yerleştir­ meğe başlamışlardır. Arapça, yavaş-yavaş, son­ raları bu dilde yazmağa da başlayacak olan Zimmi ’[erin süryânî lehçesi yerine kaim ol­ maktadır. Dünyevî ilimler ile, bilhassa tıp ile, önceleri olduğu gibi yine esâs bakımından ya­ hudi ve bıristıyanlar meşgul olmaktadırlar. Bu devrenin sonu, Selçuklular tarafından teşvik edi erek, her tarafa yayılmaya başlayan bilhas­ sa Haleb ve Dimaşk medreselerinin inşâsına rastlar. Bununla beraber Dürzîtik, İsınâilîlik, Nüşayri Tık ve Mut avâl i ’lik [ bk. madd.] gibi gizli ve girilmesi merasime tâbî bir takım mezhepler sür’atle yayılmıştır.

S7

A bbasî ve Fatımî me’mûrlarımn tazyiki za­ manla ülkenin yaşama gücünü, tamâmiyle mahvetmemekle beraber, bunun zayıflamasına se­ bep olmuştur. Msl. 3x1 ( 9 2 3 / 9 2 4 ) yılinda bîr Dimaşk: vâlisi devlet hazînesine 300.000 dinar Ödemek mecbûriyeti İle karşılaşmıştır. Ovalar yavaş-yavaş tenhalaşmakta ve zirâat gerile­ mektedir. Memleketin tamâmiyle çökmesi an­ cak yeni zirâî çalışmaların, şekerkamışı ve por­ takal zirâatının başlaması sayesinde durdurulabilmİştir. Pamuk zirâatı gelişmektedir. Pa­ muk kâğıt istihsâlinde kullanılmaktadır. İV. ( X.) asırda Dimaşk ’te bir kâğıt imalathanesi mevcuttur. Bu ülkenin muhtelif kazanç kay­ nakları hakkında bir fikre varabilmek için alMafjdîsi ’nin coğrafî eseri olan Ahsan al-takâsim ’de Suriye ticâretine âit faslı (s. 18 0— 184) okumak icâp eder. F r a n k l a r i d a r e s i n d e S u r i y e . 21 teşrin 1.10 9 7 ’de H a ç l ı o r d u l a r ı Antakya sûrları önünde göründüler. Mahrûmiyetler ve güçlükler ile dolu bir kuşatmadan sonra, Haç­ lılar 3 haziran 1098 ’de şehre zor ile girdiler. Bundan sonra sayıları 40.000 savaşçıya düşmüş olan franklar, 'A ş i ırmağı (O rontes) vadisi yolu ile, Nuşayri dağları üzerinden ve sonra da sâhil boyunca Kudüs ’e vardılar. Kısa bir müddet önce Fâtımîlerin Artuk-oğullarımn elinden geri almış oldukları şehir, 15 temmuz 1099 ’da, hücûm ile zaptedildi. Godefroi de Bouilion, [ mukaddes Mezarın kurucusu=y 4 d»ocaias sanchi sepulchti unvânı ile ], burada dev­ letin başkanlığına getirildi (10 9 9 /110 0 ). Ku­ düs ’te kıra! unvanını alan ilk Haçlı hükümdar ise, Godefroi ’nin kardeşi ve halefi [ ve 1097 ’den beri şarkta kurulan ilk frank devleti Edessa ( Urfa ) kontluğunun başında bulunmuş olan ] Baudoüin I. olmuştur. Bu zât, sâbil şe­ hirleri olan Arsüf, fÇaysâriya { Caeşaıea } ,'A kka ( Akkon ), Şaydâ ( Sidon ), Beyrut ve Trab­ lus ( T rip o lis )’u zaptetti ( 110 9 / 1110 ). Haçlı hükümdarlarının en ehemmiyetlisi olan bu ku­ mandan Mısır ’a karşı yaptığı bir sefer esna­ sında öldü ( 1 1 1 8 ) . Onun halefi olan Baudouiü li, du Bourg Şûr (T y ro s) şehrini zaptetti ( 1124.). D im aşk’e karşı başarı kazanamamak­ la beıâber, bu şehir ona haraç vermek mükel­ lefiyetini yüklenmek zorunda kaldı. 1 1 30 yıllarında K u d ü s k 1 r a l 1 1 ğ 1, Dîyarbekır bölgesi hudutlarından Mısır sınırları­ na kadar, en büyük genişliğini İktisap etti. Kirallığın sınırları Suriye ’de hiç bir zaman yu» karı Orontes vâdisini ve Anli-Lübnan sırtlarını aşamadı. Suriye iç bölgesinde kalan ve haraç ödemeği kabûl eden büyük şehirler, Haleb, Hama, Himş, Ba'albak ve Dimaşk haçlılardan masun kaldı. Kıratlık dört feodal devletin itti-

SURİYE.

hâdmdan müteşekkil idi : i . Şarkta, Fırat ’ın temmûz 1 1 8 7 ’de bütiiu Haçlı ordusu, başta kı­ her iki sâhîli boyunca U rfa ( E d e s s a ) k o n t ­ rat Guy de Lusignan olduğu hâlde, H attın ya­ l u ğ u ; 2. şimalde ermeni K ilikya ’sim da hi­ nında ( Tabariya Tiberias gölü ile Nazareth mâyesi altında bulunduran A n t a k y a p r e n s ­ arasında.) Şalâh al-Din ’in eline düştü; 2 teşrin l i ğ İ i 3. ortada Markab ( Margatum ) ’den Nahr I, ’de Kudüs teslim o'du. Müdâfîierinden mah­ rum kalmış olan diğer şehirler de, Antakya, a l-K a lb ’e kadar uzanan bölgede T r a b l u s k o n t l u ğ u ; 4. kıratlığa bağlı arâzi, yahut Trablus ve Sûr müstesna, teslim olmak zorun­ asıl K u d ü s k ı r a l l ı ğ ı . Bu, Ordun suyu­ da kaldılar. Üçüncü bir Haçlı seferi için garpta yapılan nun garbında bütün Filistin ’i ve diğer tara­ fında Ordün-ötesi bölgesinde Crac ( Kerak ; dâvet, Fransa kıralı Philipp August ile İn­ b. bk,) ve Montreal [ bk. mad. ŞaVBAK ] adını giltere kıralı Arslan Yürekli R ich ard ’1 frank­ almış olan eski Moab ve Edom mıntakalarını ların iki yıldan bert kuşatmış oldukları ‘ Akka ihtiva etmekte idi, Ktrallığa, geçici olarak Önündeki karaıgâha götürdü [K a ra yolundan Ayla-'A ^aba limanı da bağlanmış idi. Bü­ gelen asıl Haçlı ordusunun başında bulunan tün bu arazinin müdâfaasını sağlamak üzere, alman imparatoru Friedrieh Barbarossa, Ana­ Haçlılar kuvvetli kaleler inşâ ettiler : Crac dolu ’da Sateph (S ilifk e ) çayında boğulmuş, or­ des.Chevaliers ( Hişn al-Akrâd ), Chastel-Blanc dusunun mühim kısmı geriye dönmüş ve an­ ( Şafitâ), Maraclea (Marakiya), Margafum ( Mar­ cak pek az bir miktarı S u riy e ’ye ulaşabil­ kab) ve cenubî Lübnan’da Beaufort ( Şa^if miş idi ]. ‘A kkâ şehri 19 temmuz 1 1 91 ’de H aç­ Arnün ) ve nihayet Ürdün-ötesinde iki kud­ lılara teslim oldu. Taraflar arasında yapılan retli kale olan Crac ve Montréal ( Şavbak ). hır mütâreke ile, Yafa ’dan Şür ’a kadar olan Baudouin 11, ’ ntn ölümünden sonra ( 1 1 3 1 ) , sâhİl bölgesi Haçlılara terkolundu, Geri alın­ Haçlı devletlerinin inkıraz devresi başlar. Bu ması mümkün olmayan Kudüs yerine artık inkıraz Haçlıların tecrid edilmesi ve bunlar bundan sonra kıratlığın hakikî merkezi ‘A kkâ arasındaki ihtilâflar ile sür’atlenmiştir. Bizans, oldu. Şalâh al-D în ’in ölümü (4 mart 119 3 ), kıratlığın şimaldeki arazisi üzerinde hak iddia devletin çok sayıdaki vârisleri arasında bö­ etmekte idi. T o roslar’da ermeniler mîllî bir lünmesine sebep olmuş idi. Bunların arasın­ devlet hâline gelmeğe uğraşmakta idiler. Frank­ daki anlaşmazlıklardan imparator Friederich lar, bizanshlar ve ermeniler, aralarında birle­ II., Mısır Eyyûbî sultanı al-Malik al-Kâmil ile şecekleri yerde, sâdece, 'İmâd al-Din Zangi, Kudüs ’ün ve diğer bâzı sevkülceyşî ehemmi­ Nur al-Din Zangi ve Şalâh al-Din gibi kudret­ yeti olmayan yerlerin hıristiyanlara terkini li hükümdarlar idaresinde toplanmakta olan derpiş eden bir anlaşma imzalamak hususunda müslümanlar yararına, birbirlerini karşılıklı faydalandı. Franklar ile ittifak akdetmiş olan zayıflatacak hareketlerde bulundular. [ Haçlı Şalâh al-D in ’ in oğulları tarafından tehdit edi­ devletlerinden ilk sukut edeni Urfa kontluğu len al-Malik al-Kâmil, Hvârizm ’tileri yardımına oldu. Musul atabeği ‘imâd al-Din Zangi 1144 çağırdı; bunlar, Gazza yanında ( 1 244) bir­ yılı sonunda U rfa ’yi zaptederek, bu kontluğa leşmiş frank ve Suriye kuvvetlerini imha ede­ nihayet verdi, Bu vaziyetin A vru p a'd a yarat­ rek, Mısırlılara Kudüs, Dimaşk ve Himş ’1 iş­ tığı te’sir Fransa ve Almanya kıratlarının gal etmek imkânım sağladılar. Yedinci Haçlı ikinci Haçlı seferini doğurmuş ise de, garp­ seferi, Mısır ’a karşı yaptığı teşebbüsün başa­ tan gelen Haçlı orduları A nadolu’da türkler rısızlık ile neticelenmesinden sonra, kıra! Saint tarafından imha olunmuşlardır ]. Haleflerinden Lou is’nin S u riy e ’ye gelmesine sebep oldu. St, daha büyük bir başarıya ulaşamadan kıra! Ba­ Louis 4 yıl müddetle ( 1 2 5 0 —1 254) sâhil udouin III. ( 1 1 4 4 — 1 ) 62) Di maşk kuşatmasını şehirlerini tahkim etmekle uğraştı. Memlûk tekrar ele aldı ( 2 3 —28 temmûz 1 148 ). Daha sultanları Baybârs, K ala’ un ve bu sonuncu­ önce Haleb 'e hâkim olmuş bulunan Nur al-Dın nun oğlu al-Malik al-A şraf Kudüs kırallığına Zangi, Dimaşk ’ta kuvvetle yerleşmeğe muvaf­ son darbeyi indireceklerdi. ‘A kkâ 31 mayıs fak oldu. 1162 ’den beri Kudüs kıralı bulunan 1291 ( 30 cemâziyelevvel 690 ) ’de, şiddetli bir Amaury I. çökmekte olan Fatım î hanedanı Din mukavemetten sonra, düştü. Müteakip aylar­ mirasına konmak gibi cür ’etkârâne bir plan da Şür, Hayfa, Şayda, Beyrut ve Tartüs şe­ kurdu. Fak at Nür al-Din, kumandanı Şalâh al- hirleri ya roüslümanlarca zapt olundu veya D in ’i Mısır ’a göndermek suretiyle, ondan daha hıristiyaniar tarafından boşaltıldı. Son ola­ önce davrandı. Son Fatım î halîfesi [a l-'A z İd ’İn rak, H ayfa ve Kayşar i ya arasında bulunan ölümünden sonra ( l l ? I ) ] Şalâh al-Din Mısır kudretli ‘A slis müstahkem kalesi teslim oldu ’da istiklâlini ilân ederek, E yyûbî hanedanını ( 16 şâban 690=* 14 ağustos 129 1). Bu suretle kurdu. Bundan sonra Nür al-Din ( ölm. 1 1 74) 'in Suriye ’deki frank hâkimiyeti ortadan kalkmış oğulları aleyhine Dimaşk şehrine hâkim oldu, 4 bulunuyordu.

SURİYE. Haçlılar S u riy e ’ye Avrupa feodal teşkilâtı­ nı getirdiler. Seçim ile kır allık usûlü, kısa bir müddet sonra, veraset ile kırallık şekline dön­ dü. K ıral, doğrudan-doğruya, sâdece ası! Ku­ düs kırallığmı idâre etmekte idi. Kiralın ik ­ tidarı ruhanîlerden, asillerden ve vatandaşlar­ dan müteşekkil üç sınıfa tanınmış çfan im ti­ yazlar ile tahdit edilmekte idi. Usâma b. Munkiz „O ( yâni kıral ), büyükler meclisinin ka­ rarlarını reddedemez" demektedir. Feodal reis­ lerin kendi arazilerinde iktidarları da aynı şe­ kilde tahdit edilmiş idi, Köylü sınıfının top­ rağa bağlı kölelik durumu Suriye ’de öteden berî mevcut olduğu şekilde muhafaza edilmiş idi. Franklar ile Suriyeliler arasındaki evlen­ melerden doğan çocuklara pullani denilmekte id i; bu kelimenin iştikakı karanlıktır (belki de Falan ’dandlr ?). Orduya sâdece franklar değil, ermeni ve marûnîler de alınıyordu. Turcopal ’lar mÜslÜman yardımcı kuvvetleri teşkil ederlerdi, Müslüman ve yahudilerin vaziyeti İslâm diyarlarındaki zimmi ’lerinkine tekabül etmekte idi. İbn Cubayr ’in şahadetine naza­ ran, bir kısım müsiümanlar frank hâkimiyetin­ den memnun bulunduklarını hiç de saktamamakta idiler. Her Haçlı devletinin kendisine mahsus ayrı bir gümüş parası vardı. Bundan başka Byzaniii saracenati denilen ve üzerinde arapça yazılar bulunan duka altınları da vardı. İslâm fethin­ den beri çok düşmüş olan ticâret, bilhassa ‘A kkâ, Ş 3 r ve Trablusşam limanları yolu ile, hiç bir zamaiı bu devirdeki kadar kesifleşmemiş olan garp ile denizden bağlılığı sâyesinde, tek­ rar canlandı. Şimaldeki Haçlı devletlerinde iç ticâret yolları Lazikiya ’ya ve bugün Samandağı adını almış olan Suvaydiya ( Sudinum).’ye varmakta idi. Buna benzer güçlü . bir iktisâdı hayata rastlayabilmek için Fenike devrine ka­ dar gitmek icap eder. Dâimî savaş hâli, suriyeli müslümanların f 5 kr î h a y a t ı n ı zaafa düşürmekle beraber, ta­ ma mi yİ e de söııdürememiş idi, Dim aşk’ta İbn al-Kalânisi tarih ile meşgul olurken, İbn ‘A sâkir, Suriye ile yakmdan-uzaktan alâkalı şahıs­ lar hakktndaki âbidevî eserini ( Târik D i­ m aşk) ikmâl etmekte idi. Hareketli ve ma­ ceralı hayatının sonlarında emîr Usâma b, Miınkiz, franklar ile müsiümanlar arasındaki münâsebetlerin tetkiki bakımından büyük kıy­ met taşıyan kendi hâl tercümesini telif etti. Süryânî bir Elcezîreli olan Barhebraeus, gerek arapçaya ve gerekse süryânî diline aynı öl­ çüde mükemmel olarak vâkıf idi. Bu Ya'kübİ patriği süryânî lisanında mufassal bir vaka­ yiname kaleme aldı. Müsiümanlar, hıristiyanlar vo aynı şekilde yahudiler başarı ile tıp il­

59

mini yürütmekte idiler. Roma devri hariç tu­ tulursa, hiç bir devirde mimarî bu kadar ha­ reketli olmamış idi. ila ç lıla r tarafından inşâ edilen kaleler, orta çağ kale mimarîsinin ha­ rikulade örnekleridirler. Haçlıların inşâ ettik­ leri kiliselerden Cubayl kilisesini, T artü s.’taki âbidevî bazilikayı, bugünkü Beyrut ulu câmii olup, bir zamanki duvar nakışlarını muhafaza etmiş olan muhteşem Vaftize! Yahya katedra,tini zikredebiliriz. Haçlılardan bir kısmı Su­ riye örf ve âdetlerine uydular [ taballadü (U sa­ m a)]. Frankların ve yerlilerin iş-bırliği içinde bir dereceye kadar yeni bir medeniyet doğ­ muş idi. . . .,■ Memiûkler hâkimiyetinde Suri­ y e . İlk Memlûk sultanlarının frank devletle­ rine karşı yaptıkları teşebbüslerden daha önce bahsetmiş idik. Frankların ve Akdeniz ’e hâ­ kim olan Avrupa donanmasının geri dönmesin­ den korkan Memiûkler, aralarında hattâ en parlak durumda bulunan 'A k k â, Şür ve Trab­ lusşam ’ın da bulunduğu sahil şehirlerini tah­ rip etmeğe başladılar; Şaydâ ve B e y ru t’ta iş kaleleri yıktılar. Trablus sahilden z mil me­ safede yeniden inşâ edildi. İdarî bakımdan bir zamanki Eyyûbî i kt âl arı varlıklarını muhafaza: ederek, S u riy e ’de 6 esâs id ârî bölgeye (m«mlaka veya n iy â b a } a y rıld ı: Dimaşk, Haleb, Hama, Trablus, Şafad ve Kerak (M avarâ’ alUrdunn). ■ • Dim aşk’rn şöhretli mazisi, Dimaşk naibine, sâdece Suriye ’deki diğer meslekdaşları üzerin­ de bir hâkimiyet değil, husûsî bir nufûz da sağlamakta idi. Bu yüksek m e’mûr, M ısır’daki metbûu kadar, tâc ve taht üzerinde hak iddia edebileceği kanaatinde idi. Suriyeli naibin ih­ tirasına karşı emin olabilmek için, Kahire bun­ ları „mütemadiyen azl etmek" çaresine baş vur­ muştur ( Şâlih b. Yahya ). İdarenin istikrarsız­ lığı ve ert si günün kendisine neler getirece­ ğini bilmeyen nâibierin mal ve mülk hırsı hiç bir devirde bu ölçüye varmamış idî. Lübnan bir nevî muhtariyete sâhip olmakta devam etti. Dağlık bölgedeki müslüman râfızîleri —Dürzîler ve Mutavâliya—Memlûklerin frank ve moğullara karşı mücâdelelerinde çektikleri güç­ lüklerden, istiklâllerini ilân etmek hususunda faydalandılar. Asilerin tam im iyle imhâ ve ten­ kili ve merkezî Lübnan’ın tahribi ile sona eren uzun ve yorucu bir sefer tertip etmek üzere ( 692 —7 0 5 = 12 9 3 —1305 ), Suriye ’nin bü­ tün savaş gücünü harekete geçirmek icâp etti. İran ’ da otu ran m o ğ u î h a n l a r ı ( İlh an lI­ lar ), Memlûklerin kendilerini u ğ ra tm ış o ld u k ­ ları mağlubiyetlerin intikamını almak için, bü­ yük bir gayret için d e id ile r. Bunların en faali, olan Gâzân Han (694—7 0 3= 1296—1304 ), ;6g9

6o

SURİYE.

(12 9 9 } yılında ermeni ve gürcülern ve aynı zamanda Kıbrıs ’taki frankların yardımını te'min ederek, Memlûkteri Himş yanında bozguna uğrattı. Ğâzân Han ’ın birlikleri Dimaşk ’> işgal ederek, G azza’ye kadar ilerilediler. Mısırlılar yeniden Sariye ’ye girince, G âzân Han bunları geri püskürtmek üzere F ır a t’ı tekrar geçti ise de, 702 ( 1303 ) ’de Dimaşk yakınında Marc al-Şuffar ’de mağlûp edildi. Suriye ’nin, 784 (138 2 ) *te Bahriye Memluklerinin yerini alan Burcİ Memluklerinin yükselmesinden de hiç bir istifâdesi olacak değildi. İbn İyâs, bunla­ rın „eski nizamı“ ,yânı selefleri zamanındaki ka­ rışıklığı devam ettirdiklerini te ’yit etmektedir. Hattâ Sultan Farac ( 8 0 i—8 08 =139 8 — 1405) Suriye ’yi fethe yedi defa yeni baştan başla­ mak zorunda kalmış idi. 803 ( 14 0 1) yılına T i­ m u r’un istilâsı isabet eder [b k . mad. TİMUR }. Haleb ’in zapt ve yağmasından sonra, onun birlikleri Dimaşk Önünde göründüler. Teslim olmasına rağmen bu şehir, şiddetli bir yağ­ maya tâbi tutuldu. Silâh taşıyabilen ahâli­ nin çoğunluğu, biihassâ san’atkârlar, mimar­ lar çelik ve cam işçilerinin hemen hepsi Semerkand ’a götürüldü. Bundan sonra şehrin iç bölgesi, Emevî câmîi ve diğer binalar ateşe verildi. Timur ordusunu geri çekti ve Suriye ’yi salgın hastalıklarına ve eşkiyalara terketti. Bu arada Anadolu yaylasında Osmaniı devleti yükselmiş bulunuyordu. İstanbul ’un zaptı ( 1453) onların gayret'erlni arttırmış İdİ. Fâtih Sultan Mehmed’i S u riy e ’ye taarruzdan ancak ölümü alıkoyabildi. Onun halefleri ise, bu taarruza hazırlanacaktan bir an bile fârig olmadılar. Kayıtbay ( 873—9 0 1= 1468—1496 ) ile Sultan B ayezid li, arasında, sâdece bir mütâreke adde­ dilebilecek olan bir sulh anlaşması akdedildi. Bagdad ’ın Hulagu tarafından tahribi ve A bbasî hilâfetinin yıkılışı İslâm dünyasının ağırlık noktasını yeniden F ır a t ’ın garp tara­ fına nakletmiş idi. Arap edebiyatı Memlûk devletleri arazisinde pek de sağlam ve emin olmayan bir melce’ bulmuş oluyordu. Memlûk hükümdarları sırf edebiyat ile o kadar ilgilen­ memişlerdir. Münevverler mâzinin hayali ile yaşamakta id iler; bunların edebî faâliyetieri yaratıcı ve aslî olmaktan uzak idi. Bu devir hulâsacılar, toplayıcılar, el kitabı ve ansiklope­ di yazarları için parlak bîr devir oldu. Bu de­ virde daha ziyâde pek az kelime ile târif edi­ lip, ezberlenebilecek bilgiye karşı alâka du­ yuldu. Ansiklopedi yazarları içinde Memlûk divanında kullanılmak üzere kaleme alınmış, bir çok ciltten müteşekkil, tarihi, coğrafî ve edebî bir derleme elan Masâlik al-ahşâr ’m müellifi Şihâb al-Din b. FazI Allah al-'Omari ’ye husûsî bir yer ayırmak gerekir. Başkaca, ta-

j rihçi ve coğrafyacı Abu ’ 1-Fidâ’ ile selefi alM add isi’ye nazaran daha ehemmiyetsiz bir ki­ şi olan' coğrafyacı Şams al-Din al-Dimaşki (öim. 7 2 7 = 1 3 2 7 ) ’yi zikredebiliriz. Pek çok eser kaleme almış olan aslen Elcezîre’ li al-Zahabi D im aşk’ta yaşamış ve 748 ( 13 4 8 ) ’de ora­ da ölmüştür. İbn ‘Arabşâh ( ölm. 8 5 4 = 14 5 0 ) Timnr tarihini yazmıştır. at-Şafadi {696—764 = 1296 — 13 8 3 ) büyük bir hâl tercümesi eseri te’Hf etmiştir, Târik B ay râ t müellifi Şâlih b. Ya^yâ (ölm, 840=1436 ) garp emirleri halikın­ daki bu eseri ile bize Lübnan tarihi hakkında en mükemmel bilgiler ve Haçlı devletlerinin yıllıklarını itmâm eden kıymetli malûmat bı­ rakmıştır. İbn Taym iya [ b. bk, ] ve talebesi îbn Kayyım al-Cavziya bu devrin en nev ’i şahsına münhasiT şahsiyetlerinden addolunmaIıdırlar. Bunların faaliyet sahası bütün İslâmî ilimleri içine almakta idi. Din müdafaası ve her türlü râfızî hareketlerini meydana çıkar­ mak ve bunlar ile uğraşmak bakımından yor­ gunluk nedir bilmeyen bu kimseler, gerek Vehhâbîler ve gerek günümüzün müslüman yeni­ likçileri tarafından takdir ile anılmaktadırlar. Haçlıların Suriye ’den sürülüp çıkarılmaları parlak bir İktisadî devrenin kapanışını ifâ ­ de eder. Suriye ticâreti yeniden geriledi. Bu­ nunla beraber yavaş-yavaş Avrupa ile iktisâdı bağların yeniden kurulması zarureti doğdu. Memiûkler tarafından tahrip edilmiş olan ‘Akkâ, ŞSr ve T rablu s’un uğradığı talihsizlikten ve nihayet garplı tacirlerin önceleri yerleşmiş ol­ dukları Kiiikya ermeni kırallığınıa yıkılmasın­ dan ( 134 7 ) faydalanan Beyrut oldu. Bir asırdan fazla bir müddet bu şehir Suriye ’ nin baş limanı hâline geldi. Beyrut, bir taraftan Ş a m ’ın kom­ şuluğu, diğer taraftan avrupalı denizcilerin temerküz noktası olan K ıb rıs ’in—Lusignan kı­ ratlığı — karşısında bulunması sayesinde, Ve­ nedik, Ceneviz, Katalonya, Provans ve Rodos gemilerini sık-sık limanında görmekte id'. Bun­ ların ticârethâneleri ve kolonileri başında ar­ tık Memlûklerin resmen tanıdıkları ve bir ne­ vi tahsisata ( câmakiya ) sâhip konsoloslar bu­ lunmakta idi. Kahire hükümeti bunları bir nevi rekine { rttkina, H alil a l-Z â h iri) addetmek­ te olup, onları sâdece kendi devletlerinin tebeası bakımından değil, korsanların düşmanca hareketleri cihetinden de mes ’ul tutmakta idi. Konsoloslar hıristiyan hacıları himiye ediyor ve icâbında yerli hıristiyanlar lehinde müdâ­ halelerde bulunuyorlardı. Bu hâl müteakip asırlarda gelişecek olan „kapitülasyon" hukuku­ nun başlangıcıdır. Osmanlılar idâresindc Suriye, XVI. asır başında Memlûk hâkimiyeti tamâmiyle inkıraza yüz tutmuş idi, Ahâli Memlûk vâli ve

SURÎYÊ.

me’mûrlarının tazyikinden son derecede bizar olmuş idi. Osmanlı sultanı Selim I, [ b. bk. ] bu durumdan faydalandı. Onun Suriye ’ye ta­ arruz edeceğinden endişe eden Memlûk hüküm­ darı Kanşüh G avri, ordusunu harekete geçire­ rek, Saltan Selim I, ’den önce davranmak giyesi ile, Şam ve Haieb üzerinden A nadolu'ya yü­ rüdü. Savaş, Haleb ’e bir günlük mesafede, şimâlde, Merc Dâbık ’ ta vuku buldu, Türk top­ çusu ve yeniçeriler Mısır ordusunu darma-dağınık ettiler. Bizzat Kanşüh G avri savaş es­ nasında maktul düştü ( 25 recep 922 = 24 ağus­ tos 1 51 6 ). Haleb, Şam ve diğer Suriye şehir­ leri^ Mısır üzerine yürüyüşüne devam ederek, Memlûk hâkimiyetine son veren muzaffer Os­ manlı sultanına kapılarını açtı. Türkler Suriye 'de önceleri eski idâri taksimatı ( niyâbat) -jü en muhafaza ettiler. Memlûklerin Şam nai­ bi olan memlûk G azali, Merc Dâbık savaşın­ dan sonra, türklere iltihak etmiş idi. Bu şe­ kilde hareketine mükâfat olarak, başka bir türk paşasının idaresine ayrılan Haleb tıiyaba ’si hâriç kalmak üzere, kendisine bütün Su­ riye 'nin idaresi tevdî olundu ( krş. mad. SE­

türkmen, mütevâli, dürzi ve nuşayri emirleri­ nin# elinde idi. Osmanlı hükümeti, bunların kendi aralarında mütemâdi çarpışmalarına se­ yirci kalıyor, sâdece vergilerin ( m iri ) tahsili ile ilgileniyordu. Bu sebeple ülkenin iktisadi­ yâtı Memlûkler devrinde olduğu gibi dâimi gerileme hâlinde idi. Mevkilerinin istikrarsızlığı Osmanlı yüksek me’mûrlarının servet sahibi olmak ihtiraslarını daha da arttırdı. 180 yıllık bir devrede Dim aşk’a 133 paşa tâyin olunmuş idi. Bu zaman zarfında Suriye istiklâl hareketinin öncüsü Fahr al-Din ( 1 583 — 16 35), bundan ayrı ola­ rak Bani Harfuş, mütevâli emirleri, Ba’albakk ve B ikâ1 sahipleri, Bani Manşûr b. Furayh, F i­ listin ve Nablus civarında ellerine birer mukataa geçiren bedevi şeyhleri ortaya çıktılar. Bunların aç gözlülükleri, tab’ayı türklerin.hâ­ kimiyetine karşı korur gibi göründüğü için, halka sempatik görünüyordu. Hindistan’ m portekızîiler tarafından işgali uzak şark ticâretini yakın şarktan ayırıp Ümid burnu yoluna sevketmesi bakımından Suriye için zararlı netice­ ler doğurdu. Beyrut limanı bu yüzden tenhalaştı. Önce Trablus, daha sonra,—Fahr al-D:n LİM I.]. Sultan Selim 1. ’in vefatım ( 9 2 6 = 15 2 0 ) mü­ ’in teşebbüsü ile—Sayda, ipek ve pamuk yükle­ teakip G azali kendisini, al-Malik al-Aşraf un­ mek üzere Avrupa gemilerini kendilerine çek­ vanı ile, sultan ilân ettirdi ; fakat Şam kapı­ meğe başladı. Basra körfezine giden doğra ları önünde, ICâbun yanında, mağlûp edilerek, yolun ilk merhalesi olan Haleb, Eleezîre, A k ­ öldürüldü (safer 927=kânûn 11. 1 521 ) . Daha I deniz ve Anadolu eyâletleri arasında bulunan XVI. asır sona ermeden, Suriye ü ç b ü y ü k ; husûsî mevkii ve mühim bir pazar yeri olması p a ş a l ı ğ a ayrılmış bulunuyordu: 1. Ş a m . sayesinde 3 asır müddetle şimalî Suriye ’nîn Aralarında en mühimleri Kudüs, Gazze, Nablus, en hareketli ticâret merkezi olmakta devam Şaydâ ve Beyrut olmak üzere, 10 sancağı var­ etti. id i; 2. T r a b l u s . Bunun sancakları Hımş, XVIII. asrın ikinci yarısında üç şahsiyetin Hama, Salim iya ve Cabal idi i 3. M a r a ş pa­ macerası birden-bire bütün dikkatleri Akkâ şalığına bağlanan Aym tab ’111 istisnası ile, bü­ Şehri ve civarına teksif etti. Bunlar Z a h i r tün şimali Suriye ’yi içine alan Haleb paşalığı. ( ¿ahir ’İn Suriye şivesinde telâffuz şekli ) alMüteakip asır içinde Lübnan bölgesi için Şay- 'Omar, C e z z a r Ahmed Paşa ( b. bk.) ve Napo­ dâ paşalığı te’sis edildi. Bu idâri taksimat, esâs léon B o n a p a r t e ’tır. Şafad bölgesine hâkim hatları İle, XVIII. asır ortalarına, îdâre mer­ bir bedevî şeyhi olan ¿âh ir, iktidarını Calila kezinin Şaydâ ’dan A kkâ ’ya nakline kadar, de­ ( Gaütaea ) mıntakasına teşmil ederek, A kk â ’ya vam etmiştir. yerleşti ve burasını imâr ve tahkim etti. ‘A li İstanbul hükümeti Suriye ite daha ziyâde, Bey ve Abu Zahab adlı memlûkler ve Suriye buradan Mısır ve A rabistan ’1 kontrol altında sularında dolaşan bir rus filosu tarafından bulundurmak, saray ve savaş masrafları husu­ desteklenen ¿âh ir, Osmanlı devletine isyan etti. sunda bölgenin vergilerinden faydalanmak için Zahir türkler tarafından A kkâ ’da muhâsara ilgilenmekte idi. Suriye makamları arttıranın olunarak 17 7 5 ’te burada maktul düştü. Onun üzerinde kalıyordu. Bir Venedik konsolosunun A kkâ ’da halefi olan Cezzar Ahmed P aşa ise, kayıtlarına göre, paşalıklar 80—100.000 ku­ Napoléon Bonaparte’m muhasarasına mukave­ ruşa ( her hâlde gümüş duka olmalıdır ; Vene­ met etmiş ve onu geri çekilmeğe mecbur bırak­ dik Grosso ’suna K irş , cemi kuruş bundan müş- mıştır ( mart-mayıs 1799 ). Dimaşk ve A kkâ •taktır ) tevcih olunmakta idi. Paşalar doğru- valisi olarak Cezzar Ahmed Paşa hemen-hemen dan-doğruya yalnızca mühim şehirler ile bun­ 40 yıl müddetle Suriye ’ye dilediği gibi hük­ ların civarlarım idâre etmekte idiler. Ülkenin metmiştir ( 1775— 1804). A rap istilâsı devrinde 4,000.000 olarak tah­ içi, sayı ve nufûzları Memlûklar devrinden beri artmış olan eski iktâ sahiplerinin, yâni bedevi, min olunan Suriye ve Filistin nüfusu, ülkenin

u

SU r î y E.

asırlar' boyunca mârûz kaldığı istilâlar, salgın hastalıklar ve iç karışıklıklar yüzünden geri­ lemiş, yine tahminen bir buçuk milyona düş­ müş idi. Mehmed A li, ümitsizliğe düşmüş Su­ riye ziraatçılarını Mısır ’a yerleştirmek fikrine kapıldığı sıralarda, Suriye ’nin en belli-başlı gelir kaynaklarından birisini teşkil eden pa­ muk zirâati ve ipekçilik tamâmiyîe gerilemiş bulunmakta idi. Bu karışık vaziyet, Lübnan emîri Başir ’e Suriye siyâsetine karışmak imkâ­ nını sağladı. Bu zâtın adı hemen-hemen 1840 yılına kadar ülkenin tarihinde ehemmiyetle yer alır. Onun Suriye işlerine müdahalesine bizzat yüksek Osmanlı roe’mûrları sebep ol­ muşlardı. Dİmaşk valisi Yusuf Paşa ( 1 807 — 18 10 ) ülkeyi tehdit eden Vahhâbi akınına kar­ şı yardım rieâsında bulunmuş idi. Başir bundan sonra D im aşk’da, Yusuf P a ş a ’ya halef olarak önceden belirtilmiş otan A kkâ paşası Süleyman ’ın bu terfi İşini ayarladı. Bütün bu umûmî keşmekeş içinde Mehmed A lî, Suriye ’yi kendi Mısır valiliğine ilhâk etmek için bir fırsat kol­ lamakta idi. Süleyman P a ş a ’nın A k k â ’da ha­ lefi olan Abdullah Paşa ( 1 8 1 8 ) ona burasını teslim edecek idi. Fakat mücrim mısır fetlahiarını teslim etmeği ve T.000.000 kuruşun lâde­ sini redetti. Hükmü Lübnan ’da da geçen Akkâ paşası tarafından bu meblağın tesviyesine iş­ tirak etmeleri talep edilen Lübnan ’m hıristi­ yan ahâlisi ayaklandı. Böyle bir hıristıyan ayaklanması o vakte kadar görülmemiş bir şey olup, sonraları sık-sık vukû bulacak idi. A vrupahlar ile temasları olan hıristiyanlar onlar tarafından kışkırtıldılar ve memlekette bir kuvvet olduklarının farkına vardılar. Mehmed A li, Abdullah Paşa ’nm istinkâfını bahane ederek, oğlu İbrahim Paşa ’yı Avrupa usûllerine göre yetiştirilmiş bir ordunun başında Suriye ’ye şevketti, Akkâ 7 aylık bir muhasaradan sonra teslim oldu ( 27 mayıs 1832 ). 8 temmuz­ da İbrahim, Himş yanında türkleri bozguna uğrattı. Bundan pek az sonra Baylan geçidini zorlayarak Anadolu ’ya girdi. 1833 mayısında varılan bir anlaşma Mehmed AH ’ye kayd-ı ha­ yat şartı ile S u riy e ’ye sahip olmayı sağlamak­ ta idi. Memleketin yeni hâkimi müsamahakâr dav­ randı. H ıristiyanların belediyelere iştirakine müsaade etti. Gayr-i müslimier İçin hakaret âmiz olan tedbir ve kararların ortadan kalk­ masını hoş gördü. Polis ve adalet teşkilâtının islâhına çalıştı, Buna mukabil, Lübnan ’m yarı muhtar bölgelerinde angarya ve askere alma emirleri ile ahâliyi kızdırdı. Lübnan ve Hav­ ran dürzileri, Nusayri ’1er arasında ve her za­ m an için yetersiz bir şekilde itaat altına alin­ miş olan Nablüs vilâyetinde isyanlar patlak

verdi. İbrahim kuvvetlerini bu isyanları bas­ tırmakta tüketti. Türkler Suriye ’yi geri almak zamanının geldiğini sandılar. Fakat Haieb şi­ malinde Nizib yanında mağlûp edildiler (27 haziran 1839 ). Bu sırada Mehmed A li ’nin ih­ tirasından endişeye düşmüş olan İngiliz hükü­ metinin teşebbüsü ile Avrupa siyasî meh&fili duruma müdâhale etti. Ingiliz siyâseti, Napo­ leon ’un seferine kadar Mısır ile alâkadar ol­ mamakta idi. Bu seferden itibaren ise, ingilizler devamlı olarak bu ülke ve Kızıl-deniz ile meş­ gul oldular. İngiliz casusları bütün Lübnan ’1 ayaklandırdılar. Bir müttefikler filosu B eyrut’u bombardıman etti (eylül 1840), 2 teşrin 1 1 . ’de A kkâ düştü ve İbrahim Suriye ’yi boşaltmağa mecbûr oldu. Bundan kısa bir süre önce ise, emîr Başir nefyedümiş idi. Sultan Mahmud II. ’den beri, Bâbtâii idâri bir merkezîleştirme siyâsetine başlamış ve muh­ telif vilâyetlerin muhtariyetlerini ortadan kal­ dıran ve iktâ durumlarını değiştiren emir-nâmeler neşretmiş idi. Mısırlıların çekilip-gitmelerinden sonra Bâbıâü, Lübnan ’ın ilhakını ha­ zırlamak gayesi ile eski A k k â ve Şaydâ pa­ şalıklarının idârî merkezini, ehemmiyeti gittik­ çe artmakta bulunan Beyrut şehrine nakletti. Aynı gaye ile, dağlık bölgenin eski hâkimle­ ri olan ŞihSb emirlerini idâreden uzaklaştırdı. Fakat busûıetle ancak dâı'mî bir karışıklık hâli yaratılmış oldu. 1830 ’dan itibaren durum Lüb­ nan ’da değişmiş idi. Türkler ile birlikte mı­ sırlılara karşı mücâdele etmiş olan hıristiyantar, dürzîtere tanınan aynı haklardan istifâde etmek istediler. Cenubî Lübnan’ da bir çok hıristi yan Lübnanlı, İbrahim Paşa tarafından nef­ yedümiş olaıı dürzîlerin arâzisini satın atmış­ lardı. Dürzîter menfalarından geri döner-dönmez eski vaziyetin iadesini ve eski im tiyaz­ ların ihyasını talep ettiler. Türk hükümeti bunların haklı isteklerini desteklemek suretiy­ le yeni anlaşmazlıkların ve kanlı çarpışmaların vukuuna sebep oldu. Suriye müslümanları da, Mısır idaresi tarafından kısmen serbest bırakıl­ mış olan hıristiyanlara daha az içerlemiş de­ ğillerdi. Bunlar bu arada ne hırisliyan ahâlinin sağlamış olduğu maddî ve manevî terakkiye, ne de hatt-ı hümâyûn ile vaad edilmiş olan siyâsî hak eşitliğine kulak asıyorlardı. Paris kongresine ( 1 85 6) tebliğ olunup, büyük dev­ letler tarafından sessiz-sedasız teminat altına alınmış o'an Sultan Abdülmecid ’in hati-ı hü­ mâyûnu müsiüman efkâr-ı umûmiyesinde bir itiraz fırtınası koparmış, fakat hıristiyanlara emniyet sağlamış idi, Hıristiyan tab ’a Dimaşk ve diğer büyük şehirlerde bundan istifâde ede­ rek servetlerini arttırmışlardı. Gizli bir faali­ yet dürzî ve müsiüman çevrelerini tahrik et­

SÜRİVfi,

meğe başladı. Bu ise, ancak 1860 yılı hâdiseleri ile gelmiştir, Lübnan dürzîleri, V â d i’l-Taym ve civarın­ daki mezhebdaşları ile ittifak hâlinde, yeni başlayan ziraî bir ıslâhat hareketi yüzünden kendi aralarında tamimiyle parçalanmış olan Mârûnslerin köylerini basıp bunları yakıp-yıktılar. H ıristiyan aleyhdarı hareket Dimaşk ’a da sıçradı. Gerek bu şehirde ve gerekse Lüb­ nan ve Beyrut ’ta türk makamlarının müdahaiesi fayda vermedi. Bunlar bu hareketin vuku­ unu önleyemediler. Avrupa devletlerinin kara­ rı ile Fransa gûyâ „sulh ve sükûnun t e ’sisin­ de sultana yardım etmek" için 1860 eylülünde Beyrut ’a asker çıkardı. Bâbıâli Fransa ’uın bu müdahalesini önlemek gayesi ile, Fuad Paşa ’yı hudutsuz selâhiyetler ile S u riye’ye yolladı. Fuad Paşa ’nın kitle hâlinde yaptırdığı idamlar, ipliği pazara çıkmış dürzî veya müstüman çete reisle­ rini menfaya göndermesi A vru p a’yı bir emr-i vâki karşısında bıraktı. Terklerin bu sür’atli davranışı ve İngiltere ’nin Fransa ’ya karşı duyduğu itim atsızlık, franstz faaliyetinin önüne geçmiş oldu. Lübnan, Avrupa ’nın murakabesin­ de muhtar bir vilâyet hâiine geldi ve bu su­ retle yarım asır müddetle faydalt bir sulh dev­ resine kavuşmuş oldu. 18 6 4 'ten sonra Suriye, Haleb ve Dimaşk vi­ lâyetleri hâlinde İkiye ayrıldı, 1888 ’de Suriye ’nin baş limanı ve ticâretinin başlıca merkezi olan Beyrut husûsî bir vilâyet durumuna yük­ seltildi. 1860 yılı sarsıntıları ile giicünii kay­ betmiş olan Suriye, Sultan Abdülâziz’in ve Sultan Murad ’ın hal ’ine, Sultan Abdülhamid ’in idareyi eline almasına ve pek kısa bir süre son­ ra geri alınanı876 meşrutiyetinin ilânına tamamiyle alâkasız kaldı. 1S81 ve 1883 yılları ara­ sında F ilis tin ’de, s i y o n i z m i n yolunu hazır­ layacak olan ilk yahudî-zirâî toplulukları te’sis olundu, Bu hareket ilk resmi tanınmasını 1 91 7 teşrin 11. ’deki BaSİour beyannamesine medyundur ve 1922 ’de Filistin ’deki Ingiliz „manda"sının metnine ithal edilmiştir. Daha Sultan Abdülhamid II. zamanında Suriye hal­ kının dış memleketlere hicreti büyük ölçülere varmış idi. Bunların Birleşik Amerika devletle­ rindeki mevcudu hemeu-hemen 200.000 ’i bul­ muş idi. Çökmekte olan Osmanh imparatorlu­ ğunun bütün eyâlet ve vilâyetlerinde de oldu­ ğu gibi, halk amme hizmetlerine karşı devletin gösterdiği alâkasızlıktan şikâyetçi idi. Bu du­ rumdan faydalanmak isteyen Fransa, Süveyş kanalının açılışından ticarî mânâda zarara gir­ miş olan S u riy e ’ ye, büyük sermâye yatırımları ile sokulmağa başladı. Bağdad tren hattının Suriye ’den geçen kısmı ve Sultan Abdülhamid 11. devrinin eseri olan Hicaz demir yolu müs­

tesna, Suriye dertıiryolları tamamiyle fransızlar tarafından inşâ olunmuştur. Bu suretle şİmâlinde Anadolu, cenûbunda ise, Mısır ve A ra­ bistan ile irtibat sağlamak sayesinde ülkenin istihsâl kudreti ve serveti artmağa başladı. Türkler bütün imparatorluklarının hususi­ yetini teşkil eden, müslim veya gayr-i müşüm tebeaya karşı gösterdikleri büyük ■müsamaha zihniyeti içinde Suriyelilerin de fikrî bakım­ dan yükselmelerini önlemediler. Kendilerinden önceki rejimlerde arap ilim ve fikrî hayatiyle irtibatları kesilmiş bulunan Suriye hıristîyanları bu müsamahadan geniş ölçüde faydalan­ dılar. Osmanh imparatorluğunun merkezinde bile hâlâ kurulamamış olan matbaa Lübnan ve H aleb ’de daha XVII. yüz yılın başlarında kuruldu ( 16 l o ). Osmanlılar ecnebi misyoner teşkilâtlarının ( Fransız, Amerikan v.b.) açık­ ça bölücü telkinlerde bulunmalarına ve Suri­ ye ’ yi maddî manevî bakımdan bir sömürge hâ­ line getirmelerine bile müsamaha ettiler. Ame­ rikan misyonerleri, hassaten ‘ İsa cemiyeti, arap milliyetçiliğini, ön plânda ise, hıristiyan arapiarı türk hâkimiyetine karşı durmadan kışkırt­ tılar. Suriye ve F ilis tin ’in bağımsız, daha doğ­ rusu kendileri tarafından müstemleke hâline getirilmesinin fikrî temellerini hazırlamak ga­ yesi ile daha *8 75’ te cizvıt papazları tarafın­ dan B eyru t’ta üniversite St. joseph te’sis olunduğu gibi, sonradan, bu müesseseden daha eski bir tarihe sâhip olan amerikalıtarın Syrian Protf stant Coltege ’i de 1923 ’te üniversite hâ­ line’ ifrâğ edilmiştir. M e ş r u t i y e t d e v r i , 1. ve II. d ü n y a s a v a ş l a r ı n d a S u r i y e . 1909 nisanında Abdülhamid II, tahttan in d irild i; yerini kar­ deşi Mehmed Reşad aldı. 1876 meşrûtiyetinin ihyasını ve saltanat değişikliğini Suriye se­ vinçle karşıladı. Ancak Suriye milliyetçiliğinin imparatorluğun resmî devlet dilinin türkçe ol­ masına bile tahammülü yok idi. Suriyelilerin devlet işlerinden ve yüksek ordu makamların­ dan mahrum bırakıldığı telkinleri tarihte ilk defa olarak Suriyeli müslüman ve hıristiyanları birleştirdi. Bunlar müstemlekeci devlet tahrik­ çilerinin kulaklarına fısıldadığı aldatıcı ga­ yeler ile bir takım ıslahat ve adem-i merke­ ziyetçi bir idâre talebinde bulundular. Me’ mûriyetierin tevziinde gûyâ „devletin en medenî eyâleti olan Suriye (! )"nin ulaşmış olduğu te­ rakki merhalesinin göz önünde bulundurulma­ sını, vergiletin tahsil ve taksiminde S u riy e ’nin durumuna dikkat edilmesini isteyorlar, memle­ kete muayyen bîr muhtar idâre tanınması za­ manının geldiğini zan ve iddia ediyorlardı. Osmanh imparatorluğu 29 teşrin I. 1* 14 ’te fi’len birinci cihan harbine girdi. Savaş du-

StlRÎYÉ. romunun icâbı olarak Lübnan’ın muhtariyeti geri alındı ve büyük selâhiyetler ile teçhiz edilen Cemal Paşa Suriye ’nin idaresini eline aldı. S a va^îTalTti3 ^ f 3 r Kerin~KeF'za'mank i mü­ samahalarını devam ettirememeleri tabiî olma­ sına rağmen, Osm anlı idarecisinin aldığı her türlü tedbir, Suriye ’de bol-bol mevcut olan itilâ f devletleri casuslarının da canlı faâliyeti yüzünden, yerli halkça zulüm ve tazyik telakki edildi. Cemal P a ş a ’nın 19 15 şubatında girişti­ ği Süveyş kanalına karşı taarruz da akamete uğrayıp, İngiliz kuvvetleri general Allenby ku­ mandasında mukabil taarruza geçince Suriye­ liler dürt asırdan beri tâbî oldukları Osmanlı imparatorluğuna ihanet ettiler. Gerçekleşece­ ğini sandıkları bağımsızlıklarını A vru p a ’nın müstemlekeci devletlerinin elinden kolay-kolay kurtaramayacaklardı. 1916 ağustosunda^Altenby, G azze’ ye kadar ilerledi! 19 17 yılı teşrin II. ’de ingilizler cenubî Filistin bölgesini ellerine geçirmiş bulunuyorlardı. İngilizler 1 1 kânûn 1. ’da türklerin boşaltmış oldukları Kudüs ’e girdiler. Türkler mevzilerini, Y afa ’nm şimâlinden Ü rdün’e kadar uzanan bir hat üzerinde aylarca ve kahramanca müdafaa ettiler. K a t’î neticeli savaş 19 eylül 19 18 ’ de Tülkarim ya­ nındaki Sarona ovasında yapıldı. Bu savaşta İngiliz kuvvetleri 4 yılı aşkın bir zamandan beri kifayetsiz silâhlar ile çarpışmak zorunda kalan türk hatlarını yardılar. Eylül ayının so­ nuna doğru ingilizler, ciddî bir müdafaaya rastlamadan Şam eivârına ulaştılar. Mekke şe­ rifinin oğlu emîr Faysal ’a, sür’atle Mâverây-i Ürdün ’den gelip, I teşrin I. tarihinde bir be­ devi birliğinin başında resmen Ş am ’a girmek imkânını sağlamak üzere yürüyüşe devam bir kaç gün tehir edildi. 31 teşrin 1 . ’ de türkler bir mütâreke imzaladılar. B ir hafta sonra ise, son türk birlikleri Toroslar ’ın gerisine çekil­ miş bulunuyordu. Fransızlar sâhil bölgesini işgal ederken, in­ gilizler bütün ülkeyi zaptetmiş bulunuyorlardı. Savaş esnasında i’tilâf devletleri Mekke şerifi Husayn b. 'A li ’nin yardımını sağlamak gayesi ile, ona, „fransızların önceden elde etmiş ol­ dukları im tiyazlar" bâkî kalmak şartı ile, bir arap devletleri İttihadı vücûda getirmeği vaad etmiş idiler. Em îr Faysal bu vaadlere dayana­ rak bütün Suriye ’yi hükmü altına almağa ça­ lıştı ve Şam ’da sözüm ona bir hükümet kur­ du. Bu şehir bir siyâsî desiseler merkezî hâ­ line geldi. Suriye ’de kargaşalığı ebedileştire­ cek şekilde faâiiyetierde bulunan çeteler bu­ radan- çıkıyor ve etrafı yağma ve önlerine ge­ leni katlediyorlardı. 7 mart 19 2 0 ’de toplanan bir „Suriye kongresi" emîr Faysal ’i, Faysal I. olarak Suriye'kTrah ilân etti. Fransa cumhuriyetinin

Suriye baş-komiseriiğine tâyin edilen general Gouraüd, bir ültimatom ile Fayşai ’dan hesap sordu, ültimatom cevapsız kalınca, fransızlar 24 temmuz 1920 ’de Hân Maysalün yanında karşılarına çıkan bedevi kuvvetleri kısa bir mücâdeleden sonra dağıtıp ertesi gün Şam 'a girdiler. Faysal kaçtı. 10 ağustos 1920 ’de S è vr e s m u a h e d e s i n i n 94. maddesi ile Suriye „kendi kendisini idareye kadir hâle gelinceye kadar“ bir „mandater" devlet müşavirliği ve yardımı ile idâre edilecek „muvakkat olarak müstakil bir devlet" teşkil etmek üzere Os­ manlı devletinden ayrıldı. Bundan daha önce yapılan San Remo konferansında ise, Suriye mandasının F ran sa ’ya tevdî edilmesi karar al­ tına alınmış bulunmakta idi. 1 eylül 1920 ’de general Gouraud, Beyrut ’ta büyük Lübnan devletinin kuruluşunu resmen ilân etti.. Bun­ dan sonra muhtariyete sahip olan Ş a m , H al e b ve a l e v î b ö l g e s i ( Nusayrîlerin resmî adı budur ), hukûmetciklerinin birleşmesinden taazzuv eden „Suriye devletleri ittihadı" vücûda getirildi. A lev î bölgesinin id âri merkezi Lâzik iya idi. Başka bir devletçik de H a v r a n b ö l g e s i D ü r z î l e r i için teşkil edildi. Lüb­ nanlılar gibi bunlar da Suriye birliği dışında kalmağı becerdiler. Birliğin başında Suriyeli bir reis bulunmakta idi. Yerli me’ mûriar, transız müşavirlerinin emir ve tavsiyelerine uyarak memleketi idâre etmekte idiler. Suriye ikinci dünya savaşında, bir kısmı A l­ manya ile mütâreke imzalamış olan Vicby hü­ kümetini tutan, diğer kısmı ingilizler ile bir­ likte hareket etmeği münâsip gören, franstz kuvvetlerinin savaş sahnesi hâline geldi. Bü­ yük harbin sona ermesi iie istiklâline kavuşan Suriye günümüze kadar hâlâ iç mücâdeleler ile yıpranmakta ve bir türlü istikrara kavuşamamaktadır. Ülkede birleşik arap cumhuri­ yetleri adını taşıyan Mısır ile birleşmek tarafdarı olanlar ile, müstakil kalmak isteyen züm­ reler arasında sık-sık çatışmalar olmaktadır. Husni Za'im ( mart 1949 ), Çiçekli ( kânûn I. 1949)» Şükrü El-lçuvvetli {şu bat 1954 ) ihtilâl­ lerinden sonra ülke, 1958 şubatında Mısır ite birleşmiş, 1961 eylülünde Mısır ’m Suriye vâlisi 'A bd al-Hakim 'Anır. Şam ’da tevkif edi- lerek birliğe son verilmiştir. 1963 He milliyetçi Ba'aş partisi ve şubat 1966 ’da Amin al-Hâfiz iktidarı ellerine geçirmişlerdir. Bu günkü Suriye devletinin işgal ettiği saha 185.180 km.2 olup, nüfusu 4.873,092 ( 1963 ) ’dir. B i b l i y o g r a f y a : Umûmî bibliyograf­ ya içiu bk. H. Lammens, La S y r ie , précis historique {Beyrut, 19 2 1 ), 2 cilt. S u riy e ’nin İ s l â m i y e t t e n ö n c e k i d e v ­ r i n e dair en özlü bilgi ve bibliyografya E.

âtikÎYÊ.

h

Honigmann ’m Real-Encyclopaedie d e rc la s within the M irdâsid Dynasty in Ffalab (JA O S . sischen Âltertumszoissenschaft (Stu ttgard , *953 » 7 3 )î C. Cahen, La Chronique abrégée 1932, IV A , a, stn. 1549— 1727 ) ’a yazdığı d’a l 'A zlm i ( J A , 1938, 230). geniş Sy ria maddesinde bulunmaktadır. H a ç l ı s e f e r l e r i d e v r i : Recueil A r a p f e t h i ve E m e v t l e r d e v r i : . des Historiens des Croisades ( nşr. Acadé­ T abari, T ârih ( nşr. de Goeje ) ; Balâzuri, Fu mie des Inscription et Belles Lettres ), Paris, tüh al-buldân ( nşr. de Goeje ); De Goeje, Mé­ 18 4 1— 1906 ; R. Rohricht, Geschichte des ersi­ moire sur la conquête de la S y rie { Leiden, en Kreuzzuges ( Innsbruck, 19 0 1 ); ayn. mil., 1900 ); Wellhausen, Prolegomena zar altesten Geschichte des K Snigreichs Jérusalem ( 1100 Geschichte des Islams ( Skizzen and Vorar­ — 1291 ), Innsbruck, 1898; İbn al-Kalânisi, beiten, Berlin, 1899, VI ) ; türk. tre., Fikret ayn. est. ; Usâma b. Munkiz, K itâb al-i'tibâr ( nşr. Dérenbourg ), Paris, 1884 ; Dérenişıltan, Islâmtn en eski tarihine g iriş ( İstan­ bul, i960 ) ; Wellhausen, Das arabiscke R eick bourg, OusBma ibn Monqidk, un émir syrien und sein Sturz (Berlin, 1902 ); türk. trc., F. au 1er siècle des Croisades ( Paris, 1889 ); İbn İşıltan, A rap devleti ve sukutu ( Ankara, Cubayr, Rihla ( nşr. de Goeje ), Leyden. 1907 ; 1963 ) ; L. Caetani, A nnali d eli ’isiâm. I—III ; Şâlih b. Yahya, T ârih B ayrât ( nşr. L . Cheik­ ho ), Beyrut, 1902 ; Barhebraeus, Târik muh­ v. Kremer, Culturgeschichte des Orients (Wien, 1875) * Kitâb al-ağâni (tab. tasar al-duval ( nşr. Şalhani ), Beyrut, 1890 ; B u la k ); H. l-ammens. Etudes sur Is règne Michel le Syrien, Chronique ( nşr. ve tre. du calife omaiyade Mo'ümia h r, /¡£rF O B , Chabot >, Paris, 1900, 3 cilt ; de Vogué, Les 1907 ; ayn. mil., Le califat de Yazid l*r, églises de Terre-Sainte ( Paris, 1860 ) ; Rey, M F O B , 1921 ; ayn. mil., Mo'âzuiya 11 ou Etude sur les monuments de l'architecture le dern ier des Sofiânides, R S O, VII; ayn. m ilitaire des Croisés en S y rie et en Chypre mil., Le chantre des Omaiyades ; notes bio­ (P a ris, 18 71 ); ayn. mil., Les colonies fra n graphiques et littêi aires sur le poète arabe ■ quesde S y rie aux X II« et X lll* siècles ( P a ­ ris, 18 8 3 ); Schlumberger, Campagnes du chrétien Akf al ( J A , 1895 ) >ayn- mlk> Etudes sur le siècle des Omayyades ( Beyrut, 1930 ); roi Am aury I er en E gyp te ( Paris, 190b ' ; ayn. Se ver us b. al-Mulraffa1, A lexandriniscke mil,, Renaud de Châtillon, prince d ’A ntioche, seigneur de la Terre d ’O ultre-Jourdain Patriarchengeschichte (nşr. Seybold ), Ham­ burg, 19 12 ; Weil, C halifen ( Mannheim, İ846 ),(P aris, 1898 ) ; Schaube, Handelsgeschichte I; A. Millier. B e r Islam im M orgen-und A ­ der romanischen Vôlker des M ittelm eergebietesbis zum Ende der Kreuzzüge ( Mün­ bendland ( Berlin, 1885 ), I. chen, ï ç o 6 ); L. Bréhier, L ’ Eglise et l’ Orient A b b â s î v e F a t ı m î d e v r i ; von K re­ au M oyen-âge ; Chai an don, Joan H Commer, Culturgeschichte ve yukarıda zikredi­ nène et Manuel Comnêne (P aris, 1 9 1 2 ) ; R. len arap müverrihlerinden başka; Ya'kübi, Dussaud, Topographie historique de la Sy rie Târih (nşr; Houtsma ), II; İbn al-Kàlânisi, antique et médiévale ( Paris, 1927 ); R. GrousZ ayi târih Dimaşk ( nşr. Amedroz ), Beyrut, set, Histoire des Croisades et du royaume 1908 ; Ibn ‘A sâkir, Tarih Dimaştf { nşr. fra n c de Jérusalem (P aris, 1934 —1936), 3 ‘Abd al-Çâdir Badrân ), Şam, 1329— 1351, 7 cilt (eksik ve kısaltılmış n eşri); İbn al- : c ilt; S . Runcim an,/! H isio ry o f the CrusaB afrik, Târih (nşr, L, Cheikho), Beyrut, des Cambridge, 19 31 v.d. ), 3 cilt ; A. Waas, Geschichte der Kreuzzüge ( Freiburg, 1956 ), 2 1906, II ; Makdisi. Ahsan al-takâsim ( B G A , 111); İbn at-‘Adim, Zubdat al-halab min tâ­ cilt ; C. Cahen, La S yrie du Nord d l ’Epoque des Croisades (P aris, 19 4 0 ); A . Sevim, Su­ rih IJalab ( nşr. Sam i al-Dabhân ), Dimaşk, 19 3 1,1 ;G . Le Strange, Palestine under the riye Selçukluları (A nkara, 19651. moslems ( Cambridge.. 1890 ) ; Weil, C halifen M e m l ü k l e r d e v r i ; Şalih b. Yahya, (Mannheim, 1846—1862 ), U—V ; L , Bréhier, Bréhier, Schaube ’nin bir Önce zikredilen eserlerinden başka bk. W eil, Geschichte des L ’Eglise et l’Orient au M oyen-âge ( 1907 )î Abbasidenckalifats in Egypten ( Mannheim, ayn. mil., Le schisme: oriental du X I e siècle 1862), 2 c ilt; Gaudefroy-Demombynes, La ( 1899 )i M. Canard, H istoire de la Dynastie S yrie à l’époque des Mamlouks ( Paris, 1923); des H ’amdanides de Ja z ira et de S y rie ( Pa­ İbn at-Şihna, al-D urr al-muntahzb f i târih ris, 1953 ), I ; J. Sauvaget, „Les Trésors d’or“ de mamla kat Halab ( nşr. Sarkis ), Beyrut, 1909 ; Sibt d ’ Ibn a l - Af a mî ( Beyrut, 1930 ) ; ayn. İbn B a t ı l a ( nşr. Defrémery ve Sanguinetti ), mil., „Les perles choisies" d’Ibn ach-Chihna 1 ; İbn Jyâs. Târih Mişr (Kahire, 18 9 3); (Beyrut, 1933 ); M. Canard, Les H ’amdaMakrizi, Histoire des sultans mamlouks nides et l’A rm énie ( A I E 0 , 1948, 7 ) ; R. d ’Egypte (trc. Q uatrem èie); ayn. mil., HisW. Crawford, Reconstruction o f a struggle, LUm Aniiklopediit

i

s ü r 1y e

- , s u r ÔC.

S Ü R T . S Y R T E ( İdr isi : Ş u r t ), ni-Bakri ’ye gore, S id ra ( S y rtis m ajor ) körfezinde, deniz kenarında, bir suru, camii, bir hamamı ve sök ’lan bulunan büyük bir kasaba ( m a d in a ) dır. Biri, kıble ’ye, diğeri kara tarafina ve bir üçüncüsü de denize bakan üç kapısı mevcuttur. Tatlı sulara, güzel bahçelere sahip olmakla be­ raber ahâlisi kötü bir şöhrete sahiptir. Halk arasında ne arapça, ne berberi ve ne de kipti olan bir lehçe kullanılmaktadır, Trablus ve Acdâbiya- arasında yer-alan bu kasaba Magripli hacıların yolu üzerinde bulunuyordu XVII. asırda buradan üç defa geçen al-‘A y y â şi, Surt ’tan bahsederken, iy i zirâat edilen bir sahâ olmakla, beraber, halkının, burayı fethedenlerin zulmünden ıztirap çektiğini söyler. Burada 3 %asr mevcut idi. Müşlümanlar bu mıntakayı h.: 2 2 /2 3 ’te, Afrika.üzerine yapılan ilk istilâ hareketi ;sırasında fethetmişler ve bunu mü­ ; teâkip Siirt dâ Trablus ’un âki betine uğramış­ tır. Fafcat.Trablus ’un valileri ve hükümdarları her zaman bu mmtaka ve. göçebe .'sakinlerini müessir bir murakabeye tâbi tutamamışlardır. Fezzan ile irtibatının olması burasını mühim bir siyâsi merkez yapmıştır. ,■ OsmanlIların idaresi altında Surt, Barka ile aynı zümreye konmuş ve 18 4 7’ den sonra da, Trablus vilâyet ’inde el-Homs sancak ’ı olmuş­ tun 19 12 ’de Trablus ’un İtalya ’ya âİt arazi­ sine 'dâhil bulunan şehir bugün m üstakil,Libya devletine aittir. Ekseriyeti arap olan nüfus Bani Suİaym kabîleşindendir, Berberîler ise, H u vâra’dendir. Burasının bangİ. Roma iskân sahasına.tekabül ettiğini kat’iyetle kestirmek güçtün Halen Surt civânndaki harabelerin ve rctmalilann açmış olduğu kuyuların bulunduğu Medinet al-Şultân ’in, Antonin ’in „yolcu reh­ berindeki" Charax veya t sema ’ya tekabül et­ tiği 'sanılm aktadır.. ,•: ; • • -i.: • B i b l i y o g r a f y a t al-Bakri ( nşr. De Slane ), G ezâyİr',1913, s. 6 ; a l-'A yyaşi, Rihla , ( Fas, 1320 )j I, 10 3 ; II, 377 i H. Barth, Wan­ derungen . . . ( Berlin, 1849 ), s. .3 3 4 ; E . De A gostini, L e populazioni della Tripolitania • >(Trablus, 19 17 ),s. 193—2 0 0 ; A . Fantoîi, Gui■ da delta Tripolitania (Milano, 1923 ), s. 261. .' ( E t t o r e Rossı.) V S U R Ü C . SA R U C , S ü R Ü Ç , farklı okunuşlar S u r u ç , Sü R U C , c e n û b - i ş a r k i A n a d o 1 u ’da Urfa vilâyetine bağlı kazâ merkezi ölüp, ’ vilâyet merkezinin cenûb-i garbisinde, U rfa ’ya 46 km.', Mürşitpmar demîr-yolu istasyohuna i2 km. ’lik yol ile bağlı, deniz se­ viyesinden 537 m. yükseklikte b i r k a s â b a­ d ı r. ‘ ■ ■" ■ ■- ■ ' •"' . 1 .- .■ ■ ■ ■ .■ r ’ • ( H . ’ L a m m e n s .) [Bu madde Fikret Işıltan tarafından ikmâl • Survlc ’ıin ilk çağın Osrhoene ülkesi şehirle­ edilmiştir.] .-r • " rinden Anthemusia veya Batnai ( Bâthnae I ’nin

toire d ’Egypte ( trc. Btoehet, R evue de l’O ri­ ent Lutin, 1897—i9o8, V I, V III—X I)î Tobler, Descriptiones terrae- sanctae ex. saécnlis VIII —X V ( Leipzig, 1874 ); Roehricht, '.Deut­ sche P ilgerreîsen nach dem héiligen Laride ( Berlin, 1880 ) ; H.Lammen's, Relations offi ­ cielles entre la Cour romaine et les sultans mamloûks d’Egypte ( R ev. de l ’O rient chré­ tien. 1903 ) ; ayu. -.mlL, Correspondances dip­ lomatiques entre les sultans mdmloûks d’~ Egypte et tes Puissances chrétiennes: (R O L , 19 0 4 ); L. Cahun, Introduction à {’ histoire de l’Asie, Turcs et Mongols ( Paria, 1896 ). O s m a n l i l a r de vr i : Ibn IyaSs gôst. y e r,; Muhibbi," HulSşat abaşar, f i aly an alkarn al-k'Bdi ‘’« fa r (B ulak,. 1284) ; Haydar Şihâb, T â r ik i Kahire, 1900 ) ; Jorga, Gèsckichte des . osmanischen Reiches ( Gotha, 1908 — 19 13 ); d’Arvieux, Mémoires ( Paris, 1735 6 cilt ; Wiistenfeld,' Fqchr ed-dîn, der Df u' zenfürst ( Gottingen, 1886} ¡ Vandal, l’Odys• sée d ’un ambassadeur ; voyages du marquis de Noint il (P aris, 19 0 1} ; U n ancient diplo■ mate, L e régim e des Capitulations l'P à û e, 1898 )i Masson, H istoire du commerce fra n fois dans le Levant ( Paris, 1896 ) ; Relazioni dei consoli veneti nella Siria- ( nşr. Berchet ), Venedik, 1866; Testa, 7?ecuei7 des traiiès de la porte ottomane avec les Puissances étran• gères (P a ris, 1864), 6 cilt ; Rabbath-Tour' nebize, Documents inédits pour servir- à l’kis: taire du christianisme ’ eh ' O rient ( Paris­ Leipzig-London, 1905 ), 2 cilt • Driault, La question d’ Qrient (P aris, 1921 ), 8.'t a b ıp'Ca< ; b'artî, Târi h (Kahire; 1880 ); • von Oppen­ heim, Vom Mittelmeer zum Persischen G o lf " ( Berlin, 1899 ) ; Ver ne y ve Dambmann, Les ’ Puissances étrangères dans le Levant, en ■ S y rie et en Palestine (Paris, 1900 ) ; M .H art' niann, R eisebriefe aus Syrien ( Berlin, 19 13 ) ; bilhassa XVII. asırdan sonraki bibliyografya ' için krş. P . Massön, Eléments d ’une biblio­ graph ie française de la S y rie { Congrès ~ fran çais d e l à S yrie, Paris, 1 9 1 9 ) ; A . A le­ xandre, L e co n flit syro-turc du Sà n d ja k d’A lexandrèite ( Rens/Col.,- 2938) ; ‘A . C arieton, Thé Syrian coups d ’état o f 1949 ( M E ] , 1950, IV ) ; ayn. mil., Syria ioday Intern, a f f . { 1954 ), 30;" G: Àntoniüs,' 5 yria and the Frerich mandaté Intetni af f t (:Î 934 ), 13 ; C, E. Dawn, Thé'question- of'natïondlism in Syria and Lebahàn, "Tensions ' iri the ' M iddle East (1956 )¡ R. Costi, ’R éaction et communisme en S y rie Orient ( ¿958 ). “



Iü r6 c yerine geçtiği ileri sürülmüştür: Bu sonuncu­ nun yakınında bulunan sert bazalttan yontul­ muş İki arslan heykeli çevredeki yerleşmenin eskiliğine şehâdet'edef. Suruç daha sonra Ro­ ma imparatorluğuna geçmiş, şarkî Roma hâki­ miyeti altında iken, 18 (639 ) senesinde, ‘fyâz b. Ganm tarafından, E lcezîre’nin diğer k ı­ sımları ile beraber fethedilmiş ve orta çağ­ larda Diyâr Muzar [b . bk .]’ın bir şehri sayıl­ mıştır. Şehrin ehemmiyeti, eski çağda olduğu gibi, İslâm hâkimiyetini içine alan orta çağda da, işlek yollar üzerinde bir transit merkezi ol‘masmdan doğuyordu. E lcez îre ’yi Akdeniz kı­ yılarına bağlayan yolların biri' buradan ge­ çiyordu: Urfa-Birecik arasındaki yolların en cenupta olanı üzerinde yer-alan Suruç, bu iki şehre müsavi mesafede bulunduğu gibi, Har­ ran ile de münâsebette id i; bundan başka F ı­ rat ’m yu k arı'(Su maysa t ) ve aşağı ( al-Rakka ) kesimleri ' arasında bir konak yeri i d i : : İbn H ürdâzbib’e göre, bu şehirlerden birincisine 13, İkincisine 20 fersah mesafede idi. Diğer taraftan toprakların verimliliği ve suyun bol­ luğu, halkın geçimini büyük ölçüde zirâatten (hububat, bakliyat, bağcılık çeşitli meyveler ) te’mîn etmesine yarıyordu.1 ' İslâm devrinde Suruç ’un kaderi yukarı E l­ cezîre ’nin garp kısmıntnkine [ Diyar M uzar; b.- bk.] bağlı kaldı. Arap tarihçilerinde ve coğ­ rafyacılarında burası hakkında dağınık bilgitere rastlanır, Abu ’ 1-Fidâ: zamanında Surûc hemen-hemen harabe hâlinde idi. Aynı ifâde çok daha sonra da tekrarlanır: Kâtip Çelebi Urfa ’nin ' nahiyeleri arasında zikrettiği S u rû c ’un akar-sularınîri, bahçe ve meyvasının bolluğu ile beraber, harap bîr yer oluşunu da kaydet­ mektedir; XIX. asrın ikinci yarısında, Sachau ’a göre, Surûc bir-köy idî, fak at1 burası aynı za­ manda bir kazâ merkezi idi. 1890 ’a doğru, C u in et’e göre, - kasabanın nüfusu 1,500 den ibaret idi. Kazâ nüfusu ise, 20.50b kadar olup, bunun 19.000 ’i niüslüman, 1.500 kadarı da süiyanî ve yakubî hırîstiyan idi. Birinci cihan harbi nihayeti e ndikten sonra, ilk olarak ingilizler, 1919 senesi ilk baharın­ dan son baharına, onların yerine geçen fransız­ lar da, 1920 senesi ilk baharı nihayetlerinde kasabayı boşaitmeaya kadar, S u rû c’u işgal ettiler. Cumhuriyetin ilk yıllarında Surûc çok sönük bir durumda idi ve 1927 sayımında nüfusu 1.551 olarak tespit edilmiş idi. Daha sonraki yıllarda bu nüfus, hızla artarak, 1940 ’ta 3.142, 19 50 ’de 4.2-İ4, 1955 ’te 5.993 ve 1960 ’ta 6.800 oldu. 799 km.2 arâzi kaplayan ve 71 köy ihtiva eden Surûc kazasının nüfusa ise, ( 19 6 0 ’t a ) 38,654 idi. • • ■ "

sös.

B i b l i g o g r a f y a ; Pauly-W issowa, Realencyclopadie . . , , Fraenkel tarafından yazıl­ mış Anthemusie ve Batnai maddeleri; K, Reglıng, Zur histor, Geographie d. m e sop ot, ■ Parallelogram ms ( Klio, 1902, 1, 443 —476 ); H. ve R. Kiepert, Formae drbisdnticjui, kı­ sım V., 1910, S. 5b; ’ G. Le. Strange, The Lands o f the Easiern Caliphate ( 1905 }, s. 10 8 ; al-İştahri; M asälik, ( B G A , 1, 78 ); îbn Havljal, M asälik, ( B G A , II, 157 ); İbn Ciibayr, R ihla ( nşr. Wright ve de Goeje, Gibh. Memorial S er,, V , 248); Yäküt. Mucarn albuldän ( nşr. Wüstenfeld ), bk. fih rist; Abu ’İ-Fidâ’, Takvim al-buldän ( nşr, Reinaud ve de, Släne ), s. 233 v.d., 276; frans, .trc. ( 1848) ■- II, i 2 v.d., 52; ibn Hurdäzbih, M asälik { B G A , VI, 73 , 97, 216 ); İbn al-A sir, K âm il, (nşr, Tornberg), bk. fih rist; Richard Pocoeke, D escription o f the East, kitap II, bahis XVII, âlm. trc. Beschreibung des M orgen­ landes ( trc, Ernst v. Windheim ), Erlangen, 1754, II, 2 38 ; W. F. Ainsworth, Travels and R esea rc h es... (18 4 2 ), II, 102 v .d .; Sachau, ■ Reise in S y rien and Mesopotamien ( 1883), s. 180 v. d .; M. v. Oppenheim, Vom M itiel■ meer zur Pers. G o lf ( 1900 ), II, 3 ve harita; Cäetani, A nnali d e li' Islâm ( 1 9 1 1 ) , IV, 32— 48; E. Honigmann, Studien zur Notitia A n tiochena { B Z , 1925," X X V , 73,. 77 v.d,). Haleb vilâ y eti salnâmesi ( 1323 ), s. 440 v. d,; V. Cuinet, La Türquie d’ A sie ( Paris, 1891 ), H, 269 —271 ; Ş. Sâm î, fCämüs al-a'läm ( İstan bul, 1894)IV, *557 v .d .; B eled iyeler Yıllığı ( Ankara, 1950), III, 421 —425. F. Işıltan, Ur f a bölgesi tarihi, İstanbul, i960, bk. fihrist. ■ (M . P l e s sn e r .) [B u madde ' B. Darkot tarafından ikmâl edilm iştir.] S U R Ö C . [B k . s u r û c .] S U R U R Î. [ B k, sûrûRÎ.] S Û S . AL-SU S, İ r a n ’ı n H û z i s t a n v e ­ ya A r a b i s t a n e y â l e t i n d e k i büyük h a r a b e l e r , Kadîm tarihin daha ilk zaman­ larında ( hiç olmazsa m. ö. 11. kinden itibâreü) al-Süs,'Elam devletinin payitahtı idi. Kitâb-ı Mukaddes ’te ve çivi yazılı kitabelerdeki adı Ş â ş a n 'd ır; grekçe S o ö o a ; Geç Mısırca-’da S v ş ( bk. M ht. V A G, 111, 1 41 : V, 6) ; Süryânice ve ermenieede Şöş ( Musul civarındaki aynı' addaki piskoposluk merkezi ile karıştı­ rılmamalıdır; krş. msl. G ; Hoffmann, Auszüge aus syrisch. A kten pers. M ärtyrer, Leipzig, 1880, s.- 204; Sachau, Abh. P r. A k. W., I 9 »9 i S. 5 5 ) ; yeni farsçada ise Şüş ’dur. • . [Şu şan denilen eski çağdaki Süsâ tarih ön­ cesi devirlerin" ilk safhalarından itibaren is­ kâna sahne olmuştu!.' Yapılan araştırmalar ve



SUS.

kazılara göre, Susa ’da bir ön Elam devri var­ dır ki, bunun kalıntıları büyük bir mezarlıkta bulunmuştur. Yazısız olan bu uzun devrin eserleri arasında bilhassa boyalı keramik ve bakır âletler vardır. S ü s a ’daki İlk keramik buluntular S. bine ( m . 5 .) âit olup dört safha arzeder: Susa A denilen 4. bin (m .ö.) kül­ türünde yine boyalı keramik { üslûp I ), bakır âletler ve baskı mühürleri ele geçmiştir. Susa ’da 4. binin (m. ö.) ikinci yarısında çok renkli keramik yerini tek renkli kırmızı keramik al­ mıştır. Bu, umûmî İran kültüründen bir ayrıl­ manın belirtisidir. 4. binin ( m. ö.) son asırla­ rında Süsa ’da Ön Elam yazısı denilen kendine mahsus bir yazı meydana çıkmıştır ki, bunun Mezopotamya medeniyetinin gelişmesinde bü­ yük rol oynadığı kabûl edilebilir. Bu devreye aynı zamanda hars bakımından Süsa B denil­ mekte olup, bundan sonra kuvvetli bir şekil­ de Mezopotamya harsının te’siri görülmekte­ dir, 3. bin ( m. ö.) harsı Süsa C ve Süsa D olarak iki kısma ayrılır. Süsa C safhasında şehir gelişmiş, bu devirde üstüvanî mühürler meydana çıkmış ve Susa harsının te’sîrleri İran ’m içlerine kadar yayılmıştır ( Tepe Sialk ). Süsa D ise, kırat mezarları, tunç âletler ve renkli keramiklerin ( üslûp II ) bulunduğu de­ virdir. Süsa ve dolayısiyle Elam, çoğunlukla siyâsî bakımdan Mezopotamya’ya tâbi idiler. Fakat Süsa zaman-'zaman Bâbil ’in kaderi üzerinde de büyük rol oynamıştır. Akad devrinde (m.ö. 2350—2200 )Sü sa „Patesi“ ’si Puzur Şuşm ak ay­ nı zamanda Elam vâlisi olup, Naram-Sin zama­ nında yaşamıştır. Üçüncü Ur sülâlesi zamanın­ da ( m. ö. 2050—1955 ) Süsa, bu sülâlenin kı­ ratlarına tâbi prenslerin idaresinde- kaldı. Fa­ kat 3. Ur sülâlesinin son kıralı İbişin ’in Kuturnahunta i. tarafından esir edilmesi ve taht­ tan indirilmesi ile Elam istiklâline kavuştu. Elam kır allan geuiş çapta yağmalarda buluna­ rak sayısız kıymetli eseri S ü s a ’ya götürdüler. Hâkimiyet sahalarını Rim-Sin zamanında Larsa ve isin ’e kadar genişlettiler. Süsa ’da yerli kı­ ratlara âit vesikalar yanında Sargon I., Maniştusu, Akad kıralı Naram-Sin ’e âit .âbide­ ler, Hamurabi ’nin kanun kitâbesi, Kesitler devrinin sınır taşları gibi vesikalar da ele geçmiştir. E la m ’m genişlemesine ve hâkimiyetine Bâ­ bil kıralı Hamurabi (m .ö . 1728— 1686) Larsa ’yı zaptederek son vermiş ve anlaşılan Süsa, Bâbil devletine tâbi olmuştur. 2000— 1500 ( m. Ö.) arasındaki zamana eski Elam devri denilmektedir. O rta Elam devri İse, 1500—1000 ( m. ö.) ara­ sındaki zamandır. Bu devirde S ü s a ’da.Untaş-

gai (takriben 1234— >>70), Şilak Inşuşnak (takriben *165— 1 1 5 1 ) gibi kırallar yaşamıştır. Kısa bir süre için Bâbil zaptedilmiştİr. Elam bir rönesahs devri yaşamıştır ve meşhûr Tchoga Zambii, Zıkurate bu devre âittir. M. ö. I. binde ise, son mühim Asur kıralı Asurbanipai, eski devirlerde Babilonya ’ya ya­ pılan Elam yağma seferlerinin' bir intikamını almak üzere uzun süren savaşlardan sonra 653 ( m.ö.) yılında S ü sa ’ yı tahrip etmiştir. Bu yer, daha sonraki zamanlarda yeni Bâbil kıralları­ nın hâkimiyetinde kaldı ve onlardan da bu­ rasını 539 ( m. ö.) ’da Pers imparatorluğunun kurucusu Büyük K yros aldı. Şehri ihya etti ve Pers imparatorluğunun merkezlerinden biri hâ­ line getirdi. Büyük Darius, Süsa ’yı siyâsî ve İdarî merkez ilân etti. Burası bilhassa kışlık merkez olarak kullanılıyordu. Asur kıralı A su r­ banipai’in tahribâtından çok zarar görmüş olan bu eski Elam şehri, Basra körfezinden aş.-yk. 100 km. uzakta bulunuyordu. Basra körfezin­ den Hindistan ’a ve Mısır ’a iki deniz yolu g it­ mekte idi. Süsa, üç kara yolu ile bir taraftan Persepolis’e, Lûristan içinden geçen yol ile Ekbatana ’ya ve nihayet Dicle nehri boyunca d vam eden yol vâsıtası ile de Bâbil ’e bağ­ lanmakta idi. Elamlıiardan kalan iç kale ’nin cenûb-i şarkîsinde kırallık sarayları ve onun cenûbunda asıl şehir bulunmakta idi. Her üç kısım kuvvetli sûrlar ile çevrilmiş idi. Dışta etrafı çeviren bir hendek vardı ki, buraya küçük Şâvür suyu akıtılmıştı. Ahemenî saray-larmın . mühim kısımları şunlardır; âbidevî kapı, büyük kabul salonu ve ikametgâhlar, Süsa ’da kabûl salonu ve ikametgâh binaları bu güne kadar iyi bir- şekilde muhafaza edil­ miştir. Diğer ..yapılar eski çağda ve yeni devir­ lerde o derece tahrip edilmiştir ki,, bugünkü hâllerinden asılları hakkında açık bir fikir edinmek mümkün değildir. S ü sa ’da mühim bir kitâbe bulunmuştur ki, bunda Darius ’un yapı faâliyeti hakkında bir hayli bilgi vardır. Bu kitâbede büyük Tanrı Ahuramazda ’ ya hitap edildikten sonra inşâ malzemesinin hangi memleketlerden geldiği bildirilmektedir. Diğer bir kitâ.bede A rtaxerxes 11., Süsa sara­ yının, büyük babası A rtaxerxes 1. ’ in hâkimi­ yeti zamanında yandığını ve kendisinin tekrar yaptırdığını bildirmektedir. Bunun Darius za­ manındaki plan ve tezyinâta uyularak yeniden inşâ edilmiş olması pek muhtemeldir. Burada Büyük D ariu s’un bir heykeli bulunmuştur.) Büyük İskender’in 3 3 ı (m . Ö.)’de, S ü s ’tan birlikte götürdüğü muazzam ganimet, Kyros ’ un hâkimiyetini tâkip eden asırlarda S ü s ’ta yeniden ne büyük bir servetin toplandığının canlı bir şahididir.

sûs. Süryânî, Bizans ve arab kaynaklarından (bu hususta bk. N öl deke, Gesch. der Perser und A raber zur Zeit der SSsciniden, Leyden, 1879, s. 58 ) öğrendiğimize göre, Sâsânîter ida­ resinde Süs şehri kudretli Şâpur II. { 309—379 ) taralından 300 iile çiğnetildi, zîrâ şehir isyân etmiş id i; Şâpur bunun yanında yeni bir şehir te’sis ederek bunu büyük şark hükümdarlarının çok sevdikleri âdete uyarak, kendi adını da ihtiva eden yeni bir isim ile, IrBnşakr-Sâbnr ( muhtemelen Sîstan Sâsânî paraları üzerin­ deki "WIK ’in kısaltması ) adlandırdı. Bunun­ la berâber bu ad, daha sonraları mevkiin eski adı karşısında tutunamamış ve kaybolup gitmiştir. Şâpur, Roma harp esirlerini de bu şehre yerleştirmiş idi. Bu esirler, daha önce halk arasında bulunan ve oldukça mühim sa­ yılan hıristiyan unsuru takviye ettiler, Süs 4 10 —605 yıllan arasında Süryânî edebiyatın­ da, bir piskoposluğun merkezi olarak zikredil­ m iştir; krş. Guidi, Z D M G, X LI 11, 41 4; S ac­ hau, ayn. esr., s, 40, Sus, Abu Musa at-A ş'ari [ b. bk.] ’nin, Hûzistan’ı zaptı sırasında 17 (638 veya ancak 639) yılında arapların eline geçti. Şehrin iran­ lı vâlisi olan Hurmuzân kumandasındaki aske­ r î kuvvetler, Süs ’ta müslümanlara karşı, muh­ temelen ancak zayıf bir mukavemet gösterdi­ ler. Guidi tarafından neşredilmiş süryânî vekayi-nâmeieri ( A d . du 8e congrès internat, dés O rientalist., 189 1, ayrı baskı, s. 3* ) ve VII. asırda yazılmış olan ermeni S eb ëos’un (bk. Hübsehmann, Z D M G , X LVII, 625 ) tarihinin bize naklettiği böyledir. Ne şehrin sâkinleri ile şiddetli savaşlar yapıldığından ve ne de Arap coğrafyacısı al-Mukaddasi ’nin ( krş. bir de Loftus. ayn. esr,, s. 344 ) anlattığı gibi, şehrin arap kuvvetleri tarafından tahribinden hiç olmazsa eski tarihçiler, Balâzuri ve T abari (. krş. Schwarz, ayn. esr., s. 364 ) haberdar de­ ğillerdir. Süs müslüman idâresinde muhakkak uzun asırlar boyunca yine çok kalabalık ve ge­ lişmiş—orada basılmış paralar bulunmaktadır ( krş. msl. Loftus, ayn. esr., s. 400 )—bir şehir olarak kalmakla berâber, burası artık bir daha bütün Hûzistan veyaA hvâz eyâletinin merkezi vazifesini görmemiştir ; bu rol, bundan böyle bölgenin aynı adı taşıyan Ahvâz ( daha doğrusu Sük al-A hvaz; yk. bk.) şehrine geçti; Süs, sâ­ dece bu eyâletin yedi ( ve bâzan da daha çok ) idârî bölgesinden birinin merkezi olarak kal­ dı. Süryânî edebiyatında iyi bilinen Karha ( süryânîce Karha dh® Ledban ) gibi küçük şehirler, Süs eyâletin« dahil idiler. Bundan başka, Süs, ehemmiyet bakımından yalnız hü­ kümet merkezi olan Sük al-Ahvâz tarafından değil, fakat H û ijştap ’ lP Tuştar Y? 'A şkar !dj-

69

Mukram [ b. bk.] gibi diğer mevkileri tarafın­ dan da geçildi. Bu üç şehir, hilâfet devrinde bütün idârî bölgenin siyâsî ve iktisâdı haya­ tının merkezinin kendisine doğru kaydığı K a ­ run [ b. bk.]. nehri üzerinde kâin idiler, A rap coğrafyacıları, Süs ’un büyük sanayi faaliyetine ve bilhassa dokuma san’atmın ge­ lişmesine işâret ederler. Süs ipeği meşhûr idi ( bu hususta krş. msl. Çays al-Rukayyât, D i­ van, nşr. Rhodokanakis, nr. 63, 8, S B A k. Wien, 1909). Bölgede yetişen limon cinsleri de meşhûr id i; orta çağda şehrin etrafında çok şe­ ker kamışı zirâati yapılırdı ve şehirde de daha ziyâde şeker imâl olunurdu. Mukaddasi ’ye göre, kendi devrinde ( X. asrın sonu ) asıl şehir çökme hâlinde idi. Ona göre, şehir halkı bir kenar mahallede yaşıyordu. îd risi ( krş. frns. trc. Jaubert, Paris 1836 v. d., I, 381, 3 8 4 ) ’nin rivayetine göre, XII. asrın ortalarına doğru şehir henüz kalabalık idi ve bundan bir kaç yıl sonra A s y a ’yı dolaşmış olan Tudela’lı Benjamin ’in beyânına göre de, şehirde 14 si­ nagoga sahib 7.000’den az olmayan yahudi var idi. Rivâyet edildiğine göre,- bu devirde „U lay“ nehrinin—her hâlde Şâvür (a ş. b k .) kasdedilmiş olmalıdır—her iki kıyısı, bir köprü ile birbirine bağlanmış id i; garp kıyısında fa­ kirler mahallesi var idi ( krş. Ritter, ayn. esr,, IX , 305 v. d .; Loftus, ayn. esr., s. 320 ). XV. asırda yazmış olan îran coğrafyacısı Mustavfi de S ü s ’u gelişmiş bir şehir olarak tasvir eder ise de, böyle oldukça geç sayılabilecek bir de­ vir için bu tasvirin doğruluğundan haklı ola­ rak şüphe edilebilir ve bahis konusu müellifin kendi seleflerim basit bir şekilde istinsah edip-etmediği suâlim hatıra getirir. K at’î olan cihet, Süs ’un X V . asırdan itibâren gittikçe çöl hâline gelmiş olmasıdır ; bu keyfiyet, Süs ’ta keşfedilmiş arap devri bina kalıntılarının çoğunun XIV. ve XV . asra âit olduklarını ( krş. de Morgan, Mem. de la D eleg. en Perse, VIII, 32 ) gösteren fransız hafriyatı ile te’yit olun­ muştur. B ir bakıma şimâl-i şarkîde takriben üç buçuk saatlik bir mesafede bulunan sâdece moğullar devrinden sonra gelişmeye başlamış görünen ve bugün H ûzistan’m (A rab istan ) en mühim şehri telâkkî edilen Dizfül [ b. bk.] orta çağ S ü s ’unun halefi telakkî edilebilir. - Süs, sevküiceyşî ve ticârî bakımdan çok müsait bir mevkiye sahiptir; zîrâ, burası,H û­ zistan ’ın başlıca İki nehrinin Karun (b, bk.] ile Kerhâ (K erh a şeklinde de yazılır; b. bk ; ’mn birbirlerine en çok yaklaştıkları noktada bulunur. Bu iki nehir vaktiyle kanallar ile birbirlerine bağlanmış îdi. Eski Süs, Kerhâ ’mn iki kolu, garp kolu, yâni şimdiki Kerha ! kla­ sik piSeliiflerin Choaspes ’i ) ile şimdi kaybçl*

sûs. muş (çivi yazısı ile Ulai ), fakat ¡kendisi de Karun ( pasitigris, asıl Ulay, EvÂâıoç 1 ’a bağlantılı henüz yeri farkedilebilen bir kol arasında bulunuyordu. Süs harâbeleri Dizfül ’dan 18 km. cenûb-i garbide başlar. Bu h a-. rafitlerin şarkında bir saatten az bir mesafe­ de, Karun ’un kolu Dizfül-Rüd veya A b-i Diz ovayı hızlıca kateder. Şehrin garp düzlüğü, Şâvür ( Şaur ) nehri ile sulanm ıştır; garpteki başlıca iki tepeden 90—250 m. uzakta bulunan dar, fakat derin olan Şâvür, kaynağını, zanne­ dildiği gibi (Schwarz, at/n. esr., s. 305 ; Raw-, linson, ayn. esr., IX, 70 ve Layard, ayn. esr., XVI, 56) bizzat K erh a’ dan değil, Süs ha­ rabelerinin yukarısında tâkıiben iki buçuk veya üç saatlik mesafedeki yerden alır. Bu­ na mukabil şimdi kurumuş olan bir su cet­ veli, Şâvür ’un kaynağının bir az yukarısında K e rh a ’dan ayrılır, şimalde ve şarkta şehir arazisinin etrafında akar, 've nihayet Şâvür ’a kadar uzanan bataklıklara kadar gelen arazinin cenûb-i garbisinde kaybolur) Bu mec­ ra, K e rh a ’nm şarkî Kerha koludur. A sıl K er­ ha, Süs ’tan r takriben üç buçuk km. mesa­ fededir, hâlbuki bugün kesif çalılıklar ile do­ lu bir arık olan eski yatağı ( başlıca eski garp kolu), Ş â v ü r ’un garbına ancak 500 m, mesa­ fede bulunmaktadır; bu husûsta bk. Loftus, ayn. esr., s. 346. A rap coğrafyacılarında Kerha da Şâvür gibi sık-sık „Süs“ nehıi adını taşım aktadır; krş. G. le Strange, ayn. esr., s. 233; Schwarz, ayn. esr,, s. 3 0 4 v. d. ve bk. madd. ŞÂ VÜ R ve KARHA. Sûs h a r â b e l e r i bütünü ile oldukça heybetlidir ( 6—8 km. genişliğinde ), Bu husûs­ ta ancak XIX, asrın başından beridir ki avru­ palı seyyahlardan, bilhassa Kinneir, Monteith ( 1809 ), Gordon ( 1 812 ), Ravvlinson ( 183b ) A . H, Layard ( 1 840) ve husûsiyle LoStus i 18 5 1/ 1852 ) ’tan elde edilen emin mutalara sa­ hibiz. L o ftu s ’un idaresinde 18 51/18 52 yılla­ rındaki İngiliz hafriyatı/ keza fransız hukû-' meti hesabına önce M; ve M ne Dieulafoy ( 1885/1886 ) tarafından, sonra da 1897 ’den 1899 ’a kadar, daha sonra da Morgan ve diğerleri­ nin İdaresinde girişilen hafriyat Sü s ’un başlı­ ca topografya ve arkeoloji meselelerine aydın­ lık getirdiler. Enkaz sâhasmdân sun*! ve az veya çok derin boğazlar ile ayrılmış dort plat­ form çıktı. Ş â v ü r’ a az' bir mesafede (9 0 —250 m. cenuba giderken 'd ah a :da artan ), biri, da­ ha büyükçesi, şimalde, A hamenî hükümdarları­ nın sarayının bulunduğu nehir yatağının üstün­ de, takriben 20 m. yüksekliğinde 4 köşeli, diğeri, kuçükçesi, vaktiyle, klasik grek müellif­ lerin zikrettiği bugün de halkın K al'a-î' Şüş, „Şüş kalesi" adını verdiği daha dar. fakat da-

ha yüksek (Şâvür üstünde 36 m. ’ye kadar ! gayr-i muntazam olmak üzere, ik> tepe yükse­ lir. Bu iki tepe, L oftu s’un büyük platform ve­ ya merkezî platform dediği 2 1 m. irtifâm da ve 60 İngiliz akrmdan ( 25 hektardan fa z la ) . daha fazla bir sahâ kaplayan; takriben müstatil biçiminde, her ikisini s a h a bakımından aşan üçüncü bir tepe ile şarka doğru devam etmiştir. Sonra şarkta, ovaya doğru kademeli şekilde indiği için şarkta ve şimalde hudut­ ları kolayca tâ y in ' edilmeyen dördüncü : ve daha da büyük bir taraça bulunur. Bu dört büyük harabe tepesine, bilhassa şarkta ve şimâl-i şarkta bir dizi küçük tepeler daha katıl­ maktadır. Eğer T u d ela’ll Benjamin Şâvür (y k . b k .) ’un garp kıyısı üzerinde kâin-bir te­ peden bahsediyorsa; buna ve fakir halk tara­ fından oturulan bîr mahallede hiç olmazsa bir moloz yığını hâlinde olsun vâzıh bir alâmet mev­ cut olmadığına işâret etmek lâzımdır. Bu hara­ be sahası cenupta ve eenub-i gar bide: şimdi bol ağaçlıklı ve kamışlık bir bataklık arazi ile çevrilmiştir.' • ■ Şimâl-i garbide bulunan tepede Loftus, Persepolis ’tekine müşâbih, muhtemelen, duvarları şimdi Löuvre ’da bulunan; ilâh kabartmaları ile süslenmiş taht salonu olan bir revak buldu. Bu muhteşem salon, Darius 1. ’un inşâ ettirdiği ve sonra A rtazerzes 1. devrinde bir yangın­ dan zarar gördükten: sonra, bu sonuncunun S u s a ’ya karşı tamâmiyle.: husûsî bir sevgisi bulunan torunu Ârtaxerxes II. Mnemon 'tara­ fından eski hâliue sokulan kıral sarayının bir kısmını teşkil ediyordu'. Nehrin yakınında çifte garp tepeleri sarayın ve hükümetin merkezi olmalıdır, hâlbuki şehrin ' asıl mahallelerini en şarkta bulunan büyük tepede ve muhteme­ len üçüncü merkez taraçasında aramamız lâ­ zımdır. H afriyat esnasında, Şehrin Elam dev­ rinden ( Assurbanipal ’den önce ) kalan, kuvvet­ li bir sûr duvarının kalıntıları gün ışığına çık­ mıştır. Şehrin su mecrâiarı ile korunan kısım­ ları, tahkimat ite kolayca- kapatılabilirdi. A s ­ surbanipal tarafından tahrip edilmiş olan şe­ hir, muahhar devirlere, Ahemenîler, Selefkus-' lar, Sâsâniler -devirlerine âit iskân enkazının altında 4—5 m. derinliğinde toprağın içinde bulunmaktadır, İn giliz‘ Ve fransız hafriyatı sa­ yesinde, Süs. tarihinin arap hâkimiyetine ka­ dar bütün devirlerine âit, sırf arkeolojiye mü­ teallik çok' büyük sayıda eşya- ve kitabeler elde edilmiştir. Bu eşya ve; kitabeler kısmen' Londra ’da British Museüm ’da/ kısmen de Pa­ r i s ’teki Louvre müzesinde bulunmaktadır; Londra için bk. Cuide o f the Babyl. and Assyr. Antiqait. in the British Museum, 3, t â b ı / i ş i l , bi llıaşsa s. 175 v.d. ' ' •;

sûs. Cenûb-i garbide bulunan harabeler tepesinin şimâl-i garbî köşesinin 150 m. civarında, doğrudan-doğruya Şâvûr kıyısında, iranlılar tara­ fından umûmiyetle P ir { = a. Ş a g h ) veya:Pagğamber D ân iyâl adı verilen ,. buğun de' bir çok müslüman, yahudi ve mande (Ş u b b e) ha­ cısı tarafından ziyaret edilen D âniyâl ’in tür­ besini içine alan cami bulunmaktadır. Cânii bugünkü hâli ile sâdece bir kaç asırlık bir bina olup, orada inşâat malzemesi olarak ha­ rabelerden gelme' bir kaç parça ( çivi yazılı tuğ­ la, direk başlıkları v.b.) kullanılm ıştır; krş. Rawtinson, ayn. esr., s, 69, .Türbenin:, bir duvar ile çevrilmiş geniş dört köşe.bir avlusu olup, buraya nehir tarafından alçak bir patikadan g i­ rilir. Bunun içinden iki taraftan tonozlu iki geçit ile avlunun garbında yükselen mukaddes: maka­ ma gidilir, A sıl türbenin içi karanlıktır ve yeryer kırılmış ahşab bir kafesin arkasında perdah­ lanmış çimentodan bir sanduka göze çarpar. C a ­ miin üstünde, çatıyı teşkil eden ve yılın sıcak mevsiminde hacıların üzerinde uyuduğu terasın ortasından, kelle şekeri biçiminde, üzerinde bir hilâl bulunan sivri mahruta. - benzer bir .kubbecik ile nihâyetlenen bir kule yükselir. Bilhassa türbeler ile birlikte bulunan bu.çeşit kuleler İrak ve Hûzistan ’da { bk. msl. mad. HUZİSTaN ve Herzfeld, Petermann’s Geogr. Mİtteil,, 1907, s. 6a«, 75» ), L û ristan ’da ve İran körfezinde de nâdir değildir; bu mevzuda krş. -F, Langenegger, Die Baukunst des Iräq ( Dres­ den, 19 1 1 ), s. .115 v. d. ve Herzfeid, S aireHerzfeld, Archaelog. R eise im Euphrat-und Tigrisgebiet, I ( Berlin, 1 9 1 1 ) , 2 3 1, 239, 246; II ( 19 19 ), 177 v.d., 3 2 1, , . Muhtelif arap müelliflerinin,, yukarıda zikr­ edilmiş bulunan s üryanı vekayi-nâmeleri ile -mutabakat arzeden kayıtlarına göre, Dâniyâl ’İh kemiklerini ihtiva eden tabut, şehrin zap-tından az sonra araplar tarafından, bâzı müel­ liflerin ( Balazuri, nşr. de Goeje; s ; 3785 -Ta­ bari, agn. esr., aş.-bk.) iş a re t. ettikleri gibi, hisarın bîr odasında keşfedilmiş olmalıdır. Bu tabut, halîfe 'Omar ’İn emri 'üzerine, kurutul­ muş . olan Şâvûr ’un yatağına taşınmış ve su tekrar, mecrasına verilmiş idi ( krş. Schwarz, agn. esr., s. 361, not 5 ’te Nil ’de patrik Jo ­ seph ’in ilk defni hakkmdaki arap menkıbesi .ve Busento da ALarihc ’in d efn i). al-Mukaddasi (s. 407 ve bk. 41 7) ve Yâljüt (III, 18 9 ) ’un belirttikleri gibi, mezarın yeri, nehirde : tam -olarak bilinmiyordu. Fakat diğer taraftan D â­ niyâl ’in . şimdiki câmiinin, Şâvûr ’da gömülmüş olması gereken gerçek yerin tam karşısında bulunmuş olacağı İddia edilmektedir. Dâniyâl ’in sandukasının bu nehir yatağına gömülü­ şünden İşta h ri.( 3 ,9 2 ), İbn Havjpd.{; s. i7 22m ı° 'Bk de bir istiva ’t matla’a mâlik olması hasebi ile 37* şimalî arz dâiresinin üstünde kalan yer­ lerden görülmez. Bu itibârla İslâm ülkelerinin çoğunun şimal kısımlarında ufkun ancak bir az üstünde görülebilmektedir. T ü rk iy e ’de ise, ancak cenup sahillerinin bâzı kısımlarında görmek mümkündür. 2000 ( m, ö . ) yılında Bâb i l ’de ufkun üstünde vâsıl olduğu en yüksek nokta 2°, 9' idi. Bu sebeptendir ki arap ustur­ laplarının Örümceği ( at- A nkabüt) üzerinde bü­ tün yıldızlardan en cenupta olanı olarak gös­ teriliyordu. Su h ayl ismi araplar tarafından göğün ce­ nup kısmındaki bir çok yıldıza verilm iştir; suhagl al-yam an, suhayl h aiâr, Suh ayl al-vazn ve tâyin edilmemiş olarak yalnız suhayl de­ mekle dâimâ Canopus yâni Carina ( - a l- s a fin a , „g e m i") burcunun cenûbunda, dümende­ ki parlak yıldız kastedilirdi. Canopus Hind okyanusunun cenup-cenûb-i şarkîsinden do­ ğup, cenûp-cenûb-i garbiden battığı için G. Ferr.and ’a binâen arap denizciliği cenup-cenû­ b-i şarkîyi m u fâ lf aUSuhayl ile, cenübu kuth al-suhayl ile ve cenup-cinûb-i garbiyi de. Afajtrib al-sahayl ile, göstermektedir. O rta

SÜHEYL

Arabistan ’da Suhayl ’e sShel denilmekte ve bu, cenup istikametini bulmağa yaramaktadır. J. J . Hess ’e göre, İç Arabistan bedevileri „«nt râtsib, n~Shel f i veehek" ( at üstünde gittiğin­ de Süheyl senin yüzündedir ) demektedirler. Suhayl kelimesinin iştikakı ve mânâsı husûsunda çeşitli faraziyeler ileri sürülmüştür, ide­ ler, Suhayl ün sahi ( sa tıh ) kelimesinin küçül­ tülmüşü gibi telakki olunabileceğine İşâret ile, Buttmann ’m, bu yıldızın al-suhayl h a iâ r ve al-vazn isimlerini almış olmasının ona bu isimleri veren ülkelerde ufkun ancak pek az üstüne yükselebilmesinden dolayı olduğu şek­ lindeki izahına da en az sun’ı bir izah tarzı olarak bakm aktadır; işte bu yıldızın ufkun üzerinde pek az yükselmesi dolayısıytedir kİ, buna „a ğ ır, a rz î" gibi lâkablar verilm ektedir; Ifa iB r toprağa ve Sah i da üzerinde pek az yükselebildiği ovaya işâret etmektedir. Eratos­ thenes, sırf bu sebepten dolayı eskilerin bu yıldıza jtsçiyeıoç yâni „a rz î" dediklerini söy­ lemektedir. F . X. Kugler ’e gore, Canopus bâbilliierde mul NUNki— İteridn ( = E r id u yâni Vela takım yıldız-fcenup Puppis-t-C anopus)takım yıldızı­ na âit bulunuyordu. Yunanca Kdvco(5oç kelimesi hakkında da şu hususlara işâret edilebilir: Kdvcojîoç, Menelaus ’u Y unanistan’a geri getiren geminin kaptanının adı idî. Bir fırtına gemiyi Libya sâhilterine atmış idi, Kdvtu^oÇ, burada bir yılan sokmasından öldü. Çok sevdiği ar­ kadaşının Ölümüne ziyâdesiyle üzülen Mene­ laus, onun adına muhteşem bir âbide diktir­ di ve orada yerleşmekte olan ispartalılara da arkadaşının hâtırasına hürmeten KdvujpOç adını verdi. Bu ispartahlar Nil ’in garp ağzı üzerinde ve sonraki İskenderiye ’nin şi­ malinde bulunuyordu ( krş. Tacitus, j4 nn., II, 60.,. „[Canopus şehri], Menelaus, Yunanistan ’a gitmek istediği va fırtına ite açık denize ve Libya sahiline sürüklendiği sırada, burada gömülen bir gemicinin adına atfen, ispartahlar tarafından kurulmuştur" ), Şimdiye kadar Suhayl ’e eski mısırlıların ver­ diği isim tesbit edilememiştir. Burçlar mintakası on derecelik kavis ( Dekan ) listelerinde ( bk. Brugsch, Thesaurus inscriptionum aegyptiacarum, ( Leipzig, s. 148, 173 ]) h ri ib v { s s „sandaldaki kimse" ) diye bir Dekan ismi bulun­ maktadır. Ama bundan kasıd her hangi bir kaptan mıdır, yoksa kaptan Kdvcofîoç mudur, bunu isbat etmek mümkün değildir. Zâten, De­ kan yıldızının güneş medarı civarında aranma­ sı iktizâ ettiğinden bunun bu mânâyı hâiz ol­ ması, ihtimâl dışıdır. Athanasius Kircher ’e göre, Canopus yağmur ve bereket ilâhı i $ ve ikametgâhı da Nil

SÜHEYL -

SÜHREVERD1.

.içinde bulunduğundan Mısır ’da umumî olarak, Poseidon ( Öreklerde ) ve Neptu ’ne (Latİnlerde ) tekabül eden su ilâhı telakki ediliyordu. Bu ba­ kımdan astrolojide, yeni doğan çocukların zâİçeterlnde, Canopus 'un mevcûdiyetine denizcilik üe ilgriLî te’sirler atfediliyordu. Bununla ilgili olarak Hieronymus Vitaüs 'in ( Lexicon Mathemaiicum, Paris, ' 1668, s. 63 ) isimli eserinde aşağıdaki ibâre bulunmaktadır „A rgo Navis takım yıldızı gök yüzünün cenup bölgesinde umûmî telakkiye göre 45, fakat Boyer ’e göre 63 yıldız ihtiva eder. Bunların hepsi Zühal ( Saturnus ) ayarında yıldızlardır, küçüğünün adı Juppiter 'dir. Bunların arasında birisi, C a­ nopus'ta gayet parlak ve iri olarak kendisini gösterir, arapça adı Rubail ( 1 ) ’dir. Pontanus bunların Horoscopo ’de (Jranio İçinde olduğu­ nu söyler (k rş. Pontanus Giovanni Giovano da Caretto, De rebus caelestibus, bib. XIV, Florence, 1520), adını Nauclerum olarak verir ve gemicilikte iyi şansa delâlet eder, [ bu ] bilhassa Zühre ’nin ( Venus ’ün ) parlak ışığı ile aydınlandığı zaman böyledir ; fakat eğer garp­ ta Zühal ile birlikte ve aynı parlaklıkta gö­ rünürse denizde ölüm alâmetidir." Arap astronom ve hekimlerinden Abü S a'id Sinan b Şâb it b K u rraiö lm , 9 4 3 ) ’nin; ,,Suhayl yıldızı hakkında" eseri ise, her hâlde ta­ mamen kaybolmuştur. B i b l i y o g r a f y a : L.İdeler, U nter­ , suchungen Sber den U r sprung ünd die Bedeu­ tung der Sternnamen ( Bertin, 1809 ), s. ŞŞ49 v.dd., 2695 G. Ferrand, L ’élément persan dans les textes nautiques arabes des X V « et X V I« siècles ( J A , 1924, s. 216 v.dd.); F. X, Kug er, Slernkunde und Sterndienst in B a­ bel (Munster, i 9 1 3 ), zeyl, s. 1 75; Athana­ sius Kircher, Oedipus aegyptiacus ( Roma, 16 52), s. 207—2 12.—Dekan ve Dekan yıldızı hakkında bk. F. K, Ginzet, Handbuch der mathem. u. techn. C hronologielLeipzig, 1906), , I, 165 v.dd.

( C . SCH O Y.)

S Ü H R E V E R D . SU H R A V A R D , C i bS1 ( b. bk. ) ’i n 1 eski Medya ) b i r ş e b i r i i d i , ilk olarak Ni İde e, bu ismin iştikakını Suhrâb ’a bağlamış ve Marquart, bu ismin es.ki *SuZr&p-kart, *Su h râ v-gerd şekillerinden gel­ miş olması lâzım geldiğini söylemek sureti ile onu takip etmiştir. Nöldeke, şebrin, ismini kendisinden aldığı kahramanın, al-H İra t b, bk.] 'de İran valisi sıfatı ile hüküm süren aynı Suhrâb olduğunu zannetmektedir. Her ne kadar şehrin ilk defa bu valinin devrinde kurulduğu söylenemez ise de — bu ismi taşıyan tanınmış bir çok şahsiyet içinde kasdedilenin bu vâli olması dş ancak bir faraziyedir — bu kurulu' çok eski bir tarihe de çıkartılamaz. En est

87

coğrafyacıların, şehri henüz tanımadıkları an­ laşılıyor. Hiç olmazsa sonradan Suhravard ola­ rak bilinen yere ismi izâfe olunabilecek kadîm bir isim malûm değildir. Suhravard ’ın mevkii emin bir şekilde tâyin edilememektedir. Şehri Hamazân ’dan Zancân ’a giden yol üzerinde ve Sultaniye ’nin cenu­ bunda gösteren İslâm coğrafyacılarının verdik­ leri bilgiye istinad etmemiz lâzımdır, al-îştahri ’ye göre, 30 farsak uzunluğunda olan bu yol­ dan, sükûnet hâkim olduğu zamanlarda, A zer­ baycan ’a giden en kısa yol olarak faydalanıl­ makta id i; karışıklık zamanlarında ise, Kazvin üzerinden dolaşmak gerekiyordu. İbn Havkal, bu yollardan faydalanma şekli hakkında tamamiyle aksini nakletmektedir. IV. ( X.) asırda Şehir, artık bir irauî kavmin elinde bulunuyor­ du; cesaretsizlikleri veya memleketlerine olan bağlılıkları dolayıst ile, doğdukları şehirde ka­ lanlar müstesna, sâkinlerinin çoğu göç eden râfızîler idiler. Vaktiyle bir sûra sahip olan şehir moğullar tarafından tahrip edilmiştir. Mustavfi onu, etrafı moğul köyleri ile çevrili küçük bir köy olarak bulmuştur. Yüksek Med­ ya yaylası üzerinde hüküm süren soğuk dola­ yı sı ile, buğday ve biraz meyvadan başka bir mahsûl alınmaz. B i bl i y o g r a fy a :l s mi n i ş t i k a k ı için krş Th. Nöldeke, U berîrânD che Ortsna­ men o « ' kert und andre Endungen { Z D M G 1879 ,X X X lll, 143 v.dd. ve bilhassa s. 1 47) ; ayn. mtl., Geschichte der Perser und A ra­ ber zur Zeit der Sasantden ( 1879), s. 346 not 1 ; j. Marquart, ErSngahr { A G W Gott., N. F. yeni serî, III, nr. 2, 19 0 1), s. 238 ; Justi, Iranisches Namenbuch, Suhräb kelim esi,™ Islâm coğrafyacılarının verdiği malûmat G. Le Strange, The Lands o f the Eastern Caliphate ( 1905 ), s, 223 ’de yerleri belirtilerek kısaca işlenmiştir ; A r a p c o ğr a f y a e ı l a r ı m n k i ise, P. Schwarz, Iran im Mittelalter nach den arab. Geographen ( 1926 ), VI, 731 v.dd. ’de tafsilâtı ile verilmiş bulunmaktadır.— Mevki, Rawiinson, J R C S ( 1 841 ) ’deki bir haritada görülmektedir. Üzerinde Suhravard’in işaret edilmeğe çalı­ şıldığı b i r h a r i t a da, Le S tra n g e ’in biraz önce zikredilmiş olan kitabının V, ha­ ritasıdır. — S u h r a v a r d ’d e n y e t i ş e n şahsiyetler hakkında hal tercümesi eserleri dışında ayrıca krş. Yâküt, Mucam^ Suhravard kelimesi ve Sam 'ani, AnsSb • G M S , X X ), Suhravardi kelimesi. (M. P le s s n e r )

S Ü H R E V E R D Î. al-SU H R A V A R D Î, ‘ABD 1,-KAHİR B. ‘ABD A L L A H (10 9 7— 116 8 ', , Ûf î v e h a n e f î f a k i h i olup, 490 ( 1097 ,1

SÜHREVERDÎ.

f e s i k u r u c u s a b i r s û f î olup, gerçek bir mü’min olmadığı ileri 'sürülerek idam edil­ diği için kendisine' al-Ma^tül unvanı verilmiş­ tir. Suhravardi 549 ( 1 1 5 5 ) ’da Suhravard [ b. bk. ] ’de doğdu. A ilesi, çocukluk ve ilk tahsil hayatı hakkında bilgi yoktur. Ancak tesbit edilebildiğine göre, kendisini yetiştirmek için Marâğa ’ya gitmiş, orada Mâcd al-Din al-C ili ’den faydalanmış idi. Bir müddet burada ka­ lıp fıkıh tahsil ettikten sonra, İsfahan ’a geçti. Burada Zahir al-Din al-Fârisi ’nin yanında ibn Sahlân at-Sâvi ’nin B a ş d ir adlı eserini okudu. İhtimâl dinî sahadaki bilgilerini burada tamam­ ladıktan sonra, sûfîler ile sohbet edip, tasav­ vuf! bilgilerini onlardan âldı. Nefsini terbiye için kendisini çetin riyazetlere tâbi tuttu. Bir ta­ raftan felsefî mes’elelere karşı büyük bir ilgi gösteren Suhravardi, feylesofların düşünce tarzlarını ve sûfîlerin keşif yolu ite vardıkları neticeleri elde edinceye kadar çalıştı; Bundan sonra muhtelif mes’eleler hakkında düşünme melekesini kazandı. Ömrünün büyük bir kıs­ mı seyahat ile geçen Suhravardi, İran ’dan sonra, D iyaıbekır havalisi, Anadolu ve Suriye ’yi gezmiştir. Anadolu ’dan Suriye ’ye geldiğin­ de Haleb ’de kaldı. O sırada bu şehrin hâki­ mi Şalâh al-Din al-Ayyübi ’nin oğlu al-Matik al-Zâhir idi. Bü hükümdar, başlangıçta kendi­ sine ilgi gösterdi. Devrin din âlimleri ile yaptığı fik rî münakaşalarda, açıklamış olduğu dinî akîde ile te’lif edilemeyen fikirlerinden dolayı, aleyhine bir hareket vücûda geldi. Alimler, al-Malik a l-Z â h ir’i onu katletmeğe teşvik ettiler. Bunun üzerine 587 ( 1 1 9 1 ) ’de idâm edildi. Suhravardi, orta boylu, kırmızı sakallı idi, giyimine, yiyeceğine ve halkın ken­ disi hakkmdaki düşüncesine ehemmiyet vermez­ di ; şan ve şöhretten kaçar, muhtelif dinî ve felsefî mes'eleier hakkında düşünmeği, konuş­ mağa tercih ed erd i; Semâ ’1 ve musikiyi se­ verdi. Muhtelif kaynakların rivayetine göre, son derecede zeki olan Suhravardi, mezheb bakımından şâfi’î olup, fıkıh, hadîs ve usûl-i hadîse vâkıf idi. Kendisi fikirlerini serbestçe söylemekten çekinmezdi ( al-Şahrazüri, Nuzhal at-arvâk, nşr, ve ingl. trc. O tto Spies ve S, K. Khatak, 1935, s. 90—1 0 1 ; Şihâb al-Din Suhravardi Maktul, Macmu'a f i ’l-hikmat alilâhiya, Bibliotkeca Islamica, nşr. H . Corbin, İstanbul, 1945, nâşirin önsözü, s. i, not 1 ) . E s e r l e r i . Daha çok bir feylesof otan Sub­ ra vârd i *nin 5 0 ’yi bulan (krş. al-Şahrazûri, Nuzhat al-avrSh, nşr. O. Spies ve S . K . Khatak, Salaş ra sd il, s. 1 0 1 v. d.) büyük küçük eser­ — 207. ( C . V A N DEN BERGH.) S Ü H R E V E R D Î. SU H R A V A R D İ, Ş I h â b a l - ler i nin bir kısmı arapça ve bir kısıtU da farsça olarak yazılmış olup, bunlardan bazılarının ânD î n A b u ’ l - F u t O u Y a h y â b . H a b a ş b . A m !» c#k isimleri bilinmektedir. Fikirlerini açıkça KAK ( 1 1 5 5 — 1 1 9 1 ) , i f r â k [ b . b k . ] f e l ? e -

’da doğmuş ve 5 6 3 ( 1 1 6 8 ) ’te olmuştur (b k . Brockelmann, G A L , I, 436 ; Suppl., 1, 780). SÜ H R E V E R D Î. al-SU H R A V A R D İ, Ş I h â b AL-DİN Abu HAFŞ O m ar B. 'ABD ALLAH ( U45 — «234), s u f î v e ş â f i ’î i l â h i y a t ç ı s ı olup, 539 ( 1 1 4 5 ' ’da İra n ’da Cibâl eyâletinde Suhravard ’de doğdu. İlk tasavvuf bilgisini— *A v â r if al-m a'ârif adlı eserinde sık-sık zikret­ tiği—amcası Abu ’Î-Nacib ve meşhur şeyh ‘Abd al-Kadir a l-C ili ’den aldı. Bagdad ’da yerleşti, orada halîfe al-Nâşir ’in sarayına kabul olundu. Sûfîlerin reisi oldu ve çok yaşlı olduğu hâlde 632 ( 1234 )’de Bagdad ’da öldü. Şa'd i Bagdad ’da bulunduğu sırada, Bustân ( nşr. G raf, s. 150 ) ’da kendisinden bir fıkra naklettiği Suhravardi ’nİu derslerini tâkip etti. [6 18 ( 12 21 ) ’de halîfe tarafından vazifeli olarak Bagdad ’dan K o n y a ’ya, Selçuklu sultanı 'A la’ al-Din Kaykubâd 1. ’a gönderilmiştir { bk. İbn B ib i, al-Avârnir a l- A ld iy a f i umür a l-A id i ya, A n­ kara, 1956, s. 229 v, dd.). ] Müteaddit defalar hacca gitmiş olan Subra vardı 1 231 ’de bir hacc esnasında Mekke ’de şâir İbn al-Fâriz ile bu­ luştu. Bu vesile ile şâirin iki oğluna meşhür ■ûfî tarafından hirlça giydirildi. : ‘Omar al-Suhravardi sünnî sûfîliğin bir mü­ messilidir. En tanınmış eserleri, ‘ A v â r i f alm a 'â rif ve K a ş f a l-n aşdih al-im aniya va k a ş f a t-fa iö ’ iff al-yünâniya olup, bunların İkisi, de halife al-Nâşir ’e ithaf olunmuştur. Bunlardan ilki sûfîliğin en yaygın eserlerinden biridir. Bu kitap, Kahire’ de öazzâli ’nin Ihydsıttm ke­ narında neşredilmiş ve H, Witberforce Clarke (farsça bir tercümesine gö re) da onu Hâfiz tercümesine ek olarak İngilizceye çevirmiştir (London, 18 9 1). Bu eser, esâsında ahlâk ve tasavvuf âdabına âit bir kitaptır, fakat, aynı zamanda ilgi çekici tarihî vukuatı ihtiva eder ve tasavvuf ıstılâhatını tanıma hususunda da değer taşır. K a ş f al-n aşdih , yunan felsefesi­ nin tetebbuâtına karşı tevcih olunmuş bir eser­ dir. Suhravardi, bu eserde KalSm ve Gazzâli ’ye uyarak, hellen felsefesine özenen feylesof­ ların bir tenkidini verirse de, orada, Tahsfut müellifininkinin çok daha aşağısında bir fel­ sefî anlayışa sahip olduğu görülür. Bu kitabın hususiyeti bizzat ders veren halîfe al-Nâşir ’m hadîsler için onu bir selâhiyet olarak sık-sık zikretmiş olmasıdır. B i b i i y o g r a f y a : Brockelmann, (G A L , 1, 440 v .d .) ; ayrıca: C arra de Vaux, Gazali (P a ris, 1902 ), s. 235—2 4 1; ayn. mil., Les Penseurs d e l 'Islam ( Paris, 1923 }, IV, 199

SÜ H R E V E R D l

ifâde edemediği ilk devirlerde, bunları daha ziyâde temsilî hikâyeler ile ifâde etmeği ter* cih etmiştir. Nitekim farsça eserlerinin büyük bir kısmı böyle bir yot tutularak yazılmıştır. Suhravardi ’nin arapça eserlerinin başlıcaları şunlardır : /. Kitâb al-maşörı va ’l-m utârahât; eser, bir mukaddime ve her biri müstakil bir mevzûda yazılmış olan 7 bölümden ( maşra ) ibarettir. Müellif bu eserinde, muhaliflerinin tezlerini tahlile ve bunları bağdaştırmağa ça­ lışır. Eser H. Corbİn ( ayn. esr.. s. 193—506) tarafından neşredilmiştir, i . Kitâb al-talvihât al-tavhiya va ’l-a r ş 'ig a ; 3 kısım hâlinde, felse­ fe ve ilâhiyat ile ilgili (mantık, fizik ve m etafizik) bir hulâsadır. Oslûbu çok mûciz olup, şerhsiz anlamak oldukça güçtür. Eserin biri Şams al-Din al-Şahrazüri ve diğeri de İbn Kammuna ’nın olmak üzere ik i. şerhi vardır ( G A L , Su ppl., 1 , 769 ). Bu d aH ,C orbin ( ayn. esr., ..s. 1 —1 * 1 ) tarafından neşredilmiştir. 3. Kitâb al-mttkSvamBt, bundan önceki eserine yapmış olduğu ek mâhiyetindeki notlar mec­ muasından ibaret olup, nüshası nâdir olan { Ritter, Phil., IX, nr. 12 ) bu eser de H. Cor­ bin { ayn. esr., s. 124—19 2) tarafından basıl­ mıştır. 4. Kitâb hayalci! a l-n ü r; tamamen ta­ savvuf! mâhiyette bir eserolup Kahire ( 1355 ) ’de basılmış ve türkçeye de tercüme edilmiştir N ur heykelleri, trc. Saffet Yetkin, İslâm gark klâsikleri. İstanbul, 1949 ). Eserin şerhleri için bk, Brockelmann. G A L , I, 437, Suppl., I. 78* ! 5. Hikmat al-tşrö k : işrak felsefesi hakkında kaleme alınmış olan bu eser basılmıştır ( Şîraz, ,13137—13 15 ). A yrıca Mahmüd b. Mas'üd al-Şirâzi (Ölm. 7 1 0 = 1 3 1 0 ) tarafından şerh edilmiştir. 6. Kitâb al-lamahât j i ’i-h a k a ik mantık, fizik ve metafiziğe dâir bilgi veren bu eser, henüz el-yazması hâlinde bulunmaktadır. Suhravardi ’nin bir mıkdar da tasavvuf! mâhiyette arap­ ça şiirleri vardır ki, bunlar bir kısım sözleri İle birlikte basılmıştır ( O. Spies ve S . K, Khatak, ayn. esr., s. 1 03— 1 1 2 ). Farsça eserlerinin başlıcaları şunlardır ; 1, A vâz-i p arr-i Cabrctil ( nşr. ve trc. H. Corbin ve P. Kraus. Suhravardî d'A lep, L e Bruissement de İ’A i'e de Gabriel, J A , I935, s. l~-8* ) ; 2. Bastan a lk a îa b ; 3. Partavnâm a; 4. R isâla-i luğat-1 m Srân ; 5. R isSla-i ş a fîr -i S im u r ğ ; 6 Tarcama-i R isâ lâ : al-tayr. Bu, İbn Sin a ’nın aynı adı taşıyan risâlesinin tercümesidir. Bu son Üç rısâle Otto Spies ve S .K . Khatak tarafından neşr ve tercüme edilmiştir ( Shihâbuddin Suhravverdi Maqtûl, Three Treatises on Mystİcisme, Stuttgart, 1935, s. 3 —1 2 ; 13 —38: 39 —4 6 ): 7. M unis al-u şşâlf, O. Spies ve Khatak tara­ fından neşr (Delhi, 1934 1 ve H. Corbin tara­ fın d a n

fra n sız c a y a

(

Un 11 aile Persan inediî

89

de Suhrawerdi d ’A lep, + 1191, Recherches Phi­ losophique, 193*—1933, s. 371—433 ) tercüme

edilmiştir. Diğer eserler için bk. Brockelmann, { G A L , 1, 437 v. dd., Suppl., I, 781 v.d. ) ; alŞahrazüri, Nuzhat al-arvSh va ravzat al-a ftüh, nşr. O. Spies ve Hatak, s. 101 v.d. Aslen iranlı ve itikat bakımından müstüman olan Suhravardi’nin i ş r a k adını verdiği ve muâkiplerine işrâkîyûn [b. bk.] denilmiş olan f e l s e f e s i , felsefî akide ile eski İran dini akideleri, Eflâtun, Yeni Eflâtunca, irfâniye, sünnî İslâm ve şî’a akidelerinin birbiri ile te’lif edilmiş bir terkibinden ibarettir. İlk eserlerinde K u r ’an ’1 ve İslâm akidelerini bâtınî ve tem­ sili hikâyeler ile izah etme yolunu tercih ve irâni akideleri İslâmiyet ite te’life gayret et­ miştir ( Otto Spies, ve S. K. Khatak ayn. esr,, mukadddime, s. a v. dd. ). Daha çok Eflâtun ’un fikirlerini benimseyen ve onu kendine imâm olarak tanıyan Suhravardi, asıl felsefî akide­ lerini H ikm ai a l-ifra k v. b. eserlerinde tedvin etmiştir. Suhravardi, meşşâî ve sûfi olarak görünür. Aristo ’yu tefsirinde İbn Sina ’nm te ’siri altın­ da kalmıştır. Fakat İbn Sina, umumiyetle, ken­ disinin de istifâde ettiği Aristo’nun grek şârihleri gibi, tasavvuftan sâdece, Aristo’nun kendi fikrine göre boşlukları olan düşünce sis­ temini birkaç Yeni Eflatuncu nazariye ile ta­ mamlamak veya, kendi görüşüne nazaran üstâdın eserinde mevcut olan bâzı vahdetiyeye müteallik temayülleri izah etmek üzere istifâde etmektedir. Hâlbuki Suhravardi ’de, meşşâî fi­ kirler yanında islâmın bütün bellenist telif­ çiliğinden aldığı bir nevi tasavvuf! işrakiye, bütün Yeni Eflatuncu akîde, simya ilmi ve ik­ sire müteallik nazariyeler, hafi ilimler, irfânî rivayetler ve Yeni Fısagorcu Unsurlar halita­ sı bulunmaktadır. Vaktiyle te ’iîfîye mezhebi ( „syncrétisme" ) — meselâ, „bütün dinlerin uy­ gunluğu hakkında" bir risâle yazmış olan Yeni Eflâtuncu Asklepiades — için olduğu gibi, Suhr ravardi ve bütün diğer müslümanlar için de, bütün felsefî sistemler ve bütün dinler ancak bir tek hakikati ifâde eder ve Suhravardi, Agathodemon, Hermes ve „Greklerİn en büyük beş feylesofu" olan Empedokles, Fisagor, Sok­ rates, Eflâtun, Aristo ve aynı zamanda Câmasp ve Buzurgmihr ’i kendi üstadları olarak zik­ reder. Kendi millî gururu içinde Câmasp ve Buzurgmihr ’i grek mütefekkirlerinin gerçek mübeşşirleri telakki eder ( daha yahudi ta­ rihçisi Artapane — ‘İsa ’dan bir asır önce Musa ’nm, Orpheus ’un üstâdı olduğunu ve Müsâ ’ya greklerde Musaİos denildiğini be­ yân etmiş îdi ) ve ona göre, vaeıbü l-vttond» ’an ve, ıtıümkünü 1-husûl varlığın hakikatini,

90

SÜHREVËRDÎ: — SÜKEYNE.

nurun ve zulmetin remizleri altında, senevi hammed b. 'A bd Allah ( 795-869=1393—1465 ) [ b. bk.] olmaktan uzak olarak ilk ifâde krş. ıiıad. NÛRBAHŞİYE ], edenler, Câm âsp ve Buzurgmihr ’dir. Fakat B i b l i ’y o g r a f y a : Brockelmann { G A L , A risto ile Eflâtun ’un birbirleri ile mutabakat ■ 437 , Suppl., I. 78 ı v.d.)j ayrıca bk. Carra de V aux, La Philosophie illum inative d ’après hâlinde olduklarım beyân etmekle berâber, Suhraw erdi Meqtoul ( J A , seri IX, l9oz, kendi başlıca eseri olan K ü âb hikmat al-işrâk XIX, 63 v.d.) ; Muhammed Iqbal, The D evelop­ ( taşbasma, Tahran, 1316 [ 1898 ]) ’da A risto ’yu ment o f Metaphysics in Persia ( London, tenkide mühim bir yer verir. Son derecedeki 1908), s. 1 2 1 — 15 0 ; S . van den Bergh, De fikir serbestîsi, kendisinin, başka yerlerde Tempels van ket Licht door Soehravterdi tenkid edilmiş nazariyeleri hep tâlim ettiği ( Tijdschrift v. W ijsbegeerte, Haarlem, 1916, hâlde, A risto mantığı ve metafiziğinin bâzı belX , 30—59 ), krş. C. A . Nallino, F ilosofia li-başiı nazariyelerine karşı Kalâm ’m tertip­ ,/>rientale“ ad „illum inativa“ mukaddime, s. I — 12 ve tür. y er. ; ayn. yizi kâbil olmayan eşyanın ayniyeti hakkındaki mil., M acmua f i ’l-hikmat al-ilâhî y a ( nşr. H. — Leipciz tarafından tekrar kabûl edilmiş — Corbin ), İstanbul, 1945, tür, y er. ; İbn Sina, ve enfüsîlik veya nisbetlerin imkânsızlığı K itâb al-işârat v a ’l-tanbihat ( frns. trc. A. hakkındaki revâkî veya reybîlerin nazariyesini M. Goichon ), Paris, 19 51, s. 1 —5 ; H. Corbin, tâlim eder ve revâkî İlâhiye felsefesinin ( veya H istoire de la philosophie islamique, Fran­ Yeni Eftâtuncuların ) „her şey âlemlerin en iy i­ ce, 1964, 1, 284—305. ( S . VAN DEN BERGH.) sinde en iyi içindir“ nikbinliğini — Leipniz ta­ [ Bu madde Tahsin Yazıcı tarafından tadil rafından tekrar kabûl edilmiş—Kalâm ile pay­ ve ikmâl edilmiştir.] laşır. Fakat onun eserini en iyi vasıflandıran, ışık, S Ü K E Y N E . SU K A Y N A , ( î — 735 ) Husayn aydınlatma ( işr⣠) metafiziğidir. Bu, sudu- b. ‘A li b. A bı T âlib ’in k ı z ı olup, Sukayna di­ run remzi gibi iş gören, fakat aynı zamanda ye anılır. Annesi, şâire Rabab bint İmr’ al-Kay s eşyanın derin hakikati olarak bakılan mânevi b. 'A d ı b. A v s ’tir ki, kızma Sukayna adını bir ışığın Yeni Eflatuncu ışık nazariyesidir. Ta­ bu kadın vermiştir. Bu isim, bâzan Sakına savvufta, Hıristiyan ve müslüman felsefesinde şeklinde söylenmiş ise de, K am us Sukayna büyük rolü olan bu nazariye, İslâm feylesofları­ demektedir. Onun asıl adı, Umayma (ibn nın çoğunda, bilhassa F ir â b i, İbn Sin a ve a l-K a lb i’den naklen İbn S a 'd ’ ın ve A ğa ni ĞazSli ’ de, bulunur, fakat zannediyorum hiç ’nin bildirdiklerine göre ) veya Upıayna, yahut kimse bu remzi Suhravardi kadar kullanmamış­ da daha büyük bir ihtimâl ile, Amina veya tır. Vâcib ve mümkini, mevcud ve nâmev- Amina ( A ğâni ’ye göre) idi. Doğum tarihi cûdû, cevher ve arazı, sebeb ve neticeyi, düşün­ belli değildir. Babasının ölümünde henüz kü­ ce ve hissi, ruh ve bedeni, bunların hepsini, ken­ çük ’ bir kız idi ( Tabari, II, 232, 10 ve Hu­ di işrâlj akidesi ile izah eder, yaşayan veya sa y n ’in ölümünden bahsederken tbn al-A şir, hareket eden veya mevcûd olan her şeyi ışık K âm il, IV, 73, kat’ ı şahadete gö re ; İbn al-A şir, telakki eder ve hattâ, onun Tanrının varlığı­ Y a z id ’in, H usayn’in şehit edilmesi ile netice­ na dâir delili bu remiz üzerine kurulmuştur. B il­ lenen Kerbelâ vak'asından aralarında Sukayna hassa ışık metafiziğinden dolayıdır ki, kendisi ’ nin de bulunduğu sağ kalanları yanına getir­ ahlafdan tanınmıştır : İşrâk kelimesinden müş­ tip gördüğünü ve bunları kuvvetli bir muhâtak işrakiyün adında bir fırkanın kurucusu faza k ıt’ası himayesinde Medine ’ ye yolladığını olup, işrâkiya’ye benzer bir isim taşıyan nurbak- ve Sukayna ’nin annesinin, kederinden ertesi f i ya tarikatı mensupları da onu tarîkatlerinin sene öldüğünü anlatmaktadır. A yn . esr., IV, ^ kurucusu olarak tanır [ Burada bahsedilen Nür- 75 v.d.). Sukayna, bilhassa birbirini tâkip eden sık bahşiya tarikatının kurucusu Suhravardi de­ ğil, lekabt Nürbahş olan Muhammed b. Mu- evlenmeleri ile meşhurdur. Kaynaklarda onun

SÖ K EYN E.

9*

kaç defa, kimler ile ve hangi sıra ile evlen­ 76 (695/696) tarihinde ölmüştür. Buna göre, diği, birbirini tutmaz şekilde zikredilmektedir. evlenmenin daha önce vuku bulmuş olması KitSb al-A ğani ’ye göre, Haşan b, ai-Hasan b. icâp eder. Bundan başka İbn Kutayba, Sukay­ A li ’nin Sukayna ile evlenme teşebbüsü ger­ n a ’nin ‘Amr b. Hakim b. Hizam ile de ev­ çekleştirilememiş ve Haşan, Sukayna ’nin kız lendiğini buna inanmadan kaydeder. A ğ â n î ’ de, kardeşi Fâtim a ile evlenmiş. Sukayna ’nin ev­ Sukayna ’nin amcazadesi ‘A bd A llah b. Haşan lendiği kimseler hakkında İbn Kutayba, bir­ b. ‘A li ile evlenişi hakkında verilen malûmat birini pek tutmayan üç, tbn Sa'd da iki liste da bir kenara bırakılabilir, vermektedirler. A ğanı ise, birbirinin zıddı attı Sukayna, umumiyetle kabul edildiğine göre, liste vermektedir. Bu şartlar altında İbn Sa'd zamanının en şâyân-ı dikkat kadınlarından biri ’in ve İbn Kutayba ’nin aş,-yk. birbirine uy­ idi. A ğâni ( XIV ) ’nin kendisinden rivayet et­ gun ve İbn Hallikân ’ın da bunlardan aldığı tiği sözüne inanılır kimselerden biri, Sukayna en eski listeyi kabûl etmekten başka çare kal­ ’yi iffetli, duygulu ve bir az gösterişten de hâli mıyor. Bu listedeki sıraya göre, onun ilk ko­ olmayan bir asâlete sahib bir kadın olarak cası, Muş'ab b. al-Zubayr b. al-‘Avvâm idi tasvir etmektedir ( nükteleri ve lâtıfeleri hak­ (M uş'ab, ‘Abd al-Malik b. M aryan’a karşı yap­ kında bk. ayn. esr., X IV, XVII, 94, 97, 10 1). tığı bir savaşta 72 =»691 tarihinde maktul düş­ Saçlarının güzelliği -meşhurdu. Saçlarına şe­ müştür ; bk. J. Wellhausen, A rap devleti ve kil vermek hususunda kendine mahsus bir tar­ sukutu, tre. Fikret Işıltan, Ankara, 1963, 87— zı vardı ki, onun bu saç şekline Turra Su­ 96 ). Sukayna, kardeşi 'A lt tarafından Muş'ab kayna denir ve devrinin kadınları kendisi­ ile evlendirildiği zaman Muş'ab Sukayna’ ye ni taklide çalışırlardı. Rivayete göre, ‘Omar mühim bir m ikr vermiş idi ( Ş a 'â lib i’deki hi- b. ‘Abd al-'A ziz. halifeliği sırasında (99— 101 eivli mısrâiarı için krş. Latâ’i f , s. 53 ). Su­ = 717 —720) bu şekilde saç yapmayı şiddetle kayna Muş'ab ’dan, annesi Rabab ’ın adını ver­ menet mişt i. O yalnız güzelliğinden dolayı değil, eediediği bir kız doğurdu. Bu kız Muş'ab ’ın bir yeğeni ite evlenmiş ve genç yaşında Ölmüştür. rinden ( A ğâni, XVI, 164 ) ve mücevherler ile Görünüşe nazaran Sukayna’nin ikinci kocası, süslenmekten hoşlanan kızından dolayı da çok Muş'ab b. al-Zubayr ’in yeğeni ‘Abd Allah mağrurdu. A ğâni ( X V I ) ’ye inanacak olursak, b. ‘Osman idi ki, bu birleşmeden Kurayn le- o. bir göz ameliyatında gösterdiği metanetten kabı verilen ‘Oşmân doğdu ( ibn Sa'd ’ın dedi­ dolayı ne kadar cesur olduğunu da isbat et­ ğine göre Hâkim ve Rabiha adlarında iki ço­ miştir. Kendisi taganni ve şiiri ihtiras dere­ cukları daha olmuştu ). A ğ 3 nî ’ye göre, bu ev­ cesinde seven münevver bir kadındı. Hattâ lenme bir az geçimsizlik ile devam etmişti, Farazdak ve diğer meşhur şâirlerin şiirlerini ibn Sa'd ’a göre, Sukayna ’nin üçüncü kocası, tenkit ederdi ( A ğâni ’de bir çok fıkraları Zayd b, 'Amr b. 'Oşmân b. 'A ffân id i; A ğân i va rd ır). bu şahsı cimri ve uçarı bir kimse olarak gös­ Sukayna, hayatını mukaddes şehirler arasın­ termiş, Sukayna ile geçimsizliklerini tasvir et­ da geçirdi ve 5 rebiülevvel 1 17 (4 nisan 735) miş ve onun Sukayna ’dan önce öldüğünü söy­ günü Medine ’de öldü. Şehrin vâlisi, namaz lemiştir. Yine rivayete göre, 'Omar b. ‘Abd kıldırmak üzere, kendi gelişine kadar intizar al-'A ziz ’in kardeşi olup, 75 (694.) tarihinden etmelerini emrettiği için, cenâze saatlerce bek­ itibaren Mısır valisi bulunan al-Aşbağ b. ‘Abd letildi. Kahire şehrinde de bir makamı olup, al*‘Aziz b. Marvân ( öl m. 86=705 ), Sukayna halkın zıyâretgâhıdır. ile zifaf vâki olmayan bir evlenme yapmış imiş B i b l i y o g r a f y a : T abari, İbn al-A şir, ( şu hâlde, muhtelif hâl tercümesi müelliflerinin A ğ â n i, b k .fih rist; YSküt ( fihrist, ve Syria, bu hususta verdikleri tenakuzlar üzerinde pek 19 21, s. 221 v. dd.); İbn Kutayba, M a'ârîf, bk, fihrist i İbn Sa'd, VIII, 348; Mas’ üdi, Mudurmamak lâzımdır. İbn Kutayba ’ yi kaynak rü c,V , 252; A bu ’i-MaŞasin ( nşr. Juyn b o ll), alan tbn Hallikân ve Şafadi, al-Aşbağ ’1, Su­ bk. fih rist; al-Zahabi (nşr. De Jo n g ), bk. kayna ’nin üçüncü kocası olarak gösterirken, İbn Sa'd ve A ğ â n i ’de zikredilen bir mısra Su k a yn a ; İbn Hallikân ( trc. de Slane ), I, onu dördüncü koca olarak zikreder ). İbn Sa'd, 581 ; İbn al-Fakîh, B C A , 18 6 ; İbn al-Tilj* Sukayna ’nin Zayd b. 'A m r ’dan hemen sonra takS\ al-F a k ri ( trc. Amar ), s, 19 7 ; Mustafİbrahim b. ‘Abd al-Rahman b. 'A v f al-Zuhri r a f ( trc. Rat ), 1, 201 ; Ş a'â lib i, Rois des Perses, s. 727; Ş a'âlib i, L a f ö if (nşr. de ile evlenip onunla 3 ay birlikte yaşadığını ve sonra Hişâm b. 'A bd al-Malik ’in emri ile bo­ Jon g), bk. fih rist; Zaynab Favvâz, al-D urr şandıklarını kaydediyor ki, bu pek az muhte­ al-manşür, s. 244; al-Şablanci, N âr al-abşâr meldir. İbn- Hacar ’e ve İbn Kutayba ( M a 'S rif ) f i manâkib al-bayt al-N abi l-muhtâr ( K a­ hire, 1298), s. 259—263; Şafadi, elyazması, ’ye göre gerçekte İbrahim, 75 yaşında iken

9*

SÜKEYNE -

Bibi. Nat. Paris nr. 2064, »ar. 15 i 1* ; Perron, Femmes arabes; Kremer, K a lt u r g e s c h 11, xoo ; J A ( 183s ), s. 47 ve 50 i 1884, s. 173, nr. 1 ; Wellhausen Julius, A rap d evleti v e su­ kutu ( trc. Fikret Işıltan ), Ankara, 1963, s. 87—96. (H . M assé.) [B u madde Neşet Ç ağatay tarafından tâdil ve ikmâl edilmiştir.] S Ü K K E R . [ Bk. ş e k e r .] S Ü K K E R Î. a l-S U K K A R İ, A bu S a 'Id a l H a şa n b. a l-H u s a y n b. ‘ A bd A l l S h (8 27— 888 }, arap d i l v e e d e b i y a t S 1 i m i. İbn alA nbâri 'de ( Nüsha, s. 144 ) adının ‘Abd Allah olarak geçmesi bir hatâdan ileri gelmiş olma­ lıdır. ‘Abd Allah onun dedesinin adı olup, bu isim bâzan ‘Ubayd Allah şeklinde de zikredilir { mal. bk. Yakut, Irşâd, VIII, 94 ; bu ismin, şe­ ceresinden tamamen düştüğü de vârtddir, bk. al-Zubaydi, fabakâf, s. 200 ). Eski arap şiirinin tedvinine hizmet eden âlimlerin en büyüklerin­ den biri olmasına rağmen, bâl tercümesinden bahseden eserlerde hayatı hakkında pek az bil­ gi verilmektedir. Bu bilgilere göre, al-Sukkari 212 (827 ’de doğmuştur. Şeceresi Em evî devri kumandanlarından al-Muhsllab b. A b i Şufıa [ölm . 8 2 = 7 0 2 ) ’ye dayanır. Buna göre Azd ‘Oman kabilesinin ‘A tik kolundandır. Ömrünün hiç değilse büyük kısmını B asra 'd a geçirdiği söylenebilir. Nitekim kendilerinden istifâde et­ tiği, rivayette bulunduğu âlimlerden çoğu basralı olduğu gibi, bunlar arasında A bu Hatim al-Sicîstsni gibi, pek kısa bir Bagdad seya­ hati müstesna, hiç B asra'd an çıkmamış olan­ lar da vardır. B ir müddet Bagdad ’da kalmış olması da mümkündür. Fakat onun Bagdad ’da al-Farrâ1 (ölm . 207 = 823 } ’ın bir meclisinde bulunduğunu anlatan bir fıkra (.Irşâd, VIII, 95 v. d. ), Y a k u t’un da işaret ettiği gibi tarihi imkânsızlıklar ile doludur. Onun sukkari ( „şe ­ kerci“ ) nisbesinin telkîn ettiği bir mesleğe sa­ hip otup-olmadığı da açıkça bilinmemektedir. Diğer taraftan yazısının doğruluğu ile meşhur olan ve pek çok eser istinsah ettiği bilinen (aş. bk. ) a l-S u k k a ri’nin bundan te'min ede­ bileceği gelir geçimini her halde sağlayabilirdi. Sağlam bir tahsil gördüğü anlaşılan al-Sukkari ’nin, derslerinden istifâde ettiği ve kendi­ lerinden lisânî malzeme ve bilhassa şiir rivâyet ettiği âlimler arasında Abu Hatim al -S i cistâni (ölm, 255 = 868/869}, al-R iyaşi (257 = 871 ), Muhammed b. Habib (2 5 5—869), İbn al-Sikkit ( 3 4 4 = 8 5 8 ) gibi Basra ve Küfe dil mekteplerine mensup âlimler vardır. Bu suret­ le o, bu iki mektebin yolunu birleştirenlerden olmuştur. al-Sukkari ’nin, ömrünü, bilhassa es­ ki arap şiirini toplamakla ve hummalı bir ça­ lışma ite geçirdiğinde şüphe yoktur. Yanından

SÜKKERÎ.

defterini eksik etmez ve duyduklarım dâimâ kaydederdi ( al-K if(i, Inbâh, I, 148 ). Talebesi ve eserlerini rivâyet edenler arasında Abli Sahi al-Hulvâni, Muhammed b. ‘A bd al-Malik al-Târihi, Abu ‘Abd Allah Muhammed b. at‘Abbfis al-Y azidi v. b. gibi simalar bulunmak­ tadır. 275 ( 888/889) yılında vefat etti. V efat tarihi olarak bâzan 290 yılı da verilir ise de, kaynakların da belirttiği gibi ( msl. bk. Tarih Bağdâd, VII, 297; Inbâk, I, 292) bu, zayıf bir rivayettir. al-Sukkari, dindar, ve doğruydu; bilgisine güvenilir bir âlimdi ( T ârik B a ğ d â d V II, 296; Irşâd, VIII, 9 4 ; al-Muhtâr, 2 20 » ;/n&üA, 1,2 9 1) . K a r ’an okuturdu. Her hâlde kur’an! ilimlere ve bilhassa kıraate dâir bilgisini Abü Hatim den almış olmalıdır. Lügate, nahve, ensâba ve aygâm al-a ra b 'e. dâir bilgisinin yanında yazısının ş(Akati ile de takdir edilmiştir ( Fihrist, 7 8 ; Inbâh, I, 292}. Nitekim İbn al-Nadim onun hattı ile gördüğü bir çok eseri, bâzan onun kayıtlarına verdiği itimâdı da belirten bir ifâde ile, zikreder (msl. bk. al-Fih rist, s. 4 7 ,5 5 ,6 9 ,7 8 ,10 0 ,10 6 ,116 , 14 5). Yalnız isimlerini bildiğimiz bâzı eserleri onun lügat sahasındaki çalışmalarının semere­ leri olmalıdır. Bu nevî eserlerinden K itâ b alvalf Sş ve Kitâb al-nabât zikredilebilir. Bunlar­ dan başka bir de K itâb al-m ânâhil va ’l-k u râ adlı kitabından bahsedilir ( bu üç eser için bk. a l-F ikrist, s. 78; Nüsha, s. 14 5 ; Irşâd, VUI, 98; Inbâh, I, 292; B u ğya, s. 2 1 9 ; K a ş f al-zanan, II, 1469). ' al-S u kk ari’ nin en mühim tarafı büyük bir akbâr ve bilhassa şiir râvisi ( râviya ) oluşudur. O , şiirin ve ahbârın hafızadan yazıya intika­ lini sağlayan ve Abü ‘Amr b. a l-A lâ ’, Hammâd, Halaf v. b .ile başlayan âtim râvilerin, İbn al-A 'râbi, Muhammed b. H abib ve Abü Hatim halkasına bağlanan ve aralarında mühim simalar bulunan bir neslinin en mühim mümes­ sili, bu nevî râvilerin tedvin bakımından belki en büyüğü ve en velûdudur. Onun çalışmaarı sayesinde pek çok kitap yayıldığı ( Târih Bağdâd, VII, 2 9 1 ; Inbâh, I, 2 9 1}, hattâ benzeri âlimlerden hiç bitinin bu sabada onun kadar hizmetinin sebkat etmediği ( Irşâd, VIII, 94 ; kaydedilir. Nitekim Ibtt al-Nadim ( al-Fihrist, s. 157 v.d.), onun şiirlerini bir araya getirip ted­ vin ettiği şâirlerin uzun bir listesini verir ( ban­ lara Şarh D ivân al-Kuİâm i ve Cornı' ş t r N u'mân b. B a ş ır ’i de ilâve etmek gerekir ( bk C A 1? , 1, 108 ). Tertip ettiği bn divanlardan bazılarını da şerh etmiş idi. Sayıları 60 '1 bulan bu şâirler, Câbiliye devrinden A bbâsîlerin baş­ langıcına kadar uzanan devrede gelmiş olup, eserleri lisaniyata dâir çalışmalarda muteber sa­ yılan san’atfcârlardır. al*Sukkari, dilcilerin bu

SÜ KKER Î. klâsik devir şâirleri arasına aldıkları Abu Nuvâs ( otm, 198 = 8 1 3 ’e doğru } ’in şiirlerini de toplamış ve şerh etmişti (ancak üçte birini tamamladığı bu eser, 1.000 varak tutuyordu, bk. ai-Fihrist, s. 16 0; İ r şad, VIII,. 98 ; Inbäh, l, 293 )• Onun sâdece rivayet ettiği eserlerin sa­ yısı her hâlde çok daha büyüktü. al-Sukkari bu tedvin işinde seleflerinin çalışmalarına is­ ti nad etmiş, bir taraftan Basra, diğer taraf­ tan Küfe mektebi mensuplarının yaptıkları ri­ vayetlerde bir takım tasarruflarda bulunarak, çok defa muhtelif âlimlerin derledikleri mal­ zemeyi tekrar ele alıp, onları ıslâh ve ikmâl etmiştir. Meselâ, troru a!-Kays ’a İsnad edilen ve Abu ‘Arar b. al-A la’, al-A şm a'i, İbn al-Ha­ bib v. b. tarafından nakıs olarak toplanan bü­ tün veya parça hâlindeki şiirlerin hepsini bir araya getirerek onlara nihâi şekli o vermiş­ ti ( bk. Blachere, Litterafure arabe, s. 1 1 3 v .d .; al-Fihrist, s. 157 10—18 ’e istinaden). Bü­ tün bn çalışmalardan bize kadar gelebilenler şunlardır: D îvân İmrV al-ffays { G A L 1 , 1, 108; Suppl., 1, 5 0 ; N aşir al-Din al-Aşad, al-Masâdir, s. 494 v. dd., 5 15 —526 ), D îvân K a y s ¡bn. al-H atim ( bk. nşr. Kowalski, nr. X X X I II); ay­ rıca şerhli divanlarından muhafaza edilebilen­ ler -.Dîvân Cirân a l- A v d ( Kahire, 19 31 ), D î­ vân al-H utay a ( bk. mad. ffu tay’ a ve G A L , Sappl., I, 71 ). J , Kowalski tarafından da neşre­ dilen Şarh D îvân K a'b b. Zuhayr ( Krakow, 1950 },Dar al-Kutub al-M işriyaneşrinde (K ah i­ re, 1950 ve 1965 ), divanın bu rivayetine son şeklini verenin al-Sukkari olduğu kabul edil­ mek istenilmişse de. eserin metninde bunu te’yid edecek bir işârete rastlanmamaktadır. al-Sukkari, ayrıca muhtelif kabilelere men­ sup şâirlerin eserlerini de bir araya getir­ miştir. Bu BÛrette tertip ettiği mecmuaların sayısı da, yine tbn al-Nadim 'e gore ; al-Fihrist, a- 159 ) 3 0 ’a yakındır ( buna bâzı ilâveler yap­ mak da mümkündür, bk. G A L?, I, 108 ; alMaşâdir, s. 545 v. dd. ’da diğer kayıtlar ile ik­ mâl edilen bu cetvel 29 eser ihtiva eder). Hu* znyl kabilesi şâirlerinin eserlerini ihtiva eden Dtvân şu'arâ' Hu zayi bu nevî toplamaların elimizdeki tek numunesi sayılmaktadır. Bu mec­ mua, al-Sukkari—•al-Hulvâni— al-Rummânİ yolu ile İntikal etmiştir ( eserin muhtelif kısımları muhtelif kimseler tarafından neşredilm iştir: J. Kosegarten, Carm îna HudzaUitarum, The Hudzailian Poems, London, 1854, aim. trc. R, Abicht, Namslau, 1879 ; J . Wellhauaen, Letzter Teil der Lieder der Hudhiliten, Berlin, *884; f. Heil, Neue H udaiiiten-D ivBne: D îvân des Abu. D a’aib, Hannover, 1926; S a id a A b s‘ i iräf, al-Munahhii, UsBma, Leipzig, 1933» F* ayraktareviS’in Abu K abir al-Huzali min Lä-

miya ’si ve D iv S n '1 neşirleri için bk. mad. A ba K ah ir ; D ar al-kntub al-Mişriya neşriyatı arasında bütün bu kısımlar bir araya getiril­ mek istenmiştir, Kahire, 1364, 1368, 1369). al-Sukkari ’nin, bu çalışmalarında da selefleri­ nin topladığı malzeme ve eserlere istinâd etti­ ği anlaşılmaktadır ( bk. Goldziher, D L Z, 1895, s- »4SI- ‘A bd al-Kadir al-Bağd&di, H izânat al-adab, II, 317. 28 ’te 200 tarihli bir nüshadan bahşedilir). Onun muhtelif şâirlerin eserlerinden yaptığı derlemelere, ' yalnız bir parçası elimizde bulunan D îvân aş’âr al-luşaş (T a h m â n ’ın divânını İhtıvâ eden parçasını W, W right Opuscula arabica, Leyden, 1859, s. 7Ü—95 ’te ceşretm iştir ), Abu ‘Ubayda ’nin top­ ladığı metni, İhu H abib rivâyetinin izahlarını ilâve etmek suretiyle ikmâl ettiği ve A bü ‘Abd A llah at-Yazidi vâsıtası ile intikal eden N ak c tii C arir va 'l-Farazdak ve yalnız ismini bildiğimiz K itâb abyât a l-sS ira ( al-Fihrist, s. 78 ; Buğga, s. 219 ; K a ş f al-zunân, l, 5 ) de ilâve edilebilir. Bunlardan başka, şâirlerden bahset­ tiği anlaşılan iki eseri daha vardı: Man !çâla baytın va lakkiba bih ( G A L 1 I, 109 ) ve fbn H abib ’in bir eserinin ( Man nusiba ilâ ummihi min a l-şu 'a rS , bk. G A L , Suppl., I, 166 ) genişletmek suretiyle telif ettiğini söyle­ yebileceğimiz Kitâb a U şu arS al-m a'rnfîn biummahâtihim ( al-Âm idi, al-M u’i a lif, s. 148, *49 » *5 9 : G A L , Suppl., I, 16 8 ; Hizana, 11, 5*8, S57 ’de Kitâb asma a l-şu 'a rS al-mansübîn ilâ ummahâtihim ve ayh. esr., İV, 573 ’te Kitâb a l-ş u a rd ' al-mansûbîn ilâ ummahâtihim adı ile tesbit ve al-Hulvâni ’ye izafe edilen eser de her hâlde, al-S u kk ari’ nîn talebesi ve râvisi olan bu zât tarafından yukarıda zikre­ dilen eserin tekrar ete alınmış şekli olmalıdır). B i b l i y o g r a f y a •. tbn al-Nadim, a lF ih rist ( nşr. G . Flügel Leipzig. 1874, s. 78, 157 v.d„ ayrıca bk. fih rist; al-Zubaydi, Tabakât al-nahvi yin (n şr. M. Abu ’1-Fazl İbrahim ), Kahire, 1 3 7 3 , 3 . 2 0 0 ; al-Muhtâr min Muktabas al-M arzubânî ( Şehid A li P a­ şa kütüp, nr. 12 15 , var. 220«); al-H atib alBağdâdi, Târik Bağdâd iKabİre, 1949 v.d.), VII, 296 v.d. ; Kamâl al-Din Ibn al-Anbârİ ( nşr. İbrahim Sâm arrâ’i ), Bagdad, 1955. s. 144 v.d.; Yakut, Irşâd al-arih (nşr. Farid Rifâ ‘ 5 ), Kahire, 1936, VIII, 94—99 ; al-Kiftl, tnbâh al-ruvât ( nşr. Abu ’ 1-Fazl İbrahim ), Kahire, 1369— 1374, I, z9i v. d d .; al-Suyüt’i, Buğyat al-vu'ât (Kahire, 1326), s. 218 v.d.; Kâtib Çetebî. K a ş f al-zunân ( nşr. Ş . Yaltkaya, Kilisli R. Bilge ), İstanbul, 1941 —1943, I, 5 ; II, 1469; G, Flügel, D ie grammaiiscken Schulen der A raher ( Leipzig, 1862 ),s. 89; R . Blachère, Histoire de la littérature

»4

SÜ KKERÎ -

arabe det origine à la f i n da XV* tiècle de J>—C. ( Paris, 195a ), I, 1 1 3 v.d., 130 v.d., 13a, 153 ; Amjad Trabulsi, L a Critique poé­ tique des Arabes Jusqu'au V* t iè d e de V H égire { X I e siècle de J . C.), Damas, 1956, s. 18, 31 ve bk. fihrist ; 'O. R. Kahhâla, M a ­ çanı a l-m d a llifin ( Şam, 1376 v.dd.),IU, 2*9 ; al-Zîriklİ, aUA'ldm (K ah ire, 1373 v.dd.), 11, 202 ; N aşir al-D is al-Asad, Masâdir a l-ş tr al-câhili (K ah ire, 19 6 a ), 9, 494 v.dd., 515— 527, 545 v.dd., 56a—57a ve bk. fih rist; C. Brockelmann, G A L 2, I, 108 v.d. ; SappL, I, 168 ; ayn. mil., al-S u k k a rl { E l , IV , 534 ). ^ _ (NiHAD M. ÇETİN.) S Ü L Â . SU L A , c e a û b î A r a b i s t a n ’d a b i r ş e h i r olup, büyük Kavkabân, Hazür alŞeh ve Z i Bin silsilesinden şarka ( cenûb-i şar­ k î ) doğru ayrılan ve al-Bavn ’ın cenûb-i garbi hududunu teşkil eden bir kırmızımtrak dağlar silsilesinin eteğinde bulunur. 5 kânûn 1. >883 ’te, ziyaret etmiş olan E. Glaser ’e göre, şehir çok temizdir ; dar sokakları, aş.-yk. 25 cm. uzun­ luğunda ve 10 cm. kalınlığında dört k işe yon­ tulmuş sarı kırmızı taşlardan inşâ edilmiş çok yüksek evleri vardır ki, bunlar bütün şehirde aynı manzarayı gösterir. Şulâ 300 m. yüksek­ likte olup, al-Nâşira kalesinin {fruşn) bulun­ duğu kayalığa sırtını vermiştir ve dört kapısı bulunan bir sur ile çevrilidir : bu sûr iki tara­ fından kaya ile bitişir ; Şala, Şibâm ’dan hiç ol­ mazsa iki defa ve Kavkabân ’dan bir buçuk defa daha büyüktür: burası, Şan*S” dan sonra Yemen ’in en güzel ve zengin şehirlerinden biridir. Derin bir arâzi yarması üzerine ku­ rulmuş ve sonraları tahrip edilmiş olan çok sağlam bir kemer üzerinden geçerek girilen kale, sağlam bir şekilde inşâ edilmiştir ve göz ite fark edilecek kadar çok eskidir. Rivayete göre, buraya eskiden H u ş n a 1-G u r â b ( „kar­ galar kalesi“ ) denilirmiş ve böylece eski Kane (al-M aczaha) limanı yanında inşâ edilmiş olan kudretli deniz kalesi ile aynı adı taşımış ol­ malıdır. Bu kale de, Yemen kalelerinin en gü­ zellerinden biridir ; türkler, memleketi zaptederken, dış yapıları tahrip etmişlerdir. Kale­ nin giriş kapısı her hangi bîr basamağı ol­ maksızın 20—30 m. lik bir uçurumun üzerinde dik bir duvarda, $ m. yükseklikte bulunmak­ tadır. Kalede güzel bir camiden başka, tamâmiyle şarkta, dağın en yüksek kısmı üzerinde, büyük bir ev vardır : bu ev, uzaktan dört kö­ şeli alçak bir kuleye benzer, yanında, bir az daha aşağıda, yine dört köşeli olan yüksek bir kule bulunmaktadır. Su ihtiyacı 4 veya 5 de­ rin ve iyi sıvanmış sarnıç ile te’min ediliyor­ du ; 10 —25 hububat ambarı ( mada fin ) zahire deposu vazifesini görüyordu: bunlar kayalar

SÜLEM Î. içine kazılmış mahrut şeklinde ve sivri tarak­ ları dışarı doğru çevrilmiş çukurlardır. Bu çukurlar 6—7 m. derinliğindedir, tabanda ku­ turları aş.-yk. 4 m. dir, halbuki ağızlarının kutru tam I m. gelmez. Kalenin üzerinde bu­ lunduğu dağ zirvesi insan eli ile yapılmış ka­ zıları ( cu rü f ) gösterir; bunlar pencereli, hüc­ reli ve kapılı gerçek oturma yerlerini temsil eder. Bunların bâzdan badanalıdır ve türlü büyüklükte 5—6 oda ihtiva eder. Bunlar eski gibi görünmekte olup, eskiden kalenin arap askerî birliğinin oturma yeri vazifesini görü­ yordu. Yukarıda zikredilen dört köşe kule gibi görünen harabe hâlindeki binânm garbın­ da, taşlar üzerine yapılmış ve eski arapça k i­ tabeleri bulunan büyük boyda bir kaç mezar vardır. Söylendiğine göre, burada bir velî ( v a li ) gömülüdür. Mahallî rivayetlere göre, burada eskiden bu isimde bir şehir yok idi, fakat yalnız bir köy­ ler topluluğu vardı ; — galiba 4 0 ’tan fazla olan — bu köyler Yemen ’in türkler tarafından zaptedilmesine kadar, Şulâ ’dakı idârî makam­ lara tâbî bulunuyorlardı. Niebuhr devrinde, Şulâ (o T u lla yazmaktadır) idârî bölgesi Kok­ lan, ‘A ffâ r, Hace, Zofir, Kavkabân ( Hace ya­ nında ), Cebel Şerif, Habûr, Suda gibi şimalde kâin mmtakalar ile aş.-yk. 300 kadar köy İte Cebel Ş a h â ra ’yi de içine atıyordu; bundan dolayı XIX. asrın sonunda olduğundan daha geniş idi. B i b l i y o g r a f y a : C. Niebuhr, B esch­ reibung von Arabien ( Kopenhag, 1772 ), s. 251 v.d .; E. Glaser, Geographische For­ schungen Jem en 1883—1884 ( el-yazm ası), v a r. 6 1 .

( A . G r o h m a n N .)

S Ü L A H F Â T . ( Bk. k a p lu m b a ğ a .] S Ü LD Ü Z . [B k . s u l d u s , s u l d u z .] S Ü LE M Î. a l - S u l a m î , A bD ' â b d a l - R a h m ân M uh am m ed b. a l - H u s a y n b. M u h am m ed B. MÖSÂ B. HÂLİD B. SÂLtM B. RÂVİYA (936 —

ıo i 1) , m u t a s a v v ı f b i r m ü e l l i f o l u p , baba tarafından Azd, anne tarafından ise, Sulam kabilesine mensuptur. Ancak daha çok annesinin mensup olduğu kabîlenin nisba ’si (al-S u lam i; bk. mad. SULAYM B. M ANŞÜR ) ile tanınmıştır ( krş. al-Sam‘ âni, Kit&b al-ansâb, var. 303»; İbn al-A şir, al-Lubab, I, 5 5 3 ) . M. Hartmann ’m nisba ’nin grekçe v,Xi\ıo.\ ( „mer­ diven" ) kelimesinden geldiği ( bk. O L Z, 19 12, s. 127 v. dd.) hakkmdaki nokta-i naza­ rı yanlıştır. Sülemî, 10 cemaziyelâhır 325 ( 1 6 nisan 936) ’te Nişâpûr ’da doğdu. B a­ bası, zühd ve takvası ile tanınmış bir şeyh idi. Sülemî ’ yi, babasının vefatı üzerine, atine tarafından dedesi olup, devrinin tanınmış âlim­ lerinden sayılan Abü ‘Arar İsm â'il b. Nueayd

SÜLEMÎ.

himayesine aldı. Dedesi, çocuğa olmadığı İçin Sülem î’ yi küçük yaştan itibSren yanından ayırmamış, derslerinde ve meclislerinde de be­ raberinde bulundurmuştur. Sülemî ilk tah­ siline akranları gibi, K u r’a n ’ı hıfz ile başla­ mış, sırasıyle edebiyata ve dile dâir bilgiler elde etmiştir. Müteakiben çalışmalarını daha çok hadîs araştırmalarına ve tasavvufî bilgi­ lerini arttırmağa hasretti. Bu hususta zama­ nındaki bir çok şeyh ve âlimlerden faydalandı; Rey, Hemedan, Merv, Hicaz v. b. gibi şehir ve ülkelere seyahat etti. Faydalandığı sîmâlar arasında, başta dedesi Abu !Amr İsmâ'i) b. Nucayd olmak üzere, kendisinden tarikat hır­ kası giydiği Abu 1 -Çâsim al-Naşrâbâgi. meş­ hur, Kitâb al-tuma müellifi Abu Naşr al-Sarrâc gibi 3 0 ’a yakın kimse vardı ( bk. al-Sutami, fabakiît a l-şü fiya , nşr. Nur al-Din Şariba, naşirin mukaddimesi, s. 19—24). Dedesinin ölümü üzerine Sü lem î’ye büyük bir servet kaldı. Bu sayede zengin bir kütüphane te'sis etti. Nişâpûr ’da bir de hânkah yaptıran Sü­ lemî 3 şâbân 412 { 3 teşrin il. 1 0 2 1 } ’de vefat etti ve bu hânkaha gömüldü. Devrinde kendi­ sinden faydalanan bir çok kimseler ( bk. alSulam i, ayn. esr., naşirin mukaddimesi, s. 24 — 2 8 ; arasında al-IÇuşayri gibi meşhur sima­ lar da vardı. E s e r l e r i : S ü lem î’nin muhtelif kaynak­ lardan { bk. ayn. esr., s. 3 1 —42) elde edilen bilgiye göre, büyük bir yekûn tutan eserleri umumiyetle hadîs, tefsir ve tasavvuf ile ilgi­ lidir. Bu eserlerin, arasında oldukça büyük ha­ cimde olanlarının da bulunduğu, bir çokları zamanımıza kadar intikal etmemiştir. Bir kaçı müstesna ( ffalçâ'ilf a l-ta fsir, Târih a l-şâ fiy a ve Tabakât a l-ş ü fiy a ) yazılışlarına göre, eserlerini tarihî bir sıraya koymak da müm­ kün değildir. Mevcut eserlerinin başlıcaları şunlardır: 1. H a k a ik al-tafsîr, daha ziyâde kendilerinden önceki sûfîlerin izahlarına daya­ nılarak tasavvufî mâhiyette yazılmış olan bu eser, bir çok müellif ( İbn al-Cavzi, Talbis alib lis , s. 16 4 ; Zahabi, Tarih al-islâm ,X I, 221 ) tarafından tenkide mârûz kalmış ve hattâ ondaki izahlara İnananların zındık olabilecekleri ileri sürülmüştü. Eser, aleyhindeki bu fikir­ lere rağmen, yazıldığı tarihten iti bâr en, bir çok âlim tarafından beğenilmişti. Henüz ba­ sılmamış olan bu eserin T ü rk iy e ’de (Fâtih kütüp., nr. 2 6 1 ; Köprülü kütüp., nr. 91, 92, Nuruosmaniye, nr. 319 v.b.) ve dünya kütüphâ-. nelerinde bir çok ei-yazması nüshaları vardır ( bk. ai-Sulam i. Tabakât, naşirin önsözü, s. 35 v. d.). Bu tefsirde Hallâc ile ilgili bâzı kısım­ lar, E. Massignon ( Essais sur les origines, ek, s, 23—7 6 ) tarafından neşredilmiştir, a. J'aba-

95

kât al-şü fiya , sûfîlerin hâl tercümesinden bahseden ve bize kadar gelebilmiş otan Taba­ kât kitaplarının ilki sayılan bu eser, 'Abd Attâh-i A n ş â r i’nin aynı adı taşıyan farsça Tabakât ’inin esâsını teşkil ettiği gibi, aiKuşayri ’de Risâla ’sinde bundan geniş bir şe­ kilde faydalanmıştır. A nşâri ’nin eseri, Sülemî ’nin bu eserinin hemen-hemen serbest ve ge­ nişletilmiş bir tercümesi gibidir. Çâm i ’nin N afahât al-uns ’ü de A n şâri ’nin eserinden faydalanılarak yazıldığı için, onun da esâsı, dolayıslyle, Sülemî ’nin bu eseri olmuştur. Sü­ le m î’nin bu eseri, önce muhtelif nüshalarına müracaat edilmek suretiyle J . Pedersen ta­ rafından neşredilmeğe başlanmış ise de, yarım kalmış, bilâhare Nür al-Dİn Şariba tarafın­ dan ilmi bir şekilde neşredilmiştir (Kahire, 13 7 2 = 19 5 3 ). 3, RisSlat al-malâmatlya, meiâmîlik hakkında mevcut kaynakların ilki sayı­ lan bu eserin, ilk önce R. Hartmann tarafın­ dan tahlili yapılmış ( I s l., VIII, 15 7 —204), sonra da, Abu ’l-'al-A lâ, a l-'A f ifi tarafından Mı­ sır ’da ( Kahire, 1945 ) basılmıştır. Mısır bas­ kısı, esâs alınmak suretiyle de, Ömer Rızâ Doğıul tarafından Melâmet (İstanbul, 1950) adı ile türkçeye tercüme edilmiştir. Yekûnu 3 0 ’a yakın mevcut eserleri arasında,-4. ' Uyüb al-n a fs va mudâvâtuhâ, nefsin kusurları ve tedavilerine dâir kaleme alınmış olan bu eser, henüz el-yazması hâlinde bulunmakta olup, İbn Zarrüif (Ölm. 8 9 9 = 14 9 3 ) tarafından hak­ kında manzum bir açıklama ve al-Harrübi (ölm. 9 f>3= ı 55 û) tarafından da bir şerh ya­ zılmıştır. 5. Adâb al-şuhba va husn a l-iş ra , 6. Adâb al-şâfiya, 7, Salak a l- a r if in, 8. Futuvvat, 9. al-F a rk bayn al-şari'a va ’¿-haki ka, 10. Manâhic a l-'â rifin gibi tamâmiyie tasavvuf ile ilgili bir çok eserleri daha vardır ( krş. Brockelmann, G A L, I, 201 ; Suppl., I, 361). Geniş bilgi ve araştırmalara dayanan çalış­ ması ile Sü lem î’ye, haklı olarak bir tasavvuf tarihçisi denebilir. Nitekim, nüshası bize ka­ dar gelmemiş veya henüz ilim alemince meçhul olan Târih al-şû flya adlı bir eser de yazmıştır. B i b l i y o g r a f y a : al-Zahabi, Siyar a'lâm al-nubâla (Topkapısarayı kütüp., III. Ahmed, nr. 6382 ), XI, 55 ; ayn. mil., Târih al-islâm (Topkapısarayı kütüp., 111. Ahmed, nr. 2917, 8 —5, var, ş ıa —b); İbn al-'İmâd, Sazarât al-zahab ( Kahire, 1350 ), II, 2 1 7 ; Hatİb, Tâ­ rih Bağdâd, V , 7 v.d .; İbn al-Cavzi, Talbis İb lis (Kahire, 136 8 ); İbn al-A şir, al-Lubâb f i tahşlb al-ansâb (Kahire, 1 3 57 ) ; al-Subki, Tabakât al - ş âf f î y a ( Kahire, 1323/1324 ), 111, 60 v.dd.; Cam i, N afahât al-uns (trc. Lâm i'i Çelebî ), İstanbul, 1289, s. 350 v, d .; al-Su­ lara i fab akât a l-ş â fiy a (nşr. Nür at-Din

ŞÖLEM Î -

SÜ LEYM b . M ANSÜR.

Ş arib a ), Kahire, » 3 7 * = i 9 S 3 i nâşirin mukad­ dimesi, s. 1 1 —64 (bu mukaddimeden geniş şeklide faydalanılmıştır); Brookelmatm,G/l L, I, 200 v.d ,; Suppl., I, 36 j v.d. (T a h sIn Y azici.) S Ü L E Y M B. M A N SÜ R . SU LA YM B. MANŞU R, if a y s veya Kay s-‘Aylan [ b. bk.] zümre­ sine mensup k u d r e t l i v e i s y a n k S r b i r k a b i l e . ' B u kabile, arap tarihinde ilk olarak milâdî VI. asrın ortalarında görünmektedir. K a ­ bile, çadırlarını bu sıralarda Nacd-Hicaz sını­ rının her iki tarafında kurmuş bulunuyordu; şi­ malde Medine, cenupta Mekke arâzisi ile sınır­ daştı. Şarkta akraba Itays kabileleri olan Ğ a - . tafan, Havâztn ve Hilâl ile temâs hâlinde idi. Emevİ hilâfeti devresinin sonlarına kadar, Süleymliier tarafından iskân edilen bölgenin çok büyük bir refah içinde bulunduğu anlaşılmakta­ dır. Burası bir sıra volkanik karra ’lardan, mâ­ deni bol, ormanlık dağ silsilelerinden ve mah­ sullerinden akıllıca istifâde edilen vâha ve köylerden ibâret id i: msl. Abu Zarr f b. bk.] 'in ikamet mahalli olarak mârûf al-Rabaza, Farân, Ma‘ din al-Burm, Şufayna, Savarikiya v.b, gibi. Bu zikredilenlerden son ikisi bugün hâlâ mevcuttur. Savarikiya vâhası, çcşit-çeşİt hurmaları bir tarafa, muslukları, bağları ve çarlıkları ile yaya bir kaç günlük bir mesâfeye uzamakta idi. Süleymliler, çölde büyük bir refah alâmeti olan, çok sayıda at beslemekte ve üretmekteydiler. Süleym ’tiler, Medine yahudileri ile çok iyi münâsebetler idâme etmekteydiler, M ekke’nin kureyşli reisi ve tâcirleri, pek kısa bir surede, her bakımdan zengin topraklara sâhip olup, gerek Medine yoluna ve gerekse Nacd ve Bas­ ra körfezi bölgesine girişe hâkim bulunan Sû* leymliler ile dostluk kurmanın lüzûmunu an­ ladılar. Mekkeli bîr çok âîle, Süleymliler İle h a tif olarak bağlanmakta, onlarla birlikte Sü­ leym arazisinden ve toprak-altı servetinden faydalanmaktaydı. Mekke ailelerinin buradaki mevcudiyeti, Süleym arâsizindeki yer adların­ da sık-sık M a'din ( „mâden ocağı" ) kelimesi­ nin geçmesiyle subût bulmaktadır. Toprak-altı servetinin en mühimleri altın ve gümüştü. Hadîs, Sülemyli bir ,,Bahâbe"nİn, kendisine âit mâden ocağından istihsâl ettiği kıymetli madenin ,,ö ş t " ü i i ü Peygambere göndermeyi ihmal etmediğini te'yit ediyor. Süleymiilerin mâden ocakları Abü Bakr ’in hilâfeti esnasında daha da gelişti. Bunların işletilmesi Emevî devrinde de devam etti ve devlet hazînesi bu­ radan ehemmiyetli bir gelir sağladı. Süleymliler Câhiliye devrinde Zamâr adını taşıyan bir taşa veya gök taşma ( Baethylos ) ibâdet ederlerdi. Menfâatleri bakımından Mek­

ke ile bağlı oldukları cihetle, önce Peygam ­ bere karşı düşmanca davrandılar (Bununla berâber aralarından bir kısmının, Şafvân b. aî-Mu'attal al-Sulami gibi meşhur b ir mİBâlin gösterdiği üzere islâmın ilk devrinde Peygam­ bere iltihâk ettikleri de muhakkaktır], İslâmın zaferi kesinleşince menfaatlerini gözeten bu bedeviler ona derhal katıldılar, 8 ( 629/630 ) yılında kuvvetli bir Süleym birliği Mekke ’nin ko'ayea gerçekleşen fethine ve bunu müteakip Hunayn savaşına katıldı. Zaferden sonra bun­ ların reisleri, bu arada msl. şâire aUHansâ’ [ b. bk.] ’nın oğlu şâir 'Abbâs b. Mirdâs [ b. bk.] ısrarla yardımlarının mükâfatını talep et­ mişlerdir. ...... ( Süleym kabilesinin Peygamberin vefatından sonra başlayan büyük fütuhat hareketine Su­ riye cephesinde İştirak ettiği, bu kabile men­ suplarının hemen müteakip devreler içinde D iyar Muiar —Osrhoene bölgesinde gösterdik­ leri geniş faaliyetten anlaşılmaktadır. Elcezîre bölgesinin fethinde bilhassa Sam sat civarının müslüman kuvvetleri tarafından zaptında adı geçen Şafvân ’m birlik kumandanı olarak oy­ nadığı rol, her hâlde burada Süleym kuvvet­ lerinin harekâta iştirâkteri ile izah olunabile­ cektir. Filvaki 'A bbasi halîfesi al-Am in ’in kardeşi al-Ma’mün ile mücâdele ettiği devirde E lcezîre’ de çıkan isyanlarda mühim rot oyna­ yan şahsiyetlerden ‘Amr b. 'A b d al-'A ziz alS u la m i’nin de Sam sat "tan zuhûr ettiği göz önüne alınacak olursa, Sü'eym kabilesinden şimale hicret etmiş olanların bu bölgede yer­ leşmiş olduklarım kabul etmek mümkündür.] Üçüncü halîfe zamanındaki karışıklıklarda Süleymliler umumiyetle 'Osman ’m tarafını tuttular. Onların bu tutumu, bu kabileye men­ sup Abu ’l-A 'var [ b. b k .]’i kumandanlarının en iyilerinden birisi addeden hatife M u'iviya I. ’nin teveccühünü kazanmalarına sebep oldu. Hacc yolu boyunca ve mukaddes İslâm şehir­ lerinin yakınında oturan bu mağrur kabileyi elde etmek, bu bölgenin isyankâr ahâlisini mu­ rakabe altında bulundurmak için, Emevîlerin takip ettikleri, siyâset bakımından, fevkalâde ehemmiyetli idi. Karşılıklı iyi anlaşma Mu'âviya U. ’nin vefatına kadar devam etti. Süleym ’liler, diğer K ays’lilerle birlikte onun halefi Marvân. I. ’1 tanımaktan tstinkâf ederek muka­ bil halîfe 'Abd Allah b. ai-Zubayr tarafını tuttular. K ays ’lilerin Mare R âhit [ b. bk.] ’teki mağlûbiyeti, yemenliler ile l£ays ’liler arasında derin bir uçurum açılmasına sebep olarak, arep ırkının bu iki zümresi arasında cereyan ede­ cek kanlı savaşlara müncer oidu. Bu savaşlar­ da, her ikisi de SüieymU olan 'Umayr b. alHubab ile Cahhâf b, Hukaym, liyakatlerinden

SÜLEYM s. MANSUR -

ziyâde asabiyetleri Ve yırtıcılıkları ile temayüz ettiler [.ai-Dinavari ’ nin al-Ahbâr al-tivâl ’i ile İbn a l- A ş ır ’id a l-K â m ü ’l bu savaşların tafsi­ lâtını ıhtıvâ ettikler gibi ]. a l-A h ta l’in şiirleri de bize bu amansız mücâdelelerin aksini intıkaı ettirm iştir. [Fetihler sırasında] kabilenin bir kısmı Elcezîre nin garbına ( Diyâr Muzar ’a ı yerleşmiş idi. 109 ( 7z7 ) yılında takriben 100 Siileymî hânesînin Mısır ’a hicretine müsaade olundu. Bunlar orada sür’atle çoğaldılar. 330 i 844 843 ) yılında Arabistan Süleym’lileri, Hilâl kabilesi ile birlikte Medine şehrini yağm aladılar; fakat bu, onların te’dip ve tenkiline sebep oldu. Mısır ’ın Fatımî halifeleri zamanında Süleym’tiler. Karmatîlerin tarafını tutarak hacı ker­ vanlarına saldırmağa cur'et ettiler. Bn. A ra­ bistan ’dafei Süteynı arazisinin çok büyük zararını gördüğü bir anarşi hâlinin başlangıcı oldu. Mısır ’da da bunların Karmatîlere karşı yakınlık göstermeleri Kahire 'deki halîfe ile aralarını açtı. 444 [ 1053 yılında bu huzûr bozucu unsurdan kurtulmak isteyen Fatımî ha­ lîfesi al-Mustanşir, onları Hilâl ’liler ile bir­ likte şimalî A frika ’nin fethine gönderdi. Buradaki kabilelerden pek çoğu Süleym de akrabadır. Süleym ’lilerin bu savaşlar içinde oradan-oraya gidişleri hakkında bk. mad. HİLÂL.

B i b l i y o g r a f g a ı al-D inavari, K . alAhbâr al-tivâl ı nşr. Guirgass 1, Leyden. 1888, s. 301. v.d., 304 al-Tabarİ, Târih i nşr, G oeje), bk. fih rist; İbn al-A sir, al-K âm il tnşr Tornberg', bk. fih rist; İbn Durayd, Kitâb al-işttkök, s. 1 87—1 89; al-Kindi The Covernors and Judges o f Egypt ( nşr. Ruv. Guest ), s. 77 , 297 i İbn 'Abd Rabbîbi, a l-'lk d al-far id II, 63 ; Hamdâni, C a z ira ,s. 13 2 ,15 4 ,17 0 . 17*. 183. 185,205. 220 ; Yâfeüt, M ucam ( nşr. Wiistenteld ), lit. 4 03; IV, 572; V, 865; Y a ‘ kübi, Kitâb al-buldân ( nşr. de Goeje j, s. 335 ; Wüstenfeld. Register za den genealogisch. Tabellen. s. 426—430; Welihausen, Reste arab. Heideniums*, s. 66; Blan { Z D M C. XXIII, 586) ; Lammens. L e Berceau de l ’Islam , s. 99 v.d., 1361 ayn. mil., La Mecque à la v e il­ le de t’hégire, s. 196, 197, 198 \ M F O B I X ’dan ayrı b a sk ı); ayn, mil., Etudes sur le régne du ca life Mo’âwiya b r. s. 43,337, 423 ; a n. mil,, Le Chantre des Omaiyades, notes sur le poète arabe Akhf al , s. 133 v.dd, ( J A, *894 den ayrı baskı ); G , Gabrieli, / tem pi. la vita e il canzoniere délia poetessa araba A l-H ansâ’ 1 Florenz, 1899), s. n v.d., 67 v.d. ; F. Işıltan, (Jrfa bölgesi tariki ( Is­ tanbul, i960 >. s. 3 1, 50. 53, 106. 120— 129, 1 3 1 ; Caskel, Ğamharat an-nasab, dus g e - I Ulâm Ansiklopedisi

.

97

SÜLEYMAN.

nealagische Werke des Hişâm b. Muhammad al-K albi ( Leyden, 1966), bk. Fihrist. ( H . L a m m e n s .)

[ Bu makale F. Işıltan tarafından ikmâl edil­ miştir.] S Ü L E Y M A N . SU LA YM Ä N M A V LÄ Y A bo ’ l -R a b İ* b . MuHAMMED, F a s A l e v î s u l ­ t a n l a r ı n d a n olup, receb 1206 ( mart 179* ) ’dan 13 rebiülevvel 1238 ı 28 teşrin II. 1822 ) ’e kadar hüküm sürmüştür. Sultan Muhammed b. ‘Abd A llah b. İsm â 'ü ’in A h iâf arap kabilesine mensup hür bir hanımdan oğlu olup gençliğini, siyasî meselelere karışmaksızm, tahsile vakf ettiği Sicil masa ’de geçirdi. R e­ ceb 1204 ( mart-nisan 1790 ’te babasının ölü­ mü üzerine, hükümet, kardeşi Y a z id ’e in­ tikal edince, Sulaymän, T â filâ la t’den Sahra ’daki arap ve berberi kabîlei ri mensuplarının refakatinde, ona Sicilm âsa sâkinlerinin bîatini takdim etmek maksadiyle geldi. M avlây Yazid, kendisine karşı isyan eden kardeşlerinden biri, Mavlây H işâm ’a karşı yaptığı mücâde­ lede, Merâkeş yakınında maktul düşünce { cemaziyelâhır sonu l2o 6= şu bat 1792 ), F as ka­ rışıklık içine düştü. M erâkeş’in Havz halkı Mavlây Hişâm ’a sadık kaldılar, bu esnâda Hibt ve Cabal sakinleri de Mavlây Y a z id ’in üvey kardeşi M avlây Maslama ’ yi • hükümdar ilân ettiler. Fas şehri halkı, payitahtın çevresindekilerle beraber ‘A bid, Vadâya ve Ber­ ber! kabileleri, bilgisi ve dindarlığı ile bil­ hassa temayüz etmiş olan Mavlây Sulaym än’1 sultan ilân ettiler. Hemen bunun akabinde Miknâs ’taki ‘A b id ve bu bölgedeki Berberîler onunla birleştiler ve yeni sultan, 17 receb 1206 ( 12 mart 1792 ) pazartesi günü M avlây İdris ziyaretgâhmda onların Matlarını kabûl etti. Daha sonra, o Banü Haşan ve Ğ arb ’daki diğer kabîleler, kezâ Sale ve Rabat sakinleri tarafından da tanındı. M avlây Sulaymän, resmen henüz hükümdar ilân olunmuşta ki, kardeşi ve rakibi Mavlây Mastama ’ye karşı silâha sarılmak zorunda kal­ dı. Maslama kısa zamanda mağlûp edildi ve doğuya gitti. 1206 ( 1792 ) yılının sonlarına doğru Mavlây Sulaymän, kervanları ve hacıları yağma eden ve Ucda havalisindeki bir arap kabilesi olan Angâd üzerine, onları cezalandırmak maksadı ile, muvaffakıyetsiz bir sefer yaptı. Bununla beraber, M erâkeş’ deki H a v z ’da he­ nüz Mavlây Hişâm hüküm sürüyordu. 1207 ( 1793 ' yılı sonlarına doğru M avlây Sulaymän kardeşi Mavlây al-Tayyib*i Ş â v iy a ’ye karşı gönderdi; fakat o mağlûp oldu, 1208 1793 / I 794 İ vllında şimâl-i garbinin dağlık bölgesinde oturan kabîleler, Çabala

7

9*

SÜLEYM AN.

( Ah mas, Banü Yadar, Banü Gurfu^, Ğazâva v. b.), Muhammed ' b. ‘ Abd al-Salâm Zaytan al-Humsi adlı bir fâ lib ’in tahriki ile ayak­ landılar. tik hücumda M avlây Sulaymân ’m birlikleri yenildi, lâkin neticede bunlar âsileri tenkil ettiler ; Zaytan mağlûp edilip affolundu ve kabilesini idâreye me’mûr edildi. Bu zât, hükümetin en kuvvetli desteklerinden biri ol­ muştur. M avlây Hişâm, Dukkala, ‘Abda, Ahmar, Şayâzima, Hâha ve Rakamına kabilelerinin emri altında bulundurduğu Merâkeş Idavz ’ında hâlâ kudretini muhafaza etmekteydi, fakat az son­ ra bu kabileler arasında ihtilâf zuhûr etti ve bu vaziyetten faydalanan da M avlSy Sulayman oldu. M avlay Sulayman, ilkin Ş â v iy a ’nin bir kısmına taarruz etti ve onları yendi. 12 10 ( 1795/1796) senesinde Rahâmina kabileleri Merâkeş ’e yürümesini talep etmek üzere ona bir heyet gönderdiler. Bu sebeple o, tekrar Ş âv iya ’ye karşı bir sefere girişti ve onları tekrar kesin olarak mağlûp etti. Sonra Duk* kala mmtakasına hücûm etti ve 1 2 1 1 ( 1796/ >797 ) yılında Azammür ’u ele geçirdi. Bundan sonra da Merâkeş *e teveecüh etti. Yaklaştığı zaman, M avlây Hişâm şehirden A tlas dağla-* rina kaçtı. M avlây Sulayman cenûbun merke­ zini işgal etti ve hâkimiyetini Havz, Dayr, Süs, Hâha kabileleri ve Mogador şehrine ka­ dar genişletti. Bundan az sonra M avlây Hi­ şâm ’m en sâdık desteklerinden biri olan ‘A b ­ da kâ'idi ‘Abd al-R&hmân b. Naşir sultana itâat arz etti. A rtık yalnız kalan M avlây Hi­ şâm da, pek az sonra ona imtisal e tti; Mav­ lây Sulayman bütün Fas ’m münâkaşasız hü­ kümdarı olmuştu. Hakimiyeti bir defa kabûl olununca, Mavlây Sulayman devletinin hudutlarını emniyet al­ tına almak için ehemmiyetsizce bir kaç sefer daha yaptı. Cezayir Türkleri Ucda ’yi almışlar ve hü­ kümranlıklarını bu şehre komşu kabilelere ka­ dar genişletmişlerdi. 1 2 u ( 1796/179? ) yılında Mavlây Sulaymân birliklerini onlara karşı sevk etti ;t bu birlikler bölgeyi hiç güçlük çekme­ den geri aldılar. 12 13 { 1798/1799) yılında Süs bölgesine se­ fer, 1 21 5 (18 0 0 /18 0 1 )’te Ayt-Umâlü adındaki Berberi kabilesine karşı başarısız bir sefer; 1216 ( 18 01/18 02 1 ’da D ar'a ( Drâ ) mmtakasına ve 1 21 7 ( 1802/1803 ) ’de R if ’e karşı vergi tah­ sili için seferler yapıldı. 1 21 8 ( 1803/1804.) se­ feri O rta A tlaslar ’daki A yt İdrâsan ’a ve Sahr i kabileleri (Tudğa, Farkala, G aris, T afilâl a t ) ’ne karşı yapıldı. A rtık Mavlây Sulaymân 'in kudreti en yüksek noktasına erişmişti i Fas,

bir kaç sene müddetle sulh ve refahın nimet­ lerini tattı. Maalesef, bu devre sürekli olmadı, sultan saltanatının sonunda bemen-hemen her yıl seferlere çıkmak zorunda kaldı. ' < 1222 ( 1807/1808 ) senesinde Tâdla ve Gurâr a ’ya, 1223 ( 1808/1809 ) ’te yeniden A y t Umâlü ’ya seferler yapıldı. A y t Umâtu bu defa ha­ raç vermeğe zorlandı. 1*24 ( 18 0 9 / 18 10 ) 'te T â d la ’ya ve A y t i s r i ’ye, 1225 ( 1 81 0 ı 8 n ) ’te R if ’e karşı seferler yapıldı. Çok geçmeden vaziyet değişti. Merkezî arap İdâresinin tazyiklerinden bîzâr olan O rta A t­ las Berberîlerinin millî ayaklanması devleti tehlikeye soktu ve F a s ’ı hemen-hetnen anar­ şinin eşiğine getirdi. 1226 ( 1 8 1 1 / 1 8 1 2 ) yılında Garvân ve A yt Umâlü, Âmhauş ’un liderliğinde isyan ettiler ; bunlara karşı yapılan ilk sefer AzrÜ ’da mağ­ lûbiyetle neticelendi. _ 1227 ( 1 8 1 2 1 81 3) senesinde sultan, R if böl­ gesine, htristiyanlara hububat satılması yasa­ ğına aldırış etmeyen şark kabileleri ve bilhas­ sa G a l'iy a ’ yi cezâlandırmak emriyle kuvvet sevk etti. Her ne kadar bu sefer muvaffaki­ yetle bitirildi ise de, devamlı bir netice el­ de edilemedi; ertesi sene ( 12 2 8 = 1 8 13 / 18 1 4 ) sultan Banü Mâlik ve Sufyân ’dan teşkil edi­ len arap kuvvetleri ile bizzat R if ’e gitmeğe mecbur oldu, burasının halkını kan ve ateşe boğdu. 1230 ( 18 14 /18 15 ) yılında isyan hâlinde bu­ lunan Dukkâla, ‘ Abda, ve Şayâzima kabilele­ rini cezâlandırmak için Merâkeş mmtakasına bir sefer yapıldı. 12 3 1 ( I 8 t 5 /l 8ı 6) senesinde sultan, oğlu Mavlây ibrâbim ’i Mavlây İsm a'il ’in ülkelerin­ de inşâ ettirmiş olduğu kaleleri < K u ş â r ) ele geçirdiklerinden dolayı Sahrâ ’daki Şabâlı ve' A y t ‘A fta gibi çeşitli arap ve Berberî kabi­ lelerini cezâlandırmak üzere gönderdi. Sefer akamete uğradı. Bu yüzden sultan oraya, biz­ zat, tam bir zaferle neticelenen ikinci bir sefer yapmağa mecbur oldu. Ancak, Mavlây Sulaymân ’a en büyük güç­ lükleri çıkaran düşman, bir çok defa arap bo­ yunduruğuna isyan eden ve bu arada sık-sık Meknâs şehrini tehlikeye düşüren O rta A tlas­ lar ’daki Berberî kabileleri manzumesi idi. Sul­ tan bunları hiç bir zaman itâat altına almağa muvaffak olamadı. Onların inatla direnmeleri, saltanatının sonunu gölgeleyen iç anlaşmazlık­ lara sebep olmuştur. Orta A tlas Ş an h â c a ie ri ve bilhassa Fâzâz ’lı A yt Umâlü ittifakı onun merkezî idaresine itaati reddettiler. 1234 ( 1 81 8 / 1 8 1 9) yılında sultan, onları arap ve Berberî birlikleri ( Zammür, Garvân ve A y t İdrâsan ) ile İtâat altma

SÜ LEYM AN ~

almağa karar vard ı; fakat Zammür ’tın ihaneti dolayısı ile, sultanın oğlu İbrahim ölüm dere­ cesinde yaratandı ve bizzat hükümdar da, vendisini sonradan serbest bırakan bir Berbe­ ri tarafından esir edildi. Bu başarı Berberî milliyetçdiğini galeyana getirdi, Mulıammed U-Nâşir Amhâuş adiı mahallî bir Murâbit ’in sevk ve idaresinde, Fas ftaki bütün arap tarafdarı unsurlarla mücâdele etmek üzere isyan ettiler. M avlây Sulaym ân'm mağlûbiyetleri itibarını mahvetmişti; saltanatının sonu, bastırmağa uğraştığı bir sıra ihtilâlden ibaretti. Sultan, Berberîtere karşı müdâfaa ettiği Meknâs ’ta bulunduğu sırada, Fas halkı valisi al-Şaffâr ’a karşı ayaklandı; bu sebepten sul­ tan Fas 'a döndü. Yolda ordusu Berberîlerin taarruzuna uğradı. 1235 ( 18 19 /18 20 ) yılında o, H ib t’i teskin etmek istedi, sonra M erâkeş’e hareket etti. Onun bulunmadığı sırada VadSya kabilesi F a s ’ı yağma etti. Şehir sakinleri arasında nihayet Berberîlerin V adâya ’ya karşı yardıma çağırılması İle neticelenen anlaşmaz­ lıklar çıktı. Akabinde şehir halkı Berberîler ile Mavlây Sulaymân ’ın tahttan indirilmesi hususunda anlaştılar ve Mavlây İbrahim b. Y a z id ’i hükümdar seçtiler. Bu zat. F a s ’ın şimâ!-i garp balkının bir kısmı, bilhassa Tetvân ahâlisi tarafından sultan tanındı, Mavlây İb­ rahim, bu şehre gidince öldü ve yerine kar­ deşi Mavlây S a ’ td seçildi. Bu sebeple sultan Mavlây Sulaymân, F a s ’ı muhasara etmek üze­ re, M erâkeş’ten ayrıldı. Muhasara receb 1237 ( mart-nisan 1822 ) ’ye kadar devam etti. Bu müddet esnâsında sultan bir kısım kuvvetle­ rini T e tv ân ’a taarruz ettirerek Tâza mı otaka­ sında sükûnu te'sis etti. Mavlây Sulaymân, Fas ’1 tekrar ele geçirip, kuzeyde eski nizamı iade ettikten sonra Me­ râkeş yakınlarında arap kabilesi Şarârida ka­ bilesine karşı dövüşmeğe mecbur olduğu ci­ hetle cenuba doğru yürüdü. Hükmetmekten yorulmuş olarak, M avlây Su­ laymân. yeğeni Mavlây 'Abd al-Rahtnân b. Hişâm lehine saltanattan feragati düşünürken 13 rebiülevvel 1238 i 28 teşrin II. 1822 ) ’de Merâkeş/te öldü ve orada toprağa verildi. Mavlây Sulaymân, talihsiz saltanatına rağ­ men, büyük bir dindar, âdil ve memleketinin refahını isteyen bir hükümdar olarak nam bı­ raktı, bu mânada o gayr-i İslâmî vergileri ( mukSs ) kaldırmıştır. O, aynı zamanda büyült bir imaret idi. B i b l i y o g r a f y a . ’ Abu ’1-Kfisim alZayyâni, al-Tarcumân al-m urib ( nşr. Houdas 1, metin, s. 92; trc., s. 1Ö9 j Muhammed Akansüs, al-C ay ş al-aram ram , taşbâsma

99

SÜLEYM AN I.

(F a s, 1336), I, 18 t ; Ahmed al-Naşir i, alIstikşâ’ , IV, 129—17 2 ! tercümesi Arch. Ma­ rocaines,' IX, 384—399; X. 1 — 105. Sulay­ mân al-Havvât, M avlây Sulaymân 'm medda­ hı olup, elyazması hâlinde bulunan şiir kül­ liyatı tarihî bakımdan ilgi çekici değildir. _

.

{ G e o r g e s S . C o l i n .)

S Ü L E Y M A N I. ( 149 4 — *566 ), K a n u n ! S u l ­ t a n S ü le y m a n , M u h te ş e m S ü le y m a n , B ü ­ yük T ü rk , onuncu O s m a n l ı padi­

ş a h ı o l u p , Yavnz Sultan Setim ’in oğludur. Osmanlı hanedanındaki resmî ve meşrû silsile­ ye göre, onuncu hükümdar ve bu isimdeki pa­ dişahların birincisi sayılmakta ve umûmî hü­ küm ve kanâatler de bu yolda bulunmakta ise de, bir kısım garplı tarihçiler, vaktiyle Yıldırım Bayezid ’in şehzadelerinden olup da XV, asır başlarında fetret devrinde ( 1402—14 13 ) E d irn e’de saltanatını ilân eden ve bir süre de her tarafta bu sıfatı ile tanınan Emîr Süley­ m an’ın hükümdarlığını dikkate atarak, bunu İkinci Süleyman diye adlandırmışlardır. Tarih­ çi  lî. onu, „amûd-ı neseb-i saltanat" itibariy­ le ve on rakamının sayı başı olmasından dolayı uğurlu saydığı onuncu pâdişâh olarak, fakat, Em îr Süleyman ile Emîr Mûsa ’nın da Osmanlı tahtına geçmiş bulunmaları sebebiyle aynı za­ manda on iki remzinin hikmetlerini şahsında top­ layan bir hükümdar telakki etmekte ve bu mes’ut tesâdütleri onun büyüklüğüne bir işâret gibi göstermektedir. Osmanlı kaynakları .ve umumî efkârı, kanun vâzıı vasfından dolayı, kendisini umumiyetle Kanunî Sultan Süleyman nâmı ile. garp kaynakları ve garp dünyası ise, büyük ve kudretli vasfından dolayı Muhteşem ve Büyük ( Magniiicent. Magnifique, Der Prächtige, çok defa da sâdece Grand T u rc } adları ite tesmi­ ye etmişlerdir. Süleyman, babası Selim ’in, şehzadeliğinde Trabzon ’da sancak beyi bulun­ duğu sırada, 6 teşrin IL >494 ! 6 safer 900) ’te dünyaya geldi (  iî, Kunk al-ahbâr, 900 h. senesinin evvelinde ; Hüner-nâme ’ye dayana­ rak, Ahmed Tevhid. K anunî Sultan Süleyman H a n 'ın şehzâdeliği devri, T O E M , 1335 — 1337. nr. 49—62,3.86 v. dd.). İsimlerin gökten indiği hakkı ndaki inanışa uyularak Ku r 'an ’dan bu husûsta istiânede bulunulmuş, açılan sahifedeki „ Innahu min Sulaym ân" âyetinden alınarak ken­ disine Süleyman adı verilmiş ve bu müjde der­ hâl İstanbul ’da büyük babası padişaha ( Ba­ yezid II. ulaştırılmıştı, [lk tahsilini Trabzon ’da babasının bu iş ile vazifelendirdiği ve muhitinde bulundurduğu kimselerden yapan şehzade Süleyman o devirde sancak beyliğine çıkma yaşı olarak devletçe usûl ittihâz edilen 15 yaşma kader burada kaldı. Şehzade Selim ’in. oğlu için pâdişâhtan bir sancak talep et­

100

SÜLEYMAN L

mesi üzerine, Bayezid II. evvelâ Süleym an’a Karahisar livasını ( ŞebinKarahisar ) tâyin et­ ti, O sırada Amasya ’ da sancak beyliği ile hü­ kümet eden, iakat bütün Anadolu ’yu kendi nufûzu altında bulundurmak isteyen şehzâde Ahmed kendi bölgesine çok yakın bulunduğu cihetle bu tâyini hoş karşılamadı. Veziri Yular-Kasdı Sinan Bey ’in itirazına, düşmanın ya çok uzak, ya da yanında bulunması gerektiği şeklindeki tavsiyesine rağmen, bunun değişti­ rilmesini pâdişâhtan rica etti ve Hoca Sâdeddin ’in bu münâsebetle naklettiği bir nazım­ da belirttiği üzere ( Tâc al-tavârik, II, 136 ) bir gerekçe gönderdi. Bunun üzerine şeh­ zâde Süleyman ’a Bolu sancağı verildi. Aneak babasının yerine geçmeyi ve pâdişâh olmayı iyice aklına koyan Sultan Ahmed, buraya da, Bolu ’san Amasya ile İstanbul arasındaki yol güzergâhını bulunması, dolayısiyle salta­ nat merkezine ulaşmanın kendisi için belki güç olacağı düşüncesiyle, itiraz etti. Pâdişâ­ hın nezdinde „Bir sözü iki olmak m uhal.. . bu vaz ’1 dahi makbulleri" bulunması yüzünden şehzâde Süleyman ’a bu defa da Kefe sancağı beyliği tevcih olundu ( 1 8 tebiülâhtr 915^=6 ağustos 150 9 ; Topkapı sarayı arşivindeki bir vesikadan naklen Ç ağatay Uluçay, Yavuz S u l­ tan Selim nasıl pâdişâh oldu, Tarik dergisi, 1956, sayı 1 1 —iz ). Bu değişiklik, Selim ve kardeşleri arasındaki taht mücâdelesinde, ehem­ miyetli oldu ve Selim 'in hayli işine yaradı [ bk. mad. SELİM l.]. Gerçekten, Süleyman, h. 918 senesine kadar 3 yıl kaldığı Kefe sancak beyli­ ğinde iken, babasının Kefe ’den Rumeli ’ ye ge­ çişinde, sonra Bayezid II.’e karşı yenilgiye uğrayarak avdetinde ve diğer hâdiselerde K ı­ rım hanı ile birlikte, onun ordu ihtiyaçlarını gidermeğe gayret gösterdi. Yavuz Suttan Se­ lim, nihâyet mücâdelesinde muvaffak olarak saltanata geçtikten ( 7 safer 918 = 24 nisan 1 51 2 } sonra Kırım hanına gönderdiği bir mek­ tupta oğlu Süteyraan-şah ’ın İstanbul ’a gön­ derilmesini, bir sefer vâki olduğunda devlet merkezinin mnhâf azasım n kendisine verilece­ ğini bildirdi i krş. Topkapı sarayı arşivi, E 6185 numaralı tarihî vesikadan naklen Ç. Uluçay, aynı makale, s. 127 ) ki, şehzâde Süleyman, gerçekten, babasının amcaları Ahmed, Korkud ve amca-zâdeleri ile mücâdeleleri ve bütün Ana­ dolu harekâtı sırasında kaim-makam-ı saltanat olarak İstanbul ’da bulundu; ancak Selim ’in ortada hiç bir müddei bırakmamak suretiyle bu mücâdeleyi nihâî şekilde kazanmasından sonra Saruban sancak beyliği ile Manisa ’ya gönderildi ( 9 1 9 = 1 5 1 3 ) . Onun, iç savaşlar se­ bebiyle âsâyiş ve güvenliği oldukça bozulan bu sancağın idaresinde bâzı güçlükler ile kar­

şılaştığı ve pâdişâhtan, kendisine hareket hat­ tını tâyine yarayacak bir tatimatnâıne gön­ dermesini istediği görülmektedir ki, Siyâset -nâme adını taşıyan tarihsiz böyle bir hüküm Manisa şer’iye sicillinde kayıtlıdır ; bu mühim vesika, Sam lıan sancağında, bu sancağın şehir, köy ve kasabalarında rastlanan haydut ve hır­ sızların nasıl te’dip edileceğini bütün tefer­ ruatı İle açıklayan bir ceza kanunu mahiyetin­ dedir ve „Sultan Süleyman kanun-nûmesi“ olarak tanınan matbû kanun-nâme ile bir çok yerlerinde uygunluk göstermektedir. Bu siyâset-nâmenin bir hususiyeti, yürürlüğe konulma­ dan önce, hükümlerinin türlü yollar ile balka duyurulması, tanıtılması ve açıklanmasının sağ­ lanması, ancak bundan sonra kadılar tara­ fından yürütüleceğine işaret olunmasıdır. S iyâset-nâme, bundan başka, toprak meselele­ rine, idaresine ve vergilerine dâir de çok mühim bükümleri ihtiva etmektedir ( tafsilât için bk. Yavuz Sultan Selim ’in oğlu şehzâde Süleym an ’a Manisa sancağını, idâre etmesi için gönderdiği Siyâset-nâm e, Enver Ziya KaTal, Belleten, 1942, sayı 2 1 v.d .; Ç. Uluçay, Sa ruhan ’t idâre eden şehzâdeler, m aiyetleri ve devirlerinde yapılan eserlere dâir bir araşttrma, Türk Tarih Kurumu yazmaları, s. 8, 66, ve­ sika 4 ). Diğer yandan, şehzâde Süleyman ’m burayı İdâre ettiği esnada oldukça geniş salâ­ hiyetlere sahip olduğu, msl. kapu ağası AH A ğ a ’ ya Korucu çiftliğini mülk olarak verdiği, orayı idareye başladığı sene, Manisa yakının­ daki Bozköy zaviyesi şeyhi Murad-oğlu Der­ viş İbrahim ’i türlü tekâlif ve rüsumdan muaf tuttuğuna dâir bir berat verdiği görülmekte­ dir ( Ç. Uluçay, ayn. esr., vesika 5 ve 8 ). Y a ­ vuz Sultan Selim Çaldıran seferine çıktığı sı­ rada şehzâde Süleym an’ı M anisa’dan celp ile Edirne muhafazasına bıraktığı gibi, Mısır se­ ferine giderken de onu yine Rumeli memleket­ lerini düşmandan korumak vazifesiyle Edirne ’de bulundurmuştu ( Tâc al-tavârik, II, 245, 32 8 v.d.). Bu seferlerin muzafferiyetle neti­ celenmesi üzerine pâdişâhın ona Çaldıran Fetih-nâmesi ile (evâil-i receb 9 2 0 ’de Hoy şeh­ rinden, Ferîdûn Bey, Munşa’ât al-salâtln, 1, 386 v.d.) K a h ire ’den muharrem 923 ( temmuz 1 5 1 7 ) tarihinde gönderdiği Mısır Fetih-nâme ’ si de bilinmektedir ( Ferîdûn Bey, ayn. esr., s. 427 v.dd,). Çorlu civarındaki S ırt kö­ yünde bahasının vefatı üzerine Manisa ’da bu­ lunan şehzâde Süleyman ’a sadrâzam P ir i Paşa tarafından silâhdartar kethüdası Süleyman A ğ a gönderilerek İstanbul ’a davet edildi. Da­ ha önce Ferhad Paşa ’nın bu yolda bir haber gönderdiği, fakat şehzâde Süleyman ’ın, sadrâzanun dâvet ve işaretini beklediği ve ancak

SÜLEYM AN I.

İOI

P îrî Paşa İle vezir Ahmed Paşa ’nın „fetret devri olarak başladığının isbatiarı oldu ve olmadan yetişesiz“ dîye haberleri üzerine yola bundan sonra dâ kanunsuz ve haklı sebebe çıktığı da nakledilir ( krş. Rüşte m Paşa, 7 e- dayanmayan hiç bir muâmele cereyân etmedi. vârik-i A l-i Osman, Üniv. kütüp., nr. T Y 2438, Sebepsiz ve günahsız yere ümerâdan ve kadı­ var. 180 ; Charles Aneitlon, H istoire de la vie lardan, diğer mansıb sahiplerinden hiç kimse de Soliman second Em pereur des Tarcs, Rot­ mâzûî ve mağdur edilmedi. Bu yüzden bütün terdam, 1706, s. 14 ). Şehzade 17 şevval 926 vazifeliler, adâlet ve hakkaniyet dâiresinde i. 30 eylül 1 5 2 0 ,’ da Ü sküdar’a vâsıl olunca, hareket etmekte, azilden korkmaktaydılar ve sadrâzam divânı toplamış, orduya vefat hâdi­ „tnâzûl olursam bir dahi mansıb yüzün görsesini anlatmış ve kendisi sür’atle Çorlu ’dan mezem" derlerdi ( bu hususta Peçevî, Tarih, İstanbul ’a gelmişti. I teşrin 1. 1520 ’de cü­ I, 16 v. dd. ’ında bir çok misâl nakletmektedir.). lus ve bi’at merasimi İstanbul ’da yapıldı ve Canberdi G a z â i î i s y a n ı (15 2 0 ). aynı gün genç pâdişâh matem elbisesi giymiş Cülus senesinde Şam beyler-beyi Canberdi olduğu hâlde babasının nâşinı karşılamak üze­ Gazâli isyânı vuku buldu. Aslen Datmaçyalı re Edirnekapısı ’ndan çıktı, Fâtih câmiinde bir slav esiri iken sonradan Tom anbay’ın üme­ namazı kılındıktan sonra da onun Mirza sa­ rası arasına girmiş ve Şam emirliğine tâyin rayı denilen yerde defnini, buraya türbe ile olunmuştu. Mısır seferi esnâsında Haleb e mi­ birlikte bir câmi (Sultan Selim câm ii), imaret, ri H â’î r ’m delâleti ile Yavuz Sultan S elim ’e muallimbâne ve Yenibahçe yakınında da bir itaatini arz eden Canberdi G azâli 'ye, seferden medrese inşâsını fermân etti. Pâdişâh aynı gün dönüşünde onun tarafından Kudüs ve Gazze sarayda hil’atler ve bahşişler, terakkiler da­ sancakları ile birlikte Şam eyâleti tevcih edil­ ğıttırdı. Eyaletlere, sancaklara ve dost devlet­ mişti. Ancak, kafasında dâimâ isyan fikri ve lere cülüsnâmeler yazıldı. P ir î Paşa ’yı yerinde istiklâl arzûsu taşıdığı anlaşılan G azâli, Sultan vezîr-i âzam bırakan Sultan Süleyman, kendisi­ Süleym an’ın cülusunu müteakip, ber hâlde onun nin Saruhan sancak beyliğinde lalası bulunan tecrübesizliğini hesaplayarak baş kaldırdı. Celâl Kasım Paşa ’ya , Koca, Sâfî ) vezirlik pâyesi -zâde ’ye göre ( Tabakât al-mamâlik v a daratevcih etti. Bu suretle divanda ilk defa dört ve­ cât al-maaSlik, Üniversite kütüp, nr. T Y 5997 zir bulunması (ikinci vezir Mustafa Paşa,üçüncü var. 83), Önce Suriye ve F ilistin ’i ele geçir­ vezir Ferhad Paşa, dördüncü vezir Kasım Paşa ) mek, sonra Mısır ’1 zaptetmek ve nihâyet hi­ usûlü ihdâs edildi. Pâdişâh ihsânmı yaptıktan lâfeti ele geçirmek gibi büyük tasavvurları sonra adlini ve hakkın tecellisine karşı hassasi­ vardı. Derhâl Şam kalesini zapt ile nâmına yetini de isbat etti, önce, babasının Tebriz den hutbe okuttu, sikke bastırdı ( Âl î , Kunh alsürüp getirdiği 600 evden mürekkep sürgünlere ahbâr, basılmamış kısımlar, Üniv. kütüp., var. hürriyetlerini iâde etti, isteyenlerin yurtları­ 2 18 ). Arap ve kürtlerden 15.000 kişi ile 800 na gitmekte, dileyenlerin de İstanbul ’da kat­ kadar tüfenk-endâzı başına topladı. B eyru t’u, makta muhtar olduklarını bildirdi. Sonra, ev­ kölelerinden biri vâsıtasîyle ele geçirdi. Ce­ velce yasaklanan ipek ticâretinin, Osmanlı bel Lübnan ’dâki dürzileri isyân ettirmeğe ça­ ve İran ülkeleri arasında ticâret kervanlarının lıştığı gibi, Mısır beyi Jjlâ’ir Bey ’e müracaat serbest bırakılması, müsâdere edilen malların İle onu da bu harekete katılmaya dâvet etti iâdesi sağlandı ve bu suretle yapılmış otan ( Şam ’daki Venedik konsolosunun raporuna at­ haksızlık telâfi edildi. Diğer yandan, hakkında fen Hammer, Devtet-i Osmaniye tariki, V , 13 ), şikâyet vâki olan veya âsâyişsizliğe cür’et Ancak onun bu hareketini tasvip etmeyen Haedenler de şiddetle te’dip olundu kî, bu arada ’ir Bey bîr taraftan mektubu padişaha gönder­ Gelibolu sancak beyliği vazifesi ile Kapudan-ı diği gibi, diğer yandan Canberdi G a z â iî’ yi derya bulunan Câfer Bey tHûnî, „K anlı“ lekabını Oyalamayı uygun buldu ve başarı kazanabil­ taşıyordu 1, hakkında tahkikat yapıldıktan ve mesi için önce „kilîd-i arab" mesâbesinde olan istediklerini katlettirerek mallarını zaptettiği H aleb’i ele geçirmesi gerektiğini ona teikîn anlaşıldıktan sonra, idam olunmuş, yerine P o­ etti ki, bunun üzerine Haleb ’e karşı taarruz lak Mustafa Paşa getirilm iş, kezâ, bu sıralar­ vuku buldu. Bu esnada Trablus, Hama ve Humus da bâzı evleri basarak zorbalık yaptıkları pâ­ sancak beyleri de Haleb ’e çekilmiş ve Haleb dişâhın kulağına kadar gelen bâzı silâhdârlar beyler- beyİsı Karaca Paşa ile birlikte kuşatı­ da şiddetle cezâlandırılmıştar ve yine reâya lan şehri müdâfaaya başlamışlardı. Gazâiî ’nİn evlatlarını esir diye sattırdığı hakkında divân-ı isyanı ve Haleb ’i kuşattığı İstanbul ’da duyu­ hümâyûna şikâyetleri gelen Prizrin beyi de, lunca (zilhicce 926 = te şrîn -l. 1 520) onu te’ , mahalline gönderilen bir çavuş marifeti ile, dibe üçüncü vezîr Ferhad Paşa, silâhdar ve te’dip olunmuştu. Bu adâlet örnekleri, Sultan sipâhî bölükleri, 4.000 yeniçeri ve 200 top Süleyman saltanatının hak, kanun ve nizâm arabası ile, Anadolu, Rum ve Karaman beyler-

102

SÜ LEYM AN L

beyileri kuvvetleri refakatinde, me’mur edildi. Diğer yandan, Şehsuvar-zâde A li Bey ’in de Dulkadırlı Türkmen kuvvetleri ile derhâl Ha­ leb 'e giderek şehri muhasaradan kurtarması bildirildi. Âli Bey ’in geldiğini duyan Can* berdi G azali, Şam ’a çekilmek zorunda kaldı ve Şam ’ da müdâfaa tedbirleri aldı ise de, bu esnada serdar da Anadolu ve Karaman kuvvet­ leri ile yetişti. Şam civarında Maştaba mev­ kiinde vuku bulan çarpışmada ( 7 safer 927=» 17 kânûn U. 152 7), G azâlî k a t ’î bir yenilgiye uğradı ve kendisi ele geçirilerek katledildi. Bunun üzerine Şam etrafındaki arap kabileleri tamamen inkiyad etti. Şam beyler-beyliğine Anadolu beyler-beyîsi A yas Paşa getirildi. Ku­ düs, Gazze Şafad sancak beyleri değiştirildi. Bif hareketi müteâkıp G azâlî isyanından ken­ di hesabına bir fâide umduğu ve müsait bir fırsat kolladığı anlaşılan Şah İsmail ’in hare­ ketlerini gözetlemek vazifesi ile Ferhad Paşa bir müddet Kayseri ’de beklemek üzere pâdişahdan bir emir aldı ise de, sonradan, umdu­ ğunu bulamayan şahın, Tebriz ’i terkettiği du­ yulunca bu tedbire de lüzÛm görülmedi , İÎ , ayn, esr., var, 219 ). B e l g r a d ’ı n z a p t ı ( 152 1 1.Kanunî Sul­ tan Süleyman, Canberdi G azâlî isyanının bas­ tırıldığı haberi İstanbul ’a geldiği sırada Ma­ car kıratına karşı bir sefer açılmasına karar veriyordu. Zîrâ, kıral Lajos II. nezdine, bâzı kaynaklara göre cülusunu haber vermek üzeıe,  lî ’ye göre de „haraç talebine" giden pâdişâ­ hın elçisi Behram Çavuş ’un tahkîr ve idâm edildiği öğrenilmiş, kısaca Osmantı devleti ite olan ahdini bozduğu görülmüştü. Şüphesiz ki, Betgrud’ın çok tahkim edilmiş bulunmasının, Fâtih Sultan Mehmed devrinde buraya karşı yapılmış bir teşebbüsün akîm kalmasının O zamandan beri Osmanlı umûmî efkârında uyan­ dırdığı kuvvetli aksül’amelin de Sultan Sü­ leyman’ın bu kararında bir te’siri olduğu ve meydana gelen bu son hâdiseyi, kendi dev­ leti menfaatleri hesabına, değerlendirmek iste­ diği düşünülebilir. Pâdişâh bu ânî kararı tâkîben ilk hazırlıkları emretti (tafsilât İçin bk. mad. BELGRAD). Kendisi de 1 1 cemâzİyelâhır 927 ’de , 19 mayıs 1 5 2 1 ), Fâtih, Bayezid ve ba­ basının türbelerini ziyaretten sonra İstanbul ’dan hareket etti. Evvelâ Halkalı P ın a r’da ça­ dırlı ordugâha çıktı, 7 gün sonra Edirne ’ye, buradan Rumeli kuvvetlerini beraberine alarak yoluna devamla, 1 1 haziranda, Filibe, 17 hazi­ randa Sofya ’ya vardı. Daha sonra da Niş ve Alacahisar istikametinde yoluna devam eder­ ken hudût kumandanlarının katıldığı harp meclisinde, muhasara stratejisi' hakkında vezîr-i âzam P îrî Paşa vevezîr Ahmed Paşa ’ntn

ileri sürdükleri tekliflerin münâkaşasını müteâkıb alman karar gereğince ilk olarak zaptı kararlaştırılan Böğürdelen kalesinin alınmasın­ da bazır bulundu. Sava üzerinde kurulan köp­ rü inşâatına, günlerce bir çardak altında ne­ zâret ederek, askeri teşvik etti. Bu sırada Koupenik ( Koupinovo ) kalesi hâkimi pâdişâ­ ha kalesini teslim, edeceği yolunda bir haber göndermiş, fakat bunu sâdece zaman kazan­ mak için yaptığı anlaşılmıştı. Daha sonra SemiinfZ im on y ) ve daha başka kaleler zaptolundu ve 30 ağustosta da Betgrad teslim alındı. B elgrad ’ın fethine bir çok tarihler düşürül­ müştür ( krş. Lûtfi Paşa, Tevârih-i A l-i Os­ man, s. 303). Sultan Süleyman iki gün son­ ra (27 ramazan ) kaleye giderek câmie tahvil edilen aşağı kilisede cuma namazını kıldı ( taf­ silât için bk. mad. BELGRAD ve krş. Tubero. D e Turcorum origine moribus et rehus gestis Comentaría, Floransa, 1590, Frankfurt, 16 0 3; F. Tauer, H istoire de la campagne da Saltan Süleyman /. contre Belgrade en 1521, Prague, 1924; ayrıca bk. Ferîdûn Bey, Münşaât, Bel­ grad seferi menâzil-nâmesi, 1, 507 v. dd.L Bel­ grad ’m fethini pâdişâh memleketin bütün kadı­ larına oradan bir fetihname ile bildirmiş ( evâhir-i ramazan 9 2 7 = 15 2 * eylül başları), sefer ve muhâsara hâdiseleri ve kalenin fethi bu nâ­ mede edebî bir ifâde ile ve bir çok âyet ve hadîsler ile süslenerek anlatılmış, bilhassa ve­ zirler ile vezîr-i âzamin büyük meziyetleri be­ lirtilm iştir. A yrıca Dulkadır hâkimi Şehsuvar -zâde A li Bey ’e, vezîr Ferhad Paşk ’ ya Belgrad ietihnâmeleri gönderen Sultan, kendilerinden de buna karşılık tebriknâmeler almıştır krş. Ferîdûn Bey, Mûnşâat, 1, 515 v. d . ). Diğer taraf dan, pâdişâh Venedik dojuna da Halil Ça­ vuş adındaki bir elçi ile bu fetihnamelerden birini göndermiştir ki, bu elçinin 28 teşrin 1, ’ de senato tarafından merâsimle kabûl edil­ diğine dâir bilgimiz vardır ( Marıni Sanuto ’dan naklen Hammer, ayn. esr., V , 18 ). Kanunî Sultan Süleyman teşrin i. sonların­ da ordu ile İstanbul ’a döndü, yolda iken küçük oğlu şehzade M urad’m Ölümünü haber almış ( Rûznâme, s. 514, 21 "şevval 927) av­ detinden sonra da 9 yaşındaki şehzade ,Mahmud adındaki oğlunun ve bir kızının vefatı vukû bulmuştur , Bostan, Süleyman-nâme, Ayasofya kütüp., nr. 3317, var. 32, 34 ; Hammer, ayn, esr., V. 19). R a g u s a , R u s ve V e n e d i k e l ç i l e ­ ri i t e y a p ı l a n a n l a ş m a l a r ( 1 52 1 ) . Bu sırada pâdişâh, kısa aralıklarla toplanan di» vân-ı hümâyûnlarda hükümdarlarından getirdik­ leri tebriknâmeleri takdime gelen Ragusa, Vene­ dik ve rus elçilerini kabûl etti. Ragnsahlar

SÜLEYM AN I.

Osmanlı memleketlerinden ihtiyaçtan için za­ hire satın atmak müsaadesini sultandan al­ makta idiler. Kırım hanının mütemadi akımla­ rının tehdidleri altında bulunan rus çarı Vasi­ li ’nin. cütûs tebriki için gönderdiği elçiler, bu akımlardan şikâyetle bahsetmişler ( elçi T re­ tiak, Moskova ’dan 20 haziran 15 2 1 ’de hareket etmişti ), genç padişah da Mehmed G iray Han ’a rusları rahatsız etmemesini tenbih eylemişti. K ı­ rım han-zâdelerinden birinin, Menkûb beyinin götürdüğü bu nâmede sultan, dostâne histerini ve iyi komşuluk arzusunu bildiriyordu ki, rus çarı bu fırsatı kaybetmemek için derhal jean Morozof adında yeni bir elçi göndererek Osmanlı pâdişâhı ile bir anlaşma akdini istedi, fakat daha fazla bir şey elde edemedi (tafsilât için bk, M. Karamsin, Hîstotrc de l ’Em pire de fiuasie, frans. tre. S t. Thomas ve Jauffret, Paris, 1820, VII. 129 v,d,. 142 v.dd.}. Bu sırada Ve­ nedik ile yapılan anlaşma ve eskiden verilmiş imtiyazların yenilenmesi daha mühimdir. V e­ nedik balyosu Marco Memmo 30 maddelik bir ahid-nâme akdine muvaffak oldu ( 1 muharrem 9 2 8 = 1 kâttÛn 1. 15 2 1 :. Bu ahid-nâmede ticâ­ retin serbestisi ve güvenliği belirtiliyor, her üç senede bir değiştirilmek üzere İstanbul ’da balyos bulundurulması kararlaştırılıyordu, K a­ çak köleler Venedik’e iâde olunacak, İslâmî kabûl etmiş bulunanlar için 1,000 akçe bedel verilecekti. A sıl esirlerin hürriyeti iâde olu­ nacak. deniz kazazedelerine ilişil meyecekti. Her kaptan, gemisinden sorumlu olacak, ka­ tiller ve diğer suçlular her iki tarafça karşı­ lıklı olarak geri verilecekti, iki devlet tebeası arasındaki dâvalarda tercümanlar mahkeme­ lerde hazır bulunacak, her hangi bir venedik­ linin borcu için balyos hapsedilmeyecek, Ve­ nedik tüccarları batyosun müsâadesi olmadıkça Osmanlı ülkesinde seyahat edemiyeceklerdi. Venedik tebeasmın verasetine âit dâvaları batyos tarafından görülecek, Venediklilerin Trablusgarp, Tunus ve Cezayir gibi berberi mem­ leketleri ile ticâretlerini mâni olunmayacak, Venedik gemileri yalnız İstanbul ’a girecekleri vakit gözden geçirilecek Gelibolu ’da muâyene olunmıyacaktı; Venedik cumhuriyeti K ıbrıs ve Zanta adalarına karşılık her sene biri 10,000, diğeri 500 dukalık iki vergi ödeyecekti. K a­ nunî Sultan Süleyman ’ın ilk senelerinde ya­ pılan bu ahid-nâme, bu hükümdarın daha son­ raki devirlerinde diğer devletler ile aktedilen anlaşmalara esas olmuş gibidir ( bk. aslının Venedik arşivinde, Capitulalio Sultani Suleim an i. , , per Marco Memmo başlığıyle, sure­ tinin de Viyana arşivinde ve ayrıca Marini Sanuto ’da olduğunu bildiren Hammer, V , 20, * 7 6 ). -

103

R o d o s ’u n z a p t ı ( 15 2 2 ) . Saint Jean d’Hospitaliers veya Saint Jean de Jerusalem denilen şövalye tarîkatinin elinde bulanan Ro­ dos adası, öteden beri Osmanlı devletinin ele geçirmek istediği çok müstahkem ve ehemmiyet­ li bir yerdi. Sultan Süleyman, B elgrad ’m fet­ hini başardıktan sonra Osmanlı siyâsetinin bu ikinci mes ’elesin! de haile teşebbüs etti. Fethi zaTÛrî kılan âmiller belli id i: t ) Rodos şö­ valyelerinin OsmanlIların Akdeniz ticâretini sekteye uğratması, 2 ) hac seferlerini tecâ­ vüzleriyle rahatsız edip aldıkları esirleri (k i bu sırada sayılarının 1.5 0 0 ’ü bulduğu tahmin e d ilir} adalarında angaryada çalış­ tırmaları, 3) başta vezir Mustafa Paşa ile de­ nizci Kur doğ! n Musliheddin Reis ’in sultana telkin ve te’sirleri, 4) şövalyelerin Mısır Memlûkierine ve Canberdi Gazâlî isyanlarına yar­ dım etmiş olmalarının bilinmesi. Esâsen Şarlkent-François papalık*reform hareketleri mü­ câdeleleri ve Macaristan ’m iç vaziyeti, şö­ valyelerin yardım dâvetine karşı banların ha­ reketsiz kalmaları neticesini doğurduğu cihetle adanın alınması için şartlar da gayet müsait bulunmaktaydı. Muhasaraya başlamadan önce Kanunî Sultan Süleyman şövalye tarikatı reisi Villier de l’Isi Adam ’a bir mektup göndererek ona B elgrad ’m fethini bildirdi ve itaati kabûi ettiği takdirde hürriyetlerinin sağlanacağını ve mallarının taarruzdan masun kalacağını te’min etti. Fakat bunun müsbefc bir neticesi olmadı. Serdar ikinci vezîr Mustafa Paşa ku­ mandasında Osmanlı donanması İstanbul ’dan 4 haziran 1522 ’de hareket etti. Pâdişâh da Üsküdar ’da otağını kurdu ( 18 haziran ). Bura­ dan Marmaris körfezine doğru karadan hareket etti. 2 temmuzda Kütahya ’da Anadolu beyler­ beyi Kasım Paşa ve Rumeli beyler-beyi A yas Paşa padişaha katıldılar. Aydın ’a varınca Fer» had Paşa ’nın, evvelce verilen talimata tevfi­ kan, Şehsuvar-zâde A li B ey ’i tc’dip ettiği ha­ beri geldi. Dulkadır hanedanından otan ve şimdiye kadar bir çok hizmetleri görülen Şeh­ suvar-zâde A li Bey hakkında, idaresi altında bulunan Maraş-Elbistan havâlisinde ye diğer yerlerde keyfî hareketler yaptığı, istediklerini kati ile mallarını müsâdere eylediği yolunda bâzı şikâyetler geliyor, Celât-zâde ’ye göre, sefere gelmesi için pâdişâhın yaptığı davete icabet etmiyordu. H attâ istiklâlini ilân etmek istediği hakkında bâzı şüpheler de uyanmıştı ( A lı B e y ’in te’dibi hâdisesinin, Ferhad Peşa ’nın beslediği kini ve garezi yüzünden vukû bulduğu hakkında bk. Mehmed Mazhar Fevzi, H aher-i sahih, İstanbul, 1293, JV , 37 ), Böylece Marmaris körfezine yaklaşıldığı sırada, serdar­ dan, Rodos şövalyelerinin kaleyi rızâlariyle

ıo4

SÜLEYM AN I.

vormiyeceklcri haberi alınlıkça teımnûz niha­ de Rhodes imprimé l'an 1526 ; Jacob Kontanus yetlerinde Saltan Süleyman R odos’ a geçti De Bello Rkodio', René Aubert, Abbé de Verve muhasaraya bizzat nezâret etti. Türlü saf­ tot, Histoire de l’ordre de Malte, 1726 Tercier. halar arzeden ve uzun süren kuşatma esnasın­ Mémoire sur la prise d e l à ville et de l ’île de da 24 eylülde vuku bulan umumî hücumun ba­ Rhodes en 1522, par Soliman I L ; Mémoires şarısızlığa uğramasında sorumluluğu Sultan, de l’Académie des Inscription, XXII ; FerîA yas P a ş a ’da bulduğu gibi, serdarın da, o sı­ dûn Bey, MSnşaât ; t, 529, 540 : Chalcondylas’a rada vefat haberi gelen Hâ ir Bey ’in yerine A, Thom as’m ilâvesi. Paris, 1663. il. 457 Mısır valiliğine göndermek suretiyle, muvaffa- v. dd. ¡H alil Hâlid, Rodos fethinde Sultan SükiyetsisHğıne hükmetmiş oluyordu, Serdarlığa legm an’in tedâbir-i siyâsigesi, Istanbul, 133b; vezîr Ahmed Paşa ’ yı getirdi. Pâdişâh arasıra Hammer, göst. yer,). I b r a h i m P a ş a ’nin v e z â r e t i , »523, . Cem Sultan ve Santur-oğlu bahçelerine, EskiRodosiuk ve Sünbüllük denilen mesîre yerle­ Kanunî Sultan Süleyman 1523 'te sadrâzam. rine gidiyordu. Defterdar Abdüsselâm Bey P ırı Mehmed P a ş a ’yi tekaüd ederek yenne, ile Menteşe ve Karasi sancak beylerini, Okçu o zamana kadarki teamüle aykırı olarak, ha­ Sinan Bey ’i kuvvetleri ile birlikte Eski-Rodos ; rem-i hümâyûnda oda-başt ve iç şahinciler 'un yeniden bînâ edilmesine me’mür etmişti. ağalığında bulunan İbrahim A ğ a ’yı, Vezir-ı Nihayet kaleyi teslim müzâkereleri başladı. âzamlığa getirdi, 13 şâban929 = 27 haziran 1523 Kışın yaklaşması, muhasaranın uzaması ve bk. mad. İBrâhîM PAŞA V Bu tâyin ve tercihe soğukların büyük zâyiâta sebep olması, pâ­ müteessir olan vezîr Ahmed Paşa, Mısır vali­ dişâhı, Üstâd-ı âzamin teslim şartlarını kabûle liğinin kendisine tevcihini isteyince, divân-ı sevketmişti. 21 kânûn I.'de kalenin teslimi ka­ hümâyûnda İbrahim Paşa ile Ahmed Paşa ’nın rarlaştı , teslim şartları için bk. mad. RODOS ). bundan sonra dâima rekabet hâlinde buluna­ 26 kânûn I, ’de Kanunî Sultan Süleyman Üs- cağı ve bunun belki de bir çok anlaşmazlık­ tâd-ı âzami huzuruna kabul etti Müteakiben lara yol açacağı düşüncesüe, pâdişâh tara­ de kalede İspanyol burcunu, Saint Nicolas ka­ fından bu İstek kabûl edildi. H â'ir Bey ’in ve­ lesini, Üstâd-ı âzamin sarayını gezmiş, câmie fatından sonra bir çok hâdiselerin cereyan et­ tahvil edilen Saint Jean kilisesinde cuma na­ tiğini ve bilhassa Şarkiye kâşifi Canım ( Somazını kılmıştı. Üstâd-ı âzam, 1 kânûn 11, iak-zâde ’ de : Hâtem ile Tanca kâşifi Hudâverdi 1523 ’te 5.000 kişilik maiyeti halkı ile Girid ’e ve Garbiye kâşifi İnat ’ın Mısır ’ı Osmanlılar­ hareket etti. Tarihçi A lî. R o d o s’un fethi için dan geri almak üzere gizli tertibat aldıklarını, söylediği bir kıt’ada fetih tarihini 429 olarak oraya giden Mustafa Paşa ’nın da bu vazife­ belirten bir tarih düşürmüştür ( Kunh al ah- den affını istediğini göz önüne atan ve Mısır bar, basılmamış kısımlar, var. 220 ). Padişah, ’ın fethinde babasıyle birlikte bulunduğu ci­ Rodos ’un idaresi ve müdâfaası hakkında ge­ hetle „sâhib vukufdur" diye düşünen Kanunî rekli tedoîr ve kararları aldıktan, bütün kadı­ Sultan Süleyman, Ahmed Paşa ’yı Mısır ’a gön­ lara, Kırım hanına, Mekke şerifine fetihna­ derdi. Ancak 18 şevval 929 1 30 ağustos 1523 < meler, komşu ve siyâsî münâsebâtta bulunulan ’da Mısır ’da Bulak ’a vâsıl olan ve Mısır âyânı devletlere zafernâmeler gönderdikten sonra 2 tarafından karşılanan Ahmed Paşa bir müddet kânûn II. 15 2 3 ’te Rodos'u terk ile M arm aris’e sonra orada istiklâlini ilân ile hutbeyi nâmına hareket etmiş ve şubat iptidâlarında da İs­ okuttu, para bastırdı. Mısır sultanlığını elde etmeğe çalıştı. Bu yotda Memlûkieri de, bir tanbul ’a vâsıl olmuştu. Rodos fethi münâsebetiyle gönderilen zafer- çoklarına büyük menfâatler te’min etmek su­ nâmelere Venedik mukabelede bulunduğu gibi, retiyle kazandı. Kaledeki yeniçerileri bunlar Şah İsmail de, cülustan beri ilk defa olarak, vâsıtasıyle' mağlûp ederek memleketin hâkimi tâziyet ve tebrik vecîbesini yerine getirmiş, oldu (kânun II. 1524 >. Ahmed Paşa ’nın hiyâRodos fethinden dolayı da memnunluğunu bil­ neti ve isyanı İstanbul ’da duyulunca, bâzı ted­ diren bir mektup ile bir elçi göndermişti ( R o­ birlere başvuruldu ise de. bu hareketi bastır­ dos seferi esnasında fethedilen diğer adalar mağa, Ahmed Paşa ’ma yanında M ısır’a gön­ v.b. hakkında ve tafsilât, için bk. Tabîb Rama­ derilen ve padişaha sâdık kalan Kadı-zâde zan, Rodos fetzk-nâmesi, Revan köşkü, nr. 1279 ; Mehmed Bey mu-'affak oldu ve etrafına top­ Celâl-zâde Sâiih, Rodos fetih-nâm esi, Nuruos- ladığı adamlarıa onu İskenderiye taraflarına maniye, nr. 3 17 0 ; Boslan, Sülegman-nûme, A ya- kaçırarak bir çarpışmada öldürttü ve başını sofya kütüp.. nr. 33 1 7 ; Â lî, Fetih-nâme-i R o ­ pâdişâha gönderdi . 93° 1524 Â lî, Kunh aldos, Setim A ğa kütüp., nr. 757 j Peçevî, ahbâr, var. 221 ; tafsilât ıçm ok. Süheylî. Tâ­ Tarih, I ; Bourbon, La G rande et merveilleuse rih M işr al-cadid, Müteferrika tabı, var. 53 et très cruelle oppugnation de la noble cité v.dd.). Mâmafih bundan sonra da Mısır ’da ka*

SÜLEYM AN I.

nşiK «lar ve ihtilâflar devam etti. Öyle kİ, 1524 senesinin ilk bahar aylarında İbrahim °aşa nın âhenk ve âsâyişi iâde maksadı ile, M ısır’a gönderilmesi gerekli görüldü [ bk. mad. BRÂHİM PAŞA —Pargah — ]. İbrahim Paşa İs­ tanbul’dan yola çıktığı gün ( t zilhicce 9 30 = 30 eylül 1524 1 Osmanlı tarihinde ilk ve son defa olmak üzere pâdişâh tarafından büyük bir teveccüh ve güven nişanesi olarak. Adalar ’a kadar ugurlanmıştı ı A lî, Kunh al-akbar, var. 223 ). Vezîr-i âzamin Mısır ’da bulunduğu sı­ rada Sultan Süleyman ’1 meşgul eden iki iç hâdise oldu. Bunlardan birincisi Ferhad Paşa ’nın ¡dâimdir. Bir müddet önce Şehsuvar-zâde Ali Bey ’i te’dip eden, fakat sonra Anadolu ’da ve bilhassa Rum eyâletinde bir çok haksızlıklar ve zulümler yapan Ferhad Paşa hakkında pa­ dişaha şikâyetler geliyordu. Evvelâ, cezâ ola­ rak vezirliği kaldırıldı ve Semendire sancak beyliğine gönderildi. Bu suretle onun, hudut boylarında do'gun bir tahsisatla bulunmasîyle haksızlıklardan ve yolsuzluklardan uzak tutu­ lacağı. yola geleceği umulmuştu. Bu yeni vazi­ fesinden de şikâyetler gelip, izinsiz olarak İs­ tanbul ’a döndüğü duyulunca, av yapmak üze­ re Edirne ’ ye giden pâdişâh tarafından oraya celp ve 4 muharrem 9 3ı ’de ( 1 teşrin II. 1524 1 idâm edildi. İkinci hâdise, Sultan Süleyman ’ın Edirne’den avdeti sıralarında (receb 9 31—mart J 525 } yeniçerilerin oldukça büyük bir isyâm nın vukuudur. Öyie anlaşılıyor ki, vezîr-i âza­ min aleyhdarlannm bu hususta tahrikleri vardı ve „vezîr-i âzamstz divan olmaz, olduğu tak­ dirde asker zapt olunmaz" gerekçesi ile sadâ­ ret mührünün başka bir kimseye verilmesini istiyorlardı. Padişahın İstanbul ’a avdetinden bir kaç gün sonra bir kısım yeniçeriler bâzı evleri ve ?bu arada İbrahim Paşa sarayım ba­ sarak yağma ve tâlâna teşebbüs ettiler. S u l­ tan Süleyman bizzat hâdiseyi incelemeye lü­ zum görmüş, Kâğıthane kasrından sarayına gelerek, yapılan tahkikat neticesinde sorum­ lulukları görülen fesatçıların ve ele-başıların ezcümle yeniçeri ağası Mustafa ile reis-ül-küttab Haydar Efendi ’nin şiddetle cezalandırıl­ malarına emir vermişti. Aynı zamanda Mısır ’da bulunan İbrahim Paşa ’ya gönderdiği bir emirle de Mısır vâiiliğine münâsip birisini bı­ rakarak sür’atle İstanbul ’a dönmesini bildir­ mişti, 22 şabanda ( >5 haziran 1523 ) Kahire ’den ayrılan vezîr-i âzam da karadan ve yollarda bir takım idâri ve adiî ic â a tt e bulunarak eylül ortalarında İstanbul ’a dönmüş ve yine büyük bir merasim ile karşılanmıştı 1 tafsilât için bk, A lî, Kunh al-ahbâr, var. 224 v.dd.; Bostan, Süleyman-nâme, Ayas'ofya kütüp., nr. 3317, var. 73; Hammer, V, 46 v. dd.). Bir müddet önce

105

vefatı haber atman Şah İsm ail’in ( 1524 ) ye­ rine oğlu Tahmâsp geçmiş, fakat bu ölüm ve cülûs husûsî bir elçilikle Sultana bildirilme­ mişti. Bu sebeple pâdişâh da yeni İran şahını tebrike lüzum görmedi. Bilâkis, ona, Yavuz Sultan Selim zamanından beri sünnî ve şı’î mezheplerinin gerçek mümessilleri olan İki hü­ kümdar ve milletleri arasında süre gelen kin, nefret ve istihfafı aksettiren bir mektup gön­ derdi ki, hakaretle dolu olan ve Celât-zâde Mustafa Çelebî ’ye yazdırılan bu mektup bir tehdid-nâme mâhiyetinde idi ve Şah Tahmâsp ’ı, arz-ı ubûdiyette kusur ettiği, gurur ve dâire-i dalâlette bulunduğu cihetle muahaze ediyor, yakında diyar-ı şarka tevecciih-i hümâyûn vâkî olacağını bildiriyor, „Er isen vaktine hazır olasın" diyordu ( krş. Ferîdûn Bey, ayn. esr., 1, 341 v.dd.). Aynı meâlde bir nâme Gîiân şa­ hına yazıldığı gibi, Dİyarbekİr beyler-beyine de durum bildirildi ( Ferîdûn Bey, ayn. esr., s. 540 v.d., 543 v.d,). Şah Tahmâsp bu mek­ tuba cevap vermedi, fakat bir ittifak akdet­ mek üzere macar kiralına ve imparatora bîr elçi gönderdi (. krş. Marini S anuto ’ya atfen Hammer, ayn, esr., s. 49 ; ayrıca bk. K. Bayani, Les relations de Viran avec VEarope occidentale à Vépoque S a f avide, Paris, 1 9 3 7 ; V. Minorsky, L a Perse au X V e siècle entre la Turquie et Venise, Paris, 19 3 3 ) . M o h a c s e f e r i ( 132Ğ }. İbrahim Paşa ’nın dönüşünden sonra pâdişâh sefer hazırlıklarına girişilmesini emretmiş, ancak seferin hangi is­ tikamete yöneltileceği açıklanmamıştı. Venedik ile münâsebetler baştan beri dostça idi. Fakat Belgrad ’ın fethinden sonra da garp hudutla­ rında hâdiseler eksik olmamıştı, Evvelâ Eflâk ’ta Boyarlar ve iktidarı ele geçirmek isteyen Voyvodalar ve tarafdarları arasında plan şid­ detli mücâdelelere ve iç karışıklıklara Niğbolu sancak beyinin müdahalesi icâp etmiş, hak­ sızlığa uğrayan tarafın dâvetİ, pâdişâhın ve divan-ı hümâyûnun da tasvibi ile E flâ k ’a gi­ den sancak beyi Mehmed Bey orada bir müd­ det hem nizam ve âsâyişi sağlamış, hem de devletin Lehistan ve Erdel hudutlarında gü­ venliğini te’min edecek tedbirleri atmıştı. Pa­ dişaha ilticâ eden Radu, Boyarlar arasındaki nufûzu hesaplanarak, senelik 14.000 duka cizye vermek şartiyie 15 2 4 ’ten itibaren voyvodalığa getirildi 1 tafsilât için bk. lorga, Histoire des Roumains, Bucarest, 193?. IV, 364 v .d d .; Ham­ mer. ayn. esr.. V , 50 v. dd. ; ayrıca bk. mad, EFLAK 1. Diğer yandan, Tuna boylarında hudut hâdiseleri, küçük ölçüde savaşlar eksik olmu­ yordu. Hudut sancak beylerinden Yahya Paşa -zâde Bâli Bey ’in, pâdişaha, bu tarafa sefer yaptığı takdirde Drava ile Sava nehirleri ara­

SÜ LEYM AN I.

sındaki Macaristan arazisinin fethini vaad ve tâahhüt ettiği biliniyor ve bu haber, macar hudut kumandam Tomori ’nin casusları vâsıtası ile Macaristan ’a da ulaşıyordu. Hâlbuki durumun gergin olduğu bu sıralarda { 1525 ) maear or­ dusundan ücretlerini alamayan bir çok askerin Bâlİ Bey ün tarafına iltica ettiği de bir vâkıa idi. Kanunî Sultan Süleyman ’m Macaristan ’a karşı açtığı seferin, Mohac muharebesinin bir çok sebepleri, ezcümle Papalık ve Macaristan münâsebetleri, imparatorluk meclisinde cere­ yan eden siyasî müzâkereler, bunların yarat­ tığı sebep ve âmiller, Lehistan münâsebet­ leri (A ç ta Tomiciana, Epistolae, legationes response, actiones, res gestae Sigism andi 1. regis poloniae J 507 —J 548, Posen, 1852— 1906, I—X1E ) gibi bir çok cepheleri olmakla bera­ ber { tafsilât için bk. A , Moh&csi Em lékkong Budapest, 1925 ) Fransa siyâsetinin Osmanh pâdişâhı nezdinde kazandığı nufûz ve yaptığı telkînin büyük ehemmiyeti de tarihî bir ger­ çektir. Şöyle ki : Fransa kıralı François 1., im­ parator Şarlkent ’e Pavia ’da mağlûp ve esir düştükten ( 23 şubat 1525 ) sonra annesi ve saltanat nâibesi Angoulème düşesi Louise de Savoie Kanunî Sultan Süleyman hezdine gön­ derdiği elçi vâsıtası ile, padişaha, mukaddes Roma-Cermen imparatorunun gittikçe büyüyen kudret ve nufûzunu kırmak ve yarattığı teh­ likeyi bertaraf etmek üzere Fransa ile ittifak teklif etmekte idi. Bu ilk elçi ve haber İstan­ b u l’a ulaşamadı ise de, aynı senenin sonlarında (kânun 1. 1525 ) bir başka elçi Jean Frangipani İstanbul ’a gelmeğe muvaffak oldu ve biri Fran­ çois ’ntn, diğeri annesinin olmak üzere iki mek­ tubu padişaha getirdi. Testa ( Recueil des Traités de la Porte Ottomane, Paris, 1864, I, 3 ) ’ya göre, Kanunî Sultan Süleyman, evvelce gönderilen fransız elçisinin Bosna ’da kaybol­ ması ile ilgili olarak Bosna sancak beyini İs­ tanbul ’a getirtm iş ve Frangipani ’ye de Ma­ caristan ’a bir sefer yapmak suretiyle Fransa kiralına müessir bir yardımda bulunacağını kuvvetle vaad etmiştir. Elçi avdetinde Madrid muâbedesi İle esaretten kurtulmuş olan Fran­ çois ’ya Sultan Süleyman ’ın vaadini bildirmiş, o da pâdişaha minnet ve şükranını ifâde eden bir teşekkür mektubu göndermişti (tafsilât için bk. Baron de Testa, agn. esr., s. 6 ; mek­ tubun latince aslı için bk. Champoltion-Figeac, Captivité de François /*»■, Paris, 1847 ; Cbarrière, Négotiations de la France dans le Le­ vant, Paris, 1848 , 1 ). Fransa elçisinin İstan­ bul’da bulunduğundan 2 şubat 1526 tarihli ra­ porunda bahseden Venedik balyosu Piero Bragadino, pâdişâhın elçiye altın işlemeli bir hil’atia 10.000 akçe verdiğini bildirmektedir ( Ma-

rini Sanu to’dan naklen Hammer, V , 50 1. G er­ çekten Frangipani, Kanunî Sultan Süleym an’a Ş arlken t’e karşı karadan ve denizden yapıla­ cak bir taarruz neticesinde François’nın kurtarılabileceğini söylemiş, aksi takdirde iki garplı hükümdarın sulh yapacağını ve impara­ torun A vru p a’nın yegâne hâkimi kesileceğini ilâve etmişti. Pâdişâh, Öyle görünüyor ki. Ve­ nedik elçisinin de fikrini aldıktan sonra bir mektup ile ( 1 rebiülâhır 9 3 2 = 1 şubat 1526 tarihli bu mektup Charriere, agn. esr. ’dedir ) fransız kıralım , harpte hükümdarların başları-, na her türlü şeyin gelebileceğini ifâde etmek suretiyle teselli etmiş ve elçiye de Şarlkent ’e karşı biri İtalya sâbitlerine. diğeri Macaristan ’a olmak üzere iki cepheden hareket edeceğini bildirmişti. Kemal Paşa-zâde de Mohâc-nâme ’sinde bu konuda biigİ verdiği ve seferin se­ beplerini zikrettiği yerde ( Pavet de Conrteilie, Histoire de la Campagne de Mohacz, P a­ ris, 1859, s. 24 v. dd. ) İspanya hükümdarının esaretinden kurtarılması hususunda pâdişaha teveccüh eden Fransa kiralına verilen va’ din ’ mühim bir rolü olduğunu bildirir ve Fransa kiralının pâdişaha sunduğu arîzanın mealini verir. Pâdişâh, Françoı's ’nın, bir taraftan Os­ manlı devletini kendi dâvası lehine kazanma­ ya çalışırken, diğer yandan A vru pa’daki itibârı­ nı kaybetmemeğe çalıştığından, yâni OsmanlI­ lar ile anlaşmak istediğini gizlediğinden haber­ siz olarak, ona kuvvetle yardım va’dini yapı­ yordu. Nitekim sadrâzam İbrahim Paşa bir kaç sene sonra, bu meselenin gerçek mâhiyetini, İstanbul’da Ferdinand’ın elçilerine açıklamış. Fransa kiralının mahviyetkâr bir şekildeki müracaatı üzerine pâdişâhın Venedik ’İe bir it­ tifak yaptığını, Venedik donanmasının ispanyollara karşı harekete geçtiği sırada (Ssmanlı ordusunun da Friuli k ıt ’asından geçerek Mi­ lano ’ya karşı teşebbüse girişmeği tasarladığı­ nı, bu tasavvurun gerçekleştirilmesi İçin macar kiralına bir elçi göndererek serbest geçiş hakkı istediğini, fakat kıral Lajo sll. ’un bu teklifi redd­ ettiğini, bunun üzerine sefer istikametinin tâyininde bir müddet tereddüt gösterildiğini, bilâhare François ’nın esâretten kurtularak pâ­ dişâhın lûtfuna teşekkür etmesi, hastalığı ol­ masa bizzat gelip pâdişâhın ayaklarını öpece­ ğini bildirmek suretiyle minnettarlığını~ve şük­ ranını ifâde eylemesinden sonra Macaristan ’a karşı ordu sevkettiğini söylemişti ( Jurisich ve Lamberg adındaki A vusturya elçilerinin 1530 ’da hükümetlerine gönderdikleri raporlar için bk. Gevay A ntal. Urkunden und Actenstäcke zur Geschichte der Verhältnisse zwischen Ös­ terreich, Ungarn und der P fo rte in X V I, u, X V II, Jahrhunderten, Wien, 1838—1842, 1 c.

SÜLEYM AN l.

I — III; ayn. ml!,, Urkunden and Actenstûcke Sar Geschickte von Ungarn im letzten Drittel des Jahres 7526, Wien. 1845; Hammer, V., tür. y e r , Gerek fransız siyâsetinin bu sûrette telkîn ve te’siri. gerek Belgrad ’m fethinden sonra da devam eden hudût hâdiseleri ve kar­ şılıklı akınlar (tafsilât için bk. Engel, Istvânfy ve diğer kaynaklara atfen Hammer, V , 53 v.d.) Mohao seferinin siyâsî ve askerî sebepleri ve mukaddimesi sayılabilir. Sefer kararı daha kış aylarında verilmiş, pâdişâh. 932 senesi sa­ fer ve rebiülevvel aylarında (kânun I. 1525, kânun 1!. 1526 ) Rumeli ümerâsına ısdâr ettiği fermanlarda, kuvvetleri ile birlikte ilk bahar­ da Sofya sahrâsmda toplanmalarını ve mü­ teakip emre intizar eylemelerini, her tarafa ulaklar gönderilerek sefere hazırlanmalarını bildirmişti. Anadolu beyler-beyi Behram P a­ şa ile, Bosna sancak beyine, Kırım hanı Saadet G ir a y ’a ve diğer ilgililere de gereken tebligat­ ta bulunulmuştu. Padişah, seferin serdarlığım, M ısır’dan avdetinden sonra teveccüh ve itima­ dına daha çok mazhar olan vezîr-i âzam İbra­ him P a ş a ’ ya tevcih etti. Anadolu muhafazası­ na ilgili ümerâyı me’mûr ettiği gibi İstanbul muhâfazasına da bir müddet Mısır beyler­ beyliğinde bulunmuş olan Kasım Paşa (G üzel­ ce ) ile Müftî Kemal Paşa-zâde ’yi bıraktı ve 1 1 receb 032 i 21 nisan 1526 ) ’de 100.000 kişi­ lik o t du su ve 300 top ile İstanbul ’dan hareket etti ( Bostan, ayn. esr., var, 76 v. d d .; A lî, ayn. esr,t var, 2 2 7 ). Ordu büyük bir nizam ve disiplin içinde yürüyüşe geçti. Pâdişâh ekili tarlalara girerek hayvan otlatmayı, reâyânın hayvanlarını ellerinden almalarını şiddetle ya­ saklamış ve bu gibi hareketlere cü ret edenle­ rin idamla cezalandırılmalarını emretmişti. Yol boyunca vuku bulan tek-tük hâdise ve suçluların cezalandırılması işin ciddiyetini gös­ teriyordu i kşr, Ferîdûa Bey, ayn . esr,, Ruznâme, s. 554 v. dd. 28 recepte ve 19 şâbanda geçen vak’alar ), Yine yol boyunca yer-yer pâ­ dişâhın ordusuna, evvelce vazifelendirilen kuv­ vetler iltihak ediyor, beyler-beyi ve sancak beyleri el öpüyorlardı. Kanunî Sultan Süley­ man bayram merâsimini Belgrad ’da yaptı ve müteakiben ordu ile birlikte Sirmiye ovasına geçti; Salankamen, Petervaradin ve diğer ka­ lelerin zaptında bulundu (tafsilât için bk. Peçevî, Tarih, s. 86 v. dd.). Peiervaradin ’in fet­ hini müteakip kalenin civarındaki ovada otağ-ı hümâyûn ve türlü sâyebaniar kurulmuş, divan-t hümâyûn toplanarak, vezîr-i âzam ve diğer vezirlerle Rumeli serdarları, beyler-beyi ve sancak beyleri, tebriklerini sunarak pâd’şahın elini öpmüşlerdi ; pâdişâh , bu münâsebetle 400,000 akçeden fazla dirliği olanlara otuzar bin

akçe ile birer kaftan;. dirliği bu miktardan az olanlara yirmişer bin akçe nakid ve birer kaftan ihsan etmişti. Bundan sonra ordu Illok kalesine gelince, Kanunî Sultan Süleyman bu kale etrafındaki köylerin yakılmaması, yağma ve tahrip edilmemesini emretti. Zîrâ, kale müdafîleri teslim olacakları yolunda bir- haber göndermişlerdi. Osek ( Osseg, Esseg, Eszek ) kalesine gelince { 30 şevval 932 ) „Pâdişâh azmi Budin ’dir deyu orduda nidâ olundu“ Feri­ dun Bey, Münşaât, 1, 560, Râz-nâme ), Pâdişâh Drava nebri üzerine kurulan köprü inşâatında da bulunduktan ve buradan geçildikten sonra, ordu Mohac sahrasına doğru ilerlemeye baş­ ladı, O sek’in işgali ve D ra v a ’ya köprü kuru­ larak Budin’e doğru yürünmesi, Mohac muhârebesinin doğru dan-doğru ya başlangıcı sayıla­ bilirdi. Macarlar için pâdişâhı ve Osmanlı or­ dusunu durdurmak, Tuna nehrini geçmeğe te­ şebbüs etmemeleri karşısında, ancak Drava ’dan sonraki tabiî müdâfaa hattı olan ve onun 40 km. kadar şimalinde bulunan Karasu ( Krasica —Krasso ' ’da mümkündü. İki nehir arasında­ ki bataktık ve çamurlu arazi harp harekâtına o mevsimde müsait değildi. Macar kıralı 20 tem­ muzda Budin’den ayrılmış ve 6 ağustosta an­ cak T o lo a ’ ya vâsıl olmuştu. Yanında 4.000 ki­ şilik bir suvârt kuvveti vardı. Burada baş­ kumandanı sayılabilecek olan Nodor Bâthory Istvân onu bekliyordu. Yapılan müzâkere so­ nunda N âd o r’un O sseg’e doğru gönderilmesi kararlaşmış ise de, kırat Lajos II. beraber bu­ lunmadıkça hiç kimsenin Bâthory ile ileri git­ mek istemediği anlaşılmıştı. Macar ordusu hep birlikte zarûrî olarak cenûba doğru, Osmanlı ordusunu karşılamak üzere hareket etti. fşte bu esnada macar kumşndanı T om ory’nin Mo­ hac ovasında karargâh kurduğu ve burada pâ­ dişâhın ordusunu karşılamak kararı verdiği görüldü. Bu arada macar kıralı, Erde! voyvo­ dası Zâpolyai Jânos ’a evvelâ E flak voyvodası ile birlikte Osmanlı ordusnna arkadan hücum etmesi haberini göndermiş, sonra da en kısa zamanda kendisine mülâki olmasını emretmişti. Osmanlı ordusu şimale doğru ilerlerken, harp yürüyüşü yapıyor, fakat aynı zamanda mum donanması ile de bir şenlik havası yaratıyordu. Kanunî Sultan Süleyman, mükemmel casus teşkilâtı vâsıtası ile ktral Laios un her taraf­ tan yardım istediğini ve beklediğini biliyordu. Bu sebepten bu savaşın ünlü kumandanları olan Bâlî Bey ile Husrev Bey 'e. Hırvatistan ’dan gelecek ve son dakikada macar ordusuna büyük hizmette bulunabilecek bir yardıma, ku­ mandaları altındaki kuvvetler ve akıncılarla mâni olmalarını emretmişti. Onlar da münâsip yerlerde bekliyorlardı. 29 ağustosta Türk or-

SÜLEYM AN I.

duşu Mohac ovasının hâkim yüksek noktasına geldi. Pâdişâh „şimdi bî vakt oldu ve hem davar ve adam yorgundur, iuşaallah alesseher cenge mübaşeret oluna" emrini verdi ( Rûz-nâm e-i'-SSlegm am , göst, yer.}. Diğer yandan or­ dunun bütün ümerâsını bir harp meclisine dâvetle Husrev Bey kumandasında dümdarı teş­ kil eden ihtiyar akıncıların da bu müzâkerede hazır bulunmalarını arzu etti ki, P e çevî’ nin kendi zamanında Sigetvar ’daki türbe şeyhi Ati dededen bizzat dinleyerek naklettiğine göre, serdar Rumeli alaylarını yerli-yerine koyduktan sonra pâdişâhın huzuruna gelmiş ve onun serhad ümerâsının dâvet edilerek müşâvere olunmasını ferman etmesi Üzerine Husrev Bey ’e hitaben şöyle dem işti: „Serhad beyle­ rimiz saadetlu pâdişâhımız sizden müşavere ister, işte Mohac sahrası bu im i; henüz düş­ mandan bir eser yok tedbir nedir ?“ Buna kar­ şı Bosna sancak beyi Husrev Bey ,JBiz serhadde müşavereyi umurdıde ihtiyarlar ile ede­ riz kendü reyimizle bir iş istemezüz ferman olunursa varıp söyleşelim" cevabını verirse de, pâdişâh, müşâvere edecek adamların gelmesini emreder ve bu sırada Adi Toca denilen ba­ hâdır adam, cebesi arkasında, togulgası ba­ şında, kepeneği terkisinde bir kırçıl ihtiyar, görünür ; pâdişâhın fermanını tebliğ eden Husrev Bey ’e şu cevabı verdiği duyulur; ,,Döğüşmekten iyi re’y mi olur. Beni Koca A lay beyi size gönderdi; düşman alayları görünmüş, çarhacımız elleşmeğe başlamış, gelin sancağı­ nız dibinde bulunun" (Peçevî, göst. ger., s. 90 v. dd.). Pâdişâhın otağı, sonradan Hünkâr te­ pesi ve bugün de Sâtorhely ( çadır yeri mâ­ nâsına ) denilen tepede kurulmuştu. Ümerâ sancaklarını açmışlardı. Sultan Süleyman her alayın durduğu yere gidip, her sancağın dibin­ de ellerini kaldırıp duâ etmekte ve gözlerin­ den yaş dökülmekteydi. Bunu gören bütün ordu yerlere kapanıyor, pâdişâhın uğruna can­ larını feda edeceklerine yemin ediyordu ( ta f­ silât için bk. Peçevî, Tarih, s. 91 v.d.; Os­ manlı ordusunun tertibi ve harp nizâmı hak­ kında ayrıca bk, Kemal Paşa-zâde, Mokac-name, s. 9 1 v. d d .; Menâzil-nâme, göst. y e r.; Â lî, agn, esr., var. 228 v. dd.), Macar ordusu iki muhârebe safına ayrılmıştı. İlk saf, merkez, sağ ve sol cenahlara ayrılmıştı. Arkadaki saf birbiri arkasında dört koldan mürekkepti ve aralarında kıral da bulunuyordu. Padişahın sa­ vaşı ertesi gününe bırakmasına karşılık, macar «duşu 29 ağustosta harp nizâmına geçer-geçmez, kendilerine güvenen büyük bir çoğunlu­ ğun arzusu ile derhal taarruza karar verdi. O devirde macar ordusu için en kat’ î harbi ka-nnacıık askerî sınıfın suvâri olduğu ve bütün

harp tâbiyesinin bu sınıfın harp şekline göre tesbit edildiği düşünülürse atlı kuvvetlerin tek stratejisi işe, taarruz olacağına göre bu karar­ ları tabiî idi. Macarların hücuma geçtiği habe­ ri üzerine padişah İbrahim P a ş a ’ yı Rumeli kuvvetleri ile ilk safta bu hücumu karşılam a­ ya me’mûr etti ve bundan sonra türk ve ma­ car suvârileri arasında şiddetli çarpışmalar başladı. Macar zırhlı süvarisinin hücumu çok şiddetli idi. Savaş bir müddet değişik safha­ lar gösterdikten ve bir aralık Rumeli sipahi­ leri geriledikten sonra harbin neticesi üzerine müessir olan Husrev ve Bâlı beylerin bulun­ dukları yerden çıkıp macar ordusunun yan ve gerilerine taarruzları, sonra da türk topçusu­ nun hep birden mermilerini düşman üzerine yağdırmaları kısa zamanda galibiyeti sağladı. Kesin bir imhâ savaşı neticesinde o gün guru­ ba kadar macar! ar dan 20.000 piyâde ve 4.000 suvâri maktul düştü. Kıral Lajoş He belli-başlı kumandanlar da maktuller arasında idi. Osma^lı ordugâhında zafer şenlikleri sabaha ka­ dar sürdü ve ertesi gün Suttan Süleyman ve­ zirleri ve ümerâsı ile birlikte muharebe mey­ danım temâşâ etti. Bu sırada rastladığı Koca A lay beyine „Büyük gazadan sonra tedbir ne­ dir ?" diye sorması ve onun d a: „Hünkârım domuzun yatağında çocuğu olmasın" cevabı üzerine Budin ’e hareket kararını verdi. Bu ara­ da yedi çavuş zafer-nâmeler ile İstanbul. Bursa. Karaman, Şam. Mısır, Diyarbekır ’e, Haleb ve Edirne ’ye gönderildi ( Ruz-nâme Ferîdûn Bey. Munşaât, I, 546 v, dd. ’daki. Fetik-nâme-ı hümâ­ yûn s û re fi). Pâdişâh 3 zilhicce ( 12 eylül } ’de Budin ’e vâsıl oldu. Şehrin anahtarlarınt bir heyet kendisine yolda { Fötdvâr ’da ) takdim etmişlerdi. Burada on gün kaldı, kiralın sa­ rayında ikamet e tt i; bu esuâda idrâk edilen kurban bayramı ile birlikte zafer bayramı şen­ likleri ve eğlenceler tertip ediliyordu; .vezîr-i âzam ile birlikte şehri de temâşâ etti ve Tuna üzerine bir köprü kurdurarak Peşte yakasına da geçti. Her taraftan aman dileyen maoarlar Budin’e akın ediyordu. Bunlardau „raiyet olmağa rağbet" gösterenlerin bir kısmı İstan­ bul ’da Yedikule semtinde, bir kısmı da Selânik ’te iskân edilmişlerdir. Diğer taraftan kiralın hazînesinde ve cebehânesindeki bâzı eşya da ge­ milere yüklendi. Bunlar arasında Herküt, Diyana ve Apoilon ’un tunç heykelleri de vardı. Getirilen iki büyük şamdan Ayasofya camiinin mihrabının iki tarafına konuldu ( krş. UlleinReviczky, Souvenirs Hongrots en Turyuie, Bu­ dapest, 1943 ). Peşte ’de pâdişâh maear asil­ zadelerinden bazılarını kabût etti ve kendile­ rine Erdel voyvodası Zâpolyai Jânos ’u maear kıralı nasbedeceğini va’detti ( Erdel voyvo-

SÜLEYM AN I.

109

dasımn kirala ihanet ederek Mohac harbi­ pâdişaha, Adana valisi P îr î Bey tarafından ne katılmamasına dair macar tarihçilerinin mütâ- Tuna ’yı geçtiği sırada haber verilmişti. İsyân leası hakkında bk. Peçevî. s. 108 v. dd.). büyüyünce bir taraftan Rum beyler-beyi Hü­ Pâdişâh P e şte ’den 17 zilhicce i 27 e y lü l)’de seyin Paşa, Dulkadır, Maraş ve M alatya san­ hareket etti. Avdetinde Tuna boyunu tâkip cakları kuvvetleri, diğer yandan, Diyarbe­ etti ve yol üzerindeki bâzı kaleler de 1 Sege- kir beyler-beyı Hüsrev Paşa kendi, eyâleti din, Bac. Titel t alındı. Petervaradin hizasında kuvvetleri ile âsi Türkmen kabilelerini tenkil Tuna üzerine kurulan köprüden geçen pâdişâh ettiler. Ele-başılar ve Zünnûn halîfe de bu mutâd yolu i Belgrad-Niş-Sofya-Filibe-Edİrne ) arada maktûl düştü; âsiler dağıldı. Ertesi se­ tâkip ile teşrin II. sonlarında İstanbul’a vâsıl ne ( 1527 ) Adana taraflarında da isyanlar gö­ oldu ; krş. Rûz~nâme ve diğer vekâyi-nâmeler ). rüldü, Bu harekette şi’îlik te’siri hisso'unmakAnadolu isyanları (15 2 6 — 1528). tadır. Adana sancağına bağlı Berendİ nahiye­ Macaristan’ a sefer yapıldığı sırada Anado­ sinde Tonuz Oğlan adında birisi ile Tarsus lu 'da bir isyân hareketi oldu. Süğlün Koca sancağında Ulaşnâhİyesinde Yenice B eyad ın adında birisi ile başlayan ve ertesi senelerde da bir kişi 600 kadar tarafdarları ile isyân devam eden bu karışıklıkların başlıca iki se­ sancağını kaldırmış ve yağma hareketine ko­ bep ve âmile dayandığı anlaşılmaktadır. Bir yulmuşlardı ( Âl î , var. 235; Peçevî, I, 117 kısmı içtim aî-iktisadî, diğer kısmı da dinî v. d.). Gerek bu isyanı, gerek yine bu sırada -mezhebidir. Bu ikinci nevî isyanlarda da şüp­ Adana ’ya bağlı K ara İsâlu cemâatinden olup hesiz İktisadî âmillerin te’siri vardır. Kanunî kendisini Şah Halîfe diye İlân eden ve bütün Sultan Süleyman Mohac seferine çıktığı esna­ Kara İsâlu aşiretini kendi tarafında toplama­ da memleketlerinin muhafazası ve asayişin sağ­ ya muvaffak olan Veli H alîfe adında birinin lanması yolunda Anadolu, Şam ve Mısır ’daki isyânını Adana hâkimi Ramazan-oğlu P îr î Bey vazifelilere gereken emri vermiş, Macaristan bastırmış, ele başıların tamamen cezasını verseferine de sâdece Anadolu eyâleti kuvvetleri 1 diğinı pâdişaha bildirmişti ( mart 1527 1. Aynı iştir âk ettirilm işti, Karaman, Rum, Diyarbekir, sene zarfında Karaman ’da daha büyük mik­ Haleb, Şam ve Mısır eyâletleri kuvvetleri, bey­ yasta bir isyân çıktı. Ş i’îlik yer-yer nufûz et­ lerbeyleri ile birlikte yerlerinde bırakılmışlardı. miş ve göçebe Türkmen aşiretleri arasında. İç­ Bu meyanda Adana hâkimi Ramazan-oğlu P îrî timaî ve İktisadî şartları da müsait bulduğu Bey, Karaman ve Haleb cihetlerinin muhâfa- için, bir çok tarafdar kazanmıştı. Bir kanun zasma me ’mûr olanlardandı. Diğer taraftan, ve nizam devri bütün ciddiyeti ile uygulanmak­ A l-i Osman kanun-nâmeleri gereğince Bozok ta olduğundan sıkı kayıtlar altına girmek, ken­ sancağı ile bâzı sancakların da bu sırada ye­ dileri için ağır saydıkları mükellefiyetlere bağ­ niden tahriri emrolunmuştu. Bu cümleden ola­ lanmak, serazâd yaşayan bu göçebe aşiretleri rak Bozoklu Türkmenini tahrire, başta bu san­ hoşnut.etmiyordu. Bu isyanın ele-başısı da Kacağın mirlivâsı Hersek-zâde Ahmed Paşa-oğlu lender-oğlu yahut Kalender Şah denilen ve soyu Mustâfa Bey olmak üzeTe. Muslihiddin adında Hacı Bektsş V e li’ye bağlanmak İstenen bir bir kadı ve Kâtip Mehmed me’ mûr olmuş­ kimsedir ( Peçevî. ayn, esr,, s. 120 ), Â lî ( ayn. lardı. Bunların yanlış ve sert hareketleri isya­ esr., vaT 235 ) ise. onu „Balım Sultan" ile ilgili na sebep oldu. Süğiün Koca ile oğlu Şah Veli göstererek etrafına „ışık " ve abdalların toplan­ adındaki câhil Türkmenler ve Zünnûn adlı di­ dığından bahsetmektedir. Bunların kuvvetleri­ ğer bir Türkmen babası bu isyânın ele-başıları nin 30.000’i bulduğu öğrenilince, bizzat vezîr-i idi. Hâdiseye tarh edilen veıgıye itiraz eden âzam İbrahim Paşa bu isyanın bastırılmasına Süğlün Koca ’nın müracaatının nazar-ı itibâre pâdişâh tarafından me’mûr ve serdar nasbedilalınmaması sebep olmuştur ( bk. Kunk a/-ah- di. A ldığı türlü tedbirler ile ezcümle, ‘ Dulbâr, var. 234 ;. Bu hâdise üzerine Süğliin Koca- kadırlı Türkmenlerinin boy beylerini kendi ta­ 'nın etrafında toplanan Türkmenler bir baskın rafına kazanarak, Şamtu ve Karacalu Türkmen­ neticesinde bu tahriri yapanları öldürmüş, ci­ lerinin âsilerden ayrılmalarını sağladı, bâzısıvar köyleri de basarak kendilerine zorla uy­ na tımarlar verdi. Dul kadirli Türkmeuleıinin durdukları kimseler ile birlikte S iv a s ’a yürü­ Kalender-oğlu isyanına katılmalarının asıl se­ müşlerdir. Süğlün Koca ve tarafdarlarına karşı bebini iyi bilen yâni, bir çoklarının timar ve ilk barekete geçen Karaman beyîer-beyi Hur- yurtluklarının ellerinden alınıp hâss 1 hümâyûna rem Paşa, Kayseri civarında Kurşunlu-belİnde ilhak olunduğuna vâkıf olan vezîr-i âzam 6u yaptığı çarpışmada mağlup olmuş, kendisi ile suretle yanlış hareketleri kısmen tashih edi­ birlikte ümerâdan bir çoğu maktul düşmüştür. yordu. Boy beyleri, muhtelif Duikadıth kabi­ Asiler, bunun üzerine Tokad taraflarını ele lelerinin Çıçeklu, Akçe Koyunlu, Masadlu, geçirmişler ve isyân da Macaristan ’dan dönen Bozoklu boylarının itaatlerini tekeffül edince,

no

SÜLEYM AN I.

Kalender «syânının tarafdarları azaldı ve son darbe ile gaile bertaraf edildi ( Bostân. ayn. esr., var. 10 1 v. d d .; A lî, göst. yer,; Peçevî, göst. yer.). Bu isyanların sonuncusu, Kalenderoğlu isyanından bir sene kadar sonra, yine Adana bölgesinde vaki olan ve kızılbaşlık ile ilgili bulunan Seydî ve İneir-Yemez denilen kimselerin çıkardığı gailedir. Üzeyr sancağı beyinin kardeşi olan Seydî başına kızıl bir serpuş giyerek yağma ve tâlân hareketlerine girişmiş, Berendi nahiyesini ve A yas kasaba­ sını yaktıktan sonra İncir-Yemez adındaki şa­ ki ile de birleşerek bu havalide karışıklık­ lar yaratmışlardı. Ramazan-oğlu P îr î Bey bu isyanı da bir taraftan pâdişaha haber vermiş, diğer yandan bizzat harekete geçmiş ve isyânın ele başılarını yakalayarak idâm etmişti (m art Ij>z8; bk. aynı kaynaklar ve Hammer, ayn. esr., tür. yer ; Lutfi Paşa. ayn. esr., s. 331 ). M o l l a İ c â b ı z h â d i s e s i (.1527)- İran ’dan gelmiş olan Molla Kâbız adında ulemâ­ dan birinin İstanbul'da 1527 senesi sonlarında sebep olduğu dinî bir hâdise, devrin bu konu­ daki anlayışını ve Kanunî Sultan Süleyman ’ın da zihniyetini göstermesi bakımından çok dik­ kate şâyândır. Vekâyi-nâmelerimizin müttefikan beyân ettiklerine göre. Molla Kâbiz fısk ve fucûr îte me’lut olup meyhânelerde ve mec­ lîslerde fesatçı sözler söylemekte hattâ, ‘İsa ’yı Peygamber 'den üstün tutmakta ve bunu isbat sadedinde bâzı âyetleri ve hadîsleri ken­ disine göre tefsir etmekte idi. Bu hâli sebe­ biyle, divân-ı hümâyûnda vezîr-i âzam tarafın­ dan kazaskerlerin huzurunda iddiasını isbâta dâvet edilmiş, fakat Rumeli kazaskeri Fenârizâde ile Anadolu kazaskeri Kadri Efendi onu ilzama muktedir olamamışlardı. Bu vaziyet kar­ şısında vezîr-i âzam kazaskerlere „Bu ada­ mın hatâsı ne ise, onu kendisine bildirmek ve mevcut olan şüphelerini anlayıp halletmek ve ancak bundan sonra katline hükmetmek iâzımdır“ der. Bu münazarayı divanın yukarı kıs­ mında kendine mahsûs yerden dinleyen pâdi­ şâh, vezirlere bu hâlden hoşnut kalmadığını belirte/ek: „B ir mülhid divanımıza gelür hazret-i Peygamberimizin i’tİlâ-i şanına nakz ve­ ren hezeyana cür’et kılur ve zu’m-ı fasidince delâil ve nusûs dahi nakleder ve mülzem ol­ madan çıkar gider; buna bâis nedir i“ der. İb­ rahim p-aşa ’nın vaziyeti kendisine izah etmesi üzerine ertesi günü bu dâvayı Müfti Kemal Paşa-zâde ile İstanbul kadısı S a ’di Çetebî hu­ zurunda gördürür. İleri sürülen ikna edici de­ liller karşısında Molla Kâbiz ilzâm edilmiş, j dâvasını şer’an ve bukûkan kaybetmesine rağ­ men, bâtıl itikadından dönmediği ve hakkı kabûle yanaşmadığı cihetle kailine hükmedilmiş

ve bu hüküm de derhâl infâz olunmuştur ( CeEâl-zâde ’den naklen A lî, ayn , esr., var. 238 v.d,; Peçevî, ayn. esr., a. 124 v.d.; TabakSt almamâlik, var. 136). Bu suretle vaktiyle Fâtih Sultan Mebmed ’in Hurûfî tarıkati mensupları hakkında gösterdiği hoş gÖrürlüğe nisbetle bu devirde dinî müsamahaya daha az yer ve­ rildiği görülmektedir. Molla ’nın her hâlde dü­ şündüğünü açık söyleyen ve misyoner-tabiatlı bir adam olduğu anlaşılmaktadır (Adnan A dıvar, Osmanlı türklerinde ilim, s. 98 ). M a c a r i s t a n m e s e l e l e r i ve s i y â ­ s e t i ( 1527— 1529). B elgrad ’m fethinden ve Mohac zaferinden sonra, Macarların elinde bu­ lunan diğer mühim hudût kalesi Jajcza ’nın da fethi gerekiyordu. Zâten bu kale _etrafındaki halk, yavaş-yavaş, Bosna sancak beyi Gâzî Husrev B e y ’İn de akıllı ve adaletli siyâseti sayesinde, Osmanhlar tarafına geçmiş ve refah­ larını türk hâkimiyeti altında görmüşlerdi. Gâzî Husrev Bey pâdişâhın kat’î emrine uya­ rak bu kale bölgesini abluka altında tutuyor­ du. Kânun 1. {524 ’ten itibaren >8 ay kale ab­ luka altında kaldı. Nisan 15 2 5 ’ten sonra ise, abluka muhasaraya çevrildi. Jajcza kalesinin ve burasının merkezi olan Banlığın ( Bâns â g ) da mukadderatı M ohac’da belli oldu. Zaferden sonra mukavemetin faydasız ve ba­ şarısız olacağını anlayan müdâfîler G âzî Hus­ rev B e y ’e burayı teslim ettiler ( 1 5 2 7 ) ve bunu müteâkip bu havalideki bir çok kaleler ve bu arada Pozsega ( Pojega 1, Modrus ile Dalmaçya sahillerindeki Urana ( Vrana ) Kanu­ nî Sultan Süleyman ’ın hâkimiyetini tanıdı. Bunlardan Pojega bir sancak merkezi oldu { taf­ silât için bk. Peçevî, göst. y e r ; Hammer, göst. yer.; ayrıca bk. Dr. Thalloczy Lajos, Jajcza. Bânsâg, v a i es Vâros, Târienete, 1450 —1527. Budapest, 19 15 ). Mohac meydan muharebesi ile Macaristan ’a karşı askerî harekât bitmiş, fakat siyâsî harekât başlamıştı. Macar tacına ve kırallığına iki nâmzed, iki rakip vardı. Bun­ lardan biri, pâdişâhın Peşte 'de iken macar büyüklerine hitaben ve onların arzularını tervicen macar kırallığına nasbini vaad ve ilti­ zâm ettiği Erde) ( T ran siivanya) voyvodası Zâpolyai Jânos ’tur. Diğeri de veraset ve an­ laşmalar yolu ile macar kıratlığında bak iddia eden Habsburg hanedanından Viyana arşidükü Ferdinand’dır. İç mücâdelenin başlangıcında Zâpolyai daha kuvvetli görünmekte idi. Bunun için bir takım siyâsî, İçtimaî ve İktisadî sebepler yanında ruhî bir âmil daha mevcut id i. nitekim asırlardan beri macar halkının ruhunda ya­ şayan ve menşe’lerinin ve kültürleıinin şark­ tan gelme olmasına telmihen İskit ruhu veya İskit hareketi denilen bir millî cereyanın Za-

SÜLEYM AN I.

polyai ’nin şahsında en müşahhas mümessilini bulmuş olması gösterilebilirdi. Nihayet,Mohac savaşından bir kaç ay sonra bu zât milli kırat seçilmişti. Fakat bu intihabı, bir çok hukukî şekil noksanlığı ve siyâsî görüşleri veya menfaatleri açısından uygun görmeyenler vardı ys bunlar çok geçmeden karşı bir hare­ ket ile, başka bir maear şehrinde Ferdinand ’ı macar kıralı seçiyorlardı. İş, böyle bir rekabet hâlini alınca, her iki rakip mücâdeleye ve mücâdelelerinde dış yardım aramağa başladı. Zâpolyai bu maksatla evvelâ, Fransa, İngilte­ re, Papalık ve Habsburg aleybdârı alman prens­ lerine baş-vurdu. Fakat bunlardan müsbet bir netice elde edemedi. Üstelik Ferdinand zamanını daha iyi kullanarak ve büyük bir ordunun başında M acaristan’a gelip ( 1 5 2 7 ) rakibini mağlûp edince, Erdel ’e çekildi ve sonra da Lehistan ’a sığınmak zorunda kaldı. Zâpolyai, yabancı bir memlekette bulunmakla beraber meşru kıral olduğu hakkındaki telak­ kisini muhâtaza ediyordu. E rd e l’ de bulunduğu sırada Kanunî Sultan Süleym an’dan yardım istemeğe karar vermişti. Venedik dojundan daha Önce de bu yolda bir tavsiye atmıştı. 1527 baharında R egensburg’da toplanan im­ paratorluk meclisinden Osmanlılara karşı yar­ dım istemiş ve hattâ Tuna-Sava nehirleri bo­ yundaki kaleleri geri atmayı tekti! etmişse de, memleketini ve kıraliığı kaybedince, hâiet-i ruhiyesînde büyük değişiklik olmuş ve İs­ tanbul ’a, pâdişâh nezdtnde yardım reea etmek ve müzâkerelerde bulunmak üzere, bu kararın­ da belli-başlı âmillerden biri otan JerÖme Lasczky adında bir diplomatı göndermişti ( teşrin 11. 1527 j. Bu zat, gelir-gelmez, o sıralarda dış münâsebetlerde vukuflu bir müşavir olarak Kendisinden faydalanılan ve sâdece Venedik fıükûmetinin bir mümessili değil, Macaristan meselelerinde de mütehassıs gibi tanınan Atotsio Grittı ile münâsebet kurmağa ve onun vâsıtası ile de evvelâ vezîr-i âzamin tevec­ cühünü kazanmağa muvaffak ve sonra da oizzat pâdişâhın iltifatına mazhar olmuştu. A n­ cak, Lasczky ’ye itk görüşmelerde gerçek durum ve Osmun&ı devletinin bu meseledeki tutumu açıkça anlatılmıştı tBel, Apparatas ad historiam H ungariae, Posonii, 1753, s. 159 ’d a; Actio Hyeronim i Lasczky apud Turcam nomine re­ g i e . . , , K a to n a ’dan naklen krş. Hammer, V. 77 v. dd.). Elçiye önee iyice çıkışıldıktan sonra, yapılan müzâkerelerde Osmanlı devleti­ nin ve pâdişâhın Zâpolyai 'yi himâyesi altına almaya rızâ gösterdiği anlaşıldı. Kanunî 27 A vustur­ ya ile anlaşma yapıldıktan sonra Kanunî göz­ lerini şarka çevirdi. Koyu sünnî bir hüküm­ dar sıfatı ile, râfizî addolunan şi’î tranlıiara karşı mücâdeleyi vazife saymakta idi. Şah İs­ m ail'in oğlu yeni Safevî hükümdarı Tahmâsp ’» tebrike lüzum görmemiş, sâdece bir tehditnâme göndermişti. Mohac ’dan Önce de o tarafa bir seler açmak niyeti bulunduğunu gösteren deliller vardır. Bu def’a bâzı hâdiseler Kanu­ nî ’nin şarka""sefer kararı vermesine âmil oldu. Bunlardan birinci» Bitlis hanı, Kürt ümerâstndan ve XIII. yüz yıldan beri bu bölgede hü­ kümran olan Şeref hanlar sülâlesinden Şeref Bey ’in Yavuz Suttan Selim zamanında tanıdığı Osmanlı hâkimiyetinden sıyrılarak şaha ilti­ cası idi. İkinci sebep Azerbaycan hâkimi Ula­ ma Hanın, Şah T ahm âsp’dan yüz çevirip K a­ nunî Sultan Süleyman ’a tâbiiyetini arzetmesi hâdisesidir. Bu zat, Köszeg muhasarasından önce huzûra kabul edilerek, 20 yük akçelik tahsisatta Hısn Keyfâ ve Bitlis hâkimliğine tâyin olunmuştur (Bostan, ayn. esr. ; Peçevî, s. 175 ). Üçüncü ve daha mühim bir sebep ise, Safevîlere tâbi Bagdad ’in valisi Zü’l-Fifear Han ’ın padişaha Bagdad ’ın anahtarlarım gön­ dermesi idi. Bu şehir İslâm milletleri ve hü­ kümdarları için büyük bir ehemmiyet taşıyan bir yerdi ve Kanunî Bagdad gibi bir şehirin kendisine teslim edileceği mânâsına gelen böy­ le bir harekete lakayt kalamazdı. İbrahim P a­ şa yine serasker unvanını alarak 27 teşrin I. >533 ’te İstanbul ’dan B itlis ’e müteveccihen ha­ reket etmişti. Pâdişâh da ilk baharda yola çı­ kacaktı ( bk, mad. İBRAHİM P A Ş A ; zikredilen vekayinâmeler ve ayrıca Tayyip Gökbilgin, A rz ve raporlarına göre İbrahim Paşa 'um îra key n seferindeki ilk tedbirleri ve fûtuhâtı, Belleten, 1957, ur- 83 ). İbrahim Paşa şark hu­ dutlarında bâzı kaleler fethettiği sırada, def­ terdar İskender Çelebi ile aralarının açılması ve orduda ikilik zuhûru üzerine dedi-kodular çoğalmış ve herkes „şaha şah gerekmiş" diye söylenmeğe başlamıştı ( Al î , ayn. esr,, var. *S 7; Peçevî, ayn. esr,, s. 178 ). Bununla askerin, pâdişâhın ordunun başında bulunmamasından şikâyet edildiğini anlayan İbrahim Paşa vaziyeti İstanbul ’a bildirmiş, ve sultan da İstanbul ’dan hareket etmiştir { 28 zilkade 940= 10 ha zîran 1534 ). Pâdîşah hareketinden önce Gritti ’yi 3.000 kişilik bir kuvvette Macaristan ’a göndermiş, İstanbul ve Rumeli 'yi itimâd et-

î--,

- r, ■■

;

¡y

tiklerine, Anadolu muhafazasını da Saruhan sancak beyi şehzade M ustafa’ya tevdî etmişti. Pâdişâh, Yenİşehir-Bozöyük-Kütahya yolu ile ve Elmadağ) ’nda 3 günlük avdan sonra Afyonk arah ısar’a, müteakiben Akşehir ’e vâsıl oldu (30 zilh icce= !2 temmûz). Burada iken Van,Vustân ve diğer ka'elerin fethini bildiren ser­ darın arzını aldı, 20 temmuzda Konya ’ya gel­ di, Meviânâ Celâleddin Rûmî ’nyı türbesini zi­ yaret etti. Daha sonra Deve.1« Karahisar-Kayseri-Sıvas yolu ile 10 safer 941 ( 2 1 ağustos) ’de Erzincan’a vardı, burada bâzı elçileri kabûl etti. Bu esnada seraskerin, pâdişâhın Teb­ r iz ’e gitmiyerek D iyarbekir’de kışlamalarını münasip gördüğü yolundaki arzını alınca, Eleş­ kirt ’den sonra T ebriz yolunu terk ederek yeni fethedilen Erciş istikametine yöneldi. Fakat İbrahim Paşa.’mn, asker arasındaki hoşnutsuz­ luğun artması ve her hâlde pâdişâhı görmek istemelerini dikkate alarak, bu defa Tebriz e doğru hareketini reca etmesi, eylül ortaların­ da bîr ulak ile acele gelmesi için yalvarması üzerine o tarafa doğru ilerledi (k rş. ve tafsi­ lât için bk. Menâzil-nâme, Ferîdûn Bey, M ünşaât, s. 584 v.dd.) ve 27 eylülde Tebriz halkı­ nın tezâhürâtı arasında şehre girdi, Rûz-nâme ’nin şâhın yaylağı dediği Avcan konağında ise, vezîr-i âzamin kuvvetleri ile birteşildiv 29 ey­ lülde divanı toplayıp ihsanlarda bulunduktan sonra pâdişâh ordunun kısm-ı küllisi ile bir­ likte Zengân yolu ile S u ltan iye’ye hareket etti. Serasker pîşdâr, kapukulu kuvvetleri ile pâdişâh ortada ve Karaman kuvvetleri de dümdâr idiler. Kızıl- baş beylerinin, otağ-ı hü­ mâyûnu basacakları yolunda alınan bir haber üzerine tedbirli bir şekilde hareket ediliyordu. Sırasİyle Türkmen köyü, Kabiantı gediği deni­ len dar bir geçit, Kızıl-özen menzillerine ko­ nuldu ki, bu sonuncusu Irak-ı Acem İle A zer­ baycan ’tn hududu itibâr edilmekte idi ( tafsilât için bk. Menâzil-nâme, Mânşâat, göst. yer.j Nasûh Matrakî, Beyân-ı menâzil-i sef e r - i Irâkeyn-i Saltan Süleyman Han, ü u iv. kütüp., nr. T Y 2295 var, 35 ; A. Gabriel, Les éta­ pes d ’une compagne dans les deux Irak d ’àpres un manuscrits turc da X V I e siècle ). Bu arada Gîlân hâkimi Malik Muzaffar, otağ-ı hümâyûna gelmiş ve K anun î’ ye tâbiiyetini arzetmişti. 13 t e ş r i n i.’de Sultaniye şehrine vâsıl olan pâdişâh, Şah T ah m âsp ’m ric’at ha­ berini almış, Dulkadırlı hânedanından Mehmed Bey de Safevîlerden kaçarak padişaha dclıâlet etmişti. Pâdişâh, 8 rebiülâhır { 17 teşrin 1. ) 'de, Ebher kasabasında iken kar yağmış', güç­ lükler artmıştı. Hemedan ’a giden dağ yolu, büyük müşkilât arzediyorclu. Bundan sonra da güçlükle iterleyebilen pâdişâh Sa’dâbâd, D î­

SÜLEYM AN I.

ne ver konaklarını geçmiş, diğer yandan ser­ dar da, bu mevsimde yanlış bir yol seçtirdi­ ğini ileri sürdüğü defterdar İskender Çelebi aleyhinde Sultan Süleyman *a telkinlerde bu­ lunmuş ve onu aztettİrmeğe muvaffak olmuş­ tu [ bk, mad. İBRAHİM p a ş a ]. Kasr-ı Şîrîn geçildikten sonra Hânilçîn mevkiinde Bagdad beyler-beyinin adamı Hoca Husayn b. Dânyal, pâdişâh tarafından kabul olundu. 24 teş­ rin II .’de Mercan köyünde serdar padişahtan ayrılarak ve önden giderek Bagdad ’1 teslim almış, bir kaç gün sonra da Sultan Süleyman şehre girerek doğruca İmâm-ı Âzam türbesine giderek ziyâret etmiştir (bk. Rûz-nâme, göst. yer.; Â lî, ayn. esr. ; Lûtfi Paşa, ar/n. esr., s. 350 v. d.; bk. mad. BAGDAD ). Kânûn 1. ’un ilk gün­ lerinde pâdişâh B ag d ad ’da kışlamayı kararlaş­ tırdı. Evvelce askerin halkı incitmemesi için tedbir alındığı gibi, .sonradan da pâdişaha itâat eden bütün Tekelü taifesi serbest olmuş ve içlerinden üçüne sancak verilmişti. Kanu­ nî, ordunun Bagdad kışlağında geçirdiği 4 ayı, bütün bölgeyi tahrir ettirmek, devletin diğer yerlerinde cârî olan timar ve zeamet usûlünü buraya da teşmil ederek, yeni fethedilen bu bölge idaresini âdilâne esaslara bağlamakla geçirdi. Şehrin âbidelerini, Kerbelâ 'yi, ‘A li ve H usayn’in makamlarını ziyâret etti. ‘Abd alIÇâdir G ü ân i ’nin mezarı üzerine yüksek bir türbe ve bir imaret yaptırttığı gibi, İmâm-ı A zam ’m mezarı üzerine de bir kubbe inşâ et­ tirdi ( Celâl-zâde ve A lî ’den naklen bk. Peçevî, s. 184 v.dd.; Bagdad eyâleti tahrirleri hak­ kında, 948 ’de mir mîrân Üveys Paşa ile Mehmed Paşa ve silâhdar, harc-ı hassa emini Ha­ şan b. Hacı Hayreddın marifetleriyle H âliş, Ducay), Zangâbâd, T arik-i Forasân, D ivâni­ yia, Kerkük, Mahrüd, Dakük nâhiyelerinde va­ ridat ve masarif ât muhasebeleri, mahsulât, rü­ sumat-1 evkaf, teslimât ve mübâyeâta dâir def­ ter, Başbakanlık arşivi, mâliyeden müdevver defterlerden nr, 12 7 ; 950 senesine âit mufas­ sal defter, Bagdad, Ramâhiya, Cavâriz, Hilia, ‘Anah, Musul, Erbil, Zangâbâd, Kerkük, Dertenk liva ve nâhiyelerinin mukataaları v. b. hakkındaki defter, aynı seri, nr. 104 V Kanunî Sultan Süleyman Bagdad ’dan V e­ nedik ile V iyan a ’ya birer zafer-nâme gönder­ di. Bîr müddet sonra Grİtti ’nin Erdel ’de kat­ li hâdisesi ile ilgili olarak Viyana 'ya bir ça­ vuş daha gönderildi ( tafsilât için bk. Ham­ mer, Y , 15 7 ). Pâdişâh B ag d ad ’da bulunduğu sırada baş defterdar İskender Çelebi ’nin idâmmâ ferman vermişti. Vezîr-i âzamin telkini ile azledilmiş olmasına rağmen, İskender Ç e­ le b i’nin siyâsî nufûzu henüz mevcuttu ve İb­ rahim Paşa her hâlde bundan çekiniyor ve

hasmının tehlikeli bir rakip olduğunu hesap­ layarak idâmı için fırsat kolluyordu. NibSycl 8 ramazan 941 ( 1 3 mart 1535 j 'de bir divtn günü, henüz diğer vezirler, A y a s ve Kasım pa­ şalar gelip divana dâhil olmadan, İskender Çelebi ’nin idâmı için pâdişâhın fermanını al­ mağa muvaffak oldu ve derhal şehirde Atpazarı ’nda fermanın hükmü infâz e d ild i; def­ terdarın malları ile köleleri havass-ı hümâyû­ na alındı (Hammer, V, 157 ve mad. İBRAHİM PAŞA ). 28 ra m a z a n d a 2 nisan } pâdişâh ordu ile birlikte T ebriz’e doğru hareket etti. A y rıl­ madan önce de Bagdad muhafazasına gerekli kuvvetleri veilkbeyler-beyiai bıraktı. Kışın Şah Tahmâsp ’m Tebriz ’e geldiği öğrenildiği cihet­ le, İstanbul ’a dönmeden önce bir defa daha A zerbaycan’ın baş şehrine gidilmesi uygun görülmüştü. Bu defa şimâle doğru, Süleymaniye, Kerkük istikametinde arızasız bir yol seçildi. Bu yo! üzerinde ehemmiyetli sayılan Hamir dağı aşıldıktan sonra/ Leylan ve Gökyurt konakları da geçildi. Bu sırada Ulama Han ’dan ulaklar gelerek, Şah Tahmâsp ’m Van kalesi üzerinden çekildiği ve şahın kardeşi Sâm Mirzâ ’nin da pâdişâhın yanına gelmek üzere olduğu haberini getirdiler. Tam bu sıra­ da ( 23 zilkade = 26 mayıs 1 535) Fransa kira­ lının K an un î’ ye gönderdiği üçüncü elçi Jean de La Foret geldi ( bk. E. Charriere, Negoiiations de la France dans le Levant, I, 255 ). Fransa kıralı, elçisi vasıtasiyle, Barbaros Hayreddin Paşa ’nin gönderdiği mektubu aldığını bildirerek memnuniyet ve şükranlarını ifâde et­ tikten sonra, L a Foret ’nin teklif edeceği ahıd •nâmenin kabulünü ve imparator hâriç, papa da dahil olmak üzere bütün Avrupa hükümdar­ larının bu ahid-nâmeye kabul olunmalarını reca etmekte idi. Elçi, pâdişahı'Fransa kıralı ile bir­ likte İmparatora karşı harp yapmaya iknâa m e­ murdu. L a Foret, Kanuni ’den böyle bir harp hazırlıklarına sarfedilmek üzere î .000,000 altın­ lık bir yardım isteyecek, Osmanlı donanması­ nın Sicilya ve Sardu nya’ya karşı gönderilme­ sini reca edecek, F ra n sa ’nin şarkta eskiden beri hâiz olduğu ticâret imtiyazlarının deva­ mına çalışacaktı { krş. Charriere, ay: 1. esr., I, 258 v.d .; Baron de Testa, ayn. esr., l^ ig v. dd.). Fransız elçisi iyi kabûi gördü ve pâ­ dişâh ile birlikte tstanbul ’a geldi ve mütea­ kip senenin başlarında istenilen ahid-nâmeyi elde etti. Ordu Merâga *ya gelmeden önce, Saruca-kamış menzilinde Ustaclu Han 'in bir el­ çisi (eşik ağası) gelmiş ve efendisinin huzura kabulünü reca etmiş ise de. bu recası ka­ bul edilmemiştir (20 z ilh ic c e« 22 haziran; krş. Mânşaât, Rûz-nâme, s. 594 '• Pâdişâh ordu ile birlikte Merâga ’dan sonra SaMâ-

nS

Sü leym an l

b â d ’a ve sonra Tebriz ’e vardı (29 zilhic­ ce 9 4 1 = 1 temmuz 1535). Bu sırada, şahın İkinci bir elçisi geldi, daha sonra da, Tahmâsp ’in kardeşi Sam Mirza gelerek padişaha iltıcâ etti. Burada pâdişâhın, divan-ı hümâyûn 'un teşekkül tarzında bir değişiklik yaptığı anla­ şılıyor. Buna göre, sadece Rumeli beyler-beyiai her zaman divana katılacak, Anadolu beyler-beyisi ancak gerekli hâllerde divana İşti­ rak edecek, diğer bütün beyler-beyiler ise, divandan hâriç kalacaklardı ( krş. Râz-nâme, s. $95 ). , __ _ Pâdişâh, T e b riz ’den Iran içine doğru bir müddet ilerledi. Zengân, Sultaniye yolu ile Dergüzîn ’e kadar gitti, buradan 7 saferde ( 7 ağustos) dönerek ayın yirmisinde tekrar Teb­ riz ’e vâsıl oldu. Celâl-zâde ’ye göre, Şah Tah­ mâsp ’ı tâkip etmek üzere ilerlemeye sebep Ulama Han olmuş, avdet ise, şahın yeni bir elçisinin recası üzerine vuku bulmuştu. Kanunî T eb riz’den Venedik dojuna B ag d ad ’in zaptını bildiren fetih-nâme gönderdi ( bk. Hammer, V , 159.). Ordunun başında olarak pâdişâh 27 ağustosta T eb riz’den hareketle batıya doğru Merend-Hoy yolu ile ve burada Şems-i Tebrizt ’nin makamını ziyaretten sonra Ereiş-Adileevaz taraflarına geldi. Ahlat konağında iken Ulama P a ş a ’yl Van üzerine gönderdi. Daha sonra Tatvan-Bitlis yola ile D iyarbekir’e (28 teşrin 1.), 24 teşrin II. ’de Haleb ’e vâsıl oldu. Bir kaç gün kaldığı büyük merkezlerde mu­ kaddes mahalleri, kale ve meşhur camileri zi­ yaret ediyordu. 6 kânûn I , ’da Antakya, 15 kânûn 1. ’da Adana ve ayın 23 ’nde de Konya ’da bulundu. İstanbul ’a muvasalatı tarihi ise, 14 receb 942=8 kânûn II. 1536 günüdür ( bk. Menâzil-nâme, Feridun Bey, Mânşaât, s. 596 V. dd.). F r a n s ı z l a r l a t i c â r e t ve d o s t l u k a n l a ş m a s ı ( 1 5 3 6 ) Kanunî Sultan Süley­ m an’ın Irakeyn seferinden döndükten sonra İs­ tanbul ’da meşgul olduğu ilk mesele, fransız elçisi ile yapılan anlaşma oldu. Bu muahede kapitülasyonlara bir mebde ve menşe’ olduğu kadar fransız nufûzunun şarkta üç asırdan fazla bir zaman hüküm sürmesini te’min etmek itibariyle de büyük bir ehemmiyeti haizdir. Nitekim Francis R eyde, şövalye La F o rê t’nin Türkiye ’de ilk kapitülasyonu te’min ettiğini ve bunun Fransa ’ya, şarkta diğer garplıların mu»affakiyetsiz bir şekilde münakaşa ettikleri bir te’sir ve bir nüfuzu sağlayan siyâsetin ilk vesikası olduğunu bildirmektedir (krş. La protection diplomatique et consulaire dana les échelles du Levant et de Barbarie , Paris, 1899, s. 1 1 8; Baron Testa, Recueil des Traités de la Porte Ottoman , 1, 5). Gerçeklen, bu muahe­

denin fransızlara sağladığı hak ve menfaatler, bundan sonra, sâdece iki taraflı muahedeler şeklindeki anlaşmalar ile yenilenmek ve arttı­ rılmakla kalmamış, berât ve fermanlarla, men­ şe’ şeîıadet-nâmeleri ile de tc’yit edilmiştir (türkçede ahit-nâme denilen bu anlaşmaların milletler-arası ıstılahları He actes, traités, capitulation ve lettres-patënte sözlerinden hangisine tekabül ettiği hakkında Flassan ’ın . ve Testa ’nin mütalâalar! için bk. Testa, göst. yer. ve Flassan, Histoire générale et raisonnée de la diplomatie Française, I. ; Hammer, V , 160 ). Bn muahedenin tarihi de ihtilaflıdır. Eski takvime göre umumiyetle şubat 1535 ’te kabul edilmesine rağmen, hakikatte bu tarihin şu,bat 1536 olması gerekir ( bu hususta Testa ’nin Charrière ’e de istînad ederek Hammer ’e karşı görüşleri için bk. Testa,. 1," 2 t ; Hammer, V, 16 0 ; ayrıca bk. Francis Rey, Mém. sur leş premières relat. diplomatiques enire la France et la Porte, J A , 4827 ). Muahedenin türkçe metninin kaybolması sebebiyle, daima şaban veya receb 941 olarak gösterilen tarih pâdişâ­ hın bu tarihte Bagdad ’ta bulunması sebebiyle yanlıştır. Bu muahedenin türkçe metninin kay­ boluşunu François 1. ’ın bu işleri gizlice yap­ mak istemesi ile de ilgili kabul edenler var­ dır. Msl. Eug. De ia Gournerie , Histoire de François /,, Tours, 1860), Fran çois’nin Kanunî Sultan Süleyman ile muhabere ve anlaşmala­ rının tamamen gizli olduğunu, bunların ne va­ kit başlayıp, ne şekilde cereyan ettiğini kes­ tirmenin güç olduğunu bildirmektedir. Bununla beraber, gerek Testa, gerek Noradounghian, Charrière ve diğer fransız tarihçilerinden nak­ len, bu ahid-nâmeyi neşretmişler ve tarihini de şubat 1535 [ şubat 153& ] ve 25 şaban 941 olarak göstermişlerdir {k rş. Testa, göst. yer.; Nora­ dounghian, Recueil d’actes internationaux de l'Em pire Ottoman, Paris, 1897, 1 ). Bu an­ laşmanın başlıca maddelerini şöyle sıralamak mümkündür ı 1, Her iki devlete âit denizlerde karşılıklı olarak seyr-ü-sefer serbestisi ve bü­ tün hukukî işlerde fransız konsoloslarının ka­ za haklan kabûl edilecek ; 2. Her iki tarai tebeaları, karşılıklı olarak, Fran sa'da ve Tür­ kiye ’de memnû olmayan her türlü mallan al­ mak, satmak, yüklemek, sevk etmek, karadan ve denizden nakletmek serbestliğine malik ola­ caklar, sâdece mutad vergi resimlerini ödeıeceklerdir. B ir türk F ran sa ’da fransız tebeası, bir fransız da T ü rk iye’de bir türk tebeası gibi vergi ödeyecektir; 3. Fransız tebeası hakkında ikame olunacak ceza davaları kadılardan divan-ı hümâyûna nakledilecek ve hüküm, vere­ cek kadılar ile birlikte bir fransız tercüman

SÜLEYM AN 1.

bulunacaktır; 4, Bir Fransız bir Tiirk tebaaya olan borcunu ödemeden kaçarsa, bu Türk tebea diğer bir Fransız, yahut Fransız konsolosu aley­ hinde dâva açamayacak, doğrudan-doğruya Fransız kiralından dâva edecektir i 5. Fransız tebeası mahallî hâkime müracaat mecburiyetin­ de .bulunmaksızın kendi arzuları veçhile vasıyyet hakkına malik olacak, vasiyyet olunan mallar konsolosa teslim olunarak Fransız ka­ nunlarına ve vasiyet şartlarına göre konsolos taralından ilgililere verilecektir; 6. Fransız tacirlerinin veyahut her hangi bir Fransız tebeasmın gemi ve teçhizatı, estihâ ve mühim­ mat! ve gemicileri, kendi arzuları hilâfına de­ nizde ve karada h i; bir hizmete alınamayacak ve bunlara angarya gördürülemeyecekti; 7. Fransız tebaasından biri devamlı olarak 10 sene Osmaniı memleketinde ikamet etmemişse, kendisinden hiç bir suretle haraç, avârız, ihtisap alınamayacaktır. Pâdişâhın memleketinde hudud beklemeye, kışlada bulunmaya, tersanede çalışmaya veya angaryaya zorlanamayacaktır. Pâdişâhın tebeası da Fransa ’da aynı mua­ meleye tâbi olacaktır; 8, Evvelce ele geçirilip de, esir olarak kullanılanların serbest bırakıl­ maları ve bnndan sonra da harpte ele geçiri­ leceklere her iki tarafça esir muamelesi ya­ pılmaması kararlaştırılmıştır ; 9. Fransa kıralı bu anlaşmaya P a p a ’yı, İngiltere kıralım , İsveç kiralını ithâl etmek istemektedir. Bu devlet­ ler, arzu ettikleri takdirde, 8 ay içinde bu an­ laşmaya girmek hakkım haiz olacaklardır ; 10. Pâdişâh ve Fransa kıralı 6 ay zarfında bu mu­ ahedeyi tasdik edecekler ve tatbikini sağlaya­ caklardır. Her yerde bu anlaşma hükümleri ilân ettirilecektir. V e z î r - i â z a m İ b r a h i m P a ş a ’n ı n î d â m ı (537 )• Adanın köyleri tahrip edildiği ve kale­ deki Venediklilerin de müdafaaya hazırlandık­ ları esnada pâdişâh otâğ-ı hümâyûn ile 26 ağustosta A vlonya'dan eenûba hareket ederek Korfu adası karşısındaki Bastía iskelesinde karargâhını kurdurdu (eylül iptidası ). Kanunî, kale kumandanını teslime dâvet etti ise de, cevap alamadı ve pâdişâh, büyük kayıplara uğranması ve bu arada bir top mermisinin dört mücâhidi şehid etmesi üzerine „bir müeâhid kulumu böyle bin kaleye vermem" diyerek, etraf'ndakiierin ısrarına rağmen, muhasaradan vaz geçti ( tafsilât için bk. A lî, ayn. esr.,var. 268 v.dd.; Peçevî, s. 19 8 ; Hammer, V , 185 v.dd.; Kâtib Çelebî, ayn. esr., s. 50). Çağdaş bir ta­ rihçinin, K anun i’nin bu teşebbüsden esas iti­ bariyle pek memnun olmadığı, her şeyden evvel deFrançoisl, ile olan ittifakının bu esnada ta t­ bik mevkiine konulabileceğine kani bulunmadı­ ğı, vezîr-i âzam A yas P a ş a ’mn askerî ve stra­ tejik kabiliyetine pek güvenemediği hakkındaki görüşleri ( krş. Renzo Sertoti Salîs, Mahieşem SSleym an, türk. tr c .Ş . Turan, Ankara, 1963, s. 153 i ihtiyat kaydiyie telakki edilebilir, Fransız biralının bu sırada kaçamaklı hareket ettiği ve bunun da pâdişâhın gözünden kaçmadığı doğru ise de. A yâs P a ş a ’nın kifayetsizliği hususunda bir kanâat taşıdığına dâir en küçük bir işâret yoktur. Kanuni Sultan Süleyman otâğ-ı hümâyûn ile 24 eylülde yola çıkıp Manastır, Ostrova, Selânik, Serez, Kavala, Fereeik, Dimetoka, Edirne yolu ile 18 teşrin 11. ’de İstanbul ’a vâsıl oldu ( Rûz-nâme, Münşaöt, I. 600 v. dd). Bu es­ nada Bosna sancak beyi Gâzî Husrev Bey de ka­ radan Venediklilere karşı başarılı mücâdele ya­ pıyordu. Diğer yandan pâdişâh Mora sancak beyi Kasım B e y ’e, M ora'da Venedikliler elinde kal­ mış iki kalenin ( Monembasia yahut Malvasia ve Napoli di Romania t zaptım emreylemişti. Barbaros donanmadan Ğo kadırga ayırarak de­ nizde kalmış, geri kalan kısmı Lutfi Paşa ile İstanbul ’a dönmüştü. Barbaros bu donanma ile Ege denizindeki Venedik adalarına karşı harekete geçti ve hemen hepsini, bâzı küçük mukavemetlere rağmen, teslim almaya muvaf­

ısı

fak oldu (K âtib Çelebî, ayn. esr., s. 50' v, d.; Hantmer, V, lgx v. dd.). Pâdişâh onun zaferlernden fevkalâde memnun olmuş ve kendisine iltifatlarda bulunmuştur ( bk, Şeydi Muradı, Gazavât-1 Hayreddtn Paşa, Üniv.,, nr. kütüp.,nr. T Y 2490, var, 349, v. d , ). İdâre cihazında yapı lan deği­ ş i k l i k t e n Kanunî Sultan Süleyman lüzum üzerine idâre cihazında ancak mühim hâdise­ lerle ilgili olarak değişiklikler yapmak itiya­ dında idi. Nitekim İbrahim P a ş a ’nın katlinden sonra Dulkadriye, Şam, Rum ve Karaman beyler-beyiliklerinde değişiklikler olmuş, bazıları azledilmiş bir'kısm ı da yer değiştirmişlerdi. Bu cümleden olmak üzere Dulkadir beyler-beyisi Mehmed Paşa, makîûl (m akbul) sadrâzama mensup olduğu için azlolunmuş ve yeri Rüstem P a ş a ’ya verilmişti. Bu zat sonradan Karaman eyâletine, Ilyas Paşa ise, Dulkadir beyler-beyiliğine tâyin edilmiş, vezir Kasım Paşa ( Gü­ zelce), her hâlde irtikâbından ve yolsuz hare­ ketinden dolayı, azledilerek, yeri Rumeli beyler-beyisi Mustafa P a şa 'y a verilmiş, kendisi de rütbesi tenzil edilmek suretiyle bu defa da Mo­ ra sancak beyliği ile vazifelendirilmişti. Bu sırada ikinci vezir Mustafa Paşa ’nm ölümü ( 1 muharrem 9 4 5= 30 mayıs 1538 ) üzerine yerine üçüncü vezir Lutfi Paşa geçmiş, Rumeli beyler-beyisi Mehmed Paşa üçüncü vezir oimuş ve bu vazifeye de Husrev Paşa getirilmişti ( krş. A lî, ayn. esr ., var, 269 ). Karaman ’dan sonra Diyarbekir 'e tâyin edilen Rüstem Paşa, daha sonra Anadolu beyler-beyiliğine, Rum beyler-beyisi Bali Paşa da Diyarbekir’e naklolun muşlardı. A y­ nı suretle Rumeli ’de de değişiklikler yapılmış, Y ahya Paşa-zâde Mehmed Paşa ’mn oğlu Arslan B e y ’e yeni zaptedüen Pozsega sancak beyliği verilmişti. Mısır beyler-beyisi Hadım SSleyman Paşa Kızıl-deniz’de Osmanlı donanmasına ku­ manda ederek Hind seferine çıkacağı sırada yerine Davud Paşa tâyin edildi. İbrahim Paşa’nın Mısır ’dan ayrıldığı zaman orada beyler­ beyi olarak bıraktığı Hadım Süleyman Paşa tam 10 sene Mısır ’1 büyük bir liyakat ve adâletle idâre etmiş, ancak İrak seferi esnasında pa­ dişaha mülâki olmuştu ki, bu iki senelik müddet zarfında yerine Hüsrev Paşa ( D e li) tâyin edildi ve yeni vâlİ ise, I şâban 941 ( 15 şubat 15 35 ) ’den itibaren iki sene kadar bulunduğu bu me’’moriyetinde İstanbul’a on yük altın irsaliye göndermeğe muvaffak oldu. O zamana kadar Mı­ sır irsaliyesi altı yük olduğundan, bu fazlalık K anun î’nin nazar-i dikkatini çekmiş ve bunun halka zulüm yoluyla toplandığından şüphele­ nen pâdişâh, yaptırdığı Tahkikatın bu şüpheyi haklı gösterecek bir netice vermemesine rağmen, ' vergi fazlasını hazîneye kabul etmeyerek, Istan-

iti

..............

SÜLEYMAN i.

bul ’daki su kemerlerinin İnşâstna harcettırmiştir ( krg. K âtib Suheylî, Tarih~i M ısr-ı cedid, Müteferrika tabı, var. 54 v. d .). Hadım Süleyman Paşa 1556—1538 seneleri arasında ikinci defa Mısır beyler-beyiliğinde bulunmuş ve onun Hind seferine çıkacağı zaman da Mı­ sır, Davud Paşa ’ya tevcih edilmiştir ( muhar­ rem 945=m ayıs 1538 ). B o ğ d a n S e f e r i ( 15 3 8 ) . Kanunî Sul­ tan Süleyman, bir kaç seneden beri Süveyş limanında tedâriklerde bulunan Hadım Süley­ man Paşa ’ya İslâm hükümdarlarından Gucarât pâdişâhı Bahâdur Şah ’in yardımına gitme­ sini emrettiği sırada, kendisi de Boğdan ’a se­ fere hazırlanıyordu. Bu sırada Boğdan voyvo­ dası bulunan Petru Rareş 1527 ’den beri berât-ı hümâyûn ile memleketini idare ediyordu. Pâdişâhın Macaristan ’da bulunduğu esnâda bir elçisi vâsıtası ile aldığı bu beratta, bu memlekette ( Moldavya) âyîn serbestisİ ve voy­ voda intihap hakkının boyarlara, yâni asilza­ delere âit olduğu, fakat bu intihabın pâdişâh tarafından tasdiki gerektiği belirtiliyordu. K e ­ za boyarlardan mürekkep bir heyetin tâbiiyet alâmeti olmak üzere her sene İstanbul ’a 4.000 dukalık cizye, 40 kısrak ve 20 tay getirmesi de kararlaştırılmıştı. Kanunî Viyana muhasarasın­ dan dönüşte kararlaştırılan bu vergileri bizzat P . R a re ş ’ten almış ve buna mukabil ona „serâsere“ kaplı bir samur kürk ( vezirlere mah­ sûs hil’a t ), sancak beyi alâmeti olan iki tuğ, bir kuka ( yeniçeri zâbitlerinin başlarına koy­ duğu serpuş) vermişti. Bundan başka, pâdişâh­ tan, İstanbul ’da Fener taraflarında bir saray (Boğdan sarayı) inşâsına müsaade almıştı. F a ­ kat Rareş, pâdişâhın bu teveccühünü sonraları kötüye kullanmış, o sırada karışıklık içinde bulunan Erdel ’e tecâvüz etmiş, hem Zâpolyai, hem de Osmanlı devletinin o bölgede bir tem­ silcisi olan G ritti ile düşmanlık hâlinde bu­ lunmuş, hattâ G ritti ’nin katlinde de medhaldar olmuştu [ bk. madd., ERDEL ve BO ĞD AN]. Kanunî bu hareketinden dolayı onu cezâlaadırmak istediği sırada, son hareketleri, hara­ cını ve kendisinden istenilen 1,000 süvariyi göndermekten imtinâ etmesi ve Ferdinand iie gizlice müzâkerelere giriştiği yolunda gelen haberler de buna eklendi; böylece Boğdan se­ feri takarrür etti. Pâdişâh hareketinden önce İstanbul muhâfazasına Aydın ili sancak beyi Ferhad Bey ’i, Ege bölgesinin muhafazasına da Saruhan sancak beyi şehzâde M ustafa’yı bı­ rakmış, Erzurum beyler-beyisi Dulkadırlı Meli­ me d H an ’ı şark hududunun muhafazasına, R a­ mazan- oğullarını da Adtna ve İçel bölgesinin ve Anadolu 'nun muhafazasına me’mûr etmişti. Tam ou sırada bir Floransa elçisi kıymetli

hediyeler ile Cosme de Medicis ’nin bir mek­ tubunu getirmiş, Kanunî de Floransa ’nm gös­ terdiği bu dostluktan memnun kalmış ve ken­ disine taâmîye olarak ( ta’yinât-ı bahâ ) bir meblağ verilmesini emretmişti ( Bostan, Sûleym an-nâme, A yasofya kütüp., 3317,, var 135 Hammer, V , 198). Pâdişâh İstanbul ’dan, n safer 945 (9 temmûz 1538 ) te hareket etti. Edirne ’de İken, o zamana kadar bağımsız kalmış olan, Basra hâkimi Mağâfis-oğlu Enıîr Râşid ’in oğlu Mani* gelmiş ve padişaha itaatini arzetmiş ve B a sra ’ nin idaresi babası R â ş id ’e bırakılmış­ tır (bk. mad,. BASRA; A lî, ayrı, esr., var, 2705 Pcçevî, ayn. esr,, s. 206 v. d . ; Hammer, V , 19 9 '. Yine burada seferin K afa Boğdan ’a karşı yapı­ lacağı ilân edildi ve o tarafa dönüldü. Sultan çayırı menzilinde iken P . Rareş ’in bir elçisi gelip pâdişâh tarafından kabul edilmiş ve voyvodanın bundan sonra ferman-ı hümâyûna itâat göstereceğini bildirmişse de, dönüşünde ona terfik edilen Kefe emîni Sinan Ç e leb i’nin, R a re ş ’e, Y aş ( Y a ş p azarı) şehrinde mülâki olarak ona pâdişâhın emirlerini tebliği sıra­ sında aldığı bâzı askerî tedbirleri görmesi ve avdetinde de voyvodanın samimiyeti hakkında şüphelerini açıklaması üzerine, Kanunî hare­ kâta devam ile Isakçı ’da kurdurulan köprü­ den geçilerek Boğdan arâzisine (M oldavya) girilmesini emretti. Bu esnâda Kırım banı Sâhib G iray Han da, askeriyle ve han-zâdelerle birlikte gelerek orduya iltihak etmiştir, Eflak voyvodasının gönderdiği kuvvetlerden Boğdan beyini tâkip harekâtında öncü olarak faydala­ nıldı. Kendisi evvelâ Potoşani dağına, sonra da E rd e l’e kaçtığı sırada Y aş şehri işgal ve merkezi olan Suceava zaptedîtdi. Pâdişâh, bü­ tün Boğdan halkına emân vererek 4 güne ka­ dar beyleri, bey-zâdeleri, âyân ve ruhbanları ile buzûruna gelmelerini ferman e tt i; çok geç­ meden bütün boyarlar gelerek itâatlerini ve bundan sonra pâdişâhtan ayrılmayacaklarını arz ve taahhüt ettiler. Bunun üzerine, yeni voy­ voda olarak da Stefan Lacusta ’ ya samur kürk? lü kaftan, kuka, tuğ ve sancaklar verildi ( bk. mad. BOĞDAN ; N. Iorga, lîisto ire des Ronmains et de leur civilisation, Paris, 1920, s. ız6, 602 v. d .; K ara Boğdan râz-nâmesi, Münşaât, s. 602 v. d.). Kanunî yeni Boğdan voyvodasına verdiği beratta, iki senede bir vergiyi bizzat İstanbul’a getirmesini, yakılması bu seferin sebeplerinden biri olan Tuna üzerinde' vâki Kiii kalesinin yeniden inşâsını, Akkerman k ale­ sinin yeniden müstahkem bir hâle konulmasını, Dnester nehri üzerinde müstahkem Tighina (Bender) şehri ite bütün Buçak bölgesinin (ce­ nubî Besarabya ) Osmanlı devletine ilhakını fer­ man etti. Bu yeni bölge (K ili ve Akkerman)

SÜLEYMAN I.

'

'

mj

. ( ^. yaklaşması üzerine, Barbaros, evvelâ alınacak tedbirleri kararlaştırmak üzere harp meclisi akdetti. Sonra da donanmaya harp nizamı aldırdı. Müteakiben iki donanma Preveze açık­ larında karşılaştı. 27 eylül 1538 ’de vuku bu­ lan meşhur Preveze deniz savaşı Osmanlı do­ nanmasının tam bir zaferi ile neticelendi. An­ cak gecenin bastırması bu zaferin daha büyük ve parlak olmasına engel .olmuş, müttefik düş­ man donanmasını daha ağır kayıplardan kur­ tarmıştı. Ertesi gün, Barbaros düşmanın uğra­ dığı mağlûbiyeti bir zafer-nâme ile pâdişâha arzetmek üzere oğlu Haşan Bey ’i gönderdi. Kanuni bu büyük muzaiferiyetten fevkalâde memnun kalarak, divan kurmuş ve zafer-nâme ayakta dinlenmişti. Pâdişâh, Kapudan Paşa hâslarına 100.000 akçe terakki ferman ettiği gibi, her tarafa fetih-nâmeler gönderterek şen­ *539 )• P r e v e z e z a f e r i { 1538 ). Aynı sene zar­ likler yapılmasını emretmişti ( bk. K âtib Çe­ fında Kanunî Saltan Süleyman devrinin en lebî, göst. y e r; Â lî, agn. esr. var. 273 v.d d .; büyük deniz zaferi kazanıldı. K ış mevsimi Peçevî, göst. yer ; Hammer, V . 202 v. d d .; mad. sonlarına doğru pâdişâhın vezirlere kendi mas­ BARBAROS HAYREDDİN). H i n d s e f e r i (1538 ). 945 ( «538) sene­ rafları Üş hazırlayıp, teehiz etmelerini emıeyiediği 150 gemi henüz hazır değil iken, B ar­ sinin üçüncü büyük hâdisesi Mısır vâlisi Ha­ baros Hayreddin P a ş a ’ya denize açılmasını dım Süleyman P a ş a ’ nm pâdişâhtan aldığı emir emretmişti. Onun, bütün hazırlıkların ikmâlini üzerine Kızıldeniz’de başlayan ve H indistan’a ve donanmanın tamam olmasını Beklediği sı­ kadar uzayan ve tarihlerimizde umumiyetle rada, vezîrler, bir hiyleye baş-vurmuşlar, A n­ Hind seferi diye anılan deniz seferidir. Kanu­ drea D o ria ’nin G ir id ’e gelerek 20 parça gemi nî devrinde Kızıldeniz ’de ilk hareket çok ön­ ile Mısır ’dan Hindistan mallarını getirmekte celeri, Mohac seferi arifesinde başlamış sayı­ olan Sâlih Reis’i beklediği haberini yaymışlar, labilir. Zîrâ, Portekizlilerin Hindistan sahille­ bunun üzerine kapudan-l derya da 40 parça rinde yerleştikten sonra, zaman-zaman arap gemi İle İstanbul ’dan hareket etmiş (9 mu­ yanm-adası sahillerine de tecâvüz etmeleri harrem 945 —7 hazîran 1538 ), fakat geride ka­ pâdişâhın dikkatini çekmiş, gerek arap yalan doksan gemiyi arkasından göndermelerini rım-adasını, gerek Hindistan sahillerini zapttenbıh etmişti. Ona kapıkulu kuvvetlerinden ederek İslâm âleminin başına âdeta bir belâ 3.000 yeniçeriyle ve deniz ümerâsından olan kesilen Portekizlilere karşı hacıların ve deniz bâzı sancak beyleri { Kocaeli beyi A li Bey, ticâret yollarının korunmasına karar vermişti. Teke sancağı beyi Hurrem Bey, Şaydâ sancak Jşte bu sebeple 15 2 6 ’da Selman Reis adında beyi Ali Bey, Aiâiye beyi Mustafa Bey ) ka­ bir tÜrk denizcisi „Bahr-ı ahmer : kapudanı“ tılmıştı. Barbaros Hayreddin Paşa, önce Ege tâyin edilmiş, Süveyş limanında tedârik ve denizinde bâzı hareketlerde ve fetihlerde bu­ techîz ettirilen 20 kadırgadan mürekkep bir lunduktan ve İstanbul ’dan beklediği 90 gemi donanma ile ‘A d en ’e kadar olan arap yarım ile Sâlih R e is ’in M ısır’dan getirdikleri de -adası sâhilterini Osmanlı tâbiiyeti altına al­ kendisine iltihâk ettikten sonra (tafsilât için maya muvaffak olmuştu. Selman Reis, Osmanlı bk, Kâtıb Çelebî, Tukfat al-kibâr, s. 51 v. d d .; devletinin Bahr-i-ahmer kapudanı sıfatı ile, va­ mad. BARBAROS HAYREDDİN ' Girid ’e de uğ­ ziyete göre, Yemen ve ‘Aden sahillerinde hü­ rayarak Preveze ’ye yönelmişti. D onanma Mo­ küm ve nutûz sahibi arap şeyhlerine ve kabîie dan açıklarında iken, Andrea Doria *nın Pre­ reislerine bâzan âlıfet göstermek suretiyle, bâveze ’yi zapta çalıştığı, fakat sonradan muhâ- zan da şiddet yoluyla bunların Osmanlı dev­ sarayı kaldırarak müttefik donanmasının ha­ letine bağlılıklarım sağlamış ve uzun müddet rekât üssü o’ arak kararlaştırdığı K o rfu ’ya çe­ hem portekîzlilerİn bü denize girmesine, hem kildiği haberi B arb aros’a getirilm işti; o da de bu sahillerde âsâyiş ve güvenliğin bozul­ bu esnâda bir iki gönüllü gemisini „kâfir ya­ masına mâni olmuştu. İlk hareket bu idi. Bu kasına gönderip dil 547 ). 3*

SÜLEYMAN L

Serin çadırlarına gitmelerinin pâdişâhın emri olduğunu tebliğ e t t i; daha sonra da ikinci vezîr Ahmed P a ş a ’ya mühr-ü hümâyun verilerek vezîr-i âzam yapıldı (tafsilât İçin bk. madd. MUSTAFA „Sultan", HÜRREM SULTAN, RÜSTEM P A Ş A ; ayrıca bk. Sultani Solimani Horrendam facim ds in proprium filia m natu maximum sultanum Mu.staph.am parricidio a, D . 1553 patrattım autor e Nicalao a M o/fan Burgunda; Busbecq, Türk m ektupları; Taşlıcalı Yahya B ey mersiyesi, Maktul şehzadeler, s. 229 v.dd.; H ayrulldh E fe n d i ta rih i; Nişancı ta rih i; Â lî, var. 294 v.d. j diğer mersiye yazanlar, B u rsa’ !ı Rahmî ve F a z lî). • N a h ç ı v a n s e f e r i ( 1553—1555 ). Bu hâ­ diseden sonra İran şahının elçisine müsâade eden pâdişâh, kışı Haleb ’de geçirmek kararını verdi. Şehzâde Selim kuvvetlerinin M araş’ta ve Rumeli askerinin ise, Tokat ’ta kışlamaları emrolundu. Teşrin H. başlarında ( 1 zilhicce 960 = 8 teşrin 1553}. Kanunî Sultan Süley­ man da bizzat H aleb ’e vard ı; burada Cihan­ gir ’in vefâtı vuku buldu. Genç şehzadenin ağabeyisinin feci bir şekilde boğdurulmasın dan müteessir olarak hastalandığı ve ölümü­ nün bu yüzden olduğu rivayeti vardır. Kışı Haleb ’de geçiren Kanunî bu esnâda bu böl­ gede bir takım mâlî ıslâhatta bulundu. Ezfeümle aşarın ve diğer vergilerin cibâyet usûlüne karışan su-i istimallerin giderilmesine emir verdi. Cihangir ’in vefatından müteessir olan pâdişâh Maraş ’ta kışlakta bulunan şehzâ­ de Selim ’i çağırdı ve' onun gelmesinden sonra da Hama ve Ma'arrat al-Nümân ( b. bk.] ta­ raflarında bir müddet avlanmakla teselli ara­ dı. Kanunî 6 cemâziyelâhır 961 ( 9 mayıs 1554 } ’de Haleb ’den hareketle ve Urfa yolu ile Di­ y ar be kir ’e geldi. Bu civarda büyük bir divan toplanmasını emreden pâdişâh, mutad hilâfına, sâde divan âzâlarına değil, aynı zamanda ocak ağaları, yeniçeri kethüdası, yaya-başıları, bölük-başıları, oda-başıları, vekilharçlar, solak­ lar, bölük ihtiyar nelerlerinin de bulunduğu büyük bir k a la b a lığ a , _her zümre, karşısında el kavuşturup durdukça, hitâp ederek seferin mûcip sebeplerini, yâni şahın İslâm memle­ ketlerine tecâvü zü nün, saltanat namusuna do­ kunarak sayısız meşakkatlere katlamUI ğ m söylemekte, her birinin hatırım sorarak hizmet ve bahadırlık edenlere fevkalâde riâyet oluna­ cağını va’d etmekte idi. Sözleri ordu mensup­ larının kalbine o kadar te’sir etmiş ve onları o derece kazanmıştı ki. küçük, büyük. geDC, ih­ tiyar herkes gözleri yaşararak hep bir ağız­ dan Hind ve Sînd ’e, hattâ Kafdağı na sefer edecek olsa, dönmeyeceklerini ve pâdişâh uğruna ölmeyi her iki cihanda devlet addede­

ceklerini belirttiler { Â lî, var. 297 ; Peçevî, s. 308 ). 20 mayısta Di yar be kir ’den Erzurum ta­ rafına yola çıkıldı. Çapakçur ’da Murad suyu üzerine kurulan köprüden geçildi. Haziran başlarında Karga Pazarı mevkiinde askere cephane dağıtıldı. Daha sonraki konaklarda sırasiyle vezîıler ( vezîr-i âzam Ahmed Paşa, ikinci vezîr Semiz A li P a ş a ), beyler-beyiier ( Rumeli, Karaman, Sivas, Dulkadır ve diğer­ le r i) ve şehzâde Selim kuvvetleri • padişahın huzurunda geçit resmi yaptılar. Yürüyüş kolu tespit edildikten sonra hududa doğru ilerle­ yen pâdişâh, 5 temmuzda Kars sahrasına gel­ diği vakit, Şah T ahm asp’a bir nâme-gönderdi. Bu mektup, vaktiyle Yavuz Sultan S e lim in Şah İsmail ’e gönderdiği mektubu hatırlat­ makta ve şahı savaşa dâvet etmekte idi. K a­ nunî mektubunda Osmanlı ulemâsının verdiği fetvaları, ileri sürerek Peygamberin .şerâatine uymağa dâvet ediyor, bu teklifi kabûl edil­ mediği takdirde K u r’an âyetleriyle sü slü .; bir ifâde ile şahı savaşa çağırıyordu ( Âlî,fvar. 298 v. d .; Peçevi, 3. .3 11 v. d. ¡-Ferîdûn Bey, Miinşaât, II, 19 v .d .}. Bundan .'sonra pâd işâh ,‘or­ duyu Revan, Karabağ ve'Nahçıvan bölgelerine doğru şevketti. Sırasiyle Şuregil,. Şarabhâne, N ilfrak kasabaları alındı. 17 şâban 961 i .18 temmuz ) ’de Revan ’a varıldı. Burada şahın, oğlunun ve diğer han ve sultanların, mükellef sarayları ve ,,Bağ-ı sultaniye" denilen mutena bir mevkî vardı. 24 temmûzda Arpaçay^ erte­ si günü A ras kenarında Karahisar konağı ge­ çildi. Ordu Karabağ bölgesine geldiği: vakit halkın etrafa kaçıp saklandığı ve kıymetli, e ş­ yalarını sakladıkları ¡görüldü. Nihayet pâdişâh temmuz sonlarında N ahçıvan’a vâsıl olmuş ve burada da Safevîlere :ve , Iran ümerâsına ve idarecilerine âit saray, konak ve ¡mallar işgal edilmişti. Bu suretle, Kanunî, A hlat, Adilcevâz ve Erciş bölgesinin Şah Tahmâsp tarafın­ dan yağma ve tahribinin intikamını aldığına kanî bulunuyordu. Bu sırada İran şahmın Lur dağlarında olduğu haber alındı..Vekayi-nâmelerimize göre, pâdişâhın Şah Tahmâsp üzerine gitmek istediği takdirde aradaki sarp dağla­ rın ciddi bir engel- olamayacağı aşikârdı. Fa­ kat, Osmanlı hükümdarı, bu kadarla iktifa ¡o'unmasını ve avdeti münâslps-göıdü. Onun:: ordu­ ya geri dönmek emri.verirken, yoksul ve tah­ rip edilmiş bir memlekette güçlüklere ve kıtlı­ ğa uğramaktan endişe duyduğu ?ve bu sebeple bu kararı almış -olduğu düşünülebilir. 6 ağus­ tosta pâdişâh ve ordu Bayezid k a le si Civârına vardığı zaman Şah T ah m âsp ’ın sadrâzama hi­ taben bir- mektubu geldi,. Bunda, Osroanli ara­ zisinde ve reayaya karşı aynı şekilde muka­ bele edileceği bildirilmişti Bu arada lmâdiye

Sü l e y m a n

hâkimi Sultan Hüseyin B ey'in Tebriz, Merâga, Sehend taraflarında îranlılara karşı bir zafer kazandığı, Bagdad ’a tecâvüz etmek isteyen İran ümerâsının teşebbüslerini de önlediği haberi, onlardan aldığı sancak, tuğ v e n a k ­ kareler padişaha ulaştırıldı. Bir taraftan küçük çapta çarpışmalar olurken, diğer yandan iki taraf vezirleri arasında mektuplar teâtî edili­ yordu. Hasankale civarında Çoban köprüsü mevkiinde Diyarbekir beyler-beylsî İte Van beyler-beyisi pâdişâhın elini Öptüler, gösterdikle­ ri yararlıktan dolayı hil’atlar ve terakkiler al­ dılar ( tafsilât için bk. aynı kaynaklar, göst. yer.). Kanunî Erzurum ’da iken 26 eylül 1554 ’te bir İran elçisi, her iki hükümdara lâyık tâbirler ile yazılmış bir mektubu hâmil olarak geldi. Bu elçi, padişahın arzusuna uygun yük­ sek derecede-bir me’mGr, Safevîlerde „korucu kaçar“ unvanını, yâni has ordusu kumandanlığı­ nı hâiz olan Şah kulu A ğa idi. Divan-ı hümâ­ yûna celp ve resmen kabul edildi; pâdişâhın elini öperek şahın nâmesini takdim etti. Barış işinin, gerçekleştirilmesi ve aradaki düşmanlı­ ğın ortadan kaldırılmasını hedef tutan bir mütârekeye müsâade edildi, elçiye de mezuni­ yet verilerek nâme-i hümâyûn İle avdet etti. 3,;zilkade de (30 eylül) pâdişâh Erzurum’u terk ile 20 gün .sonra Sivas ’a, oradan da 12 günde Am asya ’ya geldi. Burada kapukulu efr radı ile eyâlet askerlerini kışlaklarına ve mem­ leketlerine gönderen pâdişâh/ züemâya binde ikişer yüz, tımarlılara da binde yüzer akçe terakki ihsân ederek Rumeli beyter-beyi Tavil { Sokullu ) Mehmed Paşa ’ya vezîrlik tevcih etti. Pâdişâh p kışı Amasya ’da geçirdi ve ilk ba­ hara kadar bir takım siyâsî müzâkereler ve idârî meşguliyetler dışında, avlanmakla va­ kit geçirdi. A m a s y a ’d a b a r ı ş m ü z â k e r e l e r i v e a n l a ş m a l a r (1555). Şah Tahmâp ’in eşik ağası Farruhzâd Bey, 9 cemâziyelâhır 962 ( 10 mayıs 1555 ) ’de barışa dâir yeni teklifler, kıy­ metli ■hediyeler, ve şâhın bir mektubu ile Amas­ y a 'y a geldi. Peçe v î ’nin de aynen naklettiği bu mektubunda, şah, dostluk te’minatı vermekte ve ş i’î hacılarına müsait davranılmasını reca etmekte idi (Peçevî, i, 329 v.d.). Farruhzâd Bey, büyük iltifatlar gördü ve kendisine, muh­ tasar bir nâme-i hümâyûn verildi (8 receb 962}. Bu, Osmanlı ve İran devletleri arasında bir barış anlaşmasına dâir teâtî edilen ilk mektup oldu ( bk. Tabakât al-mamâlik, göst. y e * Â l î , ayn. esr., var. 300 J Peçevî, S. 336 v. d d .; Hammer, V I, 48). İraohlar il# barış yapıldığı sırada Ferdinand tarafından gönderilen bir elçilik heyeti d#, Am asya 'ya vâsıl olmuştu. Bu heyet tanınmış

i.

macar âlimi ve siyâsîsi Peçuy (Fünfkirchen, Pécs ) piskoposu Antonius Verantius (Verancsics Antal ) ile AvusturyalIların Tuna filosu kumandanı Franz Zay ve belçikalı meşhur Busbecq ’den müteşekkildi. E ğri muhasarasından ( 1 5 5 2 ) itibaren M acaristan’da türlü hâdiseler vuku bulmuş ve ihtilâfları gidermek maksa­ dıyla bir çok defalar elçiler gönderilerek divan-ı hümâyûn ile müzâkereler cereyân etmiş, bazı­ ları Kanunî tarafından da kabûl olunmuş, fa­ kat, hudud hâdiseleri her iki tarafın da şikâ­ yetini mûcîp oiaeak derecede devam etmişti (tafsilât içîn ve Budin beyler-beyi Toygun Paşa ’um Fülek ve Hollökö kalelerine karşı giriştiği teşebbüsler ve Ferdinand’a, elçi Malvezzi ’ye gönderdiği mektuplar için bk. Ham­ mer, VI, 49 v.dd, ; Takâts Sândor, A Budai B a sâk M agyar ngelvü levelezése 1553—1589, Bu­ dapest, 1915, s. a v.dd.). Macaristan ’da bu vak’alar cereyan ediyor­ ken, pâdişâh ve divan-ı hümâyûn Erde! ’i bir an gözden uzak tutmamıştı. Bu memleketin başına gelen belâların başlıca sebebinin Fer­ dinand olduğu her vesile ile Erde! halkına bildiriliyordu. Pâdişâhın fermanları Erdel şe­ hirlerinde dolaştırılmış, hattâ pâdişâh Haleb ’den de (7 nisan 1554 ’te ) böyle bir ferman göndermişti. Diğer taraftan Ferdinand’m el­ çileri de kıraliçe ile Petrovics ’in gönderdiği adamların padişah nezdinde itibârını azaltma­ ya ve onların teşebbüslerini akîm bırakmaya çalışmışlar, fakat mesâileri bir netice verme­ mişti. Kıraiiçenin elçileri o sırada artık 14 yaşında olan Zâp olyai’nin oğlu Jânos Zsig» mond ’1 pâdişâhın tekrar himayesine almasını ve ona Solymos ve Lippa ile bâzı kalelerin verilmesini tercüman Mahmud Bey vâsıtasıyla istemişlerdi. Bütün bu sebepler, Ferdinand ün, bir an önce münâsebeti düzeltmek üzere, K a­ nunî nezdine geniş selâhiyetler ile bir sefaret heyeti göndermesini gerektirmiş, böylece Busbecq ve arkadaşları 1533 senesi başlarında İs­ tanbul ’a gelmiş oradan da kaim makam vezîr Hadım İbrahim Paşa tarafından Amasya ’ya gönderilmişlerdi. Elçiler getirdikleri mektup­ ları ve hediyelerini verdiler, şikâyetlerini ve isteklerini belirttiler. Pâdişâh tarafından da kabûl olunarak neticede altı aylık bir mütâ­ rekeye nâii oldular ve Kanunî ’nin Ferdinand ’a hitaben bir mektubunu hâmil olarak 2 ha­ ziranda İstanbul’a müteveccihen A m asya’dan ayrıldılar ( bk. Busbecq, Türk mektupları, türk, trc. Hüseyin Cahrd Yalçın, s. 84 v. dd. ; Ham­ mer, V I, .52 v. dd.). K ı r ı m , E f l â k ve D ü z m e Mu s t a f a , h â d i s e l e r i ( 1554— *S5S)ve Avustur­ ya elçilerinin Am asya ’da bulunduğu sıralarda,

»3*

SÜLEYM AN I.

Venedik, fransız, Lehistan elçileri de başarı ile sona eren Nahçıvan seferi münâsebetiyle hükümetlerinin tebriklerini arz etmek üzere buraya gelmişlerdi. Bunları da kabul ettikten sonra, pâdişâh haziran nihayetlerine doğru A m asya’dan hareketle 3 1 temmuzda Üsküdar ’a vâsıl oldu. Bu sene zarfında E flâk ve Boğ* dan ’da da bir değişiklik vukua geldi. Kırım ’da ise, bu tarihten iki sene önce bir tebeddül olmuştu. 1532 ’den beri Kırım hanlığında bu­ lunan Mengli G iray ’m oğlu Sâhib G iray K a­ nunî nezdinde büyük teveccühe mazhar idi. Ancak son senelerde bâzı vezirler bu teveccü­ hü hoş görmüyor ve onu pâdişâhın gözünden düşürmeğe çalışıyorlardı. Bir müddet önce Sâhib G iray, Kazan hanlığında vefat eden Safâ G iray ’ın yerine, İstanbul ’da oturan Mübarek G ir a y ’m oğlu Devlet G ir a y ’ın intihap ve tâ­ yinini pâdişâhın ve divan-ı hümâyûnun tensi­ bine arz ve bu suretle belki de bir rakipten kurtulmayı ümid etmişti. Fakat, aleyhinde ku­ rulan bir tertible kendisi de pâdişâhın tevec­ cühünü kaybederek azlolunmuş ve yerine Dev­ let G iray getirilmişti. Bu zât, K ırım ’a gidergitmez de Sâhib G iray ’1 üç oğlu ile birlikte öldürtmüştü. Rusların büyük bir düşmanı olan Sâhib G iray ortadan kalktıktan sonra İvan Vasİii, Kazan ve Ejderhan ’1 zaptetmiş ve çar unvanını almıştır. Eflâk ’ta ise, 1545 ’ten beri voyvoda bulunan Mîrcea 111. ( Ciobanul }, Ferdi­ nand ’a karşı müsâadekâr davrandığı gerekçe­ siyle azledildi ve yerine Radul ’un oğlu Petrascu gönderildi ( şubat 1554 }. Ertesi sene de Boğdan beyi Alexandru Lapuşneanu, Lehistan ’m nutûzuyle iktidara gelmiş olduğu ve sada­ kati bilinmediği gerekçesiyle İstanbul ’a çağı­ rılmış, fakat hakkındaki şüpheleri dağıttığın­ dan vazifesine iâde olunmuştur. Bu zât Boğ­ dan voyvodalığında 1561 tarihine kadar kal­ mıştır ( krş, madd. EFLÂ K Ve BO Ğ D A N ; N. İorga, H istoire des Roamains et de leur c ivili­ sation, Paris, 1920, tür. y er.}. Selânik taraflarında mechûl bir adamın, şeklen maktul şehzade M ustafa’ya çok ben­ zediğini bir çok kimsenin söylemesinden cesâret alarak saltanat sevdâstna düşmesi ve başına bir çok adam toplayarak ve bâzı kim­ selere vezirlik ve kazaskerlik vererek, bir maceraya teşebbüsü hâdisesi de, bu sıraya rastlar. Hadiseden, önce Edirne ’deki şehzade Bayezid haberdâr olmuş, tenkiline kuvvet gön­ dermişti. Pâdişâh da Am asya ’dan gelirken yolda Rumeli ’deki sancak-beylerînden ve ka­ dılardan buna dâir arîzalar alınca, İstanbul ’a gelir-gelmez üçüncü vezir Mehmed Paşa ’yı bu işe me’mûr etti. Düzme Mustafa kısa zamanda ele geçirildi ve İstanbul ’a getirilerek idâm

edildi (tafsilât için bk, Tabakât al-mamâlik ve Peçevî, göst. yer.). V e z î r - i ' â z a m A h m e d P a ş a ’n ı n i d â m 1 (15 5 5 ). Kanunî, oğlundan sonra vezîr-i âzamini da idâm ettirdi ( 17 zilkade 962=28 eylül 1555). K âtib Ç e le b i’nin Takvim al-tavSrîh 'de belirttiğine göre, pâdişâh, onu sadâ­ rete tâyin ettiği zaman azletmiyeceği hak­ kında te’minat vermişti. Filvaki azledilmemiş, idâm olunmuşta. Buna başlıca sebeb olarak, vezîr-i âzamin Mısır valisi Semiz A li Paşa ’yı pâdişâhın teveccüh ve iltifatından düşürmek, kendisinin de selefi Rüstem Paşa ’dan daha idâreli ve hazîneyi dolu tuttuğu kanâatini ver­ mek için türlü hilelere baş-vurmuş olması gös* terilmektedir. Semiz A li Paşa ’nın yerine tâ­ yin ettirdiği Dukakin-zâde Mehmed P a ş a ’ya Mısır sâliyânesini mümkün olduğu kadar a rt­ tırması tâlimatmı vermiş, o da, selefinin mutad vergiyi tahsil ile sâliyâae olarak gönder­ mesine mukabil, daha ilk sene Mısır sâliyâne­ sini 150.000 doka fazla göndermişti; bu faz­ lalık pâdişâhın dikkatini • çekm iş' ve o sırada vezir olarak divan-ı hümâyûnda bulunan Ati Paşa ’dan bunun sebebini sormuştu. Eski Mısır valisinin, orada bulunduğu sırada memleketi mevcut kanunlara göre idare ettiği ve yeni tekâlif vazederek halka zulüm ve taaddi yap­ madığı yolundaki ifâdesi üzerine, Kanuni mese­ lenin esâsını anlamak için tahkikat icrâsını emretmişti (bu mesele ile ilgili pek çok hü­ küm ve fermân-ı hümâyûnları ihtiva eden mühimme-i mektûme defteri Topkapısarayı arşi­ vindedir ). Neticede,’ A li Paşa ’yı gözden dü­ şürmek için yapmış olduğu bâzı hileler padi­ şah tarafından anlaşıldı. Her hâlde bâzı hare­ ket ve davranışları da hoşa gitmemekte idi. Ancak zâhirî sebepler böyle olmakla berâber, gerçekte, Hurrem Sultan *ın, damadı Rüstem P a ş a ’yı tekrar vezîr-i âzam yaptırmak arzusu ve Kanunî üzerindeki büyük te’sir ve nuiûzu, bu idamın perde arkası sebebi olsa gerektir. Nitekim, A lî, Ahmed P a ş a ’nın bal tercemesinde bir müddet sonra padişahın elçisi olarak İra n ’a giden Haşan P a şa ’ya Şah Tahm Ssp’ın, Ahmed P a ş a ’nın „mekr-i nisvanla siyâset" edildiğini bildirdiğini kaydetmesi, yine Peçevi ’nin, Ahmed Paşa ’dan bahsederken „mekr-i zenanla kati" olunduğunu bildirmesi bunun hüccet ve delilleri olarak mütâiea edilebilir (bk. ayn. eserler, Celâl-zâde ve Hammer, ay­ rıca madd, AHMED PA ŞA , HURREM SU LTAN ). Süieymaniye- külliyesinin açı­ l ı ş m e r a s i m i (15 5 6 ). Temel atma merâsimi 1550 senesinde sadrâzam, şeyhülislâm ve bütün devlet erkânr tarafından yapılan ve in­ şâatı altı sene süren Süieymaniye külliyesinin

*39 açılı} merasimi 8 şevval 963 ( *5 ağustos 1556 ’te yapıldı. Mimar Sinan ’m idaresinde vaptlan bu inşaat için 380 yük akçe veya loo.eoo duka altından fazla bir para harcan­ mıştı t camiin mimarî hususiyetleri hakkında bk. mad. İSTANBUL, V /2, S. 1214/58 v.dd, i fabakât al-m am âlik). Mamafih, küiliyenin ta­ mamen ikmali 966 ( 1 5 5 8) senesini bulmuştur. Kanunî bu mühim eserden başka yaptırdığı diğer altı te’sis ( babası nâmına Sultan Selim eâmii. şehzade Mehmed nâmına Şehzade camii, şehzade Cihangir nâmına Cihangir câmii, Hurrem Sultan nâmına A vret pazarında Haseki câmii ve kültİyesi, Mİhrimah Sultan nâmına Edirnekapısı ’ndaki câmi ve külliyesi, yine Mihrimah Sultan nâmına Üsküdardaki câm i) ile o devirde İstanbul ’da .çok büyük bir imâr ha­ reketine girişmişti ( bu te'sister hakkında taf­ silât için bk. tfadîka t al-cavâmV, tür. yer. ve mad, İSTANBUL, göst, yer.). Süleymaniye külliyesinin açılış merâsimi vesilesiyle Şah Tahtııasp K an u n î’yİ tebrik için İstanbul’a fevka­ lâde bir elçi ile tehniyetnâme ve nadide Kur’an nüshalarından mürekkep hediyeler gön­ dermişti. Bu münâsebetle şahın oğlu Hudabanda, vezîr-i âzama, şahın zevcesi de Hurrem Sultan ’a tebrik mektupları göndermişlerdi (k rş. Ferîdun Bey, Münşaât, II, 14 v.dd.). F â ­ tih ’in Sahn-ı seman medreselerine mukabil yaptırılan Süleymaniye medreseleri ise, o dev­ rin en yüksek ilim müesseseler! olmuş ve bu­ ralara en muktedir müderrisler getirilmesine pâdişâh bilhassa dikkat göstermişti ( bk. /Imiye sal-nâm esi). Ö z b e k l e r , B u h â r â ve S e m e r k a n d h a n l a r ı i l e m ü n â s e b e t l e r . Şah Tahmâsp ’ın fevkalâde elçisi İstanbul ’a geldigİ sı­ ralarda Buhârâ ve Sem erkand’ın, umûmiyetle Mâverâünnehr ’in hâkimi olan Özbek devleti hükümdarı tarafından da Kanunî’ ye bir nâme gelmişti. Öteden beri Safevfierle mücâdeleleri olan bu türk-islâm devleti ile münâsebetler, oldukça seyrek, fakat gayet dostça ve kardeşçe idi. Irakeyn seferi esnâsında hükümdar bulu­ nan 'Ubayd Allah Han, Osmanlı pâdişâhı ile müşterek düşman aleyhinde bir ittifak mânâ­ sına gelen bir iş-birliğİ kurmuş ve memleke­ tini de H orasan’a kadar genişleterek Bistânı ve Dâmğan şehirlerine sâhip olmuştu. Nitekim, Özbek hanına gönderilen tarihsiz bir nâme-i hümâyûnda, Kanunî, ‘Ubayd Ailâh Han ile oğlu ‘Abd al-*Aziz Han zamanlarında münâ­ sebetlerin çok dostâne olduğunu bildirmişti ( Feridun Bey, Münşaât, li, 51 ). Daha sonra hükümdar olan 'A bd al-L atıf Han i 1540 — 1552 ) ile de çok samimî ve dostâne münâsebat de bulunan' pâdişâhın, ona gönderdiği 14

cemâziyelevvel 957 ( 3 1 mayıs 1550) tarihli nâ­ mesinden de ( Ferîdûn Bey, I, 606 v.d.) bu mü­ nâsebetler hakkında bllg! edinmek mümkün­ dür : msl. Kanunî Sultan Süleyman, Tebriz se­ feri esnasında Haleb 'de kışladığı sırada ‘Abd al-Latif Han ’ıh bir elçisini kabûl ettiğini, bu elçinin H icaz’a gidip-ğeldiğini bildiriyor ve iki tarafın ittifakı ile İran ’a karşı başarı elde etmek gerektiğini belirtiyordu. Keza, Buhârâ emîri 'Abd al-'A ziz Han ile de dostluğu de­ vam ettirerek 300 yeniçeri ile bir topçu bir­ liğini ona yardımcı kuvvet olarak göndermişti. Müteâkiben Burak Han adı ile anılan ve Abu ’1Hayr ’in torunu bulunan (k rş. D&vel-i islâm i1ye, s. 434) Navrüz Bahâdur Ahmed Han ( cülu­ su 1 5 5 1 ) ile de iyi münâsebetler, onun cülusunu bildiren rebiülâhır 963 (şu bat 1556) tarihli Sem erkand’dan gönderdiği mektubundan (F e ­ rîdûn Bey, II, 80) sonra, devam etti. İki ay sonra ( cemâziyelâhır 963=nisan 1556) elçisi Nizâm al-Din Ahmed Çavuş Bey vâsıtasiyle Buhârâ ’nın fethini padişaha bildirdiği gibi, akrabasından birini ziyaret için İstanbul ’a ha­ reket eden şeyh Muşlih al-Dın Mustafa ile de diğer bir nâme gönderdi (ayn. esr., s. 81 v.dd.). Kanunî bunlara karşılık receb 964 ( mayıs *557 ) ’te E d irn e’den gönderdiği nâme-i hümâ­ yûnda, şeyhin İstanbul ’da bulunan akrabasına riâyet olunduğuna, İranlIlarla bir müsâtaha yapıldığını, fakat İranlılar tarafından Burak Han ’ın memleketine tecâvüz olunmasına rızâsı bulunmadığını, böyle tecâvüz vukubulduğu tak­ dirde durumu kendisine haber vermesini bil­ dirdi (ayn, esr., II, 52, 84 v.d.; Hammer, VI, 68 v.d., 304 v.d ,; Nahbat al-tavârik, s, 47 ). M a c a r i s t a n ve E r d e ! h â d i s e l e r i , m ü z â k e r e l e r v e m ü t â r e k e ( 1 5 5 6— . 1559). A m asya’da Busbecq ve arkadaşları ta­ rafından sağlanan mütâreke, hudutlardaki çar­ pışmalara son verememişti. Avusturya tarafın­ dan Hırvatistan baş-kumandanı Baron Ungnad, Osmanhlar tarafından Toygun Faşa, Hadım Ali Paşa gibi Budin beyler-beyileri ve diğer san­ cak beyleri arasında gerek münferit mübârezeler şeklinde, gerek karşılıklı akınlar olarak tecâvüzler fasılasız devam ediyordu. Bu meyanda Macaristan ’da bâzı kaleler ihtilâf ve mücâdele konusu olmaktaydı. Ezcümle, Avus­ turyalIların büyük bir ehemmiyet verdiği ve stratejik bir mevkî olarak yığınak yaptıkları Szigetvar kalesi, 15 5 6 ’da Budin beyler-beyisr Hadım A li Paşa tarafından başarısız olarak kuşatddı [ krş. mad. ALt P A Ş A —HADIM— ]. Buna karşılık Avusturya kumandanlarından Pallavieini bâzı ufak palankaları ele geçirdi. Diğer yandan Bosna sancak beyi Malkoç-oğtu Ali Bey de Kruppa ve diğer civar kalelere karşı

140

SÜLEfMAN L

harekete geçti, Unna ve Kulpa nehirleri ara­ sındaki havali İle Kostaoicza zaptolundu. Buna benzer hâdiseler devam ederken, 15 5 8 ’de mü­ him bir türk akıncı kuvveti Carnyote k ıt’asıtıda MÖtlİng üzerine yürümüş, bir çok gani­ metler almış, diğer yandan daT ata kalesi, Ustolni sancak beyi Hamza Bey taralından zaptedilmişti ( diğer akınlar ve teşebbüsler hakkındaki tafsilât için bk. Hammer, V, 69 v.d d ), Bununla beraber bu hâdiselere Kanunî 'nin fazla bir ehemmiyet atfettiği söylenemez. Ham­ mer, Avusturya arşivinde bu senelere âit ola­ rak bulduğu pâdişâhın üç nâmesinde de, bu hudut hâdiselerinin bahis mevzuu edilmiyerek bunlarda başka meselelere dâir bilgi bulundu­ ğunu bildirmektedir. İşte bu türlü ihtilaflı meseleleri halletmek isti yen imparator, müte­ madiyen elçiler göndermek suretiyle, aynı za­ manda, Erdet ’in kendisine terki hususunda Kanunî nezdinde gayret sarfetmekteydi. Buna mukabil pâdişâh da, haziran 1556 ’da, Busb ecq ’in A m asya’dan avdetinden sonra, yeni bir nâme-i hümâyûn ve bir fevkalâde elçiyi V iy a n a ’ya göndererek Szİgetvar ’ın kendisine terkini istemişti. Aynı suretle Avusturya el­ çileri A . Verantius ve F. Zay da böyle bir teklifi hâvî bir muhtıra ile memleketlerine dönmüşlerdi. Şevval 964 (nisan 1 557) tarihli nâme-i hümâyûn bu isteği dile getiriyordu. Diğer yandan, Erdel diyet meclisi, bu bölge­ deki karışıklık ve kararsızlığa nihâyet vermek maksadıyle, bir müddet evvel Lehistan ’a kaç­ mış bulunan kıraliçe ve oğlunu 1556 ’da E r­ del ’de iktidarı ele almak üzere dâvet etmişti. Pâdişâhın emri ile Eflak ve Boğdan beyleri, daveti kabul ve pâdişâhın emrine itaat eden kıraliçe îzabelİa ile oğlu Jânos Zsigm ond’u Lehistan’dan alarak Erdel Belgrad ’ına getir­ mişlerdi. Bundan sonra bunlar bu bölgeyi so­ nuna kadar Kanunî ’nin himayesinde idâre et­ mişlerdir. Bu sırada İzabella ’ nin elçisi Bebek İstanbul ’a gelerek, padişahtan bîr taraftan Lîppa ve Tamşvar ’m kendilerine terkini İste­ mekte, diğer yandan da hali hazır vaziyetin devamını istıyen Avusturya elçilerinin gayret­ lerini akîm bırakmaya çalışarak Avusturya aleyhine yeni bir harbi teşvik eylem ekteydi; istediği kalelerin Erdel ’e iâde edilemiyeceği kendisine bildirilmişti. Arkadaşlarının Viyana ’ya gittiği sırada İstanbul ’da bekleyen Busbeeq, Viyana ’dan aldığı yeni talimat muci­ bince, Avusturya ’nin Szİgetvar ’1 terk edemiyeceğîni dıvân-ı hümâyûna bildirdi ise de, Edirne ’de 7 aylık yeni bir mütâreke akdine muvaffak oldu ( 15 5 8 ) ve buna riâyet edilmesi Ferdinand tarafından M acaristan’daki ilgili kumandanlara bildirildi. Ancak 1559 ’da bu

mütârekenin müddeti nihayet bulunca müzâ­ kereler kesildi. Zîrâ, Busbecq ’in, Ferdinand ’ın kendisine nisan 1559 ’da Augsburg ’dan gönderdiği dört muhtelif ahtd-nâme tasarısın­ dan divân-ı hümâyûnca?en uygun şartları ihtivâ ettiği kanâatinin hâsıl' olacağını zannede­ rek sunduğu dördüncüsünün de pâdişâh tara­ fından reddolunması üzerine, muvaffakiyet ümi­ di kalmamış ve avdeti için istediği müsaadeyi de alamamıştı. Nitekim, 8 haziranda padişah ta­ rafından Üsküdar ’da resmen huzura kabul olunmuştu. Bu kabûl esnasında, o, tahrîr şek­ lini muayyen bir şarta bağlamadan sâdece barı­ şın tasdikini taleple İktifa etti ve imparato­ run, imzasını taşıyacak bir anlaşmaya tam bir sadâkat göstereceğini bildirdi. Erdel hudûdunda ihtilâftı mevkiler hakkında, imparatorun İzabella ile bn mevzuda anlaşacağını ve bu böl­ ge hakkında daha şimdiden bütün iddialardan vazgeçtiğini ilâve etti. Fakat, bütün gayretleri neticesiz k a ld ı; Kanunî, Szİgetvar hakkındaki talebinde ısrar etmekte idi. Çok geçmeden -de Busbecq ’in Çemberlitaş civarındaki elçi hanın­ da nezâret altında bulundurulmasını emretti ( tafsilât için bk. Türk mektupları, tür. ger. ; Hammer, VI, 75 v.dd.). Bn sırada pâdişâh nezdine Venedik, Fransa ve Ispanya elçileri gel­ diği gibi, Kanunî de Rus hükümdarına bir mektup göndererek, onu ilk defa olarak Çar unvanı ile anmış ve Osmanlı devleti ile Rusya arasında dostça münâsebetleri hatırlatarak kürk satın atmak üzere M oskova’ya giden Osmanlı tacirlerini tavsiye etmiştir ( krş. Hammer, agn. esr., s. 77). ' Ş e h z a d e B a y e z i d h â d i s e s i ( 1559 — 1562). Kanunî Sultan SÜleyma ’nin âdaletle ve şefkat hisleri ile bağdaşmayan ikinci hare­ keti, diğer oğlu B ayezid ’e karşı vuku buldu. Bu, büyük muhteşem ve kanunî sıfatlarını ta­ şıyan bir hükümdara yakışacak bir hareket değildi. Gerçekten, onun saltanat yıllarının Osmanlı imparatorluğu tarihinin en parlak de­ ’ virlerinden birini teşkil ettiği şüphe götürmez bir hakikat olmuş ve daha sonraki devirlerde klâsik bir çağ, kaybolmuş bir altın devir te­ lakki edilmiş olması bir vakıadır. Ancak, ;bü muazzam görünüşün zıddına, müstakbel dü­ zensizliklerin, iç ve dış gailelerin, gelişi-güzel hareketlerin, İktisâdi sıkıntıların ve yolsuzluk­ ların kaynağı da bu devir olmuştur. İmpara­ torluk camiası bu gidişe karşı umûmî hoşnut­ suzluğunu, evvelâ şehzâde Mustâfa hadisesinde, müteâkiben de şehzâde Bayezid Vak’asmda iz­ hâr etmiştir. XVI. asrın ortalarından itibaren, imparatorlukta, muhtelif sebeplerle baş-gösteren İktisâdi buhran, daha doğrusu İktisâdi şart­ ların değişmesi, mevcut durumdah memnun oL

SÜLEYMAN I.

mayan timarlı sipahileri, bir taraftan köylülerle, diğer yandan kapukatları ile bâzı ihtilâflara sürüklemiş bulunuyordu, İşte bu huzursuzluklar ortasında bir kısım çevreler pâdişâhın artık kocadığı için tahttan indirilmesini ve yerine Mustafa ’nın geçirilmesini lüzumlu görmekte idi. H sttâ bu „müfsitler"den bir kısmı Mustafa ’yı da iknâ ederek teşebbüse geçmek istemiş­ lerdi. Bu harekette husûsiyle Anadolu tımar erbabı, kapukullarınm imtiyazlı durumlarına ve saraylı zümreye karşı, onu kuvvetle destek­ ledikleri gibi, Mustafa ’nın katlinden sonra da, bu gayr-i memnun sınıf şehzade Bayezid et­ rafında toplanmışlardı. Şehzade Cihangir ’ın de ölümünden sonra K anunî’nin tahtına vâris şehzâdelerin sayısı sâdece ikiye İnmişti ve bir süreden beri bu iki kardeş âdetâ rakip vazi­ yette bulunuyorlardı. Şehzade Mustafa ’nın öl­ dürülmesinde âmil olan saray çevresinin, Se­ lim ’den çok B ayezid ’e tarafdar olduğu ve onun veliahdlığını sağlamak için çalıştığı ilk zamanlardanberi sezilmekte idi. Bu temayülde olanların başında Hurrem Suitan ’in bulundu­ ğu görülüyordu. Ancak onun Bayezid ’i tercih etmekle beraber, öz ve büyük oğlu Selim aley­ hinde de cephe aldığı söylenemezdi. Şehzade Selim ’in Nahçıvan seferinde babasının yanın­ da bulunması ve uysal tabiatiyle babası üzerinde müsbet bir te’sir bırakmasına karşılık, Hur­ rem Sultan da, Bayezid üzerine kanat germiş, hakkında duyulan ufak-tefek itimatsızlıkları gidermiş, hattâ, onu K o n y a ’dan daha iyi bir mevki gibi telâkki edilen Kütahya sancağına naklettirmişti. Bayezid, bu esnâda (1558 ) Kü­ tahya ’da Mekke emîri tarafından elçilikle İs­ tanbul ’a gönderilen Kutb ai-Din al-Makki ’yi kabul etmiş ve ona, Haremeyn-i şerîfeyne gön­ derilmekte olan surre-i hümâyûn vesilesiyle, saltanat kendisine müyesser olduğu takdirde, gerçekleştirmek istediği bâzı arzularından bi­ le bahsetmişti. Gerçekten şahsiyeti, kültürü ve yaşayışı itibariyle de onu taht ’a namzet görenler çoktu. Selim ’in Manisa ’da nedimler arasında eğlenceye dalmış bulunmasına karşı­ lık, Bayezid K ü tah ya’da bir irfan muhiti ku­ rabilmişti. Ancak Hurrem Sultan Hn aynı sene zarfında vefatı ile, Bayezid kuvvetli bir hami­ sini kaybetmiş oldu. Bundan sonra ise, Selim ile Bayezid arasında bir çok anlaşmazlıklar çıktı ve her iki şehzadenin tarafdarlarının tu­ tumu da soğukluğu arttırdı. Bu arada, her iki şebzâdeye de hizmet etmiş olan- Lala Mustafa P a ş a ’nın iki kardeşi birbirine düşürmek hu­ susunda bir çok tertip ve fesat hareketlerine giriştiği de iddia edilmektedir. Nihayet bütün anlaşmazlıkları endişe ile tâkip eden ve Selim ’in mütemâdi şikâyetlerinin te’siri ile, kaygulart

141

daha da artan pâdişâh, Bayezid ’e yaptığı ihtar­ ların ve nasihatlerin de bir faydası görülmeyin­ ce, oğulları arasında her hangi bir çatışmayı ön­ lemek maksadıyte sancaklarını değiştirdi. Se­ lim ’i Manisa ’dan Konya ’ya, Bayezid ’i Kütah­ ya ’dan Amasya ’ya, her birine 300.000 ’er akçe terakkî vermek suretiyle, naklettirdi. Aynı za­ manda Selim ’in şehzadesi Murad ’a Akşehir, Ba­ yezid ’in büyük oğlu Orhan ’a da Çorum sancak­ larını tevcih eyledi. Fakat, bu tahvil B ayezid’i memnun etmemişti. Pâyitahttan uzak bir yere gönderilmesini.hakaret sayıyor ve A m asya’ya gitmek istemiyordu. Bayezid’in K ü tah ya’dan aynlmamak için ileri sürdüğü mâzeretleri kabûl et mi yen pâdişâh, bu. şehrin, imârı hususunda pek çok para sarfettiğini ve binaenaleyh nakil için paraya ihtiyacı olduğunu bildirmesine karşı, Kütahya ’dan hareketini büdirir-büdirmez kendisine para gönderileceği cevabını vermişti. Bayezid, bundan spnra da türlü bahane ve mazeretler ileri sürdü ise de, niha­ yet 15 muharrem 966 ( 18 teşrin I. 1 5 5 8 ) ’da Kütahya ’dan hareket zorunda kalan şehzâde, çok yavaş yol alıp, konaklarda lüzumundan fazla kalarak babasının vaadlerini yerine getir­ mesini bekliyordu. Esasen çok kalabalık bir kafile ile hareket eden şehzadeye yol boyunca da bir çok kimseler iltihâk ediyor, kuvveti gittikçe çoğalıyordu. Bu vaziyet karşısında zâten endişe duyan Kanunî, B ayezid’e sözü­ nü geçirebilecek ve onu yatıştırarak bir an önce A m asya’ya gitmesini sağlayacak bir şah­ siyeti onun yanına göndermek lüzumunu duy­ da ve tarafsız hareket etmiş olmak için aynı zamanda şehzâde Selim nezdine de bpşka birini göndermeğe karar verdi. Bu suretle dördüncü vezîr Pertev Paşa ’yi Bayezid ’in, üçüncü vezîr Sokolln Mehmed Paşa ’yı da Se­ lim ’in yanına gönderdi. Gerçekten, Pertev Paşa Ankara ’ya yakın bir yerde Bayezid ’e mülâki olmuş, pâdişâhın, Selim kadar kendisi­ ni de sevdiğini, aradaki anlaşmazlığı kaldır­ mak için bu nakillerin yapıldığını izahta, şeh­ zadeyi az-çofe teskin etmiş ve onun Amasya ’ya gitmek için ileri sürdüğü teklifleri ve ba­ basından istediklerinin hepsinin, yerine geti­ rilmesini taahhüd etmişti. Bununla beraber, baba-oğul arasındaki anlaşmazlıklar ve iki kardeş, arasındaki münâferet ve rekabetler de­ vam etmiş, Kanunî, Bayezid ’in isteklerini ye­ rine getirmekte oyalayıcı bîr yol tutmuş, şeh­ zâde ise, taleblerini gittikçe artırarak âdeta babasını ithâm edercesine sesini yükseltmişti. Bu durum, pâdişâhın Selim ’e daha fazla meyl­ etmesine sebep oluyordu. Bu sırada Lala Mus­ tafa Paşa ’nın, Setim üzerindeki telkinlerinin ve aldığı tedbirlerin de Bayezid aleyhindeki

»4*

SÜ LEYM A N ı.

tutumu kuvvetlendirdiği muhakkaktı. Tarihçi* lere göre, padişaha, şehzade Bayezid ’in gevm lü nâmiyle bir çok eşki yayı başına topladığı, bir takım haydudu kapukulu, sekban ve tüfenkçtyan yazdırdığı ve böylece 20.000 kişilik bir kuvvete sahip olduğu mealinde bir haber de göndererek Kanunî ’nin şüphesini arttırmıştı. Bundan sonra her iki tarafça bir iç savaş ha­ zırlığı başladı. B ayezid ’in, ister saltanat tah­ tını silâh kuvvetiyle ele geçirmek, ister nefsini müdâfaa roaksadtyle olsun, etrafına kuvvet toplayarak bir ordu teşkil etmesi karşısında Selim de harekete geçmiş ve askerî hazırlığa koyulmuştu, Ancak aradaki fark, B ayezid ’in kendi başına hareket etmesine mukabil, Se­ lim ’in, pâdişâhın emir ve müsâadesine göre davranması ve hazırlıklarının tabİatiyle daha sessiz ve pâdişâhın yardım ve direktifleri dâbilinde gerçekleşmesiydi. Pâdişâh, Setim ’in tek başına Bayezid ’e mukavemet edemeyeceği­ ni anlamış, ona, Bayezid gibi sâdece ç ift bo­ zan reayayı değil, harp kabiliyeti daha fazla olan, at kullanıp teçhizatına da mâlik bulunan raİyetten gevm lü yazmasını bildirmiş ve ge­ rekli masrafları karşılamak üzere de 600.000 akçelik bir terakkî ihsân etmişti. Buna rağ­ men Selim ’in asker toplamakta güçlüğe uğ­ radığını öğrenince Konya ’ya yakın beylerbeyiiere kuvvetleriyle birlikte Selim ’in hizme­ tine gitmek İçin hazırlanmalarını emretmişti. BÖyleee Anadolu beyler-beyisi Cenâbî Ahmed Paşa, eyâleti askeriyle Afyonkarahİsar’a, Dulkadır beyler-beyisi A li Paşa Kayseri ’ye gele­ cek, Karaman beyler-beyisi Ferhad Paşa ile Adana vâlisı Ramazan-oğlu P îr î Paşa da S e ­ lim ’in emrine göre hareket edeceklerdi. Bu yolda pâdişâhın fermanını alan daha bâzı idâre adamları da vardı ki, Bayezid .bu suretle Amas­ y a ’da âdeta bir çember içine alınmış bulunu­ yordu. Bu kıskaçtan kurtulmak için şehirden çıktp kuvvetlerini toplayarak Ankara istika­ metine hareket edince, Kanunî, artık Bayezid üzerine yürümenin gerektiği kararına vardı ve Sokullu Mehmed Paşa ile Rumeli beyler-beyi­ si ni de Konya ’ya gönderdi. Pâdişâh, Selim 'e, müdâfaa muharebesini Konya ’da kabûi etme­ sini emretmişti. Aynı zamanda müiti Ebüssu’fid Efendi ’den, âdil bir sultanın evlâtların­ dan birinin İtaatten ayrılıp bâzı kalelere müs­ tevli olması, cebr ile halktan para alması ve asker toplaması hâlinde ve onu bu hareketin­ den başka sûretle çevirmeğe imkân olmadığı takdirde „Cemiyetleri dağılıncaya kadar kıtâle" cevâz olduğu hakkında bir fetvâ aldı. Kanunî, bundan sonra hâdİsâtı daha yakından takip etmek isteyerek, hazîran 1559 ’da otağını Üsküdar ’a kurdurdu. Çok geçmeden Konya

------

W ’da şehzâde Bayezid kuvvetleri ile şehzade S e ­ lim ve pâdişâh kuvvetleri arasında bir savaş vuku buldu ve ikinci günü Bayezid kuvvetle­ rinin mağlûbiyeti ve firârı ile neticelendi. B a­ yezid, oğulları ve küçük bir kuvvetle Am asya ’ya kaçmaya muvaffak oldu. Bundan sonra Ba­ yezid ’in hareketlerinden pişmanlık duyarak pâdİşahdan affını istirham ettiği ve bu mak­ satla Amasya müflisini de İstanbul ’a gönder­ diği görülmekte ise de, pâdişâhın, sözü fi’line uymadığı gerekçesiyle bu âsi oğlunun katli için almış olduğu fetvâyı tatbik etmek iste­ diği, şer-i şerif mucibince de merhamete lâyık görmediği anlaşılıyordu. Bu sebeple S elim ’e Bayezid ’i eie geçirmesini emretmiş, bunun için de ona, münâsip gördüklerine mansıblar tev­ cihi gibi geniş selâhiyetler de vermişti, Sokultu Mehmed Paşa ve Rumeli beyler-beyisi Mustafa Paşa ile birlikte ve babasının emri gereğince, şehzâde Selim Amasya üzerine ha­ reket ettiği sırada pâdişâh da onun kaçması ihtimâli karşısında hudût boylarında bulunan beyler-beyilerine birbiri ardınca hükümler göndererek, şehzâde Bayezid ’in Iran ’a kaçma­ sına mâni olunmasını emrediyordu. Bayezid affını beklerken vaziyetin gittikçe kendi aley­ hine geliştiğini görmüş ve artık A m a sy a ’da kalamıyacağını anlamış olduğundan dört şehzâdesini yanına alarak, Iran ’a doğru hareket etti ( 7 temmuz 1559). Yanında tamamen ken­ dine sâdık mühim bir kuvvet bulunuyordu. Kendisini tâkıp edenler hudûda yakın S a ’d çukuru denilen mevkîde şehzâde Bayezid ’in kuvvetlerine yetiştiler ve aralarında şiddetli bir çarpışma vuku buldu. Fakat onun hududu geçerek Iran ’a ilticâsına mâni olamadılar. G er­ çekten, Revan hâkimi Nizâm al-Din Şab-Kuli, şehzadeyi ta’zim ite kabûi etmiş, duruma Şah T ahm âsp’a da bildirerek, ondan aldığı emir üzerine Bayezid ve maiyetindekileri T eb riz’e uğurlamıştı. Mülteciler orada şah tarafından 24 teşrin II. 15 5 9 'da mutantan bir merasimle kabûi olundular. Kanunî, Şah T a h m lsp ’a bu münâsebetle gönderdiği ilk mektubunda, oğlu Bayezid ’in isyanını, Konya savaşını anlattık­ tan sonra, aradaki dostluğa binâen onun iâde ve teslim edilmesini, aksi takdirde âsi şehza­ deyi yakalamaya me'mûr edilen Osmanlı kuv­ vetlerinin İran topraklarına girmeğe meebûr katacaklarını bildiriyordu. Pâdişâhın endişem T ahm âsp’ın B ayezid ’e fi’i» yardımda bulun­ ması idi. Bunun önüne geçmek üzere her ihtimâle karşı ordunun hudût boylarında kış­ lamasını emretmişti. Diğer taraftan Selim de, Şah T ahm âsp’a aynı meâlde yarı, rtcâ yarı tehdidi tazammun eden mektuplar gönderi­ yordu. Fakat şahın K an u n î’ ye ilk cevabı Bâ-

SÜLEYM AN L

yezid için babasına şefaatte bulanmak yolunda idi. Bundan sonra padişah ile tran şahı ara­ sında bir sürü muhabereler cereyan etmiş ve başlangıçta bu şeiâat, Kanaat ’nin hiddetini az-çok teskin ederek babalık hislerini hare­ kete getirmişse de, sonradan hâdiselerin al­ dığı seyir yüzünden, iki hükümdar arasında âdeta bir pazarlık konusu olmuştu. Zîrâ, Kazvîn 'de Bayezid ’in maiyetinin sebep olduğu bâzı hâdiselerin doğurduğu huzursuzluk ve kuşku yüzünden Şah Tahmâsp da a rtık ' Bayezid ’in, Kanunî tarafından affı husûsunda şefâatte bulunmaktan vaz geçmiş ve onu pâdişâhın elçile­ rine teslim etmek temâyülünü göstermişti. Ferîdûn Bey Münşaât ’ında ve diğer kaynaklarda gö­ rülen karşılıklı mektuplardan anlaşılan son ka­ rar şöyle i d i : Tahmasp ’m ,Bayezid ’in büyük bir meblağ mukabilinde Selim ’in adamlarına teslim edilebileceği hakkındaki mektubuna Kanunî müs­ bet cevap vermiş, Bayezid ve oğullarının tes­ limi karşılığında kendisinin 900.000 ve Selim ’in ayrıca 300.000 altın ödeyeceğini, şehzâdeler mûtemed adamlarla Erzurum ’a kadar geti­ rilecek olursa, bu meblağın orada ödeneceğini ve ayrıca şabın istediği Kars kalesinin de ve­ rileceğini bildirmiştir. Bu bareket Kanunî ’yi şahsı bakımından küçülttüğü gibi, K ars kale­ sinden feragati de Osmanlı devletinin haysiye­ tine yakışmamaktaydı. Bununla berâber Kars kalesi hakkındaki vaad yerine getirilmemiştir. Gerek para meselesi hallolunduktan, gerekse tranlılar ile dost kalınacağı hakkında bir ahid -nâme verildikten sonra. K azvin ’e giden kala­ balık bir beyet şehzade ve oğullarını Tahmâsp ’tan teslim almış ve katilleri hakkındaki hükmü hemen orada infaz etmiştir ( 2 1 zilkade 96 9= 23 temmüz 1562), Bayezid ve oğulla­ rının cenâzeleri Sivas ’a getirildi ve burada defnolundu. Şehzade Bayezid hâdisesi, bâzı İÇ karışıklıklara sebep oldu, bir müddet onun tarafdarlarına karşı mücâdele zorunda kalınıldı, Yevmlü teftişi yapıldı. Bir takım id ârî değişikliklere lüzum görüldü ve bu arada ye­ niçeriler muhafız olarak Anadolu ’ya yayıldı­ lar. Şehzadelerin sancağa çıkarılmaları usû­ lünde de değişiklik yapıldı ( tafsilât için bk. Şerafettin Turan, Kanunî ’nin oğlu şehza­ de B ayezid vak'ast, Ankara, 19 6 1). R ü s t e m P a ş a ’nı n ö l ü m ü v e S e m i z A l i P a ş a ’n ı n v e z î r - i â z a m l ı ğ ı (1561). Kanunî ’nin dâuıadı ve iki defada 15 sene gibi uzun bir müddet vezîr-i âzami bulunan R üs­ tem Paşa, şehzade Bayezid ’in teslimi ile ilgili muhâbereler sırasında ( 12 temmüz 1561.) vefat etti. O, şahsiyeti ve icrââtı ile padişah ve bu devir üzerinde, müsbet veya menfi olarak, de­ rin bir te’sir bırakmış olan iki vezîr-i İzam­

dan biri sayılabilir. H attâ, K anunî’nin salta­ natını, İbrahim ve Rüstem paşaların birbirini itmam eden başlıca iki büyük sadâret devri olarak mütâlea etmek mümkündür. Birincisi nasıl imparatorluğun büyüklük, zindelik ve ih­ tişam devrini temsil etmişse, İkincisi de dev­ let hazînesinin en zengin, askerî kudretinin en parlak bulunduğu zamanın mümessilidir ve bu devir icrââtında pâdişâhın karar ve hare­ ketleri üzerinde en müessir şahsiyet, her türlü hâdisenin seyrinde rolü ve damgası görülen adam Rüstem Paşa ’dır. Msl. Busbecq ’in müşâbadesine göre, keskin ve uzağı görür zekâsı yle pâdişâhın şan ve şöhretini te’siste onun bü­ yük hizmeti vardı. A vusturya elçisi, İstanbul ’da bu vezîr-i âzamin himmeti ve kabiliyeti sâyesinde iç ve dış hazînelerde büyük mikyas­ ta para biriktiğini, hattâ Rüstem Paşa ’nin aieyhdarlarından dinlemişti. Onun devlete ge­ lir temin edebilecek bütün kaynakları harekete getirdiği görülmüştür. Aynı zamanda İstanbul ’un İâşesi ve dîğer mevzûlarda murabahaya meydan vermemek üzere sâltm tedbirler aldı­ ğına dâir vesikalar mevcuttur. Kanunî devrinde Avrupa ile olan İktisadî münâsebetlerde zaman-zaman memleketin aleyhine tezahürler ve başta İstanbul olmak üzere yer-yer gıda dar­ lığı görülmekte idi. Bunun sebebi, Anadolu ve Rumeli ’deki toprak mahsûllerinin memleketin ihtiyacı düşünülmeden hârice çıkması veya kaçırılması oluyordu.. Karadeniz ve Akdeniz limanlarına gelen yabancı gemiler çok defa rayiçten yüksek fiyatla hubûbât alıyor, yerli ve yabancı tacirler marifetiyle anbarlarda bi­ riktirdikten sonra, kendi memleketlerine nakl­ ediyorlardı. Bâzan memleket ihtiyacına kâfi gel* miyen gıda maddelerinin veya bâzı ma’mûl eşyanın gelişi-güzel ihracı, bilhassa, sefer za­ manlarında bu türlü ihtiyaç maddelerinin yok­ luğunu mûcip oluyor, İstanbul ’da ve diğer yer­ lerde İktisadî buhran, hayat pahalılığı ve ih­ tikâr yar sıtılıyordu. Rüstem Paşa ’nin padişaha sunduğu bir arîzadan anlaşılmaktadır ki, o, ken­ di sadâreti devrinde bütün memlekete şâmil bir mes’ele olarak görünen ve hattâ bâzı vezirlerin bile menfaat ve ilgi duydukları bu mevzuda haklı bir hassasiyet göstermekte, Kanunî Sultan Sü­ leyman’ ın dikkatini bu mes’ele üzerine çeke­ rek hububat satışının hiç bir kayda tâbî ol­ madan serbest tutulması hâlinde beliren mah­ zur ve zararlara işâret etmekte idi. Diğer ta­ raftan, Rüstem Paşa ’u n , pâdişâh üzerindeki nüfuzu ve kayın vâldesi ile zevcesi Mihrimah Sultan sâyesinde, hükümdara bâzı yolsuz tu­ tumlarını da kabû] ettirmiş olması, Kanunî devrinin İçtimaî bünyesinde .menfi te’sirler de doğurmuştu. Hakkındaki bir şikâyetten öğ­

144

SÜLEYM AN L

renildiğine göre, E flâk voyvodalarından biri, olsa gerektir; Noradounghian, I, 3 1, Haînmer sadrâzama rüşvet vermek süreliyle, voyvodalı­ ’in türkçe ve latînce nüshalarından bahsetme­ ğı kendisine te’min etmiş, fakat bn yüzden dev­ sini de dikkate alarak, mart 1562 ’ yi göstermiş­ let hazînesi büyük bir zarara uğramıştı. Onun tir ; ayrıca bk. B, A . 38/43 tür. y e r. ; ( h. 944/9 4 5 ), A . 40'45 tür. y er. Fetih-nâme-i Ungurûs, türkçe manzum, Hacı Mahmud kütüp. { Süleymaniye kütüp.), nr. 5345; Tarih-i sefe r-i z a fe r-i Alam an, Kadı-zâde Mehmed kütüp. ( Süleym aniye), nr. 557; ayrıca bk. Agâh Sırrı Levend, Gazavât-nâm eler, Ankara, 1956, bk. fih rist; İstanbul kitaplıkları tarihcoğrafya yazm aları katalogları ( Millî E ğ i­ tim Bakanlığı yayınlarından); Tarik vesi­ kaları ( Millî Eğitim Bakanlığı yayınların, dan ), sayı 1 —15 ; B elgeler ( T T K yayınla­ rından ', sayı 1 —3. Muhiddin b. A lî Cemâlî ’nin T evârik-i  l-i Osman ( Ali Em irî kütüp. yazmaları içinde ), nşr. Giese, Breslau,' 19 22; Ramazan »zâde, N işancı Tarihi ( İstanbul, 1279 ); Rüs­ tern Paşa, Tevârih-i  l-i Osman ( nşr. Forrer, D ie osmaniscke Chronik des Rustam Pascha, (Türkische Bibliothek,Leipzig, 1923, nr. 1 0 ) ; K ara Çelebî-zâde Abdülaziz, Sü leyman-nâme (Bulak, 12 4 8 ); ayn. mil., R a via t al-abrär (Bulak, 12 4 8 ); Ferîdun Bey, M ängaât ’ındakİ ruznâme ( nşr. W. F. A . Behrhaauer, Süleiman des Gesetzgebers Tagebuch a u f seinem Feldzuge nach Wien im Ja h re 953/6 d. H . (W ien, 18 5 8 ); Staatsbibliothek ( W ien), nr. 327 ( nşr. Flügel, s. 293 ) ’deki Müirşaât-ve bâzı vekayi-i Sultan Süleyman Han (Hammer tarafından Ferîdûn B e y ’in. cem ve telfik ettiği 1 1 ciltlik koleksiyonun

sonuncu cildi sayılmaktadır, krş. Selânikî, s. 137 î. Kanunî hakkmdaki muhtelif Şeknâme ’ 1er ve Hüner-n&me. Topkapısarayı ki­ taplıklarında bulunmaktadır ; Bursah Tâhir, Osmanlı m ü ellifleri, bk. fihrist ; Babinger, G O W, bk. fihrist ; Carl G ol İner, Turcica, Die europäischen Türkendrucke des X V I. Jahrhunderts (7507 —1550 ), Bueureşti-Berlin, 1961, I ; Ettore Rosst, Elenco Del Manoscritti Turcht della Biblioteca Vaticana, Vatican (> 9 5 3 ) ; Bosna kanun-nâmeleri için bk. Kanunî 1 Kanun-nâme ( Orijentalni Institut U Sarajevo ), Sarajevo, 1957 ; Ha­ zım Şabanoviç, Bosanski Pasaluk ( Nauçno Druştvo N R Bosne 1 H ercegovine ), Sara­ jevo, 1959; Prilozi, 1958 / 1959, V Ï I I - I X ( Orijentalni Institut U Sarajevo ) ; Sarajevo. i960 ; A saf-nâm e ( nşr. R. Tschudi, Türkische Bibliothek, nr. 12, Berlin, 19 10 ); Osmanlı kanun-nâmeleri ( M T M, İstanbul, 13 3 1, 1 ); Frans, trc. için bk. Petis de la C roix, Canon du Sultan Soleiman //., represantê ä Sultan M urad IV , pour son instruction, ou état politique et m ilitaire tiré des archives les plus secrettes des princes ottomans et qui ser­ vent pour bien gouverner leur empire ( Pa­ ris, 1735 ); Canoun-name ou édits de S u l­ tan Soliman concernant la police de l ’Egypte (D ijon ,ts.); Nouveaux Contes turcs et ara­ bes (P a ris, 1 7 8 1 ) ; Hammer, D es Osmanisehen Reiches Staatsverfassung und Staats­ verw altung ( Wien, >8t5 ) I —11 ; A lbérî, R elazioni, I—IV ; Busbecq mektuplarının diğer nşr. Forstera-Daniell, The L ife and letters o f O gier Chiselin de Busbecq (London, 1881 ); Seyahat arkadaşı Hans Dernschwam, Tagebuch, nşr. Babinger (München-Leipzig, 19 2 3 ); Leundavius, Neme Chronika Tür­ kischer Nation ( Frankfort, >590); Boissard, Vitae et Icones Sultanorum Turcicorum ( Frankfort, 1596 ); Zinkeisen, Geschickte des Osmanischen Reiches in Europa (Gotha, >854 ), II—111 ; Kupelwieser, D ie K ä m p fe Os­ tereichs mit den Osmanen vom Ja h re >525— >537 (W ien, 18 9 9 ); J°r g a , Geschickte des osmanischen Reiches ( Gotha, 1909 ), II—III ; Harold Lamb, Suleiman The M agnificent, Sultan o f the East, New York ( 19 51 ); F a ir­ fax Downey, Kanunî Sultan Süleym an, türk.‘ trc. Enis Behtç Koryürek (A nkara, >950); Renzo Sertoli Salis, Muhteşem Süleym an, türk. trc. Şerafettin Turan ( Ankara, 1963 ); Î. H. Uzunçarşılı, Osmanlı tarihi ( T T K yayını), II, 2. baskı (A nkara, 19 6 4 ); A r­ mand Baschet, La diplom atie Vénitienne au X V U siècle ( Paris, 1862 ) ; Kâmil Paşa, Tarih-i siyâsî-i devlet-i Osmaniye (İstanbul,

SÜLEYMAN I. -

1325 ); Ahmed Refik, Sokullu Mehmed Pa- j y a ; a y n. mit., Kadınlar saltanatı-, ayn. mil., A lim ler, san’alkâr/ar ; Mehmed Zekî, Mak­ tul şehzâdeler ( İstanbul, 13 3 6 ); Mustafa Akdağ, C elâl! isyanları, 1550— 1603 { A n­ kara, 1963 i; vou Hanna Sohrvveide, Der Sie¡t der Safaviden in Persien and seine Rückvıirkungen an} dîe Şehitten Anatoliens im 16. Jahrhundert ( Der İslam, Berlin, 1965, XLI )i Midhat Sertoğlu, Muhtevâ bakımın­ dan başvekâlet arşivi (A nkara, 1 953) ; P. W ittek, Notes sar la Tugkra ottomane (Tughra de Sulayman l* r ), Bruxelles, 1948; Atsız. İstanbul kiitüphânelerinde tanınma­ mış Osmanlı tarihleri ( Türk kütüphaneciler derneği bülteni, Ankara, 1957, VI, sayı I —2 )¡ Robert Anhegger, E yyû bi ’ nin menâkib-i Sultan Süleym an ’1 ( Tarik dergisi, *949 , 1/1 ); İsmail Soysal, Türk-fransız diplomasi münâ­ sebetlerinin ilk devresi ( Tarih dergisi, 1953, III, S v.d.); Mehmed Süreyya, S icill-i osmânî ; Hüseyin Gazi Yurdaydın, Bostan Un Sü/eyman-nâmesi { Belleten, »955 ; XIX ); HomanSzekfü, A M agyar Törtenet (Budapest. 1939 ), İH ; Fekete Lajos, Budapest A TörSkkorban (Budapest, 1944 ); Oláh Miklós, Compendiarium suae aetatis ehronicam, 1464— 1555 ( Mo­ numento H ungariae Histórica, Scriptores se­ risin d e); Brodarics Istvân, D e conflictu Hungarorum cum Turcis ad Mohacz Verissima descriptio,{ Krakko, 1527 ); Brutus, R e­ rum Hangaricarum libri X X , 1490— 1552; Forgach Ferenc. De statü republicae Huncaricae Ferdinando, Johanne, Maximiliano regibus ac Johanne secundo principe Tran­ sylvania commentarii ( 1540— 1572 ); Verantius, De rebus gesiis Hungarorum ab in elinatione regni historia ( Monumento H unga­ riae Histórica, Scriptores serisin d e); Istuánffy Miklós, Historia R eg n i H ungariae 1490 — 1606, muhtelif neşirleri; Fekete Lajos, Egy vidéki TörSk ur otthoma a X V I szâzadban ( A M agyar Tudomânyes Akademia N y e lv és irodaiomiudomûnyi osztâlyânak KÖjlemenyei, XV, sayi I —2 ; Fekete Lajos, M agyarsâg, TSrokség : Két vilâgn ejet B a jv iv ö i, Bu­ dapest, 1947 ); Tayyib Gökbilgin, X V .— X V I. asırlarda Edirne ve Paşa liv â s ı( İstan­ bul, *952 ); ayn. mil., Kanunî Sultan S ü ­ leyman devri başlarında Rumeli eyâleti, livâiarı, şehir, ve kasabaları { Belleten, 1956, X X , 78); ayn. mil., Rum eli ’de Y ürükler-Ta­ tarlar ve Evlâd-t Fâtihân ( İstanbul, 1957 )! ayn, mil., X V I. asır başlarında K ayseri şehri ve livası (Zeki Velidi Togan armağa­ nı ); ayn. mil., X V I. yüz y ıl başlarında Trab­ zon livâsı v e doğu Karadeniz bölgesi (B e l-

SÜLEYMAN II.

*55

ten, 1982, XXVI ) ; ayh. mil., X V I. asır or­ talarında Osmanlı devletinin Tuna havzası ve Akdeniz siyâsetleri, bunlar arasındaki alâka ve irtibat, muhtelif veçheleri ( D T C F dergisi, 1955 , XIII, 4 ) ; ayn. mil,, X V . ve X V I, asırlarda eyâlet-i Rûm ( Vakıflar dergisi, 1965. VI ) ; ayn. mil.. Kanun! Sul­ tan Sü ley m a n ’ın Macaristan v e Avrupa siyâsetinin sebep ve âm illeri, geçirdiği sa f­ halar ( Kanuni ’nin 400. ölüm yıl dönümü semineri, T T K y a y ın ı); Şerafettin Turan, Osmanlı teşkilâtında hassa mimarları ( D T C F . Tarih araştırm aları dergisi, 1963, I, 1 ) ; ayn. mİ!., 1560 tarihinde Anadolu ’da yiyecek m addeleri fiyatların ı gösteren bir ¡ran elçilik hey’eti m asraf d e fteri ( D T C F dergisi, 1965. XXII, 3 v.d.); Herbert Mel zig, Büyük Türk Hindistan kapılarında ( İstanbul, • 9 4 3 ); Faruk Sümer, Osmanlı devrinde A na­ dolu ’da K ayılar ( Belleten, 1948, X I I ); ayn. mil., Çukurova tarikine dâir araştırmalar (XVI. yüzyılın ikinci yarısına kadar ) ,D T C F Tarih araştırm aları dergisi, 1963, I, 1 ; Robert Anhegger, Beiträge zur Geschichte des Bergbaus im Osmanischen Reich, Euro­ päische Türkei ( İstanbul, 1943 '• I, * ( Zürich,

*944 )•

( M. T A Y Y İB G öK BÎLG İN .)

S Ü L E Y M A N II. ( 1642—*691), O s m a n l ı p a d i ş a h l a r ı n d a n olup, Sultan İbrahim ’in, Sâlİha DİIâşûb Sultan ’dan [ bk. mad. V A ­ LİDE SULTAN ] doğan ortanca oğludur. *5 sa­ fer 1 0 5 2 ( 1 5 nisan *642) tarihinde dünyaya gelmiş ( Haşan Vecîhî, Tarik. Hamidiye kutup., nr. 9*7, var. ı8*>; Mustafa Naîmâ, Tarih, İs­ tanbul, *280, IV, 10. Doğum tarihi, Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Zübde-i vek a y i’ât, E s ’ad Efendi kütüp., nr. 2382, var. 2 io b ’de 14 muhar­ rem ; Mehmed Süreyya, S ic ill-i osmânî, I, 44 ’te 25 safer 1052 olarak gösterilmiştir ); sün­ neti, 14 şevval 1059 ( 2 1 te ş r in i. 16 4 9 )'da başlayan ağabeysi Mehmed IV. ’in sünnet dü­ ğünü sırasında, pâdişâh ve diğer iki küçük kardeşiyle birlikte icrâ edilmiştir ( Vecîhî, ayn. esr., 358; Karaçelebî-zâde Abdütâziz Efendi, Ravzat al-abr 3 r zeyli, Üniv. kütüp., nr. T Y 3272, var. 38b; Naîmâ, IV, 450). Büyük Vâlide Kösem Sultan ’m devlet ida­ resi üzerindeki te’sirine karşı, Mehmed IV. ’in annesi Turhan Sultan ’m, harem ağalarına da­ yanarak te’sis ettiği nufuz, iki vâlide arasın­ daki rekabetin gittikçe artmasına âmil olup, ni­ hayet Kösem Sultan ’1 ocak ağalarını kışkırtarak Mehmed IV. ’i hal’ ve şehzade Sü^ym an ’1 iclâs teşebbüsüne sevk etmiştir. Büyük validenin Sü­ leyman ’1 tercihi, şehzadelerin büyüğü olması sebebine değil, annesi Dilâşûb Sultan ’tn „safdil" ve „meezub—meşrebliği" dolayısiyle vâlidelik

>5«

SÜ LEYM AN II.

mevkiinden faydalanarak devlet idaresine hâ­ kim olamayacağı düşüncesine dayanıyordu. An­ cak Kösem Su ttan’ıs giriştiği bu teşebbüs ha­ yatına malolmuş ve Turhan Sultan ’ın hâkim mevkie-gelmesine yol açmıştır ( 16 ramazan » 0 6 1= 2 eylül 16 5 1; bk. mad. KÖSEM S U L T A N ), Bu teşebbüsten iki sene sonra muhtemelen bir emniyet tedbiri olmak üzere, şehzade Süley­ man ve kardeşleri Topkapısarayımn Şimşirlik dâiresine kapatılarak, velîahd şehzadelerin Meh­ med III, ’den beri mütesellimler! vâsıtasıyla sancak tasarruf etmeleri usulüne son verilmiş­ tir. BSylece, pâdişâhların oğul ve kardeşleri, her türlü unvan ve me’mûriyetten mahrum, âdeta mahbus menzilesine indirilmiş oluyor­ du ( J. v. Hammer, D evlet-i Osmaniye tariki, trc. Mehmed A tâ, X , 221 ). Bu tedbirin ittihâ­ zından 3 sene sonra, 25 ramazan 1066 ( 17 temmuz 1656 ) ’da, başda şeyhülislâm Hoca-zâde Mes’ud Efendi olmak üzere, sâbık sedâret kaymakamı, Dilâşûb Sultan kethüdası ve di­ ğer bazıları pâdişâhı hal’ ve ikinci şehzâde Sü­ leyman ’1 iclâs töhmetiyle tâkibata uğradılar. Hoca-zâde ve Haydar Ağa-zâde menfalarına giderken yolda idam, diğerleri İstanbul ’da katledildiler. Ancak yeniçeri kethüdası, Vâlide Sultan nezdinde yapılan şefaat üzerine, Mihalic ’e nefyedilmekle kurtuldu (V ecîh î, 50b; Naîmâ, V I, 190— 199; Silâhdar Fm dıklılı Meh­ med Ağa, Tarih, İstanbul, 1928, I, 5 3 ; Karaçelebî-zâde, ayn. esr., var. 116« v.d. ’da, Mes’ud Efendi ’ye yapılan isnâdm, siyâsî rekabetten doğan bir iftira olduğunu, müftinin devlet idâresine olan aşırı müdâhale ve desiselerinin felâketini hazırladığını ifâde eder ). Şehzâde Süleyman ’ m İstanbul sarayındaki mahbûsiyetinîn, Mehmed I V .’in pek sık vuku bulan Edirne seferleri dolayısiyle, Edirne sa­ rayına intikal ettirildiği anlaşılmaktadır. Bu cümleden olmak üzere, pâdişâhla berâber Edirne ’de bulunan Vâlide Sultan 'ın 20 mu­ harrem 1076 ( 26 temmuz 1665 ) ’da İstanbul *a avdeti sırasında beraberinde şehzâde Süley­ man, Ahmed ve Selim ’in de bulunduğu bilin­ mektedir ( Silâhdar, I, 384; A bdî Paşa, Vekayinâm e, Topkapısarayı, Koğuşlar kütüp., nr. 9 15, var. 64b’de şehzadelerin refâkatde bu­ lunduğu tasrih edilmiyor ). Kezâ, Kamaniçe se­ ferinden dönüşde pâdişâh, vâlidesiyle birader­ leri, Süleyman ve Ahmed ’i Edirne ’ ye dâvet etm iş; kafile, ikinci vezîr Musâhib Mustafa Paşa muhâfazasında olarak Edirne ’ ye yaklaşırken Mebmed IV. tarafından karşılanmıştı ( 16 ra­ mazan 1083 = 5 kânûn II. 16 73; Silâhdar, I, 623; krş.^ A bd î Paşa, ayn, esr,, var. »24»). Çebritı seferine çıkılırken de, İstanbul muha­ fazasına bırakılan Nişancı A bdî Paşa ’dan baş­

ka, tahsisen Vâlide Sultan ile şehzade Süley­ man ( II.) ve Ahmed ’i muhafazaya kubbe ve­ zirlerinden , İbrahim Paşa, me’ mûr edilmişti ( 2 1 muharrem 1089 = 14 mart 1687 ; Silâhdar, 1, 6 71). Yine ikinci Rus seferi dolayısiyle. pâ­ dişâhın avlanarak Edirne ’ye hareketi sırasın­ da, Vâlide Sultan *ın, beraberinde şehzâde Sü­ leyman ve Ahmed olduğu hâlde, yedinci vezîr Köprülü-zâde Fâzıl Mustafa Pa$a ’nin muhafa­ zası altında Edirne ’ye götürülmesi takarrür etmiş; 20 şevval «091 ( 12 teşrin II. l6 8 o ) ’de Dâvudpsşa 'dan hareket eden kafile, 29 şev­ val ( 21 teşrİD 11.) ’de Edirne ’ye varmıştır. E r­ tesi sene Ruslarla musâlaha akdedilmekle pâ­ dişâh İstanbul ’a dönmüşse de, vâlidesi ile bi­ raderlerinin, Edirne ’deki ikameti devam et­ miş; Fâzıl Mustafa Paşa, altıncı vezîr sıfatiyle, yine muhafaza hizmetine me’mûr edilmişti (2 rebiülevvel 1092 — 22 mart 1 681 ; Silâhdar, 1, 734, 738 ). Viyana seferi dolayısiyle Mehmed IV. tekrar Edirne ( 3 kânûn I. 1682) ’ye. ora­ dan da B elgrad ’a gitmiş, bozgunu müteakip E d irn e’ye dönmüştü. Bu sebeple Vâlide Sul­ tan ile pâdişâh biraderlerinin Edirne ’de ika­ meti, bu defa hayli uzun sürmüş olmalıdır. Viyana hezimetini tâkip eden büyük felâ­ ketler ve başta Budin olmak üzere bir çok mühim beldelerin kaybı karşısında Mehmed I V .’İn kayıtsız tavrı ve zamanla şiddetlenen av iptilâsı, pâdişâh aleyhinde gittikçe artan bîr memnuniyetsizlik havası doğurmuş [ bk. mad. MEHMED IV.]; nihayet, Macaristan ’m büs­ bütün kaybını mûcib olan Mohac mağlûbiyeti üzerine, ordu ayaklanarak vezîr-i âzam Süley­ man Paşa ’yı firara, kaymakam seçtikleri Köp­ rülü Mehmed Paşa ’nin dâmadı Abaza Siyavuş P a şa ’ yı sadrâzam olarak tanımağa pâdişâhı mecbur etmişlerdi. Yeni sadrâzam, şeyhülis­ lâma kol ağaları ağzından gönderdiği mektupta. Mebmed IV. tahtda kaidıkça askerin gönül bir­ liğiyle bir iş görmeyeceğini, şer’in gereğini yerine getirmek üzere İstanbul ’a gelinerek pâ­ dişâhın hal’i vc ortanca biraderi Süleym an’ın îclâsı hususunda ittifak edildiğini bildirmiştir (Silâhdar, II, 281 ). Mehmed I V .’ in avdan fe­ ragati ve âsilerin her türlü isteklerini yerine getirmesi, ordunun İstanbul üzerine yürümesini önleyemeçti. H ai’inin k afileştiğin i hisseden pâ­ dişâh, son defa olarak sadrâzamdan, oğlu Mus­ tafa ( 11.) ’nin iclâs edilmesini istemişse de, S i­ livri ’ye gelen Siyavuş Paşa, ocak ağalan ve zorbaları toplayıp ertesi gün ( 2 muharrem *°99 )> Mehmed IV. ’in bal’i ve şehzâde Süley­ man ’ın iclâsında ittifak olunduğunu bir mah­ zarla tesbit ederek, mahzarı İstanbul kayma­ kamı Fâzıl Mustafa Paşa ’ya gönderdi. O ak­ şam bâzı ulemâ ve ocak ihtiyarlarını mahzar-

SÜLEYMAN II.

fv dan haberdar ederek, muvafakatlerini alan kay­ makam paşa, ertesi Sabah ( 2 muharrem) dev­ let erkânı, ulemâ ve ocak ihtiyarlarını A yaS ofya'da toplayarak ordunun irâdesini tebliğ ve hazır bulunanları ilzam ettikten sonra, çavuş-başını, kapu ağası Hacı İbrahim A ğa ’ya göndererek, iç oğlanlarını zapt, tahtı Bâbüssaâde önüne koydurup, şehzade Süleyman ’ı hazırlamasını tenbıh etti. Kapu ağası, padişa­ hın, bütün iç oğlanlarına feth-i Ş erif okuma­ larını emrettiğini ilân ederek kapıları kapattı; „ayak divanı vardır" diye tahtı hazırlattı. Sü­ leyman ’ı mahbus bulunduğu Şimşirlikten çıkar­ mağa me’mûr dârüssaâde ağası A li A ğa, bü­ tün vüzerâ, ulemâ ve ocaklının bl’at için teş­ rifine hazır olduğunu bildirince, şehzade, ha­ yatına kastedildiğini vehmederek, kırk yıldan beri her gün ölüm korkusu çekmedense bir kerre Ölmenin evlâ olduğunu söylemişi dâ­ rüssaâde ağası, şehzade Ahmed ( 11.) ’in de yar­ dımıyla Süleym an’ı güçlükle iknâ ederek b î’at merasimine götürmüştür. A yasof ya ’dan gelen devlet erkânı, ulemâ ve ağaların bî’atmdan ve Sultan Mehmed İV, ’in Süleyman ’ in çıktığı yere hapsedilmesinden sonra, cülus keyfiyeti şehirde ilân edildi (2 muharrem 1099 = 8 teş­ rin II. 1687 cumartesi; Siiâhdar, II, 295—298; Defterdar Mehmed Paşa, ayn. esr., Hamidiye kutup., nr. 949. var. 149)); Mehmed Râşid, Ta­ rih, İstanbul, 1282, II, 2 v.d.ı. Cülusun ikinci günü Valide Sâliha Dilâşûb Sultan merasimle Eski saraydan Yeni saraya getirilerek kendisi­ ne i n’âmlar verildi (Valide S u lta n ’a verilen in’am hakkındaki hatt-ı hümâyûn, Topkapısarayı arşivi, E . 7003/18 ). CülÛs keyfiye.ti eyâ­ letlere bildirildiği gibi, Mekke şerifine, Kırım banına, Er del kıratlığına da mektuplar gönde­ rildi. Fransa, İngiltere ve Felemenk hükümdar­ larına ise, yine ihbar için nâme-i hümâyûn ile kapuculardan olup, vezîr-t âzamin akrabasından Yeğen Ahmed A ğa gönderildi ( Hammer, H is­ toire de l ’Em pire ottoman, trc. J.-J. Hetlert, Paris, 1838, XII, 246 v.d,). Vezîr-i âzam Siyavuş Paşa, Çırpıcı çayırın­ da konaklayıp bir kaç gün kalarak, ulufelerini ve­ rip, kapukuiunu dağıtmayı düşünmüştü. Ancak kolağalan -ve zorba-başıları askeri tahrik ile sadrâzamın otağını basıp, cebren kaldırarak İstanbul’a getirdiler. 5 muharrem ( t l teşrin II.) günü merasimle şehre giren Siyavuş Paşa, sancak-1 şerifi pâdişahu teslim etmekle sadâ­ rette ibka ve bir yolunu bulup eşkıyayı dağıt­ mağa me'mûr edildi. Diğer taraf dan verdikleri sözde durmayan zorbalar çarşı ve pazarı soy­ mağa, yağma ve tecâvüzlerde bulunmağa baş­ lamışlardı. Sipahiler, 7 muharremde Atmeydanı ’uda toplanarak birikmiş olan ulufelerinin

*57

verilmesini istediler. Sadrâzam, 5 „k ist“ mevâcibin birden ödenmesine imkân olmadığını, peyderpey tevzi olunacağını ifâde etti. 12 mu­ harremde ( 18 teşrin II.) yeniçeri ve sipahiye yalnız mevâcib çıkarılması ( mevâcib ¡çtn veziri­ azamın iç hâzineden verilmesini istediği 200 kesenin defterdara teslim olunduğuna dâir ha­ zîne kethüdâsmın a rz ı: Topkapısarayı arşivi, E. 7004/22), her iki zümrenin ertesi gün A t. meydanı *nda toplanarak cütfis bahşişi, terakki, „gulâmiyye“ ve „veledeş" verilmesinde ayak diremelerine yol açdı. 14 muharremde vezîr-i âzam sarayında yapılan müşaverede Siyavuş Paşa, iç ve dış hazînede akçe olmadığından, sipahinin verilmesinde ısrar ettiği cülûs bah­ şişinin ödenmesine imkân bulunamadığını, bah­ şiş yerine terakkilerine bir akçe zamma râzı olmazlarsa istifa edeceğini bildirdi. Hazır bu­ lunanların rızâsına rağmen, zorbaların tahri­ kiyle asker, bahşiş ve terakki verilmesini; 1$ muharremde ise, dârüssaâde ağası, Fâzıl Mus­ tafa Paşa, baş defterdar, yeniçeri ağası ve kul kethüdasının azlini ısrarla talep ettiler. Ancak yeniçeri ağası değiştirilip ulfife'erinin tamam­ lanması, bahşiş ve terakkilerinin verilmesi va’d olunarak dağılmaları te’ min edilebildi. Fakat ulûfeteri temâmen ödemek ve cülûs bahşişi vermek için hazînede para bulunmadığından, vezîr-İ âzamin telhisi üzerine, iç hazîne ve ki­ lerde ne kadar altın ve gümüş evâni, kılıç, gaddâre v. b., para basılmak üzere darbhâneye verildi t bozulan altın ve gümüş evâni ve kı­ lıçların mülredâtı için bk. Topkapısarayı ar­ şivi, D. 110 8 , var. 2»—lo

Siyavuş Paşa ’ya bat gönderdi. O da mührü zorbalar elinde âlet olan şeyhülislâma teslim etti (2 7 rebiüiâhır —29 şubat). Siyavuş Paşa, tâbilerine başlarının çâresine bakmaları için izin vermekle, ertesi gün, kana susamış zorba­ lar, sarayına dâhil ve kendisini müdâfaada ce­ lâdet gösteren P a ş a ’ yı kati ve sarayını yağma ettiler. Mühürle berâber şeyhülislâmı ve Rum­ eli kazaskerini yanlarında tutan zorbalar artık tamimiyle vaziyete hâkim olmuşlardı : A ğalık ­ ları kendi aralarında p aylaştılar; umûm ağzın­ dan yazdıkları defteri, padişaha gönderdiler; arzuları kabül edilip hil’at giymek üzere sa­ raya dâvet olununca da, gitmeyeceklerini, bun­ ları kaymakam paşa sarayında giyeceklerini bildirdiler. Uzayıp giden bu hâdiselerin halk vicdânındaki aksi „sancak vak’a sı" ’um znhûhuruna sebep oldu: O gün (28 rebiüiâhır —t mart ), dükkânlar açılmış, zahirî bir sükûnet hâsıl olmuştu. Bir eşkiyâ güruhunun Yağlıkçılar çarşısını yağmaya başlaması üzerine, esnaftan Yağlıkçı Em îr, zorbalardan zulüm gören halkı intikama dâvet etti. Esnaf sür’atle dükkânla­ rını k ap attı; her sınıf halkın dâhil olduğu bü­ yük bîr kalabalık saraya yürüyüp. Orta kapı­ ya gelerek, pâdişahdan, eşkıyayı kırmak üzere sancağ-ı şerifin çıkarılmasını istedi. Vüzerâ ve ulemâ saraya dâvet olunup yapılan meşve­ rette, sancağın çıkarılıp, kapı üzerinde iki kule arasına dikilmesi kabûl edildi. Müslüman olanın sancak altında toplanması, gelmeyen­ lerin kâfir sayılacağı hakkındaki fermanın her tarafta ilânı, şehirliyi kırmak üzere Süteymânîye meydanında toplanan 500 kadar zorbayı şaşkına döndürdü. Sekbân başı, kul kethüdası ve ocak ihtiyarları, eski odalar halkı pâdişâ­ hın emrine itâat ettiler. Zorba-başıları karar­ sızlık içinde kalm ışlardı; Önce, mühim me’mûri yetleri paylaşmağa k alktılar; sonra, pâdişâhı indirip küçük kardeşi Ahmed ’i veya Sultan Mnstafa ( II.)’yı tahta çıkarmağı düşündüler; bazıları, bütün şehzadeleri öldürüp, Kırım ha­ nını getirmeyi teklif etti. Padişah tarafından bir kaç defa istenen mührü vermediler. Diğer taraftan pâdişâh, halkın tebdil hususundaki arzusuna uyarak, kaymakam İsmail Paşa ’yı vezîr-i âzam, Debbağ-zâde ’yi şeyhülislâm tâ­ yin etti. Zorba-başı! ar dan Haeı A li A ğ a ’ya Bosna eyâleti, Deli P ırî ’ye Bnrsa, Tekeli A h ­ med A ğ a ’ya Karesi sancakları verilip derhâl vazifeleri başına gitmeleri emrolundu. Key­ fiyet tebliğ edilince, yanlarındaki eşkiyâ da­ ğılıp yalnız kaldılar. Deli P îr î ve Tekeli firâr edip, Haeı A li A ğa, ocakta~bir nefer olarak kalmağa razı olduğunu ifâde etti. Mâzûl müfti Seyyid Feyzullab Efendi, mührü ge­ tirip teslim edince. Mehmed I V .’e taraftar ol-

*

SÜLEYMAN II.

>59

mak töhmetiyle vatanı Erzurum ’a sürüldü. hafızlığı verilmiş ( 19 muharrem 1099 ) ; San­ Halkın temsilcisi Atpazarlı Seyyid Osman cak vak’asından sonra, 16 cemâziyeievvel ( 18 Efendi ’nin şevkiyle has odadan müezzin Bos­ mart 1688} *de yapılan meşverette vezir-i âza­ nalı Haşan A ğa ’nin yeniçeri ağası tâyini, halk min bu sene İstanbul ’da kalıp eşkıya fitnesini ve yeniçeri tarafından kabul edilince sükûnet tamâmen bertaraf, serbadler mühimmatını ihte’essüs e tti; fakat sancak kapıda kaldıkça zâr ettikten sonra gelecek sene sefere çıkması halk dağılmadığından, saray, kapıkulu tarafın­ kararlaştırılarak, Yeğen Paşa da Engürüs serdan muhafaza altına alındı. Ertesi gün ( 29 darlığına getirilm işti. Ancak, sefer bahanesiyle rebiülâhır = 2 mart ), yüzbini mütecaviz halk, Rumeli eyâletini haraca kesip, reâyâya pek saray meydanını ve civârını doldurup, bölük- çok zulümde bulunan Osman Paşa, tenkil edi­ başıları istemediklerini bildirdiler. Zorba bö- len eşkıyadan, canını kurtarıp yanına gelenle­ lükbaşı ve yardımcılarının öldürülmelerine fet­ rin de telkiniyle cür etini daha da artırarak, va alınıp, mucibince ferman sâdır olduğu, mal düşmana karşı çıkabilmek için kendisine sanve canlarının emniyetine bütün ulemânın kefil cağ-l şerifle mührün gönderilmesi; kethüdâsına bulunduğu müfti tarafından bildirilince, halk da Karaman beyler-beyiliği verilerek Anadolu mutmain olarak dağıldı. E şkıya her tarafta ’dan tevend celbini istedi. Kendisinden ve tai­ takip ve te’dib edildi. Nihayet 3 cemâziyelev- fesinden bir fayda te’ min edilemeyeceği mütâvel J099 ( 5 mart 1688 ) ’da Hacı A li A ğ a giz­ bazasiyle katline fetvâ alınıp, Osman Paşa lendiği yerde yakalandı, Kapı-arası ’nda boğdu­ ’mu Kosova ’dan Filibe sahrasına geldiği ha­ rulup, tarafdarları cezalandırıldı. Böylece dört ber alınınca da, kendisine Bosna eyâleti veri­ aydır devâm eden, zorba tahakkümü devresi lerek sür'atle yeni vazifesine gitmesi, muhale­ sona ermiş oldu , Silâhdar, II, 325—349). fet ederse, adamları ile birlikte kılıçtan geçiri­ Hükümet merkezi bu hâdiselerle çalkala­ leceği bildirildi ve Engürüs serdârı Hazinedar nırken serhad muhafızlarından, ulûfesizlik ve Haşan Paşa ile Özi muhafızı Mustafa Paşa ’ ya açlık feryattan île kalelerin teslim olduğuna bu hususta emirler gönderildi; ayrıca Bosna dâir felâket haberleri geliyordu. Btı cümleden ’ya kadar bütün Rumeli ’den asker toplanıp olarak, Avusturyahlar tarafından etrafındaki Salahor Süleyman P a ş a ’nın seraskerliğiyle köylerin boşaltılmasiyle her türlü muvasala ve Yeğen P a ş a ’nin tenkili kararlaştı (20 cemâzizahire te’mİninden mahrum olan Eğri [b. bk.] y e lâ h ır= 2 i nisan). İsmail Paşa, sadârete ge­ müdâfîleri, açlıktan büyük bir kısmı kırıldık­ lince, A n ad olu ’daki zorbaların da izâlesini tan sonra, emânla kaleyi General Caraffa ’ya tâmim etmişti. Bu emre uyutarak Ankara hal­ teslim ettiler (8 safer 1099— 14 kânûn I. 1687; kının eşkiyâyı te’dibi, C elâli Yeğen Paşa ’nin Silâhdar, U, 315 v.d .; Râşid, 11, 32 v .d .; Ham­ tabilerinden Ankaralı Gedik Mebmed Bölük mer, XII, 252 ). E ğri ’yi takiben Lipva ( L ıp p a ) başı taifesiyle berâber A n k ara ’ yı muhasara kalesi de mezkûr generale „vire“ ile teslim ol­ edip Eskişehir tarafına çekilerek zulmünden du ( Silâhdar, II, 316 v.d.). Bu iki kaleyi müte- şikâyetçiler gelmekle, sarıca ve sekbanların âkıp Thököty İmre tasarrufunda olan şimalî nerede bulunurlarsa katledilmeleri hakkında K a rp a tîa r’daki Munkacs ile, Sava ’nin cenup fetvâ ve emirler gönderildi. Eşkıya her ta­ ve şimâiindeki Derbend ve Gradişka kaleleri raftan sürülüp, imha edilmek üzere iken, müfA vusturyahlar; orta Yunanistan ’daki İstefe ti Debbağ-zâde, hoca-i pâdişâhi ve dârüs( Thebai ) ile cenûbî Bosna ’daki Kniu ve civa­ saâde ağası müttefikan, te’sir altında kalmağa rındaki diğer bâzı kaleler Venedikliler eline müsait pâdişâh üzerinde telkinde butunarak geçti. Cemâziyeievvel başlarında ( mart 1688 ) mührün İsmail Paşa ’dan alınıp Tekirdağlı serhad..-kalelerinden gelen arzlarda üç yıldır Bekri Mustafa P a ş a ’ya verilmesini te'min et­ ulûfe ve zahireleri verilmediği, açlığa taham­ tiler ( 1 receb = 2 m ayıs). Levend taraf darı mülleri kalmadığı, bir kaç gün daha ihmâl edi­ ümerâ ve pâdişaha yakın olanların te’siriyle, lirlerse kaleleri terk edecekleri bildiriliyordu. ,,nefîr-i âm" askerinin dağılmasına emir veril­ Devlet hazînesinde nakid bulunmadığından di. Gedik Bölükbaşı ’ya Sivas eyâleti tevcih hasahur hazînesinden seçilen altın ve gümüş olundu. Yeğen Osman Paşa ’nin da cürmti takımlardan para kesilerek mümkün-mertebe affolunup, te’dibine me’ mûr askerin dağılması ulûfe yetiştirilmeğe çalışıldı ( Silâhdar, II, 353 ). emredildi. Osman Paşa, görünüşte emre itâat Süleyman Iİ. ’1 iclâs niyetiyle İstanbul ’a ge­ edip, Bosna ’ya hareket etmişken, „nefîr-i âm“ len ordu mensuplarından şekavetiyle meşhur askerinin dağıldığını öğrenince bu hizmeti Serçeşme Yeğen Osman Paşa, şehre girmeyip kabulden imtina edip, yanındaki 12.000 eşkıyâ bir tehdit unsuru olarak Davudpaşa ’da ko­ île, vaktiyle tenkiline me’ mûr edilen Belgrad naklamakla, kendisini uzaklaştırmak için ona muhâfızı' Haşan P a ş a ’nin üzerine yürüyerek evvelâ Rumeli beyler-beyiliği ile Belgrad mu­ kendisini Engürüs seraskeri ilân edip, Haşan

SÜLEYMAN II.

Paşa ’ya gönderilen kürkü giydi. Hükümet merkezi, mazarratını bir müddet için önlemek düşüncesiyle bu zorba celâtîyi serdâr olarak tanıdı ( 9 şâban =9 haziran \ Bekri Mustafa Paşa ’nın sadrâzam tâyinin­ den sonra, İstanbul ’da bulunan Felemenk elçisi, Avusturya ve müttefiklerinin sulha mütemâyii olduklarını bildirerek devletinin musalâha için tavassutunu arzetti. A yrıca Bel­ grad muhafızı Haşan Paşa ile Varad (G ro ss­ wardein ) beyler-beyisi Çavuşbaşı Mehmed Pa­ şa, General Carafta ’nın, mûtemed elçi gönde­ rilirse, imparator Leopold l . ’un sulh akdine tarafdar bulunduğunu bildirdiğini arz ettiler. Bunun üzerine, sabık rnznâmçe-i evvel Zülfikar Efendi ile tercüman ve devletin mahrem-i esrarı İskerlet-zâde Aleksandr Maurocordato, V iyan a’ya elçilikle gönderilip, pâdişâhın cü­ lusunu haber vermek ve müsâid zemin bulu­ nursa, sulh müzâkerelerine girişmekle vazife­ lendirildi ( 12 ram azan= ıo temmuz; Suih-nâme-i Amtıca-zâde H üseyin Paşa, Revan köşkü kutiip., nr, 1 3 u , var. 3“ —3h, Silâhdar, 11, 3(15 v.d .; krş. N, Jorga, G O R , IV , 2291. Elçinin maneviyatını takviye için ve icâp ederse biz­ zat seiere çıkmak üzere pâdişâhın Edirne ’ye hareketi de kararlaştırıldı. 2b ramazan (24 temmuz) cumartesi günü (Silâhdar, 11, 366; Üsküdârî Abdullah b. İb­ rahim, Vâkı&t-ı sefer-i Saıtan Sütcyman-ı sânî, 1, Revan köşkü kütüp., nr. 1223. var, 3“ 'da, tarih, zy ram azan=l6 temmuz pazaıteşt ola­ rak tesbit ediliyor J tuğlar bâb-ı hümâyûnun önüne dikilip sefer hazırlıklarına girişildi. Rumeli ’deki büyük toprak kaybı, husûsiyle M ora’nın tamamen Venedikliler eline geçmesi devleti avarız, nüzûl ve cizye gibi vergi hâsı­ latından mahrum bıraktığı gibi, Anadolu ’da devam eden eşkıya fesadı reayanın dağılma­ sına ve dolayısiyie hazîne gelirlerinin gittikçe azalmasına sebep oluyordu. Devam eden sefer­ lerin masraflarına, Sü'eyman 1!. 'in cülusunu müteakip kapı kuluna birikmiş ulûfeleri ile cÜlûs bahşişinin de ilâve edilmesi, devlet ha­ zînesini fcüs-biitün kurutmuştu. İstanbul ’daki kul fesadına mukabil, serhad kalelerinde de, cülus bahşişi veya ulûfe verilmesi nizâmın bâzı nahoş hâdiselere sebep olduğu görülmek­ tedir, Bu cümleden olmak üzere Kandİye ku­ lunun muhafız Zülfikâr P a şa ’yı katli, Venedik­ lilere Girid ’İ istirdad Ümidi verdiği gibi ( S i­ lâhdar, II, 382 v.d ,; krş. Defterdar Mehmed Paşa, 164»; Râşid. II. 41 v .d ,; Üsküdârî A b ­ dullah, ayrı, esr., 14a ) İstanbul ’daki zorba kı­ yamına uyarak Tam şvar’daki kul taifesinin mevâcİb bahanesiyle muhafız İbrahim P a ş a ’yı sarayında Öldürmesi de, nâzik bir vaziyet hâ­

sıl etmişti (Defterdar, 1658; Râşid, 11,4 4 v.d.; krş. Silâhdar, II, 316 v.d.). Yeni bir sefer ari­ fesinde hazîneye yeni gelir kaynakları bulmak zarureti, deVlet ricalini sâlim olmayan bir ta­ kım tedbirler almağa zorladı. İstanbul ’da ciz­ ye tahsili için mükellefin haps ve tazyikt, tah­ sildarların zimmetini edâ etmeleri için şiddet kullanılması, her vesîle ite „bedel" tahsiline teşebbüs olunması, Rumeli ve Anadolu evka­ fından mukataa ve gümrüklerden duâ-gûyluk ve mütekaidlik vazifesi alanların senelik aidat­ lar mı n yarısının hazîneye celbi ( Üsküdârî, ayn. esr., S* v.d., 98 v.d.) ile tahsili kolay olur zanniyle, avârız ( b.bk.) hanelerinden sefer ,,imdâdiyesı“ alınmak yoluna gidilmesi (Ü sküdârî Abdullah, İstanbul ve G alata avarız hanele­ rinden ikişer nefer beldâr ihrâcı ve her nefere mukabil .150 esedî kuruş bedel ta h sili; Bnrsa ve Edirne avârızhânelerinden birer beldâra mukabil 100 e se d î; Anadolu sancaklarının her üç avârızhânesi ııden birer beldâra karşılık 100 esedi tahsili için emirler gönderildiğini kayd; Silâhdar ise, İstanbul ve mülhakatından avârızhânesi başına 3 ’er yüz, şâir yerlerden 133 ’er kuruş tahsilinin emrediidiğini ve bu tertip ile, fukaraya zulmederek 40,000 keseden fazla para toplandığını ifâde ediyorlar: Üsküdârî, ayn. esr., var. 6«; Silâhdar. II, 375 v.d.) bu cümledendir Fakat hazîne sıkıntısını önlemek için yapılan asıl mühim teşebbüs, bakırdan mangır basılmak suretiyle girişilen paranın kıymetini düşürme hareketidir. 17 zilkade 1099 ( 13 eylül lt>88 ’dan itibaren bir okka bas ba­ kırdan 800 adet darbedilen mangırın, ikisi bir akçe itibâr edilmiş ve halkın rağbetine mazhar olmuştu Defterdar Mehmed Paşa, 169a v.d,; Silalıdar, il, 406), Ancak mâlî sıkıntı, de/içti, mangıra bir akçe kıymeti tanıması ve dolayısiyie paranın değerinin düşürülmesi hareketine sürükledi. Mıhanikî usûllerle çalı­ şan yeni bir darphâne ; sonraki Sımkeşhâne ; te’sisine rağmen, mangır darbı İmkânının mah­ dut olması ile, hazînedeki stokların ve e v in i­ nin tükenmesinden sonra mâden işletmelerin­ den te'mm edilen bakır mâdeninin büyük mikdarda olmaması, devletin bu değer düşürme­ den beklediği faydayı te’ min edemedi. Bakırın mâden fiyatı ile itibarî kıymeti arasında hâsıl olan büyük fark, ticâret erbâbinca memnuni­ yetsizlikle karşılandı Dışarıdan İstanbul ’a ge­ len tüccarın mangır kabûl etmemesine muka­ bil, tedavülü için emirler sâdır oldu ise de, neticede devlet bile cizyeyi bakırla tahsil etmek istemedi. Bakırın aslî ve itibarî kıy­ meti arasındaki fark geniş mikyasta kalpazan­ lık hâdiselerine de yol açm ış; hattâ yabancı­ lar dahi bu işe karışmıştı. Mangır kabûl et­

SÜLEYMAN II. meyen müstahsil büyük şehirlere erzak mad­ desi satmaktan imtina etmekle, kıtlık ye fiyat artışı gibi tezahürler de göründüğünden, ne­ ticede, Süleyman II, ’a halef olan Ahmed 11. zamanında, bakırdan para darbına son verile­ rek bu mahzurlar önlendi ( bk. Halil Sahillioğlu, B ir asırltk osmanlı para tarihi, 1640— 1740, İktisat fakültesi kütüp., Dr. tezi, nr. VI, 2625 ( 3 s. 75—89). Yine mâlî sıkıntıyı önlemek üzere, meyhanelerin açılmasına ruhsat verilip, hamremânetinin yeniden ihdası ve tüccarın getirdiği tütüne gümrük konulması da kararlaşmış ( 1 5 şevvât 1099) ise de, husûsiyle eminliğe geti­ rilen K ifrî Ahmed Efendi ’nin Rumeli ’ye gön­ derdiği adamların reâyaya zulmedip, isyan et­ melerine sebep olduğu mütâlea edilerek emâ­ netin kaldırılması ve içkinin alenen satılıp İçilmesinin yasak edilmesi ferman olundu ( sa­ fer 1 1 0 1 ; Ahmed Refik, H icrî X II, asırda İs­ tanbul hayatı, İstanbul, 1930, s. 6; krş, Def­ terdar Mehmed Paşa, var. 169b v. d., 2oı*>— 202b; Silâhdar, II, 368 ); İstanbul gümrüğüne katılmış olan „duban" vergisi ise, müstakil bir mukataaya bağlandı (Defterdar, var. 23311 — *34*! Râşid, II, *49 ), Sefer hazırlıkları görülürken ( tafsilât için bk. Üsküdârî, var. 5>>, v. d., 10b v. d.), Mı­ sır ’dan gelen hazîne ile kapuküiunun iki kist ulufesi verilm iş; cülûs tebriki için gönderilen İngiliz elçisi kabul edilmişti (2 0 şevval 1099; elçinin dîvân-ı hümâyûna takdim ettiği hedi­ yeler İçin bk. Topkapisarayı arşivi, D, 10 71, 4*). 23 şevvalde (20 ağustos 1688) Serdar Yeğen Paşa ’dan gelen mektubda Avusturya kuvvetlerinin Sava ’yı geçmeleri önlenemeyip, Rumeli beyler-beyisini B elgrad ’da bırakıp ken­ disinin ordu ile N iş’e çekildiği bildiriliyor, asker ve hazîne isteniyordu. Belgrad ’a imdat için Sofya, S ilisire ve Ötesinde asker toplan­ ması emrolunup, pâdişâh otağa çıktı (8 zilka­ de ). Yine aynı tarihte, Eğriboz ( N egropont) ’un, M ora’yı ve orta Yunanistan’ı zapteden Venedik kumandanı F . Morosini tarafından 20 ramazândan beri muhâsara edilmekte olduğu öğrenildi; ertesi gün Belgrad ’dan bir kaç güne kadar imdat yetişmezse kalenin düşman eline geçmesinin muhakkak olduğuna dâir feryadnâmeler geldi. Pâdişâh, 15 zilkadede, Edirne ’ye doğru yola çıktı. Burgos (L ü lebu rgaz) ’a vusulde ( 20 zilkade ), Orta-Macar kıralı Thököly İmre ’den gelen bir mektupta, muhâsarasından önce Belgrad ’1 terk ederek Tuna yoluyla çekilen müslumanların, Fethülislâm ( Kiadova ) ’da general C araffa israfından tevkif edil­ dikleri ve isyân eden hıristİyan reayanın tazyi­ ki na mâruz kaldıkları, bunları kendisinin yetişip kurtardığı bildiriliyordu. Babaeski ’den hareU lla AaılkUpsdbl

ketle H a fsa ’ya konulacağı gün (22 zilkade), Belgrad ’ın hücumla düşman etine geçtiğine dâir [ bk, mad. BELGRAD ] haber gelince, pâdi­ şâh, ağlayarak „emir Allahındır“ dedi. E r­ tesi gün Edirne şehrine girilmeyip, Saray civârındaki Sırık meydanına kurulan otağa konul­ du. Nığbotu ve Rusçuk taraflarından, muhafaza için asker gönderilmezse, reayanın isyân ede? rek düşmana iltihâkının muhakkak olduğuna dâir feryadcıiar gelmesi Üzerine muhafaza kuv­ veti gönderildi. 24 zilhiccede, Rumeli ’nin düş­ man istilâsına uğraması dolayısiyle Anadolu yakası eyâlet, sancak ve kazâlarına fetvâ ile, nevrûzdan önce E d irn e’de bulanmak üzere gazâya dâvet fermanı gönderildi. Zilhicce son­ ları ve 110 0 muharremi başlarında gelen iki haber, Edirne ordugâhında sevinç uyandırdı! Süleyman 11. ’ın cüiûsunu müteakip Hacı Selim G iray Han I. ’m oğlu Nûreddin Azamet Giray Sultan kumandasında 30.000 kişilik T atai kuv­ vetinin Ilbav ( Lem berg)—Krementz kesimine yaptığı çapul seferine { bu seferden Kırım kuv­ vetlerinin sâlimen döndüklerine dâir haber İs­ tanbul ’a 9 cemaziyelâhır 1099=: 10 nisan 1688 ’de gelm işti; Silâhdar, II, 354 } mukabil, Leh kıralı Jan Sobieski ’nin büyük bir kuvvetle Ka* maniçe [ b. bk.] ’ yi zaptetmek için kaleyi mnbâsarası üzerine mudâfîler Kırım hanı ile Özı muhafızı Bozoklu Mustafa P a ş a ’dan imdat iste­ meğe mecbur olmuş, Babadağ] tarafında bulu­ nan Mustafa Paşa, Eflak ’dan te’min edilen zahîre ve yanında bulunan kuvvetlerle kalenin imdadına yetişmiş ise de, Azamet G iray ku­ mandasındaki Kırım kuvvetleri, daha önce ( 16 şevval = 13 ağustos ) Turla (Dniester ) ’yâ yak­ laşıp Kamauiçe 'den kalkan Leb ordusuna hü­ cuma geçmiş; süvarisine hayli kayıp verdirerek onu Lehistan hudûduna kadar tâkip etmiş ol­ duğu ,* müteakiben Mustafa Paşa ’sın da Kamaniçe ’ye ulufe, zahîre ve cebebâne ulaştırdığı bildirilmiş olmakla Kırım banma ve Nûreddin G iray ’a murassa’ kılıç gönderilip Selim G iray Han, baharda askeriyle ordu-yu hümâyûna mü­ lâki olmağa dâvet edilmiştir ( Silâhdar, 11,378— 380). E ğ rib o z ’un 11 0 gün devam eden müdâ­ faası ise, her türlü imkânsızlıklar, ihanetler ve mahrûmiyetler içinde, Çelebî İbrâhim Paşa ’nin metanet ve şehâmeti ile başarılmış, vuku bulduğu yıllarda eşine ender rastlanan bir muvaffakiyet nümûnesİ olarak görünmektedir. Tecrübeli Venedik kumandanı Morosini müdâfilerin iki katı kayıp verdikten sonra, latofeli bir papasla müdâfî paşaya, Fâzıl Ahmed Paşa ’dan sonra Osmânh devletinde müdebbir adam gelmeyeceği zannında yanılmış olduğunu ifâde ederek A tina yakasına dönmüş; İbrahim Paşa da pâdişaha gönderdiği arîzada, eğer muhâsara U

S ü l e y m a n iî. sonlarında donanma gelmiş olsaydı, pek az lara bile itâat etmeyip, isyanını açığa vur­ baruta kalan bütün Venedik gemileri kolay­ muştu. Sefer hususunu müşavere için. Edirne lıkla zaptedilebilirdi, diye üzüntü.ünü izhâr ’ye çağırılarak büyük iltifatla karşılanan K ı­ etmiştir (Silâhdar, 11, 38 1—396; krş. Üskü­ rım hanı Selim G ir a y ’ın (9 rebiülâbır— 30 dar?, var. 13*—14 a ; Râşid, U, 50 v.dd.; ha­ kânun II. 1689 ’da Edirne ’ye girişi için bk. rap olan E gri boz kalesinin yeniden ihyası ve Silâhdar, 11,406—409 ; Üsküdârî, I, var. 15*— J5b. takviyesi için bk. Başvekâlet arşivi, Mâ­ ayrıca bk. Topkapısarayı arşivi, D 2345 C —S ; - himme defteri, II C, hüküm nr. 19, 23, 28, D 1108 var. 32b), Osman Paşa'dan hiç bir ciddi iş beklenemiyeceğini ihtar ve tedâriki 80 V . b.). B ir buçuk ay müddetle Edirne sahrasında görülmezse hizmette bulunmayacağı hakkınçadır altında geçen konaklama sonunda hava­ daki tehdidi üzerine Osman P a ş a ’nın katli­ ların soğuması üzerine ordunun Edirne ’de kış­ ne fetvâ verilip kışlakta olan beylere ve bü­ laması emredilip padişah Edirne sarayına çe­ tün Rumeli ’ne „nefîr-i âm“ emirleri yazıldı. kildi ( $ muharrem 110 0 —30 teşrin I. 1688; Kırım hanının konakçısı sıfatiyle Karîn-âbâd Silâhdar, II, 402; krş. Üsküdârî Abdullah, ayrt, ’dan E dirne’ ye gelmiş olan vezîr A rap Receb eer., var. 13»). 6 ay devam eden kışlama sıra­ Paşa, Yeğen Paşa yerine Engürus serdârı tâ­ sında, Osmanlı hükümeti, bir taraftan dâhilde yin edilip, „nefîr-i âm“ askerini sürerek eşkı­ devlet kudretini ortadan kaldıran türedi taife­ yayı tenkil için S o fy a ’ ya müteveccihen hare­ sini tenkiie, diğer taraftan devam etmekte kete me’mûr edildi. Üzerine „nefîr-i âm " emolan harbin külfetlerini bertaraf edip mevzii redilmesi Yeğen Osman Paşa tâifesinin dağıl­ bâzı muvaffakiyetler kazanılmasını te’mine masına sebep olmuş ve Yeğen Paşa, kendisine, sâdık kalanlarla ŞehirkÖyü ( P ir o l) ve N iş isti­ çalıştı. Yukarıda işâret olunduğu üzere, sarıca ve kametinde çekilmiştir (24 re b iü lâ h ır= i4 şu­ sekbanların tenkilleri için „nefîr-i âm“ emirleri bat ). Yeni seraskerin takipte gösterdiği sür’at, verilmiş iken, Bekri Mustafa Paşa ’nın sadâ­ Yeğen P a ş a ’yı, K osova’ da bütün sancak ,bay­ rete gelmesi üzerine levend taraf darı mukar- rak, davul ve zurnalarını ateşe verip, öteden reblerin te’sîriyle takibattan vaz geçilmesi, bu beri kendisine tarafdar olan Prizrinli Mahmud taifenin Anadolu’ da, XVII, asır başlarındaki Paşa ’ya sığınmağa zorladı. Osman Paşa, va’d celâli fesâdına benzer pek vahim bir zulüm edildiği üzere, Aruavud beylerinin 20.000 mikve tefrika devri açmalarına sebep olmuş, köy- darında levend yazarak kendisine yardımcı 1er ve kasabalar halkı nefislerini müdâfaa için olacaklarını ümit ediyordu. 12 cemâziyelevvelbüyük şehirlere sığınmak zorunda kalmışlardı. de ( 3 m art) Priştine ’ye vâsıl olan Receb Pa­ Son defa sefere iştirak için „nefîr-i âm" emir­ şa, Mahmud Paşa ’dan âsi paşayı diri istemişse leri gönderildikte, sekban belâsı üzerlerinden de, o, Arnavud beyleri arasındaki tefrika sebe­ kalkmadıkça sefere çıkmanın mümkün olmadığı biyle, Yeğen Paşa ile belli-başlı âsilerin başını yolunda arzlar gönderilmişti. Anadolu ’daki kesip Edirne ’ ye gönderdi ( Üsküdârî, 68“—70*). Yeğen Osman Paşa ’nın Anadolu 'daki hem­ türedilerin izâlesi için sarıca ve sekban müessesesinin ilgası, kendi hâlinde otan levendlerin palarından Sivas beyler-beyiliğl verilen Gedik affı, sarıca ve sekban bayrağı altında fesada Mehmed Paşa ile, onun muâvinlerinden olup, : devam edenlerin tecziyesi hakkında fetva ve Çorum sancağına tasarruf eden Cerid oğlunun hükümler sâdır oldu. „N efîr-i âm" emirleri tenkili ise, devleti bir müddet daha işgal ede­ her tarafta levendlerin takıp ve imhasına yol cektir: Engürus seferine iştirak etmek üzere açtı. Bu cümleden olarak, Yeğen Osman Paşa K artal 'a gelmiş olan Cerid oğlu, İstanbul kay­ ’nm Konya ’ya hâkim olan küçük dayısı Kara makamı Ömer Paşa 'nm kendisini izâleye kast­ Haşan B e y ’te, hemşire-zâdesi Ahmed Bey, ettiğini anlayınca, Geyve köprüsünde Gedik Anadolu müfettişi Hüseyin Paşa mârifetiyle Paşa ile buluşup beraberce Bursa üzerine yü­ rümüşler ; tenkillerine me'mur edilen müfettiş bertaraf edilmiştir ( Silâhdar, II, 4 12 —418). Fakat asıl eşkıya reisi olup Engürus ser- Hüseyin Paşa ’nın tâkibine mârûz kalarak Tav­ darlığını gasbederek son defa Niş ’ten Sofya şanlı tarafına çekilmişler ve müfettiş paşanın kışlağına çekilen Yeğen Osman P a şa ’nm ten­ levendini gizlice kendi taraflarına kazanarak kili icâp ediyordu. Kara Yazıcı nâmiyle meş­ ânî bir baskınla Hüseyin Paşa ’yı öldürmüş­ hur kethüdasını S o fy a ’ya ikame edip, kendisi lerdi. Keyfiyet duyulunca, padişah eşkıyanın daha emin olmak için şehrin bağları civarında tenkilinde ısrar etti. Serdarlığa getirilen vezîr „Yeğen-âbâd" adını verdiği binalarda eşkıyasıy- Boşnak Ahmed Paşa, maiyetine tâyin edilen le birlikte oturan Yeğen Paşa, yaptığı salma­ kuvvetlerle eşkiyayı Bolvadin yakınlarında larla reayayı perişan ettiği gibi, merkezden hezimete uğrattı (29 şâ b a n = i9 haziran} ve gönderilen hükümlere değil, batt-ı hümâyûn­ bilâhare N allı-h aa’da tevkif ve katledilen Ge­

SÖ LfiY M A k îi. dik P a ş a ’ nin kellesi S o fy a ’ya gitmiş olan ordugâha gönderildi (9 şevvâl=26 temmuz 1689; Silâhdar, II, 447—4 5 1 ; Defterî Mehmed Paşa, var. 181b —184*5 Üsküdârî, I, var. 18» v. dd, 468, 74a). Engürus seferine çıkılmadan eşkıyânm ten­ kil ve istikrarın te’mini hususunda ısrarlı tel­ kinlerde bulunan Selim G iray Han ’ın, E d ir­ n e ’den ayrılıp (6 cemâziyelevvel 1100 =»26 şu­ bat 1689 ), Bucak kışlağına dönmesinden son­ ra, knez V. V . Golitsin kumandasında, mikdârı 300.000 olduğu rivayet edilen büyük bir Rus ve Kazak ordusunun Kırım Üzerine yürüdüğü şâyi oldu { sonradan Tatarların eline geçen mek­ tuplardan Rusların, mukaddes ittifaktaki müt­ tefikleri olan Avusturyalılar tarafından Kırım seferine tahrik edildikleri anlaşılm aktadır; Üsküdârî, I, var .61* v. dcL).Han, Kili ’den ayrılıp (28 receb=si8 m ayıs) sür’atle memleketine dönerek Kırım yarımadasının giriş yerinde bulu­ nan Or-kapu ( P rekop ) dışında düşmanı kar­ şıladı { 5 şâb an = 25 m ayıs). Kırım lılar kendile­ rinden mikdar itibariyle on kat büyük ve ateş­ li silâhlar bakımından pek üstün düşman kuv­ vetine karşı muvaffakiyetle savaşm ış; açlık ve susuzluğun da tesiriyle çekilmek zorunda ka­ lan Ruslar, r i c ’at sırasında! 1 1 —21 şâban ) bü­ yük kayıpla? a uğramışlardır ( Selim G iray Han­ ’ın, veziri Batur A ğa vâsıtası yle 15 rama­ zanda Sofya ordugâhına gelen mektubu için bakınız : Silâhdar, II, 440—445; krş. Üsküdârî, I, 2jb—22», 26*—26b, 48b—49*, 60b—6 1» ; K i­ rimi Abdülgaffâr, ' Umdat al-tavârik, nşr. Ne­ cip Asım, İstanbul, 1343, s. 129), Kırım hanı­ nın bu gaileyi muvaffakiyetle bertaraf etmesi, Lehistan, Memleketeyn ve Erdel ’de Osmanlı itibârının yeniden kuvvet kazanmasını sağla­ dı ( Üsküdârî, I, var. 6|b—62b ), Pâdişâhın Edirne kışlağına çekilmesinden önceki günlerde, E flâk voyvodasının tahriki ile AvusturyalIların Tboköly ’yi tenkil ve mu­ hafazasına me’mûr edildiği Vidin ’i zapt teşeb­ büsleri, Macar prensi ve Vidin Sancak beyi­ nin mahirâne manevrası neticesinde akım bı­ rakılmıştı, Kışlama sırasında ise, âsî reayâdan aldıkları yardımcılarla, kezâ Belgrad ve Semendire ’den çıkan Avusturya kuvvetleri Y e ­ nipazar ( Novıpazar ) ’a hücum etmek istedi­ lerse de, Arnavut paşalar kumandasındaki serhad gazileri tarafından dernek yerlerinde boz­ guna uğratıldılar ( 2 4 muharrem 1 1 0 0 — 20 teş­ rin II. 1688 ). Yine aynı tarihlerde iki defası Bos­ n a ’ ya vuku bulan taarruzları Bosna Beylerbeyisi Topal Hüseyin Paşa kuvvetleri tarafından tard edildi; 19 rebiülevveide ( 1 1 kânun II. 1689) Srebernİçe ’yi muhasara eden kuvvetleri, Hüseyin Paşa kethüdası tarafından kaçmaya

mecbur edildiği gibi, bunların takipleri sıra­ sında İzvornik ’den çıkan Avusturya takviye­ leri de, hezîmete uğratıldı. Venediklilerin İhlivne ve civarına küçük müfrezelerle yaptık­ ları hücumlar da püskürtüldü. Kırım hanının Edirne ’den ayrılmasından 15 gün sonra, V iy an a ’ya elçilikle gönderilen Zulfikar Efendi ’nin bir anlaşma yolu bulamayıp güz hapsinde bulundurulması sebebiyle padi­ şahın bizzat Engürus seferine çıkması karar­ laştırılm ış ve tuğlar çıkarılmıştı. Askerin or­ duya iltihâkı için Anadolu ve Rum eli’ye hükümler gönderildiği gibi, Yeğen Osman Pa­ ş a ’ nin başı gelince, serdar Arap Receb Paşa *ya Niş ’de „dernek" üzere olması, Arnavut beylerine de Yenipazar ’1 muhafaza etmeleri emredildi. 5 recebde ( 25 nisan 1689; Silâhdar, U, 429; krş. Üsküdârî, I, var. 20b j. pâdişâh otağa çıkıp, sefer mühimmatının ikmâli ile geçen 44 günlük bir tevakkuftan, sonra 18 şabanda (6 haziran 1689 pazartesi ) hareket olunda. Edirne ’den ayrılırken pâdişâhın ra­ hatsızlığı, asker arasında bal’ şayiasının çık­ masına sebep otmuş, tahtırevanla dışarı çık­ ması yle dedi-kodular Önlenmiştir. Ordu 24 şa­ banda F ilib e ’ye gelip, 6 gün burada kaldık­ tan sonra Kız ve Kazasker derbendlerini geçip 8 ramazan (23 haziran) ’da Sofya sahrasına kondu ( konaklar için bk. Üsküdârî, I, var. 27*—40»; Silâhdar, II, 435—439). 10 rama­ zanda yapılan meşverette pâdişâhın Sofya sahrâsında ikamet edip serhadlere lüzumlu mü­ himmatın gönderilmesi ve Eogürus serdarı Receb Paşa ’ntn Belgrad fethine me’mûr edil­ mesi kararlaştırıldı. . Ramazan içinde hudutlardan başarı haber­ leri g e ld i: Bosna ile Yenipazar arasındaki V işeg ra d ’ı kuşatma teşebbüsünde bulunan 12.000 kişilik Avusturya kuvveti, kale muhafızları ve Bosna beyler-beyisinin yardımcı kuvvetleri ta­ rafından bozguna uğratıldığı gibi ( bk. Üsküdâ­ r î, I, var. 41b—43b ) Banyaluka ve Dubiçe ’ye ya­ pılan tecâvüzler püskürtülmüş, Valievo, Berçka ve İzvornik düşman kuvvetleri tarafından bo­ şaltılmıştı. Tuna kesiminde ise, Tuna ’nin kilit mevkiinde bulunan Fethülistâm, ¡5 günlük bir muhasaradan sonra „vire“ ile zaptolunmuş ( 2 1 ramazan—8 tem muz); düşmanın T una’yı sed için İrşova (O rsova) karşısında yaptığı tahkimat ele geçmiş ve nihayet irşova hücumla zaptedilerek Temeşvar yolu açılmış ve Eflak ile A vu stu rya’nın irtibatı kesilmişti. Fethülislâm ’ın zaptını diğer Tuna kalelerinin geri alınması tâkip etmişti. Bundan sonra düşmanın İrşova ’ yı ansızın kuşatma teşebbüsü 6ertaraf edildiği gibi, Komran (K o m arom )’da hazır­ ladığı toplarla mücehhez donanmasının, Tuna

î SÜLEYMAN 8 .

donanmasını batırmak üzere hareketi haber alınıp, İrşova ’dan önce karşılanarak büyük kısmı zapt, karaya döktüğü asker bozguna uğratıldı. Denizlerde de başarılar kazanıldığı, ocak kalyonlarının Rodos önlerinde ve Mora ’da Anaboli körfezinde Venedik kalyonlarını zaptettiği haberleri birbirini takip etti. B elgrad ’ ın istirdadına me’mûr edilen serdar Receb F a ş a ’nın harekâtı ise, ağır yürümek­ le y d i : kuvvetlerinin yekûnu 50.000 ’i bulmakla beraber plyâde askerinin itaat etmemem üze­ rine zo.ooo suvâri île S recebde Niş te n ayrı­ larak Semendire ve Belgrad ’a kadar olan sa­ hada akın icra eden serdar, AvusturyalIların, âsi S ırp reayası ile birleşerek Morava suyunu tutup ordunun ileri hareketine mâni olmak ve baskınla N iş ’i zapt niyetinde ölauğunu an­ lamış ve düşmanın harekâtına âit haberlerle düşman tarafından tahliye, edilen Yagodina ile Parakin arasında Morava üzerinde kurul­ masına başlanan köprünün tamamlanmak üzere olduğunu arzederek mühimmat ve asker hnsûsunda takviyesini istemişti. Serdârın ağır hareketi yanında, kapı kulu ile ihtilâf hâlinde bulunması dikkati çekmiş ve vezîr-i âzam va­ ziyetin kötüye gidebileceğini pâdişaha arz et­ mişti. Seferin başından beri, askere, zamanın­ da ulûfe verilmemesi, itaatsizliği ve isteksiz­ liği arttıran bir âmil olarak göründüğü gibi, cesaret ve şecaatine rağmen, seraskerlik evsâ­ fından mahrûm. bulunan Receb Paşa ’nın, bir takım yanlış hareketleri İle asker ve kuman­ danlar arasında hâdiseler çıkmasını önleyeme­ diği anlaşılmaktadır. Ümerâ ve asker arasın­ daki anlaşmazlığı halle me’mûr edilen Küçük Çavuş, askerin iki kist ulûf eler ini alamadık­ ları için itaatsizlik gösterdiğini, Mahmud Bey -oğlu Mahmud P a ş a ’nın Alaca-hisar (Kruşe* vaç) ordugâhına katılması emredildiği hâlde B osna’ya gitmesinin ve Vidin muhafızı Hüse­ yin Paşa ’nın , Tuna muhâfazasmda kalıp or­ duya iltihak etmemesinin, düşman üzerine ha­ reketi geciktirdiğini tesbit etmişti. Bunun üzerine Hüseyin P a ş a ’ya, Thököiy ’ ye ve Mah­ mud Paşa ile Arnavutluk t a bulunan Keman­ keş Abmed Paşa ’ya acele olarak serdâra ka­ tılmaları emrolundu ( 1 zilkade— 17 ağustos). Bir hafta sonra gelen mektubunda Receb Paşa, düşmanın. Parakin ’e geldiğini duyun­ ca sur’atle Y a g o d in a ’ya hareket ettiği, Mo­ ra v a ’ yt oradan geçmek mümkün olursa düşmanı arkadan vurmayı, olmazsa Alaca -hisar, köprüsünden geçerek karşılamayı düşün­ düğünü bildirince serdârın ağır hareketi yüzün­ den düşmanın Tuna kenarından Parakin 'e ge­ lerek Niş yolunu ve Morava köprülerini-ele ge­ çirmesine imkân verildiği anlaşılmakla pâdişâh

vezîr-i âzami muâhaze ve acele gereken ted­ birlerin alınmasını emretti. Yapılan müşavere de, bir kısım kapukulu ile B ekrî Mustafa Paşa ’nın kapu halkının, kethüdâsı Mehmed A ğ a ku­ mandasında serdârın yardımına gönderilmesi kararlaştırıldı. Diğer taraf dan, Osmanh ordu­ sunun içinde bulunduğu fena vaziyetten ha­ berdar olup, Parakin ’e kadar gelen düşman, cepheden Anadolu beyler-beyisi Deli Ömer Paşa ’nın, yan ve gerilerden Receb Paşa ’nın tehdidi altında bulunduğunu anlayarak Semen­ dire hizasında G robova’ ya kadar çekilmiş; fakat tâkibe me’mûr Ömer Paşa taarruza ce­ saret edemediği gibi, han-zâdenin hücûmu da düşmanın galebesiyle neticelenmişti ( 29 ağus­ to s; Jorga, IV, 245 ). Ertesi gün Semendire ya­ kasından suvâri kuvvetleri ile takviye edilen düşman hücuma geçerek, sür ’atle Batoçine ’de bulunma serdar üzerine yürüyüp galebeyi te’min etti. Piyade kuvvetlerini, daha geride olan ordugâha gönderip muhârebe ederek çe­ kilen Receb Paşa, ordugâhın gönderilen piyâdelerce yağmalanıp tahliye edildiğini görünce, mukavemet imkânının kalmadığını anlayıp Y agodina-Alaca hisar üzerinden M orava’nın Aleksiniçe tarafına ric’at etm iş; bütün ağırlıklar ve toplar ile ordugâh düşman eline geçmişti. Keyfiyeti 20 zilkadede öğrenen padişah, tees­ süre kapılarak ağlamış ve yanında olan nedim­ lerine, ahvâli doğru söyleyecek bir sâdik kulu olmadığını ifâde ile hizmette hıyânet edenlere bedduada bulunmuştur. Arnavut beylerine ve Vidin muhafazasında bulunan Hüseyin Paşa ile ThÖkÖly’ ye, serdar Receb P a ş a ’ya ka­ tılmaları te’kides emrolundu. Vezîr-i âzam kethüdasının mektubunda, mağlûbiyetin yuka­ rıda işaret edilen sebeplere dayandığı ifâde edilmekte ve kul ahvâlini vezîr-i âzam; yeni­ çeri ağası ve nedimlerin pâdişaha lâylktyle arzetmedikleri söylenerek kapukulunun dâva­ larını bizzat pâdişâh huzurunda hal ve izâlesi gerekenleri katletmek üzere S o fy a ’ ya yürü­ meğe ahdettiği bildirilmekteydi. Vezîr-i âzam bu haberden dehşete düşerek, yapılan müşave­ rede, düşman karşısında Niş ’i terketmemeleri şartiyle kulun isteklerinin yerine getirilmesi, dinlemeyip Dıragoman boğazını geçenlerin âsi sayılacakları mealindeki fetvaya dayanarak katlolunması kararlaştırılıp, bükümler gön­ derildi. ' . Kurban bayramında, Hersek ’te Gabella ’-yi zapta teşebbüs eden Venediklilerin firara mecbûr edildiği, Kamaniçe ’yİ kuşatan Lehlilerin müdâfîlerin cesaretle mukavemeti, imdada me’­ mûr Kırım kuvvetleri ile Özi muhafızının yar­ dımcı kuvvetlerinin yaklaşm ası üzerine ric’at ettikleri öğrenildi ise de; çok. geçmeden şâyî

SÜLEYMAN II.

olan Niş ’in sukutu haberi, bütiin ümitleri kırdı. ■ Serdar Receb Paşa, Aleksini çe ’de yaptığı müşaverede, bütün teçhizat ve mühimmatını kaybetmiş bozgun hâlindeki askerle düşmana karşı koymanın güçlüğünü, N iş ’in muhafazası lüzumunu tesbît ve şehre giderek kale etrafına alelacele hendekler kazdırıp toplar yerleştire­ rek müdâfaa tertibâtı almıştı. Ludwig v. B a­ den kumandasındaki Avusturya ordusu, Macar beylerinden aldığı yeni takviyelerle arife (9 zilhicce™ sş eylül) günü, Niş istihkâmları Önün­ de göründü. Ertesi kurban bayramı günü, or­ dusunu ikiye ayırıp, bir kısmını doğrudan -doğruya istihkâmlar üzerine taarruz ettirerek müdafîleri tesbit, diğer kısmını siper kazıl­ mayan yerlerden müdâfîlerin yan ve arkaları­ na nufûz edecek şekilde hücûma sevk etti. A r ­ navut askerinin muannidâne mukavemetine rağmen askerin kaçması Önlenemedi ve Osman­ lı ordugâhı ve Niş kasabası düşman eline geç­ ti. Serasker - Receb Paşa, Vranya üzerinden Dıragoman derbendine gelip muhafaza tedbi­ rinde bulundu, Mehmed kethüdâ, vezir-i âza­ min kapu halkıyle beraber S o fy a ’ya döndü. Bozgunu öğrenen Sarı Hüseyin Paşa İse, zap­ tetmiş olduğu pek müstahkem olmayan İrşova ve Fethülislâm ’1 bırakıp, Thököly ile beraber Vidin ’e çekildi. . Vezir-i âzam Bekri Mustafa Paşa, önce fe­ lâketi pâdişahdan gizled i; sonra Sofya ’da orduyu bir seraskerle koyup berâberce dö­ nülmesini ve kasım gününe kadar Filibe ’de kalmağı telkin etti ise de, dârüssaâde, kapu ve sİlâhdar ağalariyle has oda-başı, Sofya ’daki askerin kısmen dağıldığını, vezîr-i âzam da çekilirse hiç kimsenin kalmayacağını Mus­ tafa Paşa ’nın sancak-ı şerifle Sofya ’da ka­ lıp pâdişâhın B alk an ’ı aşarak F ilib e ’ye git­ mesi lüzumunu arzettiier. Pâdişâh emriyle yapılan müşaverede Şeyh Atpazarh Osman Elendi ile Anadolu kazaskeri Hekim Yahya Efeudi, Bekri Mustafa Paşa ’yı mağlûbiyetin mes’ ûlü olarak muâhaze ettiler. Neticede ve­ zîr-i âzamin Sofya ’da kalması ve pâdişâhın F ilib e ’ye çekilmesi kararlaştırıldı. Müşavere­ deki ithamlardan hayli incinen vezîr-i âzam, rikâb kaymakamlığına, dışarıdan birinin getiril­ mesinin mührü ele geçirmeye vesile teşkil ede­ ceğini telkin ederek, kethüdası Mehmed A ğa ’nın kaym akam . tâyinini inhâ e tti; pâdişâh, münâsip görmediği bu tevcihi red etmemekle beraber, tasvibi İmâ eden bir hitapta da bu­ lunmadı ( D efterî, var. 195a— 19$*>). Pâdişâh, 15 zilhicce { 29 eylül ) ‘de sancak-ı şerîfl Bekrî Mustafa P a ş a ’ya teslim edip, ertesi gün, şehir halkının hazin nümayişleri arasında Sofya ’dan

ayrıldı. Tatarpazarı *na vusulde ( 19 zilhicce ), dârüssaâde ağasının tahrikiyle Rumeli ve Ana­ dolu kazaskerleri, şeyhülislâmı B ekrî Mustafa' P a ş a ’nın sadâretten azli husüsunda padişahı iknâa şevkettiler. Pâdişâh, teklifin vaktiyle vuku bulan tavsiyesine mugayir olduğunu ifâde ettikte, şeyhülislâm ve Hoca Efendi azlinde ısrar ettiler. Pâdişâh da, düşman ayakta iken dün serdar tâyin ettiği veziri azlederse, as­ kerin dağılıp memleketin elden gitmesine se­ bep olacağım, keyfiyetin, düşman dağıldıktan sonra E d im e ’de müşavere olunabileceğini ifâ­ de etti. 20 zilhiccede Filibe ’ye vâsıl ve 5 gün' ikamet otundu. Sonunciı gün yeni Fransız el­ çisi P. Antoine de Castagnères de Châteauneuf (elçi İstanbul’a 28 eylülde gelm işti: Marquis de Bonuac, Mémoire historique sur l ’ambassade de France à Constantinople, n§r. Ch. Scheffer,' Paris, 1894, S. 43 > Filibe ’ye gelmiş ise de, el­ çinin, vezîr-i âzamdan önce huzûra kabûlü te­ amüle mugayir olmakla, pâdişâh ertesi gün F ilib e ’den hareket ve ıx m uharrem ~ıioı ( 15 teşrin 1. 16 8 9 }’de Edirne’ye vâsıl olmuştur. S ofya ’da serdarlıkla kalan vezîr-i âzam Bekrî Mustafa Paşa halkı şehri tahliyeye dâvet, kendisi kasım gününden sonra Edirne ’ye dön>mek mülâhazasıyla, Eğri boz muhafızı Çelebî İb­ rahim P a ş a ’yı S o fya muhafazasına tâyin; Arap Receb Paşa ’yı mağlûbiyetin mes’ûlü olarak ithâm ederek pâdişâhın- iznini almadan kati' ve Mora muhafızı Arnavut Koea H alil Paşa ’yi Engürüs seraskeri nasbetti. Fakat Edirne ’de ulemânın ittifakı ve şeyhülislâmın arzı ' üzerine, Sakız muhafazasında bulunan Köprülü -zâde Fâzıl Mustafa Paşa [ b. bk.] ’nın sadârete getirilmesi, rikâb kaymakamlığının Seddülbahir muhafızı Türk A li Paşa ’ya verilmesi kararlaştırıldı. Müteâkıben yeniçeri ağası Koca Mahmud A ğ a ’ya sancak-ı şerifle beraber En­ gürüs seraskerliği verilip, B ekrî Mustafa Paşa ’mn mütekaiden M alkara’da oturması emr olundu. Yeni vezîr-i âzam 25 muharrem ( 8 teşrin II.) günü Edirne ’ye gelerek vazifesine başladı. Reâya üzerindeki zulmü def’ için bir adâlet-nâme neşreden Fâzıl Mustafa Paşa, avarız, nüzul, sürsat, hamr bedeli v. b. vergilerini kal­ dırıp, bâzı evkafa ilhak edilmiş olan cizyeyi, ulemâ ile müşâvere ve fıkıh hükümlerini tat­ bike n yeni bir nizâma soktu : üç sınıf itibâriyie 4, 2 ve 1 ’er ş e r ifi altın olarak tahsil edilecek verginin yalnız cizye kalemince zapt ve reayaya Ödenen vergi karşılığında mühürlü renkli kâğıtlar verilmesi,'hizyedâra muayyen hisse tahsisi ( 10, 8 ve 4 para ) esâsı konulup, bu değişiklikten devlet hazînesine senelik 4.000 kese fazla hâsılat te’min edildi. Yeni­

1 166

SÜLEYMAN İL

çeri ocağı yoklanıp—mikdarı 20.000’ den zi­ İse, kar ve soğuk yüzünden aneak 3.000 yeni­ yâde olan— ulufeye müstahak olmayanların çeri, 2.000 sipahi, müteferrika ve çavuşlar esâmileri silinip emekdarların terakkileri ten­ kalmıştı. Bu pek nâzik zamanda ordunun imdadı­ kis edilerek 100.000 kuruşluk tasarruf te'min na yine Selim G iray Han y e tişti: Avusturya se­ edildi. Vezirler, defterdar ve yeniçeri ağalarının ferlerine me’mûr edilmesi sebebiyle, bu defa bayramlarda rikâb-ı hümâyûna vermekte olduk­ 150.000 kişilik bir kuvvetle K ırım ’a kasteden ları hediye âdeti kaldırıldı (D efterî, var. 200h Rusların tecâvüzünü muvaffakiyetle def’ettik— 2o3», 2I1İ», 214b—215*, 233»—233b; Süâhdar, ten ( Defterî, var. 20511) sonra; Bekrî Mustafa Pa­ II, 483, 489). Baharda çıkılacak sefer için de şa ’nın K ırım ’a avdet etmesi hakkındakı tavsi­ yesine rağmen, sür’atle hareket ederek E flâk hummalı bir hazırlık faaliyetine girişildi. N İş’in sukutunu tâkip eden hâdiseler, düş­ hudûduna geldikte Batoçine, N iğbolu’ya vusul­ manın Osmanh ülkesindeki tahribatını, düş­ de de Niş hezimetini öğrenerek müteessir o'an man istilâsı karşısında yerlerinden oynayan han 2 saferde { Süâhdar, 11,4 9 2 ; Defterî, göst. halk kütlelerinin Anadolu ’ya doğru hicretle­ yer.-. 29 muharrem) Sof ya ordugâhına gelerek rini mûcip oluyordu. Tuna kesiminde, İr5ova, yapılan müşaverede AvusturyalIların âsî reaya Fethülislâm ve Florentin ’i savaşmadan ele ile müttefikan kış harekâtına devam edeceği geçiren AvusturyalIlar, Sarı Hüseyin Paşa'nın tesbit olunmakta, bu taarruzların def’i için zayıf kuvvetlerini yenerek Vidin ’İ muhasara serasker Koca Mahmud Paşa üe birlikte Ü s­ ve vire ile zaptettiler ( 1 0 muharrem). Niş k ü b ’ ün imdadına koştu. Eğridere palankasına ’ten çıkan mühimce bir düşman kolunun Şehir varıldıkta eşkıya kaleyi yakarak Komanova koyu üzerinden hareketle Dıragoman boğazın­ ’ ya çekildiği gibi Karpos esir ve maiyeti kati daki muhafaza kuvvetini basması, başlangıçta edildi. Sonra Üsküb üzerine varılıp eşkıyâ firar muvaffak olmuşsa da, paşaların gayretiyle etmekle şehre g irild i; Karpos Üsküb köprü­ bozgun asker geri döndürülerek düşmanın bü­ sünde öldürüldü. Ordu Üsküb ’de iken yeni yük kısmı ile imhası mümkün olmuştu ( 16 serasker Koca Halil Paşa mülâki olup selefi muharrem: Sitâhdar, H, 479; Defterî, var. 196b— Koca Mahmud Paşa Üsküb muhafazasına me’197*). Fakat Niş ’te 10.000 kişilik bir kuvvetle mur ve sancak-ı şerîf, Nişancı Paşa ’ya teslim tahassun eden general Veterani İstanbul ’a ka­ olunup, Serez üzerinden Edirne ’ye gönderildi. dar olan sâhadaki hıristiyan reayaya Osmanh Selim G iray Han H alil Paşa üe, bayii A vus­ devrinin sona erdiğini telkin etmeğe çalışarak turyalı, Macar ve Haydudun toplandığı Kaça­ onları Avusturya hâkimiyetini tanımağa dâvet nik palankasını muhâsara ve vire ile zaptet­ ediyordu. Her tarafa gönderilen itâat-nâmele- mek üzere iken 12.000 seçme AvusturyalI as­ rin te’siri görülerek Niş ’e giden hıristiyan kerin imdada geldiğini Öğrenen müdâfîlerin knez, papas ve âyânı, AvusturyalI hâkimlerle kaleyi teslimden imtina etmeleri üzerine muhaçtı bayraklar isted iler; reâyâdan gücü kuv­ hâsara kaldırıldı. Ordu çapul için dağılmış ve veti olanlarda Avusturya ordusuna katılarak hanın yanında ancak 10.000 kadar asker kal­ Balkanlar ’daki müslüman şehirleri ve nüfûsu mış ve beyleri düşmanla muharebeye tarafdar üzerinde bir çok tahribat ve tecâvüzlerde bu­ değil iken, Selim Giray Han ’ın ısrar ve teş­ lundular. Bu cümleden olmak üzere, Sırp eşkıyâ- vikiyle düşman taburuna dört taraftan hücum sının ileri gelenlerinden Karpos, Eğrıdere pa­ edilip, müessir ateşine rağmen A vusturya kuv­ lankasını zapt, Komanova ’da bir kale yaptırıp, veti imhâ olunup reisleri esir alındı. Gale­ Kaçanik boğazını tutmakla kendisine Avustur­ beden sonra Kaçanik müdâfîleri emân dile­ ya imparatoru tarafından Komanova kıralı mekle, AvusturyalI ve Macarlar serbest bıra­ unvanı ile kalpak gönderilmişti. Daha Önce Pic­ k ıld ılar; Haydut tâifesl tamamen katlolundu. colomini tarafından tahrip edilen Üsküb üzeri­ O sırada Prizrin üzerine gelen J.ooo kadar ne yürüyen Karpos, muhafazaya me’mur Meh- AvusturyalI, Macar ve Haydut taifesi ile, â sî med P a şa ’ nın gayret göstermeden ric’atı üze­ Arnavutlar üzerine K algay Sultan ’la Haşan rine, müslüman balkı katl-i âm ve şehri yağ­ Bey-zâde Mahmud Paşa gönderilip düşman ma edip, ateşe verdi. Başka bir düşman kolu bozguna uğratıldı. Priştine ’yi istilâ ve o ha­ Iştip ’i yağma, Karadağ ’dan gelen bir âsi A r­ valide toplanan düşman Ü2erine yüründükte, navut müfrezesi ise, İpek ’i zaptetti. Dıra- bunlar Niş ’e ric’at ederken suvâri kuvvetleri goman boğazından Bosna hudûduna kadar he­ tarafından şiddette tâkip olundular; mühim­ men bütün Sırbistan ve şimalî Arnavutluk düş­ mat ve cephaneleri de e k geçirildi. Novoberda manın zapt ve tahribine mâruz kalıp halkın an­ ’da tahassun eden AvusturyalIlar da, Priştine cak üçte biri İstanbul ve Anadolu tarafına hicret ’den gönderilen müfreze tarafından imhâ olun­ edebilmişti ( tahrip edilen şehirler ve kasabala­ du. Niş ’ten gayri bütijn şehirler istirdat olu­ rın isimleri için bk. Süâhdar, II, 4 9 1). Orduda nup düşmanın müslümanlardan gsspettiği em-

SÜLEYMAN II,

vâl ve eşya ele geçirilip S o fy a ’ya kadar her yerde Haydat taifesi takip ve teşkil edildi. Kıçın hayli ilerlemesi seferin tatili d İ icâp et­ tirmekle, vezîr-i âzam padişaha, gerek serhadler hususundaki tecrübesinden istifâde, gerekse Kırım kuvvetlerinin vaktinde gelmesini te’ min bakımından, Selim G iray Han ’m Edirne ’de kışlamasının lüzumunu telkin etmekle, kılıç ve kaftan gönderilerek han Edirne ’ye dâvet olunda. Tatar askerinin kalgay ile Kırım ’a dönüşünü müteakip serasker Halil Paşa ’ya ve Rumeli kuvvetlerine vedâ eden han, 14 eemaziyelevvel (2 3 şubat 16 9 0 )’de E d irn e’ye geldi, 27 şubat günü huzura kabûl edilerek iltifat gördü. Vezîr-i âzam Fâzıl Mustafa Paşa ’nın sefere hareketine kadar geçen zamanda, düşmanın özice üzerine tecâvüzü hezimetle neticelendiği hâlde, Köstendil varoşunu basması hasar ve zâylâtı mucip olmuş; fakat asıl mühimmi,imdat kuvveti ve zahire götürüiemeyen iki mühim mevki, m iri ve Cezayir kalyonlarının zahireyi teslim edemeden döndükleri Benefşe ( Moneravasia) Venediklilere; 4 seneden beri düşman içinde kalıp her türlü imdattan me’yus olan Kani je AvusturyalIlara teslim oldu. Edirne ’de vezîr-i âzam sarayında yapılan müşaverede pâdişâhın şehirde kalıp Fâzıl Mustafa P a ş a ’nın serdarlık ile Engürüs seferine çıkması karar­ laştırılıp Anadolu ve Rumeli ’deki beylere S of­ y a ’da toplanılması emrolundu. Ordu 6 şevval­ de ( 1 3 temmuz 16 9 0 )Edirne’ den hareket etti. Pâdişâh Yonca-çeşmesi ’nde kurulan sâyebâna çıkarak askeri teşyi etti. Ordu Filibe ve Sofya üzerinden 4 zilkade (9 ağustos) ’de Şehir köyü ( Pir o t ) palankası altına varıp, burasını hemen muhasara ve ertesi gün zaptetti ; bir gün son­ ra, Mûsapaşa palankasına girildi. Seferin mü­ him hedeflerinden biri olup düşman tarafından şiddetle müdâfaa edilen Niş ’in 23 gün süren muhasarası ( 12 zilkade—S zilhicce = 1 7 ağustos 9 e y lü l) sırasında Er del ’in muhafazasına me’mur general Heissler ’in, Thököiy ’ye Erdel kıratlığım te’min için serasker tâyin edilen Çerkeş Ahmed Paşa kuvvetleri tarafından esir edildiği haberi ( 27 z ilk a d e = ı e y lü l) ile kalgay Devlet G iray ’in 100.000’i mütecaviz Kırım kuv­ veti ile mülâki olması (30 zilkade = 4 e y lü l) .orduda büyük bir ferahlık te’min etm iş; kezâ Karaman beyler-beyi Dursun Mehmed P a ş a ’dan istirdadına me’mur edildiği Vidin ’i, 7 günlük muhasaradan sonra emânla zaptettiği haberi gelmişti Buna mukabil, Y agod in a’ya gelip tek­ rar baş-kumandanhğı ele alarak Niş ’i kurtar­ mağa hazırlanan Ludwig von Baden, Erdel ’de OsmanlıIar lehine değişen vaziyete müdâhale etmek ve h-lk! de Kıtırrn kuvvetlerinin teh­

167

ditlerinden kurtulmak üzere, Semendire ve Belgrad istikametinde rıc’at etmişti. K eyfiyet haber alınınca Diyarbekir beyler-beyîsi Ke­ mankeş Ahmed Paşa İle Kırım kuvvetleri onun tâkibine me ’mûr edildiler. Heissler ’in âkıbeti ve Markgraf ’»n ric ’atı üzerine mâneviyatları iyice bozulan Niş müdâfîleri emân dilediler. 5 zilkade günü kaleyi terk eden 5.000 kadar mü­ dâfaa kuvveti ertesi günü arabalarla Belgrad ’a doğru yola çıkarıldı. Kaleden bulunan Hay­ dut taifesi ise katlolu’ndu. Niş ’in tamiri ve muhâfazası için gerekli ted­ birler’ alındıktan sonra yapılan müşaverede, vezîr-i âzamin Belgrad ’ın zaptına tarafdar ol­ masına mukabil oeak ağaları, askerin Niş muha­ sarasında yorulduğunu, metin olan Belgrad ka­ lesini muhasaraya girişmenin mahzurlu bulun­ duğunu, esâsen kışın yaklaşmakta olduğunu ve kalenin muhasarası için gelecek sene büyük mikyasta cephâne ve zahire ile gelinmesinin münâsip olacağını ileri sürdüler. Fakat serdâ­ rın azimkar tavrı onları emre itâate şevketti. 1 1 zilhicce ( 1 5 eylül ) ’de N iş ’ten hareketle Aieksiniçe, Parakin, Yagodina, Batoçine ve Hasan-Paşa palankası üzerinden Semendire karşısına varılıp hemen muhâsarasına girişildi. Belgrad ’dan gönderilen imdat kuvvetinin ka­ leye girmesi menedilip, 3 günlük muhasara­ dan sonra Semendire zaptedildi ( 23- zilhicce =» 27 e y lü l}. Semendire ’den i S zilkadede hareket olunarak 27 zilkadede ( I teşrin I . ) Belgrad kar­ şısındaki Abaza köşkü civârmda konulup, he­ men o gece kalenin muhasarasına başlanıl­ dı, Kale, muhâsarantn 8. günü ( 3 muharrem 110 2 = 8 teşrin I,p a z a r; S ü âh d ar,!!, 5 3 5 )>ıa P* tedildi (D efterî, düşman zayiatının 15.000, buna- mukabil Osmanlı kaybının I.500 ciyâ­ rında olduğunu kaydediyor ). Muharebenin ikin­ ci günü Anadolu beyler-beyisi, fetib günü de Rumeli beyler-beyisi şehit düştüler. Belgrad muhâsarası sırasında bir kısım K ı­ rım kuvvetleri S a v a ’ yı geçerek Varadın ta­ raflarına taarruza, Belgrad zaptı ile neticele. nen yürüyüş günü de kalgay, Diyarbekir beyler-beyisinin refakatiyle Osek ( E sz e k ) ’e ka­ dar olan yerleri zapta me’mur edilmişti, ö n ­ cekiler 3.000 kadar düşmanı kati ve Belgrad ’dan çekilen düşman donanmasını zaptettiği gibi, kalgay ve Diyarbekir beyler-beyisi de K a rin tia ’ ya kadar Drava ve Sava arasını yağ­ malayarak döndüler. Belgrad ’dan sonra Böğürdelen (S zab aes) hisarı Sivas beyler-beyisi tarafından zaptedilmiş, O sek ’i 4 gün müd­ detle muhasara eden Topal Hüseyin Paşa ise, yağmurlar sebebiyle başarı elde edemeyerek Bosna ’ya dönmüştür. Vidin ’i geri alan Dur­ sun Mehmed Paşa yerine Tuna seraskeri tâ-

SÜLEYMAN İL

yiu edilen Ma’ zûl-zâde Gürcü Mehmed Paşa marifetiyle de, Fİ ören t in, İr şova ve Fethülialâm zaptedilm iş; İrşova boğazında Osmanlı gemilerinin geçişini men’ için düşman tarafmdan tahkim edilen adanın zaptı ise, A rna­ vut Mebmed Paşa ’nın imdadı sayesinde, mu­ hasaranın 27. günü mümkün olmuş ve Şans adası adı verilen istihkâmın bir kale hâline getirilmesiyle da Tuna tamâmiyle Osmanlılartn murakabesi altına girm iştir, Belgrad ’m geri alınmasından sonra, pâdi­ şâhın Edirne ’den İstanbul ’a dönmesinin uy­ gun olacağı kararlaştırıldı. Vezîr-i âzamin tel­ hisi arz edilince pâdişâh, önce râzı olmuş, sonra haremdeki bâzı kadın ve ağalar, Mehmed ÎV. ’in de böyle İstanbul ’a götürülerek hal’ edildiğini ifâde ederek padişahın vehmini tahrik ettiklerinden, kaymakam paşaya, Edirne tahigâhmda kalarak kışlayıp yazlıyaeağını ve vezîr-i âzami burada bekleyeceğini söyledi ise de, kaymakam paşa 2 1 muharrem 112 2 (24 teşrin I. 1690} günü ulemâ ve âyânı toplayıp, böyle halim, selim, âbid ve sâlih bir pâdişâh­ tan âlemin hoşnut ve ona suikasdin münafık sözü olduğunu ifâde ederek, İstanbul ’a g i­ dilmesinin hem padişaha, hem de reâyâya fay­ dalı olacağı hususunun arz edilmesini kararlaş­ tırd ı. Pâdişâh harekete iknâ edilip 23 saferüe (25 teşrin li.) yağmur altında İstanbul ’a vâsıl olunmuştur. Vezîr-i âzam, Belgrad fethinin üçüncü günü ordugâha gelen Selim G iray Han ’ m bu defa dâ Kırım ’a dönmeyip kışı İstanbul ’da geçirerek baharda ordu ile beraber sefere çıkmasını münâsip görüp, kendisinden önce hanı İstanbul ’a göndermiş; kendisi de, Beig­ rad ’ın muhâfaza tedârikini tamamlıyarak, 2 seferde ( 4 teşrin ÎI.) bu şehirden ayrılıp 21 rebiülevvelde (22 kânun 1.) pâdişâh tarafın­ dan Davudpaşa’da büyük iltifatla karşılan­ mıştır. Daha Fâzıl Mustafa Paşa ’nın Engürüs sefe­ rine çıkmasından önce, Thököly ’nin Erdel kı­ ratlığına iclâsı için Silistire beyler-beyisi ve Tuna muhfifızı Çerkeş Ahmed Paşa kumanda­ sıyla, Erdel ’e sevkedilen kuvvetler Zârneşti civarında Avusturya kuvvetlerini yenmiş, Avusturyalılarca Erdel vâlisİ tâyin edilen Teleky Mihâly ile E flak boyarlarından Bâlâceanu Öl­ dürülmüş ve Avusturya kuvvetleri kumandam Heissier esir edilmişti ( 1 6 zilkade { 1 0 1 = 2 1 ağustos 16 9 0 ; Siiâhdar, II, 504 v. d., 525 v. d ,; Defterî, var. 218*»,228b; krş. J . W. Zinkeisen, C O R , V , 14 9 ; Jo rg a , G O R, IV, 249—2 5 0 ); ancak general C araffa *nın tehdidi karşısında kuvvetler geldikleri yoldan avdet etmişlerdi. Belgrad fethinden sonra, Fâzıl Mustafa Paşa, Sivas beyler-beyisi Satahor Süleyman Paşa ’nın

seraskerliği altında mühimce bir kuvveti, önce T un a’nın Panço va yakasına geçirip Temeşvar, Gyula, Yanova ve V arat ( Nagyvarad, Grossvvrd ein ) kalelerine bir mikdar zahîrv ve para teslim ettikten sonra Erdel’e girerek Thökölyi ’yi hâkim kılmağa me ’mûr etti. Fakat seferi Tamşvar muhafızı Ca’fer Paşa devam ettirmiş, ancak Erdellilerin ThÖkÖly ’ye İtaati te ’mİh edilememiş ve Szathmar Ne methi ’den Hermanatadt 'e kadar olan Erdel arâzisi tahrip edile­ rek kışın şiddeti dolayısiyle Tamşvar ’a dönül­ müştür. Avlonya ve etrafındaki sancak beylerinin askerleriyle orduda bulunuşu, Venediklilerin bir donanma ile bu bölgeye kuvvet ibrâc ede­ rek ânî bir baskınla A vlo n y a ’yı ele geçirme­ lerine sebep olmuştu, Belgrad ’dan dönülür­ ken Koca H alil Paşa ’nın kumandasında mü­ himce bir kuvvet bn kalenin istirdadına me’mûr olmuş ve kaleyi kuşatmıştı. Muhasaranın otu­ zuncu gecesi Avlonya zaptedildi, H alil Paşa ’ m Arnavut âsilerini te ’dîp hareketi ise, ni­ hayet âsilerin rehinler vererek emân dilemesiyle neticelenmiştir. K ıbrıs ’ta da, kapa kutu ve tı­ marlı eşkıyâsı Halebli Ahmed Paşa tarafından te’dib edildiği gibi, Mısır ’da S a'id bölgesini is­ tilâ eden İbn V â fi İle mücâdeleye Türk (h a­ zînedir ) A li Paşa me ’mûr edilmiştir ( D efterî, var. 204b, 234» v. dd.) H02 ( 16 9 1) yılında Fâzıl Mustafa Paşa, Engürüs seferi serdarlığına tâyin edilmiş ve pâdişahdan sancak-ı şerifi teslim alarak 14 şa­ ban ( 12 m ay ıs) tarihinde otağa çıkmıştır. Süleyman It. iki yıldanberi istiska illetinden muztarip bulunmasına rağmen büyük gayret ve metânet göstermekteydi. Tedâvisinden ümit kesilmiş, ramazandan sonra vefat edeceği şuyû bulmuştu. Vezîr-i âzamin sıkı mâlî İslâha­ tından mutazarrır olan bâzı nlemâ ye kui tai­ fesini nin, Fâzıl Mustafa Paşa ’nın sefere çıkma­ sından sonra padişah vefat ederse, Mehmed IV. ’i veya oğullarından birini iclâs edecekleri de şâyî olanca, ağır hastalığına rağmen, pâdişâ­ hın Edirne ’ye gönderilmesi telkin edildi. Mus­ tafa Paşa buna önce itiraz etmişsede, sonra ikna edildi. A yrıca pâdişâh, hastalığının pek nâzik bir safhada olduğunu ifâde etti ise de, kulu teşvik için behemehal Edirne ’ye gitmesi hakkında vükelânın ısrarlı arzûsuna rızâ gös­ termeğe mecbur oldu ve 16 şâban ( 1 4 m ayıs) ’da Yalı köşkünden sandal ile Eyûb iskelesine, oradan da tahtırevanla Davudpaşa’ ya nakl olundu. Mehmed IV. ile iki oğlu ve şehzade Ahmed ( 11.) doğrudan-doğruya karadan yola çıkarıldılar. Mehmed IV. ’in imamlığı hizmetinde bulun­ makla yakınları arasına giren Rumeli kazas-

SÜLEYMAN II.

herliğinden mâ ’zul İbrahim Elendi, Fâzıl Mus­ tafa P a ş a ’ya cephe alanların başında geliyor­ du. Son def*a dâmâdı Celeb Ahmed Efendi ’nin Kadı köyü ’ndeki evinde verilen bir ziyâfette Şâban-zâde Mehmed ve Tevfikî-zâde Mebmed efendiler ile birlikte vezfr-i âzam, pâdişâh ve ulemâ vaziyeti mütâlea edilm iş; pâdişâhın kırk yıldan beri „bucaklarda çürüyüp kalmış, nisvan ülfetiyle perverde", rüşd ve şuur ile idâre kabiliyetinden mahrum, dünyadan haber­ siz, nâkıs akıllı olduğu, yakın olan ölümü tak­ dirinde, vezîr-i âzamin, sevmediği için 'Meh­ med IV. ve oğullarını tutmayıp şehzade A h­ med ( 11.) ’i taht’a çıkaracağı, onun da Süley­ m an’ dan farksız olduğu kanâati izhar edilerek münâsip olanın, pâdişâhın vefatından önce bir gece bilcümle ulemânın Davudpaşa ’ya varıp zâbitlerden birinin yardımıyle Mebmed IV. ’i iclâs olduğunu kararlaştırdılar. V âsıta olarakda, Mebmed IV. ’in ve oğuliartnın bendesi ve dârüssaâde ağasının mûtemedi olan silâhdar Bey­ zade A li A ğ a ’yı seçtiler; bâzı ulemâyı bu mevzuda iknâ ettiler. 29 şaban (27 mayıs ) ’da Celeb Haşan Efendi, tebdil-i kıyâfetle Davud­ paşa ’ ya gidip Silâhdar A ğa ’ya meseleyi aça­ rak, o gece ulemânın geleceğini, dâtüssaâde ağası ile birlikte ulemâ görününce Mehmed IV, ’i hazır etmelerini tenbih etti. Sûretâ müt­ tefik görünen Silâhdar A ğa ise, hemen vezîr-i âzama gidip keyfiyeti haber verdi. Mustafa Paşa Kadıköy toplantısından da haberdardı. Müşâvere bahanesiyle ziyafete iştirak eden dört kişi o akşam toplanıp kaptan paşa marifetiyle Kıb­ r ı s ’a nef yolundu. Bu hâdise,pâdişâhın hâreketini tacil edip ertesi gün ( I ram azaa=2S mayıs ) Davudpaşa ’da tuğİ8r çıkarıldı. Dârüssaâde ağasının pâdişâhın zaafı hakkı ndaki İh bârı üzerine Rumeli kazaskeri Hekim-zâde Yahya Efendi muâyene edip artık hayrı kalmadığını tesbit etmekle, vüzerâ, ulemâ ve ocak ağaları dâvet olunup, pâdişâh vefat ederse, yerine ki­ min geçeceği müzâkere olundu. Fâzıl Mustafa Paşa, hazır bulunanların sükûtu üzerine, Meh­ med IV .’in kırk yılda memleketi berbâd ettiği, bâlâ çekilen musibetlerin onun eseri olduğu, oğullarının da babaları gibi terbiye olunduğu, ancak pâdişâhın küçük kardeşinin hüsn-f hâl, zühd ve takvâsiyle saltanata lâyık olduğunu ifâde ettikde ma’ kul görüldü. Vefat vuku bu­ lursa, yolda, İstanbul ’dan bir az daha uzakta olsun diye Süleyman II., 4 ramazanda ( 31 ma­ y ıs) tahtırevanla yola çıkarıldı ve 12 ramazan (8 haziran ) günü E dirne’ ye vâsıl oldu. Vezîr-İ âzam da hemen arkasından hareket edip, iki gün sonra Edirne ’ ye dâhil, 17 ramazanda ( 1 3 haziran) padişaha vedâ edip, cülus iktizâ ederse, muhakkak Sultan Ahmed ’in idâaı için

169

sıkı teşbihlerde bulunduktan soma, ertesi gün Engürüs seferine çıktı, O gün erken vakit pâ­ dişâh tahtırevanla, şehre bir saat mesafedeki Yonea-çeşmesi ’ne kurulan sâyebana götürülüp, yalnızca Fâzıl Mustafa Paşa ’yi kabûl ve .ağ­ layarak askerin zaferi için duâ etti. Fakat ar­ tık yatağa düşmüştü. Nihayet 26 ramazan 110 2 (22 haziran 16 9 1) cuma günü kuşluk vakti vefat etti. Dârüssaâde ağası keyfiyeti kaymakam paşaya haber verince, küçük kar­ deşi Sultan Ahmed (II.) taht’a iclâs edildi. Sü­ leyman İL ’m teçhiz ve tekfini yapılıp aynı gün ikindi vakti alay köşkünde namazı kılı­ nıp, nâ’şı Silivri ’ye kadar araba ile taşınıp, oradan 'sandalla naklolundu. İstanbul ’a yine karadan giren kafile, 28 ramazan günü kuş­ luğa doğru, İstanbul kaymakamı Amea-zâde Hüseyin Paşa, ulemâ ve ocak halkı tarafından Topkapı dışında karşılanıp Süleym âniye’ ye ge­ tirilerek Sultan Süleyman kabrinin sağ tara­ fına defnedildi ( Ahmed R efik, H icrî X I I . «sır­ da h tan ba l hayatı, s. 7, vesîka 13 v. d. ; Silâh­ dar, II, S6 7 —574 , 5 7 7 »D efterî, var. 238b v. d.). O rta boylu, beyaz ve değirmi yüzlü, doğan burunlu, şişman, zâhid, mükrim ve hüsn-i mu­ amele sahibi olan Süleyman II., zevk ve sefa­ dan ihtirazı İle hakkında ümitler beslenmiş iken, yaşama tarzı, muhiti ve nihâyet kuvvetli bir şahsiyet ve irâdeden mahrumiyeti onu dâimâ yakınlarının telkinlerine uyan, âdeta bir gölge hükümdar derecesine düşürmüştür. Kuvvetli bir tahsil yapmadığı, hatt-l hümâ­ yunlarda görülen imlâ hatalarından anlaşıl­ maktadır ( msl. bk. Topkapısarayı arşivi, E, 7003/12, 13, 24, 26, 29} 7004/32, 57 . 58 v.b.). Bu bakımdan cülusunu müteakip, kâymakam Fâzıl Mustafa Paşa ’nın şevki ile, gerek tâlimi ve gerekse fena meyillere kapılmaktan muhâ. fazası için Süleymâniye müderrisi Arap-zâde Abdülvehhab Efendi kendisine muallim tâyin edilmişti ( Defterî, var. *52° — Râşid, II, 15, Si­ lâh dar, H, 312 ); ancak Abdülvehhab Efendi ’nin pâdişâh üzerinde Jc r a ettiği nnfûzn fenaya kullanıp rüşvet aldığı, devlet işlerine müdâhelede dârüssaâde ağası Hacı Mustafa Ağa ile birlikte ifrata vardığı dikkati çekmiş ve nihâyet Fâzıl Mustafa Paşa, pâdişâhın hi­ mayesine rağmen, Abdülvehhab Efendi ’yi Me­ dine ’de ikamete roe’mur etmiştir. ( 1 2 cemâziy el âhır 1 1 0 1= 2 2 mart 1690; Silâhdar, II, 498). Süleyman II. ’ın, Mehmed IV. derecesinde değil­ se de, haremin te’sİrinde kaldığı anlaşılmak­ tadır ( Silâhdar, 11, 436). Harem-i hümâyun mensuplarına dağıttığı ihsanlarım büyük bir yekûna bâliğ olması keyfiyeti (Topkapısarayı arşivi, E . 7004 ve. D. 2345 A m elfu fları) ile vâlide Sâlıha Dilâşub Sultan ’m vefâtı ( 22 aa-

17«

SÜLEYMAN II. -

SÜLEYMAN ( b .'A b d

fer i l o t ; Silâbdar, Iİ, 484; krş. Defterî, var. 21 1 » v. d.) üzerine harem câriyelerini zapta me’mur edüen kethüda kadına „has" tâyini hakkında kanun bulanmadığı, sefer ve hazîne müzaya­ kası dolayısıyle münâsip olmadığı yolunda Fâzıl Mustafa F a ş a ’nın itirazına rağmen ısrar ede­ rek iki defa hatt göndermesi (Defterî, var. »1 ı b ) bu alâkanın işâret ve delili sayılabilir, Süleyman 11.-, haremi ile a?a-sıra gittiği Fener-bahçesinde fener kulesini inşâ (Erem iya Çelebi Kömürcüyan, İstanbul tarihi—X V II. asırda İstanbul, trc. H. D. Andreasyan, İs­ tanbul, 1952, s. 55 ve seyyah G : G re lo t’nun ifâdesi, s. 303—304 ), İzmir ’de ise, bir eâmi ihyâ etmiştir ( Topkapısarayı arşivi, E . 4736, 9 şâban 1 1 0 1 ) . B i b l i y o g r a f ya-. Metinde gösteri­ lenlerden başka bk. Süleyman U. ’m beyaz üzerine hatt-ı hümâyunları: Topkapısarayı arşivi, E . 6003, $563 m elfufları; in’am ları: E. 7 oo4 , 7° ° 5î 7°o6 melfufları; D, 2345 C m elfufları; harc-ı hassı, ceyb-İ hümâyun masrafları, maiyyetine yıllık te vz iâtı: D. 2343 A ,B ,H m elfufları; beratları: E. 5 4 13 ; hükümleri : B. 9290, 115 8 0 ; cülusunda gelen hediyeler: D. 10 7 1, tlo8. Başvekâlet arşivi, Mükimme d efteri, nr, 98—102 ; D. Cantımir, Histoire de VEm pire Otkoman (tre. M. de jonquieres ), Paris, 174 3; Mignot, Histoire de VEmpire Offomen, Paris, 1 7 7 1 ; i. H. Uzunçarştiı, Osmanlı tarihi, 111/ u IJI/2; A . D. Alderson, The Structure o f the ottoman Dynasty (O xford, 1 9 5 6 ). (BEKİR KüTOKOĞLU.) S Ü L E Y M A N . SU LA YM Â N b. ‘A BD a l ­ M A LİK ( î —71 7) E n ı e v î h a n e d a n ı n ı n y e d i n c i h a l î f e s i . Annesi Vallâda bint al-‘A bbâs b. Caz’ ’dır. Daha babası [ bk. 'ab d AL-MALİK B. MARVÂN ] zamanında selefi bulu­ nan ağabeyisi V alid [ bk. AL-VALÎD B. ‘ABD AL-MALİK ] ile birlikte veliahtlığa getirilmiş ve bu sıfat ile iki kardeşe b î’at edilmiş id i; fakat V alid, hilâfetinin sonlarında kardeşi Süleyman ’1 veliahtlıktan hal’ ederek, oğlu 'Abd al-'Aziz 1 halef tâyin etmek istemiş, bir taraftan S ü ­ leyman ’1 ve bu tebeddülün aleyhinde bulunan ‘Omar b. 'Abd al-'A z iz gibi şahsiyetleri teh­ ditte, diğer taraftan bu mevzuda vâli ve mem­ leketin ileri gelenleri ile müşâvere ve muhâberede bulunmuş İse de, bu arzusuna yalnız Haccâc b. Yûsuf [ b. bk.] ve Kutayba b. Mus­ lim [ b. bk.] müspet cevap vermişlerdi. Aneak emrine itâat etmeyen Süleym an’ı, silâh kuv­ veti ile yola getirmek gayesiyle, bizzat üze­ rine yürüyeceği sırada beklenmedik Ölümü, bn teşebbüsün tahakkukuna engel oldu. Süleyman, V alid ’in ölümünde Ramla ’de bu­ lunuyordu. H alîfe olarak da burada k ald ı; fa-

al -Ma l Ik

).

kat vaktinin çoğunu, Kostantıniye seferinin ik­ mâl işleri için bir üss hâline getirilen Mare Dâbik ’da geçirdi. V alid ’in ölüm haberini alıralmaz, musahibi ve aralarında sıkı arkadaşlık bağlan bulunan ve Emevî devletinin iç siyâ­ setinin temelinden değişmesine birinci derece­ de âmil olan Yazid b. Muhallab [ b . bk.]’ i re­ fakatine alarak Ş a m ’a g itti; bir müşküle mâ­ ruz kalmadan halîfe oldu ( cemaziyelâhır 9 6 = şubat 7 15 ). ~ Süleyman, haricî siyâsette selefinin izinden yürüyerek, B izan s’a karşı mücâdeleye daha şiddetli bir şekilde devam etti ise de, dâhiiî siyâset ve idarede tam aksi bir yolda gitti. Haccâc ’ın veliahtlık meselesi dolayısı ile aley­ hinde idi. Bu bakımdan daha ağabeyisînin sağ­ lığında Yazid b. M uhallab’i korudu, onun te’sıri altında kaldı, bu yüzden güttüğü iç si­ yâsette A rap toplulukları arasında zâten mev­ cut olan ihtilâfların artmasına ve netîcede, Emevî devletinin kuvvetten düşmesine sebep oldu, Haccâc, Süleyman ’ın kin ve nefretinden, Ölümü dolayısıyle, kurtuldu ise de, taallûkat ve tarafdarları bundan halâs olamadılar. Bunu diğer devlet ricâlinin azli ve yok edilmeleri tâkip e tti: M edine’de 'Oşmân b. Hayyân, Mekke ’ de H âlid b. 'A bd A llah azledildiler; Muhammed b. Kâsim, Suriyelilerin kendisine yardıma hazır olduklarım bildiği hâlde, bir ayaklanmağa tevessül etm edi; V â s if ’ta bir müddet zindanda kaldıktan sonra, o da idâm editdi. Müsâ b. Nuaayr ’e daha da kötü mua­ melede bulunularak, oğlu ‘A bd al-'A ziz idâm edildi. Görünüşte V alid K ayşlileri, Süleyman ise, Yemenlileri tu ttu; fakat bu iki büyük züm­ reye intisap eden kabîleler, birbiriyle o ka­ dar girift bir hâlde idiler ki, tasfiyeye, daha zi­ yâde eski idareye kulluk etmiş veya tarafdar olmuş bulunanlar düçâr oldular. Y azid b. Mubaliab bile tam mânasiyle Yemenli gibi hare­ ket etmedi. Fakat ne olursa olsun, Kutayba gibi büyük bir şahsiyetin feci âkibeti Suriye­ lilerin hiç bir zaman hâfızasından silinmedi. Böylece m avâli ’nın vaziyeti bir tarafa bıra­ kılsa bile, Araplar Emevî devletinin aleyhinde olarak, iki muhalif, hattâ düşman zümreye ay­ rılmış oldular. Kutayba, kolaylıkla yerinden atılamayacak derecede kuvvetli id i; fakat Y azid b. Muhal­ la b ’in bile ve desiseleri, neticede muvaffak oldu. K u tayba’ye bir taraftan bâzı mühim mevkilerin fethi emredilirken, diğer taraftan, el altından bu seferlere iştirak etmeyecek olan askerlerin ulûfelerinin arttırılacağı ve memle­ ketlerine dönme izni verileceği gizlice bildi­ rildi. Bu Buretle Horasan ’da Kutayba aleyhine kolaylıkla ayaklanabilecek kuvvetli, muarız

SÜLEYMAN (b. ‘A b d a l- M a l!k .) .

bîr zümre meydana getirildi. Kutayba bunun çok geç farkına vardı. Kendisinin yerinde bı­ rakılmadığı ve Y azid b. Muhalİab ’in kendi ye­ rine getirildiği takdirde, silâh kuvvetiyle bu­ na mâni olacağını, hattâ Süleym an’ı halîfe olarak tanımayacağını bildirdi. Halîfe, vakit kazanmak için Kutayba ’ye müspet cevap verdi İse de, daha elçi Kutayba ’ ye varmadan azledildiği haberi geldi. Bunun üzerine Kutayba is­ yan ederek, Süleyman ’ı halîfe olarak kabul etmediğini ilân e tt i; fakat askerine güven­ mekte aldandığını anladı. Ordu, büyük bir kısmı itibariyle aleyhine döndü. Kutayba, ayak­ lanan askerin hücumuna uğradı; kardeşleri, yakmlariyle birlikte, savaşarak maktul düştü. Irak vâlisi olan Y azid b. Muhalİab, nefret edilen H aeeâc’ın vaziyetine düşmemek için, İrak mâliyesine tâyin ettirdiği Sâlil; b. 'Abd al-Rahmân ’m kendi israflarına karşı yaptığı engellerden kurtulmağı düşündü. Irak zâten 20 yıldır sömürül müştü, Eşhas değişmiş, fakat vergi mikdarı olduğu gibi kal­ mıştı. Horasan valiliğini de elde eden Yazid, israflarını Örtmek ve bunlara yeni kaynaklar te’ min etmek ve yapacağı yeni fütuhat ile şöh­ ret kazanmak gayesi ile Cürcân ( G u rg â n ) [ b. bk.] ve Taberistan üzerine 100.000 kişilik büyük bir ordu ile sefere çıktı. Y azid, Sol adında bir Türk olan Cürcân havâlisl hâkimini, çetin savaşlardan sonra mağlûp ederek, çok zengin ganimetlere nâİl oldu. Cürcân havalisi, büyük bir fidye mukabilinde büs-bütün tâlân edilmekten kurtuldu. Yazid bundan sonra, bu­ rada kuvvetli bir muhafız birliği bırakarak Taberistan üzerine yürüdü. Ancak Araplar, dağ­ lık bölgede Türklerin mukavemetini kıramadı­ lar ; barış yolu ile anlaşmak zorunda kaldılar. Bu vaziyetten eesâret alan Cürcân halkı da ayak­ lanarak, Arap muhâfız kıt’asını yok etti. Buna mukabil Arapların intikamı da burada çok müthiş oldu ; binlerce Türk öldürüldü. Bu za­ fer ve muazzam ganimetler Yazid ’e önceleri büyük bîr şöhret sağladı ise de, kısa bir za­ man sonra, Horasan halkından şikâyetler gel­ meğe başladı. Y azid ’in vaziyeti endîşe verici olmuştu. Bâzı rivâyetlere göre, Süleyman, Ölü­ münden bir müddet evvel Y azid ’e olan İti­ mâdını tamâmiyle kaybederek, onun yerine ailesinden bir. ferdi, belki de kardeşi Masiama ’y, Horasan vâliliğine getirmek istemişti. Bu hâdiseler cereyan ederken, Kostantiniye ön­ lerinde ve umûmîyetle, Anadolu ’da Bizans top­ raklarında savaş devâm etti. Arapların zâyiâtı çok büyüktü. Muhasarayı deniz cihetinden de yapmak ve ikmâl işterini daha iyi bir şekilde tanzim etmek gayesiyle, büyük bir donanma hazırlattı. Süleym an’ın hilâfetinin başlarında

*71

yaziyet Arapların oldukça lebine bir veehe al­ mıştı : Bizans donanması ayaklanmış, impa­ rator Anastasius hal’ edilerek, yerine-Theodo­ sius getirilmişti (7 ıû ). Fakat haris ve ka­ biliyetine güvenen şark cephesi kumandam Leon, bunu fırsat bilerek, A raplara yanaştı. Araplar da, bir müttefik bulduklarını zanne­ derek, aldandılar. Maslama ile Leon arasında yapılmış olması gereken bu anlaşma, ihtimal Bizans ın taksimini istihdaf ediyordu. Leon ’nn faaliyeti ağır b a stı; neticede Theodosius salta­ natı Leon’a terk etmek mecbûriyetinde kaldı. Ancak A raplar Leoti ’un sözlerine inanarak, al­ dandılar, yiyecek stoklarını yaktılar. Bizanslıiar da, Anadolu ’nun Kostantiniye’ye yakın çev­ relerinde yiyecek nâmına bir şey bırakmadı­ lar. Neticede bütün emekler boşa gitti ve Kos­ tantiniye muhâsarası şiddetli fırtına ve soğuk­ lar, açlık ve sârî hastalıklar yüzünden hiç bir başarı elde edemeden, muazzam bir donanma­ ya ve 100,000 müslümanın bayatına mâl oldu. Yiyecek te’mini maksadı ile Bulgarlara karşı yapılan sefer de muvaffakiyetsizliğe uğramış­ tı. Süleyman, Dâbik ’te iken, mubâsaranin kal­ dırıldığı sıralarda ( ve yahut bir müddet e v v e l) Öldü ( safer 9 9 = eylûl/teşrin I . '7*7 ). öldüğün­ de, bir rivâyete göre 39 yaşında idi. 45, hattâ S3 yaşında ( hicrî yıl h esabiyle) olduğunu söy­ leyenler de vardır. Bâzı müellifler, lâyık olmadığı hâlde Süley­ man ’ın kısa sürmüş olan hilâfetini haddinden fazla medhetmişlerse de, vâli ve kumandanla­ rın değiştirilmesi, umûmî bir memnûniyet ge­ tirmiş değildi; zâten bununla .halkın refah ve saâdetlni te’min edecek bir yenilik düşü­ nülmemişti. Bu devir ile, memnun olan ve olmayan zümreler yer değiştirmiş oldu. Zama­ nında Emevî devletinde ırkçı, hattâ kabile ve âile asabiyyetine dayanan siyâsetin daha da şiddetlendiği iddia edilebilir. Irak ve Horasan sömürülmeğe devam edildiği gibi, Mısırda biz­ zat halîfenin emri ile aynı felâkete duçar ol­ muştu. ‘Omar b. ‘Abd al-'A ziz ’in Süleyman ’ın yüzüne karşı bu vaziyeti tenkit etmekten çekinmediği ye Süleyman ’ın defninden evvel Mısır vâlisi Usâma ’yi azlettiği malûmdur. Kindar, bâzan lüzumsuz yere haşin ve zâlim olan Süleyman, sefâhata meyyal, kadınlara düşkün ve fevkalâde oburdu. Zamanında süs ve debdebe almış-yürümüş şa’şaâlı ziyafetler, sefahat ve kadın âlemleri devrin modası hâline gelmiştir. Yalnız selefi V alid ’in aksine olarak, fasih ve beliğ konuşurdu. Dindar olmağa çalış­ tığı, muvaffak olam adığı; ikaz euılince de mü­ teessir olduğu, oturup ağladığı rivayet edilir. Süleyman da, selefi V alid gîbi, hilâfeti oğul­ larına intikal ettirm ek istedi, önce oğlu A y-

I?»

SÜLEYMAN ( B. 'A b d a l - M a l I k ) -

SÜLEYMAN { b. D â v Od.V

y ü b ’u, bunun olumu üzerine de diğer oğlu S Ü L E Y M A N . SuLAYMÂN b. a l- A ş 'a § [ Bk. Davüd ’u veliahtlığa getirmek teşebbüsünde E bû D âv û d .] _ S Ü L E Y M A N . SU LA YM A N b. D âvG d , K i ­ bulundu. Ancak neticede, dindarlığı ile mâruf ve sarayda büyük bir nufüz sahibi bulunan t âb-t M u k a d d e s ’t e k i p e y g a m b e r ve ı fakih R aca’ b. H a y v a ’mn te'siri ile yeğeni h ü k ü m d a r S ü l e y m a n , İslâmî menkıbeler­ ’Omar b. ‘A bd al-'A zız ’İ halef olarak tâyin de ilk plânda bir şahsiyettir. A rap tarih­ etti. Her ne kadar Raca1 ’dan, ölüm döşeğinde çilerinin sözlerine göre, dünya hâkimi 4 bü­ Süleyman ile bu hususta yalnız müşâverede yük şahsiyet vard ı: ikisi, Nemrud ile Buht albulunduğu nakledilmekte ise de, bu sırada ha­ Naşar kâfir, ikisi de, büyük İskender ile Sü­ lîfenin sık-sık komaya girmesi, hilâfet müh­ leyman, mü’mindiler. Bunlar arasında Süley­ rünün R acâ” da bulunması bu rivâyetin pek de man en ihtişamlı şahsiyet idi. Bilhassa onun itimâda şâyan olmadığını göstermektedir. R a­ sihr ve kehânetle ilgili insan-üstü kudretleri ca’ ’um dindarlığı, 'O mar ’e bu yüzden meyi tebârüz ettirilir. En halledilmez muammalar, en ve muhabbeti, Süleyman ’m hilâfeti oğulların­ nâdir gizli mes’eleler onun için bir çocuk oyun­ dan birine bırakmak arzusuna rağmen, böyle cağı idi. Keskin zekâsı ye açık anlayışı göz­ bir değişikliği yapmak ve umûmî bir hoşnut­ lerinden okunurdu; fetânet ve adâlet alnına suzluk ve karışıklığa mahal vermemek için hakkedilmişti; ilmi, Ürdün nehri yatağından ‘Omar ’den sonra hilâfetin kardeşi Y azid ’e daha derindi. Süleyman bizzat K u r ’a n ’da sıkintikal etmesini sağlamış olabilir. Bu hususta sık zikredilir ve Allahın gerçek bir resulü, bir hazırlanmış olan vasiyetnamenin muhtevası nebi olarak Peygamberin bir numunesi olmak Raca’ tarafından son âna kadar hiç bir kim­ şerefini İskender ite paylaşır. K u r *an ’daki seye ifşâ edilmemiş ve ancak Süleyman ’m âyetler, daha gençliğinde babası D avu d ’u ada­ ölümünden sonra Dâbik mescidinde hânedan letin tatbikindeki mahareti ile nasıl geçtiğini efradı, vasiyetnamenin muhtevasına muttali anlatır ( X X I, 78, 7 9 ) ve Davüd ölünce, ona olabilmişlerdir. Rivayete göre, yalnız Hişâm halef olmak üzere, diğer oğulları arasında Sü­ b. ‘A bd al-Malik, ‘ Omar ’in halef tâyin edil­ leyman seçilmiştir (X X V II, 16 }, O, mucizevî mesine itiraz etmiş ise de, Raca’ ’in „sözde“ istidatlar ile teçhiz edilmişti. A llah ona gizli tehdidi karşısında o da boyun eğmek zorunda bilgiler ihsan etmişti. Kuşların ve hayvanların kalmıştır. Mâmafih, ne olursa-olsun, bu hâdise, dilini biliyordu ( XXVII, 16, 1 9 } ; K itab-ı Mu­ Süleyman ’a tarihte bir şöhret sağlamış ve kaddes, M&lûk I, IV , 3 3 ’te de bundan bahse­ „Miftäh al-hayr" unvanını almasına sebep ol­ dilmektedir. Fırtına ona itaât ederdi { X X I, 8 1 ; muştur. XXXVIII, 36), Rüzgârın sabah gidişi bir ay, B i b l i y o g r a f y a : İbn Hallikân ( nşr. akşam dönüşü de bir ay id i; erimiş bakır menWüstenfeld ), nr. 2J8 ; al-Kutubi, Favât al-va- bâi da ona sel gibi akıtılmıştı (X X X IV , 12 ) . fa y â t , I, 17 7 ; Tabari (nşr. de Goeje ), bk. isteği üzerine, bütün arzularını yerine’getirmek fihrist ; Ibn al-A şir, al-K âm il f i ’l-târih için şeytan tâifesi emrinde bulunmakta idi, on­ (n şr. Tornberg), bilhassa V , s—9, *2, 14— lar meselâ inci avı için kullanılmışlardı ( XXI, zo, 25—30 ve bk. fihrist ; Balâzuri ( nşr. de 8 2 ; XXXV III, 37). Cinn ’ 1er onun istediği gibi Goeje ), bk. fihrist ; Ya'kübi ( nşr. Houtsma ), çalışmağa mecbur edilmişlerdi. Itâat etmedik­ H, 33S_ v. d., 345, 35 1—362, 366, 369, 3 7 ı j leri takdirde, cehennem azapları ile tehdit Mas'üdi, M arne al-zabab ( Kahire, 1346 ), II, ediliyorlardı (X X X IV , 12 ). Onun için sandık­ 16 1 —16 6 ; W eil, Geschickte der Chali fe n , I, lar, heykeller, ve kıymetli vazolar yapıyorlar­ 493 » 5°8, 540 v.dd., 554 —5 7 8 ; Müller, D er dı ( XX X IV , 13 ) . Orduları insanlardan, cinn Islam im M orgen-und Abendland, 1, 417, ’terden ve kuşlardan müteşekkildi. İlk otarak 436 v.d. ; Muir, The Caliphate, its rise, déc­ ona Saba kıratlığından ve meşhur kıraltçesi Belliné and f a l l ( 3 . tabı ), 333, 36 1, 372—380, kis [ b. bk,] ’den haberi hudkud getirdi, Süley­ bk. fihrist ; Wellhausen, Das arabische Reich man, peygamber sıfatı ile mektuplaştı ve onu and sein Sturz, s. 160— 16 5 ; türk. trc. F. islâmiyete davet etti. Kudret ve hikmetini ona Işıltan, A rap devleti ve sukuta, 12 1 v.dd.; gösterdikten sonra, ktraliçe kendisine i taât etti D iivel-i islâm iye (türk. trc. Halil Edhem), ( XXVII, 20—44). Şeytanlar bir çok defalar S, 9— tI;Z a m b a n r, Manuel de Généalogie onu küfre sürüklemek istediler, fakat bir netice et de Chronologie pour l’histoire de l’Islam, elde edemediler (II, 101 ). Bir gün, dinî vazi­ Hannovre, 1927, bk, fihrist ; Wellhausen, Die felerini yerine getirmedi, kendi at sürülerini K ä m p fe der Araber mit den RomSen. | takdir ve hayranlıkla seyretmesi, ona duâyı ( N 3 W Gött., 1901 ), s. 439—442; E I, mad. j unutturmuştu. Bunun kefâreti otarak, boğazla| mak suretiyle, onları kurban etti ( XXXV III, SULAIMÄN B. ‘ABD AL-MALIK. • ¿t —33), Bir müddet için, müşrikliğe kaymış ( ŞİNASİ A l TUNDAÖ.

SÜLÊYMàN ( b . Ö ÂVÛ D .).

görünür. Cezâ olarak hükümdarlığını kaybet­ ti ve tahtı kendisine benzer bir kimse tarafın­ dan İşgal •Mildi, Tövbe ve istiğfar edince, tah­ tına iâde edildi ve Allah ona cennette lutuflar yâad etti ( XXXVIII, 34, 35, 40). Öldüğü za­ man, asasına dayanıyordu, ve bir kurdbu des­ teği kemirip, vücûda yıkılıncaya kadar kimse onun öldüğünü anlamadı : cinn ’1er ancak o za­ man onun için çalışmayı bıraktılar (X X X IV , 14 }. Daha muahhar bir menkıbe, kısmen İbranî kaynaklarda da bulunan bütün bu malzemeyi mübâlagalandırmıştır. Süleyman ’ın cin n ’ 1er üzerindeki hâkimiyeti ve büyük inşaatında onları kullanması Vûiz, II, 8 ’deki M idraş ’da da mevcuttur. Onun kırallığı, ihtimâl ki, hepsi­ nin adı Süleyman olan Âdem ’den Önceki 40 ( ve­ ya 72 ) cinn kıralınınki ile kıyas edilerek, hattâ âlemşumûl sayılmıştır (Lane, A rabian, Nights, Introduction, not s ı ; d ’Herbelot, Bibliothèque Orientale, V , 37s ), Süleyman ’ın, meşhur hik­ meti, Mısır ’1 o kadar meşhur eden „hikmeti", yâni gayb ilmini ihtiva ediyordu. Fisagor ’un, bilgilerini Mısır ’da Süleyman ’dan öğrendiği söylenir (al-Suyüti, Hasn al-m uhâiara f i ahbâr M işr, 1, 27 }. Süleyman 'm Mısırlı büyücü Mamb re s’in talebesi olduğu da söylenir (G . R. S. Me ad, Thrice-Createst Hermes, III, 283, not ). Bütün hikâyelerdeki sihirbazlık şöhreti bun­ dan ileri gelmektedir. Onun bu sihir kudreti, üzerinde Allahın Js m -i âzamı"nın hakkedildiği bir tılsımlı yüzükten ileri geliyordu. Veziri  şaf b. Barahyâ [ b. bk.] da bu yüzüğü kul­ lanmak müsâadesine , sahipti : kendisi Belkİs ’in tahtını, göz açıp kapayacak kadar bjr za­ manda Ş«bâ (Seba) 'dan Kudüs ’e getirmişti. S ü ­ leyman, abdeat aldığı zaman, bu yüzüğü parma­ ğından çıkarıp, zevcelerinden birine, Am ina ’ ye vermek itiyadında idi. Şeytanî cinnlerden biri olan Şahr, hükümdarın kıyafetine bürünerek, sihirli yüzüğü çaldı ve bununla 40 gün salta­ nat sürdü. Bu arada Süleyman, bir sürgün gibidolaşmağa mecbur o’du. Fakat şeytan yüzü­ ğü denizde kaybetti. Süleyman bunu yutmuş olan bir balığın karnını yararak yüzüğü tek­ rar elde etti ve böylece tahtını yeniden ele geçirdi. Rivayete göre, Şaydâ kiralının kızı olan zçvcesi Carâda ’nin müşrik olması sebe­ biyle böyle cezalandırılmıştı. Bazıları tah­ tında oturan insan kılığındaki cismin oğlu ol­ duğunu ve sonradan öldüğünü söylerler. Ayın 13 . günü Süleyman’ın Allah tarafından nef yedildiği gün olduğu için uğursuz sayıbr. İran ’m Navrait bayramı ve bununla ilgili merâsimler rivayete göre, Süleyman ’m *ehtma dön­ mesinden itibaren başlamıştı! (al-Biruni, Çkronolagy, nşr.Sachau, s. 199 ). î.000 kadının kendisinden 1.000 savaşçı çocuk doğuracağı

ile öğünmüş olduğundan, yalnız, sakat, bir elli, . bir gözlü, bir kulaklı ve bir ayaklı bir oğlu olmuştu.; O. zaman mahviyetle Allaha duâ etti ve çocuk sakatlıktan kurtuldu, büyük bir savaşçı olarak bir çok kıratlıktan zapt etti. (B ayzâvi, V, 19 ). Süleym an’ın fevkalâde işlerinden bâzıları kısaca zikredilecektir. Taht’a çıkmasından az sonra, Hebron ile Kudüs arasında bir vadide bulunurken, rüzgârlar, su, cinnler ve hayvanlar üzerine hâkim olma iktidarını, bu dört şeyin âlemine müekkel dört koruyucu-melekteh. al­ mıştı, Her biri ona kıymetli bir taş verdi; o, bu taşları tunçtan ve demirden yapılmış bir yüzüğe geçirdi. İyi cinn Üere verdiği emirlerini tunç ile, kötü cinn'lcre verdiklerini ise, de­ mir ile mühürlüyordu. Bu mühürün üzerinde bir âdem Otunun bulunduğu rivâyet olunur ( Fra­ zer, F olk-L ore in the O ld Testament, II, 390 ). Süleyman ’ın mührü ( hatam Sulaymân ) ekse­ riya su bardakları üzerine hakkedilen 6 köşeli bir yıldız şeklinde çok görülen bir tılsımdır. Süleyman ’ın sofrası ( mâ'idat Sulaym ân ) ve başka bârikulâde eşya, efsaneye göre, İspanya ’ ya götürülmüştü ; burada Tuleytıla h m zap­ tı esnasında T ârik [ b. bk.] tarafından keşfedil­ miştir. Bunlar, Kudüs ’ten ganimet olarak, alın­ mıştı (İb n al-A s ir, A nnales du Maghreb, trc. Fagnan, s. 37 v. dd. ; al-T abari, Chronique nşr. Zotenberg, IV , 183 ; Dozy, Recherchess, 1, 52 ). Masa yeşil zümrüt taşından yapılmıştı, 360 ayağı olup, inci ve yakut kakmalı idi, bir de bütün dünyayı aksettiren sihirli ayna' vardı ( Carra de Vaux, A brégé des M erveilles s. 122 ). Kudüs mabedini inşâ etmekte kullanılan bü­ yük taşlar, Şahr adlı şeytanın deniz kartalı­ nın yanından te’min ettiği Samur ( şamir ) de­ nilen harikalı taşla yontulmuştur. Süleyman, havadaki bütün kuşların teşkil ettiği bir göl­ gelik ile kendini güneşin hararetinden koru­ yordu. Havada bir yerden bir yere gitmek üzere, onun için yeşil ipekten sihirli bir halı dokunmuştu ; o, bu halının üzerinde bütün eşyaları ile birlikte, sabahleyin Suriye ’den çı­ kıp, akşama A fgan istan ’a varabiliyordu. Köle hâline getirilen cinn 1e r yardımı ile, duyul­ mamış mikdarda kıymetli taşlar, altın ve gü­ müş toplanmıştı. Bu cinn ’ 1er, kendisine saray­ lar, kaleler, hamamlar ve sarnıçlar inşâatında yardım ettiler. Bu yapıların çeşitli- kalıntıları Filistin, Arabistan ve başka yerlerdi göste­ rilmektedir ( bk. Revue des traditions populai­ res, IX, 190 j N âşir-i Husrav, Sefer-nâm e, s. $6, 76, 84, 85 ). Camla kaplı, içinde 300 yatak ve 700 kadın bulunan 1.000 evi vardı ( Ş a ’labı, K işa ş, s. 204 ), İnşâatında cinn ’lerderi fay­ dalandığı Kudüs mabedinden başka, sonra-

m

s ö la y m a N

( b. ÔÀ v Ôd J,

ki Kudas câmii de on aisn ad edilmiştir ( M ir­ onlg Son Meng elik ’de bulunmaktadır ( bk. mad. il »and, Ravzat al-şafâ , II/l, 76 ), İskenderiye BİLÇÎS ]. Süleym an ’ın bilmece ve muammalarının ’de de bir cami yaptırdığı rivayet olunur ( Su- örnekleri için bk. Sa'labi, agn. esr., s. 202, yü$i, agn; esr., I, 37 ). Süleyman ’ın boş vakit­ B i b l i g o g r a f g a'.. Metinde zikredilen lerinin bir kısmı, ihtiyaç vukuunda hayatını eserlerden başka, K u r’an tefsirlerine bakı­ kazanacak bir imkâna sâhip olmak üzere, sepet­ labilir; Süleyman kıssalarının bir çoğu Şa'laçilik öğrenmeğe ayrılmıştı ( Mirhv&nd, agn. esr., bi, Kişâş al-anbigâ', s. 200 v.dd. ’de bulun­ s. 79). Bu rivayet ıbrânî bir husûsi yet taşıyor m aktadır; ayrıca bk. al-T abari (nşr. de görünmektedir. Süleyman ’m tahtı saf altından­ Goeje ), bk. fihrist;. Cronique ( nşr. Zoten­ dı. Bütün tabiat öyle mutlak şekilde emrindeyberg), bk. fih rist; İd risi, Description de di ki, bir gün onun akşam namazını kılması için, l ’A friq u e , s. 140, 173, 188 ; al-Mas'üdi, Mu­ güneş durmuştu. Kötü cinn ’leri kurşun kaplara ra-., I, ıi o v .d d .; D in avari, K itSb al-ahbttr hapsetmişti ( bk. Zekerigâ, V , 8 ). Kızıldenîz al-tivâl ( nşr. Guirgass ), s. 9, 14, 22—26, kıyısındaki ‘A yzâb şeytanlar için hapishane ya­ 29, 43 ; Dam iri, H ayât al-tıayavöm ( trc. Japılmıştı ( Nâşir-i Husrav, agn. esr., s. 297 ). Hay­ yakar ), I, 106,494—496, 746—749; al-Ham. vanların dilini bilmesi bâzan ona merhametini dâni, Ş ifa (nşr. M üller), s. 1 4 1 ; Abu ’1göstermek fırsatını veriyordu. Bir defa bir ku­ FİdS’, Târih, s. 2S, 67; Weil, Biblische L e­ şun yumurtalarını çiğnememek için, orduları­ genden der Musulmänner, s. 247 v, dd. ; nın yolunu değiştirdi, bir başka defa da bir Grünbaum, Neue Beiträge zur semitischen karınca yuvasına acımıştı (sure XXVIII, 18— Sagenkande, s, 189 v. dd.; Salzberger, Die 19 ; Birüni, agn. esr., s. 199 ). Salomo-Sage in der semit. L it.; ayn. mil., Arap ve Süryanî yazısının İcadı ona isnat Salomos Tempelbau und Thron in der se­ olunur ve Arapça bir çok sihr kitabının müel­ mit. Sagenlitteratur; R. Färber, K önig Salo­ mon in der Tradition ; A. Geiger, Was hat lifi olduğu iddia edilir. Kendisi Camşid ile mukayese edilir ; bunda, şüphesiz Süleyman ’a Mohammed ans dem Judenthnm e au f genom ­ m en} Bonn, 1833, s, 184— 189; W. A . Clous­ dâir efsânelerde kendini gösteren irânî te’sirler vardır. Dış görünüşü türlü şekillerde gös­ ton, Flozoers from a Persian Garden, s. 215 v .d d .; Baring-Gould, Mgths o f the Middle terilm iştir; msl, „bir ata binmiş büyük başlı bir adam" olarak (M ırhvSnd, agn. esr., 1 1 / 1, A ges, bk. fih rist; Hanauer, Folklore o f the_ S3), ve „güzel, ve mütenasip yapılı,güzel yüzlü, H ol g L a n d ; W allis Budğe, A lexander the gür saçlı ve beyaz giyinm iş" olarak tasvir Great, bk, fihrist ; Seymour, T alés o f Solo­ olunur ( §a'lab i, agn. esr., s. 254 ). Öldüğü za­ mon ; J . C. Mardrus, The Queen o f Sheba ; man 58 yaşında idi ve 40 yıl hüküm sürmüş­ John Freeman, Salomon and B a lk is ; Gab­ tü. Mezarının yeri tâyin edilememektedir. Ba­ rieli, Fonti semitiche d ’una leggenda Salozılarına göre, Kudüs ’te Klubbat al-şakra Ma­ monica { J A , 1868, s. 4 75; 18 8 1, s. 59 ); de dır, başkalarına göre, Taberiya gölü yakının­ VogÜé, Le Temple de Jérusalem , s. 13 ; R. dadır, T abari ( Chronique, I, 6 0 ) ’ye göre, Basset, M ille et Un Contes, Récits et L é­ Peygamber şöyle demiştir ¡„denizin ortasında. , . gendes Arabes, I, 356; ayn. mil., Contes kayaya kazılmış bir saraydadır. Bu sarayda populaires berbères, s. 27 ; J. Horovitz, Ko üzerinde Süleym an’ın oturduğu bir taht var­ ranische Untersuchungen, s. 82, 102, 116 dır, hükümdarlık yüzüğü parmağmdadır, hâlâ v. dd., 167 ; A . J. Wensinck, H E M T, s, hayatta gibi görünür ; on iki muhafız onu gece 222 ; J . Walker, B ible Characters in the gündüz korur. ‘A ffân ve Bulukiya’den başka Koran, s. 1 2 3 —12 9 ; F. Leza, La Magie dans kimse onun yanına girmem iştir" ( Lane, agn. TEgqpte antique ; D. G . Marta, Les tom­ esr., X X , 96; bk. Mirhv5 nd, agn. esr., s. 102 — beaux de D avid et de Solomon d ’après les auteurs arabes ( al-M aşrik, 1909 ), s. 897— 10 3 ). A ynı zamanda mezârı Andaman adaların­ da olmalıdır { Les M erveilles de l’Inde, s. 134). 906; G . Le Strange, Lands o f the Eastern Süleym an’ın Malezya halkiyatında da bir yeri Caliphate, s. 68 ; Numismatic Chronicle, 1933, vardır. Kuşçular güvercinleri tuzağa düşürmek s. 263 ; C. C. Torrey, Jew ish Foundation o f için onun adını kullanırlar (Frazer, Golden Islam, s, 49, 70, 1 1 3 v. d d .;D . Sidersky, Les Bough, III, 4 18 ; Folk-Lore İn the O. T., II, O rigines des légendes Musulmanes, s. 1 1 2 — 476 v.d.). Süleyman ve göz değmesi için bk. W, 12 6 ; M. Asin Palacios, Abenmasarra g su B. Stevenson ( Stadia ¿’em if ica et Orientalia, escuela (Madrid, 19 14 ', s. 4 2 ;T- Canaan, Mo­ Glasgow, 1920, & ^04 v. d. ve bununla ilgili not­ hammeden Saints’ and Sanc tuariesin Pales­ lar ). Süleyman ile 'Azêb kiraliçèsi Mâkedâ kaktine, s. 37 v.d ., 52, 81. (J.W a lk e r.) kmdaki Habeş efsânesi Bezold, K ebraN egast ’da S Ü L E Y M A N . Su laym an b. M ïh rân [B k . ve W allis Budge, The Queen o f Shebla and her a l - a ’meş ]. '

ı" ‘i —

i.

S Ü L E Y M A N . SU LA YM Â N

- .................. ——

b.

Ş urad

b.

A L -C av n AL-HüZÂ'f (59 5 î —685), P e y g a m ­

b e r i n « a h â b e s i n d e n d i r ; eski adt Y a­ sar iken İslâm dinine girdikten sonra, Pey­ gamber tarafından kendisine Sulaymân adı ve­ rilmiştir. A b u ’ 1-Mutarrif künyesi ile de anı­ lır. İyi huylu, doğru sosla ve dindardı; kabi­ lesi halkı arasında büyük bir şöhret ve nufuzu vardı. Müslumanlar fütûhat işin gittik­ leri şimalde yerleşmeğe başlayınca, Sulaymân da Küfe ’de bir ev yaptırıp yerleşti; Cemel ve Şiffin harplerinde ‘A li b. A b i T â lib ’in ya­ nında çarpıştı. O, Mu'âviya ’nin 18 nisan 680’de ölümünden sonra Husayn b. ‘A li [ b. bk. ] ’nin en hararetli taraf darlarından ve şt’a fırkası reislerinden olmuştur. Sulaymân, gerçekten Emevi hâkimiyetine karşı mücâdele için, Husayn ’e, bî’at edip, onu K ü fe ’ ye dâvet edenlerdendi; Husayn bu dâvet üzerine K û fe ’ye yaklaşmış ise de, Sulaymân ’dan hiç bir yardım görmettrş, to muharrem 61 ( 10 teşrin I. 68 0) tari­ hinde K erb elâ’da şehit edilmiştir. Husayn ’i Mekke ’den getirten Kûfelüer, yardım hususun­ daki gevşektik ve korkaklıklarından dolayı büyük bir nedamet ve günahkârlık hissi du­ yup Husayn ’in katillerini öldürmedikçe. bu suç ve ar lekesi üzerlerinden kalkmayacağını düşünerek tövbe ve istiğfar- edip kendilerine tavvâbin ( tövbe edenler } adını verdiler ve Hu­ sayn ’in kanının öcünü almak üzere ahd ve peyman ederek ayaklandılar. Çoğunun yaşı 60 ’m üstünde olan bu kimseler, bir müddet son­ ra teşkilâtlandılar ve Sulaymân b. Şu rad ’i kendlerine kumandan seçtiler; bu sebeple Su­ laymân ( A m ir al-tavvâbm ) diye de anılmıştır. Sulaymân, al-Madâ’i n ’ de bulunan şlü reis­ lerinden Sa‘ d b. Hu zayi a b. al-Yam ânve Basra ’da bulunan al-Musaımâ b. Muharriba b. al'A bdi ile muhâbere ve otdarın iş-birliğini te’min ettikten sonra, kendi tarafdarlarını gizlice Yâzid b. Mu'âviya V n sağlığı müddetince, Husayn ’in kanını dâvâ etmek üzere ayaklanma­ ya dâvet ve harp teçhizatının tedârikine teşvik etti. Y âz d b. Mu'âviya V n 15 rebiülevvel 64 ( ıs teşrin II. 683 ) ‘te Ölümünden sonra hare­ ketin faaliyet sahası genişledi. B a sra ’da otu­ ran vali ‘Ubayd Allâh b. Zİyâd ’m Küfe ’deki kaymakamı 'Arar b, Hurays al-Mahzümi Kü­ fe ’den çıkarılmam İstenildiği zaman, Sulay­ mân bunu yapmayı red ve taraf darlarına ihti­ yatlı olmayı tavsiye etti. Fakat onun bu tav­ siyesine rağmen Kûfeliier ‘ Amr b. H urayg’i şehirlerinden çıkardılar. Kûfeliier bundan son­ ra Mekke ’de halife bulunan 'A bd Allâh b. alZ u b ayr’e bî *at ettü er; o da kendilerine vali olarak 'Abd Allâh b, Yazid al-A nşâri ’yi gön­ derdi. Bu zât 64 ramazanında { mayıs 684)

.--■--------------

tfi -■

.

SÜ LEYM AN (b. Ş u r a d }. aBÜMr-V^llS

K û fe ’ye geldi; fakat Muhammed b. ‘A li b. A b i Tâlib adına oıtaya çıkan al-Muhtâr b. A b i ‘Ubayd al-Şakafi [ b. bk. ] şehre ondan bir kaç gün önce gelmiş bulunuyordu. Ş i'île r tarafından uyuşuklukla itham edilen Sulaymân Muhtar ’m kendisini şehirden kovmak İstediği­ ni bildiği hâlde, ‘A bd Allâh b. al-Zubayr’in Küfe vâlisi ‘A bd Allâh b. Y a z id ’in Nuhayia ’ye gelip müşterek düşmana karşı birleşme hususundaki teklifini reddetti. Diğer taraftan Sulaymân, yavaş-yavaş tarafdarlarını kaybet­ meğe başlamış, bunlardan 2.000 kişi, daba şid­ detli Emevî düşmanı görünen Muhtar ile bir­ leşmişti. Sulaymân, tavvâban ’a ve diğer tarafdarlanna karşı hücuma geçmek maksadıyle x rebiülâhır 65 ( 1 5 teşrin II. 6 8 4 )’de Küfe yakının­ daki N uhayia’de toplanmak üzere haber gön­ derdi. Kendisi bu tarihte K ü fe ’den çıkıp oraya vardığında, defterinde 16.000 kişi kayıtlı olduğu hâlde, yalnız 4.000 kişinin gelmiş olduğuna gördü. Bunun üzerine evvelce yardım va’dinde bulunmuş olan şi’ilere dâvetçiler gönderdi. Sulaymân 1.000 kişinin daha iltihakı üzerine 5.000 ’e yükselen taraf darları ile 5 rebiülevvel 65 ( 19 teşrin II. 684) günü yola ç ık tı: peşimânltklarını ve kusurlarını itiraf için Kerbeiâ ’ya varıp Husayn ’ın mezarı başında tövbe ve istiğfar ederek 24 saat orada kaldılar; sonra yürüyüşlerine devam edip A nbâr ’dan Karlçisîy â ’ya vardıklarında, buranın kumandam Züfar b, al-H ârîs al-K ilâbi tarafından erzak ikmâl­ leri yapıldı ve Rakka ’da bulunan ‘Ubayd A l­ lah b. Ziyâd ’in harekâtı hakkında malûmat aldılar. Sulaymân buradan hareketle ‘Ayn al-Varda ( Ra’s al-‘A y n ) ’de, Husayn b. Numayr kumandasındaki 12 0 0 0 kişilik düşman ile kar­ şılaştı. Şamlılar evvelâ şi ’ileri i tâ ata dâvet ettiler. Onlar da, Mervânîler hânedânını hal’ ile İbn-i Ziyâd ’ın kendilerine teslimini şart koş­ tu ve ancak bu suretle ‘A bd A llâh b. al-Zubayr ’in me’murtarını Irak ’tan çıkaracaklarını böylece hilâfetin, Peygamberin ehl-i beytine kalacağını bildirdiler. Teklifleri kabul edilme­ diğinden 22 cemâziyelevvel 65 (4 kânun II. 685) çarşamba günü harp başladı ve 3 gün sürdü. Şam lılar her gün yardımcı kuvvetler almalarına rağmen, şiddetle çarpışan şi’iler karşısında ağır zayiat verdiler. Muhârebenin cumaya rastlayan üçüncü gününde Sulaymân etrafını da teşci ede­ rek büyük bir cesâretle savaşa atıldı ve akşama doğru Yazid b. al-Husayn b. Numayr ’it. attı­ ğı bir ok ile öldü. O, bu sırada 93 yaşında idi. Tamâmiyle bozguna uğramış olan ş i ’ İlerin sağ kalanlarını akşam karanlığında reisleri R tfâ'a b, Şaddâd al-Bacali toplayıp Karlrİsiyâ ’ ye kaçtı ve burada 3 gün kaldıktan sonra K $-

SÜLEYMAN (B ŞuRad )—SÜLEYMAN ÇËLEBÎ (Ôeoë V

fe ’ ye döndütur. ‘Ubayd A llah b. Ziyâd ’in ordusu Sulaym ân b. Ş u ra d ’ra ve-- Musayyab al-Fazâri 'nin başlarını alıp, Ş am ’daki halîfe Marvân b. al-H akam ’a götürdüler. Sulaymân ’m, Mad&’in ve Basra ’dan gelen fakat za­ manında yetişemeyen ■ tarafdarları, dâvaları uğruna bir tek kılıç bile sallamadan geri döndüler - Sulaymân b. Şurad, Peygamberden 15 hadîs rivayet etmiştir ki, bunlardan ikisi Şahlhayn, ’de mevcuttur. B i b l i y o g r a f y a : tbn Sa'd, Tabafcat ( nşr. Sach au) IV, i t , 3 e ; VI, 15 v .d .; Nav a v i, (n şr. W üstenfeld) ,s . 30 2 ; İbn al-A sir, Usd al-ğâba, II, 3 5 1 ; Abu Muhammed ‘Abd - al-Rahmân b. A b i Hatim al-Râzi, Kitâb alcarh v a 'l- t a d il ( Haydarabad,Dekken, 1952 ), I, 1 * 3 ; İbn 'Abd al-Barr, al-lsti'âb (Kahire, Mısır 193g ), II, 61 v. d ,; İbn Hacar, al-lşâba (Kahire, 1939 ), 11, 74, nr. 3457; Taburi, Annales (nşr. de G oeje), bk. fih rist; tbn ■ a l-A ş ir ,>al-K âm il (K ah ire, 135 6 ), III, a n , 266, 33*—335, 339—346; Ya'kübi (Necef, *358) II, 20 3; 111, 4 -v.dd., 1 5 ; Weil, Gesch. d. Chcdifen, I, 35* v. d d .; Wellhausen, D ie ■ Religiös-politischen Opposilions Parteien im alten Islam, s. 6 1—7 3 ; ayn mll., ¿4 rap d ev­ leti ve sukutu ( trc. Fikret Işılta n ), Ankara 1963, s. 87 v. d. (K . V . Z e t t e r s t e e n .) • [B u madde Neşet Çağatay tarafından ik­ mâl edilmiştir. ] _ S Ü L E Y M A N . SU LA YM Â N b , V a h b b . S a ' I d , A b u A Y Y Ö B , A b b a s î v e z i r i . Enıevîlerin ilk devrinden beri, ferdleri divanlarda kâtiplik vazifesi gören bir aileye mensuptur. Babası önee Bermekîlerden Ca'far b. Yahya [ b. bk.], sonraları da al-Fazi b. Sahi [ b. bk,] ’m maiyetinde hizmet etmiştir. al-Fazl b. Sahi ’m ölümünden sonra F ars ve Kirman valiliğine getirilmişti. Sulaymân 14 yaşında' iken halîfe al-Ma’mün ’un kâtipliğine tâyin olundu ; müte­ akiben de, al-Mutavakkil de vrinde, bir çok ehem­ miyetli makamlara getirilip nihayet halîfenin gadrına kurban gitmiş olan kumandan ıtâh ite A ş n â s ’ın hizmetine girdi. Sulaymân daha alMuhtadi zamanında( 255—256=869—870 ) vezîr olarak zikredilmekte olup, 263 zilhicce ( ağustos 877 ) ’sinde al-Mu'tamid ona aynı rütbeyi tevcih etti ise de, bu mevkide uzun müddet kalma­ dı ve 264 zilkadesinde (878 ağustos b a ş ı) azlolundu. Sulaymân 27* safer (ağustos 885) ayında hapiste Öldü; başka bir rivayete göre ise, o dahe, önce, 271 yılında vefat etmiştir. B i b l i y o g r a f y a : İbn Haltikân, Vafa y â t a l-a y â n (nşr. Wüstenfeld), nr. 276 (tr c . de S la n e ), I, 596; T ab ari, Annales (n jr. de Goeje), III, bk. fih rist; İbn a l-A şir,

/

al-Kâm il ( nşr. Tornberg ), VII, bk. fihrist ; tbn al-Tiktakâ, a l-F a h rl ( nşr. Dérenbourg ), s- 337 - 3 4 * , 344, 347, 35, 3731 37 S £ H ilâl slŞâb i, K-itâb tuhfat al-umarâ' f i târih al-vuzarâ' ( nşr. Amedroz ), Leyden, 1904, s. 261 ; Weil, Geschichte der Chalifen, II, 277, not, 3 ; Zambaur, M anuel de Généalogie2 . . , ( Hannover, 1955 ), s. 7 ]. S. Bundan öncekinin ( Sulaymân b. V a h b ’in) me’mûriyetine aynı şekilde kâtip olarak baş­ layan oğlu 'U b a y d A l l a h b . S u l a y m â n 27S safer ( 891 temmuz ) ’inde halîfe al-Mu'tamid ta­ rafından vezirliğe yükseltilmiş ve bu makamı al-Mu‘tazid ’in hilâfetinde de mnhâfaza etmiş­ tir. Ölümü 288 (9 0 0 /9 0 1) yılındadır. B i b l i y o g r a f y a : İbn Hallikân, Kofayât al-a'yân (n şr. W üslenfeld ), nr. 276; (trc. de Slane ), I, 596 ; T ab ari, Annales ( nşr. de Goeje), III, bk, fih rist; İbn al-A sir, al■ K âm il (nşr. Tornberg), VII, 96, 219, 227, 3°9, 3*7, 3*8, 332, 336, 3 5 2 ; İbn al-Ti If(aka, aDFakri { nşr. Derenbourg ), s. 337, 347 v.dd., 373 , 37Ş ; [H ilâ l' al-Şâbi, K itâb iuhfat alumarâ’ f i târih al-vuzarâ" ( nşr. Amedroz ), Leyden, 1904, s, 8, 9, 13 t, 143, 156, 17 1, 179 v.d., 187, 204, 219, 247, 253 2 6 1; Weil, Geschichte der C h alifen, II, 488; Zambaur, Manuel de Généalogie2 . . . ( Hannover, 1955 j, s. 7 ]• . .. ' . : 3. Sulaymân ’ın torunu ABU ’ l -H u SAYN ÀLKÂSİM, babası 'Ubayd Allah ’dan sonra vezîr olmuş ve Vali al-D avla unvanını almıştır. Da­ ha al-Mu’tazid ’m 289 ( 902 ) ’da vuku bulan vefatından önce al-Kâsİm, halîfe oğlu ve ha­ lefi al-Muktafi aleyhine desiseler çevirmiş ve bu zâtın halife olması üzerine, kendisine sır­ larını açmış olduğu Fars valisini, ihanet etme­ sinden korkarak hâince öldürtmüştür. al-Kâsim 291 (903/904) yılında ölmüştür. B i b l i y o g r a f y a : T abari, Annales (nşr. de Goeje), 111, bk, fihrist ; İbn al-A şir, al-Kâm il ( nşr. Tornberg ), VII,' 335,352 v.dd., 369; İbn a!-Tiktaka, al-Fahri (nşr. Deren­ bourg ) ,s. 349— 3 5 3 ', 372 v.d d .[H ilâl al-Şâbi, Kitâb tuhfat al-umarâ’ . . . ( nşr. Amedroz ), Leyden, 1904, s. 2,20, 109, 127, 13 2 ,13 4 ,14 3 , 156, 187, 190, 228, 256, 287, 355, 3 6 0 ]; Weil, Geschickte d. C halifen, II, 514 v.dd. Zam­ baur, Manuel de Généalogie2 . . . ( Hannover, * 95S ), a- 7. ( K . V . ZETTERSTÉEN.) S Ü LE Y M A N Ç E LE B İ ( S ü leym an De d e ; 1 3 5 * ? —1422), İ s l â m î T ü r k e d e b i y a t ı ­ n ın b e l l i - b a ş l t m e s n e v i ş â i r l e ­ r i n d e n biri. Hayatı hakkında pek az mâ. lûmat bulunan Süleyman Çelebî *nîn Bursa ’da doğduğu kat’îyetle bilinmekte ise de, doğduğu târihe dâir bir kayıt mevcut değildir. Fakat,

SÖLEYMÂN ÇELİBİ (Öede). çok eski olduğu, yazı ve dil hususiyetlerinden kronolojisi, İstanbul, »947, 1, 17 1, »86; Vesî­ anlaşılan bir Vasilat al-fiacât ( —M e v lid ) nüs­ letü ’n-necât, nşr. Ahmed Ateş, Ankara, 1954, hasında ( bk. Süleyman Çelebi, Vesîletü ’n-ne- nâşirİn önsözü, s. 23 v.d.), Süleyman Çelebî, cât, nşr. Ahmed Ateş, naşirin Önsözü, s. 25 v .d .; Murad II. devrinde öldüğü zaman, A tâ î ’nin Neclâ PekoScay, İslâm î t ürk edebiyatı, İstan­ çok genç olduğu bilinmektedir. Süleyman Çe­ bul, 1967, fotoğraflar kısmı, s. 87 ), şâirin bu le b î’nin eserini yazdığı 8»2 (14 0 9 ) tarikinde eserini 60 yaşında iken yazdığını belirten bir 60 yaşında olduğu hakkındaki yukarıda zikre­ beyit vardır (aynı yazma, s. 5 6 ); içinde bu­ dilen kayıt doğru ise, A t â î’nin onun kardeşi lunduğu bütünden vezin itibariyle ayrılan bu olamayacağı kolayca anlaşılır. beyitin başka mevtidterden birinden yanlışlıkla Kaynaklarda Süleyman Çelebî ’nin tahsil istinsah edilmiş bulunması ihtimal dâhilinde devresine âit her hangi bir kayda rastlanma* görülebilir; ancak bu beyitin, İstanbul kütüp- makla berâber, iyi bir tahsil ve dinî terbiye hânelerinde mevcut ve başka şahıslar tarafın­ görmüş olduğu, eserinden ve gördüğü vazife­ dan yazılmış mevlid nüshalarında bulunma­ ler hakkında verilen bilgiden istihraç oluna­ yışı, bu ihtimâli zayıflatmaktadır. Buna itimad bilir. Nitekim Süleyman Ç e le b î’nin, Sultan edilirse, 8 1 2 ’de eserini bitiren (aş. bk.) şâir, Yıldırım Bayezid (ölm . 805 —1403 ) ’e bir müd­ 752 ( 13 5 1 ) 'de doğmuş olmalıdır. det dîvan-ı hümâyun imamlığı etmiş ve Em îr Süleyman Çelelebî ’nin, Ahmed Paşa ’nm Bubârî (ölm . 8 3 3 = 14 2 9 / 14 3 0 ) ’nin tavsiyesi oğlu ve Orhan Gâzî ’nin teveccühünü kazanan üzerine 802 (14 0 0 ) yılında inşâsı tamamlanan Şeyh Mahmud’un torunu olduğunu kaynaklar Ulu câmi imamlığına getirilm iş bulunduğu umûmiyetle kaydederler. Onun, dedesinden sâ­ bilinmektedir. Onun B ayezid’in ^oğlu Süley­ dece İlim ve irfan değil, şairlik kabiliyetini man Çelebî ’nin müsâhibi olduğu hakkındaki de tevarüs ettiği belirtilmektedir. Şeyh Mah­ kayıtlar ise, bu sonuncunun hayatının büyük mud 'un, Orhan Gâzî ’nin oğlu Süleyman Paşa kısmını Bursa dışında geçirmiş olması dolayı’ya, Rumeli ’ye geçişinde yazdığı tehniyenin siyle kabûle şâyan görülmemektedir ( bk. A . matla’ı meşhur olmuştur, Orhan Gâzî ’nin, bu A teş, ayn. esr., s. 28 ). A yrıca şehzade olmadığı zât için İznik ’te bir medrese inşâ ettirdiği, hâlde, Çelebî ( b. bk.] unvanına lâyık görül­ halkı bu sÛretle onun ilminden faydalandırmak müş olması, onun âtim, ârif ve kâmil bir kimse istediği belirtildikten başka, onun Orhan G âzî olduğuna delâlet etse gerektir. ’ye silâh arkadaşlığı ettiği (M . Fuad-Ş. Süley­ Süleyman Çelebî, eseri Vasilat al-nacât man, Yeni tarih-i edebiyât-ı Osmaniye, İstan­ ( M e v lid ) ’1, Ulu camideki imamlığı sırasında bul, 1332, s. 149 v.d,) de belirtilm iştir; ancak vuku bulan bir hâdise üzerine heyecâna gele­ bu husustaki kayıt başkaca te’yid oiunma- rek yazmıştır ( bk. Â lî, ayn. esr., gost. yer. raaktadır. Şeyh Mahmud ’un, Muhyi ’ 1-Din v.b .; krş. A . A teş, ayn. esr., s. 29 v.d.). Bu İbn a l-A ra b i ’nin Fuşüş ’unu şerh ettiği ve hâdiseye dâir rivâyete göre, Iranlı bir vâiz, Osmanlı devletinin kurucusu Osman I . ’ın ka­ vaaz esnasında, Sürat al-balçara ’nin, 285. âye­ yın biraderi olduğu da rivayet edilmektedir tini tefsir ederken bunu aynı sûrenin 253. âyeti ( bk. Ali Em îrî, Osmanlı tarih ve edebiyatı ile karıştırarak yanılıp, peygamberlerin arasın­ mecmuası, sayı 2, s. 198). Evliya Çelebî ( S e ­ da fark olmadığı, Peygamberin de ‘Isâ ’ dan yahat nâme, İstanbul, 1324, 1!, 53), Süleyman üstün tutulmadığı şeklinde izâha kalkınca, ora­ Çelebî ’nin Sarımsakçı-zâde Süleyman Efendi da bulunan bir A rap buna itiraz ederek, Iranolarak tanındığını kaydetmektedir. Fakat baş­ lıyı aynı sûre ( 11 .) ’nin 253. âyeti ile ilzam et­ ka kaynaklarda bunu te’yid eden bir kayda mişti. Ancak halk vaizin tarafını tutunca, Arap, rastlanmaz. Arabistan, Mısır ve H aleb’e giderek, vaizin Lâtif! ( Tezkire, s. 55 ), Süleyman Çelebî ’ yi aleyhinde fetvalar çıkartmış, hattâ katline de İvaz P a ş a ’nın oğlu ve XV . asır şâirlerinden hükmettirmişti. Süleyman Çelebî, bu hâdise A tâ î ’nin ağabeyisi olarak göstermekte ise de, üzerine Peygambere karşı duyduğu derin sevgi A lî ( Kunh al-ahbâr, V, 115 ) bunu haklı ola­ ve hürmet sâikiyle heyecanlanarak önce 5 be­ rak tenkit etm ektedir; çünkü Süleyman Çele­ yit söylemiş (bu 5 beyitin ilki şudur : Olmeyüb bî ile A tâ î ’nin yaşadıkları yıllar arasında bir ‘ Isâ gö ğe bulduğa yol-ümmetinden olmagiçün hayli fark vard ır; kaynakların kaydettiğine idi o l) ve sonra eserini tamamlamıştır. göre, İvaz Paşa 816 ve 817 ( 1 4 1 3 ve 14 14 ) ’de Kaynakların çoğunun bildirdiği bu hâdisenin Karaman-oğlu Mehmed Bey ’e karşı Bursa ’yı gerçek olması gerekir. Bahsi geçen vâizin bâmüdâfaa ve bundan sonra da vâlilik ve vezir­ tm îliği üzerinde de durulmaktadır ( bk. A. lik makamlarını işgâl etmişti ( bk. Mehmed Ateş, ayn. esr., s. 32). Ş eria t ve Sünnîliğe Süreyya, S ic ill-i osmânî, İstanbul, 1 3 1 1 , IH, gönülden bağlı Süleyman Ç e le b î’nin bu husû606; İ. H. Dânışmend, izahlı Osmanlı tarihi siyetinden, M evlid ’inin, bir çok nüshalarında İtlim Antifeiofcdiı)

12

SÖLEYMÂfo Ç E lE b İ t D e d e ). bulunan ve İslâmî inançlarla tezat teşkil eden işaret etmek gerekir ki, Ayasofya kütüp . nr. beyitlerin ayırdedilmesinde her halde faydala­ 3485 (9 16 h.), Topkapısarayı, Yeni kütüp.. nr. nılabilir. 1477 (istinsahı; 920 h.) gibi bâzı nüshalar eski Süleyman Ç e le b î’nia eserini 8»2 (14 0 9 ) 'de olmakla berâber ilâ veli metinleri ihtivâ etmek­ Bursa ’da tamamladığı ve halk arasında daha tedirler. Mevsuk sayılabilecek yazma nüsha­ çok M evlid adıyla tanınan bu esere Vasilat al- lara göre, Vasilat-al-nacât 547 beyitten iba­ nacât adım verdiği, eski ve itimâda şâyan yaz­ ret 15 esas parçayı içine alır. Süleyman Ç e­ lebî M evlid 'i nüshalarındaki İslâm dini esâs­ malarda kayıtlıdır. H ayatı hakkında başka bir bilgi bulunmayan larına aykırı fazlalıkların onun kaleminden şâirin 825 ( 1422 ) ’te vefat ettiği, ölümüne eb- çıkmadığı muhakkaktır. Ahmed İsimli bir şahsın M evlid "indeki ( y a ­ ced hesabı ile düşürülen c ljji tarihinden zılışı bir yazmada 873 , Bir yazmada da 883 ola­ anlaşılmaktadır. Süleyman Çelebî ’nin Vasilat al-nacât ’mın rak gösterilmektedir ) Merhabâ faslının Sü­ İstanbul kütüphanelerinde bulunan yazma nüs­ leyman Ç e le b î’nin eserine aktarılmış olduğu halarının bir kısmında bâzı fazlalıklar bulun­ yeni tetkiklerde . ileri sürülmekte ise de, aynı maktadır. Bunların bir kısmının kimlere âit parçanın aynı tarihlerde yazıldığı kaydedilen olduğu bilinmektedir. Nitekim bu şekilde ilâ­ başka şahıslara âit M evlid nüshalarında da ve edilmiş büyük parçalardan V efât-ı Fûtime, bulunması, şimdilik böyle kat’ î bir hüküm ver­ Edirne ’de Karabulut mescidi imamı Halil ta­ menin doğru olmayacağını göstermektedir ( bk. rafından yazılmıştır. Yazılış tarihi, yazmalar­ Neclâ Pekoicay, Türkçe m evlid metinleri, Işdan birinde 807 ( 1404/1405), birinde 897 (1492) tanbul, 19S0, I, doktora tezî, Türkiyat Ens­ olarak gösterilm iştir. H ikâye-i deve ’nin müel­ titüsü, nr. 346, basılmamış). . Vasilat al-nacât mesnevî tarzında ve ramat lifi ve yazılış tarihi meçhuldür. H ikâye-i g e ­ yik , Sadreddin adında bir zât tarafından ya­ bahrinde ( f â ’ilâtun fâ'ilâtun fâ'ilu n ) kaleme zılmış ise de, yazılış tarihi tesbit edilememiş­ alınm ıştır; fakat farklı vezin ve kafiye ile ya­ tir. H ikâye-i güvercin ’in müellifi bilinme­ zılmış parçaları da mevcuttur ki, sonradan bu mektedir ; Dâstân-ı İbrâhim aleyhi ’s-selâm parçalar metnin dışında bırakılmış, basma nüs­ ’m iki ayn metni vardır ki, bunlardan halara alınmamıştır. Bunlardan başka, eserin biri Kayserili Isâ, diğeri Niyazî tarafından en güzel parçaları yine basma nüshalarda bu­ kaleme alınmış olup, İpsala ’da 1027 ’de yazıl­ lunmamaktadır ( basma Vasilat al-nacât nüs­ mıştır. H ikâye-i kesik-baş ’m müellifi ve ya­ halarının durumu çın bk. Neclâ Pekolcay, S ü ­ zılış tarihi meçhuldür (tafsilât için bk. Neclâ leyman Çelebî m evlidi metni v e menşe'i me­ selesi, Türk d ili ve edebiyatı dergisi, İstan­ Pekolcay, İslâm î türk edebiyatı, s. 174 v. d.). Vasilat al-nacât ’m esas metni sâde ve te’- bul, 1954, IH, 319 —322 ). Eser, dil bakımından XV. asır Anadolu Türksirli bir üslûpla kaleme alınmıştır. Bu eserden sonra bir çok mevlid yazılmış bulunmakla be- çesinİn sâde şekliyle yazılmış olup, mısrâiarda râber ( İstanbul kütüphanelerinde jo nevî türk­ yeralan ve akıcı bir üslûp içinde birbiriyle çe yazma mevlid nüshası mevcuttur ) hiç biri imtizaç hâlinde bulanan edebî san’atlarla da Süleyman Ç e le b î’nin m evlid ’î kadar meşhur kıymetlenmiştir. Bu arada istiâre ve cinâşa bil­ olmamıştır. Bu neticeye göre, Vasilat al-nacât hassa yer verildiği görülmektedir. Umumiyetle 'a bir sehl-i mümtenî nümûnesi diyenlere hak mâna beyitler içinde tamamlanmakta, beyit vermek gerekir. Başka şahısların yazmış ol­ bütünlüğü bozul mamaktadır. Eser, ayrı baş­ dukları mevlidlerin nüshaları incelendiği za­ lıklar altında 15 fasıl ihtivâ etmekte olup, bu man, bunlardan bazılarında Vasilat al-nacât fasılların adları ancak esas metinlerin karşı­ 'm hacimli nüshalarındaki fazla beyitlerin yer laştırılmasından sonra tesbit edilebilir. Vasilat al-nacât ’ ın Aşık P a şa ’ mn Carîbaldığı görülür. Bâzı küçük hacimli Vasilat alnacât nüshalarının ise, Süleyman Çelebî ’ nin nâm e’si te’sirinde kaldığı açıkça görülmekte­ yazdığı hakîkî metni ihtivâ ettiği söylenebilir. dir. Ayrıca, Süleyman Çelebi ’nin Darîr ’in. Böyle güvenilir metinlerden 6 nüsha tesbit Abu ’1-Hasan ai-Bakri ’den tercüme ettiği S i­ edilmiştir ki, eskilik sırasına göre, şunlardır : ra ’den veya bu eserin aslından faydalanmış Râif Yelkenci nüshası; A yasoiya kütüp., nr. olması da muhtemeldir. B i b l i y o g r a f y a ; L â tifi, Tezkire (İs ­ 56 ( mecmua içinde ); Fâtih kütüp., nr. 5430 tanbul, « 313), s. 55 v. dd.; Â lî. K anh ali mecmua, istinsahı : 937 h.\ Nûruosmâniye kü­ ahbar, V, 115 v. d . ; Şemseddin Sâmî, K â tüp,, nr. 3902 (istinsahı: 980 b.), Topkapısarayı. Emânet hazînesi kütüp., nr. 1 6 u (istin ­ j mâ$ al-aTâm ( İstanbul, 13 14 s. 3620; MuaL sahı : 993 h.), Millet kütüp., manzum eserler | Hm Nâci, Esâmi (İstanbul, 13 0 8 ), S. 17 3 : kısmı, nr. 1357 i istinsahı ı 1000 h.). Şuna da ’ Osman-zâde Hüseyin Vassaf, M evlid-i Su -

SÜ LE Y İİ fö Ç ELEBİ ( D ed e )—SÜ LEYM A N Ç E L E B İ (Ğ m îr ). legman Çelebi H e., S ır ât-ı müstakim ( tstanbul, *325), aded 29, s. 9 ; ayn. mil., Sü ­ leyman Çelebî m evlid i ve m u h atları ( H a­ yat mecm., Ankara, 1926, sayı 45, s. *4 ■v,d d .); ayn. mil., VasJlat al-nacat (İstan­ bul, 1329), s. 9 ; Ziyâ Paşa, Harâbât, mu­ kaddime, I, 7, 111, 29—33; Şihâbeddin Süleyman, Tarih-i edebigat-ı asmûnige (İs­ tanbul, 1328), s. 32 v. d , ; Fuad KöprülüŞibâbeddin Süleyman, Yeni osmanlı tarih-i edebiyatı (İstanbul, 1332 }, s. 142 v ,d .; Fâik Reşad, Türkiye tarihi (İstanbul, 19 2 3 ), I, 352; ayn. mil., Tarih-i edebiyat-z osmâniye, s. 65 v .d .; Ahuıed Refik, T ürkiye ta­ rik i ( İstanbul. 1923 ), I, 352; M. Tâbir, 7 er• cüme-i ,hâl-i nâzım-1 m evlid-i Nebi... ( İstan­ bul, 13 2 3 ) ; Ahmed Rifat, Eser-i hâme, ( İs­ tanbul, 1300 ), s. 17 3 ; Rızâ Efendi, Musahhak m evlid-i ş e r if ( İstanbul, 1327), mu­ kaddime; Hammer-Purgstall, Geschichte der osmanischen Dichtkunst ( Pest, 1836), s. 67 v. dd., 350; A . Gibb, A H istory o f the Othoman Poetry ( London, 1900), 1, 232 v. d d .; K . J. Basmadjian, Essaie sur Vhistoire de la litteratur ottoman ( İstanbul, • I 9 > ° s . 26; lrm gard Engelke, Süleyman Tschelebi’s Lobgedickt a a f die Ceburt des Propheten, Metolid-i-Sertf ( HaUe, 19 2 6 ); F. Lyman Mac Callum, The M evlidi S h e r if by ■ Sulayman Chelebi ( The Wisdom o f East Series, London, 1 9 4 3 }; E l , mad. SÜLEYMAN DEDE ve orada gösterilen kaynaklar; Necla Pekolcay, Doktora tezi ( İstanbul, 1950) ve ayn. mil., İslâm î türk edebiyatı ( İstanbul, - 1967 ), s. 149—176 ; Ahmed Ateş, Vesîletü ’nnecât { Ankara, 1954 ); Ahmed Aymutlu, Sü ■ legman Çelebî ve M evlid-i ş e r îf ( İstanbul, 1

9

5

8

SÜ LEYM A N

(

N e c l â P e k o l c a y .)

Emİr S ü ­ Bayezid I. ( Yıldırım ) ’in en büyük oğlu olup, babasının Timur ’a esir düşmesi ve vefatını müteakip bir müddet Edirne ’de saltanat sürdüğü cihetle garplı tarihçiler tarafından Osmanlı hanedanı içinde Süleyman 1. olarak padişah itibar olun­ muş, fakat Osmanlı tarihçileri, tarafından sâ­ dece fetret devrinin bir şehzâde-emîri sayıla­ rak padişahlar silsilesine alınmamıştır. Bu­ nunla beraber, tarihçi Mustafa  lî senelerce onun nâmına hutbe okunduğunu ve eski devir­ lerde de kırk-elli gün içinde iki-üç hüküm­ darın bile büküm sürdüğünü kabul eden mü­ verrihlerin mevcudiyetini belirterek, onu . da bir pâdişâh olarak kaba! etmiştir ( Kunh alahbür, matbû kısım, V , 1 1 7 ) . Bayezid Ün cü­ lusundan sonra imparatorluğun kurulmasında fütuhat hareketlerinde ve ıdâre hayatında leym a n

Ç elebî

Ç E L E B İ.

Veya

( 1 3 7 7 î — * 4 10 ),

m

genç bir şehzade sıfatı yle vazifeler alan Sü­ leyman Çelebî, önce, Aydın ve Saruhan bey­ liklerinin ortadan kalkmasiyle yeni fethedil­ miş olan Karasi ve Saruhan sancak beyliğine tâyin edilmiş ( 1390 ), sonra Rumeli fütuhatında da kendisine vazife verilmiştir. Ezcümle 1393 ’te Macar kiralının Tuna kenarına gelmiş ol­ ması ve Bulgarların onlarla birleşmesi ihti­ mâli, Bayezid ’i harekete getirdiğinden, Bulgar kıratlığını tamamen ortadan kaldırmaya karar veren padişah, Emir Süleyman Çelebî kuman­ dasında bir ordu sevketmişti. Bu ordu, Bul­ garların payitahtı olan Tırnova ’yı şiddetli bir muhasaradan sonra almış ve müteakiben de müstahkem birer kale olan Silistre, Niğbolu ve Vidin zaptolunmuştu. Daha sonra K asta­ monu valiliğine tâyin edilen Süleyman Çelebî, »398 ’de, K âzi Burhan al-D in ’in Akkoyunlular ile mücâdelesinde öldürülmesi ve Sivas ümerâsı tarafından Bayezid I. ’in dâvet edilmesi üzerine, mühimce bir kuvvetle o tarafa gön­ derildi. Şehzade bu esnada Akkoyunlu beyini mağlup ve Erzincan ’» doğru çekilmeğe mec­ bur etmişti. Kâzi Burhan al-Din ’in mem­ leketi Osmanlı devletine ilhak edilince Sivas valiliğine şehzade Süleyman Çelebî . tâyin edildi ( Taki al-Din îbn Şuhba ’nin, al-P lam bi-tSrik ahi al-islâm ’ından naklen İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı tariki2, 1, 299; krş. mad. BAYEZÎD I.). Timur, ordusu ile Sivas ’a doğru ge­ lirken ( 1400), Süleyman Çelebî bu kuvvetle­ rin büyük üstünlüğünü duyarak çekilmiş, şehrin müdâfaasını Malkoç-oğlu Mustafa B e y ’e bı­ rakmıştı. Öyle anlaşılıyor ki, S iv a s ’ın Timur tarafından zaptını müteakip Emir Süleyman yine eskisi gibi Karası, Aydın ve Saruhan sansak!arının başına geçmiş ve Ankara har­ bine de bu sıfatla ve bu sancaklar kuvvetle­ rinin başında iştirak etmiştir { Tâc al-tavârilı, I, 169 ). Ancak gerek, ouun, gerek diğer şehza­ delerin bu savaşta kumandanlığı bir merasim­ den ibaretti [ bk. mad. BAYEZİD I.]. Süley­ man Ç e le b î’nın bulunduğu ordunun sol cena­ bında gerçek kumandan Hoca Fîruz Bey idi. Bu meydan muharebesinin kaybedileceğini an­ layan vezîr-i âzam Ali Paşa, yanında büyük şehzade Süleyman Çelebî bulunduğu halde, yeniçeri ağası Haşan A ğa, su-başı Inebey ye diğerleri ile birlikte, döğüşe-döğüşe rie’at et­ miş ve böylece şehzâde, esir olmaktan kur­ tulmuştu. Harp sahasından hemen Bursa ’ya gelen Süleyman Çelebî küçük kardeşi. Kasım Çelebî ’yi, kız kardeşi Fatma Sultan ’1 ve ha­ zîneden götürebildiği kadarını beraberine ala­ rak İznik ’e ve müteakiben Gemlik ’ten bir gemiyle İstanbul ’a Anadolulusun ’na kaçmaya muvaffak oldu. Bu yüzden T im u r’un muhâre-

ıâ o

SÜ L E Y M A N ÇELEBİ ( E m İR^.

beden sonra Süleyman Çelebî ’ yi yakalamak üüare torunu Muhammed M irza ’ yı mühim bir kuvvetle Bursa tarafına göndermesi neticesiz kaldı ve sâdece B u rsa ’nm yağma ve tahribi ile bir kısım hâzinenin galiplerin etine geç­ mesine sebep oldu. Bundan sonra Timur, her tarafa elçiler ve nâmeler göndererek kendisine tâbiiyet ve vergi talep ettiği sırada, Anadoluhisarı ’nda ( Güzeleehisar ) bulunan Süley­ man Çelebî ’ye de iki elçisi ile bir nâme gön­ derdi ; bizzat gelmesini veya vergi gönderme­ sini, aksi takdirde üzerine yürüyeceğini bildir­ di. Buna karşılık şehzade de Timur ’a Şeyh Ra­ mazan adındaki elçisini bir çok altın ve hedi­ yelerle göndermiş, hürmetkârâne bir lisanla onun lütuf ve atıfetine iltica ettiğini bildir­ miş, babasını af ve ona hükümdarlığına lâ­ yık bir muamele gösterirse, nezdine gelebile­ ceğini de ilâve etmişti (Hammer, 11, 79 ve Uzunçarşılı, ağrı, esr., s. 3 17 ). Timur, elçiye, Süleyman Çelebî ’nin endişe etmeden gelebile­ ceğini, arada hiç bir soğukluk sebebi kalma­ sını arzû etmediğini, şehzadeye karşı dostluk ve inayet göstereceğini bildirdiği gibi, İzmir ’i ald.ktan sonra tekrar yanına gelen ve Süley­ man Çelebî ’nin tazimlerini arzeden şeyh Ra­ mazan ’a, efendisine Rumeli yakasının hüküm­ darlığını verdiğini tebliğ ile kendisine metbûiyet alâmeti olarak altın kemer, külâh ve al tamga ile ferman ve berat yollamıştı. Bir müddet Giizelcehisar ’da katan Süleyman Ç e­ lebî, A vru p a’dan dönen Bizans imparatoru Manuel ile anlaşarak G elibolu’ ya gitti ve bu­ rada imparatorla 1403 Gelibolu anlaşmasını yaptı. Buna göre, Süleyman Çelebî imparatora K artal, Pendik, Gebze ile bâzı adaları ve Misivri ’ye kadar Karadeniz sahilini, Rumeli ’de Selanik, Tesatya ve daha bâzı yerleri terketmekte idi. Dukas bu anlaşmanın İstanbul ’da yapıldığını, şehzadenin imparatordan, kendisi­ ni ecdadının Rumeli ’deki topraklarına sâhip olabilmesi için, Edirne ’ye göndermesini reca ettiğini, kardeşleri Kasım Çelebî ile Fatma Hâtûn ’u ona rehin bıraktığını, bahsi geçen yerleri B izan s’a iâde eylediğini bildirmektedir ( Bonn tabı, s. 78). Em îr Süleyman aynı zamanda bâzı ticarî imtiyazlar vermek sûretiyl Venedik ve C e­ nevizlilerle de anlaşmıştı ( 3 haziran 1403 ), Buna göre, bu iki İtalyan cumhuriyeti, Timur ’un Rumeli ’ye geçmesine mâni olacaklarını taahhüt ediyorlardı. Bu sûretle R um eli’ye geçen Emir Süleyman Çelebî, Edirne ’de hü­ kümdarlığını ilân etmiş ve Ankara muhare­ besine Yıldırım Bayezid ’ın tâbii ve müttefiki sıfatıyla katıldıktan sonra dönmüş olan Sırp despotu iJtefan Lazaroviç ile de bâzı tâviz­

lerde bulunarak, anlaşmıştı. Bu sırada Bulga­ ristan ’da eski çar ailesinin tahrikiyle fırsattan istifâde etmek isteyen bir isyân hareketi vuku buldu ise de, derhal bastırıldı, Emîr Süleym an’ın E d irn e’de devletin ba­ şına geçmesini Amasya ’daki kardeşi Çelebî Mehmed (I.) evvelâ iyi karşılamış ve onu tebr rik ederek hediyeler göndermişti. Bundan çok memnun olan Emîr Süleyman ise, buna muka­ bil hediyelerle cevap verdi { Tac al-iav&rih, 1, 218 v. d.). Fakat sonradan Isâ ve Mehmed çelebiler arasında ihtilâf ve mücâdeleler baş­ layıp da, Anadolu ve Rûm eyâletlerine hâki­ miyet bahis mevzûu olup bu arada Ulubad sa­ vaşında İsâ Çelebî bozularak İstanbul ’a ka­ çınca, Emir Süleyman, Isâ Çelebî ’nin tarafını tutmuş, Anadolu ’daki hâkimiyetinin büyük kardeş Isâ Çelebî ’ye âit olması gerekeceği fikrini müdâfaa etmişti. B ihiştî ( British Mu­ seum nüshası, var. 55 ) ’ye göre, Edirne ’de ken­ di adamlarına bu münâsebetle „Ben kail deği­ lim ki ulu karındaşımız dururken kiçisi ( kü­ çüğü ) taht-ı hilâfete çıkıp saltanat eyleye.. . diyerek açıkça vaziyet almış, sonra da impa­ ratordan Isâ Ç eleb î’ yi yanına göndermesi ni istemişti. Müteakiben A nadolu’ya geçip o ta­ rafları da zaptetmeğe karar verdi ( Neşri, C ikannümâ, nşr. Köymen-Unat, II, 4 3 u v. d.). Ancak daha önce Isâ Çelebî ’ye yardım ede­ rek ona tekrar Bursa üzerine göndermeyi uy­ gun buldu. Gerçekten, Isâ Çelebî Gelibolu ’dan Anadolu tarafına geçip evvelâ Karasi tarafla­ rını işgal etti. Sonra B u rsa ’ ya uğramıyarak Beypazarı taraflarına gitti ve Çelebî Mehmed ile daha ziyâde mağlûbiyetle neticelenen bir çok mücâdelelerde bulundu [ bk. MEHMED I.]. Edirne ’de bulunan Emir Süleyman, Anadolu ’da kardeşleri arasında cereyan eden harekâtı ve mücâdeleleri dikkatle tâkip etmekteydi. Son defa, Isâ Ç e le b î’nin Aydın, Saruhan ve Menteşe beylerinin yardımlarına rağmen mağ­ lûp olması üzerine, Çelebî Mehmed’e karşı koymak üzere bizzat Anadolu ’ya geçti ve Bursa ’yı aldı. Çelebî Mehmed mukavemet ede­ meyerek A m asya’ ya çekilmişti. Bundan sonra Emir Süleyman Ankara üzerine yü iidü ve vezîr-i âzam Çandarlı-zâde A li Paşa ’am al­ dığı tedbir Ve baş-vurduğu bir hiyle netice­ sinde, Ankara muhafızı ve Çelebî Mehmed’in adamı Fîruz Bey-zâde Yakub B e y ’in elinden, A n k ara ’yı ald ı; bu kadar başarıyı kâfi göre­ rek daha ileri gitmedi ve B u rsa ’ya döndü. Burada, îtiyad hâline getirdiği içki ve sefahat âlemine daldı. Bunu Öğrenen Çelebî Mehmed ise, onu B u rsa ’da bir baskına uğratmak maksadıyle acele o tarafa yürüdü. Bu sırada Emir Süleyman ’m beylerinden Süleyman su-başı

SÜLEYM AN ÇELEBİ (E m Ih %

„il yazmağa çıkmış" ve Sakarya kenarında Çe­ lebi Mehmed kuvvetlerine rastlamıştı. Vazi­ yeti haber verdiğinde Emir Süleyman telâşa kapılarak Rumeli ’ye dönmek istemiş, fakat vezîr-i âzam A li Paşa mâni olmuş ve onu Çelebi Mehmed ile savaşa tahrik etmişti ( Neş­ ri, ayn. eşr.. s. 4.62 }. Bu suretle iki ordu Y e­ nişehir civarında karşılaştı, fakat savaş olma­ dı. Zîrâ, A li Paşa, sadâkatinden bahisle Ç e­ lebi Mehmed ’e mektup göndermiş ve bunda onun yanındaki beylerin Emir Süleyman tara­ fından elde edildiklerini bildirmişti. G erçi, Ç e­ lebi Mehmed, A li Paşa ’ nln Ankara kalesini yine böyle bir hiyle ile ele geçirdiğini düşü­ nerek, vezîr-i âzamin söz ve vaadlerine inan­ mamış ise de, bu esnada şarabdar îlyas Bey ’in, Emir Süleyman tarafına geçmesi, onun gö­ züne, Ali Paşa ’aın sözlerinin doğruluğunu bir dereceye kadar ispat eder göründü ve bunun üzerine de Çelebi Mehmed, ağabeyi Emir Sü­ leyman ile muharebeden vaz geçerek, Amasya ’ya döndü, Emir Süleyman da yine Bursa ’ya çekildi. Bu sırada Sivrihisar ahâlisi Emir S ü ­ leyman ’a müracaatla kaleyi kendisine teslim edeceklerine dâir haber gönderdiler. Bu kale evvelce Osmanlılara âit iken Timur, Karaman -oğlu ’na vermişti. Bu haber üzerine Emir Sü­ leyman. o tarafa gitti ise de, kale teslim ol­ madı, O da bir yandan bu kaleyi muhasaraya teşebbüs etti, diğer yandan da, kuvvetlerinden hir kısmını Çelebi Mehmed elindeki yer­ leri tahrip ve yağma ettirmek üzere gön­ derdi. Karaman-oğtu Mehmed Bey ise, Emir Süleyman ’in küçük bir kuvvetle Sivrihisar muhasarasında bulunduğunu öğrenerek onu bastırmak İstemiş, fakat, durumdan vaktinde haberdar olan Emir Süleyman. Karaman-oğ'.u’nu meşgul etmek üzere, ümerâsından Evretıoş Bey ’i Karaman memleketleri üzerine göndermişti ( bk. Neşri, Cihannümâ. s. 470 v. d.). Bunun üze­ rine Karaman-oğlu Mehmed Bey ile Çelebi Mehmed arasında bir görüşme ve Emir Sü­ leyman aleyhine ittifak oldu ki, buna göre, Karaman-oğlu ’nun yanında bulunan Mûsâ Ç e­ lebi, Mehmed Çelebi *ye sâdık kalmak şartiyle, Rumeli ’ye geçirilerek orada Emir Süleyman aleyhinde faâliyette bulunacak ve bu sûretle Emir Süleyman Edirne ’ye dönmeğe mecbur kalacaktı t 1409 ), Evrenos Bey, bu ittifakı du­ yunca Emir Süleyman ’m yanma dönüp duru­ mu anlattı ; onun tavsiyesi üzerine de kuvvet­ leri ile birlikte Ankara ön’erine gelen Süley­ man Çelebi, burada bir mikdar kuvvet bıra­ karak B u rsa ’ya döndü. Bu hâdiseler sırasında Çandarlı A li Pasa vefat etmiş. Emir Süley­ man kendisine akıl ve tedbir tavsiye edecek kuvvetli bjr şahsiyetten mahrr .1 kalmıştı. Bu

181

esnâda Süleyman Çelebi, düşmanları ile ittifak eden Aydm-oğlu Cüneyd Bey üzerine de yürü­ müş ve âdetâ, aleyhinde Karaman-oğtu ’odan başka Germiyân-oğlu ’nun da dâhil olduğu kuv­ vetli bir ittifak hâsıl olmuştu. Neticede Mûsâ Çelebi Sinop yolu ile denizden Rumeli tarafına geçirilmiş ve E flak voyvodasının da yardı­ mıyla bu bölgede hayli tarafdar toplamıştı. Emir Süleyman ise, Ayasutuk ( Selçuk } ’da 4 ay kadar kaldıktan sonra Mûsâ Çelebi ’nın faali­ yetinden telâşa düşerek Gelibolu yolu ile Edirne ’ye dönmüştü [ bk. madd. MÛSÂ ÇELEBİ, MEHMED l.J. . Mûsâ Çelebi Eflak voyvodası M ircea’dan başka Sırp despotunun kardeşi Vak ( Vılk ) ve Bulgar boyarlarını da kendisine yardımcı olarak kazanmıştı. Buna karşılık Süleyman Çelebi Bizans imparatorunun yardımını sağ­ lamış bulunuyordu. İki taraf arasında, bir ri­ vayete göre, Bizans surları altında, diğer bir rivâyete göre de, Çatalca civarında vuku bu­ lan savaşta Sırp kuvvetlerinin birden-bire Emir Süleyman tarafına geçmeleri Mûsâ Çe­ lebi kuvvetlerini zayıf düşürmüş, Mûsâ Çelebi de mağlûp olarak kaçmıştı. Galip "gelen Emir Süleyman Çelebi, Mûsâ Ç e le b i’nin artık bir daha kendisine karşı gelmeyeceğini zannede­ rek tâkibe lüzum görmedi, alıştığı işret ve eğlence âlemine devam etti. Bu arada Mûsâ Çelebi, Süleyman Çelebi ’nin gafletinden isti­ fâde ederek gizlendiği yerden çıkıp mücâde­ leye tekrar başladı. Rumeli ’deki beyleri ve akıncıların başı olan Mihal-oğlu Mehmed B e y ’i elde etti. Bunlarla birlikte Emir Süleyman ’ın kuvvetleri ile Sofya civarında vuku bulan sa­ vaşta galip gelerek Edirne üzerine yürüdü. Mûsâ Çelebi ’nin Edirne ’ye yaklaştığını Emir Süleyman ’a hamamda içki âleminde İken ha­ ber vermişlerdi ( Neşri, ayn. esr.t s. 482 ). O, bu hâdiseyi kendisine bildiren Evrenos Bey ’i tahkir ettiği gibi, yine tehlikeyi anlatan ve tedbir isteyen yeniçeri ağası Haşan Ağa ’nın ’da sakalını tıraş ettirmek suretiyle aleyhdarlarını çoğalttı. Huzûrundan bu suretle ceza­ landırılmış olarak çıkan Haşan Ağa, kendisine katılanlaria birlikte Süleyman Ç e le b i’yİ terk etti. Onun yanında sâdece beili-başlı ümerâ­ dan Karaca Bey, K ara Mukbil Bey ve Oruç Bey kaldılar. Neticede Süleyman Çelebi, gece­ leyin Karaca Bey ve Kara Mukbil Bey ile bir­ likte İstanbul tarafına kaçtı. Neşri ’ye göre, bir Türkmen kılavuz onları başka bir yoldan Düğünoü-İli denilen bir köye götürmüş, adam­ larına da haber vererek onu tevkife teşebbüs etmişti.Türkmenlerden müteşekkil olan bu köy halkı, bu esnâda Kara Mukbil B e y ’i öldür­ müş, Karaca B e y ’i yaralamış, Emir Sü leym c

18 «

SÜLEYM AN ÇELEBÎ (EMİR) -

’m da atını okla vurarak kendisini bağlamış­ lar, sonra da peşlerini takip eden Mûsâ Çele­ bi ’nin bir adamına teslim etmişler, o da Mûsâ Ç e le b i’den aldığı emir üzerine Süleyman Ç e­ le b i’yi boğdurtmuştu ( 18 mayıs 14x0; Neşrî, as/n. esr., s. 484). Diğer bir rivâyete göre, Emir Süleyman İstanbul ’a doğru kaçarken Düğüncü köyüne gelmiş, bu. köy halkı da onu tanımayarak öldürmüş, sonra Mûsâ Çelebi ta­ rafından katiller İdam ettirilerek, köy yakıl­ mıştır ( Tac al-tavâr'ih, I, 220;  şık Paşa­ zade, Tevârîh-i  l-i Osman, İstanbul tabı, s. 82 ; Orue Bey, T a rik ; Lutli Paşa, Tevârîh-i  l-i Osman, s. 6i ; diğer tarihçilerin görüş­ leri için bk, Uzunçarşıh, agn, esr., s. 338). Emir Süleym an’ın n a’şı B u rsa ’ya gönderilerek büyük babası Murad Hudâvendigâr ’ın Çekir­ ge ’deki türbesi yanına defnettirilmiştir. Şâir tabiatlı, ince ruhlu, ilim ve san’at erbabı­ nın hâmisi olan Emir Süleyman Çelebi sefâhale, zevk ve selâya düşkündü; babasının azim ve kudretine sâhip değildi. Çandarlı-zâde A li Paşa gibi akıllı ve tecrübeli bir vezîr-i âzami olmasına rağmen fetret devrinin sarsıntıların­ dan devleti kurtaramam)ş ve bir idâre altın­ da toplamak sûretiyle Osmanlt birliğini kura­ mamıştır. Ancak devrinin ilim ve s a n ’at adam­ larını Edirne ’de toplayarak az-çok İlmî ve ede­ bî bir hareket meydana getirmiştir. Bilhassa Ahmedî ’nin hkender-nâm e ’yi Emir Süleyman Çelebî adına tanzim etmesi kayda şayandır. B i b l i y o g r a f g a \ Metinde zikredi­ lenlerden başka Müneccimbaşı, Tarîh-i, III, tür. y e r ; Ahmedî, Dâstan ve Tarih  l-i Osman { Osmanlt tarikleri, I, Türkiye ya­ yınevi, s, 23 v. dd.); Şükrütlah, Bahcat altavârih ( aynı cild içinde ), s. 58 v. d d .; N i­ şancı Ömer Paşa, Osmanlt sultanları tarihi (aynı cild İçinde 1, s. 348 v. dd.; Beşir Çe­ lebi, T evârîh-i  l-i Osman ( nşr. İsmail Hik­ met Ertaylan ), İstanbul, 1548, s. Jo v. dd. 5 Düstâr-nâm e-i E n verî, tür. y er\ Hüseyin Hüsâmeddîn, Am asya tarihi, III, 163 v. d d .; Hammer, D evlet-i osmaniye tarihi ( trc. M. A tâ ), 11, iizr. y er ; Tayyib Gökbilgin, Edirne ve Paşa livası, bk. fih rist; S ic ill-i osmânî, I, 42; lorga, G O R , I, 325 v. d d .; G . Heyd, Storia del Commercio del Levante nel Medio Evo ( Turin, 19 13 ), s. 835 v. d .; İsmail Hâmi Dânîşmend, Osmanlt tarihi kronolojisi, I, bk. fihrist (M. TaYYİB GÖKBİLGİN.) S Ü L E Y M A N M EH RÎ. SU LA YM  N b. A h ­ MED AL-MaHRI, denizcilik hocası ( m uallim alb a h r) ve XVI. asrın ilk yarısında yazılmış olan y e l k e n c i l i ğ e d â i r e l - k i t a p la r ı m ü e llifi. . Bibliçtbecjue Nationale, fçndş arabe nr. 2559

SÜLEYM AN MEHRÎ.

’daki yazma, Hind okyanusu, Cenubî Çin de­ nizi ve İndonezya adaları denizleri hakkında mensur ve manzum bir çok denizcilik risale­ lerini ihtivâ eder. Manzum risalelerde, müellifM uallim İbn M âcid’dir [ bk. mad. ŞİHÂBALDÎN AHMED B. MÂCİD ]. Mensur 5 risâle ise, Sulaymân b. Aljmed ai-Mahrt al-Muhammedi ( var. 59b) veya Sulaymân b. Ahmed b'. Sulay­ mân al-Mahri ( var. 155°, burada yanlış ola­ rak al-Mahıri şeklinde geçer ) adlı başka bir denizcilik muallimi tarafından kaleme alınmış­ tır. Bu iki rivâyete göre. Sulaymân al-Mahri, bir Mabri [ b. b k .]’nin, yâni cenûbî Arabistan ’ m Mahara kabilesine mensup birinin oğlu ve­ ya torunuydu, Sulaymân hakkında başkaca bil­ gimiz yoktur ; müellifi bulunduğu „yelkencilik' kitaptan“ onun hâl tercümesine dâir hiç birkayıt ihtivâ etmez. Eserin türkçe mütercimi olup, 1554 ’te Muhit ’i yazmış bulunan büyük Türk denizcisi Seydî A li Reis [b . bk.]onu ve­ fat etmiş gösterir ( krş; J A S B , teşrin il, 1834, s. 548 \ Denizcilik risalelerinden biri 1 5 1 1 tarihini taşımaktadır. Şu hâlde bahsedir len metinler, muhtemelen XVI. asrın ilk y an -' sında yayılm ış olmalıdır. 2559 numaralı yazma 2 15 X 15 0 mm. eb’adında 187 varaktır. Her sahifede 15 satır vardır. Yazmanın ihtivâ ettiği, Sulaymân ’a âit 5 ri­ sale şunlardır: ■ I. Risâla kilâdat al-şumüs Va-stihrâc ka­ va id al-usâs, var. ıb—3b. Metnin hemen ba­ şında şöyle denilmektedir: „Bu risâle, bilinen takvimlerin [ muhtelif cinsleri ] ve bunların bütün dünyada kullanılışları hakkında bilgi verme gayesini gütm ektedir; bu takvimler şuh­ lardır : kamerî, şemsî, rumî ( rümiya ) takvim­ lerle Kıbt ve İran takvim leri”. Risâle, 10 satırlık bir mukaddime ve 6 faşl veya kısmı ihtivâ etmektedir. Bu fasıllardan birincisi, ka­ merî yıldan; İkincisi, şemsî yılın esâsından; üçüncüsü şemsî yıldan; dördüncüsü, rûmî yıl­ dan; beşincisi, Kıbt ve altıncısı da, Iran yılın­ dan bahseder. Tarihi yoktur. I» ’da, metinde kinden farklı bir yazı ile, yazmada bulunan muhtelif risalelerin unvanları gösterilmiş olup,yukardaki metin başlığı „takvim ilmi, yâni is­ ti mali her tarafta yaygın olan yılların esâsı hakkında risâle" şeklinde verilmiştir. ' İL Kitâb tuhfat a l-fu h ü l, 4«—ıo a (10e dâ­ h il) ; var. i » ’da bu metin „[ denizcilîk-hey'et ilm inin] esâsları hakkmd&ki bilgilerini kolay­ laştırmak için cevvâl ve fa ’âl kimselere ithaf" “ ünvânım taşımaktadır. Bu risâle 4 satırlık bir" mukaddime, 7 bölüm ve 1 hatimeden ibaret­ tir. Birinci bölüm, gök kürelerinin ve bunla-.'' rın ihtivâ ettikleri yıldızların tasvirinden; 11. bölüm, denizcilîk-hey’et ilminde âlimlerin, bşk*

SÜLEYM AN MEHRÎ.

riye fennindeki rüzgâr kertelerine imtisâlen Arap coğrafyacısının yanlış bir kaydına göre, hann „[ semavî ] rüzgâr kertesi" denilen 3a vuzuhsuz olarak Huri yân-Müri yân şeklinde kısma bölmek hususunda ittifak ettikleri, dâire isimlendirilmişlerdir) açık deniz yo lu ; / . Hind taksiminden; III, bölüm, sam 1 = 3 saatlik de­ Ün şark sâhili üzerinde rüzgâr istikametin­ niz y o lu )’d an; IV. İki çeşit deniz yolculuğun­ deki y o lla r; g . Siyam sâliil yolu ( yâni vak­ dan, sahilleri tâkîp eden yolculuk, yâni sahil­ tiyle tamâmıyle S iy a m ’a âit olan Malaya yalerde seyr-ü-sefer ile açık denizde yolculuk rım-adasının şarki ve garbî sahilleri üzerin­ veya açık deniz gemiciliğinden; V. bölüm, biı1 deki y o l), asıl Siyam, Hind-i Çini ve garbî limanın arz derecesini tâyin etmek için yıldız­ Çin sâhilleri üzerindeki yol. ların yüksekliklerinden; VI. bölüm, iki liman 4. bölüm, aşağıda zikredilen adaların sâ­ arasında zam cinsinden verilen mesafeler de ü ; hilleri boyunca geçen rotalardan bahseder: VII. bölüm, rüzgârlardan bahsetmektedir. Bu Komr veya Madagaskar, Komor adaları ( şu risaleden çıkan netice şudur : denizcilik san’atı dört adadan m üteşekkildir: Angazica veya iki esâsa dayanır : akl-ı selim ve tecrübe. Büyük-Komor, Mulâp veya Moheli, Dumüni ve­ Bu metnin, tarihi yoksa da, bu, var. 7«. str. 1 ya payitahtının İsmiyle Anjnan ve M ayotte); ’de zikredilmiş olan IV. risale ile var. $*>, str., Amber ve Sainte-Marie burunlarının ( Mada­ 1 1 ’de zikredilmiş bulunan 111. risaleden muah­ gaskar ’m şimâl ve cenubundaki iki burun) hardır. Şu halde 1 5 1 2 ’den sonra te’lif edilmiş şarkındaki küçük adalar; Zarın veya Seychel­ olmalıdır. Var. ıob ve il ® boş bırakılmıştır. les ad aları; SokotrS, Fal veya Lakkediv ’1er ; 111. al-U m dat al-m ahriya f i Sabi al-ulnm D ib veya M aldiv’le r; Seylan, Andaman ve al bakrlya, var. I l b—59a ( 59» dâhil ). Bu eser, N icobar’lar, S iy a m ’m (yâni Malaya yarım­ tâlî kısımları da bulunan 7 bölüme ayrılmıştır. adasının garp sahilinin) açığındaki adalar; 1. bölüm [ denizcili k-hey’et ilm inin] temel Sumatra, C ava; cenûb-i şarkî a d aları: Gilolo; mefhumlar { ın ] dan bahseder; şu tâlî kısım­ Fariyük ( Albuquerque’in Commentaries ’larıları içine almaktadır: a. Rüzgâr kerteleri; b. nm Perioco’su, III, bölüm XVIII ( ? ) ; G 5 r = • yıldızların hatt-ı istivadan uzaklıkları; c, yıl­ Form cza’nm şimâl kısmı, M oluk’lar, Makasdızların derece cinsinden ifâde edilmiş olan sar=Selebes, Banda, Timur-Lawt veya deniz arz dâireleri { m adârât}; d, tek bir plânçeta T im u r’u, Timür-kidul veya cenup T im u r’u, ’da ufkî olarak bulunan ( i'tidöl ) yıld ızlar; Brunay veya B orneo). e. sa m ; / . rüzgâr kerteleri arasında zam ’la5. bölüm, gâh ’m, veya kutup yıldızının, fa r ­ rın tam adedinin rehberi; g . tirfS I ( tam şi- kada (—küçük ayının jîy ) ’m ve n a ş ( = bü­ mât rotasında, arz derecesi üzerinde, şimâl ro­ yük ayının a jîy â ) ’ın irtifâlarına göre tesbit tasındaki aynı inhirafı elde etniek için, malûm edilmiş arz derecelerinden bahsetmekte olup, bir buruna göre kat’edilmesi gereken yolun Kızıtdeniz’in, A ra b ista n ’m şark sâhilinin ve uzunluğunu gösteren e m s â l)’m tam sayısı; h. Hindistan garp kıyısının, ayrıca A frika ’nın bir yıldızın irtifâmın { hesaplanması ] e sâ sı; i. şark ve Hindistan ile S ey la n ’ın garp ; Guardafui cenubunda A frik a ’ nın şa rk ; Bengal kör­ mesâfeler. 2. bölüm, yıldızların isimlerinden ve bununla fezi, Seylan, Sumatra ve Cava adaları liman­ ilgili hususlardan bahsetmekte olup, şQ iki larının arzlarını gösteren 7 kısmı ihtivâ et­ tâ lî kısmı içine alm aktadır: a. Şimâl kutbu mektedir. V, bölüm aynı zamanda ayın 28 ile gâh veya kutup yıldızı, büyük fark a d veya merhalesinin bâşî ( kutup yıldızının yüksekli­ küçük ayının f l’sı, mih, harfiyen „ç iv i"= k ifâ - ğine gore, yapılacak tashih ) Merinden ve mâlûm v is ’in 132 (p ia z z i)’si arasındaki işba' ( = 1 ° yıldızların yüksekliklerinden bahsetmektedir. 6. bölüm, tarihleri Iran takvimine göre ve­ 37' ) sa y ısı; b. kutbun etrafında büyük fa r • rilmiş olan Hind okyanusu muson rüzgârla­ Jşad'in çevirdiği dâire. 3. bölüm, rüzgâra karşı ve rüzgâr istika­ rından bahsetmektedir. M u s o d rüzgârları iki metinde ( yâni müellifin husûsî ifâde tarzına kısma bölünmüştür. Birinci kısım ayrıca ikiye göre Komorin burnunun şark ve garbında bu­ ayrılır. Bunlardan birincisi „baş rüzgâr” adını lunan bölgelerdeki ) deniz yollarından bahsedip taşımakta olup, şu musonları içine alır : Hind 7 kısmı ihtivâ e d e r: a. Hicaz denizinin yol­ ’in garp sahiline seyahat için ‘ Aden musonu, ları; b. Arabistan ’m cenup sahili boyunca uza­ aynı istikamette seyir için Şilır [ b. bk.], Zufâr, nan yol; c, H ind’in şimâl-i garbî sahilindeki SavâlıiS veya A frika ’nın hatt-ı istivadaki şark yol; d. Bâb al-Mandam (B ab al-Mandab’in sâhili musonları, cenûbî Arabistan sâhili isti­ farklı yazılış şekli ) ’den itibaren A fr ik a ’nın kametinde Savâhil musonu, Malaka ’ya Su­ şark sahili üzerindeki y o l; e. Cenubî A rabis­ matra, Tenasserim, Bengal cihetine doğru, Guta n ’dan SoVotrâ [ b. b k .j’ ya kadar H uriyi carât, Konkan, Malabar, M aldiv’ler, Şihr, Zu­ , krş. t A , V/I, 600, burada, bu adalar, bir çok fâr yç Maskat m uşça!an; ççnûbî Arabistan

ı84

SÜ L E Y M A N MEHRÎ.

sâhilî cihetine Zayla' ve Berbera m usonları; 1554 ) tarihim taşır, fakat Seydî Ali ’nin M uHürmüz cihetine ‘Aden musonu. 1. sınıf mu­ !}li ’ine göre, 917 ( 1 5 1 1 / 1 5 1 2 ) ’de kaleme alın­ sonların ikinci cinsi, H ind ’in garp sahil cihe­ mıştır { krş, J A S B , teşrin 11. 1834, s. 548 ) tine doğru Mekke ( yâni Cidde ), Savâkin, Zay­ ve kabulü icâp eden tarih bu son tarih olma­ la', ‘Aden, Şihr, Maşkâş, Zufâr ve Kalahât lıdır. Filhakika Türk amirali, arapçadan ter­ musonlarıdır. cüme ettiği vesikaları, 1553 t e Basra körfezin­ Rüzgâr altı ülkeleri ( yâni Komorin burnu­ deki ikameti esnasında tevhid etmiştir. 2559 nun ş a rk ı) istikametindeki musonlar, ‘Aden, numaralı yazmadaki tarih, şüphesiz, asıl me­ ŞiŞjr, Maşkâş, Guearât, Korıkan, Malabar ve tinden istinsah edilmiş nüshaya âittir. Zîrâ Maldiv ’Serden Malaka, Suniatra, Tenasserim, Sulayman 1554 t e Ölmüş bulunmakta idi. Mârtaban ve BengaS istikametindeki muson­ IV. Kitab al-minhâc al-fâhir f i ‘ Um al-bakr lardır ; Malaya yartm-adasımn garp sahili ci­ al-eâhir, var. 59# ’dan 93», str. 3 ’e kadar de­ hetine doğru Bengal musonu, A frik a ’nin şark vam eden bu risâle, bir mukaddime, 7 bölüm kıyısında Maldiv ’ie re ; cenûbî Arabistan sa­ ve bir hatimeden ibarettir. Mukaddime zam hili cihetine doğru Savabil musonu. ve tirfa t ta n bahseder ; 1. bölüm, Arabistan, Birinci kısmın ikinci sınıfına ait muson rüz­ Makrân, Sind, Guearât, Konkan, Tulvân ve gârları şunlardır: Arabistan sahiline doğru Malabar sahillerine götüren; Somoli kıyısında, Guearât, Konkan ve Hürmüz; A fr ik a ’nın şark A fr ik a ’nın şark sahilinde, H indistan’ın şark, sahiline G uearât; Mekke (yân i Cidde ), ‘Aden Bengal ’in, Siyam ( = Malaka yarım-adasının ve Hürmüz istikametine Bengal, Malaka, Te­ garp s a h ili)’m ve M alaka’nm kıyılarında; nasserim, Martaban ve Sum atra; B en gal’e, Malaka yarım-adasının şark sahilinde, Hind-i Suniatra; ‘Aden ve bütün Arabistan sahiline Çinî, garbî Çin sâhillerinde mevcud deniz-yölMaldiv ’ 1er ; Arabistan sâhiline, Sind ’deki Di- iarı ile bir kaç açık deniz yolundan bahseder. vul, Madagaskar ’a şarkî A frik a ’daki M alindi; 2. bölüm, m âraf ve meskûn sahillerde kâin Sofâia ’ya K ilva ve Kilva cihetine Sofâla mu­ limanların arz derecelerinden ( Işigâs, harfiyen sonları. „ölçü“ ) bahseder. M üellif; „bilesin ki, kutup yıl­ 7. bölüm seyahatler hakkındadır. Burada dızını görüş bakımından, bâzı burunlar ile alâ­ önce Arabistan ve A frik a ’nm Kızıldanız sa­ kalı busûslarda, rüzgâr altı memleketleri hal­ hili açığında bulunan adalar ve adacıklar taf­ kı ile, Komorin burnunun rüzgâr üstü bölge­ silâtlı bir şekilde tasvir edilmiştir. Bunu aşa­ leri ahâlisi arasında ihtilâf vardır. Temel ölçü ğıdaki mmtakalara giden yolların son derece­ ( yâni kutup yıldızının irtifâm ın ölçüsü ) bakı­ de tafsilâtlı tarifi tâkib eder : Bâb al-Mandab mından garbî Hind ( bahriye ıstılâhatma göre. 'den, KızıSdeniz ’in cenûbunda Zukur dağı ve al-H ind kelimesi bu mânada olm alıdır) ahâ­ Saybân ’a ; Saybân ’dan Cidde ’y e ; Saybân ’dan lisi ile, Araplar arasındaki ihtilâflar bundan Savâkin ’e ; Cidde ’den ‘Aden ’e ; Savâkin ’den çıkmaktadır. Benim al-U m da (y k . bk. III) adlı 'A d e n ’e ; Z a y la '’den G u e a râ t’a j B erb era’dan eserimde [verilm iş olan arz dereceleri] ÇolaG u e a râ t’a ; cenûbî Arabistan sahilindeki Kişin larınkine uym aktadır; K iiâb al-minhâc ’imda ’den G u e a râ t’a ; H alafât ta n G u e a râ t’a ; Zu­ ise, bütün sahiller için eskilerin ( gemicilik f â r ’dan G u e a râ t’a ; K a la h â t’tan G u e a râ t’a ; muallimlerinin) fikirlerini dercettim, çünkü, Masl;at ’tan Guearât, Konkan ve Malabar ’a ; tahm’nime göre, gerçek arz derecelerinden da­ ‘A d en ’den M alabar’a ; ‘A d en ’ den Hürmüz’e ; ha küçükleri verilmiş olan bâzı burunlarda R âs al-Hadd ’dan Sind Diyüi ’u ’na; Diu ’dan [ bu arz derecelerini ] tahkik ettim . , . " Bunu, Maşkâş ’a ; Diu ’dan Şihr ’e ve 'Aden ’e ; Ma- içinde şu bahislere işaret edilen tâlî bölümler hâim , Şayül (A vru pa haritalarındaki C h a u l) tâkip ed er: a. Kutup yıldızının müşâhadesi ile ve civarından Arabistan sâhiline; D iu ’dan hesaplanmış olan çok sayıda arz dereceleri, b, M aldiv’iere; D âb ü l’dan M aldiv’İere, D iu ’dan farkadan ( küçük ayının 0 X ’sı ) ; c. n a ş ( büyük Maskat ve Hürmüz ’e ; Cambay ’dan musonun ayının a 0 \ Ö’sı ), d. belli yıldızların irtifâları. 3, bölüm meskûn ve mâruf büyük adaların son noktası ‘Aden ’e ; Goa-Sindâbür ’dan, mu­ sonun son noktası ‘A d en ’e ; Honör ve Bâd- sâbillerinin tasvirini ihtivâ e d e r: Madagaskar, kaiâ ’dan musonun son noktası ‘Aden ’e ; Ka­ Seychelles ’ler, Sokotrâ, Lakkadiv ’ ler, Maldiv ti kut ’ten Guardafui ’y e ; Diu ’dan Malaka ’ya ; Ter, Seylan, Andaman ’1ar ve Nikobar ’iar, Ma­ D iu ’dan B engal’e, yâni Şâtigâm ( I ) ’a ; Mala­ laya yarım-adasının garp sahili üzerindeki ka ’dan ‘Aden ’e ; Şâtigâm ’dan Arabistan sa­ Takva adaları, Sumatra, C ava ve cenûb-i şar­ kîdeki adalar (Tim or, Sandal ağacı adaları, hiline. H&tima ’de, müellif, gemicilerin sakınması ge­ Banda, Molük ’ler, LikyS [ çince Lieou-k'ieou reken lo tehlikeyi saymaktadır. Bu risâle,sayıla­ ’nun arap harfleri ile y a z ılışı; aynı zamanda rı rakamla yazılmış 2 i rebifıiâhır 96ı (27 mart Gür ( =• şimalî Formoza ) da tesmiye olunur ]

SÜLEYM AN MEHRÎ.

adası, Gilolo, Fariyük [ ? ] , Borneo ve Makassar —SeScbes adaları ). . 4. bölüm, Arabistan ile garbi Hindistan ve Bengal körfezi lim anları; A frika ’nın şark sa­ hili, Sumatra, Cava ve Bali 'nin bâzı liman­ ları arasındaki mesafelerden bahseder. 5. bölüm, rüzgârlardan, kasırgalardan ve gemilerin mâruz kaldıkları tehlikelerden bahs­ eder. 6. bölüm, Arabistan sâhilinin ve A fri­ ka 'nın şark sahilinin, garbi Hindistan ’ın is ­ keleleri ve gemilerin yollarını tâyine yarayan karadaki alâmetlerden; 7. bölüm, güneş ve ayın burçlara girişinden bahsetmektedir, f f âtima, Diu ’dan Malaka ’ ya, Malâka ’dan Mald iv ’lere, D iu ’dan Sum atra’sın garp kıyısına ve'M artaban, Tenasserim ve B en g al’e dönüşe dâir' yolların mufassal tariflerini ihtiva eder. Bu metin tarih taşım am akta ise de, 64a str. r j ’te al-U m d a ( İH ) ’yi zik retm ektedir; o hâl­ de bu, 1 5 1 1 tarihinden sonra yazılm ıştır. Bu metin aynı zamanda var. 6o*> str. 9 ’da kayd­ edilm iş olan İl. eseri ( Tuhfat a l-fu h ü l) ’de zikretm ektedir. V ar. 93b—-15 1a arasında. İbn M âcid ’in daha önce ( yk. bk.) ta v s if edilm iş olan manzum denizcilik risalelerin i ih tiva e t­ m ektedir. Igl*>— 154b (15 4 b dâhil ) boştur.

V. Kitâb şarh tuhfat al-fuhül f i tamhid aluşül ( 15 3 ° ’dan yazmanın son sahifesi otan 18 7 b ’ye k ad ar). B ir kaç sa tırlık bir mukaddi­ menin sonunda m ü e llif: „Bu kitabın [ muhte­ vasını ] muhtelif ilim lerden çıkardım ve şahsî eserlerim den ve [ gem icilik hocaları heyetin­ den olan ] ihvanın eserlerinden derledim “ { var. 155a, alttan 3, str.) der.

1. bölüm, gök küreleri ve onların ihti vâ et­ tikleri yıldızları (A y , Utarid, Zühre, Güneş, Merih, Müşteri, Zuhal ve sabit yıldızların kü­ releri ), mıknatıs taşı ve pusulayı târıf etmek­ tedir, 2, bölüm, dâirenin taksiminden bahset­ mektedir. Müellif (var, x6ı», str, 3 ) : „Ben bu kitabın II. bölümünün dâirenin tasvirini ihtiva ettiğini söylüyorum. D âire kelimesi burada, 360 kısma bölünmüş olan ( ufuk j dâiresine delâlet etm ektedir; râsıtlarca yâni hey’et âlim­ lerince bu parçaların her birisine bir derece denir. Ben derim ki, denizcilik fenninde ma­ hir olanlar ufuk dâiresini 32 kısma bölmek husûsunda mutabıktırlar. Ben ( bu hususta) garbı Hind denizinin gemicilik üst adi arı nın mutabık olduklarını söylüyorum. Bu üsiadlar, Araplar, Hürmüz sakinleri, garbı Hindistan halkı, Çolalar ve Zengler ( Zencîer ) ’dir. Dâi­ reyi aynı şekilde 32 kısma bölen, Magribliler, Franklar, BizanslIlar veya Rumlar gibi garp gemicilik üstadları bakımından da bu böyledir. Çinliler ve Cavalılara, cenup adaları ahâ­ lisine gelince, banlar, da» „yİ 24 kısma böler­

ler. Horasan ve civarı gibi A rap olmayan ül­ keler ahâlisi için de aynı şey varittir. Gemi­ cilik üstadları, denizcilikteki hann '1ar ( rüzgâr k erteleri) ’a kıyasla, bu kısımları hann tesmiye etmişlerdir , . ."der. Aynı bölüm, sonra işba1 (har­ fiyen „parmak“ = ı ° 3 7 ') ’dan bahseder. III. bö­ lüm zam ’a, 4. bolüm, sahiller boyundaki ve açık denizlerdeki yollara; g. bölüm, yıldızla­ rın irtifâlan na, 6. bolüm iki nokta arasın­ daki mesafelere, 7. bölüm rüzgârlara tahsis edilmiştir. Kitap, bir hâtİme ile nihayet bul-, maktadır. Yazıldığı tarih kaydedilmemiş olan denizci­ liğe ait bu sonuncu risâle, var. 173*, str. S ve 184“, str. i z ’de zikredilmiş olan Kitâb alminhâc ( i V ) ’dan ve var. l6ga, str. 9 ; 165b, str. 8 ; l 8 ı a, str, 13 v.d. ’da zikredilmiş olan al-'Um da ( I I I ) ’den daha sonra yazılmıştır. De Slane ’ın Calalague des manuscrits arabes ’mda müphem bir şekilde, bu risâle kırmızı mü­ rekkeple yazılmıştır, denilmektedir; hâlbuki yalnız bölüm, kısımlar ve bend başlıkları kır­ mızı mürekkeple yazılm ıştır; metnin kendisi, yazmanın mütebaki kısmında olduğu gibi, si­ yah mürekkeple yazılmıştır.' Bu hülâsada yeri olmayacak tafsilâta gir­ meden, burada X V . ve XVI. asır müsEuman gemicilerinin kullanmış oldukları belli-başlı usulleri belirtmek yerinde olur. İbn Mâcid ve Sulaymân al-M ah ri’nin denizciliğe dâir me­ tinlerine göre, geniş mânâsı ile Hind okya­ nusu limanlarının yâni cenubî A frika ile Çin F.oiı-kien eyâleti arasındaki bütün limanların ( asıl mânası yle Hind okyanusunun, Kızıldeniz’İn, İran körfezinin, ‘ Omân denizinin, Ben­ gal körfezinin, garbi Çin denizinin, Hind-i Çinî takım adaları denizlerinin kıt’a ve ada sahil­ lerinin) arz dereceleri, şu üç yıldız veya şi­ mal yıldız kümelerinin rasadı île tâyin edil­ miştir : G’«A =K utup yıld ızı; İkizler { a. alFarkadân „iki dana"=K üçük ayının (3 y ’sı ve „tabut" mânasında arapça a f-A V î = büyük ayı­ nın a p y S ’sı). 320 48' şimâi ( = 1 7 1/2 işba‘ ) ve 6° şimâl { = takriben G â h ’m 1 işba’ ı ) arz dâireleri arasında bulunan limanların arz de­ receleri Kutup yıldızının rasadı ile tâyin edil­ miştir. 6° şimâl (»»GcA’ın I işba ’1 veya F a r­ kadân ’ın 8 işba' ’1 ) ile 5” i l ' cenup (takriben Farkadân ’ın 1 işba' ’1 dâireleri arasındaki li­ manların arz dereceleri Küçük ayının P y ’sının rasadı il e ; ve 5’ s ı ' cenup ( —Farkadân ’m 1 işb a ' 1 veya N a'ş ’m 13 işba' ’ı ) ile takriben 25° 16' cenup {—N a'ş ’m işba' ’ı ) arz dâireleri arasında bulunan limanların arz dereceleri Bü­ yük ayının Na'ş ’inin rasadı ile tâyin edil­ miştir. Bu rasatların neticesi, gemicilik eî-kitaplarında şu şekilde kaydedilmiştir: İbn Mâ-

•86

SÜLEYM AN MEHRf.

el d ve Süleyman al-Mahri, önce bahis mev­ zuu arz dâiresinden bahsederek, bu derece üze­ rinde bulunan bütün limanları, birincisi garp­ tan şarka, diğeri şarktan garba doğru zikret­ mektedirler. Msl. 2559 numaralı yazma, var. 64b, str. 8 ’de Sulaymân al-Mahri şöyle demektedir : „G âh ’in II işba [ufkun üstündeki irtifâ = takriben 2 1° 14' şimâi a rz ] olduğu yerde şu limanlar bulunmaktadır : Çin ’de bulunan (böy­ le 1 ) K avşi ( çince Ktao-çe kelimesi­ nin Arapça şekli olup, takriben bu günkü Ton­ k in ’deki H anoi) — Bu [ülkenin] sultanının li­ manıdır; sonra sırasıyle Ş atİg â m = şa rk î Ben­ gal ( ==Birmanya ’nın ■garp k ıy ıs ı) ’in Chitta­ g o n g ’u ; Bengal körfezinin garp sâhili ( = Hind ’in şark kıyısı.) üzerinde R âs a!-Kanfâr (Hind ’in garp kıyısı üzerinde aynı adı taşıyan kör­ fezin gerisinde K an b Sya); Râs Cagad ( K a t­ hiawar yarımadasının garp u cu ); R âs al-hadd (A ra b ista n ’ın cenûb-t şarkî u cu ); Hicâz kı­ yısında bir burun olan al-Kahhâz; bu burnun Önünde al-Bttm denilen bir kayalık bulunur; [ K ızıldeniz’in ] A frik a kıyısı üzerinde bulu­ nan Dava’ir [ burnu ] . , . “ . Bu tadat şimalden cenuba -] işba' ’iarla bölgesi takriben 6° şimâl arzında son bulan kutup yıldızının l-J işba '1ma kadar devam eder. Müteakip kısma şu başlık verilmiştir : „Farkadân ’ın, kutup yıldızının 1 işba ’da olduğu yerden, bu iki yıldız {F arba­ dan) ile yapılmış olan rasatların sonuna ka­ dar irtifâından bahseder. Amelî olarak Kutup yıldızının 1 iş& a'’1 = küçük ayının ¡5 y ’sının 8 işba' ’ıdır. Bu iki tâbir biribirinin yerine kulla­ nılabilir. Bu kısım, 8 iş b a '= 6*" şimâl arz dâi­ resinde başlar : „Farkadân ’in 8 işba' [ ufkun üstündeki ir­ tifadan ] olduğu yerde: sırasiyle Çin (M alaya yarımadasının şark kıyısı anlaşılmalıdır ) 'deki Kül ant a n ; Bengal körfezinin şark kıyısı (M a­ laya yarımadasının garp kıyısı ) ’nda Khdah; Perak adası ( Ksdah limanının önünde ); Su­ m atra’nın şimâl-i garbî burnu, M âs-fula ve Gâm is-fula ad aları; kezâ S eylan ’ın şark kı­ yısı üzerinde ( harfiyen sırtın d a) A y ta m ; S ey ­ lâ n ’m garp kıyısı üzerinde T ü tâgâm ; Maldiv ’lerde Kandikâl adası; A fr ik a ’nın şark kı­ yısı üzerinde S if al-tavil ( harfiyen uzun kı­ yı ) ’in başı bulunmaktadır . . . " . Bu tadat £ iş­ ba‘ ’İarla 5 işba' ’a kadar devam eder ; sonra 4, 3, 2] , 2 işba' arz dâireleri tâkip eder; kısım, 1 iş&a'= 5" 2 1' cenup ile nihayet bulur. Müteâkıp kısma şu başlık verilm iştir: „[ Indonezya ’nın ] cenup adalarında, Madagaskar ’da Zeng ( veya Zenc ) kıyısı üzerinde N a 'ş ’m irtifâından bahseden kısım'1. Büyük ayının 13 işba' ’1 = İki kardeşin t işba' ’tdır. Bu kısmın metni an­ cak şu ar? dâiresinde başlar:

„N a'ş ’ların 12 işba' [ ufkun üstündeki irti­ fa—7° cenııpda ] olduğu yerde : sırasıyle Cava adasının garp ( burada bir bata vardır, şimalî okumak lâzımdır ) sahili üzerinde bulunan Su­ rabaya lim anı; sandal ağacı [istih sal eden] ve Cava ’nın garbinde ( yine bir hata, şarkında okumalıdır), bulunan Sum bava [ a d a s ı]; Zeng kıyısı üzerindeki Monfia ( Avrupa haritaların­ daki M a fia ) ... [ bulunmaktadır ] “ . Tâdad, iş­ ba' ( Cava dâima şark-garp yerine yanlış ola­ rak şimâl-cenup cihetleri ite verilm iştir) ola­ rak I işba' ’a ve nihayet f işba'—takriben 25° 16' cenuba kadar devam eder. 1 işba' ’life arz dâiresi için metinde şöyle denilmektedir: „Na'ş ’ların 1 işba' { ufkun üstündeki yükseklik ] ol­ duğa yerde : Madagaskar ’m şark sahili üze­ rinde K ü s (? ) lim anı; aynı adanın garp kıyısı üzerinde Kür i ( ? ) koyu ( A frik a ’nm şark ) ; sâhiti üzerinde Şacara limanı ( yâni ağaç lima­ nı ) bulunmaktadır". Müellif buna şunu ilâve eder : „Eskilere ( gemicilik üstadlarma ) göre [bu liman ], Zeng kıyısı adalarının (ayn en !) sonuncusudur; fakat Frenkler derler ki, şimalî A frik a ’nın garp sahili [şim ale doğru çık ar] ve na‘# ’ların 7 işba' ( = takriben 15° J 1 cenup) ’da, denizde olduğu yere kadar uzanır. Fakat doğrusunu Allah daha iyî biü r". îbn Macid, 13 eylül 1462 (elyazması 2292, var. 1 1 2 * ) tarihli denizcilik manzumesi olan H âvi q a ’sinin 9. kısmında, bu hususu daha vâzıh olarak ifâde etmîş ve şöyle demiştir: „iyi bilinen al-Şacara limanı, Na'ş ’m 1 işba' ’ındadır. Âlimler bu so­ nuncu limanın yerini böyle tesbit etmişlerdir. Orada adı olan başka bir yer yoktur. V e .... bu toprakların cenûbunda hiç bir şey yoktur, zîrâ Zeng sahili ( veya A frik a ’nın şark sâhili ) ora­ da nihayet bulur, garp ülkesine ve Frengistan ’a açılan boğaz oradadır. A frik a 'nm cenûbunda [ ancak ] Allahın bildiği, kayalıklar ve karantıklardan başka hiçbir şey yoktur. Bâzıları der­ ler ki, orada adalar vardır ve sahilin son ucu 5 işba' ( 18° 2 1' cenup ) olarak tâyin edilmiştir . . . „E y her şeyi daha iyi bilen sen I Fakat bu hususta bilgi verenlerin nakilleri birbirini tut­ mamaktadır. Hatalarımızdan dolayı Allahtan mağfiret dileriz". Bu parçayı J A , teşrin I.— teşrin H. 1922 (s. 307 —3 0 3 ) ’de inceledim ve al-Şacara limanının, Lourenço Marques lima­ nı ile aynı yer olması icâp ettiği neticesine vardım. Görüldüğü üzere, eserin bir çok kısımları İki muayyen nokta arasındaki mesâfeleri mev­ zu edinmiştir. Var. 81b, str. 8 v. dd. ’da bulu­ nan aşağıdaki kısım, bilhassa mühimdir, çün­ kü Hind okyanusunun iki ucunda bulunan li­ manlardan ve yo! boyunca bir yere uğramaksızın bir uçtan, bir uca devam eden açık de-.

SÜLEYM AN MEHRÎ.

niz gemiciliğinden bahseder : [ A rz dereceleri, ] Farkadân ’1 rasat sâretiyle [ tâyin edilmiş olan ] limanlar [yân i bir taraftan] Zene sahili üze­ rinde [d iğer taraftan ], Sumatra adası ve C a­ va Ma [bulunan limanlar arasındaki ] mesafe­ lerden bahseder. „F a rk a d â n ’ın 7 işba ’ın d a( = 4 ° 24' şimalde) A frika sahilindeki Mukbil mercan adası ( F u ji) ’ndan Mâkufâng ’a ( eski Portekiz rivâyetlerinin Mancdpa ’si, krş. Barros, Dekade 111, kitap V , bölüm 1., Sumatra ’ntn garp sahili üzerinde) kadar 234 yol zam *ı ( = 2 9 gün, 6 saatlik yol ) vardır. ^ . ■„Farbadan ’m 6 işba’ ■■ ( ===2° 47' şimalde } ’ında { A frik a sahilindeki) Mrûti ’den Pançür (a s i.: Fanşür veya Sum atra’nın garp sahilinin B aro s’u ) ’a kadar olan mesafe 248 yol zam (i“ 3* günlük yol ) ’ıd ır; . „Farkadân ’m 5 işba’ ( = 1° ıo ' şimâlde) ’ında Brâva (veya A frik a sahilindeki B rS v a ) ’dan Priaman ( Sumatra Ma) limanına kadar mesafe 264 yol zçm ( ~ 33 gü n )’ ıd ır; „Farbadan ha 4 işba' ( = 0 ° 30' cenupta) ‘ında A frika sahilindeki Malvân Man ( Sumatra M aki) İndrapura’ya kadar uzaklık 278 yol zam i ==$4 gün, 18 s a a t ) ’ıd ır; ’ ■ „Farkadân ’ın 3 işba (« -2 ” 07' cenupta) ‘ında. A frik a sahilindeki K itâva ( Barros, Dec a d e JI, kitap I, bölüm ¡ [ . ’deki Q u itau )’dan S.unda-bari ( harfiyen: „Sunda" veya „Soud boğazı“ ) ’ ye kadar mesafe 292 yol zem ( = 36 ğiin 12 s a a t) ’ıd ır; . F a rka d â n h a 2 ıV6a'’1 ( = 3 ° 44' cenupta) A f­ rika sahilindeki Mombasa’dan Sunda ( Cava: ’sın garp k ısm ı)’ ya kadar mesafe. 306 yol zam ( —38 gün 6 s a a t ) ’ıd ır; . „Farkadân ’ın 1 işba' ( = 5 ° 2 1' cenupta) ’ında Yeşil-ada ( A frika sahili üzerinde Pemba adasının arapça tesmiye ş e k li) ’dan ( Cava ’nın şarkında ). B âli adasına kadar uzaklık 317 yol ,-yrn, ( = 3 9 gün, 15 s a a t) ’ıdır“ . Su!ayman al-Mahri ’nin yelkencilik el kitap­ ları dikkate şâyan bir doğrulukta, tafsilâtlı bir kaç yol tarifesi ihtiva etmektedir. Misâl olarak Diu Man Malaka ’ ya giden yolun târifesi veri­ lecektir ( var. 88«, str. 15 Men var, .90“, str. 3 ’e kadar ), A rapça metnin denizcilik ıstılah­ ları, bugünkü dilde tekabül ettikleri şekilde verilecektir : ' „D iu ’dan M alaka’ya seyahat. D iu ’yu terkettiğin vakit, 2 zam (6 saatlik yol) boyunca d.Ümeni Süheyl kutbuna ( ■= cenuba ) doğru kul­ lan; Sonra g a rb î,Hindistan sahiline 8 zam ( 24 saatlik yol) kala al-Tâ'ir ’in m atla’ına (=*şarka) yönel ; Farkadân ’m 9 ( aynen ) işba' ( = 7 “ 3 7 ') ‘.aa ulaşıncaya kadar Süheyl ( = c e n u b ) isti­ kametinde devam et, son.rn Farkadân ’m 7 >

187

fş6a' { = S° *2' şim âl) ’ma biraz kalan yere va­ rıncaya kadar dümeni A kreb matla’ı {== cenûb-ı şarkîde ) istikametinde kullan. Sonra 12 zam ( = 36 saatlik y o l) boyunca dümeni esas matla 'a ( mufla â l-a şli = tam şarka ) doğru kullan; bunu müteakip 8 $ işba' ( s = 6 ° 33' şi­ mâl ) ’a ulaşıncaya kadar al-Sim âk ’ın matla’ına yönel; sonra yine tam şarka yönelecek ve { Ni­ cobarlar takım adalarından) Sargal adasının cenubuna yanaşacaksın. Orada karaya ulaşınca, adayı solunda ( yâni sancak cihetinde, şimâlde ) bırak ve orayı geçince, 4 zam { = 1 2 saatlik yol) boyunca dümeni a l-T ir ’in matla’ına ( = şark-cenûb-i şark) doğru kullan; sonra F arka­ dân ’in 8 işba' ( = 6° şım âl) ’ma ulaşıncaya ka­ dar dümeni a l- l k l il’ia matla ( cenûb-i şark = J şark)M a doğru çevir.Sonra dümeni tam şarka doğru döndür ve aynı zamanda sâhilden. 8 zSm ( = 24 saatlik yol ) mesafede küçük bir ada olan Perak adasının başlangıcına yanaşır­ ken medd’e dikkat et, Pulo Pinang adasını görünceye kadar, P erak ’dan şarka doğru yo­ lundan ayrılma. Eğer medd şimale sürüklemi­ yor ve sen de mcdd’i görüyorsan, oradan dü­ menini a l-T ir ’in matla ( — şark-cenûb-i şar­ ka ) ’ına doğru çevir, böyleee birbirine benzer şekilli uzunca bir ada olan Pinang ’a ulaşacak­ sın ; bu ada koyu renkli olup uzaktan görü­ lür. O raya yaklaşınca [ Malaya ] dilinde „do­ kuz ada" mânasına gelen Pulo Sgmbilan (adı verilmiş o lan ) adaya ( adalar okuyunuz) kadar dümeni Süheyl ’in matla ( — cenup-cenûb-i ş a rk î) hna çevir, [ o vakit ] sahilde, Pinang ada­ sına benzeyen ve iki adaymış intibaını uyan­ dıran iki dağ fark edeceksin; bu iki ada, Pi­ nang adası ile Dingding [ adaları ] arasında bulunmakta ve Fân-küra adını taşımaktadır. Bu iki dağdan sonra, Dingding ’e ulaşırsın. Bu aynı çapta iki büyük uzun adadır. Bunun önünde, yuvarlak küçük bir ada olan Tanbürak adası bulunur", „Bilesin ki, Pinang adası ve Dingding [ adala­ rı ] karaya yakındırlar ve orada bir sığ kayalık vardır. Dingding Men sonra üzerlerinde yüksek sıra dağları bulunan Sömbilan adalarına ula­ şırsın ; bu adaların bazıları çok küçüktür. Ora­ ya varıp, su ikmali yaparak yoluna devam et­ tiğin vakit, takriben 6 zam ( = 1 8 saattik yo l) boyunca dümeni Süheyl kutbuna ( = cenuba) doğru kullan; bu suretle Pulo-Cumur adasına ulaşacaksın. Sgmbilan [ adaları ] ile Cumur adası arasında iskandil, yanında büyük derin­ likler bulunan Cumnr ’a yaklaşıncaya kadar, 35 kulacı gösterir. Derinlik, bundan sonra tak­ riben 40—50 kulaca çıkar. Cumur yakınında ufukta kıt’amn bir kısmını görürsün. f “ kal S u m atra’nm komşu olan sahili görülmez. Açık

188

sü leym

havada, Siam ( = M a la y a yarımadasının garp sa­ hili ) sahilini fark edecek ve kalay elde edilen dağları göreceksin, Cumur ’a yaklaştığın vakit, ada boyunca yelken aç ve ı zam ( = 3 saatlik y o l) esnasında dümeni a l- lk lil ( = cenupşark \ şarka ) ’e doğriı; sonra a l- T lr matla ( = şsrk-cenup ş a r k a ) ’ma doğru kullan. Bilmelisin ki, Cumur adasının, Akrep matla’mda, üzerinde, dalgaların kırıldığı bir sığ kayalık bulunur. İstikametini şark-cenup şarka doğru muhafaza etmeğe devam et. Derinlik 18 veya biraz daha az bir kulaca kadar azalır. Şaı k-cenup-şar k istikametinde dümen kullanmağa devam et. Cumur [ adasından uzaklaştığın ] ve onu deniz ufkundaymış gibi gördüğün vakit, önünde (h arfiyen : geminin ön kısmının önünde) P a ­ şalar adası kütlesini bulacaksın. Yolunu şarkcenup şarka doğru muhafaza et. O vakit is­ kandil 16 — 17 kulaç derinliği gösterir. Derin­ lik 15 kulaçtan aşağı olunca, sağa (=sancağa, yâni garb a) sap; derinlik 18 kulacı aşarsa, sola ( —iskele tarafına, yâni şarka ) doğru yö­ nel. Tâkip etmen gereken yol budur. M edd’î, Savar ( = kasırga rüzgârı ) rüzgârı ile karşıdan aldığın takdirde med ve cezirden sakınmalısın. Demir at, yoksa medd dalgası seni sığ kaya­ lıklara sürükler. Pâsalâr adasına yaklaştığın ve cenupta bulunan toprağı gördüğünde, 8 ,7 ,6 kulaç derinlikte bulunan kayalığın etrafından dolan. İskandil bâzan aş. yk. 9 kulaç derinliği gösterir. Varmak istediğin nokta bu yerdedir. K afaşi (—Albuquerque ’i 11 Commeniarıos, İH, bölüm, XVI ve X L 11 ’nin Capacia ’s ı ; Barros, decade II, kitap Vİ, bölüm II ) sığlığı oradadır ve orada sığ kayalıklar vardır. Bu yol üzerin­ de olduğun zaman sanbük ( burada „sandal, şalııpa" mânasında ) ’u Önüne alarak Cumur ’u terkettiğin andan itibaren aynı istikamet­ te gidersin ; iskandil etmeğe de devam et. Bir de şunu demek isterim : İskandil ’in takriben 7—8 kulaç derinlik gösterdiği su altı kayalık­ ların bulunduğu yere ulaştığın ve önce işaret edilmiş olan yolu tâkip ettiğin vakit, kayalık­ ların etrafını dolaştıktan sonra derinlik artar ve 15, 20, 25 kulacı bulur. [Bütün tehlikenin] geçtiğini ve artık karaya yaklaştığını bilesin, iğtmdi sâhi! boyunca seyret. 25 kulaç derinlik­ te dümeni akrebin matla’ı ( = cenûb-i şarka ) ’ na doğru çevir. İskandil bâzan 30. bâzan da 23, 20 kulaç derinliği gö ste rir; bu, her iskandilde takriben 5—6 kulaç azalır veya çoğalır. Bu yolda derinliğin değişik bir seviyede olduğu­ nu zannediyorum. Cezir, şavâr rüzgârı ile senin aleyhinde ise, o vakit, demir at. [ Y o ­ la tekrar koyulacak olursan ] Malaka ’ya ula­ şıncaya kadar [ Önceki ] tâlima*«! uy ; bu limaaın karşısında Pulo Sin â adaları ve Puîo Anî

A n m e h r I.

( ? : isim noktasız yazılm ıştır; bu, belki bi­ zim haritalarımızda M alaka'dan 8 J mit me­ safede gösterilen Pulo Aniol ’dür ) adası bu­ lunmaktadır.' Sanbük ’lar ( kıyı kayıkları ) se­ ni karşılayacaktır. Limana girmek için terti­ batını al...“. ~ ‘ A ynı Kitâb al-minhâc ( III ) ’in 3. bölümü, Hind okyanusunun betli-haşlı adajarının ta s­ virini ihtiva eder. B ir misâl vermek gerekirse Sumatra adası, şöylece- tasvir edilmektedir ( var. 78®, str. 10 —796 str. 6 ): ■ „Sum atra«adasının tarifine dâir kısım. Su­ matra adası, şimâ!-i garbide. Parkadan ’in 8 işba' ’dan biraz az irtifa ( = 6 C şimalden bi­ raz az ) ’da bulunduğu yerde başlar. Gâmîs-fula adası, bu burnun garbindedir. Bu burnun, yâni Sum atra’nın [ şimâl ] burnunun el yârında Mâsfula adaları bulunur. Bu adaların [ bir kısmı ] büyük, [ bir kısmı ] küçüktür. Sumatra adası­ nın cenup arzına dâir, al-U m d a ( 111, var. 276. str. 6. v. d.) unvanlı [ eserde ] naklettiğim çeşitli fikirler vardır. En yaygın fikir, adanın Parkadan ’m 34 işba' irtifâı (— takriben 1° 17 ’ cenup; fakat bu dakik değildir, cenup ucu takriben 6° cenu­ bun altındadır ) ’uda bittiğidir. Garp kıyısında tâkip edilecek yol şudur: Gâm is-fula ’dan Mâküfâng ’a, Süheyl yıldızının matta’ı ( = cenupcenûb-i şarka ) ’na doğru; Mâkûfâng ’dan Pançür ( veya B a r o s ) ’a al-kim ârân ’nın matla’ına doğru ( = cenûb-i şark, { cenuba ) ; Pançür ’dan adanın cenup ucunda Akrebin matla ,cenûb-i ş a rk a ) ’ma doğru. Şark sâhili üzerinde tâkip edilecek yo! şudur : Gâmis-fula ’dan Mâs-fula ’ya tam şarka doğru, al-Caoza ’ın matta’l (— şark- Jcenûb-i şarka)’na doğru M âs-fula’dan Sumatra limanına ( Pase limanı da denilir; krş. Cartas de Af f ons o de Albuquerqtte, I, 45 ), al-Cavzâ ’nın matla’ı ( == şark- } cenûb-i şark ) ’na ali k l i l 'nin matla’ ına; Sumatra 'İmanından Pulo Barbata ( = cenup-şark - | şarka )’ ya — orada Parkadan 7 işba' irtifâdadır ( = 4 ° 24' takriben şimâl )—Pulo Barhala ’dan Cumur adasına aynı şekilde a l-lk lil ’in matla’ı {— cenup-şark 4 şark ' ’ına doğru. Bu yola açık deniz [ yolu da denilmiştir ]. Sumatra ’nın şark kıyısı boyunda­ ki yol şudur : Sumatra [ limanından ] Farkadân ’ın 6 l işba' ( = 3 ° 34' şimâl ) irtifâm da bulun­ duğu yerdeki'A rüh ( aynen ) ’a Akrebin matla*! ( =cenûb-i şarka ) ’ na doğru; "Arüh ’tan Rgkan civarına al-Cavzâ’nm matla’ına ( —şark •J cenûb-i şarka) doğru — orada Farkadan 6 4 işba1 irtifatadadır ( = 3 ° 02' şim alî) — Rgkan ’dan itibâren kara, cenap katbu ve civârı is­ tikametinde adanın ucana kadar uzanır. Böyle denmekle beraber başka şeyler de sör enir, „Adanın garp sahilinin tanınmış limanları şunlardır:

S ü l e Y ma N „Pançür ( veya B a r o s ) lim anı; bu kâfur o/­ hay ( aynen ), altın ve diğer mahsûllerin ihraç limanıdır. Herkesçe tanınan ve Mankabva ( =M inangkabav ) [ ülkesinde bulunan ] Priaman lim anı; bu, altın tozu ve öd-ağacı [ b. bk.] limanıdır. „Bu devirde ( = XVI. asır başında) artık bilinmeyen fakat vaktiyle meşhur olan Indrapura limanı. „Şark sâbilindeki lim anlar: „Lâm uri dağı eteğindeki Pedir limanı; bu, karabiber limanıdır; „Sum atra limanı ( = Pase ), adanın limanla­ rının en meşhurudur. Bu büyük bir şehirdir; karabiber, ipek ve altın lim anıdır; işlek bir limandır. ,,‘ Arüh lim anı; bu, küçük bir limandır. „Rgkan lim anı; bu, küçük bir limandır. „Falembang lim anı; b u d a küçük bir liman­ dır. Bu küçük limanlar arasında, bu bölgelerin kara-günlük ve diğer mahsûllerinin limanları vardır. Bu limanların arz dereceleri ile ilgili hususlara arz dereceleri bölümünde işaret et­ tim , buna tekrar dönmeye hâeet yoktur. „ D İ K K A T ( bu parçanın ehemmiyetini oku­ yucuya bilhassa işaret etmek için bu kelime kırmızı mürekkeple yazılm ıştır; bizim yelken­ cilik el-kitaplarımızda, aynı sebeple siyah harf­ lerle basılmıştır ). Bilesin ki, Sumatra adasının, garp tarafında, adanın açık denize olan sâhili Üzerinde bir dizi adalar vardır açık deniz yolu [işte şu d u r]: Gâm is-fula ’dan şi­ malden gelmek şartîyle ilk karşılaşılan İndrasâbür adalarına [giden yo l], Süheyl yıldızının batış noktasına ( = çenup-cenub-i garbi ) doğ­ rudur — Bu adalar Mâküfâng ’m karşısmdadır — ; bu iki nokta arasındaki mesafe 8 züm . = 24 saattik y o l) ’dır. Sonra cenupta, / arka­ dan 'in 6 J işba'' ( = 4° şimâl ) irtifâında olduğu mevkide büyük [ sayıda ] körfez ve limanları ile, Mikâmârüs denilen büyük bir ada [ bu­ lunmaktadır ]. Bu, yamyam Batak kabilesinin memleketidir. Allah bize acısın ve bizi koru­ sun. Bu ada ile Sumatra ’nın garp sahili ara­ sındaki mesafe de kezâ 8 zSm ( 24 saatlik yol ) dır. Eğer bu adadan al-C avzâ ’nın matla { = şark ] cenûb-i şarkî ) ’ına doğru yol alırsan, bir dizi adaya ulaşırsın ki, bunlar arasında şu adalar vard ır: Pulo Bani ( Banyak okuyunuz}, Pulo Lunbü, Pulo Lülü, T alâgih adası ve sa­ hil yakınına kadar meskûn olmayan adalar. Sahilde, /arkadan ’ın 6 \ işba‘ ( = 3° 34' ) îr ti fallıda olduğu mevkide Şinkel < aynen ) limanı bulunur. Bu, sığ kayalıkları bulunan bir yer­ di». Bu adalardan sonra, cenûba doğru yöne­ lince Pançür i veya Baros } ’un karşısında bir ada bulunur. Bu iki nokta arası takriben

mEH&l

8 zam ( = 24 saatlik y o l) ’dır. Bu ada Mankârüş (aynen ) adını taşır. Bilesin ki, Mankârüs ( aynen ) ’dan Pançür ’a giden yol a l-tir ’in matla ( == şark-cenub-i şarka ) ’ına doğru gider ; fakat bu yerlerde kayalıklı kısımlara dik­ kat e t ! „[ Sumatra mıntakasınm ] tanınmış adaları arasında [şunlar v a rd ır]: Pançür (veya Ba­ ros ) limanının cenubunda ( barfiyen üstünde ) bulunan Nias ad ası; Pançür [ad asın ın ] cenu­ bunda, açıkta ve şark sahili üzerinde bulunan bundan Önceki liman ile aynı isimde Paşalar adası. Bu son adada, asla kurumayan bir akar­ su vardır. Fakat bu zikrettiklerimizin dışında daha nice ada ve kayalıklı sığlıklar vardır t “ ' A rz derecelerine dâir verilen bir kısım ka­ yıtlardan, Sumatra 'nın ve bilhassa adanın ce­ nup kısmının, A rap denizcilerince iyi bilinme­ miş olduğu anlaşılmaktadır. Sulaymân, cenup ucu hususunda al-U m da ( I I I ) ’de, vermiş ol­ duğu bilgilere işarette bulunur ; filhakika onun bizzat bu bölgeyi ziyaret etmediği, zıd ve aynı zamanda doğru olmayan haberleri tekrar et­ mekle yetindiği sâbit olmaktadır. Var. 27b, str. 7 ‘de de şöyle demektedir : „Sum atra adası, cenubda Tikü-tarmad ( î ) ’da nihayet bulur ( ? ). Bu yerin arz derecesi hakkında ihtilâf vardır : bazıları adanın farbadan ’in 4 işba' ( = 0 ° 30' cen u b)’ında — bu, garbi Hindistan ahâlisinin büyük ekseriyetinin fikridir —, bâzıları 4 iş­ ba1 ’dan biraz daha az bir mesafede bulundu­ ğunu — bu, Arapların ve Çolaların fikridir — ve bu arz derecesini tahkik ( aynen) eden daba başkaları da bunun 3 [ işba‘ ( = 1° , 16' cenup ) ’da olduğunu iddia ederler. Bâzıları, Sumatra ’nın cenup ucunun 3 işba' ( = 2 ° 07' cenup) olduğunu naklederler". Müellif, müteaddit defalar, bâzı limanların arz dereceleri hakkında Çolaların fikirlerini zikreder. O herhâlde, Coromandel ’in az-çok kendi sini nkine uygun olan „denizcilik talimatı" nı göz önünde bulundurmuş olmalıdır ; bu hu­ susta kendisine mürâcaat ettiğim Hindistan mes’eleleri mütehassıslarından ve Hindûlardan hiç birinin, böyle bir vesikanın bulunduğuna veya bulunmuş olduğuna dâir bilgisi yoktu. XVI. asırda mevcut oldukları anlaşılan (krş. bilhassa, var. 64», str. 13 v.d.) bu vesikaları bulmak hususunda Hindistan ’da bir araştırma yapılması son derecede faydalı olacaktır. Müellif var. $!>, str. 1 ’de dâirenin 224 işba' ’a bölündüğünü tasrih etmektedir ki, buna göre, bir işba' ’a ı° 37', iki işba‘ ’a 3° 14' v. b. düşmek­ tedir. Son risâlede ( var. 162b. str. 1 ), bunun aksine dâirenin 210 iş b a '’a bölündüğünü söy­ lüyor ki, buna göre, bir işba' 1° 42' olur. Sulaymân,arada, dâirenin İlk 224 işba' ’a bolünü-

SÔLÊYfciÀN kËH ftî şünün, eskilerin taksimi olduğunu, fakat kendi samanında, yâni X V I. asrın başında bu taksi­ min 2 10 işba ’a İndirildiğini bildirmektedir. İlk taksimin doğruluğu, Şihâb at-Din Ahmed b. Mâeid tarafından şu şekilde müdâfaa edilmek­ tedir : Bir rüzgâr kertesinden diğerine kadar 7 işba ve ayın bir merhalesinden diğerine ka­ dar 8 iş b a '’dır kİ, bu, dâirenin muhiti için 224 sayısına tekabül eder : 7 X 32 rüzgâr ker­ tesi = 8X 28 ay merhalesi — 224 işba‘— 360°. Bu husus, bu şekilde iyiee ispat edilmiş olu­ yor ; fakat sonradan hangi esâsa göre dâirenin 210 işba* ’a indirildiği anlaşılamıyor. Bu maka­ lede, işba* cinsinden zikredilmiş olan bütün îrtifâlar, bir işba'= 1 ° 3 7 '’ye tahvil olunarak verilmiştir. B i b l i y o g r a f y a - , Hammer, Extracts from the Mohit, tkat is tke Océan, a Tur­ kish mork on Navigation the Indian Seas, J A S B , 1834, s. S4-5—SS3 ; »836, s. 4 4 »— 468; 1837, s. 805—8 12 ; 1838, s. 767—780; 1839, s. 823—830; L . Bonelli, D el M uhit o descrizione dei m ari delle İndie d eli’ ammiraglio turco S îd î 'A lî detto Kiâtib-i-Rûm, R R A L, 1894, S. 751 — 7 7 7 ! ayn. mil., A n ­ cora del M alfît o descrizione dei mari delle İndie, R R A L, 1895, s. 36— 51 ; M. Bittner, Zum Indischen Océan des S e id î ‘A lî, W Z K M, X ; M. G audefro y-Iiemo mbynes, Les sources arabes da Muhit tare, J A , X. serî, 19 12, XX, 547—550; G , Ferrand, Relations de vo ­ yages et textes géographiques arabes, per­ sans et turks relatifs à VExtrême-Orient du V III au X V l l l siècles ( Paris, 1914 \ II, 484 — 54 »! ayn. mil., Les instructions nautiques de Sutaymân al-M ahri ( X V 1° siècle ), A n­ nales de géographie (P aris, 1923 ), s 298 — 3 12 ; ayn. mil., instructions nautiques et routiers arabes et portugais des X V * et X V I e siècles, II, L e pilote des mers de l ’Inde, de la Chine et de l ’Indonésie par Sulaymân alM ahri et Sihab ad-D in Ahm ad bin M âjid, arapça metin (P aris, 1925 ); ayn. mil., L ’élé­ ment persan dans les textes nautiques ara­ bes des X V e et X V I e siècles, J A , 1924, s. »93—257 ; M. Bittner ve W. Tomaschek, Die lopographischén Capitel des Indischen See­ spiegels Mohît, Wien, 1897. ( G a b r i e l F e r r a n d .)

S Ü L E Y M A N P A Ş A ( ? - 1 3 5 7 ). Orhan Bey ’in büyük oğlu olup, annesi Yar-Hisar tekfuru­ nun kızı N ilüfer ( = H olofira ) Hatun ’dur ( bk. Â şık Paşa-zâde, Tevârîh-i A l-i Osman, nşr. Â lî, s, 17 ; Neşri, CihannümÖ, nşr. Fr, Taeschneı. Leipzig, »95», I, 3 1 ). Doğum tarihi olarak verilen 71Ğ ( 1 3 1 6 ) senesini ( bk. Osman-zâde Tâ’ıb, ıja d ik a s al-vuturâ’, İstanbul, 12 7 1, s

SÜLEYMAN PA$À .

5 ) kabul etmek hatalıdır. . ■ İlk zamanları hakkında fazla bilgimiz olma­ yan Süleyman P a ş a ’nm, amcası Alâüddin Pa­ şa ’dan son^a vezir olduğu riyâyeti istisna edilecek olursa (Osman-zâde T â’ib, ayn. esr., s. 5 ), ilk defa Gerede ’ye hâkim, olduğu { bk. İbn Kemal, Tevârîh-i  t-i Osman, Nuruosmaniye kütüp,, nr, 3078, D e fte r 1,1, yar. 42*) ve 13 3 0 ’da İznik’in alınmasında mühim bir rol oynadığı anlaşılmaktadır . (bk, Neşri, ayn. eşr,, s. 46; 1bn Kemal, D e fte r II, var. 44*; ayrıca bk. Chalkokondyles, frans. trc., Paria, 1620, I, 12 ), Nitekim „V ilâyet-i O rh an "’a dâhil bulu­ nan bu sancağa tâyin edilen Süleyman Paşa, »337/»338’de İzm it’i n a l ı n masında da. tema­ yüz ederek, kendisine Tarahle-Yenicesi, Göy­ nük ve Mudurnu dâhil, tımar olarak verilmiş­ tir ( bk.  şık Paşa-zâde, s. 43 ; Neşri, s. 46 ; İbn Kemal, D efter i l , var. 42»; İdrîs-İ B itlisi, Haşt bihişt, Üniv. kütüp., nr. F Y 225, v a r..128» v...d.; ayrıca bk. Oruç b.  dil, T evârîh-i A id Osman, nşr. Fr. Babinger, s, 14, 89, 90; Hoea S a ’ded-Din, Tâc al-tavârih, İstanbul, 1279, 1, 44; Lutfî Paşa, Tev&rîh-i  l-i Osman,. İstanbul, 134 1, s. 27 ). Kaynaklarda, „Süleyman Paşa-ili" olarak adlandırılan bu tımarında ( msl. bk. H ad îd î,. Tevârîh-i A id Osman, Üniv. kütüp., nr. T Y 1268, var. 32b ) adaleti ile tanınan S ü ­ leyman P a ş a ’nm. halk tarafından sevildiğine dâir kayıtlar vardır. .

Bundan sonra Osmanlı devletinin genişle­ mesinde mühim bir merhale olan Karesi ’»in alınmasında esas rolü oynayan Süleyman Paşa ’nm Aydıncık ( = Edinç k ), Biga ve Lapseki ’yi bizzat zaptettiği anlaşılmaktadır ( bk. Enverî, Diistûr-nâm e, nşr. M. Haiti, İstanbul,. 192.8, s. 8 2; krş. Âşık Paşa-zâde, s. 47 ; İbn Kemal, D efter II, var. 56» \ En veri, Süleyman Paşa ’nın , bu kaleler vâsıtasiyle Gelibolu ( = Gallipolİs) hâkimi Andronikos Asan’m oğullarından Manu­ el Asan, Ioannes Asan veya Miehael Asan ( D ü s­ tûr-nâme, s. 8 2 ’de Esen Tekfur) ile sıkı mü­ nâsebetlere giriştiğini ve bunlardan birinin ( Melik Bey) esir edilip müsliiman olduğunu zikreder ki. bu kayıd müstakbel Rumeli fütybâtmm başlangıcını belirtmesi bakımından dik­ kate değer. Esasen, daha 1327 ’de Andronikos III. zamanında başlayıp, » 3 3 7 ‘de gelişen ,iyi münâsebetler »345 ’te bir anlaşma ve .1346 ma­ yısında Kantakuzenos ’un kızı Theodora ’yı Or­ han Bey’e vermesi üzerine bir düğünle neti­ celenmişti ( bk. Lebeau, H istoire du Bas-Em ­ p ire, Paris, »836, XX, 205; E. de Muralt, Es­ sai de ehronographie byzantine, St. Petersburg, 1870, II, 605 ). işte bu iyi münâsebetler üze­ rine, Makedonya Vt eline geçirip Selanik şeh­ rini . muhasara eden Sup kıralı Istephuu Duşan

SÜLËŸMAN PAŞA.

'a karşı Kantakuzenos ’un yardım talebini ka­ bul eden Orhan Bey, büyük oğlu Süleyman Paşa ’yı 10.000 kişilik bir kuvvetle sefere me’mur etmiştir, Bu sû'etie, ilk defa Rumeli ’ye ( Ahmedî ’de İsre-Yaka ; bk. Dâsitan-ı fcvârîh-i mülâki  l-i Osman, nşr. Ni had Sami Banarlı, T M , 1936— 1939. V I, 1 1 9 ) geçerek Matthaeos Kantakuzenos ve Bizans donanmasının da des­ teğiyle isyancı „Z e lo tla r"’m elindeki S e la n ik ’i kurtaran Süleyman Paşa ’nın şöhreti, çok geç­ meden, bütün Balkanlar ’a yayılmış görünmek­ tedir ( bk. Çağdaş bir Rus kroniği : Voskre­ senskaya Lıetopis ’den naklen A . A . Vasiliev, H istory o f the Byzantine empire, Madison, 1929, 11, 3 1 7 ; Cantacuzène. frans. trc. Causin, Hist, de Constantinople, Paris, 1685, VIII, 16 ; krş. O. Tafrali, Thessaloniqne atı X IV . siècle, Paris, Ï9 I3, s. 2*5 v, d.). Çağdaş Bizans mü­ elliflerine istinâden eserlerini kaleme alan müdekkikler ( msl. bk. Lebeau, XX. 227 ), bu ilk Rumeli seferine Süleyman Paşa ’nm kardeşle­ rinden Murad, İbrahim ve Halil beylerin de iştirâk ettiklerini kaydederlerse de, Orhan Bey ’in 724 rebiülevvel= mart 1324 tarihli Fars­ ça vakfiyesinde yalnız İbrâhim ’in görünmesine rağmen, bk. i. H. Uzunçarşılı, Câzî Orhan B ey va k fiyesi, Belleten, J94(. sayı 19, s. 2 8 1; 749 = 1348 tarihli temiik-nSmesinde her Üçü de zikredilmektedir, bk. nşr. İ. H. Uzunçarşılı, Belleten, 1939, sayı 9, s. 103 ), Halil ’in henüz çok küçük olduğu göz önüne alınacak olursa ( bk. Mükrimin Halil, Düstâr-nâme, medhat, 1930, s. 67 ; İskender Haci, T O E M, \ , nr. 4, s. 239 ; nr. 7, s. 436 ), buna ihtimal verüemiyeceği gibi, Süleyman Paşa ’nm yine Kantaku­ zenos ‘un müttefiki Aydm-oğlu Umur Bey ile görüşmüş olması da şüphelidir ( bk. Enverî, Düstâr-nâme, s. 8 3; krş. İbn Kemal, D efter l i . var. 65» v. d. ; Oruç b.  dii, S. 19 ). Bundan sonra, babası ile birlikte Kantaku­ zenos ’u asıl imparator loannes V, Paleologos (13 4 1—13 9 1) 'a karşı her bakımdan destekleyen Süleyman Paşa, onu Bulgar ve Sırplara karşı da müdâfaa etm iştir. Nitekim, yardım muka­ bilinde Gelibolu yanındaki Cimbi ( «=Tsympe ) kalesinin verileceği vâdi üzerine 753 ( * 3 5 * ) son baharında maiyetinde Evrenos Bey, Hacı -îibeyi, Ece B ey, Gâzî Fâzıl Bey gibi eski K a ­ resi ümerâsı olduğu hâlde, 10.000 kişilik bir süvari kuvvetiyle Rumeli ’ye geçerek ioannes V . ’in müttefikleri Sırplar ile Bulgarları Dime­ . toka ( = Didymoteikhos ) önlerinde mağlûp eden Süleyman Paşa, Edirne ’de iç kaleye sığı­ nan Matthaeos Kantakuzenos ’u kurtarmıştır. Kaynaklardan anlaşıldığına göre, bu sefer sı­ rasında Süleyman Paşa ile maivetinin eline pek çok mal ve eşya geçmiş (, bk. Cantacuzène,

VIII, 144 v. d .; krş. Lebeau, X X , 325), loannes V. ’in, Bulgaristan ’m içine kadar akınlarınt uzatan Süleyman Paşa ile anlaşma teşebbüsleri de akamete uğramıştır ( gönderilen elçi ve he­ diyeler, hakkında bk. Lebeau, XX, 325). Bu­ nunla berâher, Süleyman Paşa ile maiyetinin bu mmtaka halkı ile iyi münâsebetler te’sis edip, yerleşmek üzere harekete geçtikleri de bir hakikattir. Nitekim, Süleyman Paşa, va’d üzerine terkedilen ve Gelibolu yakınında deniz kenarında bulunan müstahkem Cimbi kalesine ( bk. Tafel, Sgmb, Crit. Geog. B y z ., II, 1 1 8 ; Grek kaynaklarında Tsympe, Osmanlı kaynak­ larında ise, Cimni, Cinbi, Çin-Hisârı, Çimnik, Çimenlik, yalnız ibn Kemal, D efter I I var. 56*=; ’de, doğru olarak, Cimbİ ¿ ¡f şeklinde kaydedil­ miş olup Viranca-Hisar ismini aldığı belirtil­ mektedir, 879 tarihlî Gelibolu sancağınaâit' Tah­ rir defteri ’nde mezkûr kalenin Umur-Beglü kar­ yesi İsmini aldığı tasrih edilmektedir 5 bk. Be­ lediye kütüp. M. Cevdet, nr. o, 79, s. 96 v. d. ayrıca bk. M. Münir Aklepe, Osmanlılarm Ru­ meli ’de fethettikleri Cimbi kalesi, Tarih der­ gisi, II, 286 v. d . ) bir mikdar asker bırakıp B ig a ’ya avdet ettikten sonra, maiyeti yeni fır­ satlar aramağa başlamış ve 12 mart 1354 ’te vuku bulan şiddetli bir zelzeleyi müteakip ( bk. Cantacuzene, VIII, 16 3 ; 1674 tabı, VUI, 230; Lebeau, XX, 334; Enverî, Düstûr-nâme, s. 83ı E. de Murait, Essai, II, 642 v. d .; A . A . Vaailiev, II, 316 v. d.}, Gelibolu kalesi başta olmak üzere Tekirdağı (— R odosto) ’na kadar olan Marmara sâhülerini fethet inişlerdir. Bu hare­ ketlerde mühim roiier ifâ eden Halil Ece ile G âzî Fâzıl ’m dâveti üzerine Biga ’dan şiir ’atle İsre-Y ak a’ya geçen Süleyman Paşa, Gelibolu kalesinin sûrlarını tâmir ettirerek, öte yakadan celbettiği Türk halkını yeni alınan kalelere yerleştirmiş, kasabalara ise, su-başılar tâyin etmiştir, ö te yandan Cimbi ’ de iskân edilen halkın durumu ayrı bir hususiyet arzetmekte idi. Zîrâ, başlarında bir kadı bulunup, kale içinde bir de ahşap câmi inşâ eden bu halk, iâşe bakımından Kantakuzenos ’a, idâri bakım­ dan ise, Karesi saneak beyi Süleyman Paşa’ya bağlı idi ( bk. N. lorga, Gesch. d, Osm. Reich., Gotha, 1908, I, 19 7 ; ayrıca bk. A . A . Vasiliev, U, 3 1 6 ; bu iskân hakkında bk. Demetrii Cydonii, SopPoıAeviuiöç '¿teo o ç; Migne, Patrologia Graeca, C L I V , stn. I013). Bununla berâber, hatâsını anlayan Kantakuzenos, Orhan Bey ’e müracaat ederek Süleyman Paşa tarafından fetholunup İskân edilen yerlerin terkini talep etmiş, Süleyman Paşa ’nın, va’d üzerine alınan Cimbi ’nin terk edilebileceği, ancak, sulh yolu ile alınan diğer kaleler mâmûr bir hâle sokul­ dukları cihetle, iâde edilemiyeceği şeklindeki

SÜLEYMÁN PAf A. itirazına rağmen, bir mikdar para mukabilinde, Cimbi kalesi dâhil, bütün kaleleri geri alabil­ miştir { bk. Cantacuzene, VIII, 144 v.d .; E, de Muratt, Essai, II, 64 i v. d .; Lebeau, XX, 335 v.d.). Bu suretle Cimbi ’den dönen Süleyman Paşa, Eretna- oğulları arasında zuhûr edén ihtilâfdan faydalanarak, A n k ara ’ ya bir sefer yapmış ve şehri hâkimiyeti altına almıştır ( bk. P. Wittek, Zur Geschichie Angoras im Mittelalter, F estsch rift' G. Jaco b, Leipzig, 1932, s. 347; A . Tevhid, B eni Ertena, T O E M , IV, 1 6 ; H. Hüsâmeddin, Amasya tarihi, İstanbul, 19 2 7 , 111, 40 v.d.). Ertesi sene Kantakuzenos ’un saltanattan çe­ kilmesi ve oğlu M atthaeos’un loannes V . ’e mağlûbiyeti üzerine, Osmanlılar, ilk istilâ ettikleri yerleri yeniden ele geçirmek üzere faaliyete geçmişlerdir. Nitekim 758 (1356 /1357 ) ’de babası ile B u rsa ’da görüşerek E d in cik ’e gelen Süleyman Paşa, Karesi ümerâsından Ece Bey, G âzî Fâzıl Bey, Evrenos beylerle istişa­ reden ve Çanakkale boğazında yapılan bir ke­ şif hareketinden sonra Kapudağı yarım-adası civarındaki Kemer (. Görece) ’den (bk. Şükrüllah, Bahcat al-iavñríh, Nuruosmaniye kütüp., nr. 3059, var. 1606; İdrîs-i B itlisi, Haşt ’bihişt, var. 142b kuvvetli bir donanma ile ( bk. Lebeau, XX, 402 ) Cimbi ’ye geçmiştir ( Rûhî ’de : Tekirdağı civarına, bk. Tev&rih-i A l-i Osman, yazm. Bodteian Library, Marsh., nr. 3 13 , var. zşb ). Umumiyetle, bu geçiş, Osmanlıların Ru­ meli ’ye ilk defa ayak basmaları şeklinde, tabiatiyle yanlış olarak, tefsir edilmiştir. Bu suretle Rumeli yakasına veniden, fakat k at’î olarak geçen Süleyman Paşa, maiyetin­ deki ümerâdan Yâkub-Ece ve G âzî F â z ıl’m yardımlarıyle Cimbi ’yi bir kere daha elde et­ miş, Bolayır civarındaki Akça-Liman üzerine Ece B e y ’i göndererek, limanda bulunan ve nakliyata engel olmaları muhtemel gemileri yaktırmıştır ( bk. İbn Kemal, D efter II, var. 57b; Lûtfi Paşa, s. 30; Anonim, Üniv. kütüp., nr. T Y 3976, var, 17»), Enverî { Düstâr-nâme, s. 8 3 ) ’deki bir kayda göre, seferde bulunan 3 oğlundan Melik Nâsır ( diğerleri İshak, İsm ail) bu sırada denizde boğularak umûnaî bir máte­ me sebep olmuştur. Bundan sonra Ayaso'onİa, Od-Köklük ( tahrir defterlerinde: Balabancık, bk. 925 tarihli Gelibolu tahrir defteri, Başve­ kâlet arşivi, nr, 75, var. 192b; ve Ezamİl ( tah­ rir defterleri ve kaynaklarda İ k s a m i 1 i y e, Evreşe nahiyesine bağlı bir karye, bk. Gelibo­ lu livûst tahrir defteri, Başvekâlet arşivi, nr. 490. s. 60) kalelerini birbirleri peşi-sıra feth eden Süleyman Paşa ( bk. Şükrüllah, var. 1606; İbn Kemal, D efter II, var. 58a ; Sarıca Ke­ mal, Tevârih-i  l-i Osman—Selâtîn-nâm e.

Ünİv. kütüp., nr. T Y 3 3 ı, Var. 24b ; Rûhî, var. 29b ; Anonim, var. 176 ; „Ayasolonia ’nın ■ as­ kerî tâifesinin K a r e s i’ye nakli bahis konusu­ dur"), Yâkub-Ece ve G âzî F â z ıl’ m tazyik te­ mekte oldukları Gelibolu tekfuru İle savaşa giriş rek, onu mağlûp etmiştir, ö t e yandan Ece Bey, G âzî F â a l ile birlikte Gelibolu ve Çanakkale nâhİ yelerine bağlı bulunan mıntakâları (Ece ovası) fethe çalıştıkları bir sırada, Süleyman Paşa, Bolayır ’1 elde edip kendine hareket üssü yapmış ve H ayrabo'u'ya kuvvet­ ler sevk etmiştir. Bu arada, fetihlere mâni ol­ mak isteyen Konur-Hisarı tekfurunun yakalan­ dığına dâir kaynaklarda kayıtlar vardır. Bun­ dan sonra Konur-Hisar ’a muhâfız tâyin edilen Haaı-İtbeyi, Evranos Bey ile birlikte K eşan’ ı fethettiği gibi, Türk kuvvetleri Malkara. İp­ sala üzerinden Dimetoka havalisine şiddetli aktnlara başlamış, Süleyman Paşa ise, Meriç sâhiiindekî Fireeik-H isarı’nı zaptetmiştir (bk, Â lî, Kunh al-ahbâr, İstanbul, 1277, V , 4 7; Sü­ leyman Paşa ’nın Fireoik ’teki câmü için bk. D efter-i e vk a f-ı merhum Gâzî Süleym an P a­ şa der Gelibolu, sene 959, Başvekâlet arşivi, nr. 183, var, 47a). ■ İşte bütün bu muvaffakiyetler üzerine şid­ detle tazyik edilen Gelibolu tekfuru, kaleyi emânla Süleyman P a ş a ’ya teslim etmiştir (758 = * 3 5 7 ; bk. Ferîdûn Bey, Münş&at, İstanbul, 1274, 1, 7 1 ; krş. Vasiiiev, 1!, 317 ). Abmedî, ayn. esr., s. 11 9 ) , bu sırada V ize'nin, Şükrüllah ( var. ı6 ıa ) ise, Seydi-Kavağı ’nın fethediidiğini zikrederler ki, bu husus,Rûhî ( v a r .3 ib ) ile İbn Kemal ( D efter II, var. 62» v.d.) tarafından da tekrarlanmaktadır. Ancak buraların olduğu gibi, Edirne ’nın de muvakkaten Süleyman Pa­ şa tarafından fethi hususu ( mst. bk. Enverî, Dustâr-nÛme, s. 84 i Chalkokondyles, I, 17 ) krş. Lebeau, XX, 403 ) bugün kat’îyetle heSlediimiş değildir (bu hususta bk. Ateksandır Burmov. Türkler Edirne ’yi ne vakit aldılar, trc. H. Eren, Belleten, ıg49> sayı 49, s. 97 v. d .; H. İnal­ cık, Edirne ’nın feth i, 1361, Edirne 'nih 600. fe tih yıldönümü armağan-kitabı, Ankara, 1965, s. 137 v. d,). Anlaşıldığına göre. Süleyman Pa­ şa zamanında fetihler, garpta Keşan ile İpsala arasında Yayladağı ’nda veya Malkara ile Hayrabolu ’yu ayıran dağlık bölgelerde yapıl­ mıştır. Zîrâ, Süleyman Paşa, babasına müraca­ at ederek takviye kuvvetleri istemiş ( Ferîdûn Bey, 1, 70 v. d.) ve fethettiği yerleri iskân için haztrlıklara başlamıştır. Nitekim, Karesi ’den G elibolu’ya Türk göçmenleri getirtip bunları etrafa dağıtan Süleyman Paşa, harap yerleri imâr, boş sâhaları iskân ve yeni köyler kurmak gayesini gütmüş görünmektedir. A şık Paşa-zâde, 758 ( 1357 ) ’de yapılan bu ilk iskâna

SÜ LEYM AN P Â Ş A .

işaret ederek, bunların bîr müddet G elib o lu ’da türbe ve mezarları, T M, 1936, V , 204) adla­ sakin, oldukların!, sonra da Hayrabolu civarına rında iki kızı vardı. Oğullarından Melik N a­ gidip gazaya iştirak ettiklerini zikreder ( bk. sır, Gelibolu harekâtı sırasında vefât etmiş Tevârih-i A l-i Osman, s. 49, nşr. Gİese, s. 46 j olup, İsmail ile İshak, Rumeli ’de akıncı beyi ayrıca bk. Neşri, Cihaanümâ, I, 50 ; Evliya olarak gazâya devam etmişlerdir ( bk. Enverî, Çelebi, Seyahatname, İstanbul, 19*8, VIII, «88; Düstûr-nâme, s. 84). Ö. L. Barkan. İstilâ devirlerinin kolonizatör Süleyman Paşa ’nın Bursa, İznik ve Gelibolu Türk dervişleri, V akıfla r dergisi, J942, II, 279 havâlisinde muhtelif hayratı olup, bunlar için v. d .; M. Münir Aktepe, Çimbi kalesi, Tarih vakıflar te’sis ettiği anlaşılmaktadır ( bk. 859 dergisi, II, 295 v. d.). tarihli E v k a f d efteri, Belediye kütüp., M. C ev­ ö y le anlaşılıyor ki, 13 5 7 ’de Orhan B e y ’in det, nr. 0 / 117 , s- *5 v.dl). Evvelâ İznik’te bir Foçalı Cenevizlilere esir düşen oğlu şehzade medrese ile mescid (evkafı hakkında bk. 839 Halil ’in kurtarılmasında faât rol oynayan loan- tarihli E v k a f d e fte ri, s, 7 6 ; krş. M. Tayyib nes V. ( bk. İskender Hoci, Şehzade H alil ’in Gökbilgin, Edirne ve Paşa livâsı, İstanbul, sergüzeşti, T O E M, sene I, s. 239 v. d., se­ 1932, s. 16 9 ; medresenin durumu için bk. A . ne 2, s. 436 v. d .; Lebeau, XX, 365 v. d.), Ru­ Saim Üigen, İznik ’te Türk eserleri, V akıflar meli ’deki Osmanlı fetihlerini kabûl etmek zo­ dergisi, I, 1938, S. 6 5; İznik, Bursa halkevi runda kalmış ve aynı senede Süleyman Paşa yayım , 1 1 , İstanbul, 1943, s. 3 1 v. d .; K . Otto’nın bir kazaya uğrayarak vefatı hâdisesi vu­ Dorn, Das islamische İznik mit, einem çuelkua gelmiştir. lenkandlichen B eitrag von R -A n h eg g e r, Ber­ Rûhî (var. 32a) ’ye göre, Rumeli ’deki Osmanlı lin, «941, 2, İznik, II, 69), B u rsa ’da H elvayı fetihlerinin esâs âmili olup, 6 yıl müddetle mahallesinde bir mescid (b k Hoca S a ’d-ed-Dın, gazâlarda bulunan Süleyman Paşa, en faâl ol­ I, 60; İsmail Beliğ-i Burusevl Güldeste-i riduğu bir devrede, muhtemelen Osmanlı beyi yâz-t irf&n, Bursa, 1302, s. 19 ) yaptıran Sü­ olacağı bir sırada ( bk. bir Sırp k ron iği; Le­ leyman Paşa, Rumeli harekâtında üss hâline bensbeschreibung des Despoten Stefan Laza - getirdiği Bolayır ’da bir imaret ile câmi { va­ revic von Konstantin dem Philosophen, tre. kıfları 1 Gelibolu livâsı tahrir defteri, sene M. Braun, Wiesbaden, 1956, s. S ), Bolayır ile 925, Başvekâlet arşivi, nr. 75 , var. 193b v. d .; Seydi-Kavağı arasında ( F.nverî, s. 84 ve Oruç ayrıca bk. M. Tayyib Gökbilgin, agn, esr,, s. b, Âdil, s. 1 9 ’da B ig a ’ d a) doğanla avlanır­ 163 v. d.) ve bir zâvİye ( bk. Tasaddakat ve ken, atından düşüp vefât etmiştir ( bk. Şük- in ’âmât d efteri, Belediye kütüp., M. Cevdet, nr. rüllah, var. 16 1® ; fbn Kemal, D efter ! ! , var. 0 / 7 1 ’de 909—15 0 3 ’te verilen in’amlar dola68a ; San ca Kemal, var. 27b; Aşık Paşa-zâds, yısîyle zikredilmektedir; krş. M. Tayyib Gök­ s. 5 1; Neşri, I, 51 ; Oruç b. Âdil, s. 92; Îdrîs-i bilgin, agn. esr., 162, 481 ) ile bir saray inşâ Bitlisi, var. 150a; Hoca S a ’d-ed-Din, 1, 60; ettirmiştİT ( bk. Gelibolu livâsı tahrir defteri, ölüm tarihinin münâkaşası hakkında bk. H, nr. 75, var. 193b v. d.; krş. Hoca S a ’d-ed-Din İnalcık, agn, esr., s. 140 v. d.). Cenazesi Bo- 1, 60). A yrıca Firecik ’de bir camii olduğunu layır ’a getirilerek imâreti civarına gömül­ görüyoruz ( bk. D efter-i evkaf-t merAum Gozî müştür. . Süleyman Paşa b. Sultan Orhan Hân der Kaynaklarda şecaat ve sehâvet sâhibi, şâh-ı mahrûse-i Gelibolu, sene 959, Başvekâlet arşi­ devrân, emîr-i âzam, nihâyet gazilerin Önderi vi, nr. 183, var. 47»). olarak vasıflandırılan Süleyman Paşa ( bk. AhBütün bunlardan mâ’ada, Süleyman P a ş a ’nın medî, Dâsitân, s. 119 ; Şükrüllah, agn. esr., var, bâzı köyleri kendi hayrâtına tahsis ettiğine 160b; İbn Kemal, Defter Us var. 42*; Sarıca ( msk bk. 859 tarihli E v k a f defteri, nr. 0 / 117 , Kemal, var. 24a ) ’nın, İshak, Melik Nâsır ve İs­ s, 76 v. d.; krş. M. Tayyib Gökbilgin, agn. esr,, mail adlarında 3 oğlu (bk. Enveri, Düstûr-nâme, s. 163 v. d., 169 ) veya köprü hizmeti için A h î­ s. 84) ile Kötürüm Bayezid oğlu Süleyman lere ( bk. 859 tarihli E v k a f d e fleri, 0 /117 , s. Paşa ile evli Sultan Hâtûn { ölm. ramazan 51 v. d .; krş. M, Tayyib Gökbilgin, agn. esr., 797—haziran 13 9 5 ; S in o p ’ta Sultan Hâtûn s. 162), nihâyet evîadlıfc vakfı olarak bâzı türbesi veya Aynalı-Kadın türbesinde medfun- kimselere verdiğine dâir kayıtlar vardır ( bk, dur. Bk, M. Şakir, Sinop 'ta Candar-oğullarına M. Tayyib Gökbilgin, agn, esr., s. >70 v. d.}. ait tarihî eserler, Azerbagcan ga rt bilgisi, nr, B i b l i y o g r a f y a : Bolü-başlı kaynak ve tetkikler metinde gösterilmiştir. Ayrıca 29> «934, s. «73 v. d .); ve mezarı A k şe h ir’de bulunan Efendi-zâde Hâtûn ( ölm. zilkade 799 bk. vesikalar t Gelibolu sancağı tahrir d e f­ teri, sene 879 (Belediye kütap.—M. Cevdef, —temmuz «397; bk. A. Tevhid, Rum eli fâtik i şehzade Süleyman Paşa ’nın kerimesi mezarı, nr. 0/79, s. 96 v. d., 148 v. d.); M alkara ve Gelibolu kasası tahrir d e fte ri, Başvekâlet T O E M , sene 8, s. 10 6 ; R. M, Meriç, Akşehir siâfn Ansiklopedisi

13

sü ley

Ma n

pa şa

-

sü leÿm a

a r ş i v i , nr, 1 2 , s. 3 V. d. ; Gelibolu livâsı tah­ rir defteri, sene 975, Başvekâlet arşivi, nr. 490, s. 42 v .d .; ayrıca şu takvimlere bk Osman Turan, İstanbul'un fethinden önce yazılm ış tarihî takvim ler (A nkara, 19 54 \ bk. fih rist; Atsız, Osmanlı tarihine âit tak­ vim ler (İstanbul, 19 6 1), I, bk. fib rist; 824, 83S ve 843 tarihli takvimler. Türk-Bizans münâsebetleri : P. Cbaranis, A n important Short Chronicle o f the Fourteenth Century (Byzantion,. 1938, XIII, 335 y. d.); (j. Ostrogorsky, H istory o f the Byzantine State ( ing. tro. J . Hussey), Oxford, 1956, s. 472 v. d. ; K . Hopf, Geschichte Grieckenlands, I, 448 V. d. ; G. Finlay, H istory o f the Byzantine and Greek Em pires ( London ), M DCCCLIV, 530 v. d., S 7 S ! H, Hertzberg, Geschichte der Byzantiner und des osmanischen Reiches (Berlin, 1883), 49° v . d. ; N. lorga, Latins et Grecs d? Orient et l'établissement des Turcs en Europe ( B y z . Z eitschrift, 1906, X V , 217 v. d.}; ayn. mil., Histoire de la vie byzantine, empire et civilisation ( Bucarest, 1 9 3 4 ) , III, 1 9 2 v, d., 233 v. d, ; R . Janin, La Thrace, étude historique et géographique, (Istanbul, 1 9 2 0 , s. 5 2 v, d.); H. A . Gibbons, Osmanlı imparatorluğunun kuruluşu ( trc. R. Hu'ûsi ), Istanbul, 1928, s. 74 v. d., 83 v. d. ; ayrıca bk. Constantin Jos. jirecek, Geschichte der Bulgaren ( Prag, 1876 ), s. 321 v . d, ; Hammer, D evletli Osmaniye ta­ rih i (trc . Mehmed A tâ ), İstanbul, 1329, I, 172 v . d., 1 8 8 v, d. ;. İ. H. Uzun çarşılı, Os­ manlı tarihi ( Ankara, 1947 ), I, 46 v. d. ; M. Münir Aktepe, X IV . ve X V , asırlarda Rum­ e li'n in Türkter tarafından iskânına dâir ( T M, 1953, X, 299).

( M.

C.

Şeh a b e d d In T e k In d a ğ .)

SÜ L E Y M A N P A Ş A . SÜLAYM ÂN P A ŞA , H A D İM (1470? — 1547), K a n u n î S ü l e y ­ m a n d e v r i s a d r â z a m l a r ı n d a n olup, daha çok, H in d ista n ■k a p ıla rın a d a y a n a n ilk O sm an lı d o n an m asın ın kum andanı s ıf a t ı ile tam n m ıştır,A k - a ğ a la rd a n olup, sa ra y d a n y e tişe n S ü le y ­ man P a ş a *nın nerede ve ne zam an d o ğd uğu bilinm em ekte ise de, v efatın d a y a şın ın 8 0 ’ i bu ldu ğu ve ; o y ıl m üddetle d ev let hizm etinde bulunduğu malûm o ldu ğu n a gö re ( T o p k a p ı s a ­ ra y ı a r ş iv i, E . 2 9 0 6 ), 1470 ta rih i c iv a rın d a doğduğunu kabul etm ek g e re k ir. S a r a y d a m uh­ t e lif kadem eleri k at 'e ttik te n so n ra Y a v u z S e ­ lim d ev ri so n la rın d a h a z în e d a r-b a şıiığ a yü k ­ s e lm iş ve buna ilâ v e te n o d a -b a şıh k hizm eti de uhdesine v e rilm iş tir ( S a ’ded d in , T â c a l-ta vârih, II, 395 ). F e vzi K u r to ğ lu ( Hadım Süley­ man Paşa'nın mektupları v e B slgrad ’m mu-

N

paşâ

(H

a d i m ).

hâşara planı, Belleten, IV, sayı, 13, s. 53 —56) ’nun, onun 1492 ’de Semendire beyler-beyi ol­ duğu hakkındaki mütâleası, bir isim birleştirme­ sinden ibaret olup, bu hükme mesned sayılan müverrih A lî ’nın kaydı yanlış nakledilmiştir. Hadım Süleyman A ğa, Kanunî Süleyman ’ın saltanatının ilk yıllarında ve büyük bir ihti­ mal ile J 5 2 3 ’te Şam bey îer-bey i ligine tâyin olunmuş ve iki yıl sonra da, Hâin Ahmed Pa­ şa vak’ası üzerine Kahire ’ye giden sadrâzam İbrahim Paşa tarafından oraya çağırılarak, 22 şaban 9 3 1 ( 1 4 haziran 1525 ) ’de, Mısır beylerbeyiliğine nakledilmiştir ( krş. Â li, Kunh alahbör, Dil ve Tarih-Çoğrafya fak. kütüp., I. Sâib Sencer yazmaları, 1/178 3, var. 9“ ). . Süleyman Paşa, aş.-yk. 10 yıl devam eden bu ilk Mısır beyler-beyiliğinde idarenin tânzi­ mi ve eyâleti dâhilinde merkezî hâkimiyetin teessüsü için büyük bir gayretle çalışmış, evkafın idaresini bizzat deruhte ettiği gibi, eyâlet gelirini artırarak varidatın 80.000 du­ kayı bulan büyük bir kısmını her yıl „Mısır hazînesi" yahut „Mısır vergisi" adı ile İstan­ bul ’a göndermeğe muvaffak olmuş ve o tarih­ ten itibaren Mısır vergisi imparatorluk bütçe­ sinin mühim bir faslını teşkil etmiştir. Bun­ dan sonra Süleyman Paşa, Portekizlilerin Omman denizinde artan faaliyetlerine mâni ol­ mak ve K ızıl-deniz’de seyr-ü-seferi emniyet altına almak için, Selman R e is ’in gayretlerine rağmen zaptedilemeyen ‘Aden ve Yemen ’in de kat’î olarak Osmanlı hâkimiyeti altına alın­ ması lâzım geldiğine kani oldu ve bunu tahak­ kuk ettirmek gayesi ile kuvvetli bir donanma inşâ ettirmek müsaadesini istedi. Kanunî Sü­ leyman da onan ısrarla ileri sürdüğü bu tek­ lifi muvafık bulduğundan, 937 (15 3 0 / 15 3 1) ’de, donanma için lüzûmlu kereste ve diğer mal­ zeme 60 gemi ile A nadolu’dan S ü ve y ş’e sevfeedildi ( Peçevî, Tarih, I, 2 19 ). Bunun üzerine Süleyman Paşa, kadırga, firkate, mavna v. b. ’den müteşekkil 80 parçalık bîr donanma inşâ­ sına başladı. Fakat bu sırada Irakeyn seferine çıkan padişahtan, Mısır hazînesini alıp sadrâ­ zam İbrahim P a ş a ’ya mülâkî olmak emrini aldığından, Mısır eyâletinin idaresini kendi ye­ rine tâyin olunan Husrev Paşa ’ya bırakarak, 22 şâban 941 ( 26 şubat 1535 ) ’ de K ah ire’den ayrıldı ve 28 zilhicce 94ı ( 30 haziran 1535 } ’de ordu ile birlikte Tebriz ’e girdi. Sefer dö­ nüşünde, Rumeli beyler-beyiliğine naklolunan .Mustafa P a ş a ’nın yerine Anadolu beyler-beyi­ liğine tâyin edilen (22 temmuz 15 3 5 ) Süley­ man Paşa, bu vazifede bir buçuk yıl kadar kaldı. Bu arada Gucarât hükümdarı Bahâdur H an ’ın yardım talebi üzerine H indistan’a bîr donanmr •"'.kine karar verilince, 1 şâban 943

SÜ LEYM A N P A Ş A (M a d im ). ( 13 kânun II. *537 ) ’te vezâret payesi ile İkin­ ci defa Mısır beyler-beyiliğine gönderildi. Büyük Türk imparatoru Hümâyûn [ b. bk.] ile giriştiği muharebede mağlûb olarak mem­ leketinin bir kısmını kaybeden ve iltioâ ettiği Diu (Bender-i d iv )’da Portekizliler ile bir an­ laşma yapmak zorunda kalan Bahâdur Şâh [ bk. mad. BAHÂDUR ŞAH GUCARÂTÎ ], ülkesini karadan ve denizden tehdit altında görünce, 1 535 sonlarında Kanunî Süleym an’a kıymetli hediyeler ile bir elçi göndererek, hem Hümâ­ yûn’a, hem de Portekizlilere karşı yardım ta­ lep etmiş, aynı zamanda 3.450.000 miskal al­ tın, gümüş v. b. den müteşekkil olup, 300 san­ dık tutan hazînesini de Mekke ’ye göndererek (Töpkapı arşivi, E. 10895, bk Fevzi Kurtoğlu, ayn. esr., s. 6 ı v.d.) emniyet altına almak is­ temişti. Diğer taraftan, Gucarât elçisi ile birlikte gelen ve 1536 ’da Edirne ’de huzura kabul edilen Dehli sultânı Iskandar ’in oğlu Burhan Bey de, Hümâyûn ’a karşı Kanunî Sü­ leyman ’dan askerî yardım rioâ etmişti Bur­ han Bey ’e yevmi „300 " akçe tahsisat tâyin eden pâdişâh, bu çifte yardım talebi üzerine, Hümâyûn’a karşı olmamakla beraber, „Mek­ k e ’ye giden haec kervanlarına ve müslümanlann ticâretine zarar veren Portekizlileri Arap ve Hind deniz'erinden kovmak" için Hindis­ ta n ’a bir donanma gönderilmesine karar ver­ miş ve Hadım Süleyman P a ş a ’yı evvelce Sü­ veyş tersanesinde inşâsına başladığı donanma­ yı itmam etmek gayesi ile yeniden Mısır beyler-beyiliğine tâyin etmişti. Ancak, Süveyş donanmasının hazırlığından haberdar o’ an Por­ tekizliler, bir taraftan donanmalarını takviye ve Hind sâhillerinde istihkâmlar inşâsı sure­ tiyle müdâfaa tedbirleri alırken ( bk. Herbert Melzig, Büyük Türk Hindistan kapılarında. Kananı Sultan Süleyman devrinde am iral Ha• dun Süleyman P a ş a ’nın H ind seferi, İstanbul, 1943, s. 46—49 ), Osmanlıları davet eden Ba­ hâdur Şâh ’1 da bir hîle ile katlettirerek ( 14 şubat 1537 ) Diu şehrini zapt ve Gucarât tah­ tına, kendi tarafdarları olan Bahâdur ’un ye­ ğeni Mahmüd 111. ’u geçirmeğe muvaffak ol­ muşlardı. Bahâdur Şâh ’ın ölüm haberi Osmanlı payi­ tahtına ulaşınca, Hadım Süleyman P a ş a ’nın teklifi mûcibince onun Mekke ’ye göndermiş olduğu hazînesi İstanbul ’a nakledildi ve Mısır beyler-beyüiği Davud P a ş a ’ya verildi. Süveyş donanmasına serdar tâyin edilen Süleyman P a şa ’ ya d a ’ A d e n ’i ve Yemen *i ıslâh ve Por­ tekizlileri te’dip için bir an evvel hareket et­ mesi emrolundu. Bunun üzerine, Galata ve İs­ kenderiye limanlarında bulunan Venedik ticâ­ ret gemilerindeki tayfaları da kürekçi olarak

hizmete' alan Süleyman Paşa, hazırlığını ta­ mamlayıp ağır muhasara toplarını da gemilere yükledikten sonra, 6 ’sı baştarda ve 27 ’sı ka­ dırga olmak üzere cem’an 76 parçadan müte­ şekkil donanma ile 30 muharrem 945 ( 28 ha­ ziran J 5 3 8 ) ’te S ü v e y ş’ten hareket etti (Cidde ’den gönderdiği arîza için bk. Fevzi Kurtoğlu, ayn. esr,, s. 64 v.d.). Kumandası altında, 7.000 ’i yeniçeri olmak üzere 20.000 asker bulunuyordu. Cidde ’de donanmanın su v. b. ihtiyacı ikmal edilip Kamaran lımanına gelindikte, Süleyman Paşa, bir müddet evvel Osmanlı pâdişâhı adı­ na sikke kestirdiği hâlde sonradan kendi bıldiği gibi hareket eden, hattâ Portekizlilere te­ mayül gösteren ‘Aden etnîri ‘Amir b. Dâ ’üd ’u itâate dâvet etmek için adamlarından Ferhad ’1 nişân-ı padişâhî ile gönderdi ise de, bü Os­ manlı elçisi günlerce şehir dışında bekletildik­ ten sonra kabul edildi. Bunun üzerine, 7 rebiülevvel 945 ( 3 ağustos 1538 ) ’te donanma ile ‘Aden limanına girerek 'Am ir ’1 kaptan gemisine getirtip, vezîrı ve diğer üç adamı ile birlikte kale kapısına astırdı. Sevkulceyş ba­ kımından hâiz olduğu ehemmiyetten başka mü­ him bir ticâret merkezi de olan ‘Aden ’i ele geçirdi. 13 rebiülevvel (9 a ğ u sto s)’de ‘Aden camilerinde pâdişâh adına hutbe okutan Sü­ leyman Paşa, şehrin idaresini Mısır ümerâsın­ dan Bahrâm B e y ’e tevdî ettikten ve muhafa­ zası için 500 nefer asker, 20 nefer topçu koy­ duktan sonra, Hindistan ’a doğru yelken açtı ('A den ’in fethi hakkındaki arîzası için bk. F. Kurtoğlu, ayn. esr,, s. 65—69). Osmanlı donanması 27 ağustos 1538 ’de ( krş. Kâtib Çelebi, Tuhfat al-kibâr, İstanbul, 1329, s, 57 ) Gucarât sahillerine varınca S ü ­ leyman Paşa, hemen karaya asker çıkararak Diu şehrine hâkim olan Kuka ( Gogala, V illa des Rumes) ve K ât kalelerini muhasara etti. Bu iki küçük kale kolaylıkla zaptolunduktan sonra da Diu üzerine yürüyerek eylül ayı ba­ şında burasım hem karadan, hem denizden mu­ hasara altına a ld ı; aynı zamanda, yeni Guca­ râ t sultanı Mahmud 111. ’a mektup göndererek onu Osmanlı kuvvetlerine iltihâka dâvet etti­ ği gibi, zahîre, ilâç, 'v. b. malzeme talebinde bulandu. Osmanlı donanmasının hareketini ha­ ber almış olan Diu ’daki Portekiz kumandanı Antonio de Silveria, üç tarafı deniz, kara ta­ rafı da sûr ile çevrili olan bu şehri iyice tah­ kim ettirmiş ve bir yerli müfrezeyi de hizme­ tine alarak kuvvetlerinin sayısını arttırmıştı. Hadım Süleyman Paşa, bir kantar sıkletinde gülle atan ağır topları da karaya çıkartarak Diu kalesini dövmeğe başlayınca, Sultan Mah­ mud III., Portekizlilerin de muvafakati ile Osınanh amiralini aldatmak ve Türk askerlerinin

ı 96.

SÜ LEYM A N f*A ŞA ( H a d im ) .

mâne vi yatlarını bozmak için serdâra, yerli Hintlilerden müteşekkil 5.000 kişilik bir kuv­ vet gönderdi. Ancak, talim-terbıye görme­ miş ve zabt-u-rabttan mahrum bulunan bu as­ kerler, Osmanlı kuvvetlerine hiç bir yardımda bulunmadıktan başka, üstelik doyurulmaları gereken büyük bir kitle ve Türk askerlerini muharebeden vaz geçip H indistan’da kalmağa teşvik eden bir nifak unsuru hâline geldiler. Dİğer taraftan Sultan Mahmud ’un zahîre tedâ­ riki husûsunda çok ağır davranması Türk or­ dugâhında yiyecek sıkıntısına yol açtı. Bütün bunlara rağmen Diu muhâsarası şiddetle devam ediyordu ve 20 gün 20 gece süren bombardı­ manlar neticesinde dış kale alınmış olup, iç kale ile şehrin düşmesi bekleniyordu. Ancak Mahmud III. ’un, gûya Portekizlilerin kıralı Joao III. ’nun gönderdiği bir filonun yaklaş­ makta olduğunu bildiren maksatlı bir mektubu­ nun Süleyman P a şa ’ntn eline geçmesi üzerine telâşa kapılan paşa muhâsarayı birdenbire kaldırarak bir kısım malzemeyi ve bir çok ya­ ralıyı bırakıp bir gece yarısı donanması ile geriye çekildi, ao günde Arabistan sahilinde bulunan Ş ih r ’e, oradan da 14 receb 945 (6 kânun I. 1538 } ’te 'Aden limanına varan Sü­ leyman Paşa, buradan Sultan Mahmut 111. ’un vezîr-ül-vüzerâsına gönderdiği 10 kânun i, 1538 tarihli mektupta. Hind beylerinden yar­ dım görmediği için Diu muhasarasını ref ’e mecbur kaldığını ve bu seferde dost ve düş­ manın tefrik edilemediğini belirterek, intikam almak için tekrar döneceğini bildiriyordu! taf­ silât için bk. Herbert Melzig, ayn. esr., s. 39 —5 3 )-

Hindistan ’a giderken ‘Aden ’i Osmanlı top­ raklarına katmış olan Hadım Süleyman Paşa, dönüşünde de, Selmân Reis ’in katlinden (15 2 7 ) beri yerli imamlar ile „Rumlu leventler" diye anılan Türk beyleri arasında dâimi bir mücâ­ dele şahnesi hâline gelmiş bulunan Y em en’i de zaptetti. Bu suretle hem kendisine emre­ dilmiş olan bir vazifeyi ifâ, hem de Diu mu­ hasarasının muvaffakiyetsizliğini kısmen olsun telâfi etmek yoluna gitti. Bu maksatla, Moha limanında iken, Çerkeş İskender Bey ’in ölümünden sonra Zabid hâkimi olan Nâ-Hudâ Ahmed, donanmaya çağırıldığı hâlde bu dâvete icabet etmedi ve yanma gönderilen ket­ hüda Süleyman A ğa İle, Zabid ’in kendisine bırakılması karşılığında her yıl Osmanlı hâzi­ nesine J .000.000 akçe vermeği taahhüt eden bir mukavele imzaladı. Fakat akabinde buna riâyet etmeyeceğini beyân etmesi üzerine Salif limanına asker çıkartan Süleyman Paşa yer­ li bey ve kâşiflerden bir kısmını da elde edetek Nâ-Hudâ A hm ed’i itâate mecbur bıraktı

ve arkasından Zabid ’e girerek bir divan günü emîr Ahm ed’i idâm (5 şevval 945 = 44 şubat 1539 ) ve padişah adına hutbe okutup para bastırarak burayı da Osmanlı hâkimiyeti altına aldı ( Z a b id ’in zaptı hakkındakî arîzası için bk, Topkapı arşivi, E. 9663; krş. F. Kurtoğlu, ayn. esr., s. 7 1 —75 ) .Zabid ve ‘Aden bölgesi­ ni içine alan bir Yemen eyâ’eti teşkil oluna­ rak beyler-fceyiliği Bıyıklı Mehmed Paşa oğlu Mustafa Bey ’e verildi ve böylece bütün Y e­ men ’in imparatorluğa ilhakı için ilk büyük adım atıldı. Yemen işlerini tanzim ettikten sonra oradan hareket ile 22 şevval { 1 3 mart ) ’de C id d e ’ye gelen Hadım Süleyman Paşa, aldığı emir mÛcibince donanmayı Süveyş ’e gönderdi, kendisi de hacc için Mekke ’ye giderek buradan kara yolu ile Mısır ’a döndü. Bu sırada paşanın, ce­ nubî Mısır ’m fethine me’mûr ettiği kölemen­ lerden Özdemir Bey ’in, başta Savâkin: ( Suakin ) olmak üzere Fung sultanlığına âit bâzı ka­ leleri zabtetmesi, K ızıld eniz’in her. iki yaka­ sındaki Osmanlı hâkimiyetini daha da kuvvet­ lendirmiş oldu ( bk. Cengiz Orhonlu, XVI . asrın ilk yarısında K ızıldeniz sakillerinde Os­ man! dar, Tarih dergisi, XII, sayı 16, s. l6 v.d.). Çok geçmeden İstanbul ’a çağırılan Süleyman Paşa, Hind seferinden getirdiği zengin gani­ meti hazîneye teslim etti ve hizmetine mükâ­ fat olarak kubbe altı vezirleri arasına alındı, (recep 946= teşrin 11. 1539). Kısa bir müddet içinde İkinci vezirliğe yükselen Hadım Süley­ man Paşa, Lütfi P a ş a ’mıı azli üzerine, 948 muharremi başlarında ( 1541 nisan sonları-mayıs başları ) sadârete tâyin edildi. Süleyman Paşa ’nın 3 yıl 7 ay süren sadâ­ reti, Macaristan harplerinin şiddetlendiği bir devreye rastlamaktadır, Avusturya Arşidükü Ferdinand ’m Budin , Buda ) ’e taarruzu karşı­ sında yeni bir Macaristan seferine ( Istabor s e fe ri) karar verilip, üçüncü vezir Sokullu Mehmed Paşa önden sevk edilirken, yeni sad­ râzam da, Iran şahı Tahmâsb I. ’in muhtemel bir hareketine mâni olmak için kapukuiu ve eyâlet askerlerinden müteşekkil bir kuvvet ile A rtu k-âbâd ’a gönderildi ve seferin sonuna kadar Anadolu ’da kaldı. Kızıl-baş tarafdarlarının durumlarım teftiş eden Süleyman Paşa ( krş, F. Kurtoğlu, ayn. esr., s. 79 v.d.) pâdi­ şâhın pâyitahta dönüşünden sonra İstanbul ’a avdet etti ( Kanunî Süleyman ’ın, Macaristan ’m ilhakından sonra sadrâzam Süleyman Paşa ’ya gönderdiği cemâziyelâhır 948—eylûl—teşrin I. 1541 tarihli nâme için bk. A. Ferîdûn, Munşa’â i al-şalâtin, 1, 487 ). Macaristan ’m bir eyâ­ let hâlinde imparatorluğa katılmasından sonra, senevi bir vergi mukabilinde Budin ’in kendi­

SÜLEYM AN P A ŞA (H a d im ) -

SÜLEYM AN P A Ş A (M a l a t y a u ).

I9?

sine terk edilmesini talep için arşidük Ferdi­ 39 °) 433 ; Solak-zâde, Tarih ( İstanbul, 1298 ), nand tarafından İstanbul ’a gönderilen elçi s. 500 v .d .; Mehmed b. Mehmed, Nuhbat Trankilos’a, bu gidiş ile efendisinin Dulkadır- ■ al-tavârih va ’l-akbâr ( İstanbul, 1286 ), s. oğlu AlâiiddevU ’nîn akıbetine uğrayıp başının 74 ! Müneccim-başı Ahmed, Şahâ’i f al-ahbSr kesileceğini ibtar ederek teklifin reddİnde baş­ (türk. trc .), İstanbul, 1284, III, tür. yer., Ahmed Rifat, R a vîa t al- azizi ya ( İstanbul, lıca âmil olan Süleyman Paşa ( bk. J. v. Ham­ 1282), 111 1 Abdullah Hulûsi, Davhât al-mulak mer, D evlet-i Osmaniye tarihi, türk. trc., V , 241 ), 1543 tstolni-Belgrad ( Stublweissenburg) ( İstanbul, 12&7 ) ,s. 20 ; Fevzi Kurtoğlü/.YI'Y. seferine pâdişâhın yanında iştirak etti. Ancak, asırda H ind okyanusu ’nda Türkler ve PorteHadım Süleyman Paşa ’nm sadârete tâyinin­ kimliler ( ¡kinci Türk Tarih kongresi, İstan­ bul, 1943 ), s. 9 1 1 —923 ; Mehmed Şükrü, Esden sonra, Mısır beyler-beyiüğinde iki defa halef-selef oldukları ve Mısır ’daki bâzı yol­ f&r-ı bahriye-i Osmâniye ( İstanbul, 1306 ). S. 416—422 ; İ, H. Uzunçarşılı, Osmanlı tarihi, suzluk iddiaları yüzünden araları açık bulunan { Ankara, 1949 ), II, 538 ve bk. fib rist; Y . Hik­ Husrev Paşa ’nın da dördüncü vesîr payesi ile met Bayur, Hindistan tarihi (Ankara, 1946), dîvân-ı hümâyûna girmesi, çeşitli ihtilâflara I, bk. fih rist; Viaggio et impresd che fece sebebiyet vermiş idi. 13 ramazan 951 ( 28 teş­ Solyman Bassa del 1538 Contra Portoghesi rin II. 1544) tarihli bir dîvan toplantısında yine Husrev Paşa ile başlayan bir münakaşa­ pe aracguistar la cittâdel Dip in India ( Ve­ nezia, 1345, Hind, seferine kürekçi olarak ka­ yı birıbirlerine hançer çekecek derecede ileri­ ye vardırınca, Kanunî Süleyman her İkİstni de tılan bir Venediklinin seyahatnamesi; ingl. azlederek sadârete Rüstem Paşa ( b. bk.) ’yı trc. Particular Relation o f the expedition o f Solym en Pacha from Suez to India aga­ getirdi ve Süleyman Paşa ’ya, tekaüden Mal­ kara ’da oturması emrolundu. Aynı zamanda inst the Portuguese at Diu , R, Kerr-F. A . S. Süleyman ve Husrev Paşaların Mısır beylerEden, A General H istory and collection beyiliklerindeki icrââtlarının teftişine karar o f Voyages and Travels, VI, 258—2 8 7 ) ;G i verildiğinden, sâbık sadrâzamın devrine âit ovanni Sagredo. Memorie istoricke de mohesapların tetkikine nâzır-ı emval Mehmed Ç e­ narclxi ottomani ( Venetia, 1679), s. 231 lebi İle Mısır kadısı me’mûr edildiler. İki yıl v. d d ; M. Fariay Sousa, The portugaes Asia ( London, 1694 ), I ; Longworth Dames, devam eden bu teftiş neticesinde Süleyman Paşa ’nın her hangi bir suçu sabit olmadı ise The Portuguese and Turks in the sixteen de, hakkındakı isnâd ve tezvîrâttan hayli ıztıcentury ( J R A S , 19 21, I. kısım, s. 16 v.dd. ); rap çeken ve esasen yaşı çok ilerlemiş bulu­ G . W. F. Stripling, The Ottoman Turks and nan paşa, 954 şabanı (eylül 1547 sonları) or­ the Arabs,— 1511— 1571 ( Urbana-İllinois, talarında M alkara ’da vefat etti ( ölüm haberi 1942 ), s. 89—93. ( Ş e r a f e t t I n T u ran .) İstanbul ’a 14 şâb an = 29 eylül ulaşmış idi. Bk. S Ü L E Y M A N P A Ş A , su la y m â n p a ş a ( ? — Rüstem Paşa, Tevârîh-î Â l-i Osman, alm. trc. 16 8 7), M A L A T Y A L I, K O C A , XVII. asır L. Forrer, s. 15 1 ). Ölümü üzerine mal ve mül­ O s m a n l ı s a d r â z a m l a r ı n d a n dır. Ma­ kü hazîneye maledildi. latya ’da doğmuş olup Ermeni asıllı bulundu­ . Hadım Süleyman Paşa, icâbında merhametsiz ğu hakkındakı zan ve rivayet ( krş. E I, mâd. ve dessas görünür ise de, dürüst ve yaşı ile Sulaimân P a sh a ). zayıf ve meşkûktür. A k ­ kıyaslanamıyacak derecede şeci ’ ve cevval bir rabasından kapu ağası İsmail A ğa ’nın delâleti idareci ve devlet adamı olarak tanınmıştır. île, küçük yaşta, Atnîeydanı ’ndaki İbrahim Pa­ Bilhassa Hindistan seferinde hayli servet edin­ şa sarayına girmiş, sonra enderûna alınıp, mudiğinden İhtişamı da sevmekte ve kölelerinin tâd kademelerden geçerek dülbend ağası ol­ sayısı 1.0 0 0 ’i bulmakta idi. Kahire’de kale muş ( Osman-zâde T â ’ib, H adi kat al-vu tarâ’ . mahallesini tezyin edip Kusun mahallesinde İstanbul, 12 71, s. 10 1 ve ondan naklen Tayyarbir zaviye ile, biri kale içinde, diğeri B u lak ’ta zâde Ahmed A tâ, Tarih, II, 66 v. d.; Silâhdar, olmak üzere iki cami yaptırdığı gibi (Hammer, Tarih, İstanbul, 1928, II, 293 de enderûna alın­ türk. trc. V, 204 ) Yemen ’de de kendi adına masını müteakip seferli odasında miftah şa­ câmi, ribât ve hamam inşâ ettirmiştir (A tâ , kirdi olduğu, sonra bas odaya intikal ettiği Tarih, II, 2 1). kaydedilmiştir. ); 1050 1640 ) ’de Arnavut MuB i b l i y o g r a f y a t Metinde zikredi­ sâ Paşa yerine silâhdar olmuş, müteakiben ve­ lenlerin dışında bk. Mehmed Süreyya, Sicili zirliğe yükselip 6 ay kadar kubbe vezirliğinde -i Osmanî, III, 78 v.d.; Ahmed Tâ’ib, H adi- bulunmuş ( T â ’ib ve Silâhdar, gâst. y e r f ; 12 kat al-vuzara ( İstanbul, 12 7 1) , s. 27 v. d .: eemâziyelevvel 1054 ( 1 7 temmuz 16 4 4 ’de S i­ Lutfi Paşa, Tevârîh-î âl-i Osman ( İstanbu' vas valisi (Başvekâlet arşivi, Ru'ûs defteri, *3 4 0 , s. 357 v .d ., 368 v.d., 381,383, 253/51 A , s. 4 5: K ara Çelebî-gâde Abdülaziz

19®

SÜLEYM AN P A Ş A (M a l a t y a l I ) .

Efendi, R a v ia t al-abrâr, Esad Efendi kütiip., nr. 2163, var. 6b,; Silâhdar. gost. ger. ve ona tâkip eden eserlerde, „Rûm" «* Sivas ismi, yanlış­ lıkla „Rum eli" ’ne tahvil edilmiş olm alıdır.) ve müteakiben Erzurum valisi olmuştur (bk. Ru’ûs defteri, 259/52 A , kendisine âit 27 muhar­ rem 1056 tarihli arz '. Kendisini 10 sene ka­ dar once katledilmiş bulunan Abaza Mehmed Paşa gibi gösteren İra n ’dan. gelmiş birinin Erzurum ’da zuhûru, Süleyman Paşa *yı hayli uğraştırmış, vâti, keyfiyeti hükümet merkezine arz etmiş ve bilâhare bu nev-zuhur Celâlîyi ortadan kaldırmıştır (E vliya Çelebî, Seyahatnâme, İstanbul, 1314 , 1, 236-^238} II, 167.). 8 rebiülâhir 1056 ’da maktu'ün İstanbul ’a ge­ len başının Abaza ’ya aidiyeti hakkındaki şüp­ heyi gidermek için Süleyman Paşa İstanbul ’a çağrılmıştır (K âtip Çelebî, Fezleke, İstanbul, 1287, II, 292). Yerine Beyler-beyi tâyin edilen Defterdar-zâde Çelebî Mehmed Paşa ’nın, müte­ sellimi ne Erzurum ’u teslim eden Süleyman Paşa ( Mehmed Paşa ’nın Erzurum ’a hareketi için ‘ bk. Evliya Çelebî, Seyahatname, II, 165 v.dd.), daha soora, Çeşme ’de Anadolu askerini Girid ’e şevke me’mur olmuş ( ee mazi yele v ve 1 to57 = baziran 1647 : R aviat al-ahrar, II, Ünîv. kütüp,, n r.T Y 3272, var, 18b. Sioill-i Osmânt, 111,6 9 ; IV, 774 ve ondan naklen Mehmed Raif, M ir’ât-i Istanbul. .İstanbul, 1314 , s. 16 4 ’te, Malatyalı ’ ya atfedilen macera, bâzı tarih ih­ tilâfları ile, G irit imdadına giderken vefat eden Gürcü Süleyman Paşa ’ya â ittİr; krş. Abdi Paşa, Vekayi-nâme, Topkapısarayı kütüp., Koğuşlar kısmı, nr. 9x5, var. ız b ; R a via t al-abrâr, II, 77a, 79b) ve Sakız muhafızlığında bulun­ muştur ( Fezleke, II, 3 13 ) . İstanbul’a dönü­ şünde veıâret hasları ile tekrar kubbe vezîri olmuş ve Sultan îbrâbim ’İn küçük yaştaki kızı Ayşe Sultan İle evlenmiştir ( 5 ay Sü eyman Paşa 'tun nikâhında kalan Ayşe Sultan, daha sonra İbşir Mustafa Paşa ile evlendiritmiştir, A tâ, II, 67 ). A . D. A l der son ( The Structure o f the Ottoman Dynasty, Oxford, 1956, levha XX X V I, XXXVII ), Süleyman Paşa ’nın zevce­ sini Murad I V ,’ın kızı, İbşir Mustafa Paşa’nın zevcesini ise, Sultan İbrahim ’in kızı ola­ rak iki ayrı kimse gibi göstermiştir. Kara Murad Paşa, 10 aylık İkinci sadâre­ tinde, karşılaştığı bir takım güçlükler ve uğ­ radığı isnatlar neticesinde mevkiini muhafaza edemediğinden, pâdişâh üzerinde büyük nü­ fuzu olan eski yeniçeri ağalarından Kara Hasan-zâde Hüseyin A ğ a ’nın da şevkiyle, 16 şevval 1065 ( 19 ağustos 1655 ), perşenbe günü mühür, kubbe vezîri bulunan Süleyman Paşa ’ ya verildi ( Haşan Vecıbî. Tarih, Hamidîye kütüp., pr. 917, ıj6b ; R aviat al-abrar j II, var. 94b ; Abdi

Bey, var. 25b; Mustafa Naîmâ, Tarik, İstanbul, 1280, VI, 106—108,282 v .d .; Silâhdar, I, 16). Pek müşkül şartlar içerisinde sadâret mevkii­ ne gelen Süleyman P a ş a ’nm, 6 ay 10 gün de­ vam eden vezîr-i âzamlık devresinde vuku bu-' lan beili-başlı hâdiseler, seleflerini işgal eden Celâiiler ve vâliler fesadı, G irit ve Kırım ah­ vali ile mâlî müzayaka çerçevesinde toplana­ bilir. Vezîr*i âzam Süleyman Paşa, gerek şahsi­ yeti ve gerekse mevkiinin nezâketi dolayısiyle, zarurî olan ıslâhatı yapacak kudrette değildi. Nitekim sonradan Köprülü Mehmed Paşa ’nın sadârete getirilmesinde âmil olan mimar K a ­ sım Ağa, Süleyman Paşa ’ya, neden kul mev­ cudunu azaltıp mâlî tasarruflarda bulunma­ dığını ve liyakatli kimseleri İş başına getirme­ diğini sordukta, vezîr-i âzam, nüfuzlu kimse­ lerin himâyesi sebebiyle iş başmdakileri uzak­ la ştıra m a d ım , etrafını çeviren casus ağının, liyakatli kimselerle temasına bile mâni oldu­ ğunu, mâlî kudreti olmayanlarla İş yapama­ yacağını, istikbâle âit tasarruflar yerine gün­ lük İhtiyaçları karşılamak endişesinde bulun­ duğunu ifâde etmişti (N aîm â, VI, 135 v.ddA Mâlî müzayakayı bertaraf etmek için iki üç senelik vergilerin peşin para ile iltizama ve­ rilmesi, Yahudilerden alman zuyûf akçenin kula ulûfe olarak tevzii gibi bid’atier kaldırıla­ cağı yerde arttırılm aktaydı. Devlet me’muriyetleri 6—7 ayda bir satılıp, her mevâcipte istikraz namı ile enderûn hazînesinden bir kaç yüz kese alındığı hâlde mâlî sıkıntı Önlene mi yordu. Son defa tevcihler, müsadere ve istikrazlarla te’min edilen para, kulun mevâcîbine yetmediğinden, defterdarın etrafın­ daki mültezimlerin telkini ile, hazînedeki hâlis para sarraflara verilip „çingene" ve „meyhane akçesi" denilen kırkık ve kızıl akçe ile değiş­ tirilerek ( Mehmed H alîfe, Tarik-i Gtlmânî, İstanbul, 1340, s. 36 ) güçlükle ulûfe tamam­ lanabilmişti. Fakat bu hâlin bir fesada vara­ cağını idrâk eden vezîr-i âzam, rızası ile sa­ dâretten feragat ettiğini Valide Sultan ’a arz etti. Devlet üzerinde nüfuz sâhibi olanların ekseriyeti Süleyman P a ş a ’nın istiklâl dava­ sında butunmayan son derece mülayim bir adam ve kendi nüfuzlarının devamı için bir siper olduğunu düşünerek azlini istememektey­ diler. Fakat iyi niyetli devlet adamları işe, sadâretin bir ehline verilmesini, dârüssaâde ağası vâsıtası ile Valide S u ltan ’a telkîn etti­ ler. Gizlice yapılan müşaverelerden sonra, 2 cemâziyelevvel 1066 ( 28 şubat 1656) pazartesi günü mühür Süleyman P a ş a ’ dan alınarak G i­ rit serdarı Deli Hüseyin Paşa ’ ya gönderildi {fiiqvSiqi al-çbrar, II, var. 1036 ve çndan naklep

SÜ LEYM AN P A Ş A ( M a

la tya u

).

Naîmâ, VI, *38 ; Abdi Paşa, var. 26b; Silâh- ( 19 mayıs 1665 )> ikinci defa olarak İstanbuldar, 1, 26 ; azil tarihi, V^cihî, var. 47b ve Zubde-i kaymakamı tâyin edilince, Akkerman ’dan sürvekayiât, var. 13 1* ’da 3 ccmâziyelevvel te 3 pit ’atle ayrılıp 17 zilkade ’de ( 2 haziran ) İstan­ ediliyor ). Süleyman Paşa, azliyle hayatım kur­ bul *a vâsıl oldu ( Abdi Paşa, var. 93b ; Silâhtarmıştır ; gerçekten ittihaz edilen sakat mâlî dar, I, 379; Mehmed Râşid, Tarih, İstanbul, tedbir, G irit 'ten gelen yeniçerilerin 9 kist »282, 1, 97 ). İhtiyar vezir bu defa da yan­ mevâcip talep ile yaptıkları tezahürata ekle­ gın âfeti ile karşılaşmış 10 muharrem 1076 nince, daha mührün alınmasından bir hafta ( 22—23 temmuz 1665 ) gecesi Galata önünde geçmeden tarihlerimizde „ağalar“ veya „çınar bir kalyon yanmış, ertesi gece bir câriyenin vak’ası“ adı ile anılan pek vahim hâdisenin verdiği ateşle Topkapısarayı’nın haremi ve ci­ zuhûruna sebep olmuştur. varındaki binalar harap olmuş, harem halkı Süleyman Paşa, çınar vak ’asını müteakip, önce Çayır köşkü’«e, sonra Eski saraya nak­ 6 cemâziyelâhırda (2 nisan) Bosna valiliğine ledilmişlerdi. 25 muharrem ( 7 ağustos j’de ise, tâyin edildi (Veeihî. var. 49*5 Naîmâ, VI, Edirne ’ye, Odunkapısı ’ndan çıkan bir yangının 15 5 : Silâhdar, I, 36. Osman-zâde ve ona da­ Zindankapısı ’na kadar olan sahayı kül ettiği yanan tetkiklerde, sadâretini müteakip Süley­ haberi gelmişti. Verilen şiddetti emirlerle kun­ man Paşa ’nın Silistre valiliğine getirildiği kayd dakçılar tâkip ve katledilerek nisbî bir huzur ediliyarsa da, bu husus kaynaklarca te’yid te ’min edilebilmişti ( Abdi Paşa, var. 99«, ıoo», edilmemektedir ) ve 14 safer 1067 ( 2 kânnn lo ı» ; Silâhdar, I, 384 v. dd. \ Mehmed IV. ’io 1, 1656 ) ’ye kadar bu hizmette kaldı ( Silâh­ Edirne ’den Gelibolu yolu ile İstanbul ’a avdeti dar, 1, 63 Bosna ’dan azlinden iki sene son­ dolayısıyle Kaymakam Süleyman paşa, pâdi­ ra pâdişâhın Celâli fesadını tenkil hareketini şâhı, 29 rebiülevvelde ( 9 teşrin I.', Küçük Çek­ takip için Bursa ’da bulunduğu sırada, İstan­ mece 'de istikbal ederek huzura kabul olun­ bul kaymakamı İsmail Paşa B u rsa’ ya çağrıla­ muştur. 2 rebiütâhırda ( 12 teşrin 1, )Pâdişahrak yeri Süleyman P a ş a ’ya verildi (4 zilkade ve sadrâzam şehire dâhil olduklarında Süley­ 1069=24 temmuz 1659 perşembe: Abdi Paşa, man P a ş a ’nın kaymakamlığı sona ererek tekrar var. 70,,; Silâhdar, I, 166 ; Naîmâ, VI, 4 0 1). kubbe vezirleri arasına katılmıştır ( Abdi Pa­ Bir sene sonra, Ï6 zilkade 1070 ( 24 temmuz şa, var. io4b v. d .; Silâhdar, 1.389 v. d .; Râşid. 1, 1660) cumartesi günü ikindiye doğru Odun- >05 v. d .; Osman-zâde T â’ib, Süleyman Paşa ’nın kapısı ’ndan çıkan yangın, kaymakam Süleyman kaymakamlıktan azlini müteakip Çankırı san­ Paşa ’nın bütün gayretlerine rağmen 49 saat de­ cağı mutasarrıflığı ile tahkir, sonra ihtiyar­ vam ederek, Fâtih -Unkapam—Eminönü Sul ta il­ lığına merhameten evinde ikametine müsâade ahine d —Kadırga—Sam atya arasına sif âyet edip, olunduğunu kaydediyorsa da, bu hususun kay­ takriben 280,cod: evi harap etti. Yangının ya* naklardan tahkiki mümkün olamıyor). Girit yılmasında ihmal ve kusurlu bulunan Süleyman seferi dol ayı sı ile pâdişâhın E d irn e’ye hare­ Paşa azledilerek E d irn e’ye çağrıldı (A bdi P a­ keti (7 şevvâl 10 7 6 = 1 1 nisan 1666 ) ’ ni müte­ şa, var. 72“ ; Silâhdar, I, 1,83—185). Müteaki­ akip, Vâiide Sultan ve şehzadelerin de Edirne ben Silistre ( Özi ) valiliğine getirilen Süley- ’ye hareketi kararlaştırılmış olduğundan Sü­ P a ş a ’yi (Silâhdar, il, 293; T â ’ib, göst. yer. ) leyman Paşa, Valide Suttan konakçılığına me’1663 son baharında Dön boğazında Kazakla­ mur edilmiş (T â'ib , gSst. yer.', Silâhdar, II, rın „ş a y k a la rıy la Karadeniz ’e geçerek sahilleri 2 9 3 ’te bu defa da Süleyman P a ş a ’nın Davudvurmalarını önlemeğe me ’mur edilmiş olaı ak paşa 'daki otağının tutuşup etraftaki çadırların görüyoruz. Ancak bu ' hizmette de muvaffak yandığını naklediyor ), bu hizmeti müteakip, olamamış, sisli bir havada Kerç boğazından İstanbul kaymakamı Koca Yusuf Paşa tarafın­ çıkan Kazakların yine etrafı yağmalamasından dan boşaldığı telhis olunan Erzurum vâliliğine m es’ul tutulacağını düşünüp, kendisini kurtar­ tâyin olunmuştur ( 3 zilhicce ı o ; 6 = l t haziran; mak için boğazın muhafazasında bulunan gâzi Abdi Paşa, var. U 7 b ; Silâhdar, I, 410 ; Râşid. I, mücâhit azablar f b. bk. ] ağası Mehmed Ağa- 12 9 '. Bir sene sonra Erzurum ’dan ma'zul olan ’yı gafletle, Karadeniz donanması serdarı Meh­ Süleyman Paşa ’ya vezâret hasları ile tekaüt­ med Paşa ’yı vakitsiz İstanbul ’a dönmek ile lük verildi v 28 zilbicee »o77” *2 mayıs 1667. itham ederek katillerine âmil oldu. Karadeniz Silâbdar, i, 434. ayn. esr„ II, 293 ’teki Süley­ e tekrar donanma çıkarıldı ise de, Kazaklar man P a ş a ’nın, 1076 'da ikinci defa Rumeli vâbir fırsatını bu’ up tekrar boğazdan İçeri gi­ lîsi tâyiu edildiği, Erzuıum valiliğine ise, rerek izlerini kaybettiler { Silâhdar, 1, 255 v. d. ) 1084—1086 arasında tasarruf ettiğine dâir ka* Süleyman Paşa, yine Bucak tarafı serhaddi yıd bir zuhül eseri olmalıdır. Sicill-î Osmâıtî, hizmeti cümlesinden otmak üzere Akkerman III, 6 9 ’da Süleyman P a ş a ’mn 1083 ’W Bosna muhafazasında bulunurken, 3 zilkade 1075 ’te valisi, 1084— 1086 arasında İstanbul kayma­

200

SÜLEYM AN P A Ş A (M a l a t y a l I) -

kamı olduğa kaydediliyorsa da, 1083 ’te Bos­ na valiliğine tâyin edilen Süleyman Paşa, Ma­ la ty a ’lı değil, arpa eminliğinden Humus san cağı beyi olup 1084 ’te Hotin civarında şehid düşen Süleyman Paşa ’d ır : Abdi Paşa, var. 124*; Zubde-i vekoyîât, var. 16b; Silâh­ dar, I, 624, 629). Son 20 senesini Üsküdar ’daki evinde geçi­ ren Süleyman Paşa, yaşı sekseni geçtiği hâlde, 15 rebiülâhir 1098 (28 şubat 1687 ) cuma günü vefat ederek evi civarında hazırlamış olduğu makbereye defnolundu (Silâhdar, II 264 v.d.; ayn. esr., II, 293 ’te sehven rebiülevvel deni­ liyo r), Devlet adamı olarak za'fı aşikâr olan Süleyman P a ş a ’nın, yumuşak tabiatı, ruh ba­ kımından safveti, dindarlığı ve talihinin yaver olmadığında kaynaklar müttefiktir. Onun dev­ let hizmetinde kullanılmasının bir sebebi de bu vasıfları olsa gerektir. B i b i i y o g r a f y a : Metinde gösteril­ miştir. ( B ek Ir K ö tü k o ğ lu .) S Ü L E Y M Â N İY E . SU LA Y M A N ÎY A ( S u le MÂnI ), ş i m a l î I r a k ’t a b i r ş e h i r ve bu şehrin merkez olduğu i d â r î b ö l g e ( li­ v a ) ; bu liva toprakları Osmanlı devletinin Musul vilâyeti hudutları içinde yer alan Süleymâniye sancağına hemen-hemen uymaktadır. Tarihî mânâda Süleymâniye arazisi Osmanlı (lra k ;-!ra n hudûdu, Diyfila ırmağı, K erk ü k ’e bağlı topraklar ve Küçük Zâb ırmağı arasın­ daki topraklardan meydana gelir. Bu ar âzı Dicİe nehri yakınlarından itibaren şarka doğru yükselmekte ve şimâl-i garbî-cenûb-i şarkî isUkametii ve bir kaç dizi hâlinde dağ sıralan ils kesilmektedir. Süleymâniye havâlisî tarihin en eski devir­ lerinden beri bilinmektedir. Bâbii efsânelerine göre, tufan esnasında Giigameş ’in gemisinin oturduğu livâyet edilen Nişir dağının, dağlık bölgenin cenup tarafında yükselen ve pek uzaklardan görülen, 2.900 m .’den daha fazla bir irtifada bulunan ,Pir ‘Omar Gudrün dağı o’duğunda şüphe edilemez. 880 ( m. ö.) senes’ nde Assurnâşirpal, Lullu ’ların oturduğu Zamua ülkesindeki 3 kıratlığı da itaat altına aldı. 745 (m. ö ) ’te Tiglat Pileser ili., şimali M sopotamya 'da oturan Ermenileri Mazamua ’ ya yerleştirdi. Süleymâniye arazisi­ nin oenûb-i şarkî nihâyetinde Sâsânî devrinden kalma meşhur Pâi-Küli âbidesi bulunmaktadır. Süryânî kilisesi'tarihinde, Süleymâniye arazisi, Betb Garmai dinî bö’gesi içinde yer almakta idi ( Hoffmann, Auszüge, s. 253 ). İslâm devrinde bu bölgenin tarihi evvelâ Şahrızür ’tmkine karışmakta, Süleym âniye’nin az-çok müstakil hayatı ise, XI. { XVII.) asır so­ pandan 1276 ( 18Ş0 ) ’ya kadar uzanmaktadır,

SÜLEYMÂNİYE.

Burada hüküm süren aşîret reisleri kendile­ rine Bâbân diyorlardı ki, Şaraf-nâm a ( 1, 280— 288 ) ’ye göre, bunların ilki ve aileye isim ve­ reni P ir Büdâk Bâbe ’dır. Bu hânedân içinde asıl temayüz eden ve ehemmiyetli bir koia menşe’ olan şahıs Bâbâ Suiayman olmuştur: bu zât 1088 ( 1677 ) ’e doğru ortaya çıkmış ve 1 1 1 1 { 1699 ) ’de Osmanlı sarayı hizmetine gir­ miştir. Rıch ( I, 38 1— 385 ), bunun 17 paşa B a­ ban ’dan mürekkep haleflerinin bir listesini ve­ rir. Bu âile, birbirine rakip Osmanlı ve İran devletleri arasında becerikli bir politika tâkip etmekle beraber, bilhassa Bagdad eyâleti pa­ şalarına tâbî bulunuyorlardı, Rıch ’in ziyaret ettiği Mahmud Paşa, sonunda IranLlara İtaat etti. İranlılar da Mahmud Paşa ’yı iktidara ge­ tirmek için 18 4 2 ’de Süleym âniye’yi istilâ et­ tilerse de, 1847 muahedesi ile İran, Süleymâniye arazisi üzerindeki bütün iddialarından Osmanlı devleti lehine vazgeçti. Bâbân aile­ sinden son vâli olan Abdullah Paşa, Türkleı taralından 1267 ( 1 8 5 0 ) ’de makamından indi­ rildi ( Hurşİd Efendi, s. 209 ). Başlangıçta Bâbân ’ların oturdukları yer, Şara Bazâr ( Şahr-i Bâzâr ) iken, İbrahim Paşa ikamet merkezini Sar Çinâr nahiyesine nakle­ derek 1199 ( 1784 ) ’a doğru ( Rich, l, 387 ), S ir ­ van ırmağına dökülen Tanca Rö vadisinde Malik-Hindi ( Malik-Kendi ? ) köyü yerinde Sü­ leymâniye şehrini kurdu. Bu maksatla tesviye edilen eski bir tepe yerinde kurulan şehre 1780—1802 yıllarında Bagdad valiliğinde bu­ lunmuş ( gürcü Memlûkleri ailesinden ) Büyük Süleyman P a ş a ’nın adı verildi i Huart, H is­ toire de Bağdâd, Paris, 1901, s, 159 ) [Büyük Süleyman Paşa ’nın Bagdad vâlitiği 119 3 (1779 ’te başlayarak 24 sene sürmüştür]. 1 8 2 0 ’ye doğru şehrin evlerinden 2.0 0 0 ’i müslümanlara. 130 ’u Yahudi'ere, 9 ’u katolik Keldânîlere ve 5 ’i Ermenilere âit bulunuyor ve nülus mecmu da 10.000 ’e varıyordu. Süleymâniye ’de S câmi vardı. Lycklama 1868 ’de, şehirde 6.000 Kürt ailesi, 30 Keidânî ailesi ve 15 Yahudi kaydet­ miş idi, 1890 ’a doğru ise, Cuinet ’ye göre. 13,825 müslüman, ı.ooo Yahudi ve 175 Keldâııi bulunuyordu. Osmanlı hâkimiyeti sırasında Süleymâniye halkı devlete çok sayıda memûr ve zâbit te’min ederdi. Bâbân ’lardan İstanbul ’da temayüz edenler de olmuştur. Bunlar iktidardan düş­ tükleri sırada Barzanca ailesine mensup dinî şeyhler ehemmiyetli siyâsî rol ojnam ağa baş­ ladılar ; bunların, kendisine büyük ruhâniyet atfedilen cedleri olan Hacı Keke Ahmed, Sü­ leymâniye "de meöfundur. Süleymâniye ancak birinci dünya harbi soppada 13 teşrin il. 1918 ’ Je Iııgilisler tarafın­

SÜLEYM ÂNİYE -

SÜ LE YM A N -ŞA H 1. ( B . K u t a l m iş ).

201

dan işgal edildi ve Türkiye cumhuriyeti ile İn­ Travels in Georgia . . . ( London, 1822 ), II, giltere arasında aktedilen Ankara muahedesi 453 v. d d .; Rich, N arrative o f ga residence, in Koordistan ( London, 183Ğ ), I, 51 — 184, 260 ( 1926 ) neticesinde kat’i olarak Ira k ’a bağlandı —32 7 ; II, tür. y er. ; Shiel, Notes on a jo u r­ ise de, mahallî halka bâzı imtiyazlar tanındı ney through Kurdistan ( J R G S , 1836, V 1IS, [bk. mad, MUSUL J; fakat bunların tatbikinde gösterilen tereddütler halkı hoşnutsuzluğa uğ­ 1 0 1 ) ; W, Ainsworth, Researches in A ssyria -(London, 1838), s, 27 ve tür. y e r Ritter, rattı. 1921 senesi kânun I. ayında SüleymâniErdkunde, (Berlin, 1840 ), IX, 447—-459, 565 yeliler kıra! Faysal ’in seçilmesi husüsunda müracaat edilen intihaba iştirak etmedikleri —639 )îH u rşİd Efendi, SiyShet-nâm e-i hu~ gibi, vakit-vakit ayaklanmalara da teşebbüs et­ d ü d; Lyeklama a Nijeholt, Voyage en R u s­ tiler, Dinî bir temel üzerinde mahallî muhta­ s i e . . . ( Paris-Amsterdam, 1875 \ IV, 75 —84; V. Cuinet, La Turquie d ’Aste { Paris, 18 9 1), riyeti hedef tutan bu ayaklanmaların başında Şeyh Mahmud Barzanca bulunuyordu. Bu şey­ H, 868 —873 ¡ Dickson, Journeys in Kurdistan, hin ilk isyanı 21 mayıs 1919 ’da oldu. 18 haziran­ ( Geogr. fourn., nisan, 1910, s. 376); A .A d ada İngiliz kuvvetleri Süleym âniye’yi işgal et­ riiov, Irak A rabs’ei ( Petersburg, 19 12 ), s. tiler ; Şeyh Mahmud Hindistan ’a sürüldü. Fakat 387 v. d ,; Soane, To Mesopotamia and Çamçamal ve Râniya ayaklanmaları sırasında Kurdistan in disguise2 (London, 1926). s, 163— Ingilizler Süleymâniye ’yi 5 eylül 1922 ’de terk 209 ; Musul vilâyeti sâlnâmesi, 1330 19 12), etmek zorunda kaldılar ve Şeyh Mahmud ’a s. 284 v. d .; Ş . Sâm i, Kâm üs al-a'lâm ( İstan­ buraya dönmek için izin verildi. Şeyh, teşrin bul, 1894 >, IV, 2622. ( V. M inorsky.) I. ’de kendini bütün İrak kürtlerinin hukmdür [B u makale B .D arko t tarafından tâdil edil­ 'ı ilân etti. 3 mart 1923 ’te Süleymâniye bir miştir. ] S Ü L E Y M A N -Ş A H I. S u la y m a n -şa h b. hava hücumuna uğradı ve daha sonra Şeyh Mahmud, Sürdâş ’a çekildi. 16 mayıs 19 2 3 ’te K u ta lm iş, Rukn a l-D In ( ? — 1086), T ü r k i işgal edilen Süleymâniye tekrar boşaltıldı, y e S e t ç u k l u d e v l e t i n i n k u r u c u s u Şeyh Mahmud buraya üçüncü defa yerleşti ve ve i l k s u l t a n ı , Selçu k ’un oğlu olan Arslan Bagdad hükümeti tarafından tanındı. Süley­ Yabgu ’nun torunu ve Kutalmiş ’m oğludur. mâniye arâzisinden ayrılmış bir nahiyeyi işgal Sultan Tuğrul Beg e karşı taht mücâdelesi ya­ etme teşebbüsü üzerine yeni hava hücumları pan Kutalmiş, Sultan ’ın ölümü üzerine payi­ o du ( 16 ağustos, 25 kânun I. 1923, 25 mart taht R e y ’e yürüyerek sultanlığım ilân et­ 1924 ); Şeyh Mahmud ’un karargâhı tahrip edil­ miş ve aynı maksatla hareket eden A lp Arslan di, kendisi de Iran hududuna çekildi. Daha ile vuku bulan savaşta ölm üş; kardeşi ResûU sonraki yıllarda Süleymâniye havâlisinde za- Tiğın ile oğulları Süleyman, Mansûr ve di­ man-zaman ayaklanmalar tekrarlandı; bâzan ğerleri A lp Arslan tarafından esir edilmişti yatıştırma ve uzlaşma yolu tâkip eden İrak ( bk. Osman Turan, Selçuklular tarihi ve türk­ hükümeti isyanları tenkil etmeğe de teşebbüs ülüm medeniyeti, Ankara, 19Ğ5, s. 97—99). etti ise de, bulunduğumuz yıllara kadar tam Kaynaklarda Süîeyman-şah hakkında verilen bir düzelme olmadı. bilgiler çok az, müphem ve hatalı olduğundan Süleymâniye livası 1924 ’e doğru Süleymâniye oöün şahsiyeti, siyâsî hüviyeti, faâliyetleri ve Çamçamal, Halabca, Kal'a-Diza { Pizdar K a­ Türkiye Selçuklu devletinin kuruluşu bugüne radağ ve Şara-bazar adlı 6 nahiyeye ayrılmış kadar anlaşılamamış ve çok karışık bir mâ­ olup, 189.900 müslüman ve 1-5 Su yahudı nü­ hiyet almıştır. . '' . fus ibtivâ ediyordu ve müslümanlar arasında I. S ü l e y m a n ’ın t a r i h s a h n e s i n e Arapların sayısı 75 ’i geçmeyordu, 1962 sene­ ç ı k ı ş ı . Arslan Yabgu,Selçuk un büyük oğ­ sinde Süleymâniye livasının 12.282 km,2 arazisi lu ve babasının ölümünden sonra da Selçuk­ üzerinde 317.000 nüfus yaşamakta idi ve S ü ­ luların Yabğusu ( reisi ) olduğu için oğulları leymâniye şehrinin nüfûsu da 35-35« ’yi bulu­ Kutalmiş ve Resûl-Tigin saltanat davasında ısrar etmişler ve Mikâîi-oğulları elinde bulu­ yordu. B i b l i y o g r a f y a t Bil’erbeck, Das nan Selçuklu devletine karşı istiklâl teşeb­ Sandsckak Suteîmania (Leipzig, 1898); Streck, büslerine girişmişlerdi. Muahhar .kaynaklar Arm enien, Kurdistari and Westpersien { Z A , Kutalmiş ’ın 1064 ’te Alp Arslan ’a karşı mü­ XV, 1900, s. 257, 268, 275) ; E. Forrer. câdelede ölümünden sonra sultanın esir aldığı Die Provinzeinteilung des assyrischen R ei­ evlâtlarının hayatına da son vermek istediğini, ches (Leipzig, 1920), s. 43, 88; Tavernier, fakat Nizâm-ül-Mülk ile istişare edince hane­ Voyages. ., (P aris, 1692), I, 197 v. d d .; dan azasım îdamın, uğursuzluk getireceği ve W. Heude, Voyage up the Persian C u lf devletin bekasına te’sir edeceği düşüncesi ile {I-ondon. 1819). s. 193 v. d d .; Ker Pprtçr, bıyndan vazgeçildiğini yazarlar ( bk. Osman

SÜ LEYM A N -ŞA H I. ( B. - KuTALMrş ). Turan, agn, esr., s. 97-99 ). Bununla beraber' aynı kaynaklar bîr hâdise çıkarmalarını ön­ lemek maksadı ile ya gaza yaparak hizmet­ te bulunmaları veya bu suretle şehit olarak bertaraf edilmeleri için Bizans hudutlarına sü­ rülmelerine karar verildiğini de rivayet eder­ ler. Böylece Kutalmış-oğulları, Diyarbekir-Urfa havalisine ve Bîre( cik ) yakınlarına gelip bu bölgede çok sönük ve sıkıntılı bir .hayat sür­ müşlerdir ( Zahir al-Din N işâpüri, Salcuk-nâma, Tahran, 1332 ş., s. 2 1 v. d. ;R a şid al-Din, Cami' al-tavârik— T ârih-i A l-i Salçuk, nşr. A. A teş, Ankara, 1960, s, 28 ; Karim al-Din Aksarâyi, Musâmarat al-ahbâr, »şr. Osman Tu­ ran, Ankara, 1944, s. 16, 19 ; Türkçe anonim Selçuk-nâme, Edirne Bâdî Efendi kütüp., nr, 559> yeni 2313, var. 69° ). Bâzı miislÜman ve hıristiyan kaynaklar, bunun aksine Süleyman­ ’ın Alp Arslan tarafından Anadolu ’nun fethine me’mur edildiğini ve hattâ ona iktâ olarak ayrılan bu bölgede hükümranlık hakkının da verildiğini yazarlar ise de, bunun tarihî ger­ çek ile hiç bir münâsebeti yoktur. Bu müellif­ ler arasında Süryânî Mİkhael daha ileri giderek Süleyman ’m, oğulları ile birlikte, Malazgird meydan muhârebesinde büyük bir hizmet yap­ tığını ve zaferden sonra Alp Arslan ’in Kappadokya ve Pontns ülkelerini fetheden Süleyman ’a A nadolu’da saltanat sürmek salâhiyetini tanıdığını söyler ( Michel le Syrien, Chronique, frns. trc. Chabot, III, 169, 172 ; Ermeni Hayton, Recuit des Historiens des Croisades, Do­ cuments arméniens, II, 1 1 3 ; T ârih-i A l-i S a l­ çuk, nşr. ve trc. F . N. Uzluk, Ankara, 1952, me­ tin, s. 33, bu eser bu maddede anonim Selçaknâme adıyla geçecektir; Mirhvfind, R a via t alşafâ, Bombay, 1266, IV, 105}. Süleyman ve kardeşlerinin Malazgird savaşında veya zaferi müteâkıp Anadolu ’nun fethine gönderilen ku­ mandanlar arasında bulunduğuna dâir hiç bîr mevsuk işâret mevcut olmadığı gibi, diğer âsi Selçuklu şehzadesi Er-basgan ( El-basan ) ’1 sıkı bir tâkip ile onun Bizans ’a kaçmasına sebep olan A lp Arslan ’m, daha iddialı ve kuvvetli bir şekilde ortaya atılan Kutalmış-oğuilarım Anadolu ’nun fethine ve hükümdarlığına tâyin etmesi de imkânsızdı. Nitekim çağdaş kaynak­ ların A lp Arslan zamanında Anadolu ’da gazâ yapan bir çok Türk beyi ve kumandanı hakkında bilgi vermelerine rağmen, Selçuk ’un daha mü­ him şahsiyetler olan bu torunlarını hiç zikret­ memeleri de bu hususu te’yid eder. Süleyman ve kardeşlerinin A lp Arslan zamanında Anadolu ’da ve Suriye ’de bulunmadıkları hususunda en sağlam delil de, şüphesiz, Kutalmış, Kavurt ve El-basan ’m isyanlarından sonra, onlara mensup bulunan Yabgulu ( Yâvgıyye ) adlı Türkmen kit-

içlerinin Anadolu ve Suriye ’ye kaçtıkları ve bunlardan bir kısmının 462 {10 7 0 ) ’de, A tsız ve diğer Oğıiz beyleri idâresinde fetihlere girişip Filistin ’de bir Türkmen beyliği kurarken başla­ rına géçecek bir Selçuk şehzadesi bulunmamış olmasıdır ( daha fazla tafsilât için bk. O. Turan. Selçuklular tarihi, s. 117 v. d .,12 0 —123 ), Fil­ hakika bu Türkmen beylerinden biri élan Şökli, ancak 467 (10 74 ) ’de,.Sultan Melik-şah ’a ita­ atini bildiren A tsız ’a karşı harekete geçerken Kutalmış-oğullarmdan birini dâvet edebilmiş ve kendisine Selçuklu hânedanma mensubiyeti dolayisiylè, itaatte' bulunacağını bildirmişti. Bu durum KıitalmışTOğullarının A lp Arslan za­ manında. A nadolu’ya gönderilmediklerini ve hattâ serbest bulunmadıklarını gösterir. Esasen onlar bu ülkeye sürgün olarak gönderilselerdi bile bu havâliye göçen ve kendileri gibi bir kısmı da isyanlara karışan Türkmenlerin onla­ rın etrafında toplanmaları icap ederdi. Süleyman ve kardeşlerinin Anadolu ’ya gel­ meleri Alp Arslan ’ m ölümü ve Melik-şah ’ın cü­ lusu üzerine çıkan hâdiseler İle yakından ilgi­ lidir ve bununla Anadolu fetihlerine m e’ mur edilen Artuk Beg ’in, Melik-şah tarafından mer­ keze çağırılması arasında sıkı bir münâsebet vardır. Zâten mühim kaynakların Kutalmışoğuliarıtun Melik-şah zamanında Anadolu ’ya geldiklerine dâir ifâdeleri de bunu te’yit eder. Bununla berâber Melik-şah ’in Süleyman ve kar­ deşlerine Anadolu ’yu idareye ve bu ülkede başsız kalan Türkmenleri disipline almağa me’­ mur ettiğine dâir ifâdeler de hakikate aykırı­ dır ve bir yakıştırmadan ibarettir ( Şadr alDin al-Husayni, Ahh&r al-davlat al-SalcSkiga, nşr. .M, Iqbal, Lâhore, 1933, s. 72 ; Raşid al-Din. nşr. A. Ateş, s. 39 ; Ibn B ib i, al-Avâm ir al‘A la ig a , faksimile, Ankara, 1956,. s. 18 ). Alp A rs la n ’m ölümü üzerine çıkan saltanat mücâdelesinde Süleyman ve kardeşlerinin fır­ sat bulup Anadolu ’ya geldikleri veya Melikşa h ’m onları serbest bıraktığı anlaşılıyor, lbn al-Azrak „Melik Süleyman, Melik-şah yanın­ dan gelip, Malatya, Kayseri, Aksaray ( Beyaz şehir ), Konya, Sivas ye bütün Rum ’u fethedip oralara hâkim oldu'1 ifâdesini kullanırken bu * gelişin bir tâyin şeklinde olduğuna dâir bir işârette bulunmaz ( Târih M aggâfârikin, B ri­ tish Museum, Or., 3803, s. 166 ). Bununla be­ râber bir asır sonraya âit bu müellifin İfâ­ desi de bu bakımdan fazla bir ehemmiyet taşımaz. Çağdaş Bizans tarihçileri ile Abu ’ 1-Farac Barhebraeus, Süleyman ve kardeş­ lerinin isyan hâlinde ve kaçarak Anadolu ’ya sığındıklarına dâir kayıt vermekle du­ rumu daha sarih bir şekilde aksettirmişlerdir ( A . Attaliates, Hisloria, Bonn, 1833, 226;

SÜ LEYM AN -ŞAH I. (B . K u t a l m i ş ).

*03

J. Skylitzes, Bonn tabı, s. 732; Barhebraeus, şehrin Bizans vâlisi ile bir anlaşma yaparak, Chronograpkg, ingl. iro. W. Budge, London, bu havaliyi, aksulardan korumak mukabilinde, 1932, s. 226 ). Kutalmış-oğullarmın tarih sah­ yıllık 2o,ooo dinar haraca bağladı ( Sibt, 26b, nesine çıkışları hakkında en mevsuk malûmatı 23® ). Kutalnuş-oğullarımn zuhuru hakkında bu Sibt îbn al-Gavzi vermektedir. Filhakika bu mühim malûmatın tek kaynağı olan Sibt { Ğarş müellifin, Ğ ars al-ni’ma ’den naklen verdiği al-nVma ’den ) onların ve bu arada Haleb ile bilgiye göre, 1074 sonlarında Şökli adında bir A n tak y a ’yı kuşatanın adını vermemekte ve Türk beyi Sariye ’de yaptığı fütûhat esnasında, yalnız başka bir yerde „Sultanın amcazadesi diğer Türk beylerinden A tsız ile bozuşmuş ve olan Kutalmış-oğlu Süleyman, Şam ’a ( Suriye Anadolu ’da gazâ ile meşğûl olan „Kutalmış- ’ye)in en Yabgulu Türkmenlerinden olup Ana­ oğlu" ’na bir mektup yazarak kendisini Suriye dolu hükümdarlarının ceddidir ; bir kısım Rum ’ye davet etmiştir. Bu kayıt Süleyman ve kar­ beldelerini ve son olarak da Antakya ’yı fethet­ deşlerinin bu sıralarda Anadolu’da bulunduk­ tiğ i" ifâdesi ile bu faaliyetlerin de ona âit larını te’yit etmektedir. A kkâ ’ yı Mısırlılardan bulunduğuna teîkîn eder ( S ib t, 83 b )• Bu devir atınca A tsız ile bozuşmuş ve ona mağlûp ol­ şimalî Suriye hâdiseleri hakkında bol malûmat muştur. Bunun üzerinedir ki, Şökli „babasının veren îbn al-‘Adim ’in ve diğer Arap müellif­ ölümünden sonra Rum ’da Yabgulular ile bir­ lerinin Kutalmış-oğullarmdan hiç bahsetmeme­ likte gazâ yapan Kutalmış-oğlu“ ’na mektup leri dikkate şayandır. Bununla berâber, muah­ yazmış ve onu Suriye ’ye davet edip kendisine har bir kaynak olmasına rağmen, çok defa iltihak edeceğini bildirm iştir: „Sen Selçuklu­ sağlam bilgiler veren, anonim Selçuk-nâme lardan ve hükümdar hânedanındansın, sana Süleyman-şah’ın kendisine katılan Türkmenler itâat edip hizmetinde bulunursak bundan ifti­ ile A n tak y a ’yı kuşattığını, lâkin fethedemehar eder ve şeref duyarız; A tsız hükümdar so­ den Anadolu’ya geçtiğini belirtmek sûretiyie yundan olmadığı için ona tâb î olmağa râzı hâdiseleri aydınlatm akta; Sibt ’i tamamlamakta değiliz“ sözlerini söylemekte; M ısır’dan derhal ve Süleyman ’m zuhurunu sarahatle meydana yardım va’di aldığını anlatmaktadır. Bu da­ okymaktadır, ki zâten hâdiselerin mantıkî vet dolayısiyle S u riy e ’ ye İnen Kutalmış-oğlu seyri ve izahı da budur ( anonim, Selçuk-nâme, ile Şökli birleşerek Taberiye ’ye gittiler ve s. 36). orada „Mısır halîfesine itaatlerini ilân ettiler". Kutalmış-oğuliarınm Fırat boylarında ve UrFakat Kudüs ’ten hareket eden ve Melik-şah fa havâlisinde faaliyete başladıklarına dâir ’tan da 3.000 kişilik bir yardım kuvveti alan muahhar kaynaklara in’ikâs eden rivâyetlerin Atsız onları mağlûp e t t i; Şökli ve oğlunu öl­ tarihî esâsları da meydana çıkmıştır. Nitekim dürdü; Kutalmış-oğlunu, küçük kardeşini ve çağdaş kaynaklar da bu husûsu te’yit etmek­ amcası ResÛl-Tigın’in oğlunu esir aldı (Sibfc tedir, Gerçekten Melik-şah ’tan Malatya ’nm hâ­ İbn al-Cavzi, Mir ât al-zamân, Topkapı, A h­ kimiyetini elde eden ortodoks Ermeni Gabriel med III., nr. 2907, XIII, var. ı $ b, 23®, 25b—26b). ile damadı Urfa sahibi Thoros 1095 yılında, Kutalmış-oğullarmdan biri, A ts ız ’a ve dola- Malatya ’ya gitmiş ve „Kutalmış-oğlu Sultan yısİyle M elik-şah’a karşı F ilistin ’de Mısır şi’î- Alp-îlİg (A îp ’i l a g ) ’i U r f a ’ya dâvet ederek leri ile anlaşarak bu teşebbüse girişirken di­ düşmanlarından intikam almak maksadıyle şeh­ ğer bîr kardeş (Süleym an) de, aynı zamanda, ri kendisine teslim edeceğini bildirmiş ve onu 476 rebiülevvei (teşrin il. 10 7 4 ) ’de MirdSsi oraya götürmüştür. Fakat kendisini bir ay son­ emîri Maljmüd ’un ölümü üzerine, H aleb ’i mu­ ra Zehirleyerek tekrar şehre sâhip oldu. Gab­ hasara etmekte idî. Gerçekten Mahmüd ’un ye­ riel de M alatya’yı teslim va’di yle onun Türk rine geçen oğlu Naşr bu şehri müdâfaa eder­ askerlerini oraya götürüp a ld attı; şehre ya­ ken Kutalmiş-oğluna „sultanın nâibi olduğu­ rınca kapılarını kapatarak onları dışarıda bı­ nu“ söyliyerek ve bir tnikdar da mal vererek rak tı". Bu Türkler Davud adlı reisleri idare­ onu muhasaradan vazgeçirdi. Bu surette Haleb sinde Malatya ’yı kuşattılarsa da, bu sırada ’ den S ala m iya ’ye çekilen Kutalmış-oğlu orada şehre göz dikmiş bulunan Gümüş-Tigin b. DâA tsız ’a mektup yazarak kardeşinlu serbest bı­ nişmend Gâzî onlarla Gabrîel arasında sulhu rakılmasını istedi. Fakat A tsız bu hususu sul­ sağladı ( Urfalı Mathieu, frns. tro, E. Dulaurier. tana yazdığını, gelecek cevaba göre hareket Paris, 1858, s. 21 0; Süryânî Mikhael, III, »79; edeceğini bildirdi ve bir az sonra da Süley­ Vardan, türk. tro., H. Andreasyan, Tarik se­ man *m kardeşlerini Melik-şah ’a gönderdi. Alp mineri dergisi, İstanbul, 1937, s. 185). Biı Arslan ’ın ölümü dolayısiyle meydana çıkmak 1 müddet sonra, 516 ( 1 1 2 2 ) ’de de, Kutalmiş fırsatını bulan ve az zamanda bir kısım Türk- -oğlu Dolât (D evlet) Artuklu İlgâzî ’nin emir­ menleri etrafında toplayan Kutalmış-oğlu Ha- leri arasında meydana çıkarak Haçlılara karş ’çb ’den sonra Antakya ’yı kuşattı. Bu eşnâda Haleb ’dçn 'A zSz üzerine bir akın yapmış vt

204

S Ü LE YM A N -ŞA H I. (B . K u t a l m i ş ).

dönüşte Guillaume ’un taarruzuna uğrayıp ka­ Mihael Dukas, 1072 yılında, îafevk Komnenos ’u yıplar vermiştir ( ‘A zım ı, Târih, nşr. Ct. C a­ kardeşi Aiexios ve Norman reisi Rııssel ile bir­ ben, J A , 1938, s. 390; İbn aU'Adim, Zuhdat al- likte bir ordunun başında Anadolu ’nun mühalab f i târih Halab, nşr. Sami ’l-Dahhân, 1954, dafaâsına .gönderdi. Kayseri ’ye varan Bizans II, 205). Bu kayıtlar K u talm iş’ın Süleyman ve ordusu şehri zelzeleden yıkılmış ve burçlardan MansÛr ’dan başka, bu havalide kalıp kendile­ başka bir şey kalmamış bir hâlde bulmuştu. rine hâkimiyet sahaları te’mine çalışan ve hat­ Malazgirt ’te R. Diogenes ’e hiyânet eden Rus­ tâ Sultan unvanını alan iki oğlunun daha mev­ sel, B izan s’ın perişanlığından faydalanarak, cut olduğunu ve Urfa ile alâkalı rivayetlerin Anadolu ’da bir devlet kurmak teşebbüsüne tarihi bir esâsa dayandığını meydana koyar. girişti ve kuvvetlerini alıp, K a y s e ri’den Sivas Çağdaş bir Bizans müellifinin K u talm iş’m beş istikametinde uzaklaştı. İşte bu sırada idi ki, oğlu olduğuna dâir rivayeti de kayda şayandır Türkler de Kayseri ’ye doğru ilerliyordu. Bu (Skylitzes, s. 732), kİ, Suriye ’de esir edilip vaziyette Türkler ile Bizanslılar arasında' vuku Melik-şah ’a gönderilen Süleyman ’ın diğer kar­ bulan karşılaşmada Bizanslılar mağlup ve Isaak deşi ile amcazadesinin isimleri bize kadar gel da esir edildi, Ordunun dağılması üzerine A n ­ k a ra ’ya kaçan A lexios kardeşinin fidyesini te­ miş değildir. Kaynakların bu rivayetlerini böylece kıy­ dârik maksadı ile İstanbul ’a varıp döndü. Bu metlendirdikten sonra Kutalmış-oğullarının esnada Isaak da yakın şehirlerin zenginlerinden, önce Fırat ve Urfa havâlisinde faaliyete giriş­ vergi alarak, topladığı parayı verip hürriye­ tiklerini ve bu ilk devrede Melik-şah ’a ( yâni tini satın aldı. İki kardeş Ankara ’da buluş­ ona tâbi Atsız ’a ) karşı mücâdeleye başladıkla- tukları zaman Türkler de şehrin kapılarına nı ve bu maksatla da şi’î Mısır halîfesi ile yaklaşmış ve onları tâkip ederek Sakarya ’yı münâsebet kurduklarını, fakat bu teşebbüsler­ geçmişlerdi { N. Briyénnios, frns. trc. H. G ré ­ de muvaffak olamayarak kardeşlerini esir ver­ goire, Byzantion, 1953, XXIII, 503—509; Zodiklerini tesbit etmiş oluyoruz. Bu durum Sü­ naras, Chronique, frns. trc. M. de St. Amour, leyman ve kardeşlerinin A lp Arslan veya Melik- Paris, 1560, s. 108“ ; Anne Comnène, A lexiade, £ah tarafından Anadolu ’nun fethi ve idaresine frns. trc. B. Leib, Paris, X937, I, 10 ). Sivas tarafına gitmiş bulunan R ussel’in bir­ gönderildiğine ve kendilerine iktâ edilen bu ülkede hüküm sürme hakkı bahşolunduğuna dâir den-bire dönüp Sakarya ve İzmit havâlisine muahhar kaynakların yanıldığını, ifâdelerinin varması ve bu bölgede hâkimiyetini kurmağa müphem ve mütenâkız bulunduğunu göster­ çalışması A rtuk ’un orta Anadolu ’da fetih'ere mektedir ( j. Laurent, Byzance et les Origines girişmesi ile alâkalıdır. Filhakika Bizans kay­ du sultanat de Raum, Mélanges Ch. D iehl, Pa­ naklarının ancak orta Anadolu ’dan geçişinden ris, 1930, I, 179 i Mükrİmin Halil Ymanç, A na­ sonra bahsettikleri A rtuk Bey ’in daha önce dolu'nun feth i, İstanbul, 1944, s. 57, 85, 87; Sivas ve Amasya taraflarında fetihlerde bulun­ ondan naklen 1, Kafesoğlu, Sultan M elikşah duğu muhakkaktır. Zîrâ Dânişmend-nâme ’de­ devrinde Büyük Selçuklu im paratorluğu, İs­ ki kahramanlar arasında Artühi adı ile yer tanbul, 1 9 5 3 , 3 , 66 ; ayn. mil,, M elikşah, 1 À, alan bu Türk beyinin tarihî faâliyetlerine âit V li, 667; M. KÖymeıı, Selçuklular devri Türk bir hâtıra da Amasya-Tokat havâlisinde Artarihi, Ankara, 1963, s. 102 v.d. ; S. Runciman, tuk-ova veya Artuk-âbâd ismidir ki, orta çağ A H istory o f the Grusades, Cambridge, 1951, Türkiye kaynaklarında da mevcudiyeti onun I. 64 ). fetihleri ile ilgilidir ( bk. I. Melîkoff. La Ges­ 2. S ü l e y m a n ’ın g e l i ş i n d e A n a d o -te de Melik Dânişmend, Paris, 1940, 1, 125 ). ! u. Malazgirt zaferini müteakip, Bizanslılar Artuk Bey Dâniştnend ilinden orta A nadolu’ya ile yapılan sulh bozulunca, A lp Arslan bir takım geçerken Norman reisi Russel de imparator Türk beylerini Anadolu ’nun fethine me’mûr M ihael’in amcası Yohannes’in kumandasında etmişti. A rtık Bizans ordusu ve mukavemeti gönderdiği Bizans ordusunu bozmuş, kuman­ kalmadığı için Tnrkmenler her tarafı sür’atle danını esir almış ve bu esiri imparator ilân işgal ve iskâna başlamışlardı. Muahhar İslâm eylemişti. Bu sûretie müşkil bir durumda ka­ kaynakları, Anadolu ’da birer beylik kuran Sal- lan imparator Mihael bu sırada „müthiş bir tuîc ( Erzurum ’da ), Gümüş-Tigın Ahmed ( Dâ- ordunun başında ilerleyen" Artuk ( Artukh ) nişmend ) Gazı ( Sıvas-Am asya ’da ), Mengüeük île bir anlaşma yapmağa mecbûr oldu; Böyle­ Gâzî ( Erzincan-D ivriği’de) ve Artuk (şarkî ce Sakarya nehrini geçen Artuk Bey, Russel. A nadolu’d a ) beyleri bu ilk fatihler arasında ile birlikte Yohannes’i mağlûp etti ve Sapanca sayarlar ise de, bunlar arasında yalnız Artuk ( Sophon ) dağına kaçarken kendilerini yaka­ ’un mevcut bulunduğu şâbittir. İmparator Ro­ ladı i bu dağ için bk. W. Ramsay, Anadolu manos Bİogenes ’in yerine Bizans tahtına çıkan 'nun tariki coğrafyası, türk,. trc. M. Pektaş

SÜ LEYM AN -ŞAH I. { B. K u t a l m jş ).

İstanbul, i960, s. 205, 235). Artuk Bey, Rus­ s e )’i fidye mukabilinde Franklara veYohannes ’i de imparatora teslim etti ; bu sayede Türkler, hiç bir engel ile karşılaşmadan, İzmit ’e ve Marmara sâbillerine kadar ilerlediler (Bryennios, s. 519 v. d,; Zonaras, s. ıo8a ; A ttaliates, s. 198, v, d.). Zahir al-Davla Artuk, Malazgirt zaferini mîiteâkıp, Anadolu’da bu s ü r ’atli fetihlerini ya­ parken Kavurt da saltanatı elde etmek mak­ sadı ile Rey üzerine yürüyordu. Bu nâzik du­ rum dolayısiyle Melik-şah, A rtu k ’u 1 0 7 3 ’te merkeze çağırmak zorunda kalmış ve o da ikî ordunun karşılaşmasında sultan tarafında hiz­ met etmişti (anonim, Selçuk-nâme, s, 15). Artuk ’un ayrılışından sonra Norman reisi Rus­ sel, tekrar fırsat bularak, Amasya ve Niksar { Neokaisareia ) taraflarına hâkim oldu. Ona karşı imparator, Aiexios ’u gönderdi ise de, yer­ li halk Bizans kumandanını değil, Russel ’i ter­ cih ettiğinden bir şey elde edemedi. Bu sıra­ da idi ki, İslâm kaynaklarında adı geçmeyen Tutak büyük bir ordu ile orta Anadolu’ya gi­ riyordu. Russel derhal bu Türk beyi ile dost­ luk kurdu. Lâkin tehlikeyi gören A iexios Türk kumandanını kazanmak için daha cazip teklif­ lerde bulundu. Sultan ile imparatorun dost ol­ duğunu, Russel ’in, büyük kuvveti dolayısiyle kendisine yaklaşttğını ve onu teslim etliği tak­ dirde büyük bir meblağ ödeyeceğini bild rıyor­ du Bunun üzerine Tutak rehineler alıp, Nor­ man reisini Bizans kumandanına teslim etti. Fakat Amasya halkı ağır vergi 'steyen Aiexios ’a karşı ayaklandı ve memnun bulundukları Norman reisini kurtarmcğa çalıştı ise de, ni­ hayet Aiexios ayaklanmayı bastırdı; parayı tahsil edip Tutak ’a gönderdi ve kendisi de Russel ’i yanma alarak İstanbul ’a hareket etti. Yolda ecdâdınm memleketi olan Kastamonu’yu ziyaret ederken Türkİerin görünmesi ile yolu­ nu değiştirerek Ereğli *ye vardı ve orada da BizanslIları tâkip etmekte olan Türkler ile çar­ pışarak denizden İstanbul ’a gi tti { Bryennios, s. 5 2 1 —527 ; Zonaras, s. 108^ ; Anne Comnène, I, I 2 ~ 15 ; Chalandon, A lexis /, Comnène, Pa­ ris, 1990, s. 29—3 1 ; G, Schiumberger, Epopée Byzantine, 11, 85 —87; Lebeau, H istoire du Bas-Em pire, XV, 19 —26 ; G . Finlay, H istory o f Creece, London, 18 51, s. 54; M. H. Ymanç, Anadolu ’nun fethi, s, 87 ; Cl. Cahen, La P re­ mière pénétration targue en Asie-mineur, B y zaniian, XVI 1J, 33 }. İmparator Mihael bu buhranlı devrede mey­ dana çıkan âsileri tenkil ederken bütün Ana­ dolu ’nun elden çıktığını görüyordu. 1074 şu­ batında papa Gregorius ’a baş-vurarak Türklere karşı yardım istedi ve buna karşılık da orto­

doks kilisesini katolik kilisesi ile birleştire­ ceğini va’adettı. Bu müracaatı memnuniyetle kabul eden papa bâzı Avrupa kıratlarına ve hıristiyan âlemine hitap ederek Türkİerin İs­ tanbul sûrlarına kadar bütün Şark imparator­ luğu beldelerini istilâ eylediklerini beyânla onları bir Haçlı seferine dâvet etti ( Migne, Patrologie Latine, C X L V 1I1, 329). Fakat bu zamanda papalık ve Cermen imparatorluğu arasında bir mücâdele mevcut bulunduğundan bu mürâcaat bir netice vermedi ve Haçlı se­ ferleri de ancak bundan 23 yıl sonra başla­ yabildi. Kaynakların A rtuk ta n sonra büyük bir kuvvetle A nadolu’da harekette bulunan T u ta k ’tan bir daha bahsetmemeleri, artık Kutalmış-oğullarınm bu memlekete gelişi ve Türkmenlerin onların etrafında toplanmaları ile ilgili olmak icâp eder. A rtu k ’un 1076 yı­ lına kadar Anadolu ’da fetihlerle meşgul bu­ lunduğuna ve Süleyman ’m şikâyeti üzerine Melik-şah tarafından buradan alındığına dâir fikirler tamâmiyle yanlış tahminlere dayan­ makta ve bu tarihte Bahrayn ve A h sa’ ’da bu­ lunan Karmatîlere karşı gönderilmiş olmasın­ dan istidlal edilmektedir (M. H. Ymanç, s. 89, 109) ki, onun Kavurt isyanını bastırmakta ve daha sonra da kendisine âît Hulvân iktâmda bulunmakta olduğu da dikkati çekmemiş, bu sebeple Anadolu hâdiseleri de açıklığını kaybetmişti. 3. S ü l e y m a n ’ın A n a d o l u f e t i h l e ­ r i ve h ü k ü m d a r l ı ğ ı . Alp Arslan zama­ nında Suriye ’ye kaçmış bulunan Yabgulu Oğuzlarının A tsız idâresinde M e!ik-şah’a itâat etmeleri ve onlara karşı Şökli ’nin Kutalmışoğullarını daveti üzerine girişilen mücâdelede sonuncuların mağlûp olması, Süleyman ile kar­ deşi Mansûr ’un, kendileri için daha müsâit bir hâle gelen Anadolu ’ya geçmelerine sebep oldu. Gerçekten A rtuk Bey ’in Iran ’a dönmesi ve bu ülkede bir Selçuk şehzadesi veya büyük bir Türkmen beyinin bulunmaması onların bu taraflarda şansını arttırıyordu. Bundan başka A nadolu’ya gelen bu Türkmenlerin mühim bir kısmı da A lp Arslan ’a ve Melik-şah ’a karşı isyân eden Kutalmış, El-Basan ve K a v u rt’a mensup „Yabğular olup, bunlar devamlı bir şekilde R ûm ’a (A n ad olu ’ ya) göçüyorlardı." Melik-şah ’ın halası ve Ei-Basan ’m zevcesi Gev­ her Hâtûn da 1074 ’te intikam almak için „Rûm ’a gitmekte bulunan Yabgulara yetişmek üzere Azerbaycan ’a" hareket etmişti. Daha önce de Alp Arslan tarafından El-Basan ’’ tâki be gönderilen ve onu sığındığı Bizans imparato­ rundan teslim almak isteyen Afşin de, impa­ ratora: „Aramızda dostliık olduğundan mem­ leketlerinize dokunmadım. Hâlbuki bu Yabgu-

SÜ LEYM AN -ŞAH ï. ( B. K u t a l m iş ).

lular (Y a vg ıy y e) sultanın düşmanıdır; sizin ülkelerinizi de yağma ve tahrip ettiler. Bu sebeple El-Basaıı ’ı teslim etmeniz gerektir" diye ihtarda bulunmuştur ki, bu durum Ana­ dolu ’ya göçen Türkmenlerin Kutalmış-oğuliarını nasıl beklediklerini göstermektedir (S ib t, XII, 254», XiH, nr. 2931, 467 y ıl ı), İşte Süley­ man ve Mansûr ’u Anadolu ’ya çeken sebepler bunlardı. Filhakika bir kaynağa göre „Suleyman-şah kendisine karşı ittifak eden Şam emirlerinin askerlerinin çokluğu dolayısiyle orada kaiamayarak Rum gazasına g ir iş t i; tâlîh yardım etti, devlet yüz gösterdi ve kendisine koşan Horasan Türkmenleri ile Önce Antakya üzerine yürüdü; fakat fethedemedi. Oradan Rum ’a geçti; evvelâ Konya ’yı M ârtâvkustâ ’dan ve G â v e l’e (G evâle) kalesini de RHmânüs M Skri ’den a ld ı; bir çok müstahkem kaleleri ve hü­ kümdarların hazînelerini ele geçirdi. Heybeti kâfirlerin kalbinde yerleşti ve kahramanlığı sayesinde Konya ’dan İznik kapısına kadar her tarafı a ld ı; hiç bir ordu karşısına çıkamadı" (anonim, Selçuk-n&me, s. 36}. Bizans impara­ torluğu bu yıllarda o kadar perişan ve Ana­ dolu ile münâsebetlerini o derece kesmiş bir durumda idi ki, Süleyman ’m bu fetihleri ve husûsiyle hıristiyanlık tarihinde mühim bir mevkii olan ve İstanbul ’un yanı-başmda bu­ lunan İznik şehrinin fethi bile Bizans kaynak­ larında bir akis bırakmamıştır. Bu devir İslâm kaynakları çok zayıf olduğu ve Suriye müel­ lifleri Anadolu ’dan uzakta bulundukları hâlde, bunlar „Kutalmış-oğ'u Süleyman, 467 ( 1075 ) senesinde, İznik (M ik iya) ve havalisini feth­ e tti" ifâdesi ile bu fetih ve tarihini tesbit edip anonim, Selçuk-nâme ’yi te’yit eylemişler­ dir ( ‘A zim i, s. 3 61 ; İbn Şaddâd, al-A 'lâ k alffaiira, British Museum, Add. 23334, S. 346). Nitekim Bizans müellifleri de 1078 ’de Süley­ man ’ın İznik ’te oturmakta olduğunu belirt­ mekle İznik ’in bu tarihten önce onun elinde bulunduğunu meydana koymakta ve dolayısiyle İslâm kaynaklarını da te’yit etmektedirler. Du­ rumun bu sarahatine rağmen bizantınistlerin yanlış izahları ve İslâm kaynaklarına dikkat edilmemesi yüzünden İznik ’in fethi ve Süley­ m an’ın payitahtı oluşu tarihi 1077 — 1081 yıl­ ları arasına alınm ış. ve bir vuzuha varılama­ mıştır { J, Laurent, Byzance et les arigines du Saltanat de Roum, Paris, 1930, s. 179 v.d d .; ayn. mil., Byzance et les Türce Seldjoucides, Nancy, 1 9 1 3 ,s. 12 ; M .H. Yınanç, A n ad o lu ’nun feth i, s. 107 v.dd.; bk. mad. MELİKŞAH; M. K ö ym en ,& /fuklular devri Tiirk tarihi, s. 106). Konya şehri ilk defa 1068 yılında Türklerin eline geçmiş idi ise de, Bizanshlar diğer şe-

birler gibi Konya ’yı da istirdat etmişlerdi. Bu suretle İznik’in fethi ve Türkiye Selçuk­ luları devletinin kuruluşu 1075 yılında vukiı bulmuştur. Süleyman ’ ın İznik ’ten önce Kon­ y a ’yı payitaht yaptığına dâir görüşlerde yan­ lış tahminlere dayanıyordu ( A . Vasilief. H is­ toire de l’Em pire byzantin, Paris, 1932, I, 4 7 1 ; M .H .Ym anç, A nadolu ’nun fe th i, s. 107 ). Süleyman, 1075 ’te, İznik ’te yerleştikten son­ ra Bizans ’ın uğradığı buhrandan ve zayii imparator Mihael ’e karşı çıkan isyanlardan faydalanarak sür’atle devletini genişletmek ve kuvvetlendirmek imkânlarını buldu. Gerçekten Bizans ’ın Rumeli ordusu, 107$ ’te, toptan ayak­ landı ve bu ordunun kumandanı N. Bryennios Edirne ’de, 1077 ’de imparatorluğunu ilân ederek İstanbul üzerine yürüdü, İmparator bu tehlike­ li durumda hapisten çıkardığı Russel ’i, A lexis ile birlikte ona karşı gönderdi. Tam bu sırada İdi ki, Anadolu ’da bulunan askerlerin kuman­ danı N. Botaniates de harekete geçti ve A lp Arslan ’dan kaçıp B izan s’a sığınan S e lç u k ’un torunu El-Basan ( Khrÿsoskül ) ile birleşerek Kütahya ’dan İzmit ’e doğru ilerledi. Fakat Türklerden korktuğundan ancak geceleri sapa yollardan hareket ediyordu. İznik hizasında, Sakarya yakınında ( Atzula mevkiinde ), Sel­ çuk kuvvetleri tarafından sarılmak tehlikesine mâruz kalan N. Botaniates, müttefiki bulunan El- Basan ’ı amcazadesi Süleyman ’a gönderdi. Bir takım menfâatler karşılığında ve her hâlde maksadını da anlattıktan sonra, onu iknâ etti. Böylece Süleyman daha müsait şartlar dolayısîyle müttefiki bulunan imparator yerine Bo­ taniates ile anlaşmağı tercih etti. Bu sayede imparatorluğunu ilân eden N. Botaniates „Man­ sûr ( Masur ) ’dan ve Bitinia ’da İznik hüküm­ darı olan Kutalmış-oğiu Süleyman ’dan „2.000 kişilik kuvvetten başka asker yardımı va’dini alarak İstanbul ’a doğru harekete geçti ; ora­ daki tarafdarlarımn da müzâhareti ile, 1078 ’de, Bizans tahtını elde etti. Yeni imparator ile birlikte giden Türk askerleri, Üsküdar ( Chrysopo’.is ) ’da çadırlarını kurarak bir bayram şenliği içinde eğleniyor, şarkı söylüyor ve İs­ tanbul ’da İtibâr görüyorlardı. Yeni imparator bu Türkleri Rumeli ’de Peçenek ve Bulgarlara dayanan N. Bryennios ’a karşı gönderdi. Türkler Bizans 'ın iç mücâdelelerine karışa­ rak bu sâyede „hâkimiyetlerini Karadeniz, Marmara ve Akdeniz sâhillerine kadar her ta­ rafta genişlettiler... Her yer Türkler ile doldu“ ( N. Bryennios, frns. trc. Cousin, Histoire de Constantinople, París. 1672, 111, 760 v. d. ; Zonaras, s. 109»; A ttaliates, s. 266. 276; G, Fiolay, s. 56 ; J. Laurent, Sultanat, s. 180 v. d. ), Süleyman, Malazgirt zaferinden bir kaç yıl

SÜ LEYM AN -ŞAH I. ( B. K u t a l m i ş )..

sonra Anadolu ’da yeni bir devlet kurarken bu orada , hazîneler değer in.de. hediyelerle gelen eski ve yeni gelen Tfirkmenlere dayanıyor ve Bizans elçisini kabul etmişti. (S ib t, 17 0 ; Şadr onları yanında topluyordu. Onun bu muvaffa­ al-Din al-Husayni, Ahbâr al-davlat al-salcükiyetleri, arttıkça Türkistan ve İran ’dan iler­ kiga, Lahor, 1933, s., 63 v, d .; anonim, Selçukle yoır^Türkmen aktnları sür’atlendi ve büyüdü. nâme, s. 16 ). Bu mektup ve; elçilerin neler el­ Nitekim 1080 yılında Azerbaycan’dan Anado­ de ettikleri hakkında; kaynaklarda tafsilât yok lu ’ya çok büyük bir Türk nüfusu akını vuku ise de, Melik-şah ’m bu-ülkelerde hâkimiyetini buldu ( bk, O. Turan, agn, esr., s. 195—200). kurmağa uğraştığı muhakkaktır. Filhakika Me­ Süleyman ’m kurduğu devlet ve kazandığı mu­ lik-şah, kardeşi .Tutuş-^u Suriye ’ye gönderir ve vaffakiyetler, Anadolu’ da Türk kesafetini art­ A tsız . idaresinde . teşkilâtlanan Yabguluları tırarak, kuvvetlenmesine âmil olduğu gibi, Bi­ itaate alırken büyük kumandanlardan emir zans ’m kötü idaresi, savaşlar ve isyanlar do- Porsuk ’u da Anadolu .’ ya me’mur ederek, Sü­ layısiyle perişan olan yerli halklar da Süley­ leyman ve diğer Kutalmış-oğuilarını berta­ man ’m idaresinde huzûr ve sükûna kavuşuyor raf eylemek istiyordu,. A nadolu’da gazâ yap­ ve bu sayede Türkiye Selçuklu devleti.sağlam makta olan Afşin, Saltuk ( Bizans ve Ermeni bir temele oturmuş bulunuyordu. Bizan s’ın kaynaklarında Samuk ve A rap kaynaklarında tâkip ettiği ortodokslaştırma ve rumlaştırma Şanduk âdının aslı Saltuk olmalıdır. Hem Türk­ siyâseti de Ermenileri, Süryânîleri, rSfizî mez çe bakımından ve hem de tarihî bir şahsiyet heplerinde bulunan yerli halkları ve P a v la k î-. olması dolayısıyle bu düzeltme doğru olsa ge­ leri ( Paulieiens, a. B ay â lık a ) de bu devlete rektir), Dilmaç-oğlu Mehmed, Tarank-oğlu ve düşman etmiş ve Selçuklulara yaklaştırmıştır. Tutu-oğlu (M. H. Yınanç ve ondan naklen ya­ Bizans devleti Ermenileri şarktan orta Anado­ zanlar bu ismi Davdav şeklinde okumuşlar­ lu ’ya sürerken B alk an lar’dan naklettiği Slav, dır. Hâlbuki Tutu Bey mâlûm bir Türkmen Ulah ve Türkier de gayr-i memnun olarak yeni ad ıd ır) gibi Oğuz beyleri 468 zilkadesinde idareyi tercih ediyorlardı. Bunlar yanında Ana­ (temmuz 1076) askerleri ile birlikte Rûm dolu 'da büyük arazi sahipleri etinde esir ve­ ’dan Haleb ’e dönüyorlardı kî, bu dönüş onların ya topraksız bulunan köylüler de Selçuklular Süleyman ’1 tanımamaları ve Melik-şah ’a sada­ sayesinde toprağa ve hürriyete kavuşuyordu. katleri ile ilgili idi. Nitekim Melik-şah bunlara Zîrâ Süleyman ve halefleri, eski Türk göçebe S u riy e ’ye giden T u tu ş’a iltihak etmelerini em­ hukukuna göre toprakları köylülere dağıtıyor retmişti (Ibn al-‘A dim , B u ğgat al-talab f i ta­ ve devlet mülkiyeti altında herkesin tasarru­ rih ffa la b , Bibi. Nationale, A r. 2138, var. 96b; funa imkân veren bir m îrî toprak rejimi ku­ ayn. mil., Zubda,.., II, 56}. ruyorlardı (Anne Comnene, I, 18 ,69 , 7 1 ; A tMelik-şah ’m Anadolu *yu ve Kutalmış-oğultaliates, s. 306 v. d .; Süryânî Mikhael, III, 172; 1arını itaate almak maksadiyle gönderdiği emîr G. Finlay, s, 5 1 ; J . Laurent, Saltanat, s. 18 0 ). Porsuk ’un hareketleri hakkında kaynakların 4. S ü I e y m a n-ş a h ve M e 1 i k-ş a h. Sul­ifâdeleri çok kifayetsiz ve karışıktır. Bu riva­ tanlık dâvası ile ortaya atılan Kutalmış- yetlerden birine göre, eihan hâkimiyeti dâvâsı oğutlarının, büyük Türkmen kitlelerine daya­ ile (bk. Selçuklular tarihi, 3. l$4 v.dd.) Por­ narak, Anadolu ’da bir devlet kurmağa giriş­ suk ’u Anadolu ’ya göndermiş; o da BizanslIları meleri ile S u riy e ’ye kaçan Yabgulutarm Atsız sıkıştırarak imparatorlarını yıllık 300.000 altın ve diğer beyler idaresinde bir beylik kurma­ ( dinar ) haraca bağlam ış; hattâ gûyâ bizzat sut­ ları Melik-şah ’1 endişelendiriyor ve saltanat tan da İstanbul ’u kuşatmış ve Bizans ’m haracım mücâdelesini kazandıktan sonra, merkeziyetçi 1 .000.000 kızıl altına çıkarmış, Konya, A ksa­ bir devlet kurmak maksadiyle bu yeni teşek­ ray, Kayseri ve bütün RÛm beldelerini alarak külleri itaate almağa veya ortadan kaldır­ Kutalmış-oğlu Süleyman ’1 Rûm ’da melik yap­ mağa zorluyordu. Anadolu *nun Türklerle do­ mış ve Antakya ’yı da alıp kendisine teslim larak tamâmiyle elden gittiğini gören ve pa­ etmişj T u tu ş’u da Ş a m ’a göndererek Mısır pa Gregorius VII. ’a müracaat edip bir yardım ve M agrib'in fethini emretmiştir ( ‘îmâd alalamıyan Bizans imparatoru Mihael, Melik-şah Din İşfahani=Bundâri, Zubdat al-nuşra, nşr. ile anlaşma teşebbüsüne girdi. Filhakika im­ Th, Houtsma, s. $5, 70 ; Şadr al-Din al-Husayni, parator. 1074 haziran tarihti, halîfeye Süryâ- s. 71 v.d.). Emîr Porsuk’un seferine âit bu aîce ve satırlar altında Arapça tercümesi ya­ mühim bilgi muahhar bir müellife göre ,,Kuzılı iki mektubundan birinde, ondan Melik-şah talmış ölünce oğlu Mansûr Rûm ’a gitti ve çok nezdinde sulh teşebbüsüne tavassutta bulun- yerler fethetti. Meük-şah taht’a çıkınca emîr masmı reca ediyordu. Melik-şah" Anadolu ’ya Porsuk*u R ûm ’a gönderdi. O, emîr M ansûr’ u ve Suriye ’ye ordular göndermeden önce, 468 öldürdüğü zaman kardeşi Süleyman küçük idi. ( 1 07 6) yılında K afk asya’ya hareket edince O da Türkmenlerin iltihâkı ile çok yerler aldı“

SÜ LE YM A N -ŞA H I. ( 6 . K u t a l m iş ).

(C an âb i, a l-A y la m al-zâkir, A yasofya, nr. 3033, var, 47oa ) şeklinde verilmektedir. Bu ifâde ile hâdise bir az vuzuh kazanmakta ve savaşın da Kutalmiş-oğullarına karşı olduğu ve Mansûr’un Ölümü ile nihâyete erdiği meydana çıkmaktadır. Kaynağı kaybolan bu malûmat Abu ’ 1-Farae tarafından da karışık bir şekilde nakledilmiş, fakat yeni ilâveler ve tarih kaydı ile hâdise bir az daha aydınlatılmıştır. Bu müellife göre, Melik-şab, Kutalm iş’ 1 ( doğrusu:-oğlunu ) yakala­ mak maksadı ile, 10 78 ’de, emir Porsuk ’u Ana­ dolu ’ya gönderdi. Porsuk İstanbul ’a sığınmış bulunan Mansûr ’u N. Botaniates 'ten istedi ise de, imparator teslim etmedi. Nihayet Porsuk ile Kutalmiş { -oğlu ) arasında savaş başladı ve iki taraftan da çok insan öldü. Fakat neticede Porsuk bir hile ile hasmını öldürüp keyfiyeti sultana bildirdi ; Türkler de Kutalmiş ’ın diğer oğlu Süleyman ’a iltihak etti ( Abu ’ 1-Farac, s. 227 ). Kaynaklardaki vuzuhsuzluklara rağmen, Porsuk’un Kutalmış-oğullarına karşı gönderil­ diği, bu esnada onlar Bizans imparatoru ile müttefik bulunduğu cihetle, seferin Bizanslılara karşı sayılmış bulunduğu da her hâlde şüphe­ sizdir. Kutalmış-oğullarının Büyük Selçuklular ile ve husûsiyle Süleyman ’m Melık-şah ile mü­ nâsebetlerini, kanâatimizce, hatalı olarak tefsir eden modern tarihçiler, Süleyman ile kardeşi Mansûr arasında bir savaş olduğunu, Süley­ man ’ın yardım istemesi üzerine Melik-şah ’uı Porsuk ’u Anadolu ’ya gönderdiğini ve Mansûr ’uıi öldürülmesinden sonra Anadolu hâkimiye­ tinin Süleyman ’a verildiğini kabul etmişlerdir { J. Laurent, Saltanat, s 1 7 9 ; M. H. Yınânç, s. 10 5 ; bk. mad. MELÎKŞAH ). Aşağıda görüle­ ceği üzere M elik-şah’ın Süleym an’dan sonra oğullarını İran’a götürerek İznik tahtını boş bı­ rakması da ailevî husûmetin devâmını gösterir. Süleyman ile kardeşi Mansûr arasında bir mücâdele olduğuna dâir kaynaklarda bîr işâret mevcut olmadığı gibi, Bizans kaynakların­ dan yalnız Bryennios ’un bir defa bahsettiği Mansûr ’un Süleyman ite birlik bulunduğa ve Botaniates’in tahta çıkarılmasında müşterek yardım yaptıkları da belirtilm iştir. Bundan başka Kutalmış-oğullarına karşı setere çıkan Porsuk ’un İznik ’te devlet kuran Süleyman ’1 istisna edip ve hattâ ona yardım yapıp Man­ sûr ’u bertaraf etmeğe çalışması da bu seferin manasızlığını gösterir. Seferin Mansûr ’a ve Bizans’a karşı 1078 ‘de vuku bulduğuna dâir kayıt Kutalmış-oğullarının aynı yılda Botaniatea ile ittilak hâlinde onu tahta çıkarmaları hâdisesiyle ilgili otarak bir hakikati belirt­ mekte,- Porsuk ’a karşı yeni imparator ile on­ lar arasındaki ittifakı te’yid etmekte ve Man-

sûr ’un da bu esnada öldürüldüğü anlaşılmak­ tadır, Mansûr ’un öldürülmesine rağmen Sü­ leyman ’ın bu tarihten sonra daha fazla kuv­ vetlenmesi, -Porsuk ’un bir tenkil işinde fazla bir şey elde edemediğini İfâd e. eder. Porsuk . çayı adtnm da onun bu havalideki faaliyetle­ rinin bir hâtırası olarak kaldığı muhakkaktır. Bir Bizans müellifi de Botaniates’in Türkleri kazanmak suretiyle imparator olduğunu ve da­ hilî muharebeyi önlemek maksadıyle araya giren halîfenin RÛm eyâletlerini Kutalmiş -oğluna verdiğini söylerken seferin hedefini ve Melik-şah ’m muvaffakiyetsizliğe uğrayarak Anadolu ’dan el çektiğini belirtir ( Zonaras, s. 109a). Bu, yukarıda görüldüğü üzere, Şadr ai-Din al-Husayni ’nin Po rsu k ’un Bizanslıları mağlûp etmesinden sonra Melik şah ’ın „Konya, A ksa­ ray, Kayseri ve bütün Rûm beldelerini Kntalmış-oğlu Melik Rükneddin Süleyman ’a bıraktı“ ifâdesini de açıklamakta ve sultanın Anadolu ’daki fi’lî durumu bir müddet için kabul et­ tiği mânasına gelmektedir, Süleyman ile Man­ sûr ’un hiç olmazsa bu sırada yeni Bizans im­ paratoru ile müttefik bulunduklarında aslâ bir şüpheye yer yoktur. Bu durum Melik-şah ile eski imparator Mihael arasındaki görüşmelerin bir anlaşma ile neticelenmiş olduğunu ve Kutalmış-oğullannın da bu sebeple Botaniates tarafını tuttuklarını izah eder. Porsuk’un Anadolu seferinden bahseden An na Komnena, mûtad üzere, tarih vermediği gibi şahısları ve hâdiseleri de karıştırır ve yalnız Süleyman-şah ’ın ölümünden sonra vuku bulan seferden bahseder. Gerçekten oaa göre, Bargiarukh ( Melik-şah olacak ) Prosukh ' emir P o rsu k ) 'u Jo.oco kişilik büyük bir ordu ile İznik üzerine sevketmiştir. Anadolu beylerini itaate aldıktan sonra Porsuk, İznik 'e doğru ilerlerken oraya gelmekte bulunan bir Bizans ordusu ondan korkarak İstanbul ’a döndü. Bu yeni durumda imparator ile İznik hükümdarı Abu ’1-KSsiro ittifak yaptı ve İzn ik ’i 3 ay mu­ hasara eden Porsuk, Bizans yardımı dolayışiyle, bir gece muhasarayı bırakarak çekildi ( Alexiade, II, 68 -7 4 ). Bu bilgiyi veren Bizans müel­ lifi, P o ısu k ’uu gelişinden önce Abu ’1-Kâsim ’ın Marmara sahillerinde bir donanma inşâsına başlayarak İstanbul ’11 almak istediğini, Bizans­ lIların inşâ hâlindeki gemileri yaktıklarını, Porsuk ’un gelmesi ile Abu ’l-Kasim ’ın yardım almak iç'n İstanbul'a gittiğini anlatarak bir takım tarihleme karışıklıklarına meydan verir. Chalandon bu hâdiseleri ıc86 yılı ortalarında göstermekle hatâ eder ( A lexis /. Çomnene, Paris. 1910, s. 10 1 ), Filhakika Süleyman bu ta­ rihte S u riy e ’de Tutuş ile karşılaşırken Melik-şah da 1086 eylülünde Porsuk, Bozan ve Ayaz il«

SÖ LEYM AN-ŞAH I. CĞ K UT ALMIŞ l birlikte .sfahan 'dan Haleb 'e doğru seferde bu­ lijo rıa ıd ı. Bizansiılar muhasarayı bırakarak lunmaktadır. Porsuk, 1087 nisanında da Melik- kaçınca Türk ordusu Melissenos ile birlikte şah 'm kızı Mebmelek ’in düğün alayı başında Kadıköy { o zaman D am alis) ’e gelip yerleşti. B agdad ’a gelmektedir. Bu sebeple onun ikinci Fakat ondan daha mahir ve erken davranan seferi bu zamanda bahis mevzuu olamaz ( Ibn Alezios Komnenos 1081 ’de imparatorluğunu al-A şir, Kahire, 1303, X , 5 1, 5 5 ; İbn al-'Adim , ilân etti ( BryennîoS, s. 794 v. d d ,; Anne ComZubda.,., II, Joo j Selçuklular tarihi, s. 149 v. d d ,; nene, I; 95} A ttaliates, s. 307; G. Finlay, s, Süleym an’ın Antakya seferinden önce veya o 87 v. d .). esnalarda Porsuk ’un bîr seferi de bahis mevBu durum Türklerin her tarafta yayılmaları­ zûu olamaz. Zîrâ böyle bir durumda Süleyman na ve henüz ele geçmemiş yerleri almalarına ’ın payitahtını bırakıp Suriye fetihleri ile uğraş­ yardım etti. Filhakika Süleyman, „süvâri ve ması manasız olur. Bu sebeple Porsuk’ un bu piyade askerlerini Marmara ve Karadeniz sa­ İkinci seferi daha sonraya a it tir ), Süleyman hillerine, Boğazlara kadar gönderiyor, her ta­ ’in ölümünden sonra Melik-şah ’ın Abu ’ 1-Kâs!m rafı işgal ettiriyordu. Az bir gayretle deniz üzyrine, İznik ’e karşı Porsuk ’u göndermesiyle (b o ğaz) de geçilebilirdi. Onları kimse bu ik'nci bir seferin vuku bulduğu, bunun bu yerlerden atamazdı. Sahiller ( B oğaz’da ) ’deki tarihlerden sonra olduğu ve burada birinci kasabalarda korkusuzca yaşadıklarını gören seferin bahis mevzûu edilmediği görülüyor, Bizansiılar ne yapacaklarım şaşırmışlardı". TürkM elik-şah’ın Po rsu k ’dan sonrada A nadolu’ya ler Boğaz ’1, gümrük dâireleri ve geçiş vergi­ Bozan ’1 göndermesiyile üçüncü bir sefer vu­ leri ile de, mürâkabeleri altına almışlardı. ku bulmuş olduğu gibi, bu seferlerden sonra A rtık İstanbul Boğazı Selçuklular ile Bizansonun BizanslIlardan fethedilen Anadolu bel­ h lar arasında hudut olmuştu. Yeni imparator delerine 50 kadar minber koyduğuna dâir ka­ A ie iio s bir kaç gece baskını ile Türkleri Bo­ yıtlar da bu devrede Porsuk ve Bozan kuman­ ğaz ’dan uzaklaştırmağa giriştiyse de, bunu dasında sevkedilen orduların Anadolu ’nun bü­ başaramadı. Fakat B izan s’ın B alkanlar’daki yük bir kısmını itaat altına aldığına ve 50 şe­ vaziyeti daha iyi değildi ve o tarafta İstanbul­ hirde hutbenin Melik-şah adına okunduğuna de­ ’u koruyan bir deniz müdâfaası yoktu, Böylece lâlet eder. Bununla beraber bu durum çok kı­ Anadolu ’da ciddî bir iş yapamayan A . Kom­ sa sürmüştür ( 'İmâd al-Din, s. 5 5 ; anonim, nenos Balkanlar ’daki âcil tehlikeyi bertaraf Selçuk-nâme, s. 17 ). etmek için Süleyman-şah ile anlaşmaya mfeeS. S ü l e y m a n ve B i z a n s. Süleyman, Por­ bûr oldu. Bu sebeple Selçuklu sultanına mü­ suk ’a ( doğrusu: Melik-şah ’a) karşı BizanslIlar­ him bir mikdarda para veya vergi ( kaynakta la ittifak hâlinde bulunarak onu muvaffakiyet- hediye) vererek Türkleri B oğazlar’dan, kudud sizliğe uğratıp çekilmeğe mecbûr etti ve bu olarak çizilen Drakon suyuna kadar, çekilmek sayede Melik-şah’ a karşı istiklâlini korudu; ar­ şartiyle, 1081 yılında, bir ahîdnâme imzalama­ tık Türkiye Selçukluları devletine emniyet ve ğa muvaffak oldu (Anne Comnene.1, 136 v.dd.; kuvvet geldi. Bu durumu kazandıktan sonra J . Laurent, Sultanat, s. 18 1 v. d .; ayn. mil., da B izan s’ta eksik olmayan taht kavgaları Seldjou cides, s. 8, 1 1 ,9 4 ; E. Brehier, La Vie Süleym an’ a yeni fırsat ve imkânlar hazırladı. et la mort de Byzance, Paris, 1948, s. *87— 290). Balkanlar ’da Norman istilâsına karşı Süley­ Nitekim Istanköy ’deki mâlikhânesinde oturan N. Melişsecos da yeni imparator Botanİates ’i man-şah ile anlaşan ve muâhedenİn İmzasından tanımıyor, Ege denizi sâhillerine kadar yayı­ sonra da „şarktan Türk askeri ‘ getirtmek zo­ lan Türkterin başbuğları He temas ederek tah­ runda kalıp, bu arzusunu sultana bildiren“ tı ele' geçirmeğe çatışıyordu. Bu teşebbüsünde (A lexiade, 1 , 1 4 6 ) imparatorun Selçuklulara muvaffak olabilmek için Süleym an’la ittifak büyük menfaatler tanıdığı muhakkaktır. Fakat yaparak, F rik ya ’da ve Galatya ’da henüz Bizans­ Bizans vak’anüvislerinin, kendiSerine mahsus lıların elinde kalan şehirleri de Selçuklulara bir zihniyetle, verilen haracı hediye, impara­ teslim ediyordu. Bu siyâset değişikliği Süley­ torları taht'a çıkartmakta oyuncak gibi kulla­ man ile Botaniates’in arasını açtı ve impara­ nan Süleyman ’1 hâlâ bir tâbi ( v a s s a l) say­ tor, 1080 senesinde, A nadolu’ ya bir ordu şev­ maları ve anlaşma maddelerini belirtmemeleri ketti, Bu ordu „Sultan ile savaşmak maksadıy­ durumun aydınlanmasını zorlaştırmaktadır. la İznik’i kuşatmak“ veya bu esnada Eskişe­ Lâkin Süleyman ’ın ölümüne kadar devam eden hir ( Dorylaion ) havâlisinde bulunan Süleyman bu muâhedenâme bükümlerine göre ( Alexiade, ve Melissenos üzerine yürümek şıkları üzerin­ II, 63, 75), Selçuklular B oğazlar’dan Drakon de durdu ve nihayet İznik ’in muhasarasına ka­ çayına çekilmekle berâber, Marmara sâhillerine rar verildi. Şehirdeki Türk garnizonu BizanslI­ kadar bütün Anadolu ’ya sâhip bulunduklarını ları oyalarken Süleyman ve Melissenos da iler- tasdik ettirmekle büyük bir hukukî netice elde Ulftm A n sikloped isi

M

SÜ LEYM AN -ŞAH I. ( È . K u t a l m i ş \

ediy'oılardı. H attâ hukuken BizanslIlara âit A ntâkya ve Sinop şehirleri mahalli hâkimler­ den fethedilirken imparatorun itirazda bulun­ duğuna dâir bir kaydın mevcut olmaması da, Aie xi os ’un bu ıo8t muahedesi ile artık bütün Anadolu’ yu Süleyman’a ter keti iği ne delâlet edi­ yordu. 1081 tarihli muâhedenâmede Selçuk-Bizans hududu olarak gösterilen Drakon suyunu, W. Ramsay İzmit körfezine dökülen Kırk-geçit suyu sandığı hâlde, Cbalandon, bunun Bozburun yarım-adasını ayıran çay olduğunu ileri sürmek­ tedir ( W. Ramsay, s. 205 ; Chalandon, A lexis Comnène, s. 72, 75). Acaba bu isimle bugünkü Drakos (O rhan) tepesi ve onun yanındaki bir dere bahis mevzuu değil midir ? İzmit ’in de Süleyman ’ın elinde bulunduğuna dâir bâzı ka­ yıtlar vardır ( bk. Süryânî Mikhael, s. 172 ). Sü­ leyman 'in askerî yardım va’dinin gerçekleş­ tiğine dâir başka bir kayda rastlanmamış, buna mukabil Makedonya’ da „Ohri bölgesin­ de oturan ve Tadik [İo s ] kumandasında bulu­ nan Türkler" den bahsedilmiştir ( Anne Comnè­ ne, I, IS I, 16 2 ; Laurent, Saltanat, s. 18 2 ; G . Schlumberger, Sigillographie de l’Emp. Byzan­ tin, Paris, 1884, s. 569 ). 6, S ii 1 e y m a n’m s u l t a n o l m a s ı . Sü­ leyman, 1081 muâbedenâmesi ile, İstanbul hu­ dutlarını boşaltmakla berâber, daha büyük bir zafer kazanıyor ; başlangıçta istikran ve istik­ bâli belirsiz devleti fı’ien olduğu gibi hukukan da A nad olu ’ya hâkim bir duruma getiri­ yordu. Filhakika Bizans tarihçisi Anna Komnena ’ya göre : „İznik ’i pâyitaht yapan ve bi­ zim imparatorluk sarayı dediğimiz sultanlığı orada kurup bütün şar ka hükmeden Süleyman" ( Anne Comnène, I, 1 36) bu muahedenin akdi sırasında bizzat Sultan unvânını da taşıyordu. Bununla berâber İslâm kaynaklarında „m elik" ve bizzat bu Bizans müellifine göre de „em ir“ unvanı ile anılan ( Anne Comnène, I, 63, 65, 67 ) Süleyman ’ın kendisini sultan ilân ettikten sonra bu hâkimiyetinin tasdiki gerekiyordu. Nitekim Süryânî Mikhael : „Süleyman İznik ve İzmit şehirlerini alarak oralarda hüküm sürdü. Bütün memleket Türklerle doldu. Bunu öğreoen Bagdad halîfesi ona sancak ve diğer şey­ ler ( yâni hâkimiyet alâmetleri ) gönderip onu taçlandırdı ve sultan ilân etti. Böylecs Türklerin Türkistan (M argiana) dışında, biri Ho­ rasan ’da ve öteki de Roma ’da ( Anadolu ülke­ sinde) olmak üzere, iki hükümdarı oldu" demek suretiyle Süleym an’ a sultanlık unvanının ha­ lîfe barakadan tevcih edildiğini veya zâten ilân edilen sultanlığın onun tarafından tasdik olun­ duğunu belirtir ( Chronique, 111, 172). Anna Komnena başka bir yerde de Antakya seferine ıçkmadan önce „Em ir Süleyman bu sırada sui-

tan rütbesini almış bulunuyordu“ kaydını v e - " : rir ( A lexiade, II, 64 ). Fakat hâkimiyet unvân ve alâmetlerinin tev­ cihinde manevî selâhiyet makamı olan halîfe yanında siyâsî iktidarın mümessili Büyük Sel­ çuklu sultanının (M elik-şah ’ın ) iştiraki de ge­ rekirdi. Nitekim daha sonra Anadolu ’da B i­ zanslIlara karşı zafer kazanan her emir Bag­ dad halîfesinden ve Horasan sultanı Sancar ’dan emirlik veya melikHk unvanlarını veya tasdiklerini elde ediyorlardı { Süryânî Mikhael, III, 1 75; Abu ’l-Farae, s. 258). Halîfenin şi’î Fâtımîîerin manevî üstünlüğünü tanımasına " fırsat vermemek ve hattâ iki rakip sultan çı­ kararak kendi kudretini arttırmak maksadı ile Süleyman ’a böyle bir tevcihte bulunmak is­ temesi tabiî idi. Porsuk ’un çekilişinden sonra ' Melik-şah ’m Süleyman’a „melik“ unvanını gön- . dermiş olması vârid idi. Lâkin İslâm dünya­ sının tek sultanı ve hattâ cihan hâkimiyeti ' davacısı Melik-şah ’ın Süleym an’a bizzat bir Sultan unvanı tevcih ederek onu kendisine şe­ rik kılan bu rütbeye eriştirmesi imkânsızdı ( Melik-şah ’in cihan hâkimiyeti mefkûresi için bk. Selçuklular tariki, s. 154 v. dd.'. Bu, an­ cak Sultan Sancar devrinde sultanların sayısı birden fazla olduğu ve dereceleri tâyin edil­ diği zaman gerçekleşmiş ve Sultan 'Sancar İrak, Anadolu, Gâzne sultanları ve Tüıkistan hakanları karşısında kendisine „Eh büyük sul­ tan“ ( Sultân■al-a'zam ) unvânmı tahsis eyle­ diği zaman diğer sultanlar mevcut olriiuştur ' ( bk. Selçuklular tarihi, s. 17 1 v.dd.). Bir baş­ ka Bizans müellifi de, Kutalmış [oğlu Süley- ' man] taht’a çıkmak için sultana karşı geldi­ ğinde halîfenin dahilî bir muharebeyi önlemek maksadıyle sultanın bütün memleketlere hâ­ kim olması ve Rûm eyâletlerini itaate alması ' için amcası oğluna yardım etmesi şart'ıyle, bir anlaşma sağladığını belirtir ( Zonaras, s. 109»), Bu, halîfenin, P o rsu k ’ un seferi münâ­ sebetiyle giriştiği tavassutla İlgili gözükmekte ve M elik-şah’ın fi’lî vaziyeti kabûl ederek Sü- " leym an’a karşı ikinci bir seferden vazgeçtiğini telkin ve ayrıca Melik-şah ’ın Konya, A ksa­ ray, Kayseri ve bütün Anadolu beldelerini Me­ lik Süleym an’a bıraktığına dâir yukarıda veri- ' len kaydı da te’yid etmektedir ( Şadr al-D inatHusayni, s. 72). Bu vaziyete rağmen halîfe, Süleym an’a melik değil de, bizzat sultân un­ vanını tevcih etmekle Melik-şah ile bir gergin­ liğe de sebep olmalı idi. İki hükümdar arasın­ da son zamanlarda husûle gelen ihtilâflarda bu te’siri de düşünmek mümkündür ( Selçuklular tarihi, s. 159 ). Bu tevcihin Süleym an’ın şi’î Fâtımîlerİ ta­ nımak teşebbüsü ile bir zaruret hâline gelme­

S Ü E -E Y M A M -Ş A H I. ; Ö K u t a l m e ş ).

si, tabii olduğu gibi, Süleyman-şah ile Melik-şah arasındaki ailevî rekabet ve saltanat mücâde­ lesinin devam ettiğini de açıkça meydana ko­ yar. Gerçekten Süleyman ’m sünnî komşu ül­ keler dururken, Tarsus fethi münâsebetiyle, bu havali için kadı ve hatib bulmak maksadıyle Trablusşam ’m ş i’î hâkimi kadı tbn ‘Ammâr ’a elçi göndermesi bu hususta en sağlam bir delildir. Halîfenin ue gâzîsi Süleyman ’ı, şi’î halîfesine bağlanmaktan vaz geçirmek maksadıyle bu esnâda ona sultanlık tevcih ettiğini kabûl etmek yerinde olur. Nitekim Anna Komnena ’nın, Süleyman ’ ın Antakya se­ ferine çıkmadan önce sultanlık rütbesi aldığına dâir kaydı da zaman ve şartlara uymaktadır. Süleym an’ın kazandığı kudret ve Selçuk so­ yundan gelmesi, tasdik veya tevcih edilsin veya edilmesin, kendisini sultan ilân etmesi için kâfiydi ve Türkistan ’da başlayan saltanat mücâdelesinin Anadolu ’da gerçekleşmesi tabiî idi. Nitekim Süleyman ’ın k u d ret. ve hâkimi­ yetine erişemeyen kardeşi A lp -lligü n Sultan unvâmyle kaydedilmesi de onun Selçuk so­ yuna mensup bulunmasıyle alâkalıydı. Böylece Süleyman „bütün Türkiye ( Turquia ) şehir ve kalelerini fethedip hâkimiyetini kurduktan sonra Süleyman-şah ( Solimanssa ) adını aldı“ { Ermeni Hayton, R. H. C., Documents armé­ niens, II, 143). Onun idaresinde „Türkler, K a­ radeniz, Marmara, Ege denizi ve Akdeniz ara­ sında bütün beldelere girmiş ve hâkim olmuş­ lardı“ ( A lexiade, I, 18 ). Bir başka müellife göre de, Süleyman „Boğazlar ’dan Suriye ’ye kadar uzunluğu 30, genişliği 10 veya 13 gün süren bu memlekete ve bütün şehirlerine sâhip oldu. Gemileri olsaydı Türkler İstanbul ’u da - alabileceklerdi“ (Guillaume de Tyr, nşr. M, Paulini, Paris, 1879, i, 19 ; Ardzrunili Tho­ m as’ın zeyli de aynı tasviri verir ; frns, tı.c. Brosset, Collection des Historiens arméniens, 3 t. Petersburg, 1874, I, 246 ). Bununla beraber Anadolu’da bâzı şehir ve kaleler henüz Bizans­ lIların elinde kalmıştı. Nitekim Alextos 1081 ’de taht’a çıktığı zaman Karadeniz Ereğ’isi bi­ de, Kappadokya ’da ve Menderes (K h o m a )’de bulunan valilere imparator olduğunu bildirir­ ken askerleri ile birlikte derhâl İstanbul ’a gelmelerini emretmişti ki, bu suretle BizanslI­ ların elinde kalan son beldeler de Türklerin eline geçmiştir (A lexiade, I, 1 31 ) . Süleyman-şah bâzan imparatorları, bâzan da taht müddetlerini desteklemek suretiyle Bi­ zans ’ın iç işlerine karışmış ve bu sâyede de kudretini arttırmış, hâkimiyet sahasını geniş­ letmiş ve imparatorları oyuncak hâline getir­ miştir. Bu duruma rağmen Bizans müellifleri ma verilen haracı hediye saymışlar ve Ana-

-

itf

doiu’yu ter ketti klerı hâlde yine de Süley- ; m an’ı imparatorluk içinde tâbi bir hükümdar göstermişlerdir ki, bu, BizanslIların eskiden beri mâlûm olan hususî bir zihniyetidir ve sâ­ dece gururlarını ifâde eder. Nitekim Türkler bir asırdan beri Anadolu ’da yerleştiği ve dev­ let kurduğu hâlde K ılıç Arslan il. tarafından Manuel ’e karşı, 1 1 76 ’da, Myrokephalon ( Kumdan lı) ’da kazanılan büyük zafere kadar B i­ zanslIlar hâlâ Anadolu ’yu imparatorluğun bir , ülkesi sayıyor ve istirdadı ümit ve hayallerini besliyorlardı [ bk. mad. KiLEÇ ARSLAN ».]. B i­ zanslılara mahsus bu zihniyet ve tarihî haki­ kat belli olduğu hâlde bâzı eiddî bizantinîstlerin hâlâ O rta-çağ tarihçilerinin te’sİrinden kurtulamamış bulunmaları cidden şaşılacak bir hâdisedir. Gerçekten, bu âlimlere göre, AIexios, . Süleyman ’a işgal ettiği yerleri bırakmış ve Istanbul-İzmit arasında Drakon çayını budut kabul etmiş, Selçuk hükümdarını imparatorluk topraklarında yerleştirmiş, bu sâyede de onu hizmetine almıştır. Bu garip anlayışa rağmen , yine de Süleyman m Anadolu ’da müstakil bir hükümdar olarak hareket edip, işgalinde bu- . lundurduğu ülkenin mutlak hâkimi olduğuna dâir aynı vekayi-nâmelerin kayıtlarını nakle­ derken de düştükleri tenakuza dikkat etme­ mişler ve onların te’ sirine tâbi kaldıklarını meydana koymuşlardır ( J. Laurent, Sultan at, s. 18 1 v.d .; ayn. mil., Seldjoucides, ş. 9, 1 1 v,d d .; L. Brehier, La vie et la mort de B gzance, s. *89 v .d ,; P. ^ ît t e k de bu görüşe katılm ıştır; krş. Selçuklular tarihi, s. 21). Hattâ, Süleyman-şah İznik ’te 10 7 8 ’de, Botaniates’in elçilerini kabûl etmiş, daha sonra da aynı maksatla İznik ’e gelen ve yardım alan Melissenos’u desteklemiş, fakat Bryennios’un aynı zihniyetle bu gelişi „B itin y a ’daki İznik’i itaate aldı“ { hakikatte sultanın yardımını elde etti ) şeklinde gösteren ifâdesi de bu ilim adamlarını yine şaşırtmış ve nitekim bu se­ beple de İznik ’in fethi ve payitaht yapılma­ sı sonraki yıllara atılmıştır. Bizans kaynak­ ları te’sîriyle Süleyman nasıl B izan s’ın garip bir tâbii sayılmış ise, Selçuk devletinin bün­ yesi kavranılamadığı için de muahhar İslâm kaynaklarının müphem ve yakıştırma ifâdeleri dolayısiyle, aynı zamanda Melik-şah ’ın da bir tâbii sanılmıştır. Bu tenkit ve tetkiklerden sonra artık Süleyman-şah’ın to?5 ’te İzn ik ’i feth ve payitaht yapıp, Türkiye Selçukluları . devletini kurduğu, 10 7 8 ’de Po rsu k ’un çekil­ mesiyle de M elik-şah’ 1 muvaffakiyetsİzliğe uğ­ rattığı, ,108 ı müâhedenâmesiyle j Anadolu hâ­ kimiyetini fi’ilen olduğu gibi hukuken da B i­ zans’a tasdik ettirdiği ve bu sÜrette sultantığını ilân ederek kudretli bir devlete sâhip

SÖLEYMAN-İAH İ. bulunduğu hakikati meydana çıkar. S ü ! e y m a 11-ş a h ’1 n ş a r k t a h u d û d u v e k o m ş u l a r ı . Sultan Süleym an’ ın bütün Anadolu ’ya hâkim olduğunu söyleyen kaynak­ lar, devletinin bu taraftaki hudutlarını ve ne­ relere kadar uzandığını belirtmezler. Bununla beraber, Süleym an-şah’ın Antakya seferinden önce, orta Anadolu ’ya, sahil bölgelerine ve bütün Anadolu vilâyetlerine, buraların korun­ ması için, valiler tâyin ettiğine dâir bir ifâde bu hususta bize umûmî bir fikir vermektedir (A lexiade, II, 67). Nitekim Süleym an’ın, bu sefere çıkarken, İznik’te, yerine nâib olarak bıraktığı Abu ’¡-ifâsim , kardeşi Abu ’!-GSzî ’yİ { Pulkhasi’ y i ) Kappadokya ’ya vâli tâyin etmiştir ki, bu, bu bölgenin Süleyman ’a âit ol­ duğunu gösterir {ayrı, esr.). Haçlı muharebeleri esnasında K ılıç Arslan' I . ’ıh yanında kahra­ manlıklar gösteren Kappadokya emîri Haşan B e y ’in. bu Abu ’ 1-Gâzi olduğu ve Haçlılar ile savaşları dolayısîyle bu unvanı kazandığı gö­ züküyor. Ereğli muhârebesinde çekildiği dağ­ da çok şehîd verdiği, bundan ötürü dağın da ona nisbetle Hasan-dağı adım aldığı, onun nâ­ mına burada türbe ve zıyâretgâhlar teşekkül ederek Selçuk devrinde çok ziyaret edildiği de anlaşılmaktadır. Dânişmend-nâme ’nin kah­ ramanlan arasında Turasan (Tur-H asan) adı ile tanınan şahsiyet de odur ( bk. Osman Tu­ ran, Selçuk Türkiyesi din tarihine dâir bir kaynak, Köprülü armağanı, İstanbul, 195$, s. 546 v.d .; Bezm & rezm, s. 466). Kaynaklarda ve tetkikler de adı, şahsiyeti ve siyâsî faaliyetleri bir türlü anlaşılamamış bulunan Tayin Dânişmend’in oğlu Gümüş-Tigîn Ahmed Gâzî de, Süleym an’ın dayısı ve tâbii olarak, bu zamanda Sivas, Amasya ve Tokat bölgesinde Dânişmendli beyliğini kuru­ yordu (İbn Hamdün, Târih, Topkapısarayı kütüp., III. Ahmed, nr', 2981, var. 156« ; İbn Şad-' dâd, A 'lâk, 65b; A b u ’ l-Farac, s, 229; Dânişmend-nâme, Bibi. Nationale, Turc, 3 17 , var, J77 •>). Bu vaziyet Süleyman ’ın nufûz ve hâki­ miyetinin şarka doğru ne kadar uzadığını ve kütün Anadolu’ nun ona âit bulunduğu kaydını te’yid eder. Dânişmend-nâme ’de ve Anna Komnena ’da Çankırı, Kastamonu ve Sinop fâtihi olarak meydana çıkan ve Çankırı ’da medfun bulunan Kara-Tigin de Süieyman-şah’ın bir valisi veya tâbii gözükmekte ve bu sebeple o da Meİikşah ’m te’dibine uğramış bulunmakta­ dır ( A lexiade, II, 64 v. dd., 74 ; Dânişmendnâme, tür. ger.). Selçuklular Bizanslıları takıp ve Selçuk dev­ letinin ağırlık merkezi Marmara sahillerine intikal ettiği için Türk nüfusunun kesâfeti garba doğru artmış ve bu sebeple de şarkî K a­

(B . K

u ta lm iş^

radeniz sahilleri, zayıf bir işgalden sotıra, tek­ rar Rumların eline geçmiştir. Bizans kaynakla­ rının müphem kayıtlarına rağmen Trabzon. ıo 7 S yılında, Théodore Gabras tarafından istirdat edilmiştir. Bir İslâm kaynağının „472 ( I079) ’de R û m ’da gazâ yapan Türklerden bir fırka tamâmiyle helâk oldu ve hiç bir kimse kurtu­ lamadı“ kaydı da bu havalide cereyân eden hâdiseler ile ilgili olmalıdır (İbn ai-Kalânisi, Z a y i târih Dimaşk, Beyrut, 1908, s. 113 ). Theodor Gabras, Trabzon ’da müstakil bir idare kurmuş ve 1091 yılında imparator Alezios ta­ rafından oradan atılm ış; yerine G regoriosTâranitos tâyin edilmiş, daha sonra da Konstantîn Gabras Trabzon’a hâkim olarak orada müstâ­ kil bir Rum dukalığı vücûda getirm işti. O. şark­ taki Türk beylikleri ile yaptığı ittifaklar sa­ yesinde B izan s’a karşı istiklâlini korumuştiı (ADxiade, II, 15 1 ; G . Finlay, Em pire o f Trébîzond, London, 1854, s. 362 v. d. ; Chalàndôn,. A lexis Comnène, s. 12 : J . Laurent, Seldjoacides, s. 67 >• Ermenilerin Fırat boylarında bir takım prens­ likler kurmaları Türkiye Selçukluları için mü­ him bir mes’ele teşkil ediyordu. Gerçekten B i­ zanslılar, XI. asrın başlarından beri şarkî Ana­ d o lu ’yu istilâ ederek oradaki küçük Ermeni kırallıklarım kaldırıp mühim bir Ermeni nü­ fusunu Sivas ve Kayseri bölgelerine nakletmişle di. Selçuklu muhacereti ve fütuhatı' da E r­ meni halkının daha fazla garba doğru, kayma­ sına, Fırat kıyılarında, T oroslar’da, K ilik yâ ’ da Malatya, Maraş ve Urfa bölgelerinde kesafet peydâ etmesine sebep olmuştur. B izan s’ın bu tehciri ve ortodokslılğu zorlamak siyâseti E r­ meni leri Rumlara karşı düşman bir hâle getir­ mişti'. Anadolu’ nun müdâfaasına kârışmıyan Ermeniler bâzan Türkleri bir kurtarıcı o'arak karşılayıp Bizanslılar aleyhindeki' millî" ye dinî nefretlerini devam ettirmişler, Malazgirt muhârebesinde olduğu gibi toptan savaş mey­ danından uzaklaşmışlar, fırsat buldukça Rîiro» lara tecâvüze geçmişlerdi.' BÖylece Ermeniler, ilk Arap fetihlerinde olduğu gibi, şimdi de B i­ zanslIlara karşı Türklere yakın olmuşlardı,'Bu sebepledir ki, çağdaş Ermeni ve Süryânî mü­ ellifleri Rumları „menfur ve kadınlaşmış“ sıfat­ ları' ile dinlerine ve millî varlıklarına düşman „zâlim râf zîler" olarak gösteriyor, Bizanslılar da onları hiyânetle itham’ ediyorlardı (U rfah Mathieu, s. 1 1 3, 15 2 ,16 6 ; Süryânî MikhâéÎ, 111, 162, 166, 169 ; Kedrenos, s. 57ı ; À ttaliâtès, s. 147, ıû j 1 St. Martin, Mémoires sür D Arménie, Paris, 1819, II, 230; Lebeau, XIV, 437 ;" G . Finlay, II, 18 v. dd., 2 3; J. Laurent, Setdjou cides, s. 5 1, 74, 76, 80 v .d .). ' ‘ İşte Bizans’ın çöküşünden ve Türklerin on­

SÜ LEYM AN -ŞAH I. (B . K utai .m u ş ).

lara karşı tâkip ve seferlerinden faydalanan Ermeniler Fırat bölgesinde, kesafet kazanarak, bir takım, prenslikler. kurmuşlar ve bu suretle de Tiirkiye Selçuklularının şark ve cenupta Türk-islâm ülkeleri ile münâsebetlerini kese­ cek bir durum yaratmışlardı. Türktere karşı Bizanslılar tarafından M alatya-Antakya hattı­ nın müdâfaasına me’mûr edilen Ermeni serger­ desi Filaret (Pbilaretos ) Malazgirt savaşında ciddî bir savaş yapmadığı hâlde bu zaferden sonra imparator Mihae! ’e karşı Romanoş Dîogenes'in tarafını tutuyordu. Fakat hakikatte, fırsattan faydalanarak, kendi hesabına çalışı­ yordu.,: Malazgirt zaferinden sonra ne yapaca­ ğını, şaşıran frank askerleri, kumandanları Raimbaud ile. birlikte, ona katıldılar; dağlık Toros bölgelerine sığınan Ermeniler de onun idaresi­ ne girdiler: Böytece Filaret, lo 7 4 ’te, hâkimi­ yetini kurmağa ve imparatorun A ntakya vali­ liğine tâyin ettiği lsaak ’ı bozguna uğratmağa muvaffak oldu. Muş ve Harput dağlık bölge­ sinde, Bisans ’a sâdık kalarak, hâkim olan S a ­ sun ve Ermeni prensi Thornig ile, mücâdeleye girişti, Filaret onunla savaşta frank reisini kaybetti ise de, Türklerle ve Türk emîri K a­ par ile ittifak sayesinde Thornig'den de kur­ tuldu. U rfa ’yı da 10 7 7 *de Bizans valisi Leon 'un elinden .aldığı gibi; M alatya’da yerleşen ortodoks Ermeni G a b rie l’i de kendisine tâbi kıldı ki, bu M alatya hâkimi daha sonra karı­ sını Bagdad ’a göndererek Melik-şah ’dan sağla­ dığı bir ferman ile de bu şehirde hakimiyetini te’yit etti. Filaret Fırat boylarında meydana çıkan Ermeni V a sa g ’ı 1079 ’da öldürdükten sonra A n tak ya'ya girdi ve orada bulunan Bi­ zanslIları katletti. Bu sOretle gittikçe kuvvet­ lenen ve hâkimiyet sahasını genişleten Filaret, Harput ’tan Kilikya ’ ya kadar uzayan Malatya, Maraş, Göksün, Tarsus, Anşzarba, Masisa, Raban, Antakya ve Urfa şehirlerini içine alan o'dukça büyük bir beylik kurdu. Fakat bu hâ­ kimiyetini kurarken iki yüzlü bir siyâset güt­ tüğü, karşısına çıkan hıristi yanları bol-bol öldürdüğü İçin Bizanslılar ve Süryânîlerden başka Ermeniler in de nefretini kazanmıştı. Mev­ kiini'Türkler ile dostluk kurarak kurtarmağa çalışan Filaret, Süleyman-şah ’ın, hâkimiyetini bu taraflara yaymasından endişelenerek, Melikşa h ’a yaklaşıyor ve bizzat ona giderek haki­ miyetini tasdik ettirmek gayesi ile de İslâmi­ yet! kabûl ediyordu. Bu durumda hıristi yanlara karşı zulmünü arttırıyor ve onların nefreti de şiddetleniyordu. Nİtekîm Filaret daha Önce de aynı siyâsî düşüncelerle Bizans Ortodoksluğunu kabul etmiş ve o zaman da şark hıristiyanlarınm nefretini kazanmıştı ( Matbieu, s. 17 3— i Ş l ; Süryânî Mikhael, s. 173, J79 ; Abu ’İ-Faraç,

*>î

s. 227; J. Laurent, Seldjoucides, s. 25, 82 —90; ayn, mil,, Des Grecs aux Croisés, Byzantion (19 2 4 ), I, 3S5—395 ; _ayn. mil., Byzance et A ntiocke, Revue des Etudes arméniennes, 1929, IX, 61 —70), 8. S ü 1 e y m a n-ş a h ’m K i l i k - y a v e A n ­ t a k y a f e t i h l e r i . Türkiye Selçukluları­ nın şarkında bu Ermeni prensliğinin kurulmı sı ve Melik-şah ’ın desteğini kazanması endişeli bir durum yaratıyor ve Süleyman-şah ’1 şark seferine ■mecbur ediyordu. Bizanslılar ile, ak­ dedilen anlaşma sâyesinde A lexios nasıl Bal­ kanlar ’da Peçenek, Uz ( Oğuz ), Kuman, ve Normanlara karşı serbest, kaldı ise, Süleyman da bu muahede sâyesinde aynı emniyetle şarka dönüyordu. Filhakika Türkiye sultanı 475 (1082) yılında Çukurova ( K ilik y a ) ’ya girerek Tarsus ’u fethetti. Bir yıl zarfında ve 476 ( 1083 ) ’da Adana, Masisa, Anazarba ve bütün Küikya bel­ delerini hâkimiyeti, altına aldı. Süleyman-şah ’ın, T a rsu s’u fethedince derhâl Trablıisşam ş i’î hâkimi Kadı İbn 'Aramâr ’a. elçi gönderip kendisinden bu yeni fethedilen şehir]er İçin kadı ve hatip talep etmesi, onun Melik-şah. ile münâsebetlerini meydana koymak ve Büyük Selçuklular ile, bu ailevî ve siyâsî rekabet dolayısıyle, A bbâsîler yetine şi’î Fâtımîleri tanıdığın ı. belirtmek bakımından çok mühim bîr hâdisedir. Kutalmış-oğulları Anado’u ’ ya gelmeden önce şimalî S u riy e ’de iken böyle bir teşebbüse giriştikleri gibi, İbrahim Yınal ve diğer Selçuklu beyleri de Mısır Fâtım îleri ile münâsebete geçerek bu yolu denemişlerdi ( al“A zim i, s. 364; Sib t, XIII, 62^, 7ot>; Süryânî Mikhael, s. 179 ; Abu. ’1-Farâc, s. 229). A bbâsîler, Tarsus merkez olmak üzere,. İs­ lamların Bizanslılar» karşı suğür veya 'avâşim ( Uc ) adı ile bu bölgede en. kuvvetli bir hu­ dut teşkilâtına sahipti. Kilikya şehirleri müs­ lüman gönüllü ve gazilerinin birer üssü olup banlar arasında pek çok da Türk askeri var­ dı. Islâm kültür ve medeniyetinin kuvvetle yerleştiği ve ilim adamları yetiştirdiği bu böl­ ge, X. asırda Bizans ’ın taarruza geçmesi üze­ rine işgal olunmuş ve bütün müslüman halk da öldürülmüştü. İşte Süleyman-şah bu bölgeyi bir buçuk asırlık bir Bizans işgalinden sonra tekrar islâm diyarı hâline getiriyor ve bura­ dan daha da ileri giderek, Filaret aleyhinde fetihlerini genişletmeğe karar veriyordu. Sü­ leyman-şah bu ileri hamle ile Büyük Selçuk­ lularla da karşılaşma ihtimâl ve tehlikelerini hesaba katıyor ; bu sebeple ds İznik ’e dönerek gereken hazırlıkları yapıyor ve tedbirleri alı­ yordu. Gerçekten A b u ’l-lfasim ’1 İzn ik ’te ye­ rine başkumandan bırakırken Kappadokya"ya, sahil bölgelerine ve bütün A nadolu’ya valiler

İli

âÖ L E Y M A N .|A H Î. (Ö . Ü u t a lm iş İ

bulunduğu hakikati meydana çıkar. radeniz sahilleri, zayıf bir işgalden sonra; tek­ 7. S ü 1 e y m a n-şa h ’ı n ş a r k t a h u d u d urar Rumların eline geçmiştir. Bizans kaynakla­ v e k o m ş n 1 a r ı. Sultan Süleym an’ın bütün rının müphem kayıtlarına'rağmen Trabzon. 1075 Anadolu ’ya hâkim olduğunu söyleyen kaynak* yılında, Théodore Gabras tarafından istirdat lar, devletinin bu taraftaki hudutlarım ve ne­ edilmiştir. Bir İslâm'kaynağının „472 ( 1 0 7 9 ) relere kadar uzandığını belirtmezler. Bununla ’de R ûm ’da gazâ yapan Türkierden bir fırka beraber, Sfileyman-şah ’ın Antakya seferinden tamâmiyle heiâk oldu ve hiç bir kimse kurtu­ önce, orta Anadolu ’ya, sahil bölgelerine ve lamadı“ kaydı da bu havalide cereyân e de d bütiin Anadolu vilâyetlerine, buraların korun­ hâdiseler He ilgili olmalıdır (İbn al-K alin isi, ması için, valiler tâyin ettiğine dâir bir ifâde Z a y i iârih Dimaşk, Beyrut, 1908, s. 11 3 ) . bu hususta bize umûmî bir fikir vermektedir Theodor Gabras, Trabzon ’da müstakil bir idare ( Alexiade, II, 67 )• Nitekim Süleyman ’m. bu kurmuş ve 1091 yılında imparator A lexios ta­ sefere çıkarken, İznik’te, yerine nâib olarak rafından oradan atılm ış; yerine G regoriosTarabıraktığı Abu ’i-îÇasim, kardeşi Abu ’l-GSzi nitos tâyin edilmiş, daha sonra da Konstantin ’yi ( Pulkhasi * y i) Kappadokya’ ya vali tâ y in - Gabras Trabzon ’a hâkim olarak orada müsta­ etmiştir ki, bu, bu bölgenin Süleyman ’a âit ol­ kil bir Rum dukalığı vücuda getirm işti. O. şark­ duğunu gösterir ( ayh. esr.). Haçlı muharebeleri taki Türk beylikleri ile yaptığı ittifaklar sa­ esnasında K ılıç A rslan' 1. ’m yanında kahra­ yesinde B izan s’a karşı istiklâlini korumuştu manlıklar gösteren Kappadokya emîri Haşan (Alexiade, İl, 1 5 1 ; G. Fin!ay, E m pire o f TrebîB e y ’in. bu Abu ’l-Gâzi olduğu ve Haçlılar ile zond, London, 1854, s. 362 v. d. ; Chalandon, savaşları dolayısiyle bu unvanı kazandığı gö­ A lexis Comnène, s. 12 ; J . Laurent, Seldjouzüküyor. Ereğli muharebesinde çekildiği dağ­ cides, s. 67 \ Ermenilerin Fırat boylarında bir takım prens­ da çok şehîd verdiği, bundan ötürü dağın da ona nisbetle Hasan-dağı adını aldığı, onun nâ­ likler kurmaları Türkiye Selçukluları için mü­ mına burada türbe ve ziyâretgâhlar teşekkül him bir mes’ele teşkil ediyordu. Gerçekten Bi­ ederek Selçuk devrinde çok ziyâret edildiği zanslılar, XI. asrın başlarından beri şarkî Ana­ de anlaşılmaktadır. Dânişmehd-nâme ’nin kah­ d o lu ’.yu istilâ ederek oradaki küçük Ermeni ramanları arasında Turasan (Tur-H aşan) adı kıratlıklarını kaldırıp mühim bir Ermeni nü­ ile taninan şahsiyet de odur ( bk. Osman Tu­ fusunu Sivas ve Kayseri bölgelerine nakletmişran, Selçuk Türkiyesi din tarikine dâir bir le di. Selçuklu muhâcereti ve fütuhatı da E r­ kaynak, Köprülü arm ağanı, İstanbul, 1953, s. meni halkının daha fazla garba doğrıi. kayma­ sına, Fırat kıyılarında, Toroslar ’da, K ilikyâ ’da 546 v.d .; Bezm ü rezm , s. 466). Kaynaklarda ve 'tetkiklerde adı, şahsiyeti Malatya, Maraş ve Urfa bölgelerinde kesâfet ve siyâsî faaliyetleri bir türlü anlaşılamamış peydâ etmesine sebep olmuştur. B izan s’ın bu bulunan Taylu Dânişmend in oğla Gümüş-Ti- tehciri ve Ortodoksluğu zorlamak siyâseti Ergin Ahmed Gazı de, Süleym an’ın dayısı ve menüeri Rumlara karşı düşman bir hâle getir­ tâbii olarak, bıi zamanda Sivas, Amasya ve mişti. Anadolu ’nun müdâfaasına karışmıyan Tokat bölgesinde Dânişmendli beyliğini kuru­ Er meniler bâzan Türklerl bîr kurtarıcı o’ arak yordu ( İbn Hamdün, Târih, Topkapısarayı karşılayıp Blzanslıiar aleyhindeki millî"' ve kütüp., III. Ahmed, ur. *981, var. 156«; İbn Şad- dinî nefretlerini devam ettirmişler, Malazgirt dad, A 'lâk , 65b; Abu ’ 1-Farac, s, 229; D âniş- muharebesinde olduğu gibi toptan savaş mey­ mend-nâme, Bibi. Nationale, Turc, 317 , var. danından uzaklaşmışlar, fırsat buldukça Rum­ 177 f>). Bu vaziyet Süleyman ’m nufûz ve hâki­ lara tecâvüze geçmişlerdi.' Böylece Ermeniler, miyetinin şarka doğru ne kadar uzadığını ve ilk Arap fetihlerinde olduğu gibi, şimdi de Bibütün Anadolu ’nun ona âit bulunduğu kaydını zanshlara karşı Türklere yakın olmuşlardı.;Bu te’ yid eder. Dânişmend-nâme ’de ve Anna Kom- sebepledir ki, çağdaş Ermeni ve Süryânî hüünena ’da Çankırı, Kastamonu ve Sinop (âti- ellifleri Rumları „menfûr ve kadmlâşmış" sıfat­ hi olarak meydana çıkan ve Çankırı ’da medfun ları ile dinlerine ve' millî varlıklarına düşman bulunan Kara-Tigin de Sü!eym an-şah’ın bir „zâlim râf zîler" olarak gösteriyor, Blzanslıiar valisi veya tâbii gözükmekte ve bu sebeple o da onları hiyânetle itham' ediyorlardı ( Urfalı da Melikşah 'm te’dibine uğramış bulunmakta­ Mathieu, s. »13, 152 ,16 6 ; Süryânî MikhàéÎ, III, dır ( A lexiade, II, 64 v. dd., 74 ; Dâr.işmend- 1Ğ2, 166, 169; Kedrenos, s. 571 ¡ Âttaliates, s. 147, i 6 t ; S t . Martin, Mémoires sar l 'Arm énie, pâme, tür. yer.), Selçuklular Bizanslıları tâkîp ve Selçuk dev­ Paris, 1819, II, 230; Lebeau, X IV, 4 J 7 ; G. letinin ağırlık merkezi Marmara sahillerine Finlay, II, X8 v. dd., 2 3 ; J . Laurënt, Scld jöu • intikal ettiği için Türk nüfusunun kesafeti cides, s. 5 1, 74, 76, 80 v.d .). garba doğru artmış ve bu sebeple de şarkî K a­ işte Bizans ’m çöküşünden ve Türklerin on­

SÛ LEYM AN -ŞAH I. ( B. Kütai.muş

).

lara karşı tâkip ve seferlerinden faydalanan s. 237 : J . Laurent, Seldjoucides, s, 25, 82—90; Ermeniler F ıra t bölgesinde, kesafet kazanarak, ayn. mil., Des Grecs aux Croisés, Byzantion bit takım prenslikler kormuşlar .ve bu sûretle { 1924 ), I, 38S—395 : ayn. mil., Byzance et An~ de Türkiye Selçuklularının şark ve cenupta tioche, Révue des Etudes arméniennes, 1929, Türk-istâm ülkeleri ile münâsebetlerini kese­ IX, 6 1 - 7 0 ) . 8. S ü 1 e y m a n - ş a h ’m K i l i k y a ve A n ­ cek bir durum yaratmışlardı. Türklere karşı Bİzanslılar tarafından M alatya-Antakya hattı­ t a k y a f e t i h l e r i . Türkiye Selçukluları­ nın müdâfaasına me'mûr edilen Ermeni serger­ nın şarkında bu Ermeni prensliğinin kurulmsaı desi Filaret (Philaretos) Malazgirt savaşında ve M elik-şah’m desteğini kazanması endişeli ci4dî bir savaş yapmadığı hâlde bu zaferden bir durum yaratıyor ve Süleymau-şah ’ı şark sonra imparator Mihael 'e karşı Romanoş Dio- seferine mecbur ediyordu. Bizanslılar ile; ak­ genes’in tarafını tutuyordu. Fakat hakikatte, dedilen anlaşma sayesinde A îezios nasıl Bal­ fırsattan faydalanarak, kendi hesabına çalışı­ kanlar ’da Peçenek, Uz ( Oğuz ), Kuman, ve yordu, ..Malazgirt zaferinden sonra ne yapaca­ Normantara karşı serbçst kaldı İse, Süleyman ğını şaşıran frank askerleri, kumandanları Raim- da bu muahede sayesinde aynı emniyetle şarka baud ile birlikte, ona katıldılar; dağlık Toros dönüyordu. Filhakika Türkiye sultanı 475 (1082) bölgelerine sığman Ermeniler de onun idaresi­ yılında Çukurova ( K ilik y a ) ’ya girerek Tarsus ne girdiler; Böytece Filaret, 1074.’te, hâkimi­ ’u fethetti. Bir yıl zarfında ve 476 ( 1 0 8 3 ) ’da yetini kurmağa ve imparatorun Antakya vali­ Adana, Masisa, Anazarba ve bütün K ilikya bel­ liğine tâyin ettiği Isaak ’1 bozguna uğratmağa delerini hâkimiyeti altına aldı, Süleyman-şah muvaffak oldu, Muş ve Harput dağlık bölge­ ’m, T a rsu s’u fethedince derhâl Trablusşam sinde, Bisans ’a sâdık kalarak, hâkim olan S a ­ şi’î hâkimi Kadı İ b n ‘A m m âr’a elçi gönderip sun ve Ermeni prensi Thornig ile, mücâdeleye kendisinden bu yeni fethedilen şehirjer için girişti, Filaret onanla savaşta frank reisini kadı ve hatip talep etmesi, onun Melik-şah, İle kaybetti ise de, Türklerle ve Türk emîri K a ­ münâsebetlerini,. meydana koymak ve Büyük par ile ittifak sayesinde Thornig'den de kur­ Selçuklular ile, . bu ailevî ve siyâsî rekabet tuldu. U rfa ’yı da 10 7 7 'de Bizans vâlisi Leon dolayısıyle, Abbâsîler yetine şi’î Fâtımîleri 'un elinden .aldığı .gibi, M alatya’da yerleşen tan ıdığın ı. belirtmek bakımından çok mühim ortodoks Ermeni G a b rîe i’i de kendisine tâbi bir hâdisedir. Kutalmış-oğulları Anado'u ’ ya kıldı ki, bu M alatya hâkimi daha sonra karı­ gelmeden önce şimâlî Suriye ’de iken böyle bir sını Bagdad ’a göndererek Melik-şah ’dan sağla­ teşebbüse giriştikleri gibi, İbrahim Visa] ve dığı bir ferman ile de bu şehirde hakimiyetini diğer Selçuklu beyleri de Mısır Fâtım îleri ile tezyit etti. Filaret Fırat boylarında meydana münâsebete geçerek bu yolu denemişlerdi ( alçıkan Ermeni V a s a g ’ı 10 7 9 ’da öldürdükten ‘A zim i, s, 364; Sibt, XIII, 62b, 7ob; Süryânî sonra A ntakya'ya girdi ve orada bulunan Bi- Mikhael, s. 17 9 ; A b u .’ 1-Farac, s. 229). A bbâsîler, Tarsus merkez olmak üzere,. İs­ zansltları katletti. Bu suretle gittikçe kuvvet­ lenen ve hâkimiyet sahasını genişleten Filaret, lamların Bizanslılara karşı şu ¡tür veya 'avâşim Harput ’tan K ilikya ’ya kadar uzayan Malatya, ( U e ) adı ile bu bölgede en. kuvvetli bir hur Maraş, Göksün, Tarsus, Anazarba, Masisa, Ra- dut teşkilâtına sahipti. K ilikya şehirleri müsban, Antakya ve Urfa şehirlerini içine alan iüman gönüllü ve gazilerinin birer üssü olup, o’ dukça büyük bir beylik kurdu. Fakat bu hâ­ bunlar arasında pek çok da Türk askeri var­ kimiyetini kurarken iki yüzlü bir siyâset güt­ dı. Islâm kültür ve medeniyetinin kuvvetle tüğü, karşısına çıkan hıristi yanları bol-bol yerleştiği ve ilim adamları yetiştirdiği bu böl­ öldürdüğü için Bizanslılar ve Süryânîlerden ge, X. asırda Bizans ’m taarruza geçmesi üze­ başka Ermenilerin de nefretini kazanmıştı. Mev­ rine işgal olunmuş ve bütün müstüman halk da kiini' Türkler ile dostluk . kurarak kurtarmağa öldürülmüştü. İşte Süleyman-şah bu bölgeyi çalışan Filaret, Sü!eyman-şah ’in, hâkimiyetini bir buçuk asırlık bir Bizans işgalinden sonra bu taraflara yaymasından endişelenerek, Melik- tekrar İslâm diyarı hâline getiriyor ve bura­ şah ’a yaklaşıyor ve bizzat ona giderek haki­ dan daha da ileri giderek, Filaret aleyhinde miyetini tasdik ettirmek gayesi ile de İslâmi­ fetihlerini genişletmeğe karar veriyordu. Sü­ yet! kabûl ediyordu. Bu durumda hıristiyaniara leyman-şah bu ileri hamle İle Büyük Selçuk­ karşı zulmünü arttırıyor ve onların nefreti de lularla da karşılaşma ihtimâl ve tehlikelerini şiddetleniyordu. Nitekim Filaret daha önce de hesaba katıyor ; bu sebeple de İznik ’e dönerek aynı siyâsî düşüncelerle Bizans Ortodoksluğunu gereken hazırlıkları yapıyor ve tedbirleri alı­ kabûl etmiş ve o zaman da şark hıristiyania- yordu. Gerçekten Abu ’İ-Kasim ’ı İznik ’te ye­ rınm nefretini kazanmıştı ( Mathieu, s. 173 — rine başkumandan bırakırken Kappadokya’ ya, 1Ş 1 i Süryânî Mikhael,s. 173, 179; Abu U-Faraç, sâhil bölgelerine ve bütün Anadolu ’ ya valiler

SÜ LEYM AN -ŞAH I. ( B . KUTALM IŞ)

tâyin ederek, dönünce ye kadar, her birini kendi bölgesini korumakla vazifelendiriyordu ( A lexiade, II, 63, 6y ). Süleyman, Antakya üzerine hareket ederken dayısı Gümüş-Tigin Ahmed Gâzî de Fiiaret ’İn tâbii Gabriel ’e karşı Malatya ’ yı muhasaraya gidiyordu. Bu müşterek taarruz yanında, »085 yılında, KaraTigin de Sinop ’u fethe girişiyordu ( Alexiade, II, 64; Mikhael, s. 1 7 3 ; Abu ’l-Farac, s. 229; İbn Hamdün, 156“ ; Sibt, 73*»; İbn Şaddâd, 66»; İbn Ş.ihna, Târih ffa la b , nşr. Serkis, Bey­ rut, 1909, s. 19 7 ; Dânişmend-nâme, var. 115« ). Süleym an’ ın hareketi ile muvazi olarak emir Buldacı da, 10 8 5 ’te, Yukarı Ceyhan bölgesini, Elbistan, Göksün ve Raban şehirlerini fethe­ dince bu' havalide yalnız Maraş, F iia re t’in elinde kaldı. Ermeni katolikosu bu Türk be­ yini tercih ettiğinden, Fiiaret, Maraş ’ta yeni bir katolikosluk kurdu, ve Bogos adlı bir pa­ pazı bu mevkie tâyin etti. Fakat kendisine karşı umûmî nefret doiayısiyle bu papaz da bir kaç gün sonra makamından uzaklaştı ( Mat­ hieu, s. 1 9 1 ; Mikbael, s. 173, v.d.). A lp Arslan ile Kutalmış arasında savaşta sultanın tara­ fında bulunan ve daha sonra Fars eyâletinde vâliliği ve imâr faaliyetleri ile tanınan emir Buldacı ile bu emîrin aynı olduğu gözüküyor ise de, onun nasıl ve ne sebeple bu tarafa ■geldiği ve Süleyman-şah ile ne gibi münâse­ betleri olduğu belirli değildir ( Sadr al-Din alHusayni, s. 3 1 ; İbn al-Balhi, Fârs-nSm a, C M S , s. 154 ). Bundan başka ilk Haçlı savaşları es­ nasında Sümeysât sahibi olarak meydana çı­ kan ve Artuk oğlu Sökmen ile birlikte Haçlı­ lar ile mücâdele ederek Urfa ’yı kuşatan emir Balduk ile de bir münâsebeti belli değildir. Emir Gâzî ’nin oğlu Balduk veya Balduklu (B aldukıyye) Türklerinden Gâzİ adları ile de gösterilmesi onun hüviyetini tâyinde zorluk çı­ karmaktadır (Mathieu, s. 21 9; Vardan, s. 186; Guillaume de Tyr, I, 127 v.d .; Süryâni ano­ nimi. ingl. trc. Tritton, J R A S , 1933, s. 72; tbn al-A şir, X , 197 ). Bu bölgede başka bir takım Türkmen beyleri de Süleym an-şah’a katılıyordu. Bunlardan Mincık oğlu (İbn Mınc â k ) 300 süvari ile geldiği gibi, T u tu ş’tan kaçan Arslan-Taş da daha önce, 472 \ 1079 ) ’de, Rûm ’a yâni Süleyman-şah ’a gitmişti ( ibn al‘Adim , B u ğya, ıoı »; Zuhda, II, 67). Türkiye sultanı, bu Türk beylerini, Fiiaret ’in elinde bulunan memleketlerin fethine me’rnûr ederken, kendisi de bizzat Antakya üze­ rine yürüyordu. Memleketlerinin sür’atle elden çıktığını ve hıristiyanların da hıyanetini gö­ ren Fiiaret bizzat Melik-şah V giderek müm­ kün olanı kurtarmağa çalıştı. Fakat U r fa ’ya döndüğü zamanda idi kİ, Süleyman ’ın A ntak­

ya ’yı aldığını öğrendi ve bir müddet sonra da Maraş ’ta ölüp sahneden çekildi (Mathieu, s. 195 ; Mikhael, s. 173 ). Fiiaret ’in Melik-şah ’a gidip ayrılmasından fırsat bulan A ntakya hal­ kı ve başta şehrin valisi gizlice Süleyman ’a adam göndererek onu dâvet edip şehri ken­ disine teslim etmeyi teklif ettiler ki, bâzı rivâyetlere göre, bizzat Fiiaret *in oğlu Barsam da bu gidenler arasında bulunuyordu. Süleyman-şah ordusu ile birlikte İznik ’ten Antakya ’ya doğru hareket etti. Hareketini gizlemek maksadıyle geceleyin yürüyerek 12 günde, A n ta k y a ’ya vardı. Emniyet ve gizlilik sebebiyle de K ilikya sahillerinde süvâri> ve piyâde, askerlerini, gemilere bindirerek A sî nehri munsabmdan, birden-bıre A ntakya sûr­ ları önüne çıktı ( İbn a l-A şir, X , 4 7 ; Baybars al-Manşüri, Zukdat al-fihra, FeyZullah Efendi kütüp,, nr. 1459, 2 11» ; Abu ’l-Farac, s. 229 ). Bâzı muahhar kaynak ve tetkikler; bu gemiler ile geçiş hâdisesini kavrayamam ışlar; siyâsî ve coğrafî durumu da hesap edemeyerek lunu F ır a t ’tan geçiş şeklinde tevil eylemişlerdir. Süleyman geceleyin sûrlar Önüne geldi ve 300 kişi ile F âris kapısından şehre girdi. Sabahle­ yin Türk askerlerinin haykırışı ile uyanan halk birden şaşırdı. Süleyman ’m askerleri fasılasız ve „dalgalar hâlinde" şehre girmeğe devam ediyordu. Türkiye sultanının geldiğini ve as­ kerlerin kimseye dokunmadığını anlayan halk, sakin olarak, evlerine döndü. Fakat İlk defa savaşa başlayan muhafızlar Antakya iç kale­ sine sığındılar. Böylece Antakya, i l şaban 477 ( 1 3 kânûn I. 10 8 4 )’de fethedildi. Kalede bir müddet kuşatıldı. Fiiaret ’in adamları su ve erzakın kesildiğini, kendilerine de emân veril­ diğini görünce 12 kânun II. 1085 ’te kaleyi teslim ettiler. Böylece Süleyman, Orta-çağda ve hıristiyanlık tarihinde çok meşhur olan bu tarihî şehri, 348 (969 ) yılından beri işgal eden BizanslIlardan kurtardı. Şehir daha önce Anado­ lu ’.ya geçerken kendisi ve bir kaç defa da A fşin tarafından kuşatılmıştı ( tbn al-’Adim, B u ğya, 1066; Zuhda, II, 8 7; tbn al-A sir, X, 47 ; İbn Şihna, s. 2 1 1 —2 1 3 ; Mathieu, s. 187 v.d.1. Antakya 'nm Türkler ve daha sonra da Haç­ lılar tarafından alınması ve istikbâli hakkında bir takım kehânet ve rivayetler teşekkül et­ mişti. Bir zelzele neticesinde topraktan, elle­ rinde mızrak ve kılıçları ile tunçtan süvari heykelleri meydana çıkm ış; bunların Türkieri veya Haçlıları temsil ettiği tefsiri yapılmış ve Süleyman ’ın şehri fethine dâir bir münec­ cimin kehâneti de isâbet etmişti ( Süryâni Mi­ khael, s. 18 3 ; İbn al-'Adim , Buğya, 107»; tbn Şaddâd, 34b), Süleyman-şah ’ın A ntakya ’ya gi­ rince, halka İyi muamelesi ve adaleti hakkın­

SÜ LEYM AN -ŞAH I. (B . KUTAî.Mrş).

s ii

da da kaynaklar müttefiktirler. Nitekim o, as­ ması tabiî idi. kerlerin evlere girmesini ve halka karışmasını Bu durumda ilk çatışma Süleyman İle Müs­ yasak etti. Derhal şehrin imârına girişti. Şeh­ lim arasında başladı. Müslim, Filaret iie dos­ rin büyük IÇlâsiyân ( Çassinus ) kilisesini camie tane münâsebetlerde bulunuyor ve ondan A n ­ tahvil edince, ilk cuma namazında büyük bir takya için yıllık bir cizye alıyordu. Müslim, âyin icra edildi. 1x0 müezzin ezan ve tekbir bu fetih üzerine şimdi bu meblâğı Süleyman sesleri ite bu fethi tebcil etti. Şair A bivardi ’dan istedi ve onu M elik-şah’a itaatsizlik iie de bu büyük fetih münâsebetiyle sultana bir itham ve tehdide girişti. Te’yid edilemeyen bir kaside yazdı (İbn al-A şir, X, s. 4 7; Yâkût, rivâyete göre, Süleyman M elik-şah’ a itâat ey­ Mu cam abbuldan, Beyrut, 195 5, 1, 269). Önce lediğini, burada hutbe ve sikkenin onun namı­ Bizanslılann, sonra da Filaret ’in zulümlerinden na olduğunu bildirdi. Bundan başka Antakya şikâyetçi olan, şehrin bilhassa Ermeni ve Sü r­ ’ yı kendi cihadı sayesinde alıp bîr İslâm bel­ yânî halkı çok memnun oldu. Uzun müddet desi hâline getirdiğini ve kendisinden cizye istilâ ve huzursuzluklar içinde bulunan Haleb istenemiyeceğinİ bu cevabında söylüyordu ( İbn ’in Hârim ve Dulük kazaları da kendiliğinden al-A şir, Türih al-A iâbakiya, R H C r., s. 14 ; İbn Süleyman-şah ’ın idaresine geçti ('Azim i, s. 36 5; al-‘ Adim , Buğya, 108“ ). Haleb ’e bağlı bâzı ka­ İbn al-lÇalânisi, s. 1 1 7 ; İbn Hamdün, 156«; sabaların Süleym an’ ın idaresine geçmeleri ve Sib|, 75«; İbn Şaddâd, 52«, 95*>; Mathieu, s. Halebli bâzı ileri gelenlerin Antakya ’ya gelip, '18 8 v.d .; Mikhael, s. 17 3 ; Abu ’1-Farac, s. 229; onu H aleb’e dâvet etmeleri Müslim ile gergin­ Hayton, Doc. Armen., s. 143). liği arttırıyordu. Böylece muharebe sakınılmaz 9. S ü 1 e y m a n-ş a h ’ın B ü y ü k S e l bir ­ hâle gelmişti. Gerçekten Şaraf al-Davla Müs­ ç u k l u l a r i l e ç a t ı ş m a s ı v e . s o n u . lim ’in askerleri Antakya bölgesine akın yap­ Süleym an-şah’ın Marmara sahillerinden An- mağa başladı ve Süleyman-şah da Haleb civa­ ■takya *ya kadar uzayan ve Suriye ’ de ge­ rına bir birlik gönderdi. Nihayet muharebe . nişlemeğe başlayan hâkimiyeti, onun Büyük için iki taraf hazırlanmağa başladı. Bununla Selçuklular veya tâbileri. İle. bir rekabet ve beraber Türkiye hükümdarı muharebeye tutuş­ çatışmasını mukadder kılıyordu. Süleyman ’ın maktan sakındı ve bir sulh teşebbüsüne giriş­ Antakya fethini müteakip Melik-şah ’a elçi gön­ ti. Lâkin red cevabı alınca, 25 safer 478 ( 23 derdiğine ve onun da bundan memnun olduğu­ haziran 10 8 5 ) ’te, iki ordu Haleb ile Antakya na, Arap Şaraf al-Davla Müslim *in bundan en­ arasında Am ik ovasına akan A frîn çayı üze­ dişelendiğine dâir rivayetler doğru olsa bile rinde, i£urzâhil mevkiinde ( Bu mevki için bk. iki amcazade arasındaki münâsebetlerin dü­ Yâkût, IV. 322 ) karşılaştı. İlk harekette Çu­ zeldiğine hükmetmek kolay değildir. Esasen buk, Türkmenleri ile birlikte, Müslim ’in or­ böyle bir teşebbüs vârid ise, bu, siyasî şartla­ dusunu terkederek Süleyman tarafına geçin­ rın bir icabı olmalıdır. Gerçekten Süleyman, ce (İbn al-A şir, X. 4 7 ; Sibt, 75«), Arap A n tak ya’ nın fethi ile uğraşırken Melik-şah da kuvvetleri bozguna uğradılar, Müslim de öl­ şarkî Anadolu ve Suriye mes'elelerinin halli dürüldü. Bu netice üzerine artık ilerleyen Sü­ için harekete geçmişti. Melik-şah’a sadakatsiz­ leyman-şah da 1085 temmuzunda Haleb ’i ku­ liği ve hıristîyanları iş başma getirerek İslâm şattı ve Müslim ’İn cesedini de Haleb kapısın­ aleyhdarı bir siyâset takibi doiayısiyle Diyar- da defnetti ( İbn al-‘Adim , B u ğ y a ,.108*—109b; bekir ’deki Marvahi emîri, devleti bir harekete Zubda, II, 89—92 ve 36 5; İbn al-KaiSnisi, s. zorluyordu; B izan s’m .da eski bir tâbii idi. xx8; Baybars al-Manşüri, 2x28; Sibt, 71* —71b, Son olarak Mısır^ Fâtımîleri ile münâsebete 75b; Mathieu, s. 19 0 ; A b u ’l-Farae, s. 230), geçen Şaraf al-Davla Müslim de Maryanı ’lerle Bu zaferlerden sonra Haleb ’İn de muhasara­ anlaşmış ve lutuflanna nâil olduğu Melik-şah ’a sı Süleyman-şah ile Büyük Selçukluları daha karşı nankörlük etmişti ( bk. Selçu klu lar ta­ yakın bir mücâdeleye sürüklüyordu. Bu sırada rihi, s. 1 4 5 —147). Bu sebeple Melik-şah bir Haleb ’e hâkim bulunan Ş a rif Abu ‘A lî Haşan, yandan Diyarbekir üzerine bir ordu sevkedi- Süleyman ’] oyalarken öte yandan da hem yor; öte yandan kendisi de bizzat Şaraf al-Dav- Melik-şah ’a, hem de Şam meliki olan kardeşi la ’ye karşı Musul seferine çıkıyordu. Tam Tutuş ’a mektup yazarak şehri kendilerine tes­ A ntakya fethi sırasında, 1085 kânun II. başla­ lim etmek için ya bizzat gelmelerini veya Sü­ rında, H orasan’da kardeşi T e k iş’in isyanı üze­ leyman’ı uzaklaştıracak bir ordu göndermele­ rine Musul 'dan o tarafa dönerken Müslim ’in rini bildiriyordu. Bu durumda Süleyman-şah itâat teklifini kabulden başka Musul ile bir­ Haleb ’deki tarafdarlan ile aleyhdarlarmı başlikte Haleb eyâletlerini de tekrar kendisine başa bırakarak Müslim ’in askerlerini tâkibe bırskt; i'u nâzik durumda M elik-şab’ın Süley­ g iriş ti; onları çöle kaçırdı ve harekete devam­ man a karşı da ihtiyatlı ve yumuşak davran­ la Ma'arraj Kafartâb ve Şayzar şehirlerimi tşg-

SÖ l-EYM AN -ŞAH I. { B. K utalm iş ). lim aldı. Buralara valiler tâyin e t t i; halka adalet gösterdi. K in n asriu ’i kuşatıp aldıktan sonra imâr etti ve burada Müslim'in dul kalan zevcesi Mani'a Hatun ile evlendi. Oradan tek» rar Haleb üzerine hareket ederken Tutuş da Şam ’dan bu tarafa doğru yola çıktı. Süleyman Haleb ’i ikinci defa muhasaraya başlayınca şe­ hir h a lk ı: „Tutuş ile muharebeniz neticelendik­ ten sonra şehri size teslim edeceğiz“ cevabını verdi (İbn ai-A şir, Târik al-Atâbckiya, s. l6 ). Büyük bir Türkmen kuvvetine sâhip olan ve Anadolu ’da ilk fetihleri ile meşhur bulunan Eksük oğlu A rtuk da Tutuş ile birlikte bulu­ nuyordu. Diyarbekir muhasarasında Fahr alDavla Cahir ile birlikte bulunan ve onunla bozuştuktan ve Melik-şah’a da gücendikten son­ ra Suriye ’ ye giden Zahir al-Davla Artuk Bey orada sultanın ağır hediyeler ve hâkimiyet alâmetleri getirip kendisine dönmesi teklifini yapan elçilere: „Kutaimış-oğlu Süleyman ’a saldırmak ve onun, sultanın memleketlerini tahribine müsâade etmemek maksadıyle Haleb ’e gidiyorum" cevabını vererek elçileri mem­ nun e tti; Ş a m ’a gidip Tutuş ile anlaştı (S ib t, ?6a • Abu T-Farae, s. 230). Tutuş, K u d ü s’ü Artuk Beye ikta etti. Rivayete göre „her sa­ vaşta muzaffer olmuş bulunan ve Haçlılar nezdinde de yüksek bir mevki ve itibâra sâhlp olan“ ( İbn Muyassar, A hbâr M işr, nşr. H. Masse, Kahire, 1919, s. 38 ; İbn al-Azrak. 182b ) Artuk Bey, Tutuş ile birlikte Süleyman ’a kar­ şı Haleb üzerine yürüdü ve savaşta büyük bir rol oynadı. • Süleyman-şah bu hareket haberini alınca T u tu ş’a doğru ilerledi. İki ordu, H aleb’in 3 mil yakınında, 'Ayn Şayiam mevkiinde ( bk. Yâküt, IV, 178 ; 18 safer 479 . 5 haziran 1086 ) günü karşılaştı. Amca-zâde iki Selçuklu hü­ kümdarı arasında çok şiddetli bir savaş ol­ du. Suriye seferinde Süleym an-şab’a katılan Çubuk ve şâir Türkmenler, şimdi safları değiş­ tirerek, Tutuş tarafına geçmek ve Büyük Sel­ çukluları tercih etmek şirretiyle Süleyman-şah ’ın bozulmasına sebep oldular. Bu sÛretle ya­ ratılan sarsıntıyı düzeltme gayretlerine rağ­ men Süleyman hezimeti önleyemedi. Esir ol­ mak tehlikesi ile karşılaşan Türkiye sultanı savaş meydanından uzaklaştıktan sonra atın­ dan in d i; k ala n ın ı yere koyup oturdu, yeti­ şen Tutuş'un askerleri kendisini götürmek is­ tedikleri zaman da kılıcını çekerek intihar etti veya diğer bir rivayete göre muharebe mey­ danında şehit edildi. Başta veziri Haşan b. Tâbir olmak üzere askerlerinin mühim bir kısmı esir oldu ( Alexiade, II, 6 5 ; İbn al’Adim , Zubda, 1!, 95—97; Buğyc,r, 109=— xioa ; tbn al-A s ir, X, 50; Azim i, s. 366: İbn al-Ça-

lânisi, s. 1 1 9; İbn Hamdün, 156b; Baybars alManşüri, 213a—214b; İbn V âşil, M ufarric alkurüb, Kahire, 1953, I, 14—16 ; Zahabi, T ârih al-lslüm , Haydarâbâd, s. 6 ; Abu ’l-Fidâ1, T â­ rik, İstanbul-, 1280, H, 205; İbn Kaşır, XII, 130; A ksarâyi, s. 20 v.d.). Süleyman-şah ’ın, savaş sahnesinden uzaklaş­ tıktan sonra, intiharına dâir A , Komnena’nın rivayetine mukabil Haleb tarihçisinin, cesedinin ölüler arasında bulunduğu ve ancak Tutuş ’um „Selçuk oğullarının ayakları birbirine benzer"(İbn al-'A dim ; Zubda, il, 97) diyerek ötüşünün tanındığı kaydı gözönüne getirilirse, onun muharebe meydanında hayatını k a y le ftiğine hükmedilebilir. Süleyman ’in cesedi karşı­ sında Tutuş’un şu sözleri iki Selçuklu ailesi, Arslan Yabgu ve Mikâil-oğulları, arasındaki mü­ nâsebetleri göstermek bakımından kayda şayan­ dır., Gerç kten o : „sîzlere zulmettik ; sîzleri uzaklaştırdık ve öldürdük" sözlerini söyledikten sonra çok üzüldü ve göz yaşlarını sildi. Nâştnı kıymetli bir kumaşa sararak cenazesini kaldırdı ve onun bir yıl önce Müslim ’i gömdüğü Ha­ leb kapısında defnetti. Süleyman ’ın mağlûbi­ yetinde devlet merkezinden çok uzak bulun­ ması, kendisine iltihak etmiş bulunan Suriye Türkmenlerinin karşı tarafa geçmeleri ve bil­ hassa Artuk Bey başlıca âmildir. Süleyman ’ın yüksek vasıflarına, askerleri ve tebeası tara­ fından çok sevilmesine mukabil, Tu tu ş’un mai­ yetine sert muamelesi dol ayı siyle Türkmenlerin karşı tarafa geçmesi ancak Melik-şab 'i hesaba katmaları ile izah edilebilir ( Tutuş hakkında bk. Selçuklular tarihi, s. 163 v.d.). Esasen bu muharebe başladığı zaman Meltkşah da Urla ’ya varmış bulunuyordu ( bk. S e l­ çuklular tarihi, s. 148 ). Diyarbekir fethinde Harput ’u iktâ olarak alan Çubuk ’un bu ta­ rihten sonra orada bulunması, onun Süley­ man ’1 terk ve Büyük Selçuklular tarafına ilti­ hak etmesinde hiç bir tereddüde mahal bı­ rakmaz. Süleyman ’m ölümünden sonra Tutuş onun veziri Haşan b. T âbir ’i, oğulları ve ka­ rısı ile birlikte A n tak y a ’ya yâni Türkiye sul­ tanına âit bir memlekete gönderdiği hâlde Melik-şah gelince onları İsfahan ’a götürdü ve kendisini ölünceye kadar serbest bırakmayarak Anadolu ’da Kutalmış-oğulları hâkimiyetine fırsat vermedi. Bu husus da, iki hânedân ara­ sındaki rekabet ve husûmetin ne derecede ol­ duğunu göstermektedir. Bu sebeple Melik-şah ’ın Süleyman ’ın ölümüne üzüldüğüne dâir ri­ vayetler doğru olsa bile, bunun siyâsi durum ve davranışlar üzerinde bir te’siri olmadığı muhakkaktır ( Sibt, s. 82» ), 10. S ü ! e y m a n-ş a h ’ı n e s e r i . Rükneddin 1. Süleyman-şah Anadolu ’da dokuz asrı bu­

SÜ LEYM A N -ŞA H L ( B. K utalm iş ).

2«?

lan bir. Türk devletini sağlam temeller üzerine .birlik vücûda getiriyorlardı. Bununla beraber kurmakla tarihte çok mümtaz bir mevkie sa­ Türkiye Selçuklu devleti Büyük Selçuklulara hiptir, 10 7 1 Malazgirt zaferinden sonra Anado­ nazaran mütevazı bir uc beyliğinden ibâretti. lu ’nun her bölgesi Türkmenlerle dolmuş; bir Gerçekten bn ne gazileri devleti Büyük Sel­ çok Türk beyleri fetihlere girişm iş idiyse de, çuklular gibi geniş ülkelerde, İslâm medeni­ bunlar henüz dağınık bir durumda olup, bir yetinin çok parladığı beldelerde değil, İktisa­ Türk hâkimiyeti ve devleti bahis mevzuu de­ dî ve medenî bakımdan tam bir sukut içine ğildi. Esasen Selçuk hanedanına -mensup bu­ girmiş bir ülkede ve takriben bir asır süren lunmadıkça da bütün Türkmenlere şâmil bir savaşlarla da harap olmuş bir memlekette ku­ devlet de kolay kurulamazdı. İşte Süleyman- rulmuştu. Bununla beraber çok mücadeleli ve şah ’ın 1075 t e kurduğu Anadolu Selçukluları ıstıraplı bir hayat geçiren Kutalmış-oğulları devleti, bütün Türkmenleri birleştirerek, bu ül­ daha uzun ömürlü bir devlet kurmuşlar ; bu kenin, tarihinde yeni bir devir açmış olda. Sür mütevazı uc beyliğini Türk vatanı hâline ge­ leyman-şah Bizanslılar aleyhinde devletini ku­ tirmişler ve bu ülkede yeni bir hayatiyet ve rar, hudutlarını genişletir ve Anadolu ’ya mutlak medeniyet yaratmakla da dünya tarihi ve si­ hâkimiyetini kabûi ettirirken, Sultan Melik-şah yâsetinde daha büyük te’sirlere sâbip olmuş­ ’a karşı da bu :devletin istiklâlini korudu. Bü­ lardır ki, Osmanlı imparatorluğunun menşe-i yük Selçuklularla rekabet mücâdeleleri sonra­ ve cihanşümul mahiyeti bu uc devletinin hâiz ları da devam ederken, bu durumda bir deği­ olduğu kudreti göstermeğe kâfidir. şiklik olmadı. Hattâ Melik-şah, Süleym an’ın Süleyman-şah böyleee Marmara sahillerinden oğulları K ılıç Ar si an l . ve Kulan Arştan ’t İran ’a S u riy e ’ ye kadar uzayan bu yeni açılmış ülke­ götürdükten ve Anadolu ’yu hükümdarstz bı­ de göçebe Oğuzlar ile hıristıyan yerliler üze­ raktıktan sonra da onun Anadolu’ da bırak­ rinde bir hâkimiyet kurmuştu. Sarayını yap­ tığı Türk beylerine ve devletine karşı tenkil tığı İznik’te ve diğer şehirlerde devlet adam* siyâseti devam etti. Suttan Süleyman ’in A n­ 'lanhı ve ailelerini yerleştirdi ise de, devletin takya seferi esnasında Melik-şah ’in Bizans im­ kuvvet kaynağını teşkil eden Türkmenier he­ paratoruna Siyavuş adlı bir elçi göndererek. nüz toprağa ve çiftçiliğe bağlanmamış göçe­ onunla bir muahede akdi teşebbüsüne giriş­ beler idi. Türklerin Anadolu ’da henüz çadır mesi ve bu münâsebetle de Sinop ve havâli- altında yaşadığını, 108 1 ’de hâlâ bir devlet sini fetheden K ara-T igin’in sahillerden çekil­ kurmadıklarım ve memlekete hâkim olmadık­ meğe mecbur kalması, bu münâsebetlerin .ma­ larını, aralarında da kuvvetti bir bağ bulun­ hiyetini ve Anadolu ’nun - itâatini sağlamak madığını söyleyen bir bizantinist kuvvetli bir maksadiyle gösterilen gayretleri meydana koy­ Bizans ordusu çıksa idi, vaktiyle Arapların ol­ mak bakımından kayda şâyandır ( Alexiade, 11, duğa gibi şimdi onların da Fırat ötesine atı­ 64 —66 ). F i’ilen elden çıksa da hukukan Bi­ labileceğini iddia eder ( J . Laurent, S eld jo u - ' zan s’a âit olan Antakya, K llikya ve Karadeniz cides, s. 94, 11 0 v.d.). Bu kanaat şüphesiz Türk sâhillerinin fethi karşısında A lexios "un hiç tarihini kavrayamamaktan ve şark kaynakla­ bir ses çıkarmaması, hem 1081 muahedesiyle rına nufuz edememekten ileri geliyordu. Zîrâ bütün Anadolu 'nun terk edildiğini, hem de Türkler Anadolu ’da 1075 ’to Selçuklu devletini Süleym an’ın kudretini ve nihayet Balkanlar kurmuş; Bizans ordusunu çökertmişti. Hâlbuki ’daki istilâ ve gailelerin Bizans üzerindeki 'te’- bu yeni devlet- olmasa bile, fethedilen Anadolu şirini göstermiştir. 10 4 0 ’da kurulan Büyük Selçuklu devletinin Süleym an’ın Ölümünden sonra M elik-şah’ın bir parçası idi. Türklerin Anadolu ’da henüz Anadolu da itaati ve hâkimiyetini te’sis gay­ göçebe hayatı sürmeleri, onların yurtlarından retlerine rağmen, bu Büyük Selçuklu sultanı­ atılabilecekleri mânasına gelmez. Bu hata Türk nın ölümüne ve K ılıç Arslan I. ’ın İznik tahtını muhaceretinin azametini ve Arap istilâsından elde etmesine ( 1092 > kadar suitansız kalan tamamiyle farklı bulunduğunu anlayamamaktan Türkiye devleti yine de istiklâl ve mevcudiye­ ileri gelmiştir. Gerçekten A rap istilâsı sadece tini muhafaza edebildi; bir yandan Melik- askerî bir mahiyette olduğu hâlde Türk isti­ şah ’ın, öte yandan Bizans ’ın takiplerine da­ lâsı, devlet ordularından çok fazla, Türkmenyanabildi ki, bu keyfiyet Türkiye Selçuklu dev­ lerin bir millet olarak toptan ve devamlı göç­ letinin ne kadar sağlam esaslar üzerine ku­ leri ile birlikte cereyan etmişti. Anadolu ’yu rulmuş olduğuna ve hayatiyetini meydana ko­ kendisine yurt yapan büyük Türkmen kavmini yar. Sır-derya kıyılarından Marmara ve Akde­ buradan atmak mümkün olmadığı gibi onların geri dönmeleri için de başka bir ülke mevcut niz sahillerine uzanan büyük mesafeleri aştık tan sonra Anadolu ’da vatan kuran Türkmen- değildi. Orta A sya ’dan devamlı nüfus baskısı ler Süleym an-şah’m idaresinde yeni bir millî ve göçler bir kısım kitleleri de Balkanlar ’a

2 (8

SÜ LEYM AN -ŞAH .1. ' B. KuTAtÂüş).

püskürtmüştü ki, bu insan akınım tersine çe­ virmek mümkün değildi. Bu sebeple Türkler için Anadolu ’da yaşamak, vatan kurmak, veya bu ülkede ölmekten başka bir çare kalma­ mıştı. Nitekim Süleyman 'dan yirmi yıl sonra Haçlı taarruzları Anadolu türklüğünü buhrana uğratmış ve Türkler Orta A n ad olu ’ya . çekil­ miş oldukları, Bizanslılar da Komnenos impara­ torları idaresinde çok kuvvetlenerek bu du­ rumdan faydalandıkları ve sâhil bölgelerini tamâmiyle istirdat eyledikleri hâlde, Türkleri Anadolu ’dan atmak teşebbüsleri tamâmiyle if­ lâs etmiştir. Bundan başka Türklere karşı Bi­ zan s’ı müdâfaa etmeyen A nadolu’nun yerli halkları zamanla Türk idaresini daha fazla be­ nimsemişler ve Selçuklu idaresini dâımâ tercih ederek B izan s’ın sukutuna kadar bu davranış­ larını değiştirmemişlerdir. SÜleyman-şah „askerlerine ve tebeasına çok iyi muamele eder ve bu sebeple de halkı ken­ , dişine bağlardı“ ( İbn al-'Adim , Zubda, II, 88 ). Antakya hıristiyanlannın komşu hüküm­ darları değil, onu davet etmeleri, adaletinin çok yaygın bulunması netieesîydi. Nitekim Süley­ man-şah Antakya ’da adaletini gösterdi ve şehri İmâr etti (î bn al-A şir, Xj 47 ). Süryânî tarih­ çisine göre: „Halkımız Süleym an’dan bîr fer­ man alarak Antakya ’da Meryem ve S t. Geor­ ge kiliselerini inşâ etti. Bu sırada Türkler Maraş müstesna, Göksün ( Keysun }, Ra'ban ve di­ ğer Ceyhan şehirlerini de Filaret ’den aldılar“ (Süryânî Mikhael, III, 174 ), Bizanslılar zama­ nında Anadolu ’da büyük arâzi sahiplerinin elinde esir veya topraksız duruma düşen köy­ lüler de hürriyete ve toprağa kavuşmakla göçe­ be Oğuzlar gibi Süleyman ’a bağlı olup, onun hâkimiyetini kuvvetlendiriyorlardı (B iz an s’ta büyük toprak sahipleri ile esir köylüler arasın­ daki İçtimaî uçurum için bk. Ch. Diehl, Les Grandes problèmes de l’histoire Byzantine, P a­ ris, 1947 , s. 10 3 —io 7 ; G. Rouillard; La Vie rural dans l'Em pire Byzantin, Paris, 1953, s. 96 —104 ; yine G . O slrogorsky, Féodalité Byzanti­ ne, Paris, 1954 ). Süleyman-şah toprakları bu köylülere dağıtmak suretiyle hem onları kendi­ sine bağlıyor, kazanıyor ve hem de bu sûretle istihsâli arttırıyordu ki, onun halefleri zama­ nında hıristiyan halklar, bu maksatla kitleler hâlinde nakil, iskân ve boş kalan arâzi de bu sayede imâr edımiş ve gelir sağlanmıştır. Göçe­ be Oğuzlar da tedricen boş kalan v devlete intikal eden topraklara yerleştirilmiştir. Bu, eski Türk göçebe hukuk ve an’anelertne göre A nadolu’da kurulan ve Osmaniılar devrine in­ tikal eden m îrî toprak rejimi, yâni mülkiyeti devlete ve tasarrufu köylülere âit sistemi mey­ dana getiriyordu kî, Selçuk T ü rk iy e ’sindeki

şartlar ve tatbikat, bu.sistemin .Süleyman,ızamanında kurulduğunu göstermektedir^ Attaliates, s. 306; G , Finl.ay, s. .5 1,;!.Osm,an Turan. Droit terrien sous les Seldjoucides de’ Tur­ quie, R E Isl., 1948, s. 25 - 49 ). J . Laurent Seldjoucides, s. 97 ), „Süleyman büyük mülkiyet sahiplerinin arazisini, köylüler arasımda taksim etti ve hıristi yanları huzura kavuşturdu ; , bu fütûhâtının sür’atini izah .eder"; düşüncesini bir faraziye olarak kabûl eder. Devrine âit kaynakların kifayetsizliğine rağ­ men, yukarıda verilen izahata dayanarak müs­ takil bir Türkiye devletinin kur.ulpşu hakkında yabancı ve yerli neşriyatın vardığı neticelerin tashih edilmesi gerektiğini söylemek her hâlde fazla bir iddia sayılmaz { krş. bk. M, H. Yınanç, ş. 1 1 7 ; Cl. Cahen, La Pénétration tur­ que en Asie-m ineur, s. 44 ; 1. Kafesoğlu, S u l­ tan Melikşah devrinde Selçuklu imparator­ luğu, İstanbul, 1953, s. 86 ve M. Köy men, S e l­ çuklu devri: türk tarihi, S. 106 ).. . Türkiye Selçuklu devletinin kuy-ueusu ve ilk sultanı sıfatiyle Süleyman-şah..Anadolu Türkleri . aırasında „gâzî“ Mik payesini kazanmış ( İbn B i­ bi, s. 18 },ye efsanevî bir hüviyet, almıştır. F il­ hakika, ilk Osmanlı tarihçilerine göre. Ertuğrul ’un babası olarak gösterilen - Süleyman-şah Osmanlıların da ceddi sayılmış, Urfa- tarafların­ da bulunduktan sonra Fırat nehrini geçekken boğulmuştur, Enverî de bn Süleyman ’1 Kutalmış-oğlu saymakla Selçuk sultanının nasıl Osmanii şeceresine intikal ettiğini gösterir ( Dustûrnâme, nşr. M. Halil, s. 6, 78 ). Tarih, Selçuk­ lu Süleyman-şah ’ın Tutuş ile muharebede şehit olup Haleb kapısında defnedildiğini l.iidİrdiğ> hâlde, efsâne Osmanlı Süleyman-şah 'ın. Fırat ’ta boğulup C a’ber kalesinde gömüldüğünü söyler, ihtimal ki, efsânenin bu şekli alması K ı­ lıç Arslan L ’m Hâbur nehrinde boğu’ masiy'e karıştırılm ıştır. Kılıç A rsla n ’m bu ölümünün Türkler arasında meşhur olduğuna dâir ibn.alA ş ir ’in rivayeti, burada çok manalı bir hâdise olarak kayda şâyandır ki, bu iki Süleyman-şah ve K ılıç Arslan ’a âit hikâyelerin Türkler ara­ sında nasıl akisler bıraktığını ve ne .şekilde birbirine karışarak Osmanlılara intikal ettiğini ifâde eder [ bk. mad. KILIÇ ARSLAN 1.]. Lâkin Osmanlı veya Selçuklu Süleyman-şah ’a C a’ ber kalesinde isnat olunan ve ilk Osmanlı tarihle­ rine kadar çıkan „Türk mezarı“ hakkında eli­ mizde mevsuk bir kayıt mevcut değildir. Bu münâsebetle Ca'ber ’de sâdece 'tmad al-Din Z a n g i’nim öldürüldüğünü, bununla beraber yi­ ne de cesedinin orada değil, Rakka ’da defnolunduğunu kaydedelim ('îmâd al-D inBundâri, s. 204 ;Â b ü Şama, K itâb al-ravzatayn, I, 42 ). Bundan başka C a’ber kalesi Süleyman-şâh *ın

SÜ f.E YM AN -ŞAH 1. ( B , K

u t ALM IŞ

ölümünden sonra Melik-şah taralından atınmış olup, Haleb kapısında yatan Süleyman-şah’ın oraya nakledilmesi için de ne bir delil ve ne de bir sebep vardır (İbn al-‘Adim, Zubda., II, 10 0 ; Yakut, II, 142). Boyleee Süleym an-şah’m medfeni ve „T ü rk mezarı" ’nln C a’ber ’de bu­ lunduğuna dair efsâneyi te’yit etmek ve ilk Selçuklu sultanına bağlamak mümkün olama­ mıştır. ' '

B i b l i y o g r u f y a: miştir:

S Ü L E Y M A N -Ş A H LaYMÂN-ŞÂH

metinde gö steril­ (O sm a n T u r a n .)

IL RU KN a l-D ÎN Su-

(? — 12 0 0 ),

Türkiye

Sel­

ç u k l u l a r ı s u 1 t ’a n 1 olup, K ılıç A rsla n II.

b. b k .J’ıu büyük oğullarından biridir. Bu dev­ letin kuruousünun ismini taşıdığı için Süley­ man il. adı ile' de anılır. Kılıç Arslan zafer­ lerle dolu uzun bir müoâdele hayâtı İle Tür­ k iy e ’yi yükselttikten sonra ihtiyarlık devresin­ de devletini eski Türk1siyâsî an’anelerine göıe 1 1 evlâdı arasında taksim ederek her birini bir eyâlete melik yapmıştı. Kök-Türk, Karahanlı ve Büyük Selçuklularda olduğu gibi Anado­ lu Selçuklularında da devleti hanedanın müş­ terek mirası sayan bu siyâsî hukuk anlayışı, K ılıç Arslan ’dan sonra, bir derece, sarsılmış ise de, göçebe an’ anelerine göre, kurulan Ana­ dolu beyliklerinde de bütün kuvveti ile hüküm sürmüş ve yalnız Osmanlı imparatorluğudur ki, kuruluşundan beri, bu feodal zihniyeti yıkarak, tam bir merkeziyetçi devlet sisteminin mümes­ sili olmuştur. Biribirlerinin eksikliklerini ikmâl eden kay­ naklara göre. Selçuklu Türkiyesi Kılıç Arslan tarafından 11 şehzadeye taksim edilirken: 1. Kutb al-Din M elik-şah’a Sıvas ve Aksaray, z. Rukn al-Din Süleymaıı-şah’a Tokat ve havalisi, 3. Nur al-D n Mahmüd )-Sultan şah 'a Kayseri ve bölgesi, 4. Muğia al-Din Tugrul-şah’a El­ bistan eyâleti, 5. Mu'izz a l-D n Kayser-şah ’a Malatya' ve mülhakatı, 6. Muhyi 1-Diıı Mes'ud *a Ankara merkez olmak üzere E skişeh ir’e ka­ dar Çankırı ve Kastamonu vilâyetleri, 7. Giyâs al-Din Keybusrev ’e Uluborlu iBorglu ) mer­ kez olarak Kütahya ’ya kadar garp bölgesi, 8. Naşir al-D n Berkyaruk-şah ’a Niksar ( Nekisar } ve Koyul-hisar tarafları, 9. Nizâm al-Din Argunşa h ’a Amasya, 10, A rsian-şah’a Niğde ( Te ki ­ de), 1 1 . Sancar-şah’a Ereğli ( Erakliye ) mer­ kez olmak üzere uc vilâyeti ( Viıâyet-i U e â t) verilmiş idi. Kaynaklarda, çok defa, ancak alâ­ kaları ve ehemmiyetleri nisbetinde bu beylik­ lerin bir kısmı hakkında bir az etraflıca bilgi verilip bâzan diğerleri sâdece bir kaç kayıt ile bahis mevzuu olmaktadır. Bu sebeple, çağdaş Bizans tarihçisi Niketâs Khoniates, komşu oldukları ve Rumlar ile savaş ve barış münâse­

) -

SÜ LEYM AN -ŞAH II.

betlerinde! bulundukları için, sâdece Mes’ud ( Masut k 'Ku^b al- Din ( K opadin ), Rukn al-Din ( Ruknadin ) ve Kcyhusrev ( Kaykasroes) hak­ kında malumat verdiği hâlde, Kılıç A rsla n ’m dostu Süryânî Mikhael îe bu taksimi anlatır­ ken, aynı-sebeple, Kutb al-Din ve Mu‘izz-al-Din ’den ismen ve Muğiş al-Din ve Nür al-Din ’den de memleketleri dolay isiyle bahsetmekte ve boyleee diğer yerli ve İslâm kaynaklarını tamamlamaktadır. Bütün kaynaklarda Keyhusrev ’in eiı küçük evlat olduğunda ittifak" var sa da, Melik-şaK ile Süleym an-şah’dan hangi­ sinin en- Büyük şehzade bulunduğu ihtilaflıdır. Bununla beraber, çağdaş müellif olarak, Süryânî Mikhael, Nmâd al-Din İsfahan i ve İbn al-A şir birincisi Üzerinde birleştiği ve hâdiselerin mâ­ nası da bu hususu te’yit eylediği için Kutb al-D in ’ip. en büyük evlat olduğunda şüphe edi­ lemez. Kaynaklar bu taksimin tarihini vermi­ yorlarsa da, Keyhusrev Uluborlu ’da hüküm sürdüğünden ve burası da Kılıç Arslan tara­ fından Tı8a ’ de fethedildiğinden taksimin bu tarihten sonra ve Melik-şah’ın 1 188 ’de babası ile savaş -hâlinde -bulunduğundan dolayı da bu yıldan önce olması iktizâ eder. Bu tâyinlerde memleketin müdâfaası ve fetihler gayesi nazar-ı itibâra âlınmış görünmektedir. Gerçekten Ulu­ borlu ve A n k ara’ya savaşçı şehzadeler tâyin edilirken Bizanslılara karşı fetihlerin derpiş edildiği, Arğün-şâh A m asya’ya ve Berkyârukşab da N ik sar’a yerleştirilirken, bu biribirine yakın iki memleket arasında, Tokat Süleymanşah *a verilmekle şimâl ucunun takviye'edildi­ ği seziliyor, Kilikya Ermeni kırallığtnâ karşı zayıf bıilunan Niğde ve Ereğli beylikleri de K a y se ri’de Su İtan-şah ve Elbistan’da Tugrulşab ile desteklendirilmiştir. 1. M e l i k 1 e r d e v r i. Kılıç Arslan 118 2 — 1188 arasında bu taksimi yaptıktan sonra ken­ disi veziri İhtiyar al-Din Haşan ve diğer dev­ let erkâni yle Konya ’da sultan olarak, hüküm sürmekte ve oğulları da tâbi birer hükümdar { mel i k) sıfatıyle kendilerine tahsis edilen ül­ keleri idare etmekte idiler. İbn B ib İ ’nin açık­ ça belirttiğine göre, melikler, sultan olan ba­ balarının tabii bulunmakla beraber, her biri, kendi ülkesinde müstakil bir hükümdardı. Bu eyâletlerin idârî, mâlî, hukukî ve hattâ askeri bütün işleri kendi merkezlerinde teşekkül eden divan ( hükümet) ’ larma âit bulunuyor, kendi namlarına para bastırıyor, hutbe okutuyor, kitâbelerde adını yazdırıyor ve komşu devletler ile de müstakillen harp, sulh ve muahede ak­ dine girişiyo r; fakat, tâbi bir devlet olarak, ‘' sultan unvânını asla kullanamayıp „m elik" de\■ reeesiyle iktifâ ediyordu. Nitekim Melik-şah, Süleyman-şah, Tugrul-şah ve Mçş'ud nâmına

220

S Ü LE YM A N -ŞA H II.

basılan paralarda ve yazılan kitabelerde bu hu­ da bir müddet memleketlerinde hüküm sürdü-:.. sus sâbit olmuştur. H attâ Kılıç Arslau ’ın ölü­ ğünü meydana koyar. İlk mücâdele, saltanatı, münden sonra bile, bir.birleriyle mücâdele hâ­ kendisine sağlamak isteyen, Melik-şah ile bizzat linde bulunmalarına rağmen, Melik-şah, Key- babası K ılıç Arslan arasında cereyân etmiştir. hıisrev ve sonra Süleyman-şah K o n y a 'd a sal­ Filhakika, Süryânî Mikhael, 1188 ’ de.Kappadoktanat tahtım işgâl ettikleri için, diğerleri „me­ ya memleketlerinde kargaşalık çıktığını, sulta­ lik " unvânını bırakıp „sultan" unvânını kullan­ nın veziri İhtiyar al-Din Haşan ’m, onu oğlu, mağa teşebbüs etmeyerek saltanat hukukuna Sivas meliki ( Melik-şah) aleyhinde kışkırttığını^ ve meşrûiyet esâslarına sâdık kalmışlardır. Bu ve bu sebeple metbfi ile tâbi iki hükümdarın durumda msl. önce Keyhusrev, sonra da Süley- ordularıyle Kayseri civarında başlayan çarpış­ man-şah, Konya tahtında oturdukları sırada, mada oğluna mensup askerlerin sultanın ihtiyar­ 589 ( 1 1 93) senesinde, Kayseri ’de, Sultau-şah lığına .saygı göstererek muhârebe meydanını ve 594 ( 1 1 9 8 ) yılında da, A n k ara ’da Mes’ud terkettiklerini ve bunun üzerine M elik-şah’ ın kitabe ve paralarında „sultan" unvanını alma­ S iv a s ’a çekildiğini; bununla beraber sultanın, mışlardır. Bundan başka bu melikler yılda bir oğluna iltihâk eden Türkmenlerç kızarak 4.000 defa Konya ’ya, babalarının huzuruna gitmek kişinin öldürülmesini emrettiğini, araya giren sûretiyle hizmet ve tâbiiyet şartlarını ifâ edi­ Kılıç A rsla n ’ın dâpnadı Erzincan meliki Meuyorlardı ki, bu kadar zayıf tâbiiyet bağları­ gücük oğlu Behrâm-şah ’ın onunla oğlunun mü­ nın bile ancak ilk senelerde mevcut olduğu nâsebetlerini, düzelterek vezir İhtiyar al-Pin , görülüyor. Haşan ’ın azlini te’mine muvaffak olduğunu; Selçuklu Türkiye’si böylece, hukukan Konya onun da sultandan ayrılıp giderken, 14'. eylül . merkezine ve oradaki sultana tâbi bulanmakla 11 8 9 ’ da, Türkmenler tarafından öldürüldüğünü beraber, fi’iiyatta 1 1 devlete ayrılmış bulunu­ ve na’şmın Ş ıv a s ’a gönderildiğini yazar. Ancak yordu. Bu 1 1 küçük devletin payitahtları, her verilen tarih, vezirin ölüm tarihi_ değildir . ■ -' biri yüksek bir tahsil ite yetiştirilmiş bulunan ( aş, bfc.). bu meliklerin etrâfında ayrı-ayrı kültür mer­ İbn al-A ş i r ’in bir rivayetinde, kardeşler ara­ kezleri hâline geliyordu. Msl. Koyul-hisar meliki sında başlayan .mücâdele dolayısiyle, taksimden . Naşir al-Dih Berkyâruk-şah, eski İran efsâ­ pişman olan Kılıç A rsla n ’ın devletini Melik-.şah nesi plâr-zad a pâri-zâd kıssasını nazma almış etrafında tekrar birleştirmek istediği ve- onu olup,bunun bir parçası bize kadar gelm iş; Şi- takviye maksadıyle de Şalâh al-Din Ayyübi hâb al-Din Suhravardî de kendi Partav-nâma ’nin kızı ile evlendirmeğe, teşebbüs eylediği; ’sini onun nâm ma yazmıştır. Rukn al-Din Sü- fakat bundan dolayı diğer kardeşlerin muhâleleyman-şah ’ın Kutb al-Din Melik-şah *a Key­ fetine uğrayan sultanın itibârını kaybettiği ye husrev’in da Şeyh Macd al-Din İsfmk’a yaz­ nihayet en küçük oğlu . Keyhusrev 'in hürmet dıkları şiirlerde onların kültür ve edebiyat göstermesi üzerine onunla birlikte „mel’un" derecelerini meydana koyar. Bizans ’a karşı diye hitap ettiği Kayseri meliki Mahmud’ a karşı gazâ ve fetihlerle uğraşan Muhyi ’1-Din Mes’ud harekete .geçtiği şırada hastalanarak öldüğü da kendisine ve y a . payitahtına nishet edilen belirtiliyor. Aynı rivayet, devamla,. Melik-şah ’ın , Mahmüd-i Enguriya’ i, Muhyavi-i Anguriya’i, Sıvas-Kayseri arasında gidip-geürken kardeşi B adi‘-i Enguriyei gîbi şâirleri etrafına top­ Mahmud ’a uğramakta ve oha dostluk göster­ layarak Ankara ’yi bir edebî merkez hâline mekte olduğunu; veziri Haşan ın, Mahmud ’a . getirmiştir. Esâsen İran edebiyatının en par­ kardeşine itimâd etmemesini söylemekte bu­ lak devrini yaratan İran ’daki amcazâdeleri lunduğunu ; nihayet, bir defasında Kayseri digibi Türkiye Selçukluları da bu hususta çok şında buluştukları zaman Melik-şah ’m kaide-' gayret sarfetmişlerdir. ‘ şini idâm edip şehri muhâsara ve muhârebe ile : II, S a l t a n a t m ü c â d e l e s i . Bu taksimi işgalden sonra vezir İhtiyar al-Din Haşan ’ı da yapan Kılıç Arslan, Ölümünden önce, kardeş­ öldürdüğünü, fakat Kayseri ’de vakıfları ve ha­ ler arası mücâdelelerin başlaması sebebiyle, yır işleri buiunan Haşan ’m bu âkıbetinden şebu teşebbüsünün muvaffakiyetsizliğe uğradığını bir halkı arasında galeyan busûle geldiğini, ce- ' görmüştür. Bu meliklerden son dördünün siyâ­ şeditlin kendi ismini taşıyan Hoca Haşan med­ set sahnesinden erken çekildiği ve memleket­ resesine defnedildiğini, az sonra da Melik-şah lerinin kardeşleri tarafından işgâl edildiği gö­ ’m hastalanarak öldüğünü ilâve eder. Melik-şah rülüyorsa da, 1 1 9 1 ’ de H aleb’de idâm edilen ’ın saltanatı elde etmek maksadıyle babasına Şihâb al-Din Suhravardî ’mn, Harput Artuklu tahakkümünün böyle gösterilmesi bu rivayetin hükümdarı K ara Arslan ( 1 1 8 5 — 1233) nâmına | mühim hatâlarından ilkidir. Bu huşuş diğer yazdığı A lvâ k -i ‘tm âdiya ’den sonra Partav- ! kaynaklar ile sâbit. olduğu gibi, Kılıç Arslan ’ m nâma ’yi Berkyaruk-şah ’ a ithaf etmesi, bunların I Melik-şah ’tan da kaçınış bulunduğunu bu rivâ- •.

ŞÜ LEYM AN -ŞAH ' U.

y e t : de lekrâriamaictadır. Buna mukabil aynı müellifin, yine hatâlar ile doliı olarak; naklet­ tiği ikinci rivâyet ise, hakikate daha yakın olup, bunda Melik-şah ’ın, babasına galip gelin­ ce, veziri Haşan 'ı öldürdüğü,' babasını kardeşi Mahmud ’a karşı Kayseri muhasarasına sürük­ lediği ve bu esnada fırsat bulan Kılıç Aralan ’ın Mahmud’a kaçtığı, bunun üzerine muhâsarâypterke meobur kalan M elik-şah’m Konya ’ya dönerek m üstakildi hüküm sürdüğü, bu‘: sdfer de K a y se ri’ de Mahmud tarafından sıkıştırılan sultânım 'ondan' da firâr ederek Keyhusrev ’ in yanına, ‘Uluborlu’ya gittiği, bu oğlu ile birleş'erek Konya ’yı zapt ve müteakiben de Aksa-, rây üzerine yürüyerek Melik-şah Ti orada’ da mu-: hasara etlikleri ve bu esnâda Kılıç Arslan *ın hfâstalanmasi ve ölmesi dolayisıyle veltahd tâ­ yin edilen Keyhusrev’in saltanata geçmesi nakledilmektedir. Kaynakların karışık ifâdesine rağmen K a y se ri’de 589 ( U93 ) tarihli Hoca Haşan medresesi kitabesi Niİr al-Dîn Mah­ mud ’un Kılıç Arslan ’dan sonra da hayatta ol­ duğunu y e 1x88 muharebesinden sonra Melikşa h ’ın ¡tahakkümüyle sultandan ayrılan vezir. İhtiyar al-Din ’in, Nür al-Din ’e sığındığını mey­ dana koyar. Nitekim Haçlılara karşı K o n ya’da, 1 1 9 0 ’da muharebeyi, sultanı tahakkümünde tu­ tan Melik-şah ’ın yaptığı ve imparator Frİedrich Barbaros'sa ile sultan arasında muahedenin bu esnâda'imzalandığı kat’îyetle mâlûmumuzdur. Bununla beraber sultanın, Kayseri muhasara­ sında önce Mahmud ’a, sonra „mel’un" dediği bu oğlunu bırakarak K a yseri’den Uluborlu’ ya kaçtığından şüphe edilemiyeceğine göre, Me­ lik- ş a h ’» ''K a y se ri ’yİ zaptı, Nur al-Din iler ve'zir İhtiyar a l-D in ’in öldürülmesi -ı 19 0 ’ dan da sonra cereyan etmiş olan hâdiselerdir. Anonim Selçuk-nâme ’nin Melik-şah ’m 585 ramazanında . 1189 teşrin I.) veliahd olduğuna dâir ifâdesi ( Kadı Ahmed 586 ’da, eski bir takvim 587 ’de der ) de, babasına tahakküme başladığı tarih olarak döğrü olup, yukarıda kaydedilen Sür­ yânî M ikhael’İh rivâyetine uygundur. Bu duru­ mun J87 ramazan ( 1 1 91 teşrin 1.) tarihine'ka­ dar devam ettiği şüphesizd’r. Gerçekten Sür­ yânî Mikhael ve Abu ’ 1-Farac ’e göre 118 9 ’dan beri kendi şehirleri olan M alatya’da hüküm süren Mu'izz al-Din Kayser-şah ’ın, Arap kay­ naklarına göre, 587 ramazanında, Salâh al-Din Ayyübi ’ye giderek babasına tahakküm eden M elik-şah’ın memleketini elinden almak istedi­ ğinden ş’kâyef etm iş; Eyyûbî hükümdarı d a' onu yeğeni ile evlendirdikten ve M elik-şah’a ihektup gönderdikten iki ây sonra da Kayserşâh M alatya’yâ dönmüştür kî, bu’ suretle -bu karışık tarihle'me ve hâdiselerdâ ırüzûha ermiş

ilgili bulunmakla berâber, bu, şiddetli mizacı letin tecellisi için çok sevdiği kölesi A yâz ’1 icâbı idi. Â nî ölümü de ona karşı İşlediği bu I idâm ettiğini söyler.

SÖ IE Y M A N -Ş A H II. -

Kazandığı zaferler ve siyâsî mevkii dolayısiyle halîfe kendisine, hâkimiyet alâmeti olarak, Üç defa çetr, sancak ve sultanlık unvanı gön­ dermiştir. Melik iken kullandığı al-Malik alKâhir lekabı taht’a çıktıktan sonra al-Sultân al-Kâhir şekline çevrilmiştir. Kitabeler, Konya ve Niksar sûrların! tâmir ve inşâ ettirdiğini gösterdiği gibi, Niğdeli Kadı Ahmed de, Niğde kalesinin onun ilk saltanat yılı esnasında ya­ pıldığını, bunun kıble tarafında, Zayn al-Din Başara câmii karşısında, büyük kapı üzerin­ deki bir burç kitabesinde yazılı olduğunu söy­ ler. Kayserı-Ktrşehir arasında, Kızıl-Irmak üze­ rinde, 599 ( ı 202 1203) yılında yapılan Tek-göz köprüsünün de onun tarafından inşâ edildiği kitabesinden anlaşılmaktadır. Babası Kılıç A rs­ lan devrinde başlayan ve Konya’nın en eski âbidelerinden birini teşkil eden Altun-aba med­ resesi {İpiikçi câmii) de onun zamanında ik­ mâl edilmiştir. Bunun 598 receb (nisan 1202) tarihli vakfiyesi Konya hakkında mühim tarihî bir vesikadır. ' B i b l i g o g r a f g a : t. V e k a y i n fi­ m e ! e r, Süryânî Mikhael, Chronique ( frans, tre. Chabot), Paris, 1905, III, 405, 407, 4 10 ; ayn. mil. ayn, esr., R H C, Documents armé­ niens, I, 401 v. d., 405; Niketas Klıoniates, Histoire de Constantinople (fra is , tre. Cou­ sin), Paris, 1673, V, 410, 530, 531, 540 v. d ; M. Brosset, Histoire de la Géorgie ( St. Pe­ tersburg V, 1849, I, 4*8 v.d., 432 v.d., 456— 463; İbn al-A şir, al-K âm il (Kahire, 130 3), XII, 30, 35, 66, 71, 76, 78, 79, 160, 164; İbn B ib i, al-A vâm ir al-'A lâ’ iyya, faksimile ( nşr. A . S. Erzi ), Ankara, 1956, s. 13 —23, 3 1 —75 ; ‘İmâd al-Din İsfahan i, al-Fath al-kussi (Kahi­ re, 1322 ', s. 353; İbn Vaşil, M ufarric al-kurüb (nşr. Şayyâi \ Kahire, 1960, 111, 15 2 ,16 0 ; Baybars Manşüri, Zubdat a l-fik ra (Bodieian, Poe 1,324.486—49“, 67“ ; İbn al-'A di m, Histo­ ire d’ Alep ( frans. tre., E. Blochet ), Paris, 1900, s. 13 8 ; Bar Hebraeus, Chronographg ( ingl. tre. W. Budge ), London, 1932, s. 330,337, 341, 350, 358, 360 v.d., 364 ; ayn. mil., Muh­ tasar al-daval ( Beyrut, 1890 ), s. 393 ; Sempad, Chronologie ( R H C , Documents Arméniens, I» 6 40 ); Urfalı Vahram, ayn. esr., s. 5 1 1 ; Abu ’ 1-FidS’, Târih ( İstanbul, 1288 ), III, 88, 106, 109, 1 1 1 , 13 9 ; Sibt İbn al-Cavzi, M ir’ât al-zamân zeyli ( Topkapı, Ahmed III. nr. 2907, sene 588 ) ; Nuvayri, Nihâyat al-irab, Köp­ rülü kütüp., nr. Jï88, IV, 17 “ ; 'A yn i, İkd alcuman ( Veliyyüddin Ef. kütüp., 2390, XVIII, 159— 1 6 1 ) ; İbn al-Sa'i, 'U nvan al-tavârîh ( Bagdad, 1934 ), s, 136, 161 ; İbn Şaddâd, N avâdir al-sultaniya zeyli (Kahire, 13 17 ), s. 302, 306 v.d .; İbn Kagir, al-Bidâya (Kahire,

SÜLÜK.

*3«

*9 3 2 ), s. 3 7 ; Malcrizi, al-Sulük (nşr. M, Zi­ yada ), Kahire, 19 56 , 1, 112 ,16 2 v.d. ; A ksaray], Musâmarat al-ahbâr (nşr. Osman Turan), Ankara, 1944, s. 30 v.d. ; Niğdeli Kadı A h­ med, al- Valad a l-şa fik ( Fâtih kütüp., nr. 4 5 1?) s- 2 9 2 v.dd.) ; anonim, Selçuk-nâme, fak­ simile ( nşr. F. N. Uzlnk ), Ankara, 1952, s. 39—4 1 ; Ğ affâri,. Cahân-ârâ ( Bayezid, nr. 239” , 69“ ); Tarihî takvim ler (nşr. Osman Turan), Ankara, 1954, s. 66, 76 ; Müneecimbaşt, Câm tal-duval (trfe. tre. H. F. T u rgal; nşr. N- Atsız ), İstanbul, «940, s. 12 v.d. ; Can­ na b i, a l-A y la m al-zâhir (Ayasofya, nr. 3033, 473 ® ) : Raşid al-Din, Cami' al-tavârîh (Topkapı, nr. 282, var. 313a v.d.); Râvandi, Rahat al-şudSr, G M S , s. 45, 27, 447; Mlrhvând, Ravzat al-şafâ ( Bombay ), IV, I05. II. V e s i k a l a r . Halil Edbem, K ay se­ riy e şehri (İstanbul, 1334 ), s. 1 —1 5 ; L Hak­ kı [ Uzunçarşıiı ], Kitâbeler ( İstanbul, 1927 ), I, 6 4; Mübarek G ilip, A nkara (İstanbul, *3 4 *), s. 6 7; Ahmed Tevhid, K onya müze­ . sinde iki kitûbe ( T O E M , L X X X V 1I, 225 )¡ ayn. mil., Meskûkât-i islâm iyye katalogu ( İstanbulÿ 13 2 1}, s. 119 — *28, 52 3; İsmail Ga­ lip, Meskûkât-i Selçukîge ( İstanbul, 1309 ), s. 9— 18 ; J . de Morgan, Histoire du peuple arménien ( Paris, 1919 ), s. 199 ; Migne, Pat­ rología latina, C CX ÎV, stn. 10 0 4 ,10 0 5 ,10 0 6 ; Ahmed Ateş, H icrî VI.— VIII. asırlarda Ana­ dolu 'da f arşça eserler { T M, VII—V III/2,10 3 , 104, 107 109 ; Malatyalı Muhammed b. Ğâzi, Ravzat a l-u k ü l ( nşr. H. Massé ), Paris, 1938, s. 5 ; F. Kırzıoğlu, K ars tarihi ( İstanbul, *953), s. 392, 4 12 ; Nureddin Ardıç, H arput ’ta Selçukîlere âit bir kitâbe ( Türklük mec. *939, V I, 447 ) ; Altun-aba v a k fiy esi ( nşr. Osman T uran ), Belleten, XLII, *97— 235. III. T e t k i k l e r . Rukn-al-Din Süleymanşah üzerinde bir araştırma olmayıp dolayısıy­ la ondan bahsedenler : Saint-Martin, Mé­ moire sur l ’Arm énie ( Paris, 1819 ), II, M. Alishan, Léon le M agnifique ( Paris, *8* ), s. 223, 263 P. W ittek, Von der byzantinisehen zur türkisehen Toponymie ( Byzantian, *935, s- 23 v-d., 4 4 —5 o ) ; Osman Turan, T ürkiye Selçukluları hakkında resm î vesika­ lar (A nkara, 1958), s. 12* — 12 3 ; ayiı. mİ!., Les Souverains seldjukides et leurs su jets non-musulmans {Studia Islámica, 1, 79). _

( O s m a n T u r a n .)

S Ü L Ü K . SU LU K (A . „yola koyulma, gir­ me"), bir mutasavvıfın, bir şeyhin idâresinde fa­ rik a ( y o ! ) ’ya girmesi ile başlayan ve lâyık olduğu takdirde en yüksek mânevî dereceye kavuşması ile son bulan ve A l l a h ’a g i d e n y o l d a m a n e v î il e r l e m e s i n i tavsif için

* 3*

SÜLÜK -

SÜ M EYSÂT.

sûfîler tarafından kullanılmış olan bir tâbirdir. Suluk, kat’î karar ile girişilm iş ve düzenli şe­ kilde tâkip edilmiş bir araştırmayı tazammun e d e r; bu araştırmayı tâkip eden ( sâlik ) kendini ona hesretmeli ve Allah ’a kavuşmaktan ( vâj i l ) ön^e „konaklar" {manâzil) veya „makamlar" ( makâmât ) — zikr, tevekkül, fakirlik, mahabbet, m arifet v.b.—ın her birinde kâmil bir hâle gelmelidir. Bundan dolayı sülük, cozba [ bk. mad. MACZÜB ] ile tezat hâlindedir. B i b l i y o g r a f y a : Cam i, Nafalıât al­ uns (Kalküte, 1859), s. 7 v. dd.; R. A . Nic­ holson, The Mystics o f İslam, s. 38 v. d d .; E . H. Palmer, Oriental mysticism, s. 65 v.dd. ve A yrıca bk. mad. MACZÜB ’da gösterilmiş olan kaynaklar; ( R. A . NlCHOLSON.) S Ü L Ü S . [B k . ARABİSTAN.] SÜ M Â M E . SOMAMA B. A ş r a s A b u M a 'AN A L-N ü MAYRÎ AL-B a ş r I (? — 828 }, m u’t e z i 1 e k e l â m c ı l a r ı n d a n olup, hayatı hakkında pek fazla bilgi yoktur. Hârün al-Raşid ve alMa’mün devirlerini idrâk ettiği anlaşılmaktadır. T abari 186 (8 02) yılında Hârün a l-R a şid ’in onu hapsettiğini bildirir; 205 ( 820/822) ve 209 (824/825 ) yıllarında da al-Ma’m ün’un çevre­ sinde zikreder. İbn Murtazâ, Mu’tezile ileri ge­ lenlerinden Bişr b. M u'tam ir’in tilmizi olan Sumâma ’yi mu'tezilenin 7. tabakasında sayar, ve ilim ile edebde zamanında benzeri bulunmadı­ ğını ileri sürerken, al-Zahabi, onu „mu’tezilenin büyüklerinden, sapıklığın önde gidenlerin­ den" addetmektedir. al-Şahrastâni, Sumama ’yi zayıf seciyeli ve dine karşı müstehzi ol­ makla tavsif ettikten sonra, onun şu 7 mev­ zuda eshâbından ayrıldığını zikreder: 1. müteveîlid fiillerin fâili yoktur; bunları bir fâite izâfe etmek imkânsızdır, aksi takdirde bir ölü­ ye dahi izâfe etmek gerekir. Bunlar Allaha da atfedilemez, zîrâ o takdirde kabîh olan fiilleri ASlah'aizâfe gerekir ki, bu da muhâldir. 2 .K â fir­ ler, müşrikler, mecûsîîer, yahudiler, hıristiyanlâr, zındıklar, hayvanlar, kuşlar ve hatta mü’minlerİn çocukları kıyâmet .günü toprak olacak­ lardır. 3. Îstitâ’a, uzuvların sağ ve sâlim ol­ masından ibarettir ve fiilden öncedir. 4. Dü­ şünmeden mütevellit bilginin de diğer mutavallidât gibi fâili yoktur. 5- Kâfirlerden, ya­ radanım tanımayan kimse bunda mazurdur. 6, İnsanın irâdeden başka fiili yoktur. Bu­ nun dışındaki fiiller muhdısi olmaksızın ha­ distirler. 7. Âlem, Allahın tabiatı icâbı kendi fiilidir. Kuvvetli bir kelâmcı olduğu anlaşılan Şumâma, halîfe al-Ma’mûn ’un itizâlı benimseme­ sinde mühim bir rol oynamış, sarayda kazan­ dığı nufûz ve itibâr ile bu inancın yayılma­ sını te’min etmiştir. Halîfenin Mu’âviya ’ye

lânet okutmasında onun te’siri bulunduğu mu­ hakkak görülmektedir. al-Hay yâ t, yukarıda sayılan ve Şum âm a’ye atfedilen fikirlerden bazılarına şiddetle itiraz etmekte ve „Yahudilerin, hır isti yanların, mecûsîlerin, zındıkların ve dehrîlerin çoğu ve ehl-i kıblenin kadınları ile avamı ve çocukları kıyamet günü toprak olacaklardır. Yahudiler ve hıristiyanlar ile saydığımız kâfirler ve müs­ lümanların çocukları ve avamı cennete girme­ yeceklerdir sözü ona yapılmış çirkin bir ifti­ radır" demektedir. „Âlem , Allahın tabiatı icâ­ bı fiilid ir" fikrinde âlemin kıdemi görüşünün mündemiç bulunduğuna, zîrâ Allahın tabiatının değişmez olduğuna, bu fikrin A risto ’nun te’siri ile ortaya atıldığına al-Şahrastâni işâret eder. al-H ayyât, bu fikrin Şumâma ’ye aidiyetini şid­ detle reddeder, rivâyetlerin yanlışlığım İddia ile İbn Râvandi hakkında ağır ithamlarda bu­ lunur. al-lsfarâ’ini onun Bani Huzâ'a tarafından 213 ( 828 ) ’te, Mekke ’de kılıç ile Öldürülüp cesedi­ nin yırtıcı hayvanlara terkedildiğini nakleder. B i b l i y o g r a f y a : Abû al-Fath alŞahrastâni, al-M ilal va ’l-nihal ( nşr. Mah­ mud T evfik), Kahire, 1948, 1,9 4 V.dd ; A h­ med b. Yahyâ b. al-Murtazâ, Tabalçât almu'tazila (nşr. Susanna Diwald-Wilzer ), Bey­ rut, 1961, s. 54. 62 —6 7 ; al-T abari, Târik, 111, 651, 1040, 10 6 7; al-H ayyât al-Mu'tazili, Kitâb al-intişâr, A lbert N. Nader ’in fransız­ ca tercümesi ile birlikte, (Beyrut, 1957 s. 25, 66 al-Zahabi, Mizan a l-İtid â l, 1, 17 3 ; Abu’l-Muijaffar al-İsfarâ’ini, al-T abşîr f i ’ldin ( nşr. Muhammed Zâhid a l-K a v şa rî), Kahire, 1940, s. 49; Ahmed Am in, Zuha ’/İslâm (K ahire, 1949 ), s. 149—1 5 5 ; İbn T a y für, Kitâb Bağdâd ( Kahire, 1949 ). İci, Kitâb al-M avâk if, nşr. Srensen, tür. y e r .; al-Bağd ad îjal-ib râ bayn 'l-firalç, Kahire tabı, iur. yer., Cureâni, T a 'rifâ t, nşr. Flügel, Leîpzig, 1845, s. 76, « ; M. Horten, D ie Theologie des İslam, Leipzig, 19 12, s. 285; ayn. mil. Die Philosophischen System e, Bonn, 19 12, s. 309—3 1 7 ; ayn. mil. D ie Philosophischen Probleme, Bonn, 2910, s. 50, 176 v.b. (Y

a şa r

K u t l u a y .)

SÜ M E N Â T . [ Bk. sûm enât.] S Ü M E Y S Â T , A . SU M A YSÂ f, sür. sEM İsÂT, gr. SAKOSATON Zapoâtcov, bugünkü SAMSAT. Fırat ’m sağ kıyısında, 370 30' şimal arzında ve 38° 25' garp tülünde, Adıyaman vilâyetine bağlı b i r k a z a m e r k e z i olup, Adıya­ man’a 38 km., U rfa ’ ya 54 km. rrossâfede bu­ lunmaktadır. . Eski Kommagene ve OsrhoSne ’nin ehemmi­ yetli şehirlerinden biri olan S am sa t’ın eski

SÜ M EYSÂT.

tarihi hakkında ilk tarihî şahadet I. ( in. o.) bin yılm a â it H itit hiyeroglif kitabeti bir ka­ bartmadır. H itit hiyeroglifleri henüz kesin olarak-çÖzülemediği için kitabenin metni oku» namamakla beraber Sam sat ’m H ititliler dev­ rinde meskûn bir yer olduğunu kabûl etmek mümkündür. Diğer taraftan A surî çivi yazıla­ rında adı sık-sık geçen Kummuhu bölgesinin, sonraları Kommagene adını taşıyan mmtakanın aynı olduğu tahmin edildiğine ve Samosata da mezkûr Kommagene ’nin merkezi olduğuna göre, A surî devrinde, şehrin belki de başka bir isim altında ehemmiyetli bir mevki oldu­ ğunu düşünmek yanlış olmasa gerektir. X . ( m. 6.) asırdan itibaren A su rî hükümdarları bu bölgenin hâkimleriyle mücâdelede bulunmuşlar ve Asur kıralı Sargon il. (m. o. yaz—705 ) Kum­ muhu ( Kommagene ) ’yu 708 ( m. ö.) yılında zaptederek bir A surî eyâleti hâline getirmiş­ tir. Asurluların yıkılışını müteakip bütün Osrhoene ile birlikte orta ve yukarı Mezopo­ tamya önce Medlerin, daha sonra bunların ye­ rini alan Perslerin eline geçmiştir. Bunu tâkib eden devrede ise, bölge İskender istilâsı ve Selefkoslarm hâkimiyeti altında görülüyor. Bu uzun tarihî devre içinde Sam osata’nm adı­ na kaynaklarda tesadüf edemiyoruz. Şehir, her hâlde kendisinden bahsedilmeyecek derecede ehemmiyetsiz bir duruma düşmüş olmalıdır. 69 ( m, ö.) ’da cenub-i şarkî A nadolu’ da ku­ rulan ve 72 ( m. s.) yılına kadar devam eden Kommagene kırallığının merkezi olarak beli­ ren Samosata, yeniden ehemmiyet kazanmış görünüyor, Şehir, bu devirde surlarla tahkim edilmiş olup, bir de iç-ka!esi vardi. Strabo, şehir ve civarının parlak bir refah seviyesine ulaşmış olduğunu söylemektedir. Aynı zaman­ da Samosata ’nin mühim bir yol kavşağı ol­ duğu, Tabıda Peutingeriana ’ nin, buradan 5 ayrı yol çıkartmasından anlaşılmaktadır ki, bu yollar Melentensis, Comana, Heracome, Tarsa ve Zeugma ’ya gitmekteydiler ( Sam sat’tan ge­ çen yollar hakkında ayrıca krş. Ramsay, A na­ dolu'nun tarihî coğrafyası, trc. Mibri Pektaş, İstanbul, 1959, s. 309 }. Kommagene ’ nin İlk hükümdarı Antioehos I, 69 ( m. ö.) yılında Lucullus ve 38 ( m. ö.) yılın­ da M. Antonius ’un legatı Ventidİus tarafın­ dan Sam osata’da iki defa kuşatılmış ise de, şehrin bu iki muhasarada gerçekten zaptedilip edilmediği bilinmemektedir. İlk muhasara .için yegâne kaynak olan Plinius ( N at.h ist. II, 233 ), şehir ahâlisinin maltha adını taşıyan ya­ nan bir çamurla kendilerini müdâfaa ettikle­ rini, bu yüzden Lucullus'un askerlerinin çok güçlük çektiklerini bildirmektedir ( bk, Weissbaeh, Pauly-Wissowa, Real EncyclopSdie. . . ,

mad, SAMOSATA). Bu çamur gûya şehrin için­ deki bir bataklıktan kaynamakta, temas ettiği her şeyi yakmakta, kaçanları kovalamakta imiş. Bu madde neft’e benzemekteydi; su ile ateş­ leniyor ve ancak üzerine toprak atılarak son­ dur ütebiliyordu. ikinci kuşatmanın da şehrin alm ışıyla mı sonuçlandığybelli-değildir. Kommagene 17 / 18 ( m.s.) yılları arasında bir Roma eyaléti hâline gelmiş, fakaf sonra im­ parator Caligula buraya yerli hanedana men­ sup olan Antioehos IV. ’u kıral tâyin etmiştir. Bu zât, kısa bir fâsıİa hariç, 72 (m .s.) yılma kadar tutunabilmiş, fakat sonra P artlarla iş­ birliği yaptığı ithamiyle imparator Vespasianus ’un emriyle Suriye valisi L . Caesennius Paetus tarafından taarruza uğrayıp baş-şehrini terk etmiş ve böylece Paetus, Samosata ’ya hâkim olmuştur. Sam osata’da bulunan bir kitâbe ( Corpus Inscriptionum Laiinarum , III, 6048) Paetus ile birlikte bu sefere çıkan bir askere ithaf edilmiştir (bk. Weissbach, göst, y e r , ). A yrıca yine Sam osata’da bulunmuş olan latinee kitâbelerden ikisi, yeniden ele geçmiş olan eyâletin baş-şehrine imparator Vespasianus tarafından yerleştirilen, Legio XVI. Fiavia ’ya ithaf edilmişti. Samosata bundan sonra imparator Traianus ’un 114 (m. s.) yılındaki P a rt seferinde zikredi­ liyor. Bu sıralarda şehrin Partların etinde ol­ duğu ve imparator tarafından kolayca alındığı anlaşılmaktadır. 261 yılında imparator Gallienus ’a karşı Samosata ’daki garnizon kuman­ danı Macrianus iki oğlunu birden mukabil im­ parator ilân etti ise de, b aşarı. kazanamadı. . Roma-lran mücâdelelerinde imparatorlardan bazılarının yaptıkları sefer esnasında Samosata ’ya uğradıkları kaynaklarda kayıtlı olduğu gibi, Iustinianus devrinde Urfa ve Samosata ’ya kadar uzanan Arap baskınlarından ( 5 3 1 ) da bahsedilmektedir. Roma-Bizans devresinde Samosata *nın son olarak zikri Herakleios ’un İran seferi esnâsında buraya uğraması münâ­ sebetiyle geçmektedir. Milâdî VII. asrın ortalarına doğru şehir İs­ lâm hâkimiyeti altına girdi, Müslümanlar, EScezîre bölgesinin fethi sırasında 'İyâz b. Ganm kumandasında 18 (6 39 ) yılında Sumay­ s â t ’1 zaptettiler. Kaynakların verdiği bilgiye göre, ‘İyâz b, Ğatım ’m buraya Şafvân b. al» Mu'attal ile Habib b. Maslama al-Fihri ’ yi gön­ derdiği anlaşılıyor. 'İyâz bu kuvvetlerin arkasın­ dan bizzat Sumaysât ’a gitmiş ve sulh yoluyla testim olan şehir ahâlisine Urfa ’nin teslim şart­ larını kabûl ettirm iştir. Şehir halkının bu an­ laşmaya bir müddet sonra riâyet etmediği ve S u m aysât’¡n bundan sonra kuşatılarak 'İy â i tarafından harb yoluyla alındığı kaynakların

*Î4

SÜM EYSÂT.

rivayeti cümlesindendir ( al-Balâzuri, Fut ah, s. 174 v.d,), Islâm fethi hakkında verilen bu bilgiden Sam sat bölgesinin hiç olmazsa İslâmî devir­ deki etnik vaziyetini tesbit bakımından fayda­ lanılabilir. Filvâkî Samsat ’m alınışında mües­ sir olduğu anlaşılan Şafvân b. al-Mu'attal atSulami ’ nin buraya VII. asrın başlarında Hi­ c a z ’da Medine civarında oturduğunu bildi­ ğimiz büyük K ays gurubuna mensup Sulaym b. Manşür [ b. bk.] ’dan bir kısmıyla birlikte geldiğini düşünmek mümkündür. İslâmî devir­ de D iyar Muzar adiyle anılan Osrboüne böl­ gesinin Sam sat havâlisinde bir az sonra da görebileceğimiz gibi Sulami nisbeli şahsiyet­ lerin mühimce roller oynaması bu kabîlenm Samsat civârına yerleştiği intibâını uyandır­ maktadır. Sumaysât ’m bu ilk İslâm fethinden sonra 82 ( 7 0 1 ) yılma kadar el değiştirmediği, bu yıl içinde Emevîiere karşı isyan eden ‘Abd al-Rahmân b. Muhammed b. al-Aş'aş ’a karşı, Elcezîre vâlisi Muhammed b. Marvân ’ın gön­ derilmesinden ve hudut bölgesinin bu sûretle boşalmasından istifâde eden Bizanslıların bu­ raya kadar gelerek şehri zaptetmelerinden anlaşılmaktadır (Theophanes, Chronographia, bk. Wellhausen, D ie K ä m p fe, s. 433). Bu hu­ sus Emevî halîfesi Valid I. devrinde, halîfenin oğlu 'A bbas b, al-Valid ’in 93 ( 7 1 1 / 7 1 2 ) yı­ lında Sum aysâf ’1 aldığına dâir Tabari (L e i­ den tabı, II, 1236 ) ’nı'n verdiği kısa kayıtla da te’yid ediliyor. Emevî devri için Su m aysâf’1 bu hâdiselerden başka müslüman kaynakların­ da ancak bir defa, al-Muş'ab ’ın Ira k ’a hâkim olduğu devrede Elcezîre valiliğine tâyin ettiği İbrahim b. Mâlik al-A ştar’ın buraya işitim b. al-Nu'mân al-Bâhili ’yi ’âmil olarak gön­ dermesi dolayısiyle zikredilmiş görmekteyiz (al-D inavari, Ahbcir al-fivâl, s. 404). A bbasî hilâfetinin ilk yıllarında Elcezîre ’de A bbâsîlere karşı isyan hâlinde bulunan ishâk b. Muslim al-'U kayli, Urfa yakınında Abu Ca'far al-Manşür ’a karşı mücâdelede bulun­ duktan sonra, kardeşi Bakkâr ’1 Urfa ’da bıra­ kıp, kendisi asıl kuvvetleriyle müdâfaası daha kolay olan Su m aysât’a çekilmişti. Halîfe Mar­ vân ’m öldüğünü öğrenen İshıSk, artık hiç bir yardım almak ümidi kalmadığı cihetle, Sumay­ s â t ’ta 7 aylık bir muhasaraya dayandıktan sonra teslim oldu. Gerek kendisi ve gerekse adamları affolundular (Ya'kübi, Târik, II, 425 i Ibn al-i^şir, V , 333 v.d.). HâriTı» a’-Raşid ’in ölümünden sonra al-Ma’mün ve al-Amin arasında mücâdele devam ederken Suriye ve Elcezîre ’de yer-yer ayak­ lanmalar olmakta idi. Bu bölgenin yerli müel­ lifleri olan Süryânî Mikhael ve Barhebraeus ’un

bu devreyi idrâk etmiş olan Tetl-Mahreli Dionysios ’a dayanarak verdikleri bilgiye göre, Sumaysât ’ta işlediği bir cinâyetten dolayı Rakka zindanında hapsedilmiş olan 'Amr b. ‘Abd al-'A ziz al-Sulami hapisten kaçarak Su­ maysât 'âm il ’ini öldürmüş ve etrafına topla­ dığı bâzı kimseler ile eşkıyalığa başlamıştı (Barhebraeus, I, 2 12 ), Yine aynı kaynaklar 8 13 yılında ‘Amr ’ın, Sumaysât kalesini yeni­ den inşâ ederek oraya yerleştiğini ve Sumay­ sât civarında bulunan küçük köyleri kendisine vergi vermeğe zorladığını yazmaktadır. Uzun bir süre İslâm hâkimiyeti altında ka­ lan Sumaysât:, IX. asrın ortalarından itibâren, Bizans-Arab arazisi arasındaki sınır bölgesin­ de bulunan mevkii dolayısiyle, sık-sık birbiri ile çarpışan bu iki devletin orduları tarafın­ dan tahrip edilmiş ve el değiştirmiş görünmek­ tedir, Halîfe al-Mu'taşim devrinde Bizans ile yeniden başlayan savaş sırasında imparator Theophüos yukarı Fırat bölgesindeki müslü­ man arazisine girerek, Zibatra ( Doğanşehir ) ve Sumaysât ’1 zapt ( 837 ) ve bütün bölgeyi yağmalayıp tahrip etti. Fakat imparator ertesi yıl ( 223=yecek bir karışık­ lık içinde elden-ele geçmiştir. Samsat, 1096 yılında Balduk adında bir Türk emîrinin elin­ de görünüyor i Urfalı Mateos, trc. s. 185 ve Ermeni müverrihi Vardan, tre. s. 186 ’da Bal­ duk ’un „Em îr-Gâzî *nin oğlu“ olduğunu kayd­ etmektedirler ). Bu zât. Ermenilerle meskûn bulunan Urfa ve el varını yaptığı akmlarla çok tahribata uğratmakta, bu sırada Urfa ’ya hâkim bulunan Ermeni Toros’u devamlı tehdit etmek­ te idi. Birinci Haçlı seferi sırasında. Toros ta­ rafından kendisine yardım etmek üzere Urfa ’ya dâvet edilen ve kısa bir müddet sonra burada Urfa kontluğunu kuracak olan Bau­ douin’in 6 şubat 10 9 8 ’de U rfa ’ya gelişinden 8 gün sonra ( 14 —20 şubat ) Toros ile birlikte Samsat emîri Balduk ’a karşı yaptığı sefer ba­ şarısız oldu. Bu seferi müteakip T o ro s’un öl­ dürülmesiyle Baudouin’in U rfa ’ ya tek başına

hâkim olması üzerine endişeye düşen Balduk, 10,000 altın karşılığında Sam sat ’ı ona terk etti. Böylece Samsat Haçlıların eline geçmiş oldu, Samsat, müteakip on yıllar İçinde Frank Urfa kontluğuna bağlı kalmıştır. Ancak 1 1 1 2 yılına âit bîr kayıt { Barhebraeus, II, 353 ), bu yıl içinde şehre müstakil küçük Ermeni hü­ kümdarlarından Kog Vasıl *iu dul zevcesinin hâkim bulunduğunu bildirmektedir. Yine aynı yıl içinde U rfa ’ dâ kont Baudouin du B o u rg ’a su-i kast hazırladıklarından şüphe edilen E r­ meni ahâlinin Sam sat ’a sürüldükleri ve an­ cak ertesi yıl kendi şehirlerine dönmelerine müsaade olunduğa biliniyor. Haçlı devri vukua­ tında Samsat hakktndaki son bilgimizi, 2 teş­ rin II. 1 1 4 6 ’da U r fa ’mn Nur al-Dİn Zangi tarafından geri almışı sırasında, U rfa kontu joscalîu II. de Courtenay ’ın yaratı olarak Sam sat’a kaçmış olması teşkil etmektedir. Kontluğun sukutundan sonra da Samsat Frank­ ların etinde bir müddet daba katmış ve 1I5 0 yılında diğer bâzı kalelerle birlikte Bizans imparatoru Manuel ile yapılan bir anlaşmaya uyularak B izan s’ın K ilikya valisi Thom as’a devredilmiştir. Samsat, anlaşıldığına göre, Nür al-Dİn Zangi ile Mardin Artuklularindan Timurtaş ’m Bizans ’a karşı yaptıkları savaş neticesinde, 1 1 5 1 ilk baharında Türkierin eline geçmiş ve Birecik ile birlikte Tim urtaş’m hissesine düşmüştür. Ancak Anadolu Selçuklu sultanı Mes’ud 1. ’un 1 1 5 5 ’te ölümünden sonra çıkan taht kavgası esnasında Danişmend-oğullanndan Y ağısıysa ’ın dâvetine uyarak, onunla birlikte Selçuklu­ lara karşı cephe alan Nür al-Din Z a n g i’nin bu arada Samsat ’1 da kendi arâzisine i!hâk ettiği görülmektedir. Nür al-Dm ’1 istihlâf eden büyük Eyyûbî hükümdarı Şalâh al-Din 118 0 yılı son baharında Elcezire bölgesine yaptığı sefer esnasında, Samsat yakınında ci­ var bölge emirleriyle büyük bir toplantı yap­ mış ve soara da 584 ( 1188 ) ’te burasını zaptetmiştir. Şalâh al-Din*in ölümünden (5 8 9 = 119 3 ) sonra miras o!arak elinde sâdece Samsat kalmış olan oğlu al-Matik al-Afzal, 1203 yılında Ana­ dolu Selçuktu sultam Rukn at-Din Süleyman II. ’1 metbû tanımıştır. Bu suretle Selçuktu yüksek hâkimiyeti altına girmiş olmakla bera­ ber Samsat Eyyûbî ailesinin elinde kalmış olup, Şalâh al Din ’in oğlu al-Afza) 1224 te burada ölmüştür. Anadolu sultanlarının en bü­ yüğü olup, Anadolu ’ nun birliğini kurmaya ça­ lışan ’ A la ’ al-Dİn Keykubâd, Sam sat’ı da ilbâk etmek Üzere buraya bir birlik şevketmiş, fakat kışın başlaması sebebiyle civarını tahrip et­ mekle beraber şehri eline geçırememiştir ( Bar­ hebraeus, H, 534).

*3«

SÜ M E YSÂT -

Moğol istilâsı devrinde Anadolu ’ya gelen H âîizmlilerin 1237 yılında Samsat bölgesini tahrip ettikleri de bilinmektedir. Sonraki de­ virlerde Samsat ve civarı Dulkadırlı Turkmenler tarafından işgal edilmiştir, Osmanlılarm S am sa t’ı alışları, Yıldırım Bayezid 'in 794 ( 13 9 1/ 13 9 2 ) yılında M alatya’yı fetbi ile aynı zamana duşmuş olmalıdır. Fakat Samsat kısa bir sure som a 1 4 0 0 / 1 4 0 1 ’de T im u r’un eline geçmiştir [ bk. mad. MALATYA ]. Samsat ’ın ni­ hâi olarak Osmanlı hâkimiyetine girişi, Selim 1. devrine rastlar ( 1 5 16 ). Bu zamandan itiba­ ren Samsat ’ın, bir sınır şehri olînâk hüviye­ tini kaybetmesi dolayısiyle, gittikçe ehemmi­ yetini kaybettiği anlaşılmaktadır. Samsat, Os­ manlılar devrinde Ma'mürat al-‘A ziz vilâyeti­ nin M alatya sancağının Hişn Manşür kazasına bağlı bir nahiye merkezi oldn. Cumhuriyet devrinde' de 195$ senesine kadar Adıyaman kazasına bağlı bir nahiye merkezi olarak kalmış, fakat Adıyaman ’ın vilâyet olmasıyle Samsat da kaza merkezi olmuştur, 17 köyü bulunan bugünkü Samsat kazası eski tarihi şehrin en cenup ucunda kurulmuş olup, yüz ölçümü 338 km2,, nüfusu 1960 sayımına göre merkezde 9 9 1, bucak ve köyleri ile birlikte 6892 ’dir. B i b l i y o g r a f y a ' . Şehrin islâmiyetten önceki devrine dâir en özlü bilgi ve bib­ liyografya Weissbaeh’in Real-Encyclopaedie der ctassischen A llertum sıvissensckaft ’a yazdığı Samosata maddesinde bulunmaktadır. D inavari, Kitâb al-akbâr al-tivâl (nşr. V. G uirgass), Leyden, 1888, S. 4 0 4 ; Balâzuri, Futüh al-buldan ( nşr. de Goeje ), bk. fibrist; T abari, Târih (Leyden tabı), bk. fih rist; İbn al-A şir, al-K âm il (nşr. Tornberg), bk. fih rist; İbn K aşir, al-Bidâya va ’l-nihâya (K ah ire, 19 3 2 ) , IX, 8 4 ; Urfalı Mateos, Vekayî-nâm e ( trc H. D. Andreasyan), Ankara, 1 9 6 2 , 3 . 1 8 5 ; Barhebraeus — Abu ’i-Farac, A bu H-Farac tarihi, Ernest A . W allis Bıidge ’den türk. trc. Ömer Rızâ Doğrul ( Ankara, 194S — I 9 SO), I, 188, 200, 212 V.d.. 2 19 , 225, 2 5o j 2 59, 3 3 1 ; II, 353 v. d., 384, 388, 459, 473 , 50 1, 5 18 , 5 3 4 ,5 3 7 ! Vardan, Türk fütuhâiı

tarihi ( Tarih semineri dergisi, trc. H. D. Andreasyan, İstanbul, 19 37, 1/2, s. 1 8 6 ); W, F. Ainsworth, A Personal Narrative o f the Euphrates Expedition ( London, 1888 ), I, 195 v .d .; L. Caetani, Chronographia Is­ lámica ( Roma 19 12 ), V , 1 1 3 4 ; E. Honigmann, Die Ostgrenze des byzantinischen Reiches von 363 bis 1071 ( Corpus Bruxellense Hístoriae Byzantinae 3 ), Bruxelles, 19 35, s. 58 6 2, 71 y. dd., 78, not 4, 8 1, 85, 87, 92, I2f not 5, 134 — 137, " 41, 143 , >45 v .d .; F. Işı tan, U rfa bölgesi tarihi (İstanbul, 1960}, ¡

SÜNBÜLÎYE.

bk. fihrist. İ. Kafesoğlu, Sultan Melikşoh devrinde Büyük Selçuklu imparatorluğu t İs­ tanbul, 1953 ), s. 44, 69; J . Laurent, Byzance et les Turcs Seldjoucides (N ancy, 19 13 ), s. 30, 3 1, not 4 ; G. Le Strange, Lande o f the Eastern Caliphate ( Cambridge, 1930 ), s. 10S ; G . Ostrogorsky, Geschichte des byzantini­ schen Staates (München, 1963), s. 189, 197, * 35 , W .M .Ramsay, The H istorical Geography o f Asia Minor (London, 1890), türk, tercü­ mesi Mibri Pekiaş, Anadolu ’narı târihî coğ­ rafyası ( İstanbul, 19 6 1), s. 305, 307,309, 345; S. Run; ciman, A H istory o f the Crusades ( Cambridge, 1965 ), 2. tabı, I, 203 v. dd., 208 ; II, 117 , 129,240,329 v .d .,342, 421 v .d .; III, .82, 15 0 ; S t. -Martin, Mémoires sur P A rm é­ nie (P a ris, 18 18 ), I, 19 4 ;G . Weil, Geschich­ te d er C halifen (Mannheim, 1848—18 5 1), I, 5 *», 5 l2-> »ot 1 ; II, 1 1 , 309, 471 v.d ., 635, 638, 639; III, 15 v.d., 162 v.d. ; j, Welihausen, D ie K äm p fe der A raber mit den Romäern in der Zeit der U m aijiden, K g l, Ges. d, Wiss. Nachr. Philolog.-hist, Klasse, 1901, cüz 4. s. 433 ( İşin Demîrkent.) S Ü N B Ü L E . al-S U N B U L A , başak mânasın­ da olup, V i r g o ( bakire ; A. al- A zrâ' ) takım­ yıldızının (burcunun) e n p a r l a k y ı l d ı ­ z 1 na verilen ve mntâd olarak bu burca alem olan isimdir. Bu yıldız atlaslarda elinde bir başak tutan bir bakire şeklinde temsil edilir ve bugün bile bu parlak yıldıza S p i e a ( = ba­ şak ) denilmektedir, al-Kazvini ’ye göre bu takım-yıldız 26 yıldızdan teşekkül etmekte olup, buna şeklin dışında kalan daha 6 yıldızı da ilâve etmek lâzımdır. Burcun başı al-şarfâ ( ¡3 Leonis ) yıldızının cenap tarafında ve ayakları da Terazi ( Libra ) takım-yıldızınm ber iki kefesi istikametinde bulunmaktadır. Vırgo takım-yıldızınm en parlak yıldızına ya sunbula, veya al-simâk al-a'zal yâni silâhsız simâk denir ki, bu son ıstılah-bunu, astronomi haritalarında Aramech diye gösterilen al-simâk al-râmih yâni kargı taşıyan simâk ’tan tefrik etmek için kullanılmaktadır. B i b l i y o g r a f y a ' , al-Kazvini, 'A câ’ib al-mahlâkât (nşr, Wüstenfeld), I, 36; L. ideler, Sternnamen, s. 168, 172. ( J. R u sk a .) S Ü N B Ü L ÎY E . SU N BU LİYA , H a l v e t i t a r î k a t i n i ı ı b i r k o l u olup, diğer bir cok halvetîye kollarında olduğu gibi, ismini kurucusunun „şöhret“ inden almıştır. Halveti tarîkatinden,sâdece bir isimle ayrılan ve tarikat âdâbı ve esasları bakımından hemeu-hemen '■amâmiyle onun ayuı olan Sünbülîye tarîka­ nin kurucusunun asıl adı YûsuÎ, fekabl Zayn ‘■Din, şöhreti ise, Sünbül Sinân "dır (bk. Mah-

SÜ N B Ü Ü YE .

mûd Hulvî, Lem tzât, Üniv. kiitüp., nr. T Y »894, var. ı6o*>; Yûsuf Sınan Efendi, Tezkire-i H alveti ye. Süieymaoiye kütüp., Esad Efendi, nr. 1372, var. 298). Babasının adı A li, dedesiniuki ise, Kaya Bey olan Sünbül Sınan 880— 883 i 1475—1480) yılları arasında Merzifon’da doğdu ( bk. Tahsin Yazıcı, İstanbul ’da ilk hal­ veti şeyhleri, İstanbul Enstitüsü dergisi, İs­ tanbul, 1956, 11, 98) ve ilk tahsilini ihtimâl Borlu veya Uluborlu’da yaptıktan sonra, ts­ tanbul'a gelip, burada kısa bir müddet devrin tanınmış âlimlerinden Efdal-zâde (ölm. 90 3= 1497 1498 ) ’nin talebesi o-du. Medresedeki tah­ sili esnasında sofilerin aleyhinde bulunduğu hâlde, sonradan, bir tesadüf, kendisinin devrin tanınmış halveti şeyhlerinden olup, daha çok Çelebi H alîfe diye tanınan ve Koca Mustafa Paşa camiinde tarikat faâliyetinda bulunan Muhammed Cemale d din iie tanışmasına ve son­ radan da ona bî’at edip intisabına vesile oldu, Sünbül Sinân, Çelebi H alîfe ’nin yanında dört yıllık bir „riyazet" ve „müeâbede" den sonra, halifelik icâzetinı almış ve şeyhinin de arzusu üzerine 899/900(1493/1494) yıliarı arasında { bk. Tahsin Yazıcı, ayrı, esr,, 11, 99) M ısır’a gitmiştir. Buradaki ikamet müddeti kat’î ola­ rak bilinmemekte ise de, Koca Mustafa Paşa camiinde 33 yıl po3tnişîniikte bulunmuş ol­ ması doğru olarak kabul edildiği takdirde, M ısır’da üç yıl (900—9 0 3= 14 9 4 — 1497) kal­ dığı tahmin edilebilir. Mısır ’da bulunduğu sı­ rada, şeyhi Çelebi Halîfe hacea gitmiş ve M ekke’ de görüşmek üzere kendisine bir der­ viş göndermiş, o da Mısır ’dan Mekke ’ ye git­ miş, ancak şeyhiyle görüşmek yerine onun ölüm haberini almıştı. Hac yolunda vefat eden şeyhi, Sünbül Sinân ’a kendi kızı Safiye H a­ tun ile evlenmesini ve Koea Mustafa Paşa câmiiudeki makamını vasiyet etmişti. Sünbül Stnân bunun üzerine İstanbul ’a geldi, bu­ rada şeyhinin vasiyetini yerine getirerek tari­ kat faaliyetine başladı. Bir taraftan mürîdleriuin yetiştirilmesiyle meşgul olurken, diğer taraftan da Fâtih ve Ayasofya camilerinde va’ zda bulunuyor ve K u r 'â n ’ 1 tefsir ediyordu. Bu arada, amcası Sultan Cem ’in katlinde rolü bulunan Koca Mustafa Paşa ’ya kızması dolayısiyle yaptırdığı câroiin de yıkılmasını iste­ yen Yavuz Sultan S e lim in bu niyetini önle­ meğe ve zekice davranışı sâyesinde ondan hedi 'e olarak bir de samur kürk almağa muvaf­ fak olduğu gibi, halveti tarikatı âyinlerinden biri olan devrân aleyhinde bulunanları da susturabilmişti ( bk. Hulvî, ayn. esr., var. 16 1b ; Tezkire-i H alvetîye, var, 22“ ]. Bütün bu hâ­ diseleri muvaffakiyetle atlatan Sünbül Efendi elli-elübeş yaşlarında olduğu bâlde muharrem

936 (» e y lü l 15 2 9 ) ’da vefat etti. Vefatı dolayısiyle başta Kemal Paşa-zâde olmak üzere zamanın muhtelif şâirleri tarihler düşürmüş­ lerdir ( bk. Tezkire-i H alvetîye, var. 24» ; Taşköprü-zâde, al-Şaka’ik al-nu'm âniya, trc. M. Mecdî Efendi, İstanbul, 1269, s. 3 7 3 ; Osmanlt m ü ellifleri, I, 78 ; krş. Tahsin Yazıcı, ayn, esr., II, 10 3). Vefatını müteakip, cenaze na­ mazı Fâtih camiinde kılındıktan sonra, Koca Mustafa Paşa eâmiihdeki hânkahın „barem" ine gömülüp üzerine türbe yapıldı ( Tezkire-i H alvetîye. göst. y er. ). .Sünbül Efendi’nin, âdil, d in i. bütün ve celâdet sahibi bir şeyh olup, Koca Mustafa Paşa eâmiindeki hücresinin Perdeyle kapalı bulunan penceresinde yaşadığı ve Peygamber ve velî­ lerin ruhları ile dolu olduğuna inandığı hüc­ resinin içini boş bıraktığı kaydolunmaktadır ( Hulvî, ayn. esr., var. 163a ). Fâtih ve A yasofya gibi büyük camilerde va’zettiğiae ve Sultan Selim câmiinin namaza açılış gününde ilk va’zı yaptığına bakılırsa, iyi bir vaiz olduğu anlaşılan Sünbül Efendi veiûd bir sûfı müellif değildir. Filhakika, eser­ lerinden, Arapçayı iyi bildiği, tefsir, badis ve tasavvuf ilimlerine oldukça sağlam bir vukufu bulunduğu anlaşıldığı hâlde, kaynaklarda an­ cak üç eserinin adına rastlanmak ta d ır: 1, R isnlat a l-a fv a r; isminden de anlaşılacağı üze­ re bu eser „sülük" [ b. bk.] mertebelerini gös­ termek için kaleme alınmıştır. 2. Risâlat altafşkiklya, Arapça olarak yazılan bu eser, halveti tarikat"oio âyinlerinden ¿devrân " ın mubah olduğunu ispat için muhtelif kay­ naklardan derlenmiş bilgileri ihtiva etmekte­ dir. 3. Risitla-i Sunbul dar h akk-i zikr u dav­ ran, bundan önceki eserin Türkçe muhtasar tercümesidir. A yrıca bir de İlâhî ’si vardır ( bk. Sadık Vicdânî, Tomar-i turuk-i aliyye 'den H alvetîye, İstanbul, » 3 3 8 = 13 4 1, s. 60). Sünbül Sinân ’ın vefatından sonra, makamım o sıralarda M anisa’da bulunan Merkez Efendi [ b. bk.] işgal etti. Merkez E fen d i’den sonra 959—134 1 ( 15 5 1— 1922 ) tarihleri arasında Ko­ ca Mustafa Paşa camimdeki tarikat faaliyetini sırasiyle şu zâtlar devam ettirm işlerdir: Mer­ kez Efendi ’nin oğlu Seyyid Ahmed, Şeyh Y akub-i Germiyânî, onun oğlu Yusuf Sinâneddin, Şeyh Haşan Necmeddîn, Şeyh Aiâeddin AvmıHah, Haşan A dlî, Seyyid Mehmed Eyyûbî, Seyyid Kirâmeddin, onun kardeşi Seyyid A lâeddîn, onun küçük oğlu Seyyid Nureddîn, Yu­ suf Kutbeddîn, Alâeddîn Seyyid Hâşim, Hâşim-i Sânî, Hâşim-i Sâtİs, Yıldız, Râzi, R ızâeddîn, Mehmed Kutbî, Râzi Efendi ( Sadık Vicdanî, ayn. esr., s, 61 ),

»s*

SÜNBÜ LÎYE -

SÜ N B Ü L-ZÂ D E VEH BÎ.

Sünbülîye tarikatı data ziyâde İstanbul ’da intişar etmiş olnp, Koea Mustafa Paşa 'daki tekkeden başka, İstanbul ’un muhtelif semt­ lerinde 20 tekke vardı ( Bandırmalı-zâde A h­ med Munib, Mecmua-i tekâgâ 'dan naklen, mad. İSTANBUL, tarihî eserler, V /2 , 12 14 / 7 9 ; krş. Mehmed R â’if, Âsitâne-i A li y y e ieky eleri, İs­ tanbul, 1256). Sünbülîye tarîkatine sülük şekli ile tarikat âdâbı hakkında bk. Tarîkat-nâme-i Sünbülîye, Üniversite kütüp,, İbnülemin Mab42»). ömrünün kalan kısmını İstanbul ’ da geçiren şâir ihtiyar yaşma rağmen zevk ve eğlence­ den geri kalmıyordu. Muasırları onu delikanlı hayatı yaşayan bir pîr olarak tavsif ederler. Bir ara delirdiği ve gözleri görmez olduğu söylenen Sünbül-zâde, hayatının son iki sene­ den fazla kısmını nikristen muztarip olarak yatakta geçirdi. Şâirin ¡2 2 1 ’de Hatice Sultan çeşmesi için söylediği tarih, onun 7 sene ya­ takta kaldığı ve aklını kaybettiği hakkındaki rivayetlerin esassız olduğunu ortaya koyar. Vehbî yaşı 9 0 ’1 aşmış olduğu hâlde 14 rcbiülevvel 1224 (29 nisan 1809 ) ’te vefat etti, Edirnekapısı dışında bulunan mezarını Şânî-zâde, Tekke hizâsında, Bursalı Tahir, Topçular ’da, İlacı Tevfik Efendi de L a’lî Efendi çeşmesi ya­

kınında gösterir (Mecmu*at al-tarâcim, Üniv. kütüp., nr. T Y 192, var. 15 7 ® ) ; Ş ân îzâd e’nin bahsettiği tekke başka bir eserde Sırt-Tekke suretinde tasrih edilmiştir ( bk. Emin, Menâktb-i Kethudazâde A r if, İstanbul, 1305, s. 305 ). Kendisinden 5 sene sonra vefat eden Sürûrî de onan yanına defnedilmişti. Bugün ikisinin de mezarından eser kalmamıştır. E d e b î ş a h s i y e t i : Sünbül-zâde Vehbî, bilhassa Divan ’1 dışındaki eserleri, kendisine geniş bir şöhret te’mİn etmiş bir simadır. Mahmud 1. ile Selim III. devri arasında divan şiirinin büyük üstadtardan mahrum bulun­ duğu bir safhasında gelişi, çağında ön safda bir yer almasını kolaylaştırmıştır. Önce Mus­ tafa İli. devrinde edebiyat sahnesinde görülen şâir, AbdÜlhamid 1. ve Selim III.. zamanında eski şiirin tanınmış isimlerinden biri olur. Vehbî, nazma hâkimiyetine ve kolayca şiir söyleme kudretine sâhip olmakla beraber, zevk, his ve hayâl itibârile büyük bir şâir vasfı gös­ terememiştir. Eksik olan bu taraflarını, bilgisi ve lâfız san’atları ile örtmeğe çalışır. Son çağ­ larında muasırlarının „sultan üş-şüarâ“ nâmını verdikleri Vehbî ’yi, başta Ziya Paşa ve Mual­ lim Nâsi olmak üzere yenileşme devri Türk edebiyatçıları soğuk ve sun’î bir şâir addet­ mişlerdir. Daha sonraki müellifler de onu Nâbî ve Nedim’in şiirde açmak istediği yolu ibtizâle düşüren mukallitlerden biri olarak gör­ müşlerdir. Buna mukabil Gibb, ona eserinde mühim bir yer verir. Vehbî ’yi Nâbî mektebi­ ne bağlamak, bir Nâbî muakkibi gibi kabul etmek isteyen görüşler isabetli değildir, Ma­ hallî dil unsurları ile günlük yaşayışa âit tâ­ birleri şiirinde bir oyun vâsıtası hâline geti­ rerek çeşitli lâubalîlikler göstermekten hoşla­ nan Sünbül-zâde ’yi asıl Sab it ’e bağlamamız icabeder. Zâten kendisi de Sabit vadisinde at oynatmak gibi güç bir iş başardığından bahs­ etmektedir (D ivan , gazeli yat kısmı, s. 49). Onun, Sâbit *e bir hayli naziresi olduğunu da hatırlamalıyız. Mahallî ve farklı bâzı mevzûlar seçişinde Sâbit ’in ayrıca te’siri hissolunur. Husûsî hayatında maddî hazlara ve sefâya düşkün olan şâir, bu tarafını şiirinde samimi­ ye tle aksettİrmiştir. İran, Rodos, ordu-yu hü­ mâyûn kadılığı gibi şahsî hayat macerâsı ile ilgili bâzı cihetleri şiirine sokmuş olması da şâir nâmına kaydedilecek hususlardan biridir. „Sahan" kasidesinde şiir ve devrinin şâirleri hakkında dikkate değer fikirler ileri süren Vehbî 'nin, şiirinde kafiye bakımından farkına varılmamış yenilikler, de vardır. Şâir, bâzı manzumelerinde, msl. „kâgid", ,,ordu-yu hümâ­ yûn" gibi kelimeler ile değişik ve kail anıl­ mamış redifler yapmak suretiyle divan şiiri­

SÖNBÜL^ZÂDE VEHBİ.

ne farklı ve husûsî mevzular intikal ettir­ miştir. E s e r l e r i , i. D îvan. Şâirin, başında Arap­ ça kasideleri ile Farsça dîvançesi yer alan bu eseri/, ¿ski edebiyatın hacimli dîvanlarından sayılır. Selim İH, 'e ithâfen yazdığı mukaddi­ mesinde, şiirlerini senelerce dağınık kaldıktan, hattâ bir kısmı zâyi olduktan sonra 1205 ( 179 1 ) ’te onun adına dîvan hâlinde tertip et­ tiğini bildirir. Buna mukabil V e h b î’nin dîva­ nını 1198 senesinde tanzim ettiğine dâir Sürûrî ’nin bir tarihi vardır ( Sürûrî, D îva n , Bu­ lak, 1255, s. 146 v. d.}. D îv a n ' i, 1253 ( 18 3 7 ) ’te Bulak ’ta basılmıştır. Bu baskıda şâirin 1205 'ten sonraki şiirleri yer almadığı gibi, muhtelif gazel ve tarihleri yanında, ayrıca Selim III. hakkındaki 15 kasidesi de bulunma­ maktadır. İstanbul kütüphanelerindeki yazma nüshalarının en zenginlerinden biri olarak Üniv. kütüp., nr, T Y 1256 ’da kayıtlı nüshayı gösterebiliriz. Topkapısarayı, Hazîne, nr. 1047 İle Yeniler kısmı, nr. 755 ’teki nüshalar birbi­ rinin aynı olup, san’at değerleri ve Oniv. kütüp. nüshasında bulunmayan bir kaç şiiri de ihtiva etmeleri bakımından zikre değer, 2. L û tfiye -i Vehbî, Oğlu Lûtfuilah için, ha­ yatta nasıl bir yol tutması gerektiğini gös­ termek üzere 1205 ( i 7 g ı ) ’te kaleme aldığı manzum bir nasihat kitabıdır, Vehbî, eserde muhtelif İlim ve san’at şûbeleri ile meslekleri ve bunların mensuplarının hâllerini tenkidî bir surette gözden geçirir, âdâb-ı muaşeret ve ahiâk bakımından gözetilecek değerlerin neler olduğunu belirtmeğe çalışır. Sünbüi-zâde, ki­ tabında Nâbî ’nin H ayriye ’sini örnek almakla beraber, telâkki iti bâr ile ondan muhtelif nok­ talarda ayrılmaktadır ( bk. Recâi Karaca, H ay­ riye ile L â tfiy e arasında bir mukayese, İs­ tanbul, 1945,Türkiyat Enstitüsü, tez, nr. 186). Onun fikrî muhtevasında kendi şahsî hayat tecrübelerinin mühim ölçüde bir hissesi vardır. Eser, devrinin İçtimaî hayat ve müesseseieri ile ilgili bâzı tenkidî ve müşahhas görüşleri ortaya koyması bakımından tarihî bir ehem­ miyet de taşır. Önce dîvan ile birlikte neşredi­ len eserin müstakil olarak müteaddit tabıları ve bir hülâsası yapıldıktan başka, tam metni ile müntebabat kitaplarında da yer almıştır ( msl. Münşeât-ı A ziziye, İstanbul, 1286, s. 208—262 ). 3. T akfe-i Vehbî, İran seyahatinin bir se­ meresi olarak 119 7 ( 1782 } ’de te’lif ettiği bu eser Farsça ’dan Türkçe ’ ye, değişik vezinli $8 k ıt’adan mürekkep manzum bir lügattir. Müel­ lifin kelimeleri kolayca hatırda tutulacak tarz­ da sıralayıp kafiyelendirmekteki başarısı, ese­ re büyük ve sür’atli bir rağbet te’min ederek, kendisine kadar bu sâhada en mâteber kitap t ılâ m

A n s ik lo p e d is i

olarak elde dolaşan Ş â h id î’nin T a İ f e ' si (te ’ lifi 920) ile birlikte diğer manzum lügatleri itibardan düşürmüş ve yarım asır öncesine kadar medrese ve rüşdîyelerde Farsça tedri­ satta talebeye ezberlettirilen klasik bir kitap seviyesine yükselmiştir. Muhtelif Farsça keli­ melerin, müellifin İran ’da müşahede ettiği, tnzdekitere nazaran farklı ve aynı zamanda lügat­ lere geçmemiş husûsî mânalarını da göstermesi T u h fe'u m bilhassa belirtilmeğe değer bir ta­ rafıdır. Kendisi hayatta iken 12x3 ( 1798/1799) ’te basılan eserin tarihsizler ile birlikte tabı­ ları 30 ’a yaklaşmaktadır. Bunlar arasında cet­ veli! ve hâşlyeli baskıları da vardır ( msl., İs­ tanbul, 1298, taş-basm a). Tuhfe üzerinde Ha­ yatî ve Lebîb efendiler ayrı-ayrı şerhler mey­ dana getirmişlerdir. H ayati ’nin, şâir hayatta iken yaptığı ansiklopedik bir değer taşıyan şerhi, Tuhfe kadar rağbet görerek, S defa ba­ sılmıştır ( T uhfe-i Vehbî ’deki Farsça .kelime­ lerin alfabetik tertibe sokulmuş bir listesi için bk. AH Alparslan, Manzum lügatler ve Tuhfe-i Vehbî'nin alfabetik tertibi, İstanbul, 1947» Türkiyat Enstitüsü, tez, nr. 242). 4. Nahbe-i Vehbî. Tuhfe ’nin gördüğü bü­ yük rağbetten cesaret alarak 12 14 ( 1 7 9 9 ) ’te Selim III.’eithâfen kaleme aldığı Arapça-Türkçe manzum lügattir. T u h fe 'a m iki misli ve geniş bir çalışma mahsûlü olan bu lügatin 120 ese­ rin özü olduğu müellif tarafından belirtilir. İlk baskısı şâirin sağlığında yapılmıştır ( İstan­ bul, 12 2 0 = 18 0 5 ). Mekteplerde okutulan bu eserin de Tuhfe kadar olmamakla berâber, müteaddit tabıları mevcuttur. Nuhbe hakkında Yayaköylü Râşİd Efendi ’nin büyük bir şerhi mevcud olup, iki defa basılmıştır ( N u hbe'ye dâir takriz ve tarihler için bk. Sürûrî, Dîvan, 1255, s. 147 v. d .; Refi K âlâyî, Dîvan, İstan­ bul, 1284, s. 41 v.d.). 5. Şevk engîz. Ten hazlarıyle kadın ve erkek güzelliği üzerinde bir zenperest ile bir mahbub» perest arasında cereyan eden bir münazaradır. Sonunda her ikisi hakemliğine müracaat ettik­ leri bir şeyhin irşadı üzerine faziletini anladık­ ları manevî ve İlâhî aşk yoluna sülük ederler. S a b it’in bu çığırdaki eserlerinin te’sîri hissolunan bu mesnevide geçen eşya, yer ve şahıs isimleri hep cinsî telmihler ile doludur.Manisa ’da te’lif olunan bu 779 beyitlik eser, Enderunlu Fâzıl ’ın D e f ter-i aşk ve Zenûn-nâme ’si ile birlikte 1869 ’da basılmıştır ( İstanbul, 1286, s. 1x2 —14 3 ). Yazma nüshaları pek çok oiup ek­ serisinde anlaşılması güç ıstılah ve telmihleri izah eden haşiyeler mevcuttur (msl. Üniv. kü­ tüp., Ibnülemin kitapları, nr. 2693 ). 6. Münşeat, Sünbül-zâde ’nin çok esef ederek beiiıttiğine göre, bu eseri bir yangında yanıp XÇ

SÛ NBÛ L-ZÂDE VfeHB'İ yok olmuştur { bk. D îvan, s. «7). Bâzı parça­ larına yazma mecmualarda, L e tâ if-i inşâ, Münşeât-ı A z iz iy e gibi müntebabat kitapların­ da rastlanabilmektedir. Üniv. kutup. n r.T Y 433 ’teki Ofvan nüshasının sonunda 1204 yılından başlayan 7 parça inşâsı mevcuttur. Sünbîilzâde Vehbî nâmına Üniv. kütüp., nr. T Y 9584 ’te bir münşeât kitabı kayıtlı ise de, hakikatte onun ile hiç bir alâkası olmayıp, 12 16 ’da ve­ fat eden muâsırı Bosnalı İbrahim Vehbî ’ye aittir. B i b l i y o g r a f y a '■ Bugune kadar üze­ rinde etraflı bir tetkik yapılmamış olan Veh­ bî ’nin hayatı hakkında yukarıda verilen bilgiler bilhassa kendi eserleri ile muası­ rı Siirurî ’nin verdiği malumata dayanmak­ tadır. Mevcut tetkikler içinde en tafsilat­ lısı şudur: A li Cânip Yöntem, Sünbül-zâde Vehbî ( T D E D , I946, nr. 2, s. 8 ı— 10 4 ). Maddede gösterilen eserlerden başka bk. Silâhdar-zâde, Tezkire (Ü niv. kütüp., nr. T Y 2557, 43*—b ); Şefekat, Tezkire (M il­ let kütüp., A li Em îrî kısmı, Tarih nr. 770, s. 2 0 4 ); A rif Hikmet, Tezkire ( A li Em îrî kütüp,, Tarih, nr. 793, s. 6 5 ) ; Süleyman Fâik, Mecmua (Ü niv. kütüp., nr. T Y 4100, var. 531 “ b, 6 5b); Fatin, Hâtimat al-aş'âr (İstanbul, 12 7 1) , s, 444 v. d .; Ziya Paşa, Harabat, I, 1 7 ; Nâmık Kemal, Tâlim -i ede­ biyat üzerine risâle ( Ankara, 1950 ), s. 26 ; Cevdet Paşa, Tarih (İstanbul, 13 0 9 ), IX, 104 v. d d .; Muallim Nâei, Osmanlı şâirleri (İstanbul, 1307 s. 74—80; ayn. mil., Esâ­ mi (İstanbul, 1308), s. 336 ; Ş . Sâmi, K a ­ mus al-a'lâm (İstanbul, 13 16 ), V I, 4707; Fâik Reşad, E s lâ f (İstanbul, 13 12 ), II, 40— 47 ; Şehâbeddİn Süleyman, Tarik-i edebiyai-ı osmâniye (İstanbul, 1328 ), s, 248 —252 ; Bur­ salı Tâhir, Osmanlı m ü ellifleri ( İstanbul, 1338 }, II, 236 v. d .; İbrahim Necmı, Tarih-i edebiyat dersleri (İstanbul, 13 38 ), 1, 244— 250; Besim A talay, Maraş tarihi ve co ğ ra f­ yası (İstanbul, 1339 1, s. 13 4 —14 0 ; İbrahim Alâeddin, Sünbülzâde Vehbî 'ye nazaran ter­ biye ve tahsil ( Tedrisat mecmuası, 13 4 1, nr.66, s. 209—2 1 8 ) ; A li Cânip Yöntem, H ayriy e -L û tfiy e ( İstanbul mecmuası, 1945, nr. 3 1, s. 6 v. d.); Bagdadlı İsmail Paşa, /4smâ’ al-m u 'allifin ( İstanbul, 19 51).' Hammer, Geschichte der osmanischen Dichtung (Pesth, 1838 ), IV, 554— 573 ; Gibb, A H istory o f Ottoman Poetry ( London, 1905 ), IV, 242 — 265; W. Björkman, E 1, mad. Sunbulzüde W ekbî‘, A . Bombacı, Storia della letteratura turca ( Milano, 1956), s. 393 v. d. ^ (Ö mer F a r u k A kü n .) SÜNEN. [B k . sunna.]

S Û N N E Î.

SÜ N N ET . SUNNA ( A.), lügat mânası, İ şl e k y o l olup, geniş mânada Allahın yolunu veyahut da insanın âdet hâline getirdiği iyi veya kötü davranış ve hareketini İfâde eder. K u r’an ’da bu tâbir bütün bu mânalarda kul­ lanılmıştır. Msl. Sunnat Allah ( K u r’an, XXXIII, 38 v. b.) Allahın sünneti, Su n nata... min rusulinâ ( K u r’an, XVII, 77 ) Peygamberden evvelki peygamberlerin sünneti, Sıinnat al-avvalin ( K u r’an, VIII,. 38 v.b.) evvelki milletlerin kendi peygamberlerine karşı, İlâhî cezayı mucip olan küfür ve kötülük mânasındaki davranışları. Bir ıstılah olarak da kelimenin bir çok mâ­ naları vardır. Bunları şu şekilde belirtmek mümkündür: a. Wensinck, M iftâk kunüz al-sunna ( Con­ cordance de la Tradition M usuim an) adlı ese­ rinde, içinde sunna veya bundan türetilmiş kelimelerin bulunduğu bir çok hadîsi bir ara­ ya getirmiştir. Bunlardan dikkati çeken bâzı misâlleri, bu tâbirin daha sonraki devirde bir ıstılah olarak tesbit edilip dondurulmasın­ dan evvel sâhip olduğu mânanın çeşitliliğini göstermek bakımından ele alacağız. Şöyle k i: Sanna Rasül A llah „Peygamber bu âdeti te’sİs e t t i" ; Sanna lakum M u'öz „ ( sahabeden ) Mu‘âz, size ( tâkip edilmesi gereken) bu usûlü vaz’e tti"; man sanna sunnat12" hasanatan(h a y r ) „kim iyi bir sünnet te’sis ederse. . . man sanna sunnatan şarran ( zalâl, sayyi’a ) „kim kötü bir sünnet vaz ederse . . . “ ; Sanna bihim sunnat" ahi at-kitâb „onlara, ehl-î kitaba olduğu gibi muamele ediniz“ ; K a r3h iyatan an yastanna bihi ’t-nSs „ ( Peygamber ) halkın bunu sünnet (âdet) hâline getirmesinden hoşlunmtyarak,. 1nna ’l-nüs yastannüna bikum „halk sizin sün­ netinizi tâkip e d e r"; La-talba'unna sunana man kâna kablakum ş ib r"" bi-şibrta „Siz mu­ hakkak sizden evvelkilerin sünnetlerini karışkarış tâkip edersiniz“ ; Sunnat ( sunan ) alcâhiliya „bu, câhiliye devrinin sünneti (sün­ netleri ) d ır " ; Ta'allam a ’l- fa r â 'ii va ’l-lahn va ’l-sunan „farzları, dil hatasını ( la h n ) ve sünnetleri öğreniniz" v.b . b. Sunna, bid'a tâbirlerinden, eskiler arasın­ daki zâhid kimselerin iyi sünneti ile, kötü yeniliklerin mukayesesi anlaşılır. o. A h i al-şi'a tâbirine zıd olan A h i al-sunna va 'l-camâ'a 'da, içinde zıddiyetin tesadüfi bu­ lunduğu ve takarrür etmemiş olduğu bir kul­ lanılış görmekteyiz. Bilindiği gibi, burada ba­ his mevzuu olan, müslümanlar arasındaki iki büyük zümredir. Ş i ‘a ( 'A li taraftarı) dendiği vakit, bu, Abü Bakr ile ’A li arasında bir seçim bahis mevzuu olduğa zaman bir mâna taşır; yoksa ‘ A li ile Mu’âviya arasında yapılacak bir seçimi ifâde etmez. Zîra Mu’S v iy a ’ya karşı !AU

SÖ N N E f.

m

’»in arkasında toplananlar, sâdece asıl Ş i’îler Teamüle ve hukukî anlayışa göre, bir elçi, olmayıp, aynı zamanda, Suriye ahâlisi müs­ onu gönderen gibi addedilir ve hattâ elçinin tesna, Sünnîlerdi. Diğer bir ifâde ile, Peygam ­ sözü, onu me’mur edenin şahsen söylediği söz berin sünnetine tâbi olmada Ş i’îlerin daha az gibi kabul edilir. Bütün siyâset ve elçilik hu­ gayretli veya cama'a (İslâm topluluğunun yek kuku işte bu karineye istinad eder. Sunna vücudluğu) fikrine onlardan daha az arzulu mes’elesinde bu eski İçtimaî mefhum Kur’an oldukları sanılmamahdır. Bu iki zümrenin ba­ ’da sık-sık te'kid olunmuştur ; „ . , . Elçinin his mevzuu isimler ile belirtilm e'eri, bir zıd­ ( burada Peygamber ) getirdiği şeyi alınız ve diyet sebebine dayanmayıp, tesadüfi olmuştur. size menettiği şeyden de çekinip k açın ız. . . " d. Muhakkak ki fa r z ve sunna arasında bir ( L IX , 7 ) „ve O ( Peygamber ), kendi arzusunca fark va rd ır; ancak bu ayrılık, sâdece bir de­ konuşmaz, onun söylediği şey, sâdece A llah ’in rece farkından ibarettir. Yâni biri, bir kimse­ vahyeyjediğidir" (LIİI, 3—4 ) ; ayrıca „E lçi nin asla ihmâl etmemesi gereken bir vazifeyi ( burada Peygamber ) ’ye itâat eden, muhakkak ifâde ettiği hâlde, diğeri sâdece bir zühd ve ki Allah ’a itâat etmiş olu r. . . “ { IV, 80 5 bîr de, takva fiili mânasını ta ş ır : sünnet yerine geti­ bk. IV, 14 ; XXXIII, 36 ; LX X II, 23). Bu âyet­ rilirse, sevap kazanılır, bunu ihmâl eden için ler, Peygamberin sünnetinin Allah ’ın emir ve ise, bir müeyyide bahis mevzuu değildir. Kezâ nehyi yanında yer aldığını göstermektedir. Şu fa r z ile stınna arasında yer alan sunna musak­ hâlde sünnete müracaatı gerektiren âmil dâima kada tâbirinde de, böyle bir derece farkı mâ­ mevcuttur. En küçük teferruâtı gözeten bir ki­ tap bile, insan aklının hâl ve istikbal ile ilgili nası vardır. e. Yine, al-nik&h min sunnatı va man ta- her hangi bir mes’elede vazedebileceği bütün rako sunnatl fa-layta minni ( „nikâh benim suallere cevap veremez, tnsan hayatının her cep­ süanetimdendir ve benim sünnetimi terkeden, hesinde rehberlik etmek isteyen bilhassa K u r­ benden değildir“ ) gibi ifâdelerle de karşıla­ ’an gibi bir kitapta, faydasız teferruattan ka­ şılır. Sünneti terketmek ile, sünnete muhalif çınma ve bunları bertaraf etmek için seçilmiş hareket etmek arasında fark v a rd ır; diğer ta­ olan usûl, tatbiki kabil olan tek yoldu: msl. raftan „ihm âl" in de çeşitleri v a rd ır: nafile K ur’an, „namaz ( şalöt) ’1 kılınız“ demekle ik­ [ b. bk.] olan bir namazı tenbeltik sebebiyle tifa eder. Pevgamber ise, buna bâzı teferruat ihmâl etmekle, ehemmiyetsiz sayarak Peygam­ ekler. Fakat esas olarak tercihan der ki „Ben berin bir sünnetini ihmâl etmek aynı şey de­ nasıl kılıyorsam, namazı siz de öyle kılınız“ ğildir. Bu sonuncu şekilde hareket eden, İslâm (B uhâri, Azan, 18, adab, 2 7 ; Dârim i, Ş a l üt, câmiasının dışına çıkmış olur. 42 ; ibn Hanbai, V, 53 ). Bundan sonra bu hu­ / . Sünnet, bilhassa Peygamber tarafından susta Peygamberin yerini ilk devrin sahabe­ — sözle, fiille, zımnî tasdikle veya herhangi leri aldı. bir surette — vazedilmiş bir kanun hakkınPeygamberin sağlığında, Allah ’ın kitabı ve daki „hadîs" mânasında kullanılacaktır. Filha­ Peygamberin tatbikatı tam mânasıyle aynı kika bu, hadîsin müteradifidir, fakat aslında değere sâhip idi. Fakat onun ölümünden sonra bu iki tâbir arasında bir fark vardır: hadîs, hadîslerin sıhhati husûsunda bir isbat mes’eiesi sözü, sunna ise, bir tatbikatı, fiili ifâde eder. ortaya çıktı. K u r ’an ’ın ve sünnetin tedvin tari­ Söz ve fiil her İkisi de hukukta aynı kuvvete hi, birbirinden farklı olduğu için, bâzı tefrikler ve değere sâhip olmakla beraber, Arap dilinde yapmak kaçınılmaz bir zaruret hâlini al­ her ikisini de birlikte içine alan bir ıstılah mıştır : sırf nazarî noktadan sahih ve za­ yoktur. Sık-sık kutlanma ihtiyacı dolayısiyle, man itibâriyle muahhar bir hadîs, mukaddem bu iki tabiiden her biri, ayrı-ayrı her ikisinin bir K u r ’an âyetinin hükmünü kaldırıp nesh mânasını da içine alacak şekilde anlaşılmıştır^ edebilir. Bu neviden birbirine zıt ve uyuşması Sunna tâbirinden, Peygamber devrinden itiba­ mümkün olmayan iki metinden her bîrinin taren. Kur’a n ’da zikredilmemiş olmakla berâber, rihlenmesi husûsunda bir sarâhat yoksa, bugün, Peygamber tarafından öğretilmiş veya vazedil­ hadîs reddedilir ve sâdece K u r ’an metni esas miş bütün kaideler anlaşılmaya başlanmıştır. alınır. Zîra bahis mevzuu hadîsin sâdece âyete Nitekim Peygamberin vedâ haccı esnasında gor'e tarîhlenmesinde değil, rivayeti şeklinde müsl limanlara şöyle hitap ettiği rivâyet edil­ de şüpheye yer veren hususlar vardır. Yâni miştir ; „Size iki şey bırakıyorum ; bunlara netice olarak hadîs, K u r ’an metni kadar emin tutunduğunuz müdddetçe dalâlete düşmezsi­ değildir. A yet ile hadîs arasında doğrudan n iz; bunlar, A lla h ’ın kitabı ve benim sünne- -doğruya bir tezat yoksa ve hadîs, msl. âyetto timdir“ . Hiç şüphesiz buradaki sunna tâbiri, gösterilen kaideyi tavzih ve tafsil edici ise, sâdece Peygamberin sözlerini değil, aynı za­ bir ihtilâf bahis mevzuu değild ir: her ikisinin manda fitlin! de ifâde etmektedir. ' hükümleri de tatbik edilir.

244





...

....

S Ü N N E Î,

Kur'an ’ı sünnet ile tamamlamak ihtiyacı yoluyla nakledilen bir hadîsi, ilk üç râvinin bizzat Peygamberin sağlığında da hissedilmiş­ bugün elimizde bulunan ibn Hanbal Mus­ tir. Bu hususta Mu'âz b. Cabal ’den nakledilen ri ad ’inde,'Abd al-Razzâk ’m al-M uşannaf ’inde, meşhur hadîs açık ve beliğdir. Nitekim o, Y e­ M a'm ar’in al- Cami' ’i, H am m im ’ın al-Ş a l}ifa m en’i idareye kadı olarak tâyin edildiği za­ ’sinde bulmak mümkündür. Buna göre, Abü Hu­ man Peygamberin bir suâli üzerine „ K u r’an ’a rayra ’den nakledildiği tahkik edilebilecek ise, göre hükmedeceğini, şayet bunda sarahat ve bir hadîsin al-Buhâri veya onun üstadları tara­ açıklık yoksa, bu hâlde sünnete göre, bu da fından uydurul madiğim tesbit etmek mümkün­ vaziyeti aydınlatmıyorsa, bizzat kendi akl-ı dür, Nitekim al-Buhâr i ’nin hocası al-Humaydi selimine göre bir hüküm verme gayretinde bu­ ’nin M asnad]i, Müslim ’in hocası S a'id b. Manlunacağını“ söylemişti. Bu nakilde ayrıca, Pey­ ş û r ’un al-M u şannaf ’i, A n a s ’in a l-Ş a h ifa ’si gamberin bu cevabı sevinç’ e karşıladığı da ve hicretin ilk ve ikinci asrına ait diğer eser­ zikredilmektedir. Peygamberin etrafındaki sa- lerin bir çoğu hâlen keşfedilmiş vaziyettedir. hâbe arasında münevverler eksik değildi Bun­ Bu itibârla bugün, artık Goldziher ve Snoucklardan bazıları, Peygamberin onlara „mühim­ Hurgronje devrinde olduğu kadar şüpheci dav­ dir“ dediği husustan kaydediyorlardı. Daha ranmağa sebep yoktur. sonraları bilgi edinme isteği git-gide artmış­ Peygamberin muayyen bir devre için, bâzı tır. Eski dünyanın üç kıt’ası üzerinde Islâmın sebeplerle sünnetin yazılmasını yasakladığına te’sis ettiği hâkimiyeti, bir çok ihtidalar ta­ dâir hadîsler mevcuttur. Ancak mûoip sebepler kip etti. Yeni nesiller, dinlerinin bânîsinin ha­ zâil olunca, Peygamber bu yasağı kaldırmıştır. yatına dâir mufassal bilgi edinmeğe susamış­ Peygamberin sünneti yazmayı yasakladığına lardı. Bundan başka İslâm hukukunun yapısı dâir ( bk, Hemmâm İbn M unebbih’in S a k i f e ­ fertleri olduğu kadar, hükümetleri de tam mâ- si, nşr, M. Hamİdullah s. 67 v. d . } bir kaç ha­ nasiyle Peygamber devri emsâllerine müracaat dîse mukabil, sünnet hakkında bir çok yazılı etmeğe icbar ediyordu. Sahâbeden son fert hâtırat bırakan en az 50 sahabeye âit sahih henüz hayatta kalıncaya kadar onların bilgi­ malûmata sâhip bulunulmaktadır ve mühim lerine müracaat edildi. Diğer dinlerin aksine olan, bn gibi kimseler arasında sünnetin yazı İslâm, çabuk ve ânî bir yayılma gösterm iştir; ile tesbitini yasaklayan hadîsi nakledenlerin o derecede ki vedâ haccı esnasında Peygamber, çoğunun yer almasıdır. Bu vaziyet, yasağın da­ Mekke ’de, Arabistan ’ın çeşitli bölgelerinden ha sonra kaldırıldığını isbat eder mâhiyette­ gelmiş 140.000 kadar hacıya hitap edebilmişti. dir. H attâ bu 50 sima ile bir kaç hadîs tedBu rakama muhakkak ki bundan daha fazla vîncisi eshab arasından bir çoğunun, hadîs­ sayıda olan ve o yıl hacca iştirâk etmemiş leri daha Peygambeıin sağlığında kaleme alma­ müslümanları da katmak icabeder. Eski se- ğa başladıkları anlaşılmaktadır. Msl, 'A bd A l­ lâhiyetii müelliflerin 100.000 ’den ziyâde sahâ­ lah b. ‘Amr b, a l-'A ş ’m Peygamberin hutbe­ beden, her birinin en aşağı bir hadîs bırak­ lerinden bâzı parçaları kaleme aldığı ve hattâ tığına dâir ifâdelerinde mübalâğa yoktur. bunu bir vesile ile Peygambere söylediği za­ Sünnete dâir ilk te’liflerin küçük hacimde man, bu hareketinin tasvip gördüğü bilinmek­ olduklarına ve müteâkıp nesiller tarafından, tedir ( ag n .esr., s. 32 v. d.). Aynı şekilde Pey­ hu ilk eserlerdeki malzemenin noksanları ik­ gamberin Medine ’ye hicreti sırasında ebevey­ mâl suretiyle genişletifdîğine, böylece muhte­ ni tarafından io yaşında iken hizmetine tevdî lif âlimlerin bilgilerinin zamanla bir araya edilen Anas b. Mâlik, 10 sene Peygamberin geldiğine işaret edilmelidir. îlk te’liflerle son­ yanında kalmıştı. Okuma-yazma bilen Anas b. rakiler arasındaki hacım farkı bundan ileri Mâlik, bu müddet zarfında Peygamberin ha­ gelmektedir. Muhakkak ki her sahabe hatırın­ yatını da görmek imkânını bulmuş ve onunla da kalanları kaleme almamış, fakat git-gide ilgili pek çok şeyleri kaydetmişti. Sonraları artan sayıda araştırıcı, uzun seyahatlere kat­ talebeleri her hangi bir hususta ısrar ettikleri lanarak şifahî yoldan da olsa, bir haber kay­ vakit, o, bir sandıktan bu kayıtlarını ihtiva nağının mevcudiyetini öğrendikleri yerlere ka­ eden çok sayıdaki defterlerine ( macâll, müf. dar gitmiş ve tesbit ettiklerini hadîs mecmua­ macalla ) baş-vururdu ( ayn> esr., s. 35 ). Pey­ gamberin bîr diğer kâtibi, 'Am r b. at-Hazm ise, ları hâlinde tedvin etmişlerdir. Böylece sünnetin en mühim esâsı olan ha­ Peygamberin muhtelif şahsiyetlere gönderdiği dîsler, çok defa farklı yollardan intikal im­ bir çok mektuplarını ahlâfa intikal ettirm iştir. kânını bulmuştur. Bu intikalin çok e3ki de­ Yine bu cümleden olarak Abü Hurayra [b .b k .j virlerde de yazılı vesikalara dayandığı anla­ de bir hadîsi farklı rivayet ettiğini söyleyen bir şılmaktadır. Msî. al-Buhari, îbn Hanbal—'Abd talebesini iknâ için onu kayıtlarında aramak al-Razzâk; —Ma'mar™ H auım sm -A bü Hurayra üzere evine götü-müştü Bu talebesi burada ha-

SÜNNET.

t _ d'ise dâir bir çok kitap { =-e k u t u la kasiratan ) gördü ( agn. esr., s. 48 ). S u n n a ’ya dâir meydana getirilm iş ilk eser­ ler, Ş a lfifa ismini alm aktadır: 'Abd A llah b. *Amr b. a l-'A ş ’ın a l-Ş a h ifa al-ş'âdika ’si, Abîi Hurayra ’nîn a l-Ş a h ifa al-şahiha ’si, Anas ’in a l-Ş a h ifa *si v. s, ..B u n d a n sonra M a'm ar’İn al-Câmi' ’i, 'A b d al-Razzâk ’ın M uşannaf ’i, İbn Hanbal ’in Musnad ’i,al-T ayâlisi ’nin M usnad’i, al-Buhârİ ’nİn al-C âm i'al-şah ih al-m usnadm in umur rasâl All&h va ayyam ih ’i, M üslim ’in Şahif,1 ’i v. s. gelir ( bk. M. Hamidullab, agn. esr., s. 34—60). İlk devirlerden beri her hangi bir hadîsin sahihliği mes’elesi üzerinde bizzat müsiüman bilginleri tarafından da durulmuştur. Hattâ bu, Peygamberin sağlığında onun bulunmadığı bir yerde, sahabeden her hangi biri, bir diğerine, Peygamberin bir sözünü nakledip öğrettiği za­ man da bahis mevzuu oluyordu. 'A li böyle hâl­ lerde hadîs nakledeni yemine dâvet ederdi ( Abu ’i-Husayn al-B aşri ’ye göre o, bu hususta Abu Bakr ’i istisnâ ederdi İkinci nesilden nakledi­ len hadîsin kimin tarafından Peygamberden duyularak rivâyet ettiğinin sorulacağı tabiî idi. Zamanla bu nakil işinde râvîlerin sayısı arttı ve sünnet ilmi, haberin menşe’i hakkında bol sayıda şâhltler vermek gayesi ile, birbiri ar­ kasından gelen râvîler zincirinin tamâmının zikredilmesini icap ettirdi. Bu sebeple de, çe­ şitli râvîler arasındaki talebe-hoca münâse­ betlerini göstermek ve hattâ bunların şahsi­ yetleri hakkında malûmat vermek gayesiyle hadîs nakledenlere dâir hâl tercümesi lügat­ ler: (rîeâl kitapları) meydana getirilmesine t- şlandl. A yrıca sünnete has tenkîd ilmi ( cark .e t a 'd il) İnkişaf ettirildi. Aynı şekilde usul jl-h a d iş kitapları te’ lif edilerek hadîsler tas­ nife tâbi tutuldu [ bk. mad. HADÎS ]. Bizzat Peygamberin hayatında bir tekâmül olmuş ve şartlar onu bâzan evvelki bir karar ve hüküm üzerine eğilmeye sevketmîştir. İki hadîs arasında bâzan müşahede edilen tezat, kâh birinin diğerini nesh edip hükmünü mer’iyetten kaldırması vakıasından, kâh bu hadîs­ lerden her birinin ayrt-ayrı husûsî hâllerle il­ gili olmasından ileri gelmektedir, Hadîs metni, arzu edilen tafsilât hakkında sarih bilgi ver­ miyorsa, mütehassıslar bir çok hâl tarzları teklif ederler. Böylece, muayyen bir mes’ele hakkında serdedilen bu hâl tarzlarının, muhte­ lif müellifleri değişik mülâhazalara sevkedebileceği tabiîdir. Nihayet şuna işâret edelim ki, »şn/ al-fikh mütehassısları, İslâm hukuku kaynakları ara­ sında sünnete hemen Kur'an ’dan sonra yer vermekte ve ancak ondan sonra icma [ b. bk.]

ve kiyâs [ b. bk.] gibi diğer kaynakları sıra­ lamaktadırlar. g. Sünnetin, guifenin kesilerek alınması ma­ nâsında kullanılışı için bk. mad, HİTAN. B i b l i y o g r a f y a t E V İ a zikredilen eserlere ilâve olarak, M. Zubayr Siddİqî, Ha­ dith Literatüre, Kalküte, 1961 j Munzir Ahsan G ilâ n i, Tadvin-e hadis ( urduea ), K arach i; M, Hamîdullah, Hemmâm ibn Mtınabbih 'in sahi fe s i (türk. trc. Talât K o ç y iğ it), Ankara, 1967; ayn. mil., Islâm hukuk kaynaklarına dâir yen i bir tetkik ( Islâm tetkikleri enstitü­ sü dergisi, 1953, s. 63—6 7 ) ; Fuad Sezgin, B a h â ri'n in kaynakları (İstanbul, 1956). ( M u h a m m e d H a m î d u l l a h .)

S ünnet

düğünü

Müslüman ülkelerde, çocukların sünnet edil­ meleri ( hitan [ b. b k .}) hâdisesi zamanla muh­ telif memleketlere göre farklı bir takım mera­ simler hâlini almıştır. Türklerde bu merasime sünnet düğünü denir, Ailelerin içtim âi vaziyet­ lerine göre, tertip edilen bu merasimlerin en parlak şekilleri Osmanlı şehzadeleri için yapı­ lan sûr-i hümâyûn ’lardîr. Bu düğünlerde, bü­ yük şenlikler düzenlenirdi. Sünnet düğünleri­ nin, yalnız hükümdar ailesi tarafından değil, çocuklarını sünnet ettiren, devrin ileri ge­ lenleri tarafından da İçtimaî vaziyetlerine göre tertip edildikleri bilinmektedir. Şehza­ delerin sünnetleri münâsebetiyle yapılan ve günlerce süren bu kabil büyük düğünlerden tesbît edilebilen en eskisi, 1437 ’de Mehmed II. tarafından Edirne ’de oğulları Bayezîd ve Mustafa için yapılmıştır. Bir ay kadar süren bu düğüne bir çok devletin ileri gelenleri ile birlikte komşu hükümdarlar da dâvet edilmiş­ lerdi. Kanunî Sultan Süleym an’ın 936 ( 1 5 3 0 ) ’da oğulları Mustafa, Mehmed ve S elim ’in sünneti dolayısiyle tertip ettirdiği düğün 3 hafta kadar devam etti ( tafsilât için bk. lA , XI, i l i v.d,). 946 (1539) yılı teşrin II. ayında Şehzâde Bayezîd ve C ih an gir’in sünnet düğü­ nü A t meydanında yapılmış v e -13 gün sür­ müştü. Yapılan sünnet düğünlerinin en uzun ve muhteşemi, 1582 ’de Murad III. ’ın şehzadesi Mehmed için tertiplenmiş olanıdır. Bu düğün İki ay kadar sürmüştür ( 1 haziran—22 tem­ muz ). Garplı müşâhidlerin de hayranlıkla bah­ settikleri bu düğün için hususî bir eser de ka­ leme alınmıştır ( Surnâm e-i hümâyûn, Topkapısarayı müzesi, Hazîne kitaplığı, nr. 1344). Mehmed IV., 1675 yılında şehzâdeleri Mustafa ve Ahmed için Edirne ’de 15 gün süren ve Ahmed III,, Süleyman, Bayezîd, Mehmed, Mus­ tafa İsimli şehzâdeleri için 18 eylül 17 2 0 ’de. 16 gün süren düğün şenlikleri tertip ettirmiş­

SÜNNET.

lerdir. Bu tarihten sonra bu şekilde günlerce süren büyük sünnet düğünleri yapılmadığı an­ laşılmaktadır. Günlerce süren ve bir çok devletin ileri ge­ leni ile birlikte yabancı ve komşu hükümdar­ ların da davetli oldukları düğünün muntazam cereyan etmesi için mes’ul bir zât tâyin edi­ lir ve bu işlerde mühim mevkıierdeki zevata vazife verilird i; zîrâ düğün şenliklerini tâkip eden binlerce seyircinin ağırlanması hayli güç ve külfetli bir işti. .1582 yılındaki sünnet dü­ ğünü için Rumeli beyler-beyi İbrahim Paşa »düğüncü başı" matbah-ı âmire emîni Kara Bali Bey »düğün emîni“ , Nişancı Mehmed hey de „düğün nâzın" tâyin edilmişlerdi. Diğer bâzı şahıslara da vazife verildiği gibi, düğünün İntizâmını te’min için sipahiler ağası, emrin­ deki 500 sipâhî ile vazifelendirilmişti. Yuka­ rıda zikredilmiş olan diğer düğünlerde bu de­ recede geniş teşkilât olmadığı anlaşılmaktadır. 16 7 5 ’te E d irn e’de yapılan sünnet düğününde düğün işleri için vazifelendirilmiş yalnız bir »düğün emini" tâyin ve bu vaziyet 1720 ’de aynen tatbik edilmiştir. Bu sünnet düğünleri bâzı ahvâlde evlenme için icra edilen merasimle birlikte yapılmıştır : msl. 1539 ’daki sünnet düğünü ile Kanunî 'nin kızı Mihrimah’ ın Rüstem P a ş a ’yla evlenme şenlikleri; yine 16 7 5 ’te E d irn e’deki sünnet düğünü ile Mehmed IV. ’in kızı Hatice Sultan ’la Sarıkçı Mustafa Paşa ’nın evlenme merasimi bir arada cereyan etmiştir. A ynı şekiide A h ­ med III,, dört oğlunun sünnet düğününü tâkip eden tarihlerde, üç kızının ve iki yeğeninin evlenme düğünlerini de yaptırmıştır. Sünnet düğünleri geniş bir meydanda yapı­ lırdı. İstanbul ’ da yapılan sünnet düğünleri A t meydanında düzenlenirdi. Bu düğünlerde se­ yircilerin oturması İçin içi çeşitli renkte ha­ lılar ile döşenmiş çadırlar kurulurdu. A t meydanında yapılan düğünlerde tiyatroyu an­ dıran loca ve köşkleri ile geliştirilm iş bir se­ yir yeri ilk defa 1582 ’de şehzade Mehmed’in sünnet düğününde hazırlanmıştır. Bu düğünde pâdişâh için yapılan köşk süslü ve kemerli olup, yüksekçe bir yerde kurulmuştu; şehza­ denin yeri onun yakınında ve sol yanında idi. Valide sultan, şehzadenin kız kardeşleri ve onların yakınlarından ibâret olan kadın sultanlarmki de bu köşke bitişikti. Bunun yanında biri üç katlı olan iki seyirci mahfili yapıl­ mıştı. tçi ufak odalar şeklinde bir nevi loca­ lara ayrılm ış bulunan bu yapının en üstteki odasına rütbe sırasına göre, sadrâzam, yanındakine Rumeli beyler-beyİ, diğerlerine de aynı şekilde mevkilerine göre, devlet erkânı otur­ muştu ( Sel&nikt Mustafa, Tarih, İstanbul,

12 8 1, s. ı66 v, d ,; ayrıca bk.M etin A n d ,K ırk gün kırk gece, İstanbul, 1959, s. *6 v.d,). Esas- ’ ta bu gibi . yapılar düğün şenliklerinde gö­ rülmemekte, daha ziyâde meydanlarda çadırlar { »çerge", „oba“ , „otağ“ ve pâdişâh için »otağ-ı hümâyûn“ ) kurulmaktadır. 1675 ’te Edirne ’deki sünnet düğününde ça­ dırlar, bir hilâi şeklinde düzenlenmişti. Hilâlin bir ucunda barem ağalarının çadırları kurul­ muş ve yanında pâdişâh ve şehzadeler için iki küçük köşk inşâ edilmişti. Bunu takiben sadr­ âzamın, İstanbul kaymakamının, defterdârm v.b, çadırları kurulmuş olup, hilâlin diğer ucun­ da yeniçeri ocağı erkânının çadırları bulunu­ yordu (ta fsilâ t için bk. J. von Hammer, Os­ manlı devleti tarihi, tre. Mehmed A tâ , İstanbul, 1947, XI, 282—286). Sünnet düğünlerindeki oyun ve şenlikler, dev­ rin Osmanlı medeniyet ve san’atının bîr meş­ heri mâhiyetinde idi. Her san’at ehli burada kendi hünerini göstermeğe çalışırdı. Bu arada daha ziyâde güldürücü temsiller, rakslar, hok­ kabazlık, karada ve su üzerinde temsilî barp oyunları ehemmiyetli bir yer tutardı ( bk. Me­ tin And, ayn, esr., s. 4 1, 43 v. d., 145 v. d.). XIX. yüz yılda bu şekiide büyük sünnet dü­ ğünleri tertip edilmemiştir. Değişen içtim âi hayat tarzına rağmen, bugün de tertip edilen sünnet düğünlerinde, bu şen­ liklerin hokkabazlık, orta oyunu, kukla v.b , gibi bâzı unsurları devam etmektedir. B i b l i y o g r a f y a : Celâl-zâde Musta­ fa, Tabalçat al-mdmâlik ( Süleymaniye kütüp, Husrev Paşa kısmı, nr. 427), I, var. 155«—161», nr. 428, II, var, 5o»—53«; Hoca S a ’deddin, Tâc al-tavârîh ( İstanbul, 1279 ), I, 460 v.d.; A lî, Kunh al-ahbâr ( Süleymaniye kütüp., Hâlet Efendi kısmı, nr. 598), var. 320—34^ 626—63«, 334b—337b ; Selânikî Mustafa, Tarih (İstanbul, 12 8 1) , s. 163— 16 8 ; Peçevî, Tarih (İstanbul, 128 3), I, 15 3 — 155, 2 19 ; II, 7 1—74; A bdi Efendi, Surnâm e-i Sultan Mehmed b. İbrahim Han { Topkapısarayı kütüp., Revan kısmı, nr. 3593 ); Nâbî, Surnâme ( n şr.' Agâh Sırrı Levend ), İstanbul, 1944; Defterdar Mehmed Paşa, Zubdat alvakayı' ( Süleymaniye kütüp., H âlet E fen d imülhak kısmı, nr. 189), var. 92b—93b j Silâhdar Mehmed Ağa, Tarih ( İstanbul, 1928), I, 644 v.dd.; Râşid Mehmed, Tarih ( İstan­ bul, 1282), I, 3*0—325» V , 2 14 —220; Seyyid Vehbî, S ur nâme (Topkapısarayı müzesi, Ahmed III. kütüp., nr. 3 5 9 3 ); Surnâm e-i hümâyûn ( Topkapısarayı müzesi, hazîne ki­ taplığı, nr. 13 4 4 ); Hammer, D evlet-i Osma­ niye tarihi ( tre. Mehmed A t â }, İstanbul, 1330 —1332, V, 99—103, *08 v .d .; VII, 98—

SÜNNET -

102 ; IX ( 1947 ), 282—286 ; Hilmi Uran, III. M ehm ed'in sünnet düğünü (İstanbul, 19 4 2 ); I. H. Uzun çarşılı, Osmanlı devletinin saray teşkilâtı (A nkara, *945 ), s. m v .d .; Metin And, K ırk gün kırk gece, eski donanma ve şenliklerde seyirlik oyunlar (İstanbul, 1959); Feridun Dirimtekin, Ecnebi seyyahlara na­ zaran X V I. yüz yıld a İstanbul ( İstanbul, 1964), s. 14—20 , ayrıca bk. M. Z. Pakaitn, Osmanlı tarih deyim leri ve terim leri söz­ lüğü { İstanbul, 1946 v. dd.) madd. SÛR-Î HÜ­ MÂYÛN, SÜNNET DÜĞÜNÜ. i CENGİZ ORHONLU.)

SÜ N N Î. [ Bk. s u n n a .J S Ü R E Y C İY E . S U R A Y C İY A ( M a s ’ a l a ), hukuk nazariyesi (u ş ü /)’nde pek az klasik m e s ’ e l e d e n b i r i olup, mes’eleyi ilk ortaya atanlardan birisine izafeten böyle tesmiye olun­ muştur ( bk. EKDERİYE ). Mes’ele, bazı Şâft’îlerin (Muzani, Ibn Sur ay e ve sonradan iddiasından nükul eden G a z a li) bâtıl bir kıyasa ( yamin bidü'ira ) irca suretiyle, sözünde durmadığı tak ­ dirde âkidin en sevgili karısından boş düş­ mesini ( Karm atî akidesinde buna talâk mu‘alla k denir; bk. mad. KARMATİLER } gerektiren bir akdi hükümsüz kılmak ( t a 'li k ) için icad ettikleri ruhî bir hile-İ şer’îye ( davr hükmi ) ’den ibarettir. Snouck Hurgronje ( A tjehers, V, 382 ; Ş â fi’îlerin Cava ’da evliliği korumak için ta 'lü ç’i nasıl maharetle kullandıklarını izah etmiştir ; taHik evlilik müessesesinı fyilla ’den korumaktadır. B i b l i y o g r a f y a : Şa’rân i, Mizan ( tab. K a h ire ), II, 1 1 5 ; İbn Hacar, Tuhfat al-minhâc ( Ş ir v â n i’nin izahlarıyla, tab. K a h ire ', VII, 1 1 2 v. d .; Goldziher, Streit­ schrift des Gazali gegen die B atiniyya-Sekte ( 1 9 1 6 ) , s. 78 v.d .; Massi gnon, Passion d ’alIfa llâ j, s. 386, 7 16 , 787. ( L . M a s s i g n o n .) ■ S Ü R E Y Y Â . a l-Ş U R A Y Y Â , Taurus ( = bo­ ğa takım-yıldızındaki y e d i y ı l d ı z d a n m ü t e ş e k k i l t o p l u l u ğ a verilen isim .E s­ kiler bunları ayrı bir takım-yıldız olarak te­ lakki etmişlerdi ( P l e i a d e s ) . al*I£azvini ’ ye göre, bu takım yıldız, daha parlak iki yıldız ite bunların arasında tıpkı bir üzüm salkımının taneleri gibi sıkışmış o'an diğer üç yıldızdan müteşekkildir. Buna sâdece al-nacm yâni „y ıl­ dızlar topluluğu" da denilmekte ve en mühim yıldızı da (t) Tauri=s=Alkyone ) vasat cavz veya nayyir al-şurayyâ yâni Pleiades 'in ortası, çe­ kirdeği veya en parlak yıldızı diye isimlendirilmektedir. §a ra yyâ kelimesi, bereketli mâna­ sına gelen şarva' ’dan ism-i tasgir olup, eğer bu ad ıtî.sıv „gem icilik yapmak" kelimesine değil de nÂsöç kelimesine bağlanırsa, Yunanca ’¡ıın it?.eıds ’ma tekabül eder. Başkalarına göre,

SÜ R EYY Â.

*4 7

takım-yıldızın bu şekilde isimlendirilmiş ol­ ması, fecir esnasında onun doğuşuna rastlayan yağmurun şaruü’ yâni çok bereketli olmasıdır. Şurası muhakkak ki eski devirlerden beri Surayyâ zümresine, hava ve ona bağlı tabiî hâ­ diseler üzerinde büyük bîr te’sir atfedilmiştir. Astronom İbn A bi ’l-Ricâl ( = A b en ragel, V = XI. asır ) ’e göre, takım-yıldızın halk arasında daha yaygın olan ism i: dacâcat al-sama 1ma’a banâtihâ yâni semavî tavuk ile civcivleridir ki, bu İngilizcede de aynı isim ile tanınmak­ tadır. Takım-yıldız kezâ kıymetli taşlarla süs­ lü bir taç olarak da tasavvur olunmakta ve şâirlerin pek çok şiirinde bu şekilde yer al­ maktadır. B i b l i g o g r a f ya-, al-Kazvini, 'Acâ’ib al-mahlûkât ( nşr. W üstenfeld), I, 35, 4 3; trc. H, Ethe, Kosmographie, s. 75, 9 0 ; L, ideler, Untersuchungen über den Ursprung und die Bedeutung der Sternnamen, s, 146. ( J . R u s k a .)

S Ü R E Y Y Â . M u h a m m e d Ş ü r a y y â (18 4 5 — 1909), Son-çağların tanınmış bir Türk â l i m i ve t e r â c i m - i ahvâl m ütehassısı. İstanbul ’da doğdu. Babası, Rumeli ve Anadolu ’da kaymakamlık, daha sonra İstanbul ’da ko­ misyon âzâlıkları ile çeşitli devlet hizmetle­ rinde bulunmuş olan Mehmed Hüsnü Bey ’dir ( Sîcill-i osmânî, II, 177, ceddi için bk. 1 , 1 x 9 ) M. Süreyya ’um doğum tarihinden başlayarak son vazifesine kadar geçirdiği hayat safhaları bugüne kadar meçhul kalmıştır. Bu noktala­ rı ancak resmî sicilli sayesinde tesbit ede­ biliyoruz.. Mehmed Süreyyâ 1261 (== 18 4 5 ) ’de İstanbul ’da doğdu. Îbtidaî mektebi ile Dâr-ülmaârif rüşdİyesinde okuduktan sonra hususî olarak Arapça, Farsça, biraz da Fıansızca tah­ sil etti. Zilkade 1279 ( = 18 6 3 ) ’da Bâbıâlî Ter­ cüme Odası ’na mülâzım olarak girdi ve bu­ rada sâniye rütbesine kadar yükseldi. Cerîde-i Havâdis yazı hey’etine de dâhil olan Mehmed Süreyyâ 1876 ’da ilk eseri Nuhbat al-vaküyF ’in cüz cüz neşrine başladı. Çalışmaları tak­ dirle karşılanan müellif, 7 muharrem »304 ( = 18 8 6 ) ’te Abdülhamid II. ’in irâdesi ile Meclis-i M aârif azâlığına tâyin olundu. Bu vazife­ sinde ûlâ sınıf-i. sânî rütbesine kadar yükse­ len müellif ( krş. Saln&me-i devlet-i aliyye-i Osmâniye, İstanbul, 1304, s. 302 ve 1320, s. 284 ), kendisini 2 sene evinde alıkoyan bir has­ talığı müteakip 19 zilhicce 1326 (rum î 30 kâ­ nun L 13 2 4 = 1 2 kânun H. 19 0 9 )’da vefat et­ miştir. Mezarı babasının medfun bulunduğa Karaoaahmed ’dedir. Mehmed Süreyyâ, bütün hayatını tarihe, bil­ hassa Osmanlı sahasında yetişmiş şahsiyetle­ rin hâl tercümelerini toplamağa hasretmiş bir

SÜ R EYYÂ.

müellif dır. Ömrü İstanbul kütüphanelerindeki eski ve yazma eserleri taramak, İstanbul ’un çeşitli köşelerine dağılmış mezarlıklardaki tatihî şahsiyetlere âit kitabeleri tesbit etmekle geçmiştir. Daldığı bu kesif çalışma hayatı içinde.' kıl ık-kıy âfetine ehemmiyet vermemiş, çok mühmel ve dağınık bir hayat sürmüştür. Kendisi, terâcim-i ahvâl sabasında İsmet Bey (Sim, 1904 ) ’den sonra en selâhivetli ve vu­ kuf sahibi bîr mütehassıs olarak kabûl olunur. Te’lifâtı 40 cildi aşanMehmed Süreyya, bun­ lardan sâdece S ic ill-i osmânî ’yi ve kısmen de Nukbat al-v a k â y ? ’i bastırabilm işlir. Mehmed Süreyyâ ’nın şöhretini devamlı kılan eseri S i­ cilimi osmânî, 3.000 sabifeye yaklaşan büyük bir hal tercümesi ansiklopedisidir. 1308— 1316 {18 9 0 — 1899 ) yılları arasında büyücek kıt’ada 4 cilt hâîinde neşrolunabilen bu eser, bütün İslâm âlemine mensup meşhurlara da bâzan yer vermekle beraber, asıl Osmanh sahasında yetişmiş şahsiyetlere tahsis edilmiştir. Osman­ lı devletinin kuruluşundan hicri 13 16 ( 1899) sonuna kadar çeşitli sınıf ve meslekten on binlerce şahsın hâl tercümesini ibâta eden bu büyük ansiklopedi, neşrinden bu yana İlim âlemi için mühim bir müracaat kitabı olmuştur. S ic ill-i osmânî, başka hâl tercümesi kaynak­ larından farklı olarak muayyen bir zümre ve mesleğe inhisar etmeyip, her çeşit sahaya mensup şahsiyetleri içine alışı ile, bugüne ka-dar benzeri bulunmayan bir eser olarak kal­ mıştır. Müellif, Osmanh sahasında zuhur etmiş ne kadar tarihî sîma varsa, tesbit ederek millî tarihin şahıs kütüğünü te'sise çalışmıştır. Yaz­ ma eserler ve çeşitli tarihî kaynaklar üzerinde yapılmış geniş taramalara ve mezar kitabeleri­ ne istinad etmesi dolayısiyle diğer hâl tercü­ mesi kaynaklarında tesâdüf olunmayan madde ve bilgileri ihtiva etmesi, eserin mühim meziyetlerindendir. Birinci derecede meşhur şahsi­ yetlere dâir verdiği bilgilerin bugün artık kifâyetsiz olmasına mukabil, hayatları başka hâl tercümesi eserlerinde yer almayan üçüncü, dör­ düncü derecedeki şahıstan ancak S icill-i osmâ­ nî ’de bulmak mümkün olmaktadır. M üellif,.ta­ rihî kaynaklarda veya mezar taşlarında rastla­ dığı şahısları, şöhretleri veya ehemmiyetleri az da olsa eserine almıştır. İhtiyatla kullanılması­ nı gerektiren yanlışlarına, çok kol matbaa ha­ tâlarına ve intizamsızlığına rağmen, belirttiği­ miz cepheleri ile büyük istifâdeler sağlayan ve günümüz ilim âleminin müstağni kalamadı­ ğı en kestirme bir kaynak teşkil eden bu eser aşılmış, yerine daha mükemmeli şöyle dursun, benzeri dahî konulmuş değildir. Müellifin hay­ re t veren bu büyük çalışması, bugün ancak bir ilmi hey 'etin başarabileceği bir iş olarak

telakkî edilmektedir, Mehmed Süreyyânın ömür boyunca kütüphaneleri ve mezarlıkları dolaşa­ rak topladığı notların ancak bir kısmını ihti­ va eden eserini, daha tam bir hâle getirmek ve fark ettiği yanlışlarını düzeltmek üzere S ic ili ’e 10 ciltlik bir zeyil yaptığı, kaynaklar­ da ( müellifin arkadaşı H alil Edib ’ in ve N evsâl-i osmanî ’nın bu ifâdesine mukabil, Bursalı Tâhır bunu e cilt Tekmite-i sîcill-i osmanî ve I eilt Z a y l-a l-şa y l olarak gösterir ) zikredilmek­ tedir. Sicill-i osmânî ’ ye günümüzde Mehmed Zeki Pakalın tarafından bir zeyl tertip edilmiş olup müsveddesi Türk Tarih Kurumu ’nda bu­ lunmaktadır. 1247 ( 18 31 ) ’den 1292 { 1875 ) ’ye kadar Os­ manlı devlet ricalinin nasıb, tâyin ve vefat tarihlerini toplu bir şekilde gösteren, 2 ciidlik Nuhbat al-vakâyi‘ ’in yalnız 1269 yılı sonuna kadar olan kısmı basılmıştır. S ic ili ’den evvel ( 12 9 2 = 18 7 6 ) neşrolunan ve 1246—1292 { = 18 3 1— 1875 ) arasında teşkilât ve müesseselerde meydana gelen çeşitli tebeddülatı icmâlen belirtmek gayesini de güden bu eser, bilhassa Takvim -i vek a y î ve C erîde-i havâdis ıne’haz alınarak yazılmıştır. Basılmayan kısmın istin­ sah edilmiş bir nüshası Osman Ferid Sağlam ’m Türk Tarih Kurum u’na intikal eden kitap­ ları arasında bulunmaktadır. Bursalı M. Tâhir, onun, Tarih-i Mehmed Sü reyyâ nâmı ile Mahmud I I .’dan başlayıp Saltan A bdülaziz’in saltanatı nihayetine ka­ dar 9 ciltlik bir tarih de te'lif ettiğini baber vermektedir. Müellifin bundan başka 10 ciltlik bir Tarih-i İslâm ’1, 30 cüz üzerine Arapça ve Farsça ile Osmanlıca, Çağatayca ve diğer Türk dili lehçelerini içine alan Burhan al-şaraf ya­ hut Lugat-ı hamse adlı 7 ciidlik bir lügati, hadîs ve K ur’an ile ilgili te’lifâtı, ayrıca 4 de romanı vardır. Mehmed S ü re y y a ’nın evinde, yorulmak bil­ mez bir gayretle dolaşarak tesbit ettiği İstan­ bul .mezar kitabelerine âit çuvallar dolusu ev­ rak vardı. Mehmed S ü re y y a ’ nın 40 cildi aş­ makta olan, basılmamış eserleri 1334 ( 1 91 6) Cihangir yangınında tamamen hebâ olup git­ miştir. B i b l i y o g r a f y a : Başbakanlık A rşi­ vi, Mülga Dâhiliye Nezâreti, S ic illi umûmiye defteri, nr. 11 3. s. 4 1 ; Halil Edib, Z>yâ-ı elim : Yazık Süreyyâ B ey de ölmüş ( Bayan al-hakk mecmuası, 1324—1326. ar, 17 — 18, s. 386 v.dd., 396 v.dd.); Ekrem R eşad —Osman Ferid, Nevsâl-i osmânî i İstanbul. 1325), 1, 18 4 ; Abdurrahman Şeref, Tarih musahabe­ leri ( İstanbul, »339 ), s. 339 v.d .. Bursalı M. Tâhir, Osmanlı m ü ellifleri ( İstanbul. 134 * )» III, 36 v.d.; F. Babinger, GO W , s. 385 v.dd.;

S Ü R E Y Y Â — SÜ RÛ RÎ. ayn. mil., md. Tkuraiya Mehmed ( £ / ) ; İb­ rahim Alâaddin Gövsa, Türk meşhurları an­ siklopedisi ( İstanbul, ts.), S. 361. ( Ömer F a r u k Akün.) S Ü R M E . [ Bk, KühüL.] S Ü R Û C . [ Bk. su r û C.] S Ü R Û R İ. SU R U R Î.M u şlİh a l-d In M u s ta fâ ( 1 4 91 — 156 3), XVI. a s r ı s tanınmış T ü r k â 1 İ m 1 e r i n d e n dir. Hoca Şaban adında zengin bir' tacirin oğlu olup, 897 ( 1 4 9 1 ) ’de Gelibolu 'da doğmuştur. İlme merakı olan ba­ basının, yetişmesi hususunda gösterdiği ihti­ mam sayesinde devrinin Nihâiî, C a’fer Çelebî, Kara Davud, Kadri Efendi, TaşkÖprî-zâde Mus­ tafa ve A bdiilvâsî gibi büyük âlimleri yanında tahsil görerek Fenâri-zâde Muhiddin Efendi ’den mülâzim olmuştur. 927 ( 1 5 2 1 ) *de Fenârî -zâde Muhiddin Efendi İstanbul kadısı olduğu vakit onu, bu mansıbın o sırada ihdas edilen, „bâb nâibliği" hizmetine getirdi, Muhiddin Efendi ’nin 929 ( 1 5 2 2 ) ’da Anadolu kazaskeri olmasıyle Sürûrî bu defa onun „tezkirecilik“ hizmetini ifâya başladı. Fakat bu makama âit gizli bilgileri eski hocası Abdülvâsî Efendi ’ye ifşâ etmekle itham olunduğundan ilmiye tarikini terkedip Emir Bubârî tekkesi şeyhi Nakşbendi Mahmud Efendi ’den inâbet alarak dervişliğe intisap etti ve bir müddet sonra hacca gitti. Dönüşünde Fenârî-zâde ’den daha çok iltifat görerek 930 ’da 20 akçe ile Gelibo­ l u ’da Mubaşşî Sinan Efendi yerine Sarıca Paşa medresesi müderrisi, 933 ( 1 5 2 6/ 1 5 2 7 ) ^0 de Şeyh Cemâl Efendi ’nin vefatı Üzerine de P îrî Paşa zâviyesi müderrisi oldu. Burada 40 akçe ile „rütbe-i sâlise" ye kadar terfî etti, 944 ( 1537/1538 ) ’te banisinin onun için yaptırdığı Kasım Paşa medıesesine 50 akçe ile müderris oldu. 954 ( 1 5 4 8 ) ’te Muhiddin E fe n d i’nin ve­ fatından büyük bir teessüre kapılan Sürûrî, müderrislikten istifa ederek Emîr Buhârî zâ­ viyesi şeyhi ve Nakşbendî Mahmud Efendi ’nin damadı Abdüllâtif Efendi ’ye intisap ile tek­ rar dervişliğe sülük etti. Fakat, bu sırada Mora ’da sancak beyi bulunan Kasım Paşa ’nin ısrarı karşısında, derviş kıyfifetini muhafaza etmek şartİyle, haftanın muayyen vakitleri için yeniden müderrisliği kabule mecbur oldu. İkin­ di sonraları Kasım Paşa camiinde mesnevi okuttu. Bu arada evini ve emvalini satıp mes­ keni civarında kendi adına nisbetle Sürûrî ca­ mii nâmı ile anılan bir câmi yaptırdı ve tek­ rar hacca gitti. 955 ( * 5 4 8 ) ’te K an u n î’nin Van seferine çı­ kışı sırasında şehzâde M ustafa’nın hocalığına dâvet olundu. Âşık Çelebî gibi dostlarının tavsiye vs ikazlarına rağmen, bu vazifeyi ka­ bul ite Amasya ’ya, şehzâdenîn yanma gitti

*49

(M. Süreyya, Sicili,, ili, 12 ve Hüseyin Hüsâmeddin, Amasya tarihi, III, 3 0 6 ’da hocalığa tâyin tarihinin 950 olarak gösterilmesi ilk kay­ nakların ve bu arada bilhassa Âşık Ç e le b î’nin çok sarih kayıtları karşısında yanlıştır ). Sü­ rûrî, etrafına seçme fikir adamlarını toplayan, edebiyat ve ilme karşı büyük bir alâka göste­ ren şehzâde için muhtelif eserler kaleme aldı. A sırlarca devamlı bir rağfcete mazhar olan Bahr al-m a'â rif ( te’lifi 9 5 6 = 15 4 9 ) bunlardan biridir. Sürûrî, şehzadenin mahrem-i esrarı ve en nufuzlu adamı olmuştu. 960 ( 1 5 5 3 ) ’ta şehzâde M ustafa’nın Kanunî tarafından Kara­ man E re ğ lis i’nde katlettirilm esi Sürûrî için kahredici bir darbe oldu. Bu elîm vak’a üze­ rine inzivaya çekilen ihtiyar âlim, şehzâde için tercümeye başlayıp onun ölümü ile yarıda bı­ raktığı K , al-a cS'ib va 'l-ğ ara ib { Topkapısarayı, Revan köşkü kütüp., br. 10 8 8 )‘de Mus­ tafa ’ya karşı sevgi ve bağlılığını ifâde eder. Bti vak’ada takındığı tavır hoşa gitmeyen ve resmî her hangi bir gelirden mahrum kalan Sürûrî ölümüne kadar, tersane ve bahriye men­ suplarının yardımıyle devlet erkânından kim­ seye baş eğmeksizin, kurduğu mesc’din bütün hizmetlerini devam ettirmiş, tedris ve te’iifâtı ile meşgul olmuştur. Hemşehrisi müverrih Ge­ libolulu  lî bu devrede bir ara ( 9 6 5 = 15 5 7 / 1 558) onun talebeliğini yapmıştır. S ü ıû ıî, ka­ merî yıl hesabiyle, 72 yaşında olduğu hâlde, kısa bir hastalığı müieâkıp 7 cemâziyelevvel 969 ( l j kânun U. 1562;  şık Ç e le b î’ye göre cemâziyelâbır sonunda) ’da vefat ederek, inşâ ettirdiği mescidin hazîresinde mihrabın önüne rastlayan yere defa olundu. Bugün bu mescid yıkılmış, Sürûrî ’nin mezarı da ortadan kalk­ mıştır. Evvelce bütün te’lifâtı el yazısı ile bu­ rada bulunmaktaydı ( vaktiyle bir ziyâretgâh olan mezarı için bk. Emin, M enâkıb-i Kethudâsâde A r i f , İstanbul, 1305, s. 210 ve 303 v.d,). Tefsir, hadîs, fıkıh, mantık, ilm-i nücûm, tıp ve edebiyat gibi çeşitli sahalarda meydana getirdiği 36 eseri ile ( ocun te’iiffitını mescidin­ de gören Evliya Çelebî, mûtad mübalağası ile bunların sayısını 1 5 0 ’ye çık arır) Sürûrî, dev­ rinin. âlimleri içinde çok velud bir şahsiyet olarak temâyüz etmektedir. Eserlerinin bir kıs­ mını Arapça ve Farsça olarak kaleme alan müellifin te’lilâtı daha ziyâde şerh ve haşiye mahiyetindedir. Sürûrî, derslerine muvazi ola­ rak, büyük vukufu ile şarkın İlmî ve edebî muhtelif klasik eserlerini daha kolay anlaşılır bir hâle getirmeğe ve onlardaki güçlükleri gi­ dermeğe çalışmıştır. M asnavi,-Gülistan, B as­ tan ve H âfiz ’ın D ivân ’1 için yaptığı şerhler edebî sahada en başta gelenlerdendir. Maşnavî ’nin 6 cildî üzerindeki büyük şerhi „şârih-i

*s*

SÜRÛRÎ.

mesnevî“ unvanı ile şöhret bulmasını te’min etmiştir. Bunlar yanında hepsi çok muğlak birer eser olan Fattâhi N işâbüri ’nin Şabistan-i k a y â l’i i l e ‘A li b. A b i T â lib ’e izafe 'edilen Mu'amma yat, Cam i ve Mîr H üseyin’in M uammayât ’larına ayrı-ayrı şerhler tertip et­ miştir. al-Bayzavi tefsiri, Buhâri ’nin Cami‘ a lsahih ’i, al-H idâya, Talvih ve Mişhâjı gibi şark ilminin temel eserleri üzerinde meydana koyduğu şerh ve haşiyeler ise, İlmî sahadaki te’tifâtının en mühimlerini teşkil eder. Tıbda Müciz ’i şerh etmiştir. A yrıca tercüme faali­ yetinde de bulunan âlimin, S ayyid ‘A li Hamad â n i’den yaptığı Z ak irat al-m uliık tercüme­ siyle, Kazvini ’nin ‘A c a ih al-mahlûk öt ’ından hülâsa ve kısmen tafsil süreliyle ve K itab al‘acâ’ ib va 'l-ğ ara ib adiyle yaptığı tercümeleri örnek olarak zikredebiliriz. Kmalı-zâde Haşan Çelebî, S ü iû r î’nin Farsça eserler üzerindeki şerhteri için lisanı incelikleri gözden kaçırmak ve kifâyetsİzlik gibi kusurlar ileri sürmüştür. R iyâzî de aynı hükmü tekrarlar. S ü rû rî’nin te’lifâtı içinde Bahr al-m a'Srif, dîvan şiirinin hayal ve mazmunlarını, A rap ve bilhassa Fars şiirindeki örnekleri ile birlikte tedvin eden bir rehber olması bakımından bu­ - sûsî bir ehemmiyeti hâizdir. Büyük bir rağbe­ te mazhar olan bu kitap, edebiyatımızda asır­ lar boyunca nev’mde yegâne bir eser olarak değerini muhafaza etmiştir. Sürûrî, bütün bu eserlerinden başka Türkçe bir de D îvan sahi­ bidir, Kendi ifâdesine göre ekserisi gençlik çağının mahsûlü otan 500 gazeli vardır. Aşık Çelebî, A lî ve R iyâzî onun D îvan ’mı görmüş­ lerdir ( D îv a n h için ayrıca bk. K âtib Çelebî, K a ş f al-zunûn, İstanbul, 1941, !, 792). B i b i i y o ğ t a f y a : Sehî, Tezkire ( îstanbul, 1 325), s. 47 v.d.; L â tifi, Tezkire ( Istan­ bul, 13 14 ), s. 186 v.d,; Â şık Çelebî, Tezkire ( Üniv. kütüp , nr. T Y 2406, var. 190»—19 3b ); Haşan Çelebî, Tezkire (Ü niv. feütüp., nr. T Y 2579, var, 148a, 149b); Â lî, K unh al-ahbâr (Ü niv. kütüp., nr. T Y 5959, var. 399b—400b); Beyânî, Tezkire (Ü niv. kütüp., nr. T Y *568, var. 40*—b ); R iyâzî, Tezkire ( Millet-Ali Em irî kütüp., tarih, nr. 765, var. 73b ); Nev’î■ zâde A tâ î, Şa kayik z ey li (İstanbul, 1268), s. 23 v.d d .; Kaf-zâde, Tezkire (Ü niv. kü­ tüp., nr. T Y 1646, var. 5?b); K âtib Çelebî, Su!lam al-vvşûl, Süieymaniye kütüp. Şehid A li Paşa kısmı, nr. 1887, var. 243»; E vliya Çelebî, Seyahat nâme ( İstanbul, 13 14 ), 1,42Ğ i ■ Hüseyin Ayvansarâyî, H ad i kat al-cavöm i ■ (İstanbul, 12 8 1) , II, 4 v .d .; Hammer, Ceschickte der Osmanischen D ichtung (Pestb, • ı 837 )> 11, 287; M. Süreyyâ, Sicill-i osmânî (İstanbul, 1 3 1 1 ) , UI, 1 2 ; Şetnseddin Sâmi,

Kamus al-a'lâm ( İstanbul,. 1 3 u ), IV, 2558; Fâik Reşad, E s lâ f ( İstanbul, 1 31 2 ), II, 26— 3 1 ; M, Râif, M ir'ât-ı İstanbul (İstanbul, 1 31 4 ), s, 540; Şeyh V asfî, D erviş Sen âyî ’y e : Bahr al-m a'S rif ( irtik a mecmuası, 13 19 , nr. 19— 119 , s. 138 v . d ) ; Bursalı M. Tâhir, Osmanh m ü ellifleri ( İstanbul, 1338 ), II, 225 v .d .; Bağdadi 1 İsmail Paşa, Asm a' al-mu allifin (İstanbul, 1955 \ 11,4 3 4 ; Brockelmann, G A L , II, 438 ( İl2, 5 7 9 ); Suppl., II, 650; F. Babinger, md. Surüri (E i). _ ( Ö m er F a r u k Akün.) S Ü R Û R İ. SU RU Rİ S a y y id ‘Oşmân ( 1 7 5 2 — 18 14 ), manzum tarih düşürme san’atında en büyük östad tanınan bir T ü r k ş â i r i d i r , Hâfız Mûsâ Efendi (ölm . 1 1 94 ) nâmında bir zâtm oğlu olup, 25 rebiülevvei 116 5 ( 1 1 şu­ bat 1752 ) ’te Adana ’da doğmuştur. Baba tara­ fının şerîiler soyuna intisabı dolayısiyle Seyyid unvanını kullanmıştır. Tahsilini doğduğu memleketin âlimlerinden gören Seyyid Osman 20 yaşında iken şiire başlamıştı. 118 7 ( 1 7 3 3 ) tarihinden itibaren Hüznî mahlasını alıp, ede­ bî şahsiyetinin en bârız vasfı olan manzum tarih düşürmeği san’atmm aslî sahası hâline getirdi. O çağda muhitinde Fehîm, Â lî, Naîm, Rahîmî ve Helaki gibi şâir dostları bulunduğu dîvanından anlaşılmaktadır. Yükselme imkân­ ları arayan genç şâir, Mekke mevleviyetinden dönerken A d an a’ ya uğrayan ve sonra şeyhülis­ lâmlık makamını işgal edecek olan Yahya Tevfik Efendi ’ye İstanbul ’a gitme arzusunu açtı ve onun teşvikiyle 25 rebiülevvei 119 3 ( 13 mayıs 1 7 7 9 } ’te memleketini terk ederek İs­ tanbul ’a geldi ( Sürûrî, D îvan , Bulak, 1255, kasideler kısmı, s. 60, tarihler kısmı, 265 ). 6 sene kullandığı Hüznî mahlasını Yahya Tevfık Efendi 1 1 9 3 ’te S ü rû rî’ye çevirdi. Onun delâ­ letiyle şeyhülislâm E s’ad-zâde Mehmed Şerif Efendi ’den mülâzım oldu. Bn devrede annebaba hasreti ve gurbet duyguları içinde yaşa­ dığını gördüğümüz Sürûrî ( msl. bk. D îvan, kasideler, s. 70 v. d.' İstanbul ’da çok sıkın­ tılı bir mülâzemet devresi geçirdi. Kendisine yatacak yer bile bulmakta güçlük çeken şâir 119 5 ( 1 7 8 1 ) ’te sadrâzam Mehmed İzzet Paşa ’ya sunduğu bir kaside ile perişan hâlini ifâde ettiği gibi ( D îvan, s. 26 ), ayrıca şeyhülislâm Mehmed Şerif Efendi ’ye verdiği manzum arz-t hâlinde de ( D îvan, kasideler, s. 54 v. d.) mü­ lâzemet müddetinin uzamasından ve içinde bulunduğu yoksulluktan şikâyet eder. Niha­ yet 119 5 şevvalinde ( eylül 1781 ) Hayatî-zâde Mehmed Said Efendi ’den imtihan verip Anadola sadâreti kaleminden kadılığa' geçebildi ( D îva n , s. 265). Anadolu sadâreti hizmetinde 16 yıl vazife gören Sürûrî bu devre içinde 4

SÜRÛRÎ.

muhtelif yerde kadılık yaptı. 1196 ( ı y 8 2 ) ’ da Yeğen Mehmed Paşa ’nın sadâretinde kendi­ sine ayrıca bir maaş bağlanmıştı. 12 0 3—1204 ( 1 788— 1790) tarihleri esnâsında Sünbül-zâde Vehbî ’nin kethüdası olarak Eski-Zagra ’da bu­ lundu. Bu vazifesi halk tarafından Sünbül-zâde Vehbî ile birlikte hapsedilip sonra suçsuz görülerek serbest bırakılmasiyle nihayet bu­ lur. Çok geçmeden 1204 ’te Selim 111. tarafın­ dan kendisine yeni bir mansıb verilen ( D îvan, kasideler, s. 17 v. d.) şâir, me’ mûriyetİ, ( 2 11 ( 1796/1797 ) ’de Rumeli kazaskerliği hizmetine naklolunup Yeni-pazar kadılığına tâyin edil­ di {D îv a n , tarihler, s. 85). 1 21 5 (18 0 0 / 18 0 1) ’te Mostar kadısı oldu. 1 21 7 (18 0 2 /18 0 3 ) ’de Selim III. ’e sunduğu bir kasidesi özerine tek­ rar Anadolu kazaskerliğinden bir mansıba ge­ çirildi. Şâir aynı sene 30 yıllık edebî hayatı­ nın mahsûllerini Neşât-engîz adiyle tertip et­ tiği dîvanda topladı. 1218 'de rütbesinin bir mikdar terfi ettiğine işaret eden Sürûrî ( D î­ van, tarihler, s. 9 1 ) meslek hayatının hiç bir devresinde daha ileri mansıblara yükselemeden ı ı safer 1229 (2 şubat 1 8 1 4 ) ’da vefat et­ miş ve Edirnekapısı dışında Sünbül-zâde Veh­ b î ’nin yanma gömülmüştür. Mevkii, Sırt-tekke civârı (Em in, M enâkıb-i Kethadâ-zâde A r if , İstanbul, 1305, s. 305 ), Topçular ve L a ’lî Çeşme­ si yakını olarak ( Hacı T evfik, MacmB’ at al-iarâcim, Üniv. kütüp., nr. T Y 192, var. x 5 7^ } gösterilen bu mezarların bugün ikisi de or­ tadan kalkmıştır. E d e b î ş a h s i y e t i . Kasîde ve gazelle­ rinde alelâde bir nazîreci ve taklidci seviye­ sinden öteye geçemeyen Sürûrî, asıl şahsiyeti­ ni tarih manzumelerinde ortaya koymuş ve bu sahada Türk edebiyatının erişilmez bir siması olarak tanınmıştır. Sürûrî hayret veren bir kolaylıkla en basit, en ehemmiyetsiz şeylere varmcıya kadar her hâdise hakkında dilediği sayıda ve hepsi birbirinden farklı tarih man­ zumesi söylemek kudretini gösteren bir şâir­ dir. Dîvan edebiyatının devamı boyunca bu sâhada onun kadar zengin sayıda ve mevzuca mütenevvî eser meydana getiren şâir çıkma­ mıştır. Kendisinden evvel bu vadide en fazla şiir vermiş olan Edirneli Nazmî, Bursalı Hâşimî ve Cinânî gibi Üstadlar ondakİ zengin­ lik ve tenevvüü gösterememişlerdir. Başka şâirlerin bir veya bir kaç tarih düşürebildiği bir hâdise hakkında üst-üste bir çok tarih manzumesi söylemek Sürûrî ’de esastır. Onun bu işteki müstesnâ kudreti, bâzan o derece ileri varır ki, msl. 1216 ’da Mısır ’ın Fransızlardan istirdadı hâdisesi için birbirinden fark­ lı 68 tarih munzûmesi birden tanzim ediverdîği»e şâbid oluruz, Hakkında başka manzumeleri

*5»

ile o kadar tarih düşürdüğü A riş fethine dâir, her bendinin son iki beyti tarih otan ve bu beyitlerin her birinden de 8 defa -tarih çıkan muhammesi musanna tarih sau’atının bir şa­ heseridir. Sürûrî ’nîn tarih mısraları ekseriya, başka şâirlerin sık-sık müracaat zorunda kal­ dıkları doldurmalardan ve fazla sözlerden arın­ mış olarak sehl-i mümtenîye varan bir sade­ lik içinde görülür. Tarih düşürmek için etrafın­ da olup-biten hiç bir şeyi kaçırmıyan Sürûrî kuvvetti bir tecessüs ve mizah kabiliyetine de sâhiptir. Mahlâsı yanı-sıra, Dîvan ’ma Neşâtengîz ismini vermesi sebepsiz değildir. Onun vefat tarihlerinde bile mizah ve nükteye ka­ çan bir taraf his olunur. Hiciv ve hezel vadi­ sine tatbik ederek, tarih düşürme san’âtınm sahasını genişletmesi ve ona mizahî bir renk vermesi, S ü rû rî’nin başarılarından biri olmuş­ tur. Başkalarının elinde sâdece yüksek taba­ kaya mensup kimselerin hayat ve şahsiyetle­ rine inhisar eden bu san’atm mevzuunu Sürûrî, dilencisi ve çingenesi dâhil cemiyetin alelâde ve en aşağı tabakalarına kadar açmak süre­ riyle Türk şiirine basit insan tipini, yeni şâir­ lerden daha önce aksettirebilmiştir. Sürûrî ’nin muhitine müte veccih geniş teces­ süsü ile yazdığı 2.000 ’e yakın tarih manzûmesi, askerî- siyâsî büyük hareketlerden, intihar ve hırsızlık hâdiselerine, hattâ hava durumuna ka­ dar devrinin hemen her çeşit vukuâtım zapteden bir nevî gazetesi hükmündedir. Hele muhtelif şahsiyetlerin doğum, vefat, izdivaç, nasıb,terfî, hastalık v.b. gibi çeşitli hayat safhalarına dâir başka yerlerde bulunması güç, çok defa ancak kendisinde rastladığımız tarih kayıtları ile S ü rû rî’nin eseri 1187 —1229 yılları arasındaki devre ile ilgili hâl tercümeleri için müstağni kalınması mümkün olmıyan aslî ve birinci de­ receden bîr kaynak ehemmiyetini taşımakta­ dır. Sürûrî, hiciv ve hezel vadisindeki gazellerinde H avâyî mahlasını kullanır. Onun hiciv ve he­ zellerinde devlet ricali ve yüksek mevki sa­ hibi kimselerle uğraşmayıp, kendi seviyesinin ve halk tabakasının insanlarını mevzu alması dikkate değer bir husustur. Aynî, R efî-i Kâiâyî gibi devrinin muhtelif şâirleri ile hiciv­ leri bulunan Sürûrî ’nin, hakkında en fazla hi­ civ söylediği şahsiyet Sünbül-zâde Vebbî ol­ muştur. Sünbül-zâde ite hayatının sonuna ka­ dar aralarında cereyan eden hiciv ve mülâtefeler, devirlerinde zevk ve merakla tâkip edi­ lirdi. İkisi arasındaki münâsebet C arir ile Farazdak ’1 ııkine benzetilmiştir (Şânî-zâde, 7 a-

Tİk,

I,

199 ) .

E s e r l e r i . I, D îvan, önce 1 21 7 ’de tertip ve 1220 yılında yeniden tanz'ro ettiği Dîvan

t s*

SÜRÛRÎ -

ı *5 5 ( 18 3 9 ) ’te B u la k ’da basılmıştır. Bu bü­ yük bacimli eserin 322 sahifeiik kısmını yal­ nız tarihler işgal eder. D îvan ’ da yer alan ta­ rih manzumelerinin sayısı, kasidelerde ki 1er hâ­ riç, 1804 ’tür. 76 sahil elik kasideler kısmında 27 kaside, medhıye adını verdiği küçük hacimli 24 manzûme, 2 muhammes, 7 tahmis vardır. Son 35 sahifeiik kısım ise, 164 gazel, 17 kıt'a ve 1 1 matla’dan ibarettir. S ü rû rî’nin devrinin hükümdarları içinde yalnız Selim lit ’e kaside yazdığı görülüyor. Şâirin İstanbul hakkında bir hayli manzumesi mevcuttur (Â sa f Hâlet Çelebi, D îvan şiirinde İstanbul, s. 165—170 ), 2. H ezeligât. Şâirin mizah ve hiciv va­ disindeki şiirlerini toplayan bu eser H avâyî mahlası ile 70 gazel, 1 müseddes, 1 muham­ mes, 110 tarih, 260 kıt’a ve 38 beyitten mü­ teşekkildir. Biri taş-basma, diğeri hurufatla İstanbul ’da yapılmış tarihsiz iki tabı vardır. 3. Sü rıîrî mecmuası. Evvelki ve muasırı Türk şâirleri ile kendisinden seçtiği taTİh mıs­ ralarını ihtivâ eden bir mecmuadır. Bu tarih­ leri Sü rârî, mevzûlarına göre tasnife tâbi tu­ tarak husûsi fasıllara ayırm ıştır. Sonra Keçeci -zâde İzzet Molla ve vak’anüvis E s’ad Efendi ’nin yaptıkları ilâvelerle daha da genişleyen bu müntehabat mecmuası, vak’anüvisliği sıra­ sında Ahmed Cevdet P a ş a ’nın eline geçerek onun tarafından bu nâm ile 1299 ’da İstanbul ’da tabettiril m’ştir. Eserde 236 şâirden top­ lanmış 2.300 tarih mısıâı mevcut olup, bun­ lardan 1091 tanesi S ü rârî ’ye aittir. Eserin aslî nüshası İstanbul Arkeoloji müzesi kütüp­ hanesi yazmaları nr. 1035 ’dedir. B i b l i y o g r a f g a: Sahhaflar Şeyhi-zâde E s ’ad Efendi, Şâh id al-m uvarrihîn ( İs ­ tanbul A ıkeoloji müzesi kütüp., yazmaları, nr. 1034, var. 4, 5, 1 1 . 176 —1 7 7 ) ; ayn. mil., Tezkire (Üniv. kütüp, nr, T Y 2095, var. 154 v. d,); Â rif Hikmet, Tezkire (M illet, A li Em irî kütüp., tarih, nr. 789, s. 35 v.d.); Süleyman Fâik, Mecmua (Üniv. kütüp,, nr. T Y 9577, var, 74*>, 85»; nf, T Y 4100, var. 53a, 7 J 6, 1 51» ); Fatin, Tezkire ( İstanbul, 1271 ), s. 189 ; Muallim Naci, Sü râ rî ( Mecmua-i mual­ lim, 1305, nr, 28—30) ; ayn. mil., Mehmed M uzaffer mecmuası (İstanbul, 1306), s, 14 v‘ d., 33—41 ; Ebüzziya Tevfik, Sü rû rî-i müv e rıih ( İstanbul, 1305 ); M, Süreyyâ, Sİcill-i osmânî (İstanbul, 1 3 1 1 ) , IIE, 1 3 ; Ş. Sâmi, Kâmüs al-a'lâm (İstanbul, J 3 1 1 ), IV, 2558; Cevdet Paşa, Belâgat-i osm&nîge ( İstanbul, *326), 6. tabı, s. 168 — 1 70; Hammer, Ceschichle der Osmanischen Dicktkunst ( Pesth, 1838), IV, 489—494; Gibb, A H istorg o f Ottoman Poetrg ( London. 1905 ), IV, 266— 278 ; Bursalı Tâhir, Osmanlı m ü ellifleri ( İs-

SÜTRE.

tanbul, 1338 ), fi, 238 ; Bagdadh İsmail Paşa, /îsmâ’ a l-m u 'allifln (İstanbul, 1 9 5 1 ) ,I, 660; İbrahim Necmi, Tarih-i edebiyat dersleri (İs ­ tanbul, 1338 ), I, 250—2 53; Babinger, Sü rârî (E /, IV, 592}; Sa’deddın Nüzhet, Türk ede­ biyatı tüıihi ve numuneleri i İstanbul, 1931 ), s. 635 v.d. ( Ö m e r F a r u k A k ü n .) S Ü T R E . S tîT R A ( a.), ö r t e n , k o r u y a n , s i p e r o l a n şey mânasına gelir ki. bilhassa namaz kılan kimsenin, dâhilinde insan ve şey­ tanların teVrinden mahfuz olduğu itibarî bir mekân tahdit etmek için kıble istikametinde önüne diktiği veya koyduğu şeyi ifâde eder, „A çık bir ibâdet yerinin itibârı olarak tahdîdî demek otan sutra ’nin sair gayeleri arasında şeytanları uzaklaştırmanın da bulunduğu söy­ lenebilir" ( Wellhausen, Reste2, s. 158). F il­ hakika bir hadîste bu itibarî mekâna saygı­ sızca sokulan kimseye şaytân denilir (Buhâri, Ş a lâ t, bâb 100 ; krş. Ahmed b. Hanbal, Musnad, IV, 2 ; T a y â lisi, Musnad, Haydarâbâd, 1 321 , nr. 1342 ). Bu kelimeye Kur'an ’da tesâdüi edilmez. H a d i s ’te satara ( tasattara, istatara ) bi-şayb ifâdesi içinde ve gusülden bahsedilirken, gusledenin bir elbise veya bir perde vâsıtasıyle üryanlığını gizlemesi yahut da birine gizlet­ mesi anlatılırken geçer ( msl. Buhâri, Ş a g d , bâb 14 ; Ğusl, bâb 2 1 ; Müslim, f f a y i , hadîs, 70, 79; Abü D â’üd, Ja h a ra , bâb, 1 2 3 ; Manâsik, bâb 37). Peygamberin zevcelerini erkeklerin nazarından gizlediği örtüye de sitr denilmiş­ tir (Buhâri , M oğâzi, bâb 56; Nikah, bâb 67 ). Bu tâbir aynı zamanda, bir kimsenin, namaz kılarken rahatsız edilmemesi için kendisini kalabalıktan tecrid eden ( yasiuruhu ' min alnSs ) kıble istikametindeki bir şeye doğru yö­ nelişinde kullanılır (m sl. Buhâri, ffa c c, bâb 53 ; Müslim, Şalât, hadîs 259; Abü Dâ’ûd, Ma­ nâsik, bâb 53 ). Peygamber, anlatıldığına göre, sutra Herini seçmede müşkil-pesend d eğ ild i: meselâ bu ara­ da yük ve binek hayvanı (rSfaila), deve ( b a 'ir ), ağaç, deve palanı ( rahl, Buhâri, Şalât, bâb 98 ), bir sedir ( ayn, esr,, bâb 99 ), kısa mızrak ( harba, bâb 92 ), ucu har beli değnek { ‘anaza, bâb 93 ), cami sütunu ( bâb 95 ) zikredilir. Hadîsten sutra ile alâkalı olmak üzere biri kat’î hükümler veren, diğeri kat'iyetten çeki­ nen ikî İstikamet akseder. Bunlardan birincisi sutra ite namaz kılan kimse arasında bulunması gereken mesafeyi kat’iyetle tesbite çalışır ( mamarr al-şat „bir koyunun geçebileceği aralık“ , Buhâri, Şalât, bâb 9 1 ; Müslim, 5 d/Sf, hadîs 263, 264 v. s.); Peygamberin, namaz kılan kimsenin safra ile kendi arasından bir şahıs geçirmemesini söy­

SÖTRE -

S Ü V E Y D İY İ

lediğini (B uharı, Şalât, bâb ıoo, 1 0 1 ; Müslim, Şalât, hadîs 258—262, v. s.), namaz esnasında musallînin önünden insanlar veya hayvanlar, bilhassa kopekier, merkepler veya kadınlar ge­ çerse namaz bozulur, dediğini İleri sürer : Bu­ na göre Allahın Resulü şöyle d em iştir; „Bir kimsev_cnünde bir semerin ucu veya ortası [ gibi bir ş e y } bulunmadan namaz kılarken önünden bir köpek, bir merkep veya bir kadı­ nın geçmesi hâlinde namazı bozulur" (Tirm izi, Ma vakit, bâb 136 ; Ahmed b. Hanbal, VI, 86 ). Buna mukabil ikinci istikamete göre, namaz, musallînin önünden insanların veya hayvanla­ rın geçmesiyle asla bozulmuş olmaz (Tirm izi ’nin. M avâkît, bâb 135 'teki bir kaydına istinad eden Ş S f i 'i ’nin de re’yi budur). [Yanında bu mes'ele konuşulduğu bir sırad a] ‘A ’işa in­ fial İle şöyle dem işti: „Bizi eşeklere ve kö­ peklere benzetiyorsunuz! A llaha yemin ederim ki Peygamberin, ben kendisiyle kıble arasın­ daki bir sed re bir yanıma dayanıp uzanmış­ ken namaz kıldığını g ö rd ü m ..." Buhâri, Ş a ­ lât, bâb 105). İbn ’A bbas ’m naklettiği bir hâdisede de aynı temâyül müşahede e d ilir: Ben bir merkebe binmiş al-Fazl’ ın arkasından gidiyordum ; Peygambere M in â’da esbabı ile namaz kıldığı bir sırada yetiştik. Hayvanlar­ dan indik ve cemâatin yanında yer aldık. O sırada merkep aramızdan geçti, fakat bununla namazımız bozulmadı (T irm izi, Mavâlşit, bâb 135, krş. Ahmed b, Hanbal, 11, 196), Ş â fi’iler sutra ’nin sunna olduğunu söylerler. a !-N a v a v i’nîn, M üslim ’in Şa h ifş’i şerhinde ( Kahire, 1283, II, 76 v.d.) fakîhlerin bu husus­ taki muhtelif görüşleri mevcuttur ; ayrıca krş. T irm iz i,’nin M avâkît al-şalât 'ında 133.—136. bâbiar hakkındaki mülâhazaları. Abu îshâk al-Şirâzi ( nşr. Juynboll, s. 29) fikirlerini şöyle ifâde eder ; Bir kimse namaz kılan birinin Önünden geçtiği zaman, şâyed bu iki şahıs arasında bir sutra veya takriben bir kol uzunluğunda bir değnek varsa, namaz kı­ lanın önünden bu geçme makrüh değildir. Hattâ değnek yerine üç arşın mesâfede önüne bir çizgi çekmiş olsa, bu geçiş yine m ck'ûh değildir. Buna mukabil önünde bunlara ben­ zer bir şey yoksa, namaz kılantn önünden geç­ mek makrâh ’tur, fakat yine de namaz bozul­ muş olmaz. Şunu da zikredelim ki, imâmın sutra ’si, ar­ kasında namaz kıtan cemâat için de muteber­ dir ( Buhâri, Şalat, bâb 90 ). B i b l i y o g r a f y a : K lasik hadis mal­ zemesi için A . J . Wensînck, Handbock o f E a rly Muh. Tradition, Leiden, 1927 ’de bk, tu kelime; İbn Hacar al-Haytami, Tuhfa ( Kahire, 1282 ), I, 180 v.d. (A. J. WENS1NCK.)

S Ü V E Y D ÎY E . a l-S U V A Y D ÎY A ,' bugünkü adı Samandağı. T ü rkiye’ nin Akdeniz bölge­ sinde, H a t a y v i l â y e t i n e b a ğ l ı k a z a m e r k e z i b i r k a s a b a (nüfusu 13.900) olup, A ntakya ’ya 26 km. ’lik bir yolla bağlı­ dır. O rta çağda Antakya ’nin iskelesi olarak ehemmiyeti bulunan Süveydiye gerçekte deniz kıyısında olmayıp, sahilden 4 km. kadar içe­ ride bulunduğundan, söz konusu olan iskele  sî ( O rontes) nehri ağzında veya munsaba yakın bir mevkide (al-M ina) yer alıyordu. Diğer taraftan, O rta-çağ kaynaklarında bir liman veya iskele şehri olarak zikredilen Sü­ veydiye, daha yakın devirlerde belli bir şehir İsmi olmaktan ziyâde,  sî nehri aşağı mecrası etrafındaki toprağı verimli ovaya, yahut bu ovada birbirine yakın nüfusu kalabalık köy­ lerin ( al-L avşiya=A levışık ,Z eytu n iye, Cedide, Sabuniya v.s.) hey’et-i mecmuasına veriliyordu. Süveydiye ’nin ehemmiyet kazanması, ken­ disinin 5 km. şimâl-i garbisinde, Mûsâ dağı ( Coryphaeus Mons ) eteğinde deniz kenarında bulunan eski çağın meşhur Seleukeia Pieria şehri limanının tedricî bir şekilde kumla tı­ kanmasına bağlanabilir. Bu şehir 305 ( m. Ö.) ’e doğru Seleukos Nıkator tarafından, muhtemel olarak daha eski bir iskân mevkii üzerinde kurulmuş, şarkın büyük beldesi A n takya ’nin iskelesi olmakla kalmayıp, te’sir sahası Mesopotamya ’ ya kadar uzanmıştı. A sırlar boyunca elden-ele geçen Seleukeia, milâdî I, asrın ikin­ ci yarısına doğru Roma hâkimiyeti altına gir­ di. Şehrin surları içinde yer alan ve bir bo­ ğaz ile denize bağlanan limanı dağlardan inen bir direnin getirdiği kum ve çakıllarla tıkanmakdan korumak üzere, imparator Vespasianus zamanında, derenin ağzını garpta şehir dışına atmak için kayalık a ra z i' içinde dev ölçüde bir kanal (kısmen tünel) açılmasına girişildi. Bugün Seleukeia’da bütün heybeti Üe mevcut olan Arapların a l-K â rîs ( Farsça K e h riz = K â riz ’d en ) dedikleri kanal şimalde büyük bir bend ile başlamakta, 130 m .’Sik bir kısmı 6 x 7 m, eb’adında bir tünel olmak üzere 1.380 m. uzun­ luğunda muazzam bir yarma meydana getir­ mektedir. Eski çağın insan eli ile meydana getirilmiş en cür’etli eserlerinden biri olan ku kanal S eleu keia’yı bir müddet korudu ise de, daha sonra A ntakya ’nin gerilemesi ve şarkî Roma imparatorluğu devrinde Mesopotamya yollarının denizi bırakarak Anadolu kara yol­ larından B izan s’a yönelmesi neticesinde Seleukeia ehemmiyetini gittikçe kaybetti. Bununla beraber, islâmiyetin ilk devirlerinde burası Salükdya şeklinde sık-sık zikredilir ( al-Balâzuri, nşr. de Goeje, s. 148, 12: Hişn Salükiya; al-Mas'üdi, Murüc al-zahab, nşr. Barbier de

SÖ V EY D İ y E. .................

Meynard, II, 199; YâlçGt, Ma'cam, III, 126; Ş afı ai-Din, MarBşid al-it(ilâ\ nşr. Juynboll, II. 47 ). İslâm fütûhâtı tarihçilerinin K alaki ya veya M alakîya şeklinde kaydettikleri isimler, Saiükiya şeklinde okunmalıdır (C aetan i, /In­ riali delVIslam , IV, 506, § 8 1 ) ve daha sonra adı geçen al-Maiüniya şehrinin de Saiükiya olması mümkündür: bunan yakınında Busayt Csıooiöetov), Â s î munsabınm 25 km. kadar cenubunda al-Kuşayr (şim di K al'at a l-Z av) zikredilir ve buraya Darküş ( Dirgüş 1 halkının göç ettiği söylenir ( Quatremére, H h toire des Sa lt. Maml., I, b, s. 266; van Berchem, Voyage en tSyrie, I, 250, e). Bununla beraber ka­ dîm Liman, daha cenupta bulunan al-Suvaydiya yararına yavaş-yavaş ehemmiyetini kaybetti. Süveydiye ismi, şimdi Büyük ve Küçük K a­ rasu denilen iki „siyah " akarsa { 5 vo M¿Xav t s ç } ve „K aradağ" ( Maûgov veya MsXavtıO«ÖQ(»e, Montana Nigra, Süryânice T ü r ! Uk&mâ, yâni Amanos, bk. mad. GÂVUR DAĞ­ L A R I) ’dan geliyordu. Eski Arap coğrafyacıları ( msl, al-Hvârizmi, îbn Hurdâzbih, al-Battâni 1 bu şehri zikretmezler. Eğer Georgios Kedrenos (Migne, Patrología Graeca, CXXII, stn. 97 ) ’ta rastlanan Suvvécpiov, buranın adı olarak kabûl edilirse, ancak Haçlı seferlerinden az Önce ta­ nınmaya başladığı anlaşılır, Anna Komnena (A lexias, Bonn tabı, II, 87, sı, 126, 22, 239, s ) daha sonra bu şehre zrjç ’Aveioxeiaç gjıCvsiov SodSe'î, ?4|xfıv Sovöt veya Sovsu o v adını veri­ yor, Görünüşe bakılırsa, lİmanm umrânı, A n­ takya prensliğinin kurulmasıyie başlamıştır. Y â lcüt *a göre, Franklar mallarını Antakya ’ ya bu­ radan gönderiyorlardı, a l-td r is i’ye göre, Hişn al-Suvaydiya ile Hişn al-Huryâda ( EstorihaFarh i ’deki İtalyan deniz harita­ larının ve Portulan ’larm G lorietası) ara­ sında *5 m il ve Cabal R a’s al-Hanzir ( şim­ diki Hınzır burnu ) ’e kadar 20 m il mesa­ fe vardı. Haçlılar al-Suvaydiya limanını, bu civarda Cabal Mâr Sim 'ân ( © avpoıöuögoç; bu günkü Sam andağı) üzerindeki Saint S i­ meon makamı dolayısiyle, Portus Sancti Sİmeonis diye adlandırıyorlardı ( Guİİ. Tyr.. XIV, 5; X V , 13 ¡ XVII, 31 ). Haçlı sefeıleri sırasında Venedik, Cenova ve Pisa gemileri bu liman­ dan Antakya ’ya yiyecek, silâh v. b. çıkartı­ yorlardı. Bir aralık Cenovalılar limanı bâkikimiyetleri altına aldılar ve hâsılatının üçte birini kendilerine alıkoydular. Bu sırada lima­ nın adı çeşitli kaynaklarda Sedium ( Raoulde Caen), Suidin veya Sudinum (Venedik ve Cenova vesikaları ), Soldyn, Soldinum ( Sânuto tarafından), nihayet Solinum veya Sulînum olacak geçmektedir. Ermeniler de Sevodi di­ yorlardı ( krş. Matthîeu d’Edesse, nşr. Dulau-

.....................--„r

-

*........

I'

rier, s. Ig7). Salâheddİn E y y û b î’ nİn fütûhâtı sırasında, s 18 8 ’e doğru, S u riy e ’nin başlıca li­ manlan { Cübeyl, Lâzkiye ) müslümanların eli­ ne geçince, Antakya prensliğinin deniz ile ir­ tibatı daha bir müddet Saint Simeon limanı ile te’min edilebildi ise de, bu vaziyet çok sürmedi. Bundan sonraki asırlarda Süveydiye nâdir olarak zikredilir: 666 (12 6 7/12 6 8 ) ’da emîr Badr al-Din ’in, Süveydiye ’den ge­ çerek Antakya üzerine yürüdüğüne dâir alMakrizi ’deki kayıt g ib i; bk. Hist, des Suit. Maml. ( trc. Quatrem ere), l/u , 52 ; krş. II/I, 226 ’da al-Suvaydâ yerine al-Suvaydiya okun­ malıdır. Osmaniı hâkimiyeti devrinde Süveydiye, Ha­ leb eyâletinde ( sonra vilây e t) A ntakya kaza­ sının nâhiyeleri arasında gösterilir. XIX. asır sonlarında Süveydiye nahiyesinin 23 köyü bu­ lunuyordu. Münakale hacim ve sür’atini arttıran demir -yolları ortaya çıktıktan az sonra, Süveydiye limanını Fırat vadisine bağlayan bir demtr-yolu inşâsı tasavvur edildi. Bu fikir, 18 31 ’de Fırat nehrini Basra körfezine kadar bir sal ile istikşaf etmiş bulunan İngiliz miralayı Fran­ cis Chesney tarafından ortaya atılmıştı. r8$6 ’da, başında F. Chesney ve W. Andrew ’En bu­ lunduğu bir şirket, Süveydiye ’den F ıra t vadi­ sine uzanan bir demtr-yolu inşâsı imtiyazını aldı (daha sonra bu demir-yolu F ı r a t ’ı boy­ layarak Basra körfezine inecek ve böyîece, Avrupa (İn giltere) ile Hindistan arasında, za­ mana göre kısa bir yol açılmış olacak tı). Bu­ nunla beraber, kurulan şirket İngiltere ’de dev­ letten himâye görmediği için gerekli sermâ­ yeyi toplayamadı ve neticede imtiyazı fesh­ edildi. 1284 ( 1867/1868 ) senesinde Bâbıâlî, A k ­ deniz kıyısında bir noktadan başlayarak H a­ leb üzerinden Fırat vâd sinde bir noktaya ula­ şacak bir demir-yolu inşâsı tasavvurunu ele aldı ve güzergâhın keşfine erkân-ı harbiye kaymakamı Mes’ud Bey ’i me’mur etti. Bu zât tarafından ticâret nezâretine sunulan raporda, demir-yolunun Süveydiye ’ye indirilmesinin, bu sahilde liman inşâsının güçlükleri dolayısiyle doğru olmayacağı ileri sürülmekte, ayrıca ilerde, Basra körfezinden Süveydiye ’ye ula­ şacak bir demir-yolunun Anadolu hatları ile İzmir, İstanbul ve Avrupa demir-yollarma bağ­ lanmasının güçlükleri üzerinde durulmakta, İs­ kenderun limanının Süveydiye ’ ye tercih olun­ ması tavsiye edilmekte idi ( sözü geçen rapor için bk. Ahmed Cevdet Paşa, Tezâkir, III, nşr. CavidBaysun, Ankara, 19 6 3,3.2 28 —234). Bu­ nunla beraber, Süveydiye-Fırat hattının 1872 ’ ye doğru IngiltereParlementosu’nda yeniden müzâ­ kere mevzuu olduğu anlaşılmakta ise de, bundan

SÜVEYDİYE müsbet bir netîce alınamamıştır. Bununla bera­ ber Süveydiye iskelesi XIX. asır sonlarında ve XX. asır başlarında, nisan-teşrin II. arasında zahire, ipek, meyan kökü v. b. almak üzere gelen yelkenli ve bâzan de. bnharlı gemilerin hâlâ uğrağı durumunda İdi ve 1890 ’da ihra­ cattan 8.608, idhâlâttan 2.420 altın lira güm­ rük vergisi alınmıştı. Bu faaliyet, birinci dün­ ya savaşından itibâren tamimiyle durdu. 10 eylül 1915 ’te Süveydiye denizden topa tutul­ du. Bu havali mütâreke imzâ edildikten sonra İngilizler tarafından işgal edilip müteâkıben Fr ansızlar a devredildi ve 1918 —1939 arasında „İskenderun sancağı" nın kaderine İştirak etti [ bk. mad. İSKENDERUN ]. Bu sırada Süveydiye havâlisinde, Ermeni milislerinin (Légion armé­ nienne } giriştikleri tecâvüzlere karşı, bil­ hassa dağlık kesimlerdeki Türk köylerinin şid­ detli direnmeleri görüldü. 20 teşrin I. 1 9 2 1 ’de Ankara muahedesi, Türkiye ile Fransa ara­ sındaki düşmanlığa son verdi ise de, aşağı Â sî kesiminde 1922 ve 1923 senelerinde bir takım karışıklıklar oldu. H a ta y ’ın 1940 yılı nüfus sayımında Antakya merkez kazasına bağlı Süveydiye nahiyesinin nüfusu 17.7 u ola­ rak tesbit edilmiş idi ki, bunun 8.252’si nahiye merkezine ait bulunuyordu. Daha sonra Süvey­ diye nâhiyesi kaza hâline konuldu ve kazanın adı da Samandağı ’na çevrildi ; 1950 sayımında nüfusu kaza için 28.452, merkez için 9.175 olarak tesbit edilmiştir, i960 ’ta ise, kazanın 382 km.2 arazisi üzerinde yaşayan nüfus 42.132 ’ye yük­ seldiği gibi, merkezin nüfusu da 13.912 ’ye var­ mış bulunuyordu ve kazanın 29 köyü vardı. Bugünkü Samandağı ( Süveydiye } kasabası, çevresinde yetişen çeşitli toprak mahsûllerinin ahnıp-sştıldığı bir ticâret merkezidir. Kasaba, her biri ayrı bir topluluk teşkil eden köylerin birleşmesi İle meydana gelmiş olup, evlerin çoğu bahçeler arasına serpilmiştir. B i b l i g o g r a f y a: al-Makdisi ( B G A, III, 5 4 ); al-îd risi, nşr. Gildemeister, Z D P V ( 1885 ), VIII, 23 ı Yâlçüt, Mu'cam ( nşr. WÜs­ tenfeld), I, 385; al-Dimaşlji (nşr. Mehren \ s. 206; Abu ’ 1-Fidâ’ (nşr. Reinaud ve de Slane), I, 233; II/H, 12 ; al-M akrizi, ayn. esr, ; İbn al-Şihna ( tab. Beyrut), s. 221 j al-Kalkaşandi, Şabh a l-a şa ( tab. Kahire ), III, 237; IV, 129; Pococke, Description o f tke East (London, 1745 ), II, 183; Chesney, J R G S, VIII, 228 —234 ); Barker, Lares and penates (London, 18 53), s. 267; K . Ritter, Erdkande, XVII, 1218 v. d., 1222 v. d. ; ayn. mil., Abh, A k, B erlin (1 854), s. 359—3Ğ3 ; Reys, Les colonies franques en S y rie ( P a­ ris, 1883), s. 201, 353 ; Chantre (L e Tour du Monde, 1889, II, 224 ); W. Heyd, Histo-

SÔVEŸ§. ire du commerce du Levant aa' M ogen-Age ( tre. F. Raynaud), Leipzig, 1923, I, 1,. 133 v. d., 156, 163, 169, 176, 324, 339; Röhricht ( Z D P V, X, 273, not 14 ); ayn. mil., R e­ gesta regni H ierosolym , s. 5, nr, 35, not 2, s. 148, nr. 555; Tomaschek ( S B . A k. Wien, 1891, 8, makale, s, 7 3 ) ; V . Cuinet, La Tur­ quie d ’A sie ( Paris, 1899 ), H, 198 j M. Hart­ mann, Zeitschr. d. gesellsckaft f , Erdkunde (Berlin, 1894), XXIX, 138, 158, 5 1 1 v. d.; Alishan, Sissouan ( Venedik, 1899 ), s. 51 6; Gaudefroy-Demombynes, La Syrie à l ’époque des Mamelouks (P aris, 19 23), s. 94; Pauly -Wissowa, Realencyclopüdie d. class, A ltertumszuiss., 2. seri, ( 1921 ), II, 118 4 — 1200.— A yrıca bk. K âtib Çelebî, Cikannümâ, s. 596; K âm Ss al-a’ ldm (İstanbul, 1894), IV, 2699; Haleb vilâ y eti salnâmesi ( 1323 h ), s. 216, 297 v. d. ; B, Poujoulat, Correspondance d ’Orient (P aris, 1841 ), V llf, 33—44; Ailen ( J R G S, 1855, XXIII, 157— 163 ); Bourquenoud, Etudes de théologie, de philosophie et d’histoire, yeni seri ( i860 ), II, 403—426, 583—612 ; W. Aînşwortb, A personel narra­ tive o f the Euphrates expedition ( London, 1888), ü, 400—404; Perdrizet-Fossey, Bull, k eli ( 1897 ), XX I, 75 v. d. ; V. Chapot, B u ll, hell ( 1902 ), XX V I, 164 v. dd, ; ayn. mil., B u ll, de la Soc. nat. des antiquaires de F rance ( 1906 ), 149—226 ; P , Lammens, Étu­ des de géographie et d’ethnologie orientales ( Paris-, 1907 ) ; Paul Jacquot, Antische. Cen­ tre de tourisme ( Beyrut-Paris, 19 31 ), 111, 4 7 5 —495 * ( BESÎM D a RKOT.) S Ü V E Y Ş . SU E Z , Süveyş körfezinin şimâl nihâyetinde çorak ve kumsal arâzi üzerinde kurulu b i r l i m a n şehri. Şehrin garbında kasvetli 'A lâ k a dağları yükselir. Civarın tabiî vaziyeti dolayısîyle, buraya ( a l-Ha car „T aşlı“ ) lâkabı verilmiştir ( bk. Napoleon, Description de l ’Êgypte, État Moderne, I, 185 ). Süveyş şehri, Kahire ’nin 130 km. cenub-i şarkîsinde; ve Süveyş kanalının cenup medhalindeki İbra­ him limanmm 3 km. şimalinde bulunmaktadır. 29° 58' 59" şimâl arz dâiresi ile, 32° 3 5 ' şark tülü üzerindedir. Evvelce bir köy hâlinde iken, kanal kenarındaki vaziyeti onu mühim bir şe­ hir hâline getirmiştir. Bugünkü nüfusu 203.000 ’i. bulmuştur. Eski şehir geniş bir sâha üzerin­ de, kerpiçten yapılan evleri ve çok sayıda mescidleri ile bakımsız bir manzara arzeder. Şehrin yeni kısmında büyük binalar, mağaza­ lar ve ticârethâneler vardır, Süveyş şehri Mekke ’ ye giden hacılar için karantina merke­ zi olarak da kullanılmaktadır. Bugünkü Süveyş, bir çok eski şehrin bulun­ muş olduğu bir sâhada inşâ olunmuştur. Bu-

SÜ V EY Ş. rada eski Mısır kalıntılarına rastlandığı gibi, çok yakınlarındaki bir tepe üzerinde { K û m alffulzum ) de Batlamyos sülâlesine âit K\üap,ct ( Clysma Praesidium , Arap coğrafyacılarının Kulzum [ b. bk, ] ’ü ) kalesinin harabeleri mev­ cuttur. Mamafih daha önceki bir devirde Ptolemaeus PhiEadetphus (Takriben m. ö. 230 sı­ ralarında) bu civarda, daha sonraları Cleopatria denilmiş olan ArainoB ( 'A çoıvorj) ’y'ı in ­ şâ etmişti. H ıristiyanlığın ilk zamanlarında Süveyş ’te bilhassa balıkçılık ve kaçakçılık İL geçinen yerli bir zümre yaşıyordu, İnkişâfının durakladığı Memlûkler devri istisna edilirse şehir mSsiüman hâkimiyeti altında bir hayli zenginleşti. Ümit burnu yolunun keşfinden sonra ise, refah seviyesi daha da düştü. Fakat Setim I, zamanında ( 1 5 1 7 ) deniz üssü olarak bir kere daha inkişaf etti. Bu devirde, Kahi­ re yolunda 1 mil mesafedeki B i’r Sues suyu bugün de kalıntılarına rastlanan bir su ke­ meri ile şehre getirilm işti. 'A li Bey ( Travels, II, 30) ’e göre, bu su. acımsı idi. Bundan başka buraya, efsânede ( İbn al-Vardi, P erles de s M erveilles, N .E ., 11, 3 1 ) meşhur olan takriben 8 mü mesafedeki MüsS 'nın Kaynaklarından ( ‘Uyun Ma s a ) su getirilm iştir. 'A li Bey bu kaynakların „tatsız ve fena kokulu bir su" verdiğini ifâde etmektedir. Bununla beraber Kahire ile Süveyş arasında bir tatlı su kanalı açılmıştır, ' Süveyş şehri, XIX. asrın başlarına doğru in­ hitata yüz tutmuş ve ehemmiyetini kaybetmiş­ tir (‘A li B t/, ayn. esi*., II, 29). Fakat :8 3 7 ’de İngiltere i'e Hindistan arasında posta ^olu te’sis edildikten ve bilhassa kanalın tamamlan­ masından sonra şehir tekrar parladı. Napole­ o n ’un adı geçen eserinde (I, 8 7) Süveyş adı­ nın bir iştikakı da bulunmaktadır. Yâ^üt, a!~ Muballabi ’ye istinad ederek, civarda, mıknatısiyeti, sirke sürüldüğünde artan, sarınmak­ la oğuldnğunda azalan mıknatıslı bir taşın mevcudiyetini zikreder.. Romalıların işgalinden çok önce mevcud ol­ masına rağmen, A m nis Trajanus denilen eski bir kanal bir zamanlar Kıztldeniz ile Nil neh­ rini birbirine bağlıyordu. Bunun bir ucu Kulzüm ’da id i.'A m rb . a l- ‘A ş, fdaramayn ’e sevketmek üzere hububatı doğrudan-doğruya ge­ milere yüklemek için bu eski su yolunu yeni­ den açtırdı ( Butler, The A rab Conquest o f Egffpt> *• 34 S v. d d .). Fakat kısa bir zaman sonra kanal yeniden kumla tıkanmış ise de, at-Mahdi zamanında (takriben 780 senesinde) tekrar açılmıştır. 971 senesinde Karm atî Haşan şehri zaptetti. Or ta-çağ içinde ticâret maksadıyle Hin­ distan ’dan gelen kervanlar muntazaman şehir­ den geçerlerdi. Farma ( Pelusium ) ’dan gelen

kervanlar Süveyş ’e 4 günde, Kahire'den gelen­ ler ise, 3 günde varırlardı ( bk. J . M. Hartmann, Edrisii A fric a , s. 499; Yakut, Mu'cam, bk. mad. su vA y ş). S ü v e y ş k a n a l ı : Akdeniz ile Kirilde­ niz arasında bağlantı te ’mîn eden 175 km. uzunluğunda bîr kanaldır. Şim âlî Amerika ve Avrupa limanları ile cenûbî ve şarkî A sya, şarkî A frika, Avusturalya limanları arasında işleyen ticâret ve yolcu gemileri bu kanaldan geçerler. Kanal bütünü ile Mısır topraklan içindedir. Akdeniz tarafında P ort S ait lima­ nından başlayan kanal, bir çok yerleri deniz seviyesinden aşağıda bulunan ovalık bir sâhada, Ism â'iliya şehrine kadar düz bir şekilde uza­ nır. Kanalın âzamî genişliği bu kısımda 125 m .’yi geçmemektedir. İsm â'iliya ’den daha cenupta kanal, Timsah gölü, Büyük A cı göl, Küçük A cı göl gibi geniş havzalara açılarak Şallufa yakınlarında tekrar darlaşır ve Süveyş ’e ulaşır. Kanalın derinliği 12 m .’dir. Bu süretle büyük tonajlı ve yüksek sn çekimli gemilerin kolaylıkla geçmesine imkân vermektedir. Süveyş kanalının inşasına Fransız diplomatı Ferdinand de Lesseps ’in teşebbüsü ile 1859 senesinde başlanmış ve 10 senelik bir çalışma­ dan sonra teşrin II. 1869 ’da açılmıştır. Kana­ lın inşa masraflarını ve bütün inşa işlerini, m illetlerarası; Süveyş kanalı şirketi üzerine almıştır. Bu şirketin çıkardığı hisse senetleri­ nin büyük kısmı İngilizlerle Fransızların elin­ de bulunmaktadır. Süveyş kanalı milletlerarası bir şirkete âit olmakla beraber, 1956 senesine kadar geçen devre zarfında, İngiltere ’nin Mısır üzerindeki hâkimiyeti dolayısıyla f i’len İngillzlerin mu­ rakabesi ve himâyesi altında kalmıştı, Mısır 'm 1936 senesinde bağımsızlık kazanması üzerine İngiltzler çekilerek, yalnız kanal bölgesinde bir mikdar muhafız kuvvet bırakmışlardı. 1955 se­ nesinde Mısır hükümeti bu kuvvetlerinde geri alınmasını isteyince, İngiltere ile aralarında anlaşmazlık çıktı ve kanal bölgesine Birleş­ miş milletlerin uygun gördüğü bir askerî kuv­ vet yerleştirildik Buna rağmen Mısır 1956 se­ nesinde kanalın tamâmen m illileştirilmesi te­ şebbüsüne geçti. Fakat bu hareket İngiltere, Fransa ve İsrail tarafından şiddetti bir protes­ to ile karşılanarak kanal bölgesinde askerî harekâta geçildi. Birleşmiş -milletlerin müda­ halesi işgal kuvvetlerinin buradan derhal çe­ kilmelerini te’min etti. Bu suretle kanal hak­ kında 1888 senesindeki sözleşmeye göre konul­ muş olan beynelmilel ahkâm değiştirilerek, Mısır hükümeti kanata bilfiil sâhİp oldu. Hâ­ len idâre merkezi Paris ’te bulunan kanal şir­ ketine Mısır hükümeti hisse senetlerinin bede-

SÖ V E Y Ş Uni 1969 senesine kadar taksitlerle ödemeği taahhüt etmiştir. B i b l i y o g r a f ga-. Metinde zikredilen eserlerden başka bk. T ab ari, A nnales (nşr. de Goeje ), bk. fih rist; Mas'üdi, Muruc, 1, 237, 241 ; III, s s V. d .; IV, 97 V . dd.; ‘Abd al-L atif, Relation de l'E g g p t e , s. 142, 1 79; al ldamdâni, Ş ifa t cazirat a l-a rab ( nşr. Müller ), bk. fihrist ; İbn lyâs, Târik Mişr, I, 154, 287 ; al-Suyû{i, Husn al-m uhâiara f i ahbâr Mişr va ’1-IjÇahira, I, 68 v. d. ; Muhammed Am in al-Hânci, Muncam al-am rân f i ’l-m ustadrak ‘ala Ma cam al-baldân ( K a­ hire, 1325), II, 255 v> dd, ; E, Blochet, H is­ toire de l ’Eggpte de M akrJzî, s. 153 v. d .; Nâşir-i Husrav, Safar-nâm a ( nşr. Schefer }, s. 122 v, d., 285 ; Quatremêre, Mémoires G é­ ographiques, s. 15* v. d d ; Améltneau, Géogr. de l ’Egypte à Tépoqae copte, s. *27 v. dd; S. Lane-Poole, H ist, o f E gypt, s. 20 41 v, d., 106. 304 ; Butler, Babylon o f E gyp t, s. 12 —2 4; Dozy ve de Goeje, Description de V A friq u e par E drisi, s. 2 5, 1 64; Boinet Bey, Diet. G io gr. bk. bu kelim e; Ch. Purer, Itinerarium ( 1621 ), s. 34, 41 ; G, Joudet, Le port de Suez ( ¡ 9 1 9 ) ; Baedeker, Ägypten (Leipzig, 1913 ), s. *79 v. d .; C . Bourdon, Anciens Canaux.,, de Suez ( 1925 ); W allis Budge, B y N ile and T igris, I, 1 52 ; İbn 'Abd ai-Hakam, Futûh M işr nşr. Torrey ), s. 16 4; [ Moustapha el-Hefnaoui, Les prob­ lèmes contemporains posés par le canal de Suez ( Paris, 19 51 ); H, J, Schonfield, The Suez Canal in W orld A f fa ir s (London, 19 5 2 )]. ( J. W a l k e r .)

[ Bu madde Hamid İnandık ta'raimdan ik­ mâl edilmiştir.] S Ü Y Û T . S U Y Ü T , A syD t, Y a k a r ı M ı s ı r ­ ' d a b i r ş e h i r dir. Mısır ’m yukarı kısmının en büyük ve en işlek şehri otan A syüt, Nil neh­ rinin garp sahilinde 27° ı T şimâl arzında bu­ lunmaktadır. Nil vadisinin zirâat yapılabilen en münbit ve kesif mıntakatanndan biri üze­ rinde olması ve büyük çol yollarının tabii başlangıç noktasında yer alması dolayısiyte burası daha eski zamanlarda mühim bir şehir olup ( Syowt, Grekçesi ; Lykopotis 1. bir eyâlet ( nomos ) merkezi idi. İslâm devrinde Asyü$ bir kâra ( yeni dilde markaz ) merkezi olarak kalmış olup,eyâlet taksimatı yapıldığında, hat­ tâ bîr vilâyet ( ‘ A m a l; şimdi M u d iriy a )'in merkezi olmuştur. Şehrin 134.000 ( 1962 ) ve bü­ tün eyâletin 1.221.300 ( 1956) nüfusu vardır. A syü t, edebî Usyüt ’un balk arasında kulla­ nılan şeklidir. Bu kelimelerin ikisi de, Orta -çağın tahrir defterlerindeki Suyüt veya Sayüt şekillerine tekabül eden K ıb ] dilindeki Siout İslâm Ansiklopedisi

SÔYÔT. ’un Arapçalaşmış şeklidir. Fakat daha Kalkaşandi ( ölm. 821 = 1418 ; zamanında bile halk arasındaki telâffuzu Asyü| idi. AsyüÇ’un adına tarihçilerde hemen-hemen rastlanmadığı için şehrin tarihini yazmak pek kolay değildir. Sâdece MemlûkEerin son devir(erinde, ‘A li Bey zamanında 1183 (1769— 1770; senesinde burası âsilerin merkezi olarak bir rol oynamıştır. Coğrafyacıların ve seyyahların kısa kayıtlarından çıkardığımıza göre, şehrin bütün İslâm devrinde fasılasız refah devri ya­ şadığını tesbît edebiliyoruz, XIX. asrın son­ larında, bilhassa Kahire ’ye demiryolu ile bağ­ landıktan sonra ( 1 2 9 2 = 1 8 7 5 ’de ) büyük bir te­ rakkiye mazhar olmuştur. Nüfusu 1293 { 1 87 6) ’te 28.000 idi. Orta-çağda, A syü t ziraî mahsûlleri, sanayii ve ticâreti ile tanınmıştı. Hububat ve hur­ madan başka, burada gayet büyük ayva cins­ leri de bulunurdu. Sanayi olarak burada bil­ hassa yünlü, pamuklu ve keten dokumahane­ leri gelişmişti. Civar vahalardan elde edilen şap ve çivit sayesinde oldukça büyük imalâthane­ lerde kumaş boyacılığı da yapılmakta idi. Bu sûretle meselâ Dâr Für ’a ihraç edilmek üzere imâl edilen matlar da burada boyanmaktaydı. Buranın hususiyetim, yukarı Mısır ’daki baş­ lıca istihsâl merkezi Dabik ’a izafeten D abiki denilen ince keten kumaşları, yumuşak yünlü kumaşlar ve Ermeni numunesine uygun halılar teşkil ediyordu. Asyüfc, bugün hâlâ A vru p a ’da çok beğenilen ve bir zamanlar bütün şarkta da çok tanınan manifaturacılığın son bir baki­ yesi olan simli siyah ve beyaz tüT şallar imâl etmektedir. Bunlardan başka Asyüj: ’ta afyon mamûlleri ve zarif, eskiyi taklid eden nakış­ ları ile siyah ve kırmızı „A syüt işi“ adıyla bugün hâlâ iyi işleyen bir ticâret şubesi teş­ kil eden çömlekler imâl olunmaktadır. . Bütün bu mahsul ve mamûller, sonra canlı bir ticâretle bütün Mısır ’a ve ecnebi ülkelere' yayılmıştı. Buranın Sudan ile doğrudan-doğruya olan ticarî bağları bilhassa meşhurdu. Her sene gelen Dâr Für kervanları ( takriben 1.500 deve ile ) S u d an ’dan esirler, iildişi, de­ vekuşu tüyleri ve diğer mamûl maddeleri ge­ tiriyorlar ve Mısır ’ın sanâyî mamûlleri ile mü­ badele ediyorlardı. Napoleon ’un seierine işti­ rak eden ilim adamları, bugün çok gerilemiş, bninnan bu ticâreti iyice incelemişlerdir. Mısır ’m bütün sanayi şehirlerinde olduğu gibi, A syü t ’ta da epeyce fazla bir H ıristiyan nüfusu vardı (6 0, bazılarına göre büyük ve küçük 75 kilise bulunuyordu), fakat bilhassa belirtildiği üzere Yahudi yoktu. Şehri, eskiden olduğu gibi, bugün de ker­ vansaraylar, pazarlar, ve aralarında bir tanesi

17

SÔYÛT — SÜYUTÎ. çok esid ve çok dikkate değer olan hamamlar, camiler ve diğer resm î binalar tezyin etmekte­ dir. Camilerinden birinde muayyen mevsimler­ de hububat ile doldurularak mahmal diye so­ kaklarda dolaştırılan bir minber vardı ( İbn Dukmâk ). Yeni Mısır ’ın gelişen bütün şehir­ leri gibi A syüt da garplılaşmağa özenen kim­ selerle dolu olup, şehrin çehresi avrupalılaşmıştır. A syut, Plotinus, L yko p olis’li Kopt azizi Jo ­ hannes ’in ve aralarında en şöhretlisi allâme alSuyutİ Cölm.g 1 1 = 1 5 0 5 ) [ b. bk. ] olan bir çok Arap âliminin doğum yeridir. B i b l i y o g r a f y a ! Yâlfût, Mu’ cam (nşr. W üstenfeld), i, 272 j III, 222; al-İdrisi ( nşr. Dozy ve de Goeje ), s. 48 ; Kalkaşandi, ¿av al-şubh «/-m as/ir, s. 235 (trc. Wüs­ tenfeld, s, 1 06) ; İbn Durmak, V, 2 3 ; Abu Şâlih, var. 87*> ; ‘A li MubSrak, al-Hitat al~ cadida, XII, 98 v. dd. ; İbn C i‘Sn, s. 184; Nâşir-İ Hosrav, Safar-nSme, s. 6 1 ( tre. s. 173 ; ) Quatremère, Mémoire s géograpk. et kist, sur l ’Egypte, I, 274 v.dd. ; Amélineau,

mutasavvıf idi. Diğerleri de çağlarında sayılı kimselerdi. Nitekim bunlardan biri, emir Şayhun ’unzamanında tâcirlik etmiş ve A syÛ t’ta bir de medrese kurmuştur. Babası KamSİ ai-Din Abü Bakr, Şâfi’ î fakîhlerindendL Bu zât, Suyû\ [b . bk. ] ’ta doğmuş, orada kadılık etmiş ve daha sonra da Kahire ’de yerleşmiştir. al-Suyü ti, babasının hayat ve şahsiyetini Husn a lmulfâzara f i ahbar M işr va ’l-K&hira ( I, 1S7 v. d .) adlı kitabında anlatır. Müellifin belirtti­ ğine göre, babası, zamanın değerli ulemâsından çeşitli İslâmî ilimler tahsil etmiş ve meslek­ taşları arasında temayüz eylemiş bir zâttı. Onun bocaları arasında İbn Hacar al-'Askalâni, Muhammed al-C ilân i, ’ İzz al-Din alKudsi gibi şahsiyetler vardı. Senelerce fetva­ lar ve dersler vermekle meşgul olan Kamâl al-Din A bü Bakr, bilhassa al-Şayhüni cami­ mdeki fıkıh tedrisi ve Tolun-oğlu camiinde okuduğu hutbeleriyle meşhur olmuştur. al-Suyöti ’nin başka bir eserine ( Tarih a l-k u la fa ’, Kahire, 13 7 1 = 19 5 2 , s. 5 1 1 v. d.) göre de ba­ bası, bir müddet Mısır A bbasî halîfelerinden La géographie de l’Egypte à l’époque Copte, al-Mustakfi B i’llâh 11. ’ın imamlığı hizmetinde s. 464 v .d d .; Boinet Bey, Dictionnaire géo­ bulunmuş ve halîfe nezdinde itibarlı bir mevki graphique, s. 88 ; Mareel, Histoire de l ’Égyp- elde etmiştir ( ayrıca bk. B u ğyat al-vülat, s. te, XVI. bölüm ( l’ünivers tabı, s. 236 ); Bae­ 206 v. d .}. Bir kaç eserin de müellifi olan K a­ deker, Egypte, (6 . tabı, s. 225 v .d d ; Desc­ mâl al-Din Abü Bakr, safer 855 (m art 1 4 5 1 ) ription de l’Egypte, ( 2. tabı, Etat moderne, tarihinde vefat etmiş ve al-K arâfa ’de defnXVH, 278 v.dd.; j . Maspero ve G . W iet, olunmuştur. Çağdaşlarından meşhur Muhammed b. ‘Abd Matériaux pour servir à la géographie de l’Egypte, s. 16 ; A ly bey Bahgat, Un décret al-Rahmân al-Sahâvi (14 2 7 — i4 7 g m .) ’nin be­ du sultan Kkoshqadam, { B 1 E , , 5. seri, V , 30— lirttiğine göre, al-Suyü|i ’nin annesi bir Türk 3 5 ) ; Guides Bleus,Êgypte, 195b,s. 258 v.dd. câriye idi ( a l-¿ a v ' a l-lâ m f l i - ahi al-karn a ltâ sf, Kahire, 1354, IV, 65). _ ( C . H. B e c k e r .) Henüz 6 yaşında iken yetim kalan al-SuyüSÜYOtI. A L -S U Y U T İ ( 849 - 9 U = M 45 ~ * 5S ), C a l â l a l - D ï n A b u ’ l - F a z l ‘ A b d a l - ti, âile dostlan tarafından himaye edilmiş ve onların ihtimam ve gayretleri ile tahsilini yap­ R a h m â n b . a l -K a m â l a l -D In A b I B a k r b . mıştır. Husn al-m uhâiara ( I, 14 0 ; ayrıca krş. M u i ja m m e d a l - H u ¿ a y r 1 a l - S u y ü t ï a l - Ş â f İ 'î, Mısır ve S u riy e ’ de hüküm süren Memlûkler İbn al-'İmâd, Şaşarat al-zahab, Kahire, 1 351 devletinin son zamanlarında Kahire ’de yetişen VIII, 52 ) ’ya göre, sekiz yaşma basmadan Kurve Arap dilinde èn fazla eser vücûda getiren ’an ’1 hıfzetmiş, bundan sonra İbn D akik a l-İd ’in ’ U m da’eim, a l-N a va vi’nin M inkâc al-fikh müelliflerden biri ve belki de birincisidir. al-Suyüti, 1 receb 849 ( 3 teşrin l. 1445 ) ’da ’1, al-Bayzâvi ’nin Minhâc al-uş&l ’ünü ve İbn Kahire ’de doğmuştur. Abu ’l-Fazl künyesini Mâlik ün A lfiy a ’sini ezberlemiş,- bunun üzerine ona, babasının dostlarından kâzi ’I-kuzât ‘ İzz 864 (1460 ) senesinden itibâren ilim ile meşgul at-Din Ahmed b. İbrahim vermiştir. al-Suyüti, olmaya başlamış, bâzı âlimlerden fıkıh ve nahiv 9 batınlık şeceresini tesbit etmiştir ; Bizzat okumuş, nihâyet şeyh Şihâb al-Din al-Şarm asâkaleme aldığı hâl tercümesini de ihtiva eden hi ’den ferâ’iz öğrenmiş ve 866 senesi başında Husn al-muhüiara {s . 1 4 0 ) ’da atalarını birer- Arapça okutmak için icazet almıştır. al-Suyüti, henüz 17 yaşında iken 866 ( 1462 ) birer sayar. Óna göre, bu âile, menşe’i bakı­ mından, şarktan gelme olup, evvelâ Bagdad ’m ’da ilk eseri olan Şarlı al-Istiâza va ’¡-Başm a­ şark taraflarında bir mahalle olan Huzayriya l a ’yi kaleme alarak a i-B u lk in i’ye sundu ve o ’de yerleşmiş, sonraları, en az müelliften 9 ba­ da, eserin başına bir takriz yazdı. al-Suyüti, tin önce Mısır ’a göçerek Asyût ’u vatan edin* bu zâtın vefatına kadar ondan fıkıh öğrenme km iştiı. A taları arasında en eskisi şeyh Humâm te devam ve sonra onun, kendisine icâzet veren al-Din al-Huzayri olup, bu zât da mühim bir oğlunun derslerini tâkip etmiş, ayrıca devrinin

â Ö Y U îf. daha bir (¡ok şöhretli âlimlerinden de f a y ( 1486 ) tarihinde, halîfe al-Mutavakkiı *A la ' 1dalanmıştır. Bunlar arasında Şaraf al-Din iâh ’ın emri ile o zamanlar Kahire ’ n i n en bü­ al-Munâvi, Taki al-Din al-Şib lı, Muhyi ’ 1- yük ve evkafça en vâsi hankâhı olan BaybarDin al-K âfiyaci, S ayf al-Din Muhammed al- siya şeyhliğine geçmiştir ( al-M akrizi, al-MaH anafi, Muhammed b. İbrahim al-Şirvâni, vâ'iz va ’ 1-i‘tibâr, Bulak, II, 416 ). Uzun bir müd­ 'İzz al-Din al-Kinânı al-Hanbali, Şams al-Din det, tâ Kaytbay ( ölm. 1495 ) zamanının son­ Muhammed al-Sahâvi v. s. gibi şahsiyetler larına kadar, bu hankâh şeyhliğinin sağladığı yer alır. Faydalandığı veya icazet aldığı imkânlar sâyesinde refah içinde yaşadığı gibi, âlimlerte kendisinden sitayişle bahseden şâ­ bir çok eserlerini rahatça yazmak İçin de va­ irler sayısının 600 ’ü bulduğu anlaşılmaktadır kit bulmuştur. Bununla beraber bu vaziyetini ( Kitab al-tahadduş ’den naklen, Hamîd Vehbî, kıskananlar da olmuştur. Bu arada kendisinin M eşâhîr-i İslâm, cüz 45, s. 1428; al-Zav al-lâ- de bâzı hâdiselere sebebiyet verdiği görülmek­ ted ir: Nitekim bir defasında K ay tb a y ’ın hu­ mV, s. 66 ), al-Suyûti, önce tefsir, hadîs ve fıkı'u başta zuruna teamül hilâfına {aylasân ile girmiş ol­ olmak üzere dini ilimleri öğrenmek işin gerek­ ması ( 1495 ), sultanın kızmasına sebep olmuş­ li olan nahiv, maânî, bedî ve beyan v. s. gibi tur. al-AJ)âdiş al-hisân f i f a i l al-taylasân âlet ilimlerini öğrenmiş, sonra da esas ilim unvanlı risalesi bu hareketinin müdâfaası zım­ mevzularında geniş bir vukuf ve selâbiyet elde nındadır. Bu hâdiseden sonra sultanı ziyaret­ etmiştir. O, kuvvetli bir hafızaya da sâhipti. ten imtina etmiş, hattâ .âlimlerin sultanları zi­ Nitekim İbn al-'İmâd ( Şagarât, VIII, 53 ), onun yarette bulunmamalarının sünnet olduğunu ileri kendi ifâdesine dayanarak, 200,000 hadîs ez­ sürmüş ve bu mevzuda Mâ Tavafın, 'l-asâtin berlemiş olduğunu kaydetmektedir, al-Suyü^i, f i ‘ adam al-maci’ ila ’l-aalâtin unvanlı bir ri­ hesab ilmi hâriç muhtelif ilimlerdeki salâhiye­ sale de yazmıştır (al-Ş a‘rani, Z a y i tabakat altinden mağrurâne bir ifâde ile bahseder ( iju sn kahra, s. 19 v, d . ; M. Mustafa Zİyâda, al-Muvarrihân f i M işr, s. 65 v.d.). Bununla beraber al-muhâzara, 1, 14 1 ). al-Suyüti daha gençliğinde bir çok seyahat Kaytbay ’ın vetâtına kadar, Baybarsiya ’de va­ yapmış, bu arada Şam, Hicaz, Yemen, Hind, zifesinde bırakılmıştır. Zikredilen hâdiselere Magrib ve Takrûr ( S u d a n ) ’a gitm iştir. Hicâz benzer hareketleri-yüzünden düşmanları, yeni seyahati esnasında bir sene M ekke’ de kalmış­ sultan Muhammed b. Kaytbay nezdinde aley­ tır. A yrıca Mısır ’m Dimyat, Fayyüm ve İsken­ hindeki faaliyetlerini arttırmışlardır. Bunu se­ deriye gibi yerlerini de ziyaret etmiştir ( Husn zen al-Suyüti, halîfe al-Mutavakkii ‘A la ’iiâh ile al-maljâzara, 1, 1 4 1 ; M. M ustafâ Ziyada, al-Mu- olan münâsebetlerini sıklaştırarak ondan, ken­ varrihân f i Mişr f i H-karn al-hâmis ‘ aşar al- disini, bütün Mısır, Şam ve komşu İslâm mem­ m ilâdi, Kahire, 1949, s. 59; Hamîd Vehbî, ayrı, leketleri kadılıklarının fevkinde bir mevkie tâ­ esr., s. 1429), yin etmesini istedi. Halîfenin, al-Suyüti ’ye al-Suyüfi tedris vazifesine, ilk defa üstadı azil ve nasıp hususunda da selâhiyet tanıyan al-Bulkini ’nin delâleti ile, şevval 870 ( —mayıs mühim bir vazifeyi tevcih etmekte olduğu du­ 1466) tarihinde Cam ı' al-Ş ay hım i'd e fıkıh yulunca, kadılar ve bir kısım halk arasında tedrisiyle başlamıştı. Kısa bir müddet sonra umumî bir hoşnutsuzluk belirdi ve bu hâl bun­ şöhreti muhitinde yayılmış ve derslerini bâzı dan vazgeçildiği anlaşıhncaya kadar da devam müderrisler bile tâkip etmiştir. A yrıca Tolun- etti { İbn İySs, II, 3 0 7 ; M. Mustafâ Ziyâda, lular camiinde fetvâ vermeğe ve hadîs imlâ­ ayn. esr., s. 66 v. d.). Bunu al-Suyüti ’nin ha­ sına başlayan ( 1467 ) al-Suyüti ’ nin hizmetle­ yatında bir takım talihsizlikler tâkip etti. 1497 rine, 1472 yılında, emîr İnal a l-A şk a r’ın yar­ ’de tarikat icaplarını yerine getirmediklerini dımı ile Hânkâh al-Şayhüniya ’ de hadîs ted­ ileri sürerek Baybars hankâhı sûfîlerinden, al­ risi vazifesi de ilâve olunmuş ve yeri hâlâ K a­ makta olduklan yardımı kesen al-Suyüti, bun­ hire 'de Bâb al-Karâfa ’de bulunan Şam nâibi ların hışmına u ğrad ı; muhakeme olundu ve Barkük 'un türbesinin şeyhliğini de bu sıra­ neticede Baybarsiya meşîhatinden azledildi. Bu larda elde etmiştir ( krş. M. Mustafâ Ziyada, hâdise üzerine maneviyatı kırılmış ve insan­ ayn. esr., s. 59 v. d .; Muhammed al-‘A rü si ai- lara olan güveni tamâmiyle sarsılmıştı. Kahire M atvi, C a lâ l al-D in ai-Suyuti, Tunus, 1954, s. ’de Nil nehri ortasındaki adacıklardan biri 12 ). O, devrinin bâzı İlmî ve fikrî münâkaşa­ olan „al-Ravza" ’daki evine çekildi. Tam bir ları ile de alâkadar olmuştur. Msl. 875 ( 1470— inziva hayatı içinde yaşadı. O günlerde Ta’k ir 14 71 ) ’te İbn ai-F&riz hakkında cereyan eden al-zalâma ilâ yavm al-kiyama isimli bir risâle hararetli münâkaşalarda JÇam‘ al-m a'âriz f i de te’lif etmiştir. nuşrat ibn a l-F â rii adlı eseri ile onun tarafTumanbay, 1500 ’de sultan olunca, al-Suyüti darları arasında yer almıştır. al-Suyüti 891 gizlenmek mecburiyetini hissetti. Gazaba uğ­

ramak korkusu, aynı yılın sonlarında Kanşuh al-Gavri sultanlığa geçince nihayete erdi. A n­ cak onun için artık fa'al hayata dönmek bahis m efiuu değildi. Bâzı kerametleri, keşifleri, tayy-i zaman ve mekânda bulunduğu hakkındaki velilik rivâyetleri ile Osmanlılarm Mı­ sır >ı istilâ edecekleri yolundaki sezişlerinin bu günlerin meyveleri olması muhtemeldir. Sultan al-Ğ avri, kendisine yeni vazifeler tek­ lif ettiği zaman kabul etmediği gibi yine onun gönderdiği ı.ooo dinarı redd ile hediye ettiği köleyi de âzad eylediği söylenir ( al-Şa'rân i, ayn. esr., s. s ı ; İbn al-‘İmâd, ŞazarBt, VIII, 53). al-Suyü^i bir süre böyle yaşadı. Ancak okumak ve yazmaktan geri durmuyordu. Son­ ra, ara-sıra da olsa, dâvet üzerine sultanın meclislerine gittiği de oluyordu. Bununla be­ raber artık çökmüş ve yaşı da altmışı bul­ muştu. Bu sıralarda hastalandı ve ıstıraplı bir devreyi müteakip 19 cemâziyelevvel 9 1 1 ( 18 teşrin I. 15 0 5 ) cuma sabahı vefat etti (Ş a z a rat, VIII, 5 5 ; Naem a!-Dİn al-Gazzi, al-K avükib al-sü’ira , Beyrut, 1945, â 3 i » Tadrib alrB vi, Medine, 1959, neşrinde ‘ A bd al-Vahhâb 'A bd a l-L a tif’in mukaddimesi, s. ş ) ve Kahi­ re ’de Bâb al-K arâfa dışında defnolundu. Kabri üzerine bir türbe yapılmış ve mezarına ahşap bir sanduka işlenmiştir. Türbesi uzun bir müddet âlimler ve emirlerin de ziyâretgâbı olmuştur. E s e r l e r i . al-Suyüti ’nin pek muhtelif mev­ zularda ve çok sayıdaki eserlerinin ekseriyeti uzun araştırm alar mahsûlü olan terkibi teklif­ lerden ziyâde çeşitli kaynaklardan iktİtaf su­ retiyle derlenmiş eserlerdir ( krş. İbn al-'İmâ d, Şazarât, VIII, 5 2 ; M. Mustafâ Ziyâda, ayn. esr., s, 60). a l-S u y ü ti’den pek hoşlanmayan al-Sahavi {al-Z av’ al-lam i\ s. 66 ) Mahmüdıya ve diğer kütüphanelerden bir çok nâdir eserler alarak bunları bir az değişik ifâde ve ter­ tip ile kendisine mâl ettiğini belirtmek sure­ tiyle onun bu iktitafçı tutumunu küçümsemîştir. Ancak bu m ütileayı al-Suyüti ’ nin bütün eserlerine teşmil etmek doğru olmaz. Filhakika onun sayısı 600 ’ü bulan eserleri ( bk. İbn İyâs, Bada i' al-zuhür, Kahire tabi, IV, 583) içinde haşiye v. s. şeklinde hazırladığı kitaplar bulun­ duğu gibi, sabırlı ve dikkatli mesâisine borç­ lu olduğu tedkikleri de vardır. Devrinin te’lif tarzı göz Önünde bulundurulacak olursa, al-Su­ yüti ’nin başkalarının eserlerinden serbestçe istifâde etmiş olmasını müsamaha ile karşıla­ mak yerinde olur. A yrıca bu gün bize kadar muhafaza edilmemiş bir çok eseri görmüş ve bunların münderecâtım intikal ettirmiş olma­ sı da göz önünde bulundurulmalıdır. Henüz hayatta iken, bir çok İslâm ülkelerinde ve

ilim merkezlerinde eserleri şöhret bulmuş bir âlim hüviyetini ihraz eylemiştir. Hicaz, Şam, Haleb, Takrür, Osmantı ülkesi, Hınd ve Y e­ men bu aradg sayılabilir ( Nacm al-D in al-Gaz­ z i, al-Kavâkib a ls a İra, I, 228 ). Bilhassa Os­ manlI imparatorluğunun hâkim olduğu toprak­ larla Hindistan yarım-adasmda al-Suyüti ’nin eserleri daha çok yayılmış ve o, büyük İslâm müelliflerinden biri olarak tanınmıştır ; eserle­ ri medreselerde okutulmuş, ulemâ sınıfının müracaat kitapları arasında ilk safta yer al­ mış ve teliflerinden bazıları başka dillere ve bu arada Türkçeye de tercüme olunmuştur. Matbaanın İslâm memleketlerinde gelişmesin­ den s