MEB İslam Ansiklopedisi 12/1 [12/1] [PDF]

  • Author / Uploaded
  • MEB
  • 0 0 0
  • Gefällt Ihnen dieses papier und der download? Sie können Ihre eigene PDF-Datei in wenigen Minuten kostenlos online veröffentlichen! Anmelden
Datei wird geladen, bitte warten...
Zitiervorschau

İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ İSLÂM ÂLEMİ TARİH, C O Ğ R A F Y A , E T N O G R A F Y A V E B İ Y O G R A F Y A LÜGA Tİ

MİLLÎ EĞİTİM BAKANLIĞININ KARARI ÜZERİNE İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİNDE [A. ADIVAR v. 1955, R. ARAT v. 1964, A. ATEŞ v. 1966, C. BAYSUN v. 1968.] T, YAZICI, S. BULUÇ, A. KARAHAN, O. F. KÖPRÜLÜ, N. GÖYÜNÇ, B. KÜTÜKOĞLU T A R A FIN D A N L E Y D E N T A B ’I E S A S TU TU LA R A K T E L ’IF , TÂ D İL, İK M Â L ve T E R C Ü M E S Û R E T İY L E

NEŞREDİLMİŞTİR

1 3 /1 .

O

İ L T

TARİKAT — TUĞRÂÎ

tK İN C t B A S IL IŞ

İSlîüBBAKMUümmu«

İSTANBUL M İL L İ EĞİTİM B A SIM EV İ

İA R İK A f. : T A R İK A T . TARHÇA ( A. cem. turuls-), Arapa ’da çeşitli mânalara gelen ( bk. Kamus ter­ fii ■■tesi, ili, 931 ) bu kelime mutasavvıflar ara­ mda s û t î y i A l l a h ’a k a v u ş t u r a n y o l Tabânavi, Kaşşâf istilöfcift al-funûn, Kalküte, 862. s. 919 ) mânasına gelmektedir. Tarikatın, ilâm tasavvufunda ıstılah olarak birbirini âkip eden iki mânası vardır: i 1. Tarilın, IX.—X. asırlar arasında, öteki lünyayı kazanmak içiiı, bu dünyadan yüz çe­ virerek, ruhî kuvvetleri terbiye, oeisî ve tabiî (itekler! yenme, içi v batin ) temizleme ye zâlıidâne bir yaşayış yolu idi. 3. XI. asırdan son­ la, bu kelime, kurulmaya başladıkları bu ta­ lihten itibaren muhtelif müstüman tarikatla­ rında müşterek yaşayış için, ruhî riyazetle pek tiyâde iltizam olunan menâsıkin bütününü ifâde sder ( krş. Kâaim Gani, Bahş dar Sşâr u a fkâr u ahval-i H âfiz, II (kismat-i avval,târik-i tasavvuf dar İslâm}, Tabran, 1322 hş., s. 459]. . İslâm tasavvufu menşe’leri, fikirleri ve temâyülleri bakımından başka yerde [ bk. mad. TASAVVUF ] tetkik olunacaktır ; burada onun içtimâi neticelerinden ve zâhid müstüman züm­ reler tarafından (i ’liyâta kalbedilmesinden doğ­ muş müşterek teşkilâtlardan bahsedilecektir. Birinci mânasında ( krş. Cunayd, Hallaç, Sarriie, Kuşayri ve Hucviri ‘nin metinleri} tarika |kelimesi, henüz müphemdir ve muhteiif ruhî [menzillerde ( malûmat, ah vâl), şerî’atın tam ’mânası ile tatbikinden İlâhî hakikate (hakika ) götüren bir „itinerarium mentis ad Deum =Tanrı ’ya yarmak için rubun takip ettiği yol“ tesbit ederek her İlâhî dâvete rehberlik etmek 'için.daha çok nazarî ve ideal bir usûlü ( ri’âya, sulak daha kuvvetlidir } göstermektedir. Bu cür’etli iddia, tenkitleri ve hattâ şerî’atçıların tâki bâtını mûcib olduğu için, Suiami ve Makki ’den itibaren İbn Tâbir Makdisi ( ş a fv a ) ve Gazzâli ’ye kadar üstad sûfîler, teskin ve tatmin edici âdâbı ( âdâb al-şüfiya } derleyerek, hareketlerini daha çok sünnî mânada sınır(andırmaya çalıştılar, Fi’ien hepsi de hakîkate ( hakika } doğrudan-doğruya girişi ( fath ) gaye olarak muhâfaza edip, Kur’anî esaslara dayanan muayyen duaları tekrar etmek için, vecd ile sık-sık tenkit mevzuu olan ve aşırı ifâde ( şattı ) şekillerine sevkeden mûsikî top­ lantılarını [bk. mad. SEMÂ’) tedricen ter kettiler. Böylece sâiiki, yalnız başına sükûnet içinde denediği zihnî bir tefekkür hâlitıe hazırlamakta idiler. Bu, çeşitli renkte ışıkların (anvar ) de­ vamlı ihsas hâlinin yavaş-yavaş söz-.erin dış kabuğundan ( tekrar edilen duaların ) „vuzûlı" : unu tecrîd edip, onu kalpte „cevherleştirdiği“ i hâldir; kalp bundan sonra, duasındaki İlâhî ' zâta katılır (Suhravardi, 'A v ü rif, 11, 19 1, bö­ .

A » feîoy«4t»l

î

lüm XXVII ’de zikr al-zâi, bi-tacavhur nâr al-gikr fi'l-k a lb demektedir). [Bîr kısım sûfıler, „kul ile Allah arasında, nur ve zulmetten yet­ miş bin perde bulunduğu" na dâir Peygamber ’den nakledilen bir hadîse dayanarak, zikri, aradaki bu perdelerin kalkmasını te’mln için bir vâsıta kabul ederler ve Allah'ın her ismi­ nin muayyen sayıda zikri ile bu perdelerin belirli bir sayısının kalkacağım ileri sürer­ ler. Nitekim bilhassa hatvetî tarikatında as­ ma’-i kusnâ’ ’dan, zikir için esas olan 7 isim­ den ( Allah, Hû \Huva ], H akk v.b.), her biri­ nin muayyen gün ve sayılarda tekrar edilme­ leri ile bu zulmet ve nur perdelerinin kalka­ cağına inanılmış ve bunlar, ayrıca, müridin Allah ’a doğru çıktığı manevî yolculuktaki hâlleri ( sayrsn ila'ilâh v .b .), bir takım hâ­ dise, mevcûdat ( ay ve güneş g ib i) ve renkler­ le ilgili gösterilmiştir ( La’lî Mebmed Fenâî Efendi, Şerh-i Mânevî-i şerîf, İstanbul, 1289, s. 4 4 —5* 5 M- Sâdık Vicdânî, Tomâr-i turuk-i alt yeden Halvetiye, İstanbul, 1338 —1341, s. 29 —37 ). Bilhassa sünnî muhitlerde tarikat, şerî’ate bağlı olup, Allah ’1 zikretmeye devam ede­ rek, ona ulaşma yoludur. Bu suretle onlara göre, şerî ’at „bilmek**, tarikat ise, „bilinen ile amel etmek" ten ibârettir (Tahânavi, Kaşşâf iştilâ/fât a l- f unun, I, 919 v. d.; M. Sâdık Vic­ dânî, ayn. esr., Melâmtye, s. zl v. d.),) İşte bu suretle tarika, mûtad İslâmî ahkâma ilâveten bir dizi husûsî kaideler üzerine ku­ rulmuş müşterek bir yaşayışa { mu aşara ) de­ lâlet etmekle son bulmuştur. Sâiik {fa k ir, Farsça darviş ), mürîd (murid, gandüz ) olmak için bir şeyhin {şayh al-saccâda—Farsça p ir =Türkçe baha; murşid, mukaddam, naklb, halifa , tarcumân, Farsça rind, râhbar v.b.) önünde bî’atta bulunur) gezginliği ( siyaha) kabûl eden bir tarikat bile olsa, onun, tari­ katın, kefaret olarak verilen sadaka {hadya) ile varlığını muhâfaza eden, umûmiyetle öiüm yıl dönümü tes’îd (mau/id, *urs ) edilen ve ken­ disinden himmette ( baraka, ziyBra ) bulunması niyaz edilen bir velînin türbesi yanında inşâ olunmuş bir zâviyede (ribât, zâvir/a=Farsça hânkâh, Türkçe tekke) muayyen zamanlarda uzlete {‘uzla, halva, arba'itu ı/a=Faı sça çihil) çekilmesi, halvet veya çileye girmesi mecburî idî. [Müridin tarikatten feyz alması, şeyhin nazar ve teveccühünün kuvveti ile, kendisinin yaratılışındaki istidat ve kabiliyete bağlıdır, Şeyhin nazar ve teveccühü kuvvetli ve müri­ din istidat ve kabiliyeti yerinde ise, şeyhin, müridi bir hamlede velâyet derecesine ulaştı­ rabileceğine inanılırdı. İki taraf da zayıf veya müridin istidat ve kabiliy«ti az ise, sonuncu­ sunun tarikatın gerektirdiği mücâhedenin şart•

Ji—

i

ÎA R İK Â Î. e.-.,,.

larmı yerine getirmesi ve zikre devamla bir ta­ kım menzilleri aşinası gerekirdi (M. Sâdık Vic­ danî, ayn, esr,, Kadirime, s. 24).] Tekke içinde kardeşlerin ( ihvan—Türkçe ahPler, XIII. asırdan itibaren kollanılan bir Anadolu tâbiri 5 yalnız Sariye ve Mısır ’da XIII. ve XIV. asırlarda tecrübe mâhiyetinde olarak kadınlara mahsus tekkeler mevcud olmuştu) müşterek hayatı, nafile namazlarla, geceleri uyumamakla ( sa h r), oruç tutmakla ( siyam ), virdlerle (v ir d ; msl. yâ l a t if ’i yüz veya bin kere tekrarlamak), bilhassa muayyen kandil­ lerde (dinî bayramlara tekaddüm eden gün­ ler : barâ’a, rağâ’ib, kadr ’e mahsus âyinler ) zi­ kirlerle hieb)\ ayrıca sadaka toplama (paşama t kaşkü l’de toplanmış) gibi ve için­ de zikirlere ilâveten mânevi bir hazla bakışın (naşoT ila ’l-murd), canbazlıklara,oyuna İrak?) ve elbiseleri yırtmalara (tamzilf) kadar varan kaba şakaların { mizah ) yapılmasına müsâade (rulıaş) edildiği toplantılarla (hazra, vazifa, tarda) geçer, Tarîkate kabût merasimine gelince, bu Kah­ le ’ nin işaret ettiği gibi, Karmat menşe ’li es­ naf teşkilâtına kabûl merasiminin aynı olup, XII. asırda muhtemelen Karmatîlerden alınmış­ tır ( Taeschner,/«/., VI, 169—17 2 ’de neşrettiği XVII. asra ait bir Türk minyatüründe, bu kabûi sahnesini göstermektedir). 12 2 7 ’den beri kul­ lanılmakta olan (krş. İbn Abi Uşaybi'a, 'Uyan al-inbâ, II, 250 ) bir tarîkate kabûl icâzei-nâtnesinde ( icaza muhaddislerin i sn ad şekli taklid olunmuştur. [ tcâzet-nâme, tarikatın ge­ rektirdiği merhaleleri aşıp, irşad etme derece­ sine ulaşmış olan müride, şeyhi tarafından ve­ rilmiş mühürlü bir vesikadır ; buna hilâfet-nâme de denir. Böyle bir icâzet-nâme vermeğe ilbâs-t hırka („hırka giydirme“ ), bu icâzet-nâmeyi almaya da labs-i hırka („hırka giymek") denilir ve bu icâzet-nâmeyi atana ayrıca merasimle bir tâc giydirilir. Vaktiyle icâzetnâme ile birlikte hırka da giydiritdiği hâlde, sonraları' bundan vazgeçilmiş, sâdece icâzetnâme verilmekle iktifa olunmuştur. Bununla beraber, Mevlevîye gibi büyük tarikatierde, bizzat hırka giydirmek âdeti de muhâfaza edil­ miştir. Bir tarikatın mürşidinden bu şekilde bir tarikat hırkası giymiş olan bir kimse, başka tarikatten olgun bir şeyhe rastlayıp, ondan da faydalanırsa, ona da mânevi bir bağlılığı olur ve bu bağlılık „ikinci şeyhten hırka-i tebcrrük almıştır“ şeklinde ifâdesini bulur. Bu şekilde hırka-i teberrük alanlar huka-i tarikat’’m vermiş olduğu irşad selâhi>etine sâhip değillerdir. Yâni bu ikinci hırka tabipleri sâdece hırka-i tarikat aldığı şeyhin tarikatını yaymaya mezundular. Ancak bu şe

—- -^-l-—

4

kilde birden fazla tarîkate intisap eden bâzı kimselerin, bunların hepsini yaymaya çalıştık­ ları da görülmüştür. Bununla beraber, böyle hareket edenlerin de, muayy'en bir tarikatten hırka giymesi şarttı. Bir mürid, bir şeyhten ya sâdece inâba eli veya bununla birlikte seyr-ü-sülûkte aşılması gereken menzilleri kat’ederek irşad derecesine ulaşıp, hilâfet icâzesi alır. Sâdece inâba eli alan mürid, sonradan başka bir mürşidden de tarikat hırkası giyebilir. Nitekim başta ‘Abd al-Kadir Gilâni olmak üzere bu şekilde hare­ ket eden bir çok şeyh vardır ( S. Vicdanî, ayn, esr., s. 25 v.d,\] Sünnî fakîhier ( fukahâ’), tarîkatler tarafın­ dan yayılan nafileler, ruhsatlar, kıyafetler (renkli sarıklarla kendilerine has serpuşlar, külâh, tâc v. s.), mükeyyifât i kahve, haşhaş, afyon), hokkabazlıklar, tallçin ve baraka’ nın tabiat üstü müessiriyetİ, mes'ûliyeti olmayan bir âmi­ rin, ferdî ve kanun tanımayan iihâmma körükörüne itâat gibî „yeniliklere" ( bid’a ) devam­ lı olarak hücum ederler. Oniar, bu silsilelerin [ bk. mad. TASAV V U F ] doğruluğu şüpheli olan yerlerini ve boşluklarını göstererek, sülük isnadlarının tarihi tenkidini tahrik ederler ve isnâd ilham ı’ ye karşı ayaklanırlar; bu isnâd ilhâmi, tarikatın imtiyazlarını, Kur ’an ( XVIII, 6 4 )'a göre, MüsS peygamberin kılavuzu oldu­ ğundan ve bundan dolayı da şeri’atm ve Feü* gamberlerin fevkinde bulunduğundan ve ruhu tasavvuftan ulvî gerçeğe ( haltika ) kadar gö­ türmeğe muktedir olduğundan bütün tarîkatlerin „yolun ( farika } üstadı" olarak saygı gös­ terdikleri, mukaddes, esrarlı ve ölümsüz bir aziz varlığa ( al-Hizr [ b, bk.] ) dayar. Türkiye’ de hükümet, tarikatleri, şi’î tema­ yülleri dolayısiyle sık-sık takibata uğratmıştır; bunlar, Abdüthamid ’in panislâmizminin, ken­ dilerinden faydalanmak istemiş olduğu kısa bir devre rahat bırakılmışlar, sonra, irticaî faali­ yetlerinden dolayı 1925 ’te ilga olunmuşlardır. Diğer İslâm ülkelerinde ahlâki . Hindistan ’da ) veya fikri (C ezayir’de) bakımdan ilgi çekici bâzı ıslâhât teşebbüslerine rağmen, tamâmiyle çöküntü halindedirler; aşağı tabakadan bâzı tarikat mensuplarının hokkabazlıkları ve bir çok tarikat şeyhinin ahlâkî düşüklüğü onları bugünkü müslüman münevverlerin gözünde ber yerde hor ve hakîr duruma düşürmüştür. Bununla beraber, tarîkatler içinde her şeyi de bir kenara atmak doğru değildir; bunların ortalama ahlâkî seviyesi ilk safi ya "nin büyük örneklerinden ne kadar uzak olursa-olsun. yi­ ne de bunların İslâmî halk hayâtında geniş aşağı tabakalarda hâlâ oynamakta oldukları büyük rol, onların âdab ve te’lîfâtını tenkidi ve

fA R Î K A İ tetkik iie uğraşan bir kimseye mühim netice­ ler va’deder, Daha Tremearne ve Westermarck gibi etnologlar, onların İslâmî- dinî merasim kisvesine bürünmüş olarak beklenmedik bir rol oynayan menâsikinden çoğunun, hakikatte, ya İslâm öncesi devirden kalıntılar ( msl. şarkî Hindistan ve Cava ’da ) veya „animist" sızma­ lar (m sl. K ahire’deki Gülşenîierde Azandelerden alınmış zor ; Meknes 'deki 'İsaviya ’nin kurban merasimleri Haussaların bori 'sinden taklid edilmiştir; krş R M M, XLIV, 1 —52). olduğunu göstermişlerdir. Mukayeseli halkiyat ve „farklar" ruhiyatı, büyük İslâmî tarîkatlerin menkabevî vesikalarından aynı derecede faydalanacaklardır ( krş. Mel. R. Basset, Paris, 1913, 1, 259—270 ve Journal de psgchologie, 1927, s. 163—168i. İ s l â m T a r î k a t l e r ! L İ s t e s î n e G I r Iş

Bu listenin mü’talarını tarihî bir sıra içinde mütâlea edebilmek için, islâmda bir cemâat hayâtı yaşamak üzere yapıtmış olan münferid teşebbüslerin [ bk. mad. TA SA V V U F ], müntesiplerine ancak 814 yılında ( İskenderiye ve Kü­ fe ’de ) bir cins ismi kazandırdığını ve bunun da şüfiya olduğunu kısaca hatırlatalım; 857 (M uhasibi} ’den sonra bu isim, oldukça gev­ şek bir şekilde, İrak ’ta ( burada daha kesif zümreler sâlimiya ve hallâciya tesmiye olu­ nurlar ) sûfiyâne dâvetlerin bütününe delâlet etmeye başlar; bu ad iki asırdan fazla bir müddet, Horasan ’ın „levme kayıtsızlık" 1 mes­ lek edinen ve ş ü fiy a ' nin Tanrı’ya ancak aşk ile ulaşılabileceğine dâir bediî kanâatleri ite onları sama* ’dan zevk almamakla itham eden, daha faâl ve daha müteassıp süitlerine delâlet eden bir tâbir otan Melâmetîye ismine zıddır. Bu ilk devir için, aşağıdaki liste, sâdese müslüman menâkıb-nâme müellifleri tarafından XIII. asııdan itibaren sun’î olarak yenilenmiş ve tarihî tertipten maljrum isimleri, aynı za­ manda, haksız yere dinî tarikat ler olarak gösterilen hiç şüphesiz saf akîdevî mekteple­ rin isimlerini ve imâmî kelâmcilar tarafından uydurulan mu’tezilenin adlarını ihtivâ eder. Buna mukabil, XII. asır için verilen liste, tarihleri şöy ece hülâsa edilebilecek olan muh­ telif tarikat kuruluşlarını oldukça tam olarak aksettirir; Süfîye-Hafifîye arasından ikinci bir tarikat, Kâzerünîye ( 1034 ); Sûfîye-Cüneydîye arasından, gerçek büyük şeyhler ( Curcâni, F ör mazi, Nassâc Ahmed Gazzfili ) tara­ fından idâre edilmiş, sonunda da, XII!. asırda şu üç kota, HvâcagSn ' Yüsuf-i Hamazâni,ölm. 1140), Kübrevîye ( Kubrâ, Ölm. 12 2 1) ve Kadirîye (her ne kadar kurucusunun 116 6 ’da •Idüğü rivayet edilir ise de, tarikatının âdâbı

ancak 50 yıl sonra teessüs etm iştir)’ye ayrıl­ mış olan büyük bir tarîkat doğmuştur. Bu son iki tarikata, Ahmed İbn al-Kâzi ( K avâ'id vafiy a , bk. Lâleli kütüp., ur. 1478 ) „aslî beş hır­ ka“ zümresini teşkil etmek için, Rif&îye, Mede­ nîye (sonraki Ş â z ilîy e ) ve Çiştîye ’yi ilâve eder. Diğerleri çok geçmeden bunlara katılırlar: XIII. asırda Kalenderîye, Ahmedîye, Mevleviye,; XIV. asırda Bektâşîye, Nakşbendîye, Safevîye, bir çok tâli kolları ile Haivetîye; XV. asırda Magrib ’de C azüii’nin yaptığı değişik­ lik, .Hindistan ve Sumatra’da Şattârıye’nin büyük gelişmesi, nihayet XIX. asırda Magrib ’de Kadirîye ve Şâzilîye ’nin yenilikleri ile, Tîcânîye, Derkave ve Senûsîye ’nin kuruluşu. Senûsîye ve Mevievîye ’don başka, bu büyük tarîkatlerden hiç biri merkezîleşmemiştir. Müntesiplerini bağlayan bağ, sürekli ve inhisarı ol­ madığı için, ekseriya son derecede gevşer. Umûmiyetie, muayyen bir müslüman ülke­ sinde, tarîkatlere girenlerin yekûnu hemenhemen halkın % 3 ’ünü geçmez. Bundan otuz kırk yıl önceye kadar en çok yayılmış olan tarîkatler şunlardır: Kadirîye ( Irak, Türkiye, Hindistan, Türkistan, Çin, Nübe, Südan ve M agrib’d e); Nakşbendîye (Türkistan, Çin, Türkiye, Hindistan ve Malezya’d a ); Şâzilîye ( Magrib ve Suriye ’de ) ; Bektâşîye (Türkiye ve Arnavutluk ’t a ); Tîcânîye ( Magrib, garbî Afrika ve Ç ad ’ d a ) ; Senûsîye (Büyük Sahra, Sahra ve Hicaz'da ); Şattârîye (Hindistan ve Malezya'da ) . [ Sonradan yapılan bu tasnifte, tarîkatler, önce esas olarak Peygamber ’in dört halîfesinden ( Abü Bakr, ‘Omar, 'Oamân, ’Ati ) her birine öğretmiş olduğunu kabül ettikleri zikr şekillerine ( al-zikr al-ca.hr!, al-zikr al-hafi v.b.; bk. Harîrî-zâde Kemâle ddin Efendi, T ih­ yan, . ., I, i!» —3za ; krş. S. Vicdanî, ayn. esr,, Melâmîye, s. 9 v. dd.) göre, dörde ve bu dördün de bağlı bulunduğu Peygamber ’ in tarikatı ( Muhammedîye) ile birlikte beşe ayrılmaktadır. Buna göre, beş esas tarîkat şunlardır : Muhammedîye, Sıddîkîye, Ömerîye, Osmaniye ve Ale­ vî/e. Diğer bütün tarîkatlerin silsileleri dört hâlife vâsıtasiyle Peygamber ’e ulaşmaktadır. Tarîkatlerin sonradan sayılarının artması ise, daha ziyâde bunları kuran veya adlarına ma­ bet edilen şeyhlerin çokluğu İle ilgilidir. Esa­ sen aşağıdaki listede gösterilen tarîkatlerin isimlerinin, bu tarîkatieri kuranların ad veya nisbeleri ile ilgili bulunmaları ’ da bunu gös­ termektedir. Tarîkatler içinde bu bakımdan en çok kolu olan Haivetîye ’ dir.] Abdülhamid II. devrinde bir kaç tarikat birliği kurma denemesi olmuştur; bu deneme­ ler, Abdal re Kutb ’ ların yanında âlemşümul

i

t ARİ - Af .

dört mutavassıt, Rifâ’î ( reîs ), G îiinî, Bedevi ve Desûkî ’den müteşekkil dâimi bir meclis teşkili suretiyle nev’i şahsına münhasır bir te’lifçi merâtîp silsilesi şeklinde tezahür etti. İslâm tarîkatlerinin hepsine ansiklopedide ayrı ayrı maddeler tahsis olunmadığı için aşa­ ğıdaki listede, tartkâtlerin alfabe sırasına gö­ re, isimleri, asıliart, tâli kolları, imkân nisbetinde coğrafî yayılışları ve kurucusunun ölüm tarihi kısaca zikredilmiştir. Bu liste aşağıda kısaltmaları verilmiş olan kaynak ve tetkik­ lere dayanmaktadır. Kısaltmaların sağında bu­ lunan rakamlar, bâzan, mezkûr kaynağın, tari­ katla sıra ve bâzan da sahife numarasını verir : H=Hueviri, K aşf al-maheüb ( nşr. Jukovskiy ), 1926,3. 218—340, ve İngilizce trc. Nicholson, (London, 1 9 1 1 ', s 176—266 , 11 isim ); U = 'Ucaymi (ölm. 1702}, Fabrasa, yazma M. Fâsî ( 40 isim ) ; S = Sanüsi (ölm, 1859), Salsabıl m ain, L. Massignon nüshası {40 isim); T=Ma'şüm ‘ Ali Şâb. ( ölm. 1900'den sonra) fa r â ’ik al-haka'ik, taş-basması (Tahran, 1319), 11, 136 v.d. (17 isim ); O— d'Ohsson, Tableau général de VEmpire Othoman ( Paris, 1788 ), II, 294—316 [ ondan aynen nakil : Hughes, Dictionary o f Islam, s. 117 ve Brown, Darwiskes, nşr. Rose, London, 1927,3. 267 —271 (32 İsim )]; ( Z —Muhammed Murtazâ al-Husayni ai-Vâsilfi al-Zabidi, '¡kd al-cavkar al-şamin f i ’lzikr va iuruk al-ilbâs v a ’ l-ialkin (rama­ zan ıı8 ı= K ân u n ll./şubat 1768 ’de te'lif olunmuştur), Muhammed T an ci’nin husûsî kütüphanesine âit mecmua, s. 1 —1 1 4 ] ; [ Zi=ayn. mil., Itfaâf al-aşfiyâ' bi ra f* salasil al-avliyÿ ( aynı mecmua içinde ), s. 166 —260]; ( K = Harîrî-zâde Mehmed Kemâleddîn (ölm. 1299=11882 ). Tibyân vasâ'il al-hakâ'ik f i bayan salâsil al-tara'ik, Süleymaniye ku­ tup., İbrahim Efendi kısmı, nr. 430—432, 1—İli ); G=Gümüşhânî, Câmi-i u s û l (Kahire, 1319), s. 3 v. dd. (40 isim ); [ Vh=Sâdık Vicdanî, Tomar-1 turuk-i alîyeden Haivetîye silsile-nâmesi, İstanbul, 1338 — >34 > ]; [ V k=ayn. mil., Tomar-1 turuk-i alîyeden Ka­ dirîye, İstanbul, 1338— 1340 ]; [Vm=ayn. mil., Tomar-ı turak-ı alîye, cüz 1, Melâmîlik, İstanbul, 1338—1340); R = L . Rina, Marabouts et Khouan (Cezayir, 1885), (3 1 isim ); P=Malcolm, History of Persia ; London. 1815 ), II, 271 ( 5 isim ) ; M«=Massignon. Annuaire du Monde Musul-

man ( Paris, 1926 }, 2. tabı. Yukarıda zikredilmiş olan eserlerden benüz yazma hâlinde bulunan Arapça K, Z veZi, U ,S esas olarak alınmıştır, H, T, P Farsça olup, Türkçe olan O ve Q,. R M M, II, 5 13 —517» isi., VI, 149—169; MW, 1922, s. 52—56 ile mukabele edilmiştir. Cezayir menşe’li olan R, ondan faydalanmış bulunan Châtetier ( Con­ fréries musulmanes du Hedjaz, Paris, 1887 ) ve Depont-Coppolani ( Confréries religieuses musulmanes, Cezayir, 1897 ) ve Montet i E ncyc­ lopaedia o f Religion and Ethics, 1918, X, 719—726 ) ile karşılaştırılmıştır. T a r îk a t l e r in L is t e s )

Abbâsîye ( ‘Abbâsiya). — K, il, 268»—270* ; Z, s. 86 — Abu ’l-Abbâd Ahmed b. Muharamed al-Anşâri al-Balansi al-Andalusi (Ölm 633=1235/1236 )’ ye nisbet olunmuştur. Abdüsselâmîye ı ‘Abd al-Salâmiya ), — Rifâ* 'îye 'den Sadîyp ( b. bk.] ’nin bir kolu. Acemiye ( ‘Acamiya), — Zi, s. 229—Abu ’i’ Abbâs Ahtnéd b. Yusuf al-Harişi ’ ye nis­ bet olunmuştur t, IX. h. asır), Âdilîye ( ‘Adiiiya), — K, (i, 267b; Z, s. 87; Zi, s. 244— Bargisîye 'nin bir şûbesi olup, Badr al-pin Muhammad b. ‘Omar b. Ah­ med al-'Adili al-‘Abbâsi ( ö;m. 9 7 o = 15621 ’ ye nisbet edilmiştir. Afifîye ( ‘ A fifiya ). — K, 11, 293b—294®—Şâ­ zilîye ’den Nâsirîye ’ntD bir kolu olup, ’Abd al-Vahhâb b. ‘ Abd al-Satâm al-‘A fifi al■ Marzüki (ölm. 118 0= 176 6 /176 7)^ 6 nis­ bet olunmuştur. Abdalîye ( A hdaiija ). — K, 1, 106»—107a—Abu ’ 1-Hasan ‘A li al-Ahdali tarafından kurut­ muştur. Ahmedîye (Aljmediya). —■ U1 1 ; S 1*; K, 1, 40b—52»; Z, s. 24; Zi, s. 167; G5 ; M117-Bir Mısır tarikatı ( müess!si Tan(;S-Badavi, 599 ” *>75= 1202 —1276 ) olup, Şâzilîye ’nin bir koludur. Kollan : Şİnnâvîye. Mara­ zi ka, Kennâsîye, Enbâbîye, Hammûdîye, Menâ’ifîya, Sellâmîye. Halebîye. Zâhidîye, Şu’aybîye, Taskİyânîye. Arabîye, Sutûhî* ye, Bundârîye, Muslimîye ( = Şurunbulâlîye), Beyyûmîye. Ahmedîye (Ahmediya'. — K, 1, 40b — R ifâ’ îye [ b, b k.J’nin diğer adı. Ahmedîye (Ahmediya). — L, s. 32 —Çîştîye ’nin bir kolu olup, Abu î- ‘Abbâs Ahmed b. ‘ Abd ai-Hakk al-Rudavli al-Çişti (ölm. h. 1000 ’den sonra ) ’ye nisbet edilmiştir. Ahmedîye ( Ahmediya ). — K, I, 64b ; Z, s. 3 3; Zi, s. 170— Ahi âr i ye ’nin bir şûbesi olup, Mucaddid Alf Şan i veya tınâm-i Rabbani diye tanınan Badr al-Din Abu

T A R ÎK A T .

.

'l-‘Abbâs Ahmod b. 'Abd'al-Ahad al-Fârulji Kâbuli-' Sirhindi ( ölm 1034=1624 ' tara­ fından kurulmuştur, bk. Mueeddidîye. Ahmedîye (Ahmediya ). — K, I, 52»—64b; Vn. — Haivetîye ‘nin bir kolu olup, müessisi, Manisa civarında Göl Marmarası nahiye­ sinden Ahmed Şemseddin (ölm. 9 10 = 1504(1505) Efendi’ dir. A'ırârîye ( Ahrâriya ). — K, 1. 33» - 4 0 b — Nakş. bendîye ’nin bir şubesi olup. Al?râr lekabl ite tau nmış olan Şayh ‘Ubayd Allah b. Mahmüd b, Şıhâb al-Din ai-Husayni alTaşkandi ı. ölm. 895 = 14(10 ’ ye nisbet edil­ . miş olup, başlıca kolları şunlardır: Abmed ye. Tâciye. Kâsânîye. Alavinîye ( 'A la vâa iy a ). — Z, s. 88— 'Alavân • at-Hamavi (ölm. 936= 15 3 0 )’ye nisbet olunmuştur. Alevîye ( ‘ Alaviya), — G25; K, 11, 299“— 30 1b — Sun’î bir ¡anadia IV. halifeye izâfe olu­ nan bir tarîkat. Alevîye ('A laviya). — Darkâva’nin Cezayir kolu ( 19 :9 ’ dan itibaren Müsteganim-Ben Alioua ). Ammârîye ( ‘Ammâriya ).—M30—Kadirîye 'nin Cezayir-Tunus kolu (XIX. asır). Amudîye ( ‘Amüdiyal. — K, II, 302»- b ; Z, Sj 89—Medyenîye‘ oin bir şûbesi ■olup, Abu ‘İsâ Sa'id b. 'îsâ al-'Ammâli al-Şiddiki ’ye nisbet olunmuştur. A’râbîye ( A'râbiya ). — Z. s. 871 Zi, s. 244 — Omar b. Muhammed aî-A'râbİ ’ye nis­ bet olunmuştur. Arûsîyo ('A rüsiya). — K, II, 271b—272®; R8—Kaderiye ’nin Trablusgarp kolu ( Zliten, XIX: asır). A ssilîye ( ‘Assâliya \ — K, II, 279a—290®— Haivetîye ’den Cemâlîye ’nin bir ko’udur, Şamlı Ahmed b. ’Ali al-Hariri al-'Assâli al-Şfifi'i ( Ölm. 18 zilhicce 1048=22 n:san *639)’ ye nisbet edilmiştir. Âşıkîve CAşikiya). — P2 — Râfİzî bir ta­ rikat. Aşûrîye ı ‘Aşüriya ). — K, il, 26 7 b — 268* — Burhaniye'nin bir kolu olup. Sayyid ‘Aşür ai-Mağribi’ye nisbet edilmiştir. Aydarûsîye ı'Aydafüsiya ) .— U31, S33; G 37; K, II. 3 0 2 b -3 i3 b ; Z, s. 90; Zİ - Kübrevîye (Z ve Z i ’de Medyenîye )’n:n Yemen kolu ( XV. asır ) olup, Abu Bakr al-'Aydarüs (ölm. 909=1503 ) ’a nisbet olunmuştur. A ’ zamiye (A'zamiya). — K, I, 78b—86®—Sonradan al-Imam al-A'ıjam Abu Hanifa ( 80 — 150=699—767 )’ye izâfe olunmuş bir tarîkat. A z'îân ( ‘Azizân ). — K, II, 273» — Azîzân tekabıj)' taşıyan Krâea 'A li ai-Ramaytani

5

’ye n’sbet olunmuş bir tarîkat olup, HScegân tarikatı ite aynıdır. Azîzîye ( ‘Aziziya). — K, II, 273—27.9»—Rifâ’ îye ’nin bir kolu olup, 'İzz al-Din ‘Abd al-‘ Aziz b. Ahmed al-Dirini al-Damiri alŞafi'i al-Rifa'i (ölm. 6 9 4= 129 5)'ye nisbet edilmiştir. Azzûzîye ( ‘Azzüziya ). — M87 ; K, II, 273» — 2 7 9 a — Tunus’ta küçük bir tarîkat ( XIX, asır ). Babâîye Bâbâ’ iya). — O17 — Bir Türk ta­ rikatıdır. Müessisi Abdülganî Pîr Babâ’î o'up, Edirne’de, 870 ( 146 5)’te ölmüştür. Bâcîve (Bacıya). — Z s , 34; Zi, S. 175—-Abu Sa’ id Ha’af b. Ahmed ai-Bâci al-Tamimi (ölm. 6 28=1230/1231 ) ’ye nisbet edilmiştir. Bahâ’îye ; Babâ’iya). — K, I, 17 1®—bk. Nakş­ bendîye. Bahâ’îye , Baha'iya \ — Z ,s. 43—Şihâbîye ’nin bir kolu olup, Abu Yahya Bahâ’ al-Din Z a k a tiy a ai-Multâai (ölm. 666= 12 6 7 )’ye nisbet edilmiştir. Bahdâdîye ( Bahdâdîya'.—Zi, s. 241—'Abd A l­ lah b. Bahdâd’a nisbet olunmuş bir Ye­ men tarikatı, Bâherzîye Baharziva)—Z, s. 4 1—Tarîkat şe­ ceresi N&em al-Din al-Kubrâ ’ya ulaşan Sayf al-Din Sa'id b. ai-Mutabhar b. Sa'id aj-Baharzi . ölm. VIII. [ XIV.} asrın ilk ya­ . rlsı ) ’ye nisbet olunmuştur. Bahşîye ( B a h ş iy a — K, I. 107b—108b; Vh, s. 3 0 — Hal vetîye’den Cemâlîye’nin bir kolu olup, kurucusu Muhammed b, Muhammed b. Ahmed al- Bahşi al-Halabi ( ölm. 1098 = 1687 ) ’ dir. B atâ’ihîye ( Ba(â’ihiya },— K, î, 127b—bk. Rifâ ’ iye. Bâveysîye ( Bâvaysiya \—Zi,s. 232—Zarı ûkîye ’nin bir ko!u olup, Abü Ya lfub al-Bâvaysi ’ye nisbet olunmuştur. Bayramîye ( Bayramiya ).—Vm, s. 34—59 ; O18; G20 ; K, I, 171b —194® — Safevîye ’nin bir ko­ lu olup, Ankara ’d a , Hacı Bayrâm Velî (ölm. 833= 1429 ) tarafından kurulmuştur. K olları: Şemsîye, Celvetîye, Becelîye ( Baoaliya ).— Z, s. 43; Zi, s. 17$— K adirîye’nin bir şûbesi olup, kurucusu Mu­ hammed b. Husayıt al-Bacali ’dir. Bedeviye ( Badaviya !,— bk. Ahmedîye. Bedrîye ( Badriya).— K, I, io8b— 109b—Sühreverdîye ’ nin bir ko'u, Bedrîye ( Badriya).— K, 1, lo8b—Sîmavna kadısı-oğlu Şeyh Bedreddin ( ölm.‘*8z3= 1420) ’e izâfe edilen bir tarîkat. Bekkâ’ iye ( Bakkâ’ iya >. — R ^ ¡Z i. s. J78— Kadirîye 'nin Sudan da tâli kolu olup. Şayh ‘A li al-Bskkâ’ (ölm- 6 70=1271/1272 )’ ya

6

TARÎKAT. nisbet edilmiştir. Bekkîye (Bakkiya). — Z, s. 36 ¡Z i, s. 180— Şâzilîye'nin Tunus’ ta bir kolu olup, alBakki al-Tünusi’ ye nisbet olunmuştur. Bekriye (Bakriya). — K, I, 130»—140»—Şâzilîye ’den Vefâ'îye 'nin bir şûbesi olup, ku­ rucusu Abu ' 1-Makarİm Muhammed al-Bakri (ölm. 994=1586) :âîr, Öekrîye (B akriya). — K ,1,140«—171»; Vb, s. 82 v.d.—Haivetîye 'den Karabâşîye 'nin bir kolu olup, kurucusu Şams al-Din Mustafa al-Bakri (Ölm. 1162=1749 ) 'dir. Bekrîye (Bakriya). — Z, s. 34; Zi, s. 179; G 22— bk. Sıddîkîye. Bekrîye ( Bakriya). — Bayt al-Bakri (XVI. asırdan itibaren Kahire 'deki Şuyuh al-şüfİy a ) ’ye bâzan verilmiş olan isim. Bektâşîye (B ektâşiya).— T8j O18; G12; K, I, 127b—130«; Zi, s. 178 — Yesevîye (Safevîye Z i ) 'nin bir kolu olup, kurucusu Hacı Bektaş Veli (ölm, 7 3 8 ? = 1337/1338?) ’dir. Bu tarîkat daha ziyâde Anadolu ve Balkanlarda (bilhassa Arnavutluk’ta ) ya­ yılmıştı. Benâve ( Banâva ). — Kadirîye 'nin Dekken ’de­ ki kolu ( XIX. asır ). Beyânîye (BaySniya). — K, I, 17 i0; Z, s. 36; Zi, s. 180 —Şayh Abu 'l-Bayân Muhammed b. MaijfS? al-Kuraşi al-Dtmaşki (ölm. 551 = 1 1 5 6 ) 'ye izâfe olunan bîr tarîkat. Beyyûmıye (Bayyümiya). — K, I, 194*—196b; G 85—Ahmedîye 'nin Haleb kolu olup, Şayh ‘A li Nur al-Din b. Şayh at-Hicâz al-Bayyürni (öim. 118 2= 1768/1769 ) tarafından kurulmuştur. Beyzâvîye ( Bay zâ v iy a ). — Z, s. 43—Hizrîye 'nin bir kotu olup, Hizir 'a nisbet olunmuş bir tarîkat. Biberiye (Bibariya ). —M824—Halil Develioğlu (ölm. 1933) adında Tarsuslu bir zat ta­ rafından bu bölgede kurulmuş bir tarîkat olup, Nakşbendîye 'nin Hâlidîye kolunun te’ sİri altında id i; bk. Biberiye tarikatı (Diyanet işleri başkanlığı yayınları), Anka­ ra, 1964. Bistâmîye ( Bistim iya ). •— O8; K, I, 127b; Z, s. 42 ; Zi, s. 177—XV. asırda Türkler ta­ rafından Bâyazid al-Bistâmi ( ölm. 2 6 1= 874 )’ ye izâfe olunan bir tarîkat ( bk. Tayfûrîye ), Bû’alîye ( Bü'aliya). — M87 — Kadirîye ’nin Cezayir-Tunus kolu (XIX. asır). ' Buhârîye ( Buhâriya). — Z, s. 40—Calâl alDin al-Abmar al-Husayn b. Ahmed ai-Buhâri ai-Husayni ( doğm. 707 = 1307/1308). " ubûrîye (Buhüriya). — G 20; K, I, 108b; Vb, S. 94 v.d,—Haivetîye’dan Ramazânîye

’nin bir kotu olup, Şayjı Muhammed alBuhüri al-Rûmi al-Edirnevî (ölm 1039= 1629/1630) tarafından kurulmuştur. Bûnûhîye ( Bünühİya=Büniyin ). — Fas'ın ce­ nubunda küçük bir tarîkat (krş; R M M , LVIIİ, 14 ı). Burhaniye ( Burhâniya veya Burhâmiya), — U18; S 30i K , 1, 109b — 127b;Zi, s. 17 5 ; z, s. 37—Şâzilîye 'nin büyük bir kolü olup, Burhan al-Din İbrahim b. Abi 'İ-Macd alDasüki (öim. Z ’de 686=1287) tarafından kurulmuş bir Mısır tarikatıdır. Başlıca kol­ ları : Şarnûbîye, Aşûrîye ve Tâzîye, Buzguşîye ( Buzğuşiyâ ).— Z, 8 .4 1; Zi,s. 177— Tarîkat silsilesi Sübreverdî *ye ulaşan Nacib al-Din “Ati b. Buzğuş al-Şirâzi ( ölm. 678=1279 ) ’ ye nisbet edilmiş bir tarikattır. Buzurgân ( Buzurgân ).— bk. Nakşbendîye. Câhidîye (Câbİdîya ).— Vb, s. Jlo v.d. — Halvetîye ’den Cemâlîye ’nin bir kolu olup, Edirneli Câhidî Ahmed Efendi ( ölm. 1070 = 1659/1660) tarafından kurulmuştur. Câmîye (Câm iya).— Z, s, 44—Şayh al-İslâm Kutb al-Din Ahmed al-Nâmiifi ( ölm. 536 = 1142 ) ’ye nisbet edilmiş bir tarikattır. Cebeliye ( Cabaliya ). — Zi, s. 235—Abu Ca’ lâ Ya'lâ ( ölm. 50 2= 110 8 ) ’ya nisbet edilmiştir. Cebertîye (C ab artiya).— K, I, 210b—212a* Z, s. 45— Ekberîye ( Ehdelîye, Z ) ’ nin bir kolu olup, kurucusu Şaraf al-Din Abu ’ 1Ma'rüf îsmâ'il b. İbrahim ‘ Abd al-Şamad al-Cabarti al-Kuraşi al-Hâşimi al-Yamani al-Zabidi ’dir. Cebrîye (Cahriya).— U1 1 ; S 20—Bir Yemen ta­ rikatı ( XV, asır ). Cehrîye (Cahriya).— M25t,287 ; Zi, s. 185—Çin ve Türkistan ’da ( Y esevîye) cebrî zikri tercih eden tarîkatler; krş. Hafiye ( XIX. a sır). Celâlîye ( Calâliya )—Buhârîye (Bu h âriya).— Sübreverdîye 'n!n bir HindÛ kolu olup, mü­ essisi Mahdüm-i Cahâniyân (ölm. 785 = 13 8 3 ) ’dir. _ Celvetîye (C alvatiya).—K ,I, 226b—2456; O25; G11—Saf evî ye'nin Türk kolu olup, Üskü­ darlı Şeyb Azîz Mahmud Hüdâyî ( Ö.m. 1038=1628) tarafından kurulmuştur. Baş­ lıca kolu Hâşimîye ’dir. Cemâlîye ( Camâliya).—T11—Sühreverdîye ’nin İran kolu olup,' Pir Camâl al-Din-i Ardistâni ( ölm. 879=1474/1475 ) 'ye nisbet edil­ miştir. Cemâlîye ( Camâliya ).— K , I, 245b—254b ; Vh, s. 55 —89—Haivetîye ’nin bir kolu olup, Çelebi Halîfe diye tanınan Cemâledd'n Aksarâyî ( ölm. 899=1493/1494 ) tarafından kurulmuştur. Kolları: Siinbülîye, Şâbânîye,

TARİKAT. Karabaş2'« , Nasûbîye, Çerkeşîye, Halîlîyo, İbrahîmîye, Bekrîye, Kemaliye, Hafnîye, Ticânîye, Summanîye, Feyzîye, Derdîrîye, Sâvîye, Assalîye, Bahşîye. Cemâlîye ( Camâliya ).— K ,I, 254b—267b; Vb, a. 10 7—11« — Haivetîye'den Uşşâkîye 'nin bir kola olup, Edirneli Şeyh Cemâieddîn Efendi (Ölm. 116 4 = 17 5 0 / 17 5 1) tarafından kurulmuştur, Cemrîye { Camriya ).— Z, s. 48 — Hızırîye'nin bir kolu olup, Ahmed Yasavi (ölm. 56 2= 116 6 ) 'ye nisbet edilmiştir. Cerrâhîye (Carrâhiya \ — K, 1, 212*—216b; Vh, s. 96 v. dd.; O31—Haivetîye 'den Ramâzânîye'nin bir kolu olup, kurucusu Nureddîn Mehmed Cerrahî (ölm 1083 = 1672) ’dir. Cibâvîye ( Cibâviya ). —■ bk. Sa’dîye. Cihângîrîye ( C ihângiriya'.— Vb, s. 93—Hal­ veti ye'den Ramazânîye'nin bir kolu olup, kurucusu Cihangirli Şeyh Haşan BurhSneddin Efendi (ölm. 1074 = 16 6 3/16 6 4 )'dir. Cilâle ( C ilala).— Kadirîye 'nin F a s ’taki adı. Ciineydîye ( Cunaydiya).— Z, s. 47 ; Zi, s. 184; H4; U39; S 4; R3 — Cunayd al-Bağdadi (ölm. 297=909 )'nin fikirleri etrafında te­ şekkül eden Bagdad tasavvuf mektebinin XI. asırdan itibaren bir tarîkat olarak ka~ bûl edilmesinden ibaret olup, Hâcegân, Kübrevîye ve Kadirîye tarîkatlerının vü­ cut bulmasını sağlamıştır. XVI. asırda sun T bir zikir silsilesi için de bu ad kuilaaılmıştır. Cüzûlîye(Cuzüiiya),— K, I, 217«—219b; Z, s. 45; Zi, s. 18 1; R9—Şâzilîye’den Bedevi­ ye 'nin bir kolu olup, Abu ‘Abd Allah Muhammed b, Sulaymân al-Cazülî ( öim. 870=1465 ) tarafından kurulmuştur. Başlı­ ca kotları: Derkave, Hemâdişe, İsevîye, Şerkave, Taybîye. Çerkeşîye.— Vh. 72 v d.—Halvetîye’den Nasûhîye’nin bir kolu olup, Ç ankırı’nın Çer­ - keş kazasından Hacı Mustafa Efendi ( Ölm. 12 29 = 18 13/18 14 ) tarafından kurulmuştur. Çiştîye ( Çişti ya ).— U32; S 97 ; G16 ; K, I, 219b — 226b; Z, s, 47; Zi, s. 183 —Hindistan’da Şayh Mu’ in ai-Dîn Muhammed a!-Aomiri ( ölm, 633 = 1236 ) tarafından kurulmuş olup, merkezi Acmir 'dedir. Kolları Nizâmîye ve Sâbirîye. _ Dakkâkîye (Dakkâkiya'.—Zi, s. 196—Abu ‘A li al-Hasan b. ‘Ali al-Dakkâk (ölm. 4 12 = 10 2 1) ’ a nisbet edilmiştir. Dehâcîye (Zabâcîya). — Z, s. 79 — Abu't-Budaiâ’ Muhammed Amğâr al-Hasani at-îdrisi 'ye nisbet olunmuştur.

7

s, 19 7; Vh, s. 46 v. dd. — Haivetîye ’den Rûşenîye ’nin bir kolu olup, Mısır ’da Kü­ tahyalı Mehmed Demirtaş ( ölm. 935= 1529) tarafından kurulmuştur. Derdâ ’ îye ( Dardâ'İya).— Z, s. 57—Peygamber ’in suffa ehlinden Abu ’1-Dardâ ‘Uvaymir b. Mâlik al-Hazraci ( Ölm. 32=652/653 ) ’ye nisbet olunmuştur. Derdîrîye ( Dardiriya ). — K, II, 6»—26b; Vh, s. 87 v. d. — Haivetîye ’den Hafnîye ’nin bir kolu olup, Abu ’ 1-Baraka t al-Şihâb alDin Ahmed b. Ahmed al-Dardiri al-'Adavi ( ölm. 1201 = 1786 ) tarafından kurulmuştur. Derkave ( D a r k â v a — M90—Cüzûlîye ’nin Cezayir-Fas kolu olup, müessisi Abu ’ 1-Haşan ‘A li Şazili (ölm. 1238=1823 ). K olları: Buzîdîye, Kittânîye, Herrakîye, EHâvîye. Desûkîye (D asü kiya).— G7 ; K, II,.26b— bk. Burhaniye. Dîbîye ( D ib iya). — K, 1!, 42b — Abu ’!• Haşan ‘A li b. îdiz* al-Dibi al-Hazraci (ölra. 719 = 1 3 1 9 ) ’ya nisbet olunmuştur. Dücânîye ( Ducâniya \ — K, II, ıb—5b—Medyenîye’nîn Meymûnîye kolu olup, Sayyid Ahmed al-Ducâni (ölm. X. [XVI. ] asrın ikinci yarısı) ’ye nisbet olunmuştur. Ebherîye ( A bhariya).— K, 1, 32«—33a — Şayh Abu Raşid Kutb al-Din al-Abhari ,ölm. 5 7 3 = 117 7 ) tarafından kurulmuş bir tarîkat. Ebû Harrâzîye ( Abu Harrâziya \—Z, s. 80; Zi, s. 229—Magrib’de Abu Harrâz adında bir zâta nisbet edilmiştir. Ebû Tâiibîye (Abu Tâlibiya),— Z,s. 8 5 ;Z i,s . 85—Meşhur Kutb al-Kulüb müellifi Muham­ med b. ‘A li b. ‘A tiyat al-Makki (ölm, 386= 996 ) ’ye isnad olunmuştur. E b u ’ 1-Vefâ’îye (Abu ’ 1-Vafâ'iya). — Rifâ’îye ’den Sa’ dîye'nın bir kolu. Ebû Y â’kûbîye (Abu Ya'kübiya). ■— Z, s. 82 — Tarîkat s ils ile s i Cazüü ’ye ulaşan „Beni gören ve bana bakan herkese şefaat ede­ rim" diyen Abu Ya kûb al-Bâvaysi tara­ fından kurulmuştur. Edhemîye (A dham iya).— K , I, 69* —7ob; Z, s. 3 1 ; Zi, s. 17 0 ; O2 — Abu İsbâk İb­ rahim b. Adham (ölm. 166 = 783)'e sonra­ dan izâfe olunan bir tarîkat. Ebdelîye (Ahdaliya). — Z, s. 29 —3 1 ; Zi, s. 172 — Kadirîye 'nin bir şûbesi olup, Abu ' 1-Hasan ‘A li b. ‘ Omar ai-Ahda! al-Husayni (ölm. n 6 4 = i7 5 o /i7 s ı'd e n sonra) 'ye nisbet edilmiştir. Ekberîye (Akbariya). — K, I, 86« —io i *; G7 —Sonradan fikirlerini benimseyenler tara­ fından İbn ai-‘Arabi (ölm. 638=1240 )'ye izâfe olunan bir tarîkat. ' D çıp irtaşîye,— K , U, ? 7b—42b ; Z , S. Ş8 S Z i, Emir ganîye (Amirğâniya'. — İdrîsîye ’nin Nöbe

8

ı'ARİKAT,

Z, s. 92; Zi, s. 247—Şattârlye ‘nin Hin(¡b, bk,] kolu ( müessisinîn ölm. 1853). dû kolu olup, Gavş lekabını almış, bu­ Enesîye ( A nasiya). — K, I, ioı»—Sahabeden lunan Hamid al-Din Muhammed b. Hafi? Anas b. Mâlik (ölm. 91=709 )'e sonradan al-Din al-Husayni (ölm. 1526 i ’ye nisbc* İzâfe olunmuş bir tarikat. edilmiştir. Ensârîye ( Ansâriya ). — K, I, 103b— ‘Abd A l­ lah al-Ansâri (öim. 4 8 1= 10 8 8 )’ye İzâfe Gaysîye ( Ğayşiya ), — Z, s, 9 3; Zı, s. 242 — Kadirîye ’nin bir kolu olup, Yemen şeyh­ olunan bîr tarikat; bk. Her eviye, lerinden Abu 'L-Gayş Sa'id b. Sulaymân b. Erdebîlîye ( Ardabİliya ). — K, 70b —71®—EbCamii ’e nisbet olunmuştur. herîye’nin bir kolu olup, Şayh Şafi al-Din al-Ardabili (ölm. 7 3 5 = 133 4 ) tarafından Gâzîye ( G âziya; . — R14 ; Z, s. 9 1; Zi, s, 226—Şâzilîye’nin cenup Fas kolu olup, kurulmuştur. Abu ’I-Kâsim Ahmed al-Gilâli (ölm. 1526’ Esedîye ( Asadiya). — K, 1, 72a—76b; Vk, 3. ’ye nisbet olunmuştur. 41 v.d, —Kadirîye tarîkatmmın bir kolu olup, kurucusu Sayyid ‘Abd Allâh al-Asa- Gazzâlîye (öazzâliya). — K , 111, 3b—1 3b; G ls. Z, s. 9 1—Cüneydîye ’nin bir kolu olup,Gazdi (ölm. VİL asır ) 'dir. zâli (ölm. 5 0 5 = 1 1 1 1 ) ’nin düşüncelerini Eşrefîye (A şrafiya). — Z, s. 33; Zi, s. 172— benimseyenler tarafından sonradan kendi­ Çiştîye 'nin bir kolu olup, al-Sayyid Aşraf sine izâfe edilmiş olan bir tarîkat. al-Din Cahângir al-Simnâni al-Husayni 'ye Gîlânîye (G iiân iya).— Hikcmîye ’nin bir kolu. nisbet edilmiştir, Eşrefîye ( Aşrafiya ). — K, I, 76a—78b, II, 69®— Gumâşîye (Gumâşiya). — Z, s. 92—Abü Zakariyâ Yahya al-Gumâşi’ye nisbet olunmuştur. 70a; Vk, s, 48; O19; G14 — Kadirîye'nin bir kolu olup, kurucusu Kadirîye 'nin ikin­ Gülşenîye ( Gulşaniya i. — K, III, 86b-—90b; Z, s. 98; Zi, s. 253 Vb, s. 48— 54 — Halveci pîri sayılan Eşref.oğlu, Eşref-zâde veya tîye ’den Rûşenîye ’nin bir kolu olup, bü­ Eşref-i Rûmî diye tanınan Şayh ‘Abd Alyük Türk sûfîsi tbrâhim Gülşenî ( ölm. lâh-i Rumi (ölm. 874= 1469)'dir. 9 40=1533 ) tarafından kurutmuş, başta Mı­ Evamirîye ( Avâmirİya ). — M07—îsevîye’nin sır olmak üzere Anadolu ve Rumeli ’nin Tunus kolu ( XIX. asır ). muhtelif yerlerine yayılmıştı. Kollan : Se­ Ezherîye (Azhariya). — K, 1, 71a — Halvetîza ’îye, Haletîye. y e ’nin bir kolu olup kurucusu Şayh Abu ‘Abd Allâh Muhammed b. ‘Abd al-Rahmân Gürzmâr - ( Gurzmâr ). — Kadirîye ’nin Hindû kolu. al-ZavvSvi al-Azbari ’dir. Fârûkîye ( Fârülcİya ). — II. halîfe ‘Omar al- Habîbîye ( Idabibiya ). — Rifâ(îye ’nin bir Su­ Fâruk ’a nisbet olunmuş bir tarîkat. riye kolu ( XIX. esir). Fathu'ilâhîye ( Fath AUShiya ). — Z, s. 83; Zi, Habîbîye (Habibiya). — R18 — Şâzilîye’nin S. 237 — Çiştîye ‘nin bir kolu olup, kurucu­ Tâfilâlt ’takı bir kolu olup, müessisi 1752 su Fath Allâh al-'Acami al-Addâd’dır. ’ de vefat etmiştir. Fazlîye (Fazlıya), — K, IIL 3 lb—37b —Rifâ’ îye Haccâcîye { Haccâciya ). — K , I, 272»—,274®, ’nin bir kolu olup, kurucusu Sayyid Camâl Zi, s, 233— Abu ’1-Haectte Yusuf b. ‘Abd al-Din Muhammed b, Fazl Allâh al-Hindi ai-Rahim al-Kuraşi al-Mahdavi at-Akşâ al-Barhambüri ( ölm. 1029= 1619/1620 ) ’dir. { ölm. 6421=1244/1245 ) ’ya nisbet olun­ Feyzîye (Fayziya). — bk. Hülvetîye. muştur. Firdevsîye ( Firdavsiya). — K, III, 31®—b — Hâcegân ( HvücBgân '. — K, 1, 377b~39ob — Kübrevîye ’nin Hindistan ’da bir koln olup, Hvfica ‘Abd al-Hâljk al-Gncduvâni ( 5 7 5 = Rukn ai-Din al-Firdavsi (ölm, 724 = 1323/ 1179/118 0) ’nin fikirlerine İstinad eden 13 2 4 )’ ye nisbet edilmiştir. Nakşbendîye’nin diğer adı, Firdevsîye (Firdavsiya), — Z, s. 93 — Hind Hâcîye (al-H âciya).— Zi, s. 239— Abü ‘Abd ’de Bâherzîye ’nin bîr kolu olup, Nacib Allah Muhaınmed b. Muhammed al-Hâee al-Din al-Firdavsi ’ye nisbet olunmuştur, (ölm 737= « 33 6/ i 337 )’» nisbet edilmiştir. ’ ütüvvetîye ( Futuvvatİya). — K, III, 22b—31a. Haddâdîye (Haddâdiya). — K, I, 274»—288*»; iammâsîye (Gammâşiya). — Zı,s. 248— HazG31—A levîye’nin bir kolu olup, Şayh ‘ Abd mîrıye ’nin bir kolu olup, Abu ZakariAllâh b. ‘Alavt al-Haddâd tarafından ku­ yâ Yahya al-Gammâşi (ölm. IX, asır ) ’ye rulmuştur. . nisbet olunmuştur, Hafifîye ( Hafifi y a ). — H9; U18; S 81; K, I, 399» i tribîye (Ğ aribiya).— K, III, 2®—3b. Vk, s. —3426 — ‘Abd Allâh Muhammed b. Hafif 54—Kadirîye’n'n bir kolu olup, kurucusu al-Zabbi al-Şirâzi (ölm. 3 7 1= 9 8 2 ) ’nin Muhammed Garıh Allâh al-Hindi ’dir. tasavvuf! fikirlerinden mülhem olarak XIV, ' avsîye ( Gavaiya ).—K, 11!, 20«—3?b; U87; S 28; aşırda kçpdisİRt isnad olunan bir tarîkat-

TARÎKAT. Hafiye t Hafiya . — Nakşbendîye’nin Çin ve Türkistan’daki ünvânı (XIV. asır); krş. Cebrîye. Hakimi ye ( Hakimiya ). —H7; K, 1, 302*—3 ° 4 b— Daha çok Hakim al-Tirmîzi ( ölm. .2 8 5= 898 diye tanınan Abu Abd Ailâh Mu­ hammed b. 'A li 'nin fikirlerini bentmseyenlor tarafından, sonradan kendisine isnad edilmiş bir tarikat. Halavîye ( Halaviya ). — K, 1, 376*»—377“ ; Zi, s. .195 — Kübrevîye ’nin bir kola olup, ku­ rucusu Muhammed al-Hatavi ’dir. Halebîye • Halabiya !. —• K , I, 305«; Z, s. 5 o; Zi, s. 188 — Ahmedîye ’nin bir kolu olup, at-Ş.ayh Ahmed al-Ahmedı al-Halabi (Ölm, X. asır tarafından kurulmuştur, Hâtidîye Hâtidiya }. — K, 1, 326*»—329a— Nakşbendîye nin bir şûbesi olup, Abu ’1Bahâ’ Ziya’ al-Din Halid b. Ahmed b. Hu* sayn al-'Oşmâni al-Şahrizüri (ölm. 1242 =1826/1827 . tarafından kurulmuş bir ta­ kım yenilikleri de ihtiva eden bir tarîkattir. Hâlisiye vHâüşiya). — Vk, s. 56 v. d, — Kadır iy e ’nin bir kolu olup, Z iy a ’ al-Din ‘Abd at-Rahmân Hâlis al-Tâbibâni al-Karküki (ölm, 1275 . = 1858/1:859 ) ’ ye nispet edil­ mişti». Hallâcîye , HallSciya }. —- Z, s. 5 1; Zi, 3. 189; H12; U38; S26 — Husayn b. Manşür al-HalIâc (ölm. 309=922 )’ m fikirlerini lenimseyenlerin snn’ i bîr isnadta XIII. asırda vücûda getirdikleri bir tarikattır. . Haivetîye < Halvatiya ). — K, i, 342b—376b; Z, s. 55; Zi, s. 194; Vh, s 4 1—1 1 7 ; U10 ; S 18 ; T17 ; O15 ; Gî0 ; R20 — Ebberîye ( veya Sühreverdîye ’nin ) bir kolu olup, Şayh Abü . ‘Abd Allâh Sir 5 c al-Din veya Zâhid al-Din Omar b. Akma! al-Din GilâDİ ai-Hatvatİ (ölm. 750=1349/1350 veya 800= 139 7) tarafından Horasan’da kurulmuş ve daha çok Türkiye 'de intişar etmiştir. Önce Rûşenîye, Cemâlîye, Ahmedîye ve Şemsîye oimak üzere dört esas ko'a ayrılan bu tarîkatin 30 ’u aşkın tâli kolları şunlardır: 1. Rûşenîye ’den: Demirtaşîye, Gülşenîye, Seza'iye, Haletîye; II. Cemâlîye’den: Sünbülîye, Şâbânîye, Karabaşîye, Nasühîye, Çerkeşîye. Halîiîye, İbrâhimîye, Bekrîye, Kemâiîy.e. Hafnîye, Tıeânîye, Summânîye, Feyzîye (Hülvetîye). Derdîrîye, Sâvîye, Asrâbîye, Bahşîye ; III. Ahmedîye ’den: Ramazânîye, Cihangîrîye. Buhûrîye, Raîfîye, Cerrlhîye-i saniye, Saîâhîye, Câhidîye, Misrîye; IV. Şemsîye’den: Sivasîye, Hammûya ( bîammüya ). — Z, s. 52; Zi, s. 189 — C üneydîye’nin bir Im'u oiup, Şayh alİSİâm Muhammed b. H&mmüya b. Mu^am-

9

med al-Hamavi al-Cunaydi (ölm. 954=3 t547 ) ’ ye nisbet edilmiştir. Hamzavîye ( Hamzaviya V — G1® — Bayrâmîye ve Melâmîye 'nin gelişmesinden meydana gelmiştir. Hamzavîye (Hamzaviya ). — K, I, 310®—324a — Şâzilîye’nin bir kolu; kurucusu Şams alDin Muhammed al-Hanafi (ölm. 8 47 = 1443 ) _ Hansalîye ( Hanşaliya ). — R 28 — Oran ve Fas­ ’taki küçük bir tarîkat (kurucusunun Ölm. 1702 m.). Hansalîye (H an şaliya).— Nâsirîye’nin XIX. asırdaki kollarından biri. Hartîye ( Harfiya \ ■—K, I, 288b — Abu'l-Hasan ‘A li b. Ahmed al-Naeib al-Harafi (?) al-Marasi . Ölm 637= 1239/1240) tarafından kurulmuştur. . Harîrîye (H arirıya). — K, I, z88b—293« — Ri1 fâ’îye ’nin bir ko*u olup, müessisi ‘A li b. Abi 'I-Hasan b, Manşür al-Baari al-Hariri (ölm. 645=1247/1248 )’ dir. Harîsîye ( H arisi ya Z.s. 49 —Cüneydîye’nin bîr kolu olup, Abu ’1- Abbâs Ahmed b. Yu­ suf al-Hari.şi ( ölm. 944« 1537/1538 j ’ ye n'sbet edilmiştir, . : rrâzîye ( Har/âziya 1,— K, I, 329» —332»; Z, s. 53; Zi, s 190—Şayh Abü Sa'id Ahmed b, ’ îsâ al-Harrâzi al-Bağdâdi (öim. 286= 899 ) ’ye isnad edilen bir tarîkat. Hâtimîye (Hâtimiya ).—Zi,s. 186; İbn al-'Ara­ bi ( Ölm. 638=1240 ) ’ye isnad olunur. Havâtirîye (Havâtiriya).— Z, s. 57; Zi, s. 196 —Medyenîye ’nin bir kolu olup, Nur ai-Din 'A li b. Maymun al-İdr isi ( ölm. 9 1 7 = 1 5 1 1 ) ’ ye nisbet edilmiştir. Hayatîye (Hayâtiya). — Vh. s. 99 — Halvetîye*den Ramazânîye'nin bir kolu. Kurucusu Şeyh Mehmed Hayâtı Efendi 'dir. Hayderîye ( Haydariya).— Kalenderîye ’nin İran kolu ( XIII. asır ). Hayderîye (H aydariya),— Z, s. 5 2 ; Zi, s. 190 —Şayh Kutb al-Din Haydar al-Zâvaei ’ye nisbet olunmuştur. Hayderîye (H aydariya). — M313 = Haksar — İran ’da bir esnaf tarikatı ( XIX. asır ). ■Hazirîye (H a z iriy a ).— bk. Hizırîye. Hazîrîye ( Haziriya'. — Z, s. 55 —Buzguşıye’n'n ( Sühreverdiye Zi ) bir kolu olup, Şayh Sulayraân ■al-Haziri al-Zubayri ( ölm 965= *557 >5S8 1 ’ye nisbet olunmuştur. Hazmîrîye (H a zm iriy a).— Z, s. 11 0 ; Zı. s. 259 —H tzırîye’nin bir kolu olup, A b ü ‘Abd Allâh al-Hazmiri (ölm. VIiI./XIV. asır?) 'ye nisbet olunmuştur. Heddâve i Haddâva).— F a s ’ta, Tagzirt’te gö­ çebe bir tarîkat (XIX. asır )»

/

TARÎKAT. Hefnevîye ( Hafnaviya ). — K, I, 293a—3006; İbâhîye ( IbShiya ). — Râfizî bir tarîkatten Vh, s. 84 v, d .; R17—Haivetîye ’den Cemâlî­ ziyâde bir fıkradır. y e ’ nin Mısır kolu olup, kurucusu Hafn i İbn Abbâdîye { İbn ‘Abbâdiya ). — Zi, s. 206 nisbesiyle tanınan Şayh Şams al-Din Mu­ — Zarrükiya ’nin bir kolu olup. İbn ‘Abbâd hammed b. Salim b. Ahmed al-Şâfı'i at(ölm. 792=1390 ) ’a izâfe olunmuştur. Mişri (ölm. 118 1=1767/1768 ) ’dir, İbn Barraeânîye ( İbn Barracâniya ). — Z, s. Hcmâdişe ( Hamâdişa ). — Cüzûliye'nin XVIII. 8 z ;Z i, s. 2 3 2 — ‘Abd al-Salâm b. !Abd alasırda Fas ’ta, Zarhün ’daki kolu. Başlıca Rahman al-îfriki (ölm. 5 3 6 = 114 1 Merâkolları: Dagûgîye, Saddâkîye, Riyâhîye, keş ’de ) ’ye nisbet olunmuştur. Kâsimîye ( Meknes ve S a le ’de). İbn Herzemîye ( İbn Harâzim ). — Z, s, 8 1; Zi, Hemedânîye ( Hamadâniya, Hamazâniya).— K, s. 23i — Sühreverdîye ’nin bir kolu olup, III, 255b—263« i Z, s. 110; Zi, s. 259; U7 ; Abu ’ 1-Hasan A lî b. İsmail b. Muhammed S 21— Kübrevîye’ nin bir kolu olup, kuru­ b.'A bd Allah b. Hirzibim al-'Oşmâni ( ölm. cusu ‘ Ali-i HamadSni ( ölm. 787=1385 /dir. XIX. asır ) ’ye nisbet edilmiştir. Herâllîye ( H arâliiya).— Z, s. 49 ; Zi, s. 187— İbn-ül-arîfîye ( İbn al-'A rifiya ). — Z, s. 8ı — A b u ’i-Hasan ‘A li b. Ahmed b. İbrahim Cüneydîye'nin bîr kolu olup, Abu ’l-‘ Abbâs al-Harâlii al-Tacibi ( ölm. 637=1239/1240 ) Ahmed b. Muhammed b. Müsâ b. al-‘A rıf 'ye nisbet olunmuştur. al-Tane i ( ölm. 586 = 1190 Merâkeş ’te ) 'ye Herevîye (H araviya).— K, III, 2 4 7 b —255b; Z, nisbet edilmiştir. s. 109; Zi, s. 259—'Abd Allâh al-Anşâri İbn-ü!-arîfîye ( İbn a l-A rifiy a ). — Zi, s. 232 — al-Haravi (ölm 481=1088) ’ye nisbet olun­ Cüneydîye’nin bir kolu oiup, İbn al-‘Arit muştur. al-Şanhâci al-Tanci (ölm 5 3 6 = 114 1/ 114 2 ' Hevvârîye (H avvâriya).— K, III, 262a-b—Abu ’ye nisbet ediimiştir. Bakr b. Havvâr al-Havvârî al-Batâyihi İbn-ül-zayyâtîye . İbn al-Z ayyâtiya). — Z, s. ( Ölm. 8. [ XIV.] .asır) ’ye nisbet olunmuştur, 8o;_Zi, 230 — Abu Ya'küh Yusuf b. Yahya Hızırîye ( Hiir i y a ).— K, I, 332a—339“ ; Z, s. b. ‘ İsa b, ‘Abd al-Rahmân al-Marrâkoşi ’ye 53; Zi, s. 191 — Hızır peygambere isnad nisbet olunmuştur. olunan bir tarîkat. Îbrihîmîye ( İbrâhimiya). — Vh, s. 77 — HalHızırîye (H izriya).— R27 — Bir Fas tarikatı vetîye ’den Çerkeşîye ’nin bir koludur; Kuşolup, kurucusu İbn al-Dabbâğ (ölm. 1717 ) adalı İbrâhîm Efendi ( ölm. 1264=1849 ) ’ dir. K olları; Emîrgânîye, Îdrîsîye ve tarafından kurulmuştur. Senûsîye. İdrîsîye (İd risiya). — K, I, 65a—69“ ; M44 — Hikemîye ( Hikamiya).— K, 1, 3oob~3ozb; Z, s. H ızırîye’nin bir kolu olup, Aljmed b. İdris 50; Zi, s. 188—Kadirîye’nin bir kolu olup, at-Fâsi (ölm. 1252=1836/1837 î tarafından kurucusu Şayh Muhammed b. Abi Bakr alkurulmuştur. Hikami ’dir. Kolları: Gîiânîye ve Ucaylîye. İgtişâşîye ( İğtişâşiya \ — T 7 — KÜbrevîyt ’nin Hilâlîye (H ilâtiya).— K, III, 252b—255b; Vk, Horasan kolu olup, kurucusu İshâk al-Hots. 5° — Kadirîye ’nin bir kolu; müessisi talâni ( ölm. VIII. = X V asır ) ’dir. Muhammed Hilâl al-Râmm al-Hamdâni 'dir. İkanîye ( İkan i ya ). — K, I, 1 0 7 b — Yesevîye’ nin Hizmirîye. — bk. Hazmîrîye. bir kolu. Müessisi: al-Şayh Kamâl al-¡ka­ Hubnânîye ( Hubnaniya ).— H1 1 —X. asırda bir ni ’dir. Hulûlîya fırkası. İlmîye ( ‘ İlmiya). — K, II, 299*—301b —Şâzilî­ Hulûlîye (Hulûlîya ).— H11—•■ Râfizî bir fırka. y e ’den Cüzûlîye’nin bir kolu oiup, Abü Hurûfîye ( Hurüfiya).— K, 1, 288b— Kaynaklar­ Muhammed Mavlây ‘ Abd Allâb al-Şarit b. da tarikatlar arasında ismi geçerse de, f i ibrâh im al-İlmi 'ye nisbet olunmuştur. rak-i zâlla 'ye idhâli daha uygundur. İyâsîye ( İlyâsiya ). — Z, s. 29 — Sonradan İlHüdâ’îye (Hudâ’iy a ).— bk. Celvetîye. yâs peygambere nisbet olunmuştur. Hülvetîye (Hulvatiya ).—• K, I, 305»—310»; Vh, Isevîye ( ‘İsaviya). — K, 313b—319a; Vk, s. 42 s. 86— H aivetîye’den SummânSye ’nin bir — Kadirîye ’nin bir kolu. Müessisi Şayh ‘İsa ( öim, VII. asır ? ). kolu olup, kurucusu Fayz al-Din Husayn alSummani i ölm, 1309=1891/1892 ) 'dir. shâkîye ( İshâkıya ). — 71«—72« — H afîfîye’nin 'rakîye { ‘ İra^iya \ —Z. s. 84; Zi, s. 236—Mu­ hir kolu olup, kurucusu Şayh Abü İshâk hammed b .‘İrak al-Musavi’ye nisbet edil­ İbrahim b. Şahrîyâr abKâzarüni (ölm. zil­ miştir. kade 426=1035 ) ’dir. ıbâdiye ( ‘İbîdiyâ ).— K, il, 268»— Alevîye’nin İsmâ ’îlîye ( İsm âlliya — Sûdan ’da Kardobir şûbesi olup, Sayyid ‘ Abd Allah b. Mufan ’da bir Nûbe tarîkati (XIX. asır ). hammçd«l-Ysmani’ye ■ ,=bot edilmiştir. İsmâ îlîy e ( İşm âlliy a ) = Rûmîye ( Kadirîye ),

TARİKAT. İşkîye ('işkiya).— K, II, ¡89*“—293* i Z, 3. 88; Zi, s. 245—Üveysîye ( Gavsîye Z ) ’nin bir kola olup, Hvâca Abu Yazid al-'İşkı ’ye nisbet olunmuştur. İşrâkîye ( ‘ Işrâkiya ). — Suhravardı al-Maktül ( ölm. 58 7 = 119 1) ’«n fikirlerine istinaden kurulmuştur. İttibâdîye ( İttihâdiya ). — Rafızî bîr tarikat. Kadirîye (Kâdiriya ). — K, III, 37b—57a ; Z, s. 93; Zi, s. 250; Vk, s. 39 —67; U28; S ® ; T13 ; O4 ; G 2 ; R4 — Cüneydîye ’den dokmuş bir Bagdad tarikatı olup, ‘Abd al-Kâdir alGilâni ( al-Cilfini; ölm. 5 6 1= 116 6 ) tara­ fından kurulmuştur. Şu kolları vardır: Ye­ men ve Somali ’de Esedîye, Y â fi’îye (XIV. asır Muşâri ’iye, Urabîye ; Irak ’ta İsevîye, Hilâlîye, Ekberîye, Hâlisîye ( Hulusîy e ), Hindistan ’ da .Benâve ve Gurzraar, Garîbîye ; Anadolu’da Eşrefîye, Hindiye, Nâbulisîye, Rûmîye ( IsmâMliya ) ve Vaslatîye ; Mısır ’da Ferîdîye ve Kasimîye ( XIX. a sır); Magrîb’de Ammârîye, Arûsîye, Bû’alîye ve Cilâle ; garbi Sudan ’da Bakkâîye. Kalenderiye (Kalandariya), — K, III, 74b—77a • U3 ; S 3® — Suriye’de kurulmuş gezgin bir tarikat olup, mevcûdtyeti daha eskiden bi­ linen kalenderlik bir tarikat hâlinde an­ cak, Camât al*Din Sâvi (Sim. 630=1232 /1233) tarafından kurulmuştur. Şarkta, Orta-Asya ’da Al malık ’tan ve Hindistan ’dan başlayarak, garpta Magrib ’e kadar uzanan sâha işinde tarafdarları bulunan bu tarika­ tın, XIII. asırdan itibaren Anadolu’ da da mensupları vardı. Kanâ ’iye ( Kanâ’ iya ). — Z, s. 86 ; Zi, s. 233 — ‘ Abd al-Rahim al-Kanâ’ i ’ye nisbet olun­ muştur. Karabaşîye. — K, III, 57b—7ob; Vh. s. 65—68 — Halvetîye’den Şâbânîye’nin bir kolu olup, müessist Şeyh Ali Alâeddin Karabaş Veli (ölm. 1097=1686 ) ’dir. Kolları: Nasûhîye, Bekriye. Kâsânîye ( KSsâniya). — K, III,' 77*’—79b — Nakşbendıye’den A hrârîye’nin bir kolu olup, Mahdûm-i a’şam diye tanınan Hvâcayi Şams al-Din Ahmed al-Kâsâni (ölm. 949 = 1 J . . ^Zerkûbîye ( Zarkübiya).— Z, s. 6 1; Zi, s. 202 1. —Şihâbîye’nin bir kolu olup, ‘İzz al-Din _... Abü Muhammed Mavdüd b, Muhammed al­ . Mu’ in ai-Zarküb’a nisbet edilmiştir. .Zerrukîye (Zarrükiya).— K , 71b—ıoob ; Z, s. 6 1 ; Zi, s. 20 1; U1B; S ı s ; R10-~Şâziiîye ’nin , Fas kolu olup, Abu ’1 - ‘Abbâs , Ahmed Zarrük (Ölm. 899 = 1493) nisbet edil­ , miştir. ttUm Aeıitlop »¿ili

Zeyla ’îye (Z ay la 'iy a ).— K , II, ıo ıb—102*; Z, s. 63 5 Zi, s. 237— Kadirîye ’ nin bir kolu olup, Şafi al-Din Ahmed b, 'Omar al-Zayla'i ’ye nisbet edilmiştir. Zeynîye (Zayniya).— K, II, 102«—126*; O1®—Sühre verdiye ’nin Bursa ’daki Türk kolu olup, Zayn al-Dın-i H»5 f i ( ölm. 838 = 1434 /1435 ) ’ ye nisbet edilmiştir. . Ziyânîye (Ziyâniya).— R28— Şâziiîye ’nin Magrib kolu (XIX . asır). Zührtye (Zuhriya).— K ,II, ıoob—ıoıb; Vb,, s. lo t v.d.—Halvetiye ’nin Sinânîye kolandan Mustihîye ’nin bir kolu olup, Kayserili Ahmed Zührî (ölm. 1157 = 17 4 4 )’ye nisbet edilmiştir. Züreykîye (Zuraykiya)=Zarakiya,— P4—Rafızî bir tarikat ( Tabânavi, Kaşşâf iştilöhat al-furmn, nşr, Sprenger, Kalküte, 1862, I, 637, 669). B i b l i y o g r a f g a •. Belli-başlı kaynak­ lar, yerilmiş olan tarîkatler listesinin başın­ da gösterilmiştir. Bunlara şu eser ilâve edile­ bilir t G. Pfannmüller, Handbuch der İslam . Literatüre (Berlin, 1923), s. 292—3 1 5 ’tekİ yazı.—Ayrıca krş. madd. BEKTAŞ, DERKÂVA, D ERVİŞ, ZÎK R , FÜ T Ö V V E T, G Ö LŞEN Î, H A LLÂ C ,

Is a v î y e ,

k a l a n d e r î y e , s a ’d îy e ,

s â l Im Sy e ,

s e n Ûs Î y e , ş a d d , ş â z İl 1y e , ş a t h , ş e t t A r îy e .. .

( L o u t s M a s s İ g n o n .)

(B u madde TAHSİN YAZICI tarafından geniş şeklide tâdil ve ikmâl edilmiştir.) TARÎM . (Bk. TERİM.] . TARÎM . [B k . t e r ÎM.] T A R K ÎB BA N D . [Bk. t e r k Î b -I b e n d .] TÂRO M . [ Bk. TARIM,] , T A R R A G O N A . Arapça şekli Tarrâküna olup, İ s p a n y a ’n 1 n, ş i m â 1 - i ş a r k î s i nde, Akdeniz kıyısında, aynı adiı eyâletin mer­ kezi olan 47.100 (1969) nüfuslu k ü ç ü k b i r ş e h i r . Bu şehir, ispanya ’daki Roma, hâkimiyetinin merkezlerinden biri ve Augıistus ’tan îtıbâren de, Hupania Tarraconensiş eyâletinin merkezi olan eski Tarraco ’nun iç. kalesinin yerini işgal eder. Şehri ele geçiren müslümanlar eski adını muhafaza ettiler; 724 ’te yağmaladıktan sonra, burayı müstakil Kur­ tuba Emevî emirliği devâmınca ellerinde tut­ tular. Fakat bu müddet içinde burayı bir de­ fa Akitanyalı Louis’den, bir kere de Kataİonya prensi Ramon Beranger ’den geri almak zorunda kaldılar. Şehir, 1220 ’de Alphonso e) Bateilador tarafından kat ’î olarak müslüman ların elinden alındı. Arap coğrafyacıları (Gırnata İçin olduğu g'b ı), Tarragona için de bâzan „Yahudi şehri' lâkabını kullanmışlardır ki, bu hâl, şehir nüfûsu nun mühim bir kısmım m&sevîlerin teşkil et .

'

-- ...

i



fARİİAGONA -

tiğini göstermektedir. Tarragona katedralinin keşişhanesinde, mermerden oyulmuş, 'Abd alRahmSn 111. adını ihtiva eden ve 349 ( 960 ) ta­ rihini taşıyan bir kıtâbe ile birlikte oyuk şe­ kilde bir sağır revak bugüne kadar muhafa­ za edilmiştir. B i b l i y o g r a f y a i-al-İdrisi, Ş i f at alAndalus, s. 19 1—*31 ; Abu ’l-Fidâ’ , Tajtvim al-buldân ( nşr. Reinaud ), II, 37 ve 261 ; Yâlçüt, M d cam al-buldân, bk. mad.; E. Fagnan, Extraits inédits relatifs au Maghreb ( Cezayir, 1924 ), bk. fihrist ; tbn ‘Abd alMun'im al-Himyarî, al-Ravz al-m îtâr f i 'aca ib al-aktûr, nr. 76 ; G. Marçais, Manuel d ’art musulman, I, 260. . _ __ ( E. L é v Î - P r o v e n ç a l .) T A R R A Ç U N A . [ B k . t a r r a g o n a .] T A R S U S . [Bk. ta rsu s.] T A R S U S . Türkiye ’nin Akdeniz bölgesinde, Adana havâlisinde İ ç e l (M ersin) vilâyetin­ de k a z a merkezi şehir ( 57.855 nüfus). Tarsus, Adana ovasının cenüb.ı garbisinde, Toros dağ­ ları önündeki tepelerin kenarına uzak olmayan bir yerde, deniz seviyesinden 20—24 m. yük­ sekte bulunur. Eski çağda Kydnos ( Cydnus ) adını taşıyan ve o zamanlarda şehrin içinden ğeçen Tarsus çayı ( Orta-çağda Nahr BaracÜn, zamanımızdabâzanBerdan suyu veya Karasu) şimdi şehrin şarkından geçmekte ve bu kesim­ de konglomera kayaları üzerinden atlayarak güzel bir çağlayan meydana getirmektedir. Tarsns, Mersin ’i Adana ’ya bağlayan kara-yoiu ve demir-yolu üzerinde, vilâyet merkezine 27, A dana’ya 42 km. uzaklıktadır. İç Anado­ lu ’ yu Adana ovasına birleştiren ve Gülek ( Külek ) boğazında Toros dağları arasından geçen yol, Tarsus 'un 3 km. şarkında, Çakıt boğazı tünellerini boylayan demir-yolu da 16 fem. şarkında ( Yenice 'de ) ovaya iner. Böyle­ likle Tarsus, kuruluşundan beri, Anadolu içle­ rinden gelen büyük münâkale damarının Ada­ na ovası ağzında bir ticâret ve korunma ka­ pısı hizmetini görmüş, ayrıca bütün Ilk-çağ boyunca, şimdikinden farklı coğrafya şartları içinde, te 'sîr sahası geniş bir ticâret limanı rolünü de oynamıştır. Tarsus, Anadolu'nun en eski beldelerinden biri olmakla kalmayıp, eskiden beri kurulduğu yeri ve adım da değiştirmeyen bir şehir ol­ muştur. Şehrin cenup tarafında ova zeminin­ den 20 m. kadar yüksekliği olan ve halk ta­ rafından Gözlü Tepe denilen yerde, ilk yerleş­ me nüvesinin kurulmuş olması muhtemeldir. Şehir, tarihe ilk olarak Tarsos ( TaQö6ç ) adıyla geçmiş, bu ad Lâtince ’de Tarsus olmuş ve zamânımıza kadar da gelmiştir; bu adın aenşe’i bilinmemekte ise de, Grek aslından

f AààÜâ.

iştikak etmediği anlaşılıyor; bâzı yazarlar buna Sâmî bir asıl izâfe ediyor; fakat bunun Anadolu tanrılarından Tarku ’ya bağlanması da mümkün görülmektedir. Tarsus ’u, bir şehir olarak, kimin kurduğu da bilinmemekte, sâde­ ce çeşitli efsâneler iteri sürülmektedir. İslâm an’aneleri arasında Tarsus ’un, Âdem’in oğlu Şit tarafından kurulduğu, kabrinin de burada ol­ duğu efsânesi yer alır. Bir rivâyet, şehrin ku­ mcusu olarak Perseus ’u, bir başkası Herakles ’i gösterir. Her mühim şehrin menşe’ini bir Grek göçmen kafilesine bağlamaya hevesli olan Yunanlılar arasında, Tarsus’ un A rgos'tan ge­ lenler tarafından kurulmuş olduğu da ileri sü­ rülmüştür. Yazılı kaynaklar arasında fazla yaygın olan bir rivâyete göre de, Tarsus Âsûrî hükümdarı Sardanapal tarafından kurul­ muştur : Yunan ve onlardan naklen Lâtin ta­ rihçilerinin yazdıklarına göre, Sardanapal ’m Tarsus 'un cenûb-ı garbisinde denize ya km bir yerdeki Anchtalos ( şimdiki Karaduvar köyü yerinde)’ta olduğu ileri sürülen mezarı­ nın kitabesinde „Tarsos ile Anchialos ’un Sar­ danapal tarafından ( bir günde 1) kurulmuş olduğu“ yazılı imiş. Gerçek olan, Grekler. bu­ raya ne zaman gelmiş o! urlarsa-olsunlar, Tar­ sus ’un yerinde bir iskân merkezi butmuş ol­ malarıdır. Muhtemel olarak tarih öncesinde Adana ovasına gelen insanlar, Tarsus ’un ye­ rinde bir tümülüs meydana getirmişler ve daha sonra burası müstakbel şehre çekirdek hizme­ tini görmüştür. Âsûrî hâkimiyetine giren ve bir ticâret mer­ kezi olarak Fenikeliler ile temas kuran Tarsus, daha sonra Pers hâkimiyetine geçmiştir.' Bü­ yük İskender 333 ( m, ö.) yılında Tarsus üze­ rine yürüyünce, İranlılar şehri yakıp-yıkmaya niyetlendilerse de, İskender ’in hızla yetişmesi, şehri kötü akıbetinden kurtarmıştır: yaygın bir rivâyete göre, İskender yıkanmak için gir­ diği Kydnos ’un soğuk sularında hastalanıp ölümden güç kurtulmuş. İskender ’den sonra Tarsus, bütün Kilikya ile beraber Selevkos'un payına düştü. Bu sırada şehre Antioeheia da denildi. Bir aralık Mısır hâkimiyetine geçti (m. ö. 246) İse de, geri alındı. Nihayet 66 (m, 5 .) ’da Kilikya, Roma vilâyeti olunca Tar­ sus da bunun merkezi oldu. Strabon i XlV, 672 v.d.) kendi devrinde Tarsus’taki hayatın bir tablosunu çizerken burada yetişmiş filozof­ lar, dilciler ve şâirleri zikreder. O sırada Tar­ su s’ta Yabudiler de vardı: bunlar arasında, mütevazı bir zenâat sâhibi muhitten yetiş-niş olduğu hâlde hıristiyanlığın yayılmasında en büyük hizmeti görmüş bulunan Havari Pauius on sırayı alır. Hıristiyanlık bu çevreye çabuk yayıldı. Tarsus metropolit ve piskoposları ra-

ÎA R S Ü â . hâni meclis zabıtlarında zikredilir. Esasen asır­ lardan beri Tarsus canlı bir ticâret merkezi idi. Helenistik devirde fikir hayatının mühim bir merkezi rolünü oynuyordu. Kilikya’ nın bilgi merkezi ve bilginler şehri sayılırdı. Kydnos çayı buraya kadar gemilerin işlemesine elverişli idi. Kydnos, şehrin ortasından geçer­ di; ICleopatra, Marcus Antonius ’un refakatin­ de, buraya yaldızlı bir kadırga ile gelmişti. Şehir tahkim edilirken Tarsus çayının kanal­ larından. surların Önündeki hendekleri doldur­ mak için faydalamlmıştı. Bununla berâber akar-suyun taşmaları sırasında şehre zarar ver­ diği de oluyordu. Prokopios, Toros karlarının erimesinden ileri gelen bir taşma sırasında köprülerin yıkıldığını anlatır. Bunun üzerine juatinianus, akar-su için yem bir yatak kazıl­ masını emretti. Bununla berâber, şehri susuz bırakmamak için kanallar açıldı. Fakat akar­ suyun durumu vakit-vakit tedbir alınmasını gerektiriyordu ki. banlardan sonuncusu ( Türki­ ye Cumhuriyeti devrinde, 1939 Ma şehrin S km. şimâl-i şarkîsinde yapılan „regülâtör“ ve kanal­ lar dışında ), Abbâsî halîfesi Hârün al-Raşîd devrine rastlar. İlk-çağda Tarsus çayının ağzı şimdikine göre daha içeride bulunuyordu ve şehrin hemen oenûbunda da Rheguıa gölü vardı. Çayın ağzından giren gemiler, adı geçen gölün kıyısındaki isketelere yanaşırlardı. Şehrin yanıbaşında, gemi kızakları bulunurdu, buralar­ da tekneler yapılır veya tâmir edilirdi. Kum ve çamur birikmesi yüzünden gölün önü za­ manla tıkandı ve haritalarda göl veya batak­ lık olarak yakın zamanlara kadar gösterilen bu durgun su alanı, sonunda, hemen tamâmiyle doldu. XX. asır başındaki yıllarda yayınlanmış Adana vilâyeti Sal*nâme ’lerinde „kasabanın havasını bozan cenûb-l garbideki sazlık“ diye bahsedilen gölün yeri, bugün hemen tamâmiyle sebze bahçeleri tarafından işgal edilmiştir. Tarsus’un târihi, müsiümantığın doğmasın­ dan pek kısa bir müddet sonra çok hareketli bir safbaya girdi. İki imparatorluğun temas sahasında bulunan şehir, bir müddet elden-ele geçti. Sözü geçen İmparatorlukların zayıf düş­ tükleri sırada, mahallî kuvvetlerin, hattâ bâzan çetelerin tecâvüzüne uğradı. Zaman-zaman kalkınmakla berâber, defalarca yakıhp-yıkıldı, zelzele ve vebâ salgınları gibi âfetlere de uğ­ radı. Osmanlı devrinde tekrar huzûra kavuş­ makla berâber, önce Adana ’nın, sonra da Mer­ s in ’in rekabetiyle karşılaştı, ancak son yıllar­ da tekrar gelişme imkânını buldu. Müslümanlığın doğuşundan sonra, çok geçme­ den bu havali İslâm kuvvetlerinin hücumuna uğ­ radı ve fethedildi. Balâzuri (Futah, nşr. de Goeje, s. 1641, Ahu ’ 1-HatJâb al-Azdi ’ye göre,

Araplar, Tarsus ’u Abu :Ubayda yahut onun ku­ mandanlarından Maysara b. Masrük eliyle 16 ( 637 ) yılında zaptettiler ( Caetani, Annali deli' İslam, III, 805 ). Mu'âviya, 25 h. yılındaki ‘ Ammuriya seferinde, Antakya İle Tarsus arasında­ ki bütün kalelerin terkedilmiş olduğunu gör­ dü : Herakleıos, Arapların yaklaşması üzerine buraları boşaltıp tahrip ettirmişti; başka bir rivâyete göre, bizzat Mu'âviya, Daravliya (E s­ kişehir) seferi dönüşünde ( 31=651/65*) An­ takya ’ya kadar olan Bizans kalelerini yıktırmıştı. Emevîler, Tarsus’u, Roma imparatorlu­ ğu hududundaki başka şehirlerle berâber ye­ niden tahkim ettiler. Bu şehirlere sonradan al-'avâşim „koruyucu şehirler“ denildi, önce­ leri bunlar daha şimalde bulanan Cttnd ’ un bir cüz ’ünü teşkil etmekle berâber, Harun al-Raşid tarafından ondan ayrıldı. Bütün bu devre içinde Tarsus elden-ele geçti ve bilhassa ticâret merkezi olan şehir, bundan fazla zarar gördü, Msi. 65 ( 684/685) ’te Konstantinos IV. Pogonetos, Kilikya kalelerinin bir kısmını ele ge­ çirmiş, fakat bunlar 84 ( 703 ) ’te geri alınmıştı. Savaş yıllarında Tarsus toprakları bâzan müs­ lüman, bâzan Bizanslı çetelerin abınlarına uğ­ ruyordu. Halk da bunların elinden kurtulmak için dağlara kaçıyordu. Bu yüzden şehirler kimin elindeyse, sahiplerinin korunmak için buralara asker yerleştirmesi gerekiyordu. l6z ( 779 ) ’de Tayyi Hassan b. K ahtaba’ nin halîfe al-Mahdi ’ye yaptığı bir tasvîre göre, Tarsus bir harâbe halindeydi ve buranın nüfûsu 10.000 civarında olmalıydı. Daha sonra Hârün al-Raşid, Bİzanslılarm şehri yeniden inşâ ve tahkîm edeceklerini öğrenince, onlardan daha önce ha­ rekete geçilmesini istedi. Tarsus, 172 (7 8 8 )’de tekrar inşâ olundu ve şehre müslümanlar yer­ leştirilerek bir de câmİ yapıldı. 188 (8 0 4 )’de Bizanslılar bölgeye akınlar yapıp, Tarsus hal­ kını esir alarak götürdüler. Bundan sonra halîfe, Bizanslılar üzerine yürüyüp onları püs­ kürttü ( Süryânî Mihâil, 111, 16). Savaşlar bir müddet sona erdiyse de, halîfe al-Ma'mün, *15 (830) yazında tekrar harekete geçti, imparator Theophitos, 216 ( 8 3 1) yılın­ da buna karşılık teşkil etmek üzere Tarsus topraklarına akınlar yaptı. Bilindiği gibi alMa’mün Tarsus ’ta hastalanarak ölmüş (833' ve bu şehre gömülmüştü. 292 ( >04/905 ) ’de Andronikos, Maraş üzerine yürüyünce al-Maşişa (Misis ) ve Tarsus askerleri ona karşı gel­ diler ise de, mağlûp oldular ve reisleri A bu ' 1Ricâl b. Abi BakkSr öldü (Tabari, III, 2251; İbn al-A şir, VII, 371 ). Bu hâdiselere rağmen Tarsus, müslümanlığın mühim bir kalesi ve ti­ câret şehri olarak gelişmişti. Çevresindeki zengin topraklardan bol mahsûl almıyordu

Hıristiyanlarla cthad için buraya gelip yerle­ şenlere yardım ediliyordu. Mas’üdi, şehrin ön­ ceden 8.000 kişilik muhâfız kuvveti bulundu­ ğunu ve bir kapısına Bâb al-Cihâd denildiğini ( çünkü buradan köffâra karşı savaşa çıkılırdı ) söyler. 340 (9 51)*!» Iştahr i, Tarsus’tan bahs­ ederken, şehrin iki katlı bir suru olduğunu ve muhafızlarının yaya ve atlı olarak 100.000 T bulduğunu söyler. İbn Havkaî, bu bilgileri tekrar eder ve ayrıca şehirde İslâm memleketle­ rinden gelen mü’minlerin „dör{ ev )" lan olduğu­ nu, bunlara harpte ölünceye kadar müslütnan ül­ kelerinden yardım yapıldığını, şehirde bilgi sa­ hibi insanların da çok olduğunu söyler. Ancak İbn Havkal ’İn eseri, şehrin imparator Nİke­ phoros tarafından alınmasından sonra yazıldı­ ğına göre, tasviri o sıradaki duruma aksettir­ memekte, daha eski bir kaynaktan alınmış bu­ lunmaktadır. Buna karşılık sağlam bilgi sahi­ bi Mukaddasi, Tarsus hakkında bilgi verme­ yeceğini, çünkü o sırada şehrin Romalılar elin­ de olduğunu söylemektedir, 269 (8 8 2 )’da İbn Tülün ‘avâşim bölgesini ele geçirmişse de, hâkimiyeti uzun sürmemiştir. IV, (X.) asır ortasında Sayf al-Davla Suriye ’n;n şimâlini ele geçirdiği sırada Tarsus da Hamdânîlere geçmiş oldu (344=955/956; krş. Freytag, Z D M G, XI, 193). Fakat az sonra imparator. Nikephoros hücuma geçerek 352 (ç63)’de Âdana’yı ve çok geçmeden de, al-Maşişa ’yı zaptetti. İmparator tarafından alman ve sayı­ ları 200.000 ’i bulduğu söylenen esirler, kar­ deşi Leon ’un kuşattığı Tarsus şehri surları önüne, halkı korkutmak için götürüldü (Frey­ tag, Z D M G , XI, 207), Tarsus BizanslIların eline geçince (965) şehrin kapıları yaldızlatılarak diğer zafer ganimetleriyle berâber İstanbul ’a gönderildi, camiler yıktırıldı, meydanlar­ da K ar ’an ’lar yakıldı. Hıristiyanlığı kabul et­ meyen veya cizye ödemeyenler şehri terket­ ineğe zorlandı. Böylelikle Tarsus için uzun sü­ recek hemen-hemen kesintisiz bir hıristiyan hâkimiyeti devri başlıyordu. 1042 ’ ye doğru imparator Konstantiuos Monomakhos, Arkruni hanedanından Apelgarib ’i KiÜkya ’ya vali gön­ derdi ( Saint Martin, Mémoire sar l'Arménie, I, »99 ). 1085 ’e doğru Tarsus arazisi, Philaretos Brachomios ’un idaresinde bulunuyordu. Haçlıların gelmesinden az önce Selçuklular Adana bölgesinin başka şehirleri gibi, Tarsus ’u da ele geçirdiler (Süryânî Mihâil, III, 179 ). 1097 ’de Tankred kumandasındaki Franklar Adana ovasına girdi. Zaptedilen toprakları imparator adına teslim almak üzere Haçlı or­ dusu ile berâber gelen Bizanslı kumandan Tatikios 1098 ’de onlardan ayrılarak Tarsol ( Tar.u»), M am ura ( Misis ) ve Addana\ Adana) şe-

birlerini Bohemond’a verdi { Raymond d’A giles: Bongars, Gesta Deiper Franeos, Hanno ver, 19 11, s. 14 6 ), Bohemond Tarsus ’u diğer şehirler ile berâber ancak ağustosta teslim aldı ( Guil­ laume de Tyr, VII, 2 ) . Haçlılar devrinde Tar­ sus İle berâber ' avâsim, Antakya prensliğine bağlandı, İdr isi, Tarsus’u o sırada çevresi çok münbit olan çift surlu büyük bir şehir olarak tasvîr eder. Bir müddet sonra şehir yeniden Bi­ zanslIların eline geçti. Tankred, Misİs ’i 1 1 0 1 ’de tekrar aldı ise de, 1 10 3 ’te esâretten dönen Bohemond ’a Tarsus, Adana ve Anazarba ’yı geri vermek zorunda kaldı ( Guiilaume de Tyr, gost. y e r). Ertesi yıl Bizans kumandanı Monastras Longinias, Tarsus ve diğer şehirleri Bizans adına zaptetti. 113 2 / 113 3 ’te Rupen ha­ nedanından Levon I., Misis ’i Rumlardan aldı. Tarsus da onun eline düşmüş olmalıdır. I I 37 yılında imparator Joannes, Levon'a karşı ha­ rekete geçerek Tarsus, Adana ve M isis’i geıi aldı ye Levon ’u esir edip İstanbul ’a götürdü. Macar kıralı Koloman ’m torunu Koloman’t K ilikya’ya vâli gönderdi. İmparatorun baiefi Manuel I. Komnenos 1152 *de, Andronikos Komnenos’u Tarsus’a vâli tâyin ederek isyan et­ miş olan Levon II. *un oğlu Thoros III.’a kar­ şı gönderdi. Vâli bir baskına uğrayınca, Ermeniler Kilikya ’um büyük bir kısmına hâkim oldular. İmparator Selçuklulara baş vurdu. Kihç Arslan II., Ermenüerîn kendisine tâbiyetini ve imparatordan aldıkları toprağı geri verme­ lerini sağladı (115 3 ). Bir zaman sonra ( 115 9 ) Manuel bir. ordu ile K ilikya’ ya girince. Önce dağlara çekilen Thoros, bilâbire imparatorla anlaşarak Adana ovasının şark kesimine ( Misis, Anazarba) hâkim oldu. Thoros.'un ölümünden sonra yerine, geçen kardeşi Mleh, müttefiki Nar al-Din 'in- yardımı ile 568 ( 1172/1473 ) ’do Tarsus’ u, Adana yo Misis ile berâber Bizans* lllardan almayı başardı (İbn al-A şir, XI, 255 ), 119 0 ’da imparator Friedrich Barbarosse, Kalykadnos ( Göksu )’ u geçerken boğularak ölünce, ordusunun bir kısmı Tarsus ’tan geçip Antak­ y a ’ya teveocüh etti. 119 8 ’de Levon H. Tar* su s’ta Ermeni ye tacını giydi (daha, ön oe sâ­ dece baron ünvâoını taşıyordu ), fakat payi­ tahtını buradan Sîs ’e taşıdı. Levon 11. ’ ıın ölü­ münden ( 1219 ) sonra A ntakya’daki Raymond Rupen Ermeni ye tahtını ele geçirmek istedi ve Tarsus’u zaptetti ise de, düşmanları tarafından esir alındı. Y aku t’un ifâdesine bakılırsa, ken? di zamanında (VII. = XIII. asır, başı ) Tarsus Bizanslıların elinde idi; hiç değilse bir aralık onların eline geçmişti. Bu müellif de, çifte duvarlı surdan, bunların etrafını kuşatan geniş hendekten ve şehrin altı kapısından bahşeder, Ermenie kıratlığının yen parlak devri Hetum

TARSUS.

11

I. ( 1219 —1270 ) zamanına rastlarsa dia, devrin Karaman-oğlu Mehmed Bey’i tekrar Tarsus'da sonuna doğru duruna bozuldu. Memlûk sultanı görüyoruz. Fakat Malik Mn’ayyad’in kendine Baybars, 664 ( 1266 ) 'te Adana bölgesine, ken­ karşı harekete geçtiğini görünce, Mehmed Bey dine karşı baş-kaldıran Hetum üzerine bir ordu ona itâat ile Tarsus ’un anahtarlarını teslim gönderdi ve daha sonra Sayt al-Din Kalâ'nn etti (8 2 0 = 14 17 ). Memlûk sultanı Tarsus’a şehri ele geçirdi ( al-Makrizi, trc. Ouatremere, nâib olarak Emir Şâhin ’i gönderdi. Bunun 1/11, 34 v. d.).-673 ( 1275 ) ’te Baybars, Hetum 'un üzerine Karaman-oğlu Mehmed Bey, Emir Şâhin oğlu Leyon III. ’a barşı yürüyerek Korikos 'a ’in halka zulümde bulunduğunu bahane ederek, kadar bütün Kilikya ’yı tahrip etti, 1297/1298, : ertesi yıl tekrar hücûma geçti ve bu sefer 3322, 1334/1335 1373/1374 tarihlerinde Köle­ Ramazan-oğlu İbrahim Bey de onunla iş-blrlimen hücumları tekrarlandı. Gerçekte Adana- ğinde bulundu, İbrahim B e y ’in Tarsus’u ku­ Maraş bölgesinde esas itibariyle Memlûk- şatması sırasında savaşa katılan Mehmed Bey lere tâbiyeti kabûl etmiş olan,, fakat fırsat hastalanıp çekilmekle berâber, oğlu Mustafa, düştükçe kendi hesaplarına hareket etmekten kuşatmaya devam etti ve az sonra Tarsus çekinmeyen Ramazan-oğulları ( Târaus-Adana ) onun eline geçti. Memlûk sultanı Şam vâlisive Dulkadır-oğulları ( Maraş ) ’nün hâkimiyeti nl Tarsus üzerine gönderdi. Tarsus ve Adana, ağır basmaya başlamıştı. Üç-Oklıı Türkmenleri­ Mısırlılar tarafından geri alındı; bundan sonra nin Yüregir kolundan olan Ramazan-oğulları, Tarsus, Ayas ve Misis gibi şehirler doğrudauXIII. asırda Anadolu ’ yagelmişler, bir kısmı sul­ doğTuya Kahire ’den gönderilen valiler tara­ tan Baybars tarafında’» şimalî Suriye ’ye yerleş­ fından idâre edildi. Hicrî 860’ a doğru .Karatirilmişlerdi.' Haçlı kalıntılarının tasfiyesinde .man-oğlu İbrahim Bey, Tarsus’ u ele geçirdi. mühim rol oynayan Ramazan-oğulları, Ermeni- Şehri geri almak için Mısır sultanının gönder­ ye kıratlığı zayıfladıkça, Adana; bölgesine ya­ diği Devâdâr Sungur, bu sefer Ramazan-oğulyıldılar. Memlûkler, Türkmenlerin başarıların­ larından yardım görerek Karamanlıları yendi dan faydalanarak 761 (1359/1360)’de Haleb ve Tarsus tekrar Mısır hâkimiyetine geçti. Bu sırada Osmanlı devleti Fetret devrinin valisi Emir Bek-Demir ( al-Hvârizmı) kuman­ dasında gönderilen kuvvetlerle Tarsus ve Ada­ buhranlarını atlatmış, Rumeli ’ye kuvvetle yer­ na ’yi zaptettiler. Ermenilerin elinde kalan leşmiş, Anadolu’daki kayıplarını geri almış, Misis ve Anazarba da 1374 veya 1375’te ele toprakları Toros dağlarına dayanmıştı. Bayegeçirildi. Osmanlı hâkimiyeti sırasında Tarsus zid II. devrinde, XV. asrın sonlarına doğru sancağının kazaları arasında sayılan Kusun Osmanlılar Adana ovasına indîler. Adana, (Tarsus’un şimâl-i garbisinde), Ulaş (bunun Tarsus ve diğer bâzı şehirler Karagöz Meh­ garbında', Kuş-Temur ( Tarsus-Adana arasın­ med Faşa tarafından, mukavemet görmeden da), Elvanlu ve Gökçeiü adları Ramazan-oğul- zaptedildi; Musâ ve Ferhâd beyler Adana üe larını meydana getiren Yüregir aşiretine men­ Tarsus’a uıtıhâfız konuldular. Toros hudutla­ sup ailelerin adlarından türemiştir. IX. ( XV.) rını ve Adana ovasındaki müstahkem şehirleri asır başlarında Adana ovası Ramazan-oğulları Suriye ’nin emniyeti için mühim bulan Memlûk­ tarafından idire edilmekle beraber, bunlar Mem­ ler bu durumu harp vesilesi saydılar; böyle­ lûk sultanlarına tâbi bulunuyorlar, hattâ Mem­ likle 1485—14 9 1’ de Osmanlılar ile Memlûk lûkler Sîs, Adana ve Tarsus gibi şehirleri doğ­ devleti arasında savaş başladı. Memlûk ku­ rudan, doğruya idareleri altında muhafaza edi­ mandanı Emir Özbek, Adana ve Tarsus’u ku­ yorlardı. Halil al-Zâhiri ’ nin bu sırada Tarsus şatıp ele geçirdi ve muhafızlarını Öldürttü ’un Haleb’e bağlı bulunduğuna söylemesi bu ( 1485). Her ne kadar Tarsus, Adana, S îs ve durumla İlgilidir. Memlûkler adı geçen şehir­ Ayas 1488 ’de geri alındı ise de, aynı yılın lerde kuvvet bulundurarak Üç-Okları muraka­ ağustosunda Emir Özbek yine harekete geçti; beleri altında tutuyorlardı. Fakat, Torosların Adana ile Tarsus arasında Ağa-çaylrı savaşında Ötesinde kuvvetli bir Karamanlı devletinin Osmanlı kuvvetleri yenildi. Kuşatılan Adana meydana çıkması ve onların ardından da Os­ 1489 'da Mısırlılara teslim oldu, 1491 andiaşmanlIların görünmeleri, Adaba ovasındaki ması ile, Haremeyn vakfı olan iki kale (Adana şehirlerin sözü geçen asırda yine elden-ele ve Tarsus) Memlûklere bırakıldı ( Tafsilât geçmesine yol açtı. 818 ( i 4 i 5 ) ’de Ramazan- için bk, M. C. Şebabeddin Tekindağ, II. Bu'oğlu Ahmed Bey, 7 aylık bir kuşatmadan son­ yezid devrinde Çııkıır-ova 'da nüfûz mücâde­ ra Tarsus’u Karamanlılardan alıp, hutbeyi lesi, İlk Osmanlı-Memlûklu savaşları, 1485— Memluk sultanı Mu ayyad adına okuttu ve oğ­ 1491, Belleten, 1967, XXXI, 345 — 3 7 3 + 5 lu İbrahim’i Tarsus’un idaresine m e’mur et­ belge ), XVI. asır başlarında Selim I. ’in Kölemen' ti. Bir müddet sonra, Ahm*d Bey ’in ölümü öze­ rine, İbrahim Bey onun yerini aldı, Bu sırada devletine sen vermesi özerine Adana bölgesi

TARSUS. bütünüyle Osmanh hâkimiyeti altına girdi. Bú­ Tarsus ’un denizden 3 mil kadar geride bir llanla beraber Ramazan-oğlu hanedanı hayâli­ ovada bulunduğunu, kasaba önünde akan suya nin idaresi başında bırakıldı: daha Merc Dâ- „sandal ile“ girildiğini, suyun ağzında bulunan bık savaşından hemen sonra yapılan tevcih­ hisar Önünde 6 kulaç suda demirlendiğini kayd­ lerde, beylik, bu hanedandan Mahmud Bey ’e eder. XIX. asır ortasına doğru Tarsus, Charles verilmişti. 1526 Ma Adana Ma ve Tarsus do­ Teıier ’ye göre, bölge içinde ticâretle uğraşan­ laylarında ( bu sonuncu kesimde Yâğçe Bey ) ların yaşadığı tek faâl merkez durumunu muhaJ Safevî taraflısı ayaklanmalar, Adana beyi Ra­ fazaediyordu. Bu ise, şehrin denizle irtibatı ol­ mazan-oğlu Pîrî Bey tarafından çabuk bastırıl­ masından ileri geliyordu. Tarsus tacirleri, Ana­ dı [ bk. mad. RAMAZAN-OĞULLARI ]. Tarsus, Kıb­ dolu içleri, Suriye ve Adalar ile münâsebet hâ­ r ıs ’ın fethinden ( 15 7 1 ) sonra meydana getiri­ linde idiler. Şüphesiz, İlk-çağda olduğu gibi len Kıbrıs eyâletine bağlı bir sancağa merkez gemiler artık Tarsus çayı ağzından girip şehre oldu. Daha sonra bu sancak Adana eyâleti gelemezlerdi. Tezier, denizin sığlaşmış olması­ hudutları içine alındı. na rağmen, yarım asır önceye kadar gemilerin XVII. asır ortalarında (1082 h.) Tarsus ’tan ge­ Kazanlı’da demirlemekte olduğunu, zamanında çen Evliya Çelebi, şehir ve çevresi hakkında et­ ise, gerçek limanın Zephyrıum ( şimdiki Mer­ raflı bilgi verir. Meşhur seyyaha göre düz bir sin )’a taşınmış bulunduğunu kaydeder. ova içinde, denizden bir saat uzakta olan Tarsus 1832 temmuzunda Belen [b. bk,] Me Osmanlı kalesi, yuvarlak biçimli olup çevresi 5.000 adım­ kuvvetlerini mağlûp eden Mısırlı İbrahim Paşa, dır, Cthantıâmâ Ma olduğu gibi, Evliyâ Çele­ Adana havalisini istilâ ettikten sonra Kütahya bi, Seyahatnâme ’sinde de, eski kaynakiarda 'ya kadar ilerledi. Varılan anlaşmaya göre, görüldüğü şekilde, kalenin çift suru olduğu terkedılen Suriye ve Filistin ’den başka Ada­ kaydedilir : Evliyâ Çelebî bunu „iki kat kal’a-i na eyâletinin muhassıliığı da Mısırlılara bıra­ metin“ diye târif eder. Etrâfı hendekle çev­ kıldı (mayıs 1833). Bu hâkimiyet 1840’a ka­ rili olan kale içinde üç mahalleye bölünmüş dar sürdü. Mısırlılardan öç almak üzere taar­ üstü toprak damlı evler vardı; kalenin üç ka­ ruza geçen Osmanh kuvvetleri Nizib [b. bk.] Me pısı ( garpta „İskele", şarkta „Adana“ ve şi­ mağiûp oldu (24 haziran 1839) ise de, garplıların malde „Bağ" kapıları) ve şimâl köşesinde de tazyik ve teşebbüsleri üzerine. Mısırlılar yalnız 500 adım çevreti bir kaleciği bulunuyordu. Adana Man çekilmekle kalmayıp, Suriye ’yİ de Mevcut 15 cami içinde eski cami, hicretten 300 terkettiler ( 1840 ). İbrahim Paşa, Adana ’va yıl önce yapılmış kiliseden bozma bir yspı idi. girdiği sırada, Anadolu ’ ya göndermek üzere Evliyâ Çelebi, Ramazan-oğlu İbrahim Bey { ölm. denizden getirttiği kuvvetleri ve ’ malzemeyi 997)’ in yaptırdığı Nûr camiinden hayranlıkla Tarsus çayı ağzının garbında sığ bir köy ke­ bahsetmektedir. Şehir halkının Türkmen asıllı narındaki Yeniköy’den karaya çıkartmıştı. olduğunu söyleyen seyyah, bütün sokakların kal­ XIX, asrın ikinci yarısında Adana ovasında dırmışız bulunduğunu, şehir halkının yaza doğ­ pamuk ekimi gelişmiş, pamuk ihracâtı da yılru şehri tamâmiyle terkederek yaylaya çıktık­ dan-yıla artmıştı. Bununla berâber, ticarî faa­ larını, bu sırada 5—10 adamın kale kapılarını ka­ liyetler Tarsus’tan Mersin’e geçtiği için, daha patıp şehri muhafaza ettiklerini de kaydeder. Tar­ Önce Tarsus ’ta bulunan bâzı konsolosluklar da sus çevresindeki toprakların çok verimli olduğu­ Mersin ’e taşınmıştı. Cuinet’ye göre, 1890’da şeh­ nu bildiren seyyah, mahsûlleri arasında pamuk rin nüfûsu kışın 16.000—18.000 (8.000—10.000 ve şeker kamışı ile berâber „tatlı İl mon ve tu­ ’i müslüman ) ’ e varıyor, yazın ise, şehirde ancak runç“ u da sayarak zeytin, incir ve hurma ye­ 350 Rum ve 250 Ermeni ailesi kalıyordu. Şehir tiştiğini de söyler. Devrin hemen bütün baş­ eski Tarsus ’un ancak dörtte biri kadar yer ka kaynaklarında görüldüğü gibi, hn Seyahat­ kaplıyordu. Tarsus eski ehemmiyetini kaybetmiş nâme Me de, Eshâbülkehf [ b. bk.] ’in barına­ olmakla berâber, ticâreti bâlâ oldukça canlı idi. ğının Tarsus yakınında „iki saat uzakta" bu­ XX. asır başında buraya gelmiş olan F. Scbaflunduğunu bildirir. Bugün de' halk arasında, fer, şehirde 20,000 kadar nüfus bulunduğunu, Toros eteklerinde Tarsus’tan ağzı görünen bir hâkim unsurun Türklerden meydana geldiğini, mağara böyle sayılmakta ve ziyaret edilmek­ fakat ticâretle geçinen nüfus içinde çeşitli tedir. Yine Evliyâ Çelebî Tarsus’ ta halîfe zümrelerin temsil edildiğini söylemektedir. Ma’mün merkadinden, Peygamber Dâniyâl ve Adana vilâyeti Sâl-nâme ’si Tarsus ’ta 7 câmi, Bilâl Habaşi makamlarından bahseder. Başka 110 . mescit, 36 medrese, 5 tekke, 8 kilise, kaynaklarda ise, bunlara nebî Şit ve Lokman Ameıikan misyonerlerine âit bir mektep, 1297 makamları ilâve edilir. Bu asırlarda Tarsus ’un dükkân, 1 1 debbaghâne, 2 hamam, 18 han. 9 denizle doğrudan-doğruya münâsebeti kesilmiş pamuk ( çırçır ) ve 1 iplik imalâthanesi bulur.duplmalıdır: gîrâ Pîrî Reiş, bahriye'sinde, ğunu, çevrçde buğday, arpa, yulaf, sqsam, pet-

TARSUS. muk, ipek kozası, ak-darı, mısır, nohut, mer­ cimek, zeytin, portakal, turunç, limon, bâdem, elma, armut, şeker-kamışı ve sebze yetiştiril­ diğini, kilim, seccade ve hamam takımları do­ kunduğunu kaydeder. Bu sıralarda Tarsus ’un nüfus kaybetmemekle beraber, Mersin ’in göl­ gesinde kaldığı görülmektedir: 1Z68 (18 5 e ) yılına kadar Tarsus kazası içinde bir köy olan Mersin, o tarihte nahiye merkezi olptuş ve 1281 ( 1864 ) ’de ayrı bir kaza meydana getirmiş, nibâyet 1305 i 1888 ) ’te Mersin sapcak merkezi hâline getirilmiş, Tarsus da ona bağlanmıştır. Bundan sonra, Cumhuriyet devrinde Mersin vilâ­ yet merkezi olunca ( bugünkü İçel vilâyeti), Tarsus kazası da eski İdarî durumunu muha­ faza etmiştir. Birinci Dünya harbi, Osmanlı devletinin ye­ nilmesi ile sona erince, Adana ovasının bütün şehirleri gibiTarmis da Fransız işgali altına girdi. Bu işgal 17. XII. 1918'den, 27. XII. 1921 tarihine kadar devam etti. Sonunda, varılan anlaşma üze­ rine, Fransızlar milis kuvveti olarak kullanmış bulundukları Ermeniteri de alarak çekildiler. Rumi ar da Yunanistan Türkleri ile mübadele edildiler. Türkiye Cumhuriyeti ’nin »9*7 ’de yap­ tırdığı ilk nüfus sayımında Tarsiıs ’un nüfûsa 21.832 olarak tesbit edilmişti. Bu sayı önce yavaş bir artma göstererek 1950 ’de 33.704 ol­ muş. sonra daha hızlı bir artışla »960 ’ta 51.184 ’e yükselmiş, 1965 ’te de 58.000 ’(f yaklaşmıştır. Bu artışla berâber, Tarsus çevresinde zirâat gelişmiş (sulama kanalları, paitluk, turfanda sebze, meyva v.b,), sanâyı faaliyetleri artmış ( pamuk, çırçır ve prese fabrikaları, iplik ve dokuma fabrikaları, boya ve çimento v. s.), ticâret çok canlanmış, şehrin imâr planı 1938 ’de Hermann Jansen tarafından hazırlanmış, temiz su ve aydınlanma ihtiyaçları iyi bir şe­ kilde karşılanmış, şehir yolları tanzim edilmiş, parklar meydana getirilmiştir. Bugünkü Tarsus’ta eski çağdan kalma ehemmiyetli eserlere pek rastlanılmamaktadır. Son yıllarda en dikkat çekici kalıntılar Gözlü Kule yığma tepesinde yapılan düzen­ li kazılarda elde edildi. Amerikalı arkeo­ log Hetty Goldman tarafından 1934’te baş­ lanan ve ikinci Dünya savaşından sonra 1949 ’a kadar sürdürülen araştırmalar neticesin­ de tarih-öncesinden başlayan ve 4000 ( m. 5 .) yıllarına kadar çıkan eserler burada devamlı bir iskânın kesin izlerini ortaya koymuştur. Buna yakın yerlerde büyük bir gimnazyum ve anfiteatr kalıntılarının menşe’i belki Helenistik devre çıkar. Geçen asır boyunca garplı sey­ yahları çok düşündürmüş olan Donuk Taş ka­ lıntısı (84x64 m.’lik bir mustatil, 7 m. yükseklikle ye çna yakıp kalınlıkta duvarlar

*3

ortasında 3 3 X 15 m. eb’admda başka bir mu­ rabba : âdî çimento gibi kırma taşlı bir harç­ la yapılmış olmasiyie ilgili olmalıdır. Üstünde bulunması muhtemel taş kaplamadan eser gö­ rülmez ), yaygın bir inanışa göre, Sardanapal 'm mezarı sayılmış ise de, Roma yapısı olma­ sı akla daha yakın görünür. Roma devrinden hamam, su-yolları ve kanalizasyon parçaları da kalmıştır. Bizans devrinin, sonraki hemen bü­ tün yazarlar tarafından bahsedilen çift katlı surlarından hâlen, bâzı temel parçaları dışında, Mersin yolu üzerindeki Kancık Kapı (buna Kleo­ patra kapısı da denilir) kalmış bulunuyor. Adana caddesi üzerindeki Baş ( B a ç ) köprüsünün bânisi olarak Justinianus gösterilir. Tarsuscâmileri arasında en eskisi ( Eski Câm i) kiliseden çev­ rilmiş bir yapıdır. Evliya Ç elebi’nin uzun-ozuu ve hayranlıkla tasvir ettiği Nûr câmii Ramazan-oğlu İbrahim Bey b. P iri Bey’in eseri olup, 987 ( 15 7 9 ) ’de yapılmıştır; yanındaki tek şerefeli minare esas yapıdan daha eskidir. Bi­ tişikte de Ş it ve Lokman makamları ile Ma’mün türbesi gösterilir. Tarsus ’un düz damlı eski evleri sokaktan duvarla ayrılmış bir avluya açılan ve bodrum katı üzerine oturtulmuş bulunan odalardan meydana gelir. Son yıllarda asri görünüşlü büyük binalarla berâber, tek katlı bir çok basit evler de yapılmıştır, Tarsus kazasının mesahası 1772-km,2, nüfûsu ( 1965 sayımı) 143 948 olup, merkez, Gülek (Çamaian), Namrun (Çamlıyayla) ve Yenice nahiyeleri içinde 144 köyü vardır. B i b l i y o g r a f y a ; H. Böhlich, Die Geisteskultur von Tarsus int augustâischen Zeitalter ( 1 9 1 3 ) ; Balâ zur i, Futâh (nşr. de Goeje), s. 163, 169, *71 v. d.; Mas'üdi, Ma­ rne (P aris), VIII, 72 ; de Goeje, B G A , I, 64, 69; II, 12 2 ; III, 15 2 ; VI, 72; Tabari, Annales. (nşr. de Goeje), III, 1, 110 3 v. d., 1440, 1942, 2163; Yakut, Mu cam ( nşr. Wüs­ tenfeld ), III, 526 v. dd.; Röhricht, Geschichte des Königreiches Jerusalem, s. 679, 934,967; Pauly-Wissowa, Realencyclopädie der klas­ sischen Altertumswissenschaft (Ruge,Tarsos maddesi); Th. Kotschy, Reise in den cilicischen Taurus ( Gotha, 1858 ) ; V. de Langiois, Voyage dans la Cilicie et dans /es montagnes da Taurus (P aris, i 8 6 i ) ; C . Favres ve B. Mandrots, Voyage en Cilicie ( i 8 7 4 ) 5 Bull. Soc. geogr, de France (1878), VI. seri, XV; M. W. Ramsay, The Historical geography o f Asia Minor {18 9 0 ); E. Naumann, Vom Goldenen Horn zu den Quellen des Euph­ rates ( München-Leipzig, 1893 )i R- Heberde y ve A. Wilhelm, Reisen in Kilikien (Denksehr. d, k- Afçad. 4 ' Whiw Wien, Pfyl-ffist-

*4

TARSUS -

A7., X L ÎV ); Franz X. Schaffer, Cilicia (Pet. Mitt., Ergzh., Gotha, 1903); Charles Tezier, Asîe M ineme, 727—729; Vital Cuinet, La Turyuie d’Asie (Paris, 1891), II, 44—48; W. Hey d, Histoİre da commerce du Levant ' ou Moyen-Age ( Paris, 1923), I ve II, tür. y e r.; Bertrandon de la Brooquiere, Le Voya­ ge d ’Outremer (nşr. Cb. Schefer), Paris, 1892 ; Kâtib Çelebî, Cihannümâ ( İbrahim Mütefer­ rika tabı), s . 6 0 3 ;Evliya Çelebi,Seyahatnâme ( İstanbul, »935 ), IX, 328—333 ; Ahmed Rif’at, Lugat-i tarihîye ve coğrafîye ( İstan­ bul, 1300), IV, 234; Şemseddin Sârni, J£Smüs ul-a'lam (İstanbul, 1894), IV, 3008 v. d.; Adana vilâyeti şal-nârnesi ( 1317 h.), s, 186; İçel ili yıllığı (1967), tür. yer.; ! Faruk Sümer, Çukur-ova tarihine dair araş­ tırmalar (Fetihten X V I, yüzyılın ikinci ya­ rıcına kadar), Tarik Araştırmaları Dergisi, Ankara, 1963, I, 1 — 112; bk. madd. TAR­ SUS, MİSİS, RAMAZAN-OĞULI-ARI. _ (BESİM D arkot.) T A R T U S . [ Bk. tartü s .] T A R T Û S. T A R JU S , S u r i y e k ı y ı s ı n d a eskiden Antartüs, çok defa An(arsüs (Tarsus ismine benzetilerek) olarak tesmiye edilen b i r ş e h i r olup, burası Arados (Arapça Cazirat Arvâd, keza A rvâz; şimdiki Ruvâd) adası karşısında kâin, kadim Antarados idi. Roma imparatorluğu devrinde Antarados adı­ nın yerini Konstantia adı a ld ı; bununla berâber eski isim yenisinin yanında yaşadı ve onu sûr ’atle ortadan kaldırdı. Tarsus müstahkem şehrini, müslümanlar, başlarında ‘ Ubâda b, al-Şâmît olduğu hâlde, 17 (6 3 8 )’ de fethettiler. Şehir tahrip olundu ve yıllarca gayr-i meskûn kaldı. Mu'Sviya onu yeniden inşâ ve tahkim etti ve buraya, Me­ raki ya ve Bulunyâs şehirlerinde olduğu gibi, kendilerine toprak verdiği askerleri yerleştirdi. Kıbrıs fethedüir-edilmez, Mu'Sviya, Greklerden Arvâd adasını da zaptetmeğe muvaffak oldu ( Dimaşki, trc. Mehren, s. 186; Theophanes, Chronik, nşr. Boor, s. 344). Halife ‘ Os­ man’ın Kur'an nüshası, galiba Tartüs *da mu­ hafaza edilmiş olmalıdır. îbn Hurdâzbih, Tar­ tüs bölgesinin :( Kâra ), Himş topraklarının bir kısmını teşkil ettiğini söyler; Ya'kübi ( B G A , VII, 3 2 5 ) ’ye göre, şehir (ismi yanlış olarak bu eserde Anşarzns şeklinde yazılmış­ tır; krş. M, Har tman a, Z D P V, XXII, 163, nr. 28), sakinleri Kİnda kabilesine mensup idiler. 357 —358 ( 9Û8) 'de imparator Nikephoros za­ manında Bizanslılar, Suriye ’nin şimalini is­ tilâ ettiklerinde, çağdaş, İbn Havkal ( B G A, U, i|6)*ıp şahadetine göre, şehrin ktjvvetU

TARTÜS. istihkâmları, onu muhâfaza etmiş, ve dü ş-1 man tarafından alınmasına engel olmuş olma- ’ İldir. Buna mukabil takriben bir nesil sonra yaşamış bulunan Antakyalı Yaljyâ b. Sa’id (E l ve / A, I, 459« ’ da yanlış olarak kendi ölüm ta­ rihi yerine babasınınkİ verilmiştir) imparato­ run, Tartüs’u Marakiya ve Hişn Çabala ’yi zaptetmiş olduğunu anlatmaktadır ( Yahya; nşr. Kraçkovsky ve Vasiliev, Patrol. Oriente XVIII, 816), 386 (995/996 ) ’da imparator Basıleios II., Tartüs Şehrini aldı ( Yahyâ ve Camâl ai-Din b. Zâfİr ’den naklen Rosen; Zapiski Imp. Akad, Naak, XLIV, 32, 33 v. d., 2 4 1; Sehlumberger, DEpopee byzantine, 11, 95 v. d, ’da, haksız yere, Tarsus ’u Tortosa ’dan ayrı olarak gösterir ). 1099 yılı başlarında haçlılar,: T artü s’u aldılar ise de, hemen akabinde kay­ bettiler. Kat’î olarak şehre tasarruf etmeleri, . Toulouse’lu Raymond kumandasında, ancak 495 ( 1102 )’te mümkün olmuştur (Röhricht,: Gesch. d. K g r. Jerusalem, s, 3 3 ; van Ber­ eitem, Voyage, s. 322 ). Raymond ’un ölümün^, den sonra Tartüs ve Çabala, Cerdagne9!! Prens Guillaume’a ikta. olarak verildi (Weil, Gesch. d. Chalif..,, III, 176 ). Devol muahede-.,, siyle (eylül 110 8 ), diğerleri, arasında, Arvâd ve Tartüs, Bizans imparatoru Alezios Komnen os’a tahsis edilmiştir (Anna Komnena,. ’Akst-ıAç, Bonn tabı, il, 24 1; ’ Avzdoaöoç (tezde ■trjç ’AvtaçiOüç iik isimden Arvâd adası anla­ şılır; Antonin’de insula Antharidas. Placent., nşr. Geyer, s. 159 ; krş. Dussaud, Topogr. kist. de la Syrie, s. 124). Daha sonraları Tartüs. arâzısi, Trablusşam kontunun eline geçti ( van, Berchem, Voyage, göst. yer). Mısırlı ve­ zir al-Malik al-Şâlih Abu’l Ğârât T alâ’i' b. Ruzzik [ b. bk,] ’in Usâma b. Munkiz ’e hi­ taben yazılan bir şiirinden, şehrin, t 115 8 ’den önce Templier şövalyelerinin hâkimiyeti altın­ da bulunduğu anlaşılmaktadır ( Derenbourg, Oasâma, s. 293). 1188 temmuzunda Şalâh alDin Ayyübi şehir, üzerine yürüdü, fakat bura­ yı, şehrin istihkâmlarla takviye edilmiş iki bur­ cuna çekilen müdafileritarafından terkedilmiş buldu, Şalâh al-Din şehri bir saatten da‘ a az bir zamanda işgal etti. Metbûtarmdan İr bil emîrinin hücumla aldığı iki burçtan birini tah­ rip etti ve yıkıntılarını denize döktürdü. Bu­ nunla beraber çok mukavemetli taşlardan ya­ pılmış bulunan ve su ile dolu bir hendekle de çevrili olan diğer burç, Templier şövalyeleri kumandanı tarafından büyük bir cesâretle müdâfaa edildiği için Şalâh al-Din kuşatmayı bıraktı, surları yıkmak ve meşhur Meryem ki­ lisesini tahrip etmekle iktifa etti ( van Ber­ chem, J A , 1902, s. 424 v.d, Voyage en Syrie, I, 322 v.d,). Bütün Suriye kıyısim alt-üst edesi

TARTÜS. thayıs 1202 zelzelesi, Tartüs ’ta da kendini hissettirmiş olmalıdır; fakat 1x88’de tâmir edilmiş bulunan Meryem kilisesine bir şey olinadı ( van Berchem, Vogage, I, 323, 33 * )• Şifâ verici vasıfları ve fevkalâdelikleri ile meşhur olan ve İçinde Meryem ’in çok kıymet­ li bir tasviri bulunan bu bina, Meryem ’in Su? ri y e ’ de en eski mukaddes makamı olarak te­ lâkki . olunuyordu ( Dimaşki, nşr. Mehren, si 208 ); .her ne kadar al-tdrisi ( eserini 1154 ’to, .yahut daha sonra yazmıştır; krş. Pardi, Rivista geogr. ital,, 1917, XXIV, s, 308 v.dd.) bu binayı, haksiz yere, Arvâd adasında gösterir (Duşsand, Rev. A r c h e o l 1896, I, 317, not 3 ; .van' Berebem, s. 331 v.d.) ise de, daha o za­ man onu aşikâr olarak biliyordu.. Antakyalı Bobemond IV. ’un oğlu Trablusşamlı Kont Raypıond, 6 11 (12 14 /12 15 ) ’de İsmâilîler tarafın­ dan bn kilisede öldürülmüştür. Antakyalı Ray­ mond IV. ’un oğlu olan prens, intikam almak İçin, Havâbi kalesine karşı bir sefere girişti ( Kamâi al-Din, tre. Blochet, R O L , V, 48; İbn Furât ’dan naklen Röbricht, Cesch. : . , . , ■ Bu devirden İtibaren Tartüs,Tarâbuhıs nâ’ib ’inin idaresi altında küçük bir idâri bölgeden ibaret idi ( al-Kalk aşandı, Şubh al.A 'fâ’ ’dan" naklen Gaudefroy-Demombynes, La Sgrie, 116, zz8; at-'Omari, Ta r i f , s. ı82 ’ den naklen R. Hartmahn, Z D M G, 19 16, LXX, 36, not 1 4) , Çaba sonraları şehir gittikçe geriledi) hâlen haçlılar zamanından kalma iç-kale, Tar­ tüs (T o rto sa)’un bir avuç halkına ikametgâh, vazifesini görmektedir. Meryem kilisesi, sön tamirlerinden sonraki hâliyle hâlen mevcuttur ( fazla tafsilât için bk. van Bérchem, Vogage; I, 329—334; ayrıca krş. Enlart, Syria., İÜ, İ921, s, 333 ve M. Pillet, Syria, 1926, Vlt-, 420); Şehrin tahkimatı için bk. Syria 1922;' 111, 269 v.d. jusserand’m çalışmaları ). - ■ 1: al-îştahri, B G A l I, 6 1; İbn Havkal, B G A , II, 1 1 6 ; İbn'Hur-' dâzbih, B G A, VI, 76; ÎÇudâmâ, B G A~ VI, 230, 255; al-îdrisi, nşr. Gildemeisteı‘ Z D P V , 1885, VlIIî a- 29~ * ¥- ^.¡YälfÜ «

TARTÛS -

TASAVVUF.

Mu'cam, nşr. Wüstenfeld, I, 388 [bk. ma E. Herzfeld, Die Malereien von Somarra (Berlin, 1927); T. W. Arnold, Painting in Islam {Oxford, 1928); W. Björkman ve E. Kühnel, Kritische Bibliograp­ hiei. Islamische Kunst 1914—1927 {Isl., Ber­ lin, 1928); Sir T. Arnold, Painting in Islam, A Study o f the place o f pictorial art in Muslim culture (Oxford, 1928); A. Grohmann ve T. W. Arnold, Denkmäler islamischer Buchkunst (Munches, 1929); E. Blochet, Musulmán Painting X I I th-X V Il th century (London, 1929); T. W. Arnold, The Old and New Testaments in Muslim Religions Art (Oxford, 1932); L. Binyon - J. V. S. Wilkinson-B. Gray, Persian Miniature Pain­ ting (London, 1933); A . V. Pope, A Sur­ vey o f Persian Art, Textiles, Carpets, Metalwork minor Arts (London and New York, *938); H. Buehthal, „Hellenistic“ Mini­ atures in early Islamic Manuscripts ( Ars Islámica, 1940) * C. Wilkinson, Excavations at Nishapur, Bulletin o f ihe Metropolitan Museum (New York, XXX, 1930; XXXII, 1933; XXXIII, 1933; XXXVII, 1942); R. Etting­ hausen, Painting in the Fatimid period, a reconstruction, Ars Islámica ( IX, 1942); Z. M. Hassan, The Attitude o f Islam towards Painting, ihe Bulletin o f the Faculty o f Arts, ( Cairo, 1944 ); Anon, De la prohibition de la f orme hamaine et animale dans Part islamique (Chaiers d'Art, XXVII, 1952) s. 297—301; K. A. C. Creswell, A Bibliography o f Painting in Islam (Cairo, 1953i; M. Ağa oğlu, Remarks on the Character o f Islamic Art (Art Bulle­ tin, 1954 ); O. Grabar, The Painting o f the six K in g at Qusayr' Amrah ( Ars Orientalis, 1954); D- S. Rice, Studies in Is­ lamic Metalwork, Bulletin o f the School o f Oriental and African Studies (1952 — 1955, e. XIV, kısım 3 ; e. XV, kısım I —3 ; e. XVII, kısım 2); E. Diez ve O. Aslanapa, Türk Sanatı (İstanbul, 1955); A . Lane, Islamic pottery from the Ninth to the Fourteenth Centuries (London, 19>6); K. A . C. Cres­ well, A Short Account o f Early Muslim Architecture (Pelican, 1958); V. Minorsky, The Chester Beatty Library: A Catalogue o f Turkish Manuscripts and Miniatures (Dublin, 1958); R. W. Hamilton—D. Gra­ bar, Khirbat al-Mafjar (Oxford, 1959 ’i; K. Otto-dorn, Türkische Grabsteine mit Figurenreliefs aus Kieinasien ( A rs Orien Farsça yâd); yukarısı ile krş. Aşağıdaki cetvel T âti ’nin di­ ğer bâzı hususiyetleri hakkında bir fikir ve­ rebilir : Tâti Farsça Şimâl şiveleri dan—(„bilmek") dan— Kürtçe zan— gü l („çiçek") gat Simnâni vel Verf/Vehr {„kar") b e rf Kürtçe Va/r T â t i’de izafet pek seyrek olarak kullanılır: bu şivede izâfet kendine has bir şekilde muzâf ve muzâfuniteyhin yer değiştirmesi ile yapılır : huba hana== Farsça hâna-i hüb v.b. T âti son çe­ kim edâtları(-—revaz „ ile “ ) ve zarf-fiiller (çinin be-bireni = „mes’eleler böyle olunca") bakı­ mından zengindir. Kelime hazînesi, Türkçe ’den alınmış sözlerle doludur. Farsça’nın bir çok şiveleri gibi, Tâti de bâriz vasıflarında mantıkî bir teselsüle sahip değildir. Tâti, kaba-taslak bir görüşle bugünkü Farsça ite Hazer şiveleri ( burada da seyrek olarak d yerine r sesi geçer) arasında mutavassıt bîr yer alır. Tâti şîvesi ile konuşan halkların arasında esas nüveyi teşkil eden müslüman T a t ’lar, Bakû [ b. bk.], Kubba [ b. bk.], Şamâhi [ b. bk.] ve Gökçay havâlisinde otururlar. Bunlara ayrıca Gence eyâleti ile Dağıstan 'm cenubunda ( doğrudan-doğruya Derbend ’in garbında, Kaytak-Tabagarân idârî böl­ gesinde bk. Kozubsky, Pamiat, knijka Da­ gestan, oblasti, Temir-han-şura, 1895, s. 3*4) rastlanır. Tât 'ların esas kütlesi Kafkas dağ silsilesi­ nin şark nihayetinin iki tarafında oturur ve cenûb-i şarkî nihayeti hâriç, Apşerou ( A bşârân) yarım-adasını işgal eder, Rittich ’in ( 1877 ’den önce ) Kafkasya etnog­ rafya haritasında T ât ’ların bütün nüiusu 64.656 kişi olarak gösterilmiştir; Kondratenko’ nun Zapiski Kavk. Otd. Russ. Ceogr. Obşç., XVIII 'deki etnografik haritasında, Bakû v i ­

l â y e t i n d e k i (1886 Ma ) Tât ’tarın nüfûsu 58. 63 i Mîr; büyük Rus ansiklopedisi ( 1901, XXXII/2) Tât Harın bütün nüfûsunu 135.000 olarak gösterir, Sovyetlerin 1923 nüfûs sayı­ mı, Tât 'lan „dillerine göre" 98.020, „milliyet­ lerine göre" ise 28. 705 olarak gösterir. Birin» ei rakama Mâverâ-yı K afkas’ta yaşayan 970 „tat" ( yâni Türkmenlerin Tat dediği Tacik’le r) dâhildir. Bundan başka, Azerbaycan Sovyet Cumhuriyeti ’nde „Fârsi“ konuşan 11.000 kişi mevcut olup, bunların arasında her hâlde Tât Har da vardır. Tâti şivesi konuşanların nüfû­ su bandan yarım asır önce topluca takriben 90.000 olarak gösterilebilir, T a t’ların nüfûs bakımından azalmaları, her hâlde tedrici türkleştirilmelerinin neticesi olmalıdır. Tâti konuşan Yahudiler ( Dağ Ç u fu tt)ytn sayısı, 1886 Ma 10. ooo’i köyde, 11. 000 ’i şe­ hirde olmak üzere, 21.000 idi. En mühim is­ kân sahaları Kubba {6280), Derbend, Temir »hân-şura, Groznı ve Nalçik ( Kabarda Çerkeslerinin arazisi) idi. Onlara Kuban [ b. bk.] ’da bile rastlanır. Bu Yahudilerin dili, bâzı sesleri geriden, kalın telâffuz ettikleri için, bilhassa dikkate şayandır. Hâlis Farsça keli­ melerde bile h, 'at/n, t ve i bulunur (haf d „yedi“, 'asb „at“, ianüsde „bilmek", far „ıs­ lak“ ). V. F. Mitler, yahudî Tâti ’si hususiyetini şu şekilde tarif eder: „bu, İrânî bir şive olup, seslerin mahreci bakımından Sâmî bir vasıf taşır, savtiyâtı ( kısmen ) ve şekliyâtı (kısmen) ise, Türkçe tarzındadır“ . Telâffuz şeklini, bu Yahudilerin vaktiyle Arapça’yı kutlanmış olma­ ları veya daha basiti, sâdece 'ayn ve ha ses­ lerine sâhip olmakla kalmayıp, eskiden beri Arapça ile çok iştigal eden ve son zamana kadar muhaberelerini bu dille yapan Dağıstan halklarına komşu bulunmaları ile izah etmek mümkündür. Ayrıca müslüman Tât Har da ‘ayn ve ¡tâ seslerini söylerler. Türkçe’nin Tat­ ça üzerindeki te ’siri o kadar büyütülmemelidir. V. F. Miller 'in bulduğu şeküyatla alâ­ kadar hususlar ve hattâ aynı kelimenin hecelerindeki üniü benzeşmesi, Farsça Ma da geçer. Yahudiler üzerinde İran te ’siri dile inhisar etmekle kalmayıp, Yahudi halkiyâtında da kendini gösterir ( ser- avı „suların ruhu", ejdekâymâr „ejderha" v. s.). Ermeni t â t i’sinde (Matrasi [Madrasa], kilvâr v. s, ’de ) ünlü farklarının sâdeleştirilmesi ( & > a ) ve bâzı ünsüzlerin nefesli söylenişi İle tebarüz eder, Kafkas T ât Han hâl. i hazırda tamamen Türk ve D ağıstanlılar ile çevrilidir. Bugün oturduk­ ları sâha, eskiden beri başlıca İran halk k it­ lesinden dâima ayrı bulunmuş olmalıdır. O n­ ların coğrafî bakımdan Derbend ’e doğru uzatalîsi Ansiklopedisi

yan bir uçla Kafkasların şark silsileleri boyan» ca bölünmüş olmaları, bu sâbil idâri bölgesi üzerinde yerleşirken göz önünde tuttukları bir düşünceyi, yâni şimâlden gelecek hücumla» ra karşı korunmak için tabiî müdâfaa battım İran kolonileri vâsıtası yİ e takviye etmek iste­ diklerini göstermektedir. Tât Harda, Sâsânîlerin Derbend *i tabkîm ettikleri zaman Dağıs­ tan 'a yerleştirilmiş olan eski kolonilerin ba­ kiyelerini görmek, câzıp bir şey olacaktır. Balâzuri (s. i9 4 )’ ye göre, Anüşirvân (531—579) Derbend—Şâbirân [bk. mad. ŞİrvÂN ] havalisi­ ne Sisakan ( al-Siyâsicin ) ahâlisini yerleştir­ mişti. Mezkûr sonuncu eyâlet, doğrudan-doğrüya Azerbaycan’ın şi mâlinde A ra s'm sol kı­ yısında ( takriben etrâfını çeviren dağlarla birlikte Nahçıvan havilisi) kâindi. Sisakan’in ahâlîsi hıristiyandı, ancak Ermeni kıraliığında, siyâset ve dil bakımından busûsî bir mevkie sahiptiler. 571 yılında Sâsânî hükümdarından, kendi eyâletlerini Ermenistan'dan ayırıp Azer­ baycan ’a ilhâk etmesini istediler ( Marqnart, Er&nşahr, s. 120 v. dd; Hübschmann, Die altarmen. Ortsnamen, Indog- Forschungen, 1904, XVI, 263—266, 347 v. dd.). Muahhar Darhand •riSma ( nşr. Kazem-Beg ), Mém, présentés à VAcadémie des Sciences par divers savants (Petersburg, 1851 ' , VI, 461 Me denildiğine göre, Anüşirvân, Derbendin yakınındaki yeni şehirlere Azerbaycan ve Fârs halkını, Derbend’in cenûbundaki şehirlere ( bk, ŞABARAN-MAŞkOr havilisi, K U B B A ) ise, Irak ve Fârs ahâlisini yerleştirdi. Yine aynı kaynağa göre (s. 530), Derbend’in etrafındaki tahkimat, Abbâsîierden Manşür zamanında ( 754—775 ) takviye ve bu defa Musul ve Suriye Arapları ile iskân edildi. Bu müstahkem mevkiler arasında Kamâhi, Muta' i v. s. zikredilmiş olup, bugün bu yerlerde Tât ’ 1ar oturmaktadır. Buna bakarak, T a t ’ların Mutâ'i v. s . ’de meydana çıkmaları, VIII. asırdan sonra vnkua geien bir muhace­ reti gösterdiği neticesine varılabilir ; ancak, Farsça aslı elimize geçmemiş olan Darbandnâma ’nin metni ( bk. Bartbold, Iran, Lenin­ grad, 1926,1, 42—58 ) sağlam değildir [ Klaproth ’un kaydettiğine göre, Muta' i 'ye yerleştirilen 300 âiie Tabasaran 'dan gelmişti î ]. Böylece elde bulunan tarihî kaynaklar sadece Derbend ve havâlisinde kurulan kolonilerin ırkî ba­ kımdan çok karışık bir durum arzettiklerini göstermektedir. Diğer taraftan Tâti, umûmî hususiyeti îtibâriyle yeni bir şîvo olup (r Heştirme dışında ), uzun bir tecridi akla getirecek eski izleri taşımaz. Tâti-Yabudi şivesi sâdece tâli bİT mes’eledir; hattâ şâyet Yahudiler Tât Harın muvâsalatından önce Dağıstan ’da bütün­ müş olsalardı ( krş. Miller, 1892, giriş kıs­ '

4

ÎÂ T -

T A f Aft.

mında), eski di Herinin ( Arapça ? ) yerine Tat­ ça ’yı alabilirlerdi. T atça’nın dil akrabalığına gelince, onan ağızlarında geçen r ’leştirme, bugünkü İran Azerbaycanı ’nın Farsça dil adacıklarında da bulunur. Erdebil havalisi için XIV. asırda tesbit edilmiş misaller mevcuttun Ahmed Kisravi, Âzari, Zabün-i büstân-i Âgerbâycân (Tah­ ran, 1304 [ 19*7 ]). Ermenice’nin Farsça'dan al­ dığı eski kelimeler ( mar < masa : sparapet < snâdapat) aynı şekilde İranlıların komşusu olan Ermeniterde bu ses hususiyetinin eskiden beri mevcut olduğunu ortaya koymaktadır (Marquart, £ rânşahr, s. 174, not 6; Bartholomae, Indogerrn. Forsch., XIX. cilde âit zeyl, 1906, s. 43, not 1 ) . Ayrıca Tat ’ların kaldığı ve muhtemelen Gürci vakayinamesinde (Brosset, I, 364 ) 1 120 senesi vukuatı arasında zikr­ edilmiş ( Licatha veya Layck) Lâhic ( Gökçay ’ın menbâları civarında) köyünün adı dik­ kate değer. Bizzat bu köyün ahâlisi Lâhicân [ b. bk.] ’dan geldikleri kanâatindedir. B. V. Miller'in yerinde yaptığı araştırmalar (1928), Lâhic dilinin bazı husûsiyetler taşıdığını orta­ ya koymuştur. Bâzı Tat kolonilerinin Mâverâ-yı Kafkas 'a diğerlerinden sonra yerleşmiş o'maları ve bilâhare asıl grupa âit dilin kom­ şu diller üzerinde tesviye edici bir t e ’sir yap­ mış olması mümkündür [ Baki Hânov, Gulistân-i Iram, Baku 1928, s. 1 4 ’e göre, Samur bölgesindeki Miskinca ahâlisi Tahmâsp I. za­ manında AstarâbSd ’dan gelmiştir ]. . B i b l i y o g r a f y a : Berez’ne, Recherckes sar les dial. persansi Kazan, 1853 ' , s. 2 —24 (T âti grameri); D orn’un topladığı malzeme için bk. Caspii {Petersburg, 1875), s. XLI, *03, 353, 453. 493 ve bilhassa Miller, 1907 ( yk. bk.); Vsevolod F. Miller, Materialtdlia izuçeniya yevrii&ko-tatskago gaztka, Petersburg. 1892 ( bibliyografya [ Rusça 30 makale], giriş,metinler [8 hikâye], lügatçe); Armiano-taiskiye teksti, Sbornik materialov dlia opisaniya Kavkaza 1Tiflis, 1894), XX/2, s. 25—32 ; Geiger, Die k a s p is ç h e n Dialecte, Grund. d. İran,. Phtl., l/z, s. 345—373 (tür. yer.; çok kifayetsiz); V. F. Miller, Of erk fonetiki yevr.-iat. nereçiya, Trudt po oostok. Lazar, İnstituta ( Moskova, 1900), cüz III; aya mil., Öçerk morfologii yevr.-tat. nareç. (Moskova, 1901 ), cüz Vi l ; ayn. mil., Tatskiye eiüdı, I. kısım ( Moskova, 1905 ), cüz XXIV (s. 1 —29 ; L â h ic’deki müslüman Tatların ağzından derlenmiş u hikâye, s. 33 —7 9 =Tâti-Rusça lügatçe]; II, kısım (Mos­ kova, 1907 ), cüz XXVI ( gramer ); ayn mil., Yevr.-tat, m ani ( Zap., 1913, XXI, cüz IV, 0017—0029; Korsch, Sl$dı dialect. rhotaoizma

v srednepert. yazıke, Drevnosti vostoç (Mos­ kova, 1903), ll/ 3 ,s . 1 —10. Kafkasya Tatla­ rı hakkında bk. Erckert, Der Kaukasus and seine Vdlker (Leipzig. 1887 X s- 220; Ko­ va! evski, O yaridiçeskom bitë Tatov, Izvestiya Obşç, Liubit. Yestestvoznaniya, (Mosko­ va, 1888), XLII, cüz 2, s. 42'—49. Lâhic hak­ kında bk. Mamed-Flasan Efendiev, Sborn. mater. ( Tiflis, XXIX), Dağ çuiutları hakkında krş, Miller ve H. Rosenthal, J E {1902 ), 111, 628—631, bibliyografya; Knrdov, Gorskiye yemrei Dagestana ( Rass, antropol. Journal, Moskova, 1905, cüz 3 ve 4, s. 57—88 ); ayn. mil,, Gorsk, yemrei şemah uyezda ( Moskova, 1912 ), cüz 2 ve 3, s. 87— 1 00; ayn. mil., Tatı Dagestana ( Moskova, 190? ), cüz 3 —4, s. 56—66 { müellifin tesbit ettiğine gö­ re, antropoloji bakımından, Derbend’in gar­ bına düşen 7 köyde bulunan ve Bakû ‘dek! Tatlar İle Iranltlardan farklı olan Tatlar, Türklere daha yakındır). ( V. MlNORSKY.) T A T A R . Tâtâr, Tatar ve Tatar şeklinde yazılışı ile, muhtelif zamanlarda muhtelif mâ­ nada kullanılmış bir h a l k a d ı olup, bu ad ile alâkalı bilgiler şimdiye kadar hep yanlış ve eksik olarak Cengiz Han devleti ile ilgili kaynaklara dayanıyordu. Türkleri ve Moğulları çok iyi bilen meşhur Iran tarihçisi Raşid alDin, kendi çağında sâdece Buyır-Nor Tatar­ larını tanıyordu. Bu Tatarlar, Cengiz H an’ın babasının idâre ettiği Moğullara nazaran daha kuvvetli ve daha düzenli bir kavim idiler. Bu görünüşe aldanan Raşid al-Din, Moğullardan önceki Buyır-Nor Tatarlarının bütün Orta-Asy a ’ yı idâre ettiklerine inanmış ve bu suretle herkesin Tatar adı ile anılmış olduğunu ileri sürmüştü. Raşid al-D in’in bu nazariyesi A v­ rupalI âlimler tarafından da az çok kabûl edil­ mişti ( msl. bk. Cami1 al-tavârik, nşr. ve trc. Berezin, 1, 49—Şt ). Aslında ise, Buyır-Nor Tatarları, Raşid al-D in’in zannettiği kadar kuvvetli ve nüfuzlu değildiler. Cenûbunda Çin ’e kadar uzanan Konkırat kabileleri vatdı. Cengiz çağında bile, Sayın T eğin gibi Türk te’sirlerini muhafaza eden bu Konkırat kabi­ leleri, IX. asırdan beri mühim bir rol oynamak­ ta idiler ( Wang Kuo-wei, Hai-ning Wang Chang Chung-kuo-kung, Kuan-t 'ang chi-lin, Taype tabı, Hong-chi-la maddesi, II, 706). Tatarların şarkındaki Nü-chên ( Cürçet ) ’ 1er ise, U l S ’de bütün şimalî Çin 1 ellerine geçirip, 12 34 ’e kadar 145 yıllık bir sülâle kuracak ka­ dar büyük bir kuvvete sâhip olmuşlardı, Tatar kavim adının köklerini ve bu adın bütün Türk ve Moğul kabileleri için müşterek bir ad olarak kullanılmasının sebep'erini, çok daha önceki devirlerde aramak lâzımdır, öyle

ÎA TA ft. anlaşılıyor ki, AvrupalIlar da Tatar sözünü, Ceng:z Han ’dan çok önce, Çın ’deki Hıtay ( Liao sülâlesi ( 907—m g ) zamanında öğrenmiş'erdi. Nitekim AvrupalIların Ç in ’e Cathay demeleri, Hıtay sülâlesinden ileri gelmektedir, Çünkü bu devirde bütün Türk ve Moğul ka­ vimler!, hep Tatar adı ile adlandırılıyorlardı. G ö k t ü r k ve U y g u r d e v i r l e r i n d e T a t a r l a r : Kül-Tegin kitâbesinde O t u z -T a t a r 1 a r ’in adı, Dokuz-Oğuz, yâni Uy­ gurlarla berâber söylenir (cenup — *). Eski Türk kitâbeîerînde Îstemi-Kağan ’ın ( 552—S?® ) yuğ törenine gelen yabancı kavimler sayılırken, şarktaki Çin 'den başlanmış ve sırası İle cenup, gaip ve şimalden dolaşılarak, şimâl-i şarkîde biten bir yön tâkib edilmiştir, Şimaldeki Kır­ gız ve Kankanlar sayıldıktan sonra da, O t u z • T a t a r l a r ’dan söz açılmış ve Kitanlara ge­ linmiştir şark — 4 ). Kitanların oturdukları yerler malumdur, Bu duruma göre Otuz-Tatar kavimlerinin, bu günkü Moğulistan ’da bulun­ maları gerekmektedir, Yine aynı sıraya, Kül­ Tegin yazıtının başka yerlerinde ( Şark — 14 ), de rastlamaktayız Bilge Kağan kitâbesinde ise, Dokuz-Oğuzlar, yâni Uygurların asıl soyları ile Tola ( Togla ) ırmağı üzerinde yapılan harplerden bahsedilir­ ken, bu defa da D o k u z-T a t a r 1 a r 1 n der­ lenip geldiklerinden söz açılır ( şark — 34 ). Artık Otuz-Tatarlar unutulur; fakat sonradan da Dokuz-Tatarlar ehemmiyet kazanırlat, 744 de kuru'an Uygur kağanlığını, büyük bir imparatorluk hâline koyan, ikinci hüküm­ darları Bayan-Çur Kağan ’dır. Bu büyük ka­ ğan ’ın Göktürk harfleri ile yazılmış ve Şine-Usu adlı yerde bulunmuş Türkçe bîr kitabesi da var­ dır (G. J. Ramstedt. Ztuei uigurîscke Runeninsckriften in der Nord-Mongolei, J S F O, XXX, 37 v,d.). Bu büyük Uygur kağanı ile Tatarlar arasındaki harpler hep, Keyre-Başı ve Üç-Birkü adlı yerlerde yapılmıştı (şark—8). Bu yer adları, ses ve morfoloji bakımından Türk­ çe ’ye yakındır. Bu kağanın henüz hüküm­ dar olmadan, yani 743 senesinde Keyre-Başın­ da’ da bir savaşı vardı ( şimal—6,7 ). Kitabe­ nin bir yerinde şarkta yapılan savaşlardan bahs­ edilirken „ K eyre'de ondin ..." dendiğine göre de, Keyre adlı yerin Uygurların kağan otağı­ nın daha şarkında bulunması îcâbediyordu (şimal—6). Nitekim 750 senelerinde, şimâl-i garbideki Kem ırmağı kıyılarında yaşayan K ır­ gızlarla bir savaş yapan aynı kağan, Orhun ırmağı kıyılarındaki otağına dönmüş ve aynı yılın sonbaharında ( küsün ) şarka ( ilgerü) yü­ rümüş ve T a t a r l a r l a karşılaşmıştı ( şark —8 ). Bunlar da bize gösteriyor ki, Tatarlar, Uygur îdâro merkezinin şarkında yaşıyorlardı.

Tatarların şarktaki Tola ırmağının kıvrımı içinde bulunmalarına da ihtimal verilemez. Çünkü bu bölge, 716 senesinde Göktürkierin Kapağan Kağan ’ını öldüren Bayırku adlı Uygur kabile­ lerinin elinde bulunuyordu ( B, Ögel, Ein Tor nach China im 10. Jh d t, Central Asiatic Joarnal, 1961, VI, 170; Liu Mau-ts’aı, Geschichte der Osttürken, Wiesbaden, 1958, s. 170, **3 ’ de, bu bölgenin kavmî durumu ile ilgili en mühim kaynakları görmemiştir. Bu hususta en geniş ve sağlam bilgi, Tzu-chih t ’ung-chien, Şang­ hay, 1951» s. 2065*’da bulunur, Ayrıca bk. Cbang Je n -t’ang, T ’ang devrindeki şark Cöktürkleri, Taype, 1968, s 170 v.d,). Uygurların şarkındaki bölgeleıi• iyi tanıyan Prof. G, j. Ramstedt, Urga şehrinin şimâl-i garbisinde bulunan Birkü adlı bir ırmağın var­ lığından da bahseder (ayn. esr. 8,45*.). Bu ır­ mağın, Uygurlarla Tatarların savaştığı Uç-Birkü yer adı ile alâkalı olması, çok muhtemel­ dir. Çünkü daha sonraki Cengiz Han 'm Kara -Tatarları ile Buyir-Nor Tatarları da aynı böl­ gelerde oturuyorlardı. D o k u z-T a t a r l a r da Göktürk ve Uygur kitabelerinde yer alırlar. Yine Uygur hükümdarı Bayan-Çur Kağan ’ın kitabesine göre, 747 sene­ sinden sonra Uygurlar, Sekİz-Oğuz ve Dokuz -Tatarlarla savaşmışlardı (şark—1 ). Kitabeye göre, bu savaşların bepsi de, Selenga ırmağı kıyılarında meydana gelmiştir (şark—4). O de­ virde Seienga ( Selenge ) adı daha ziyâde Or­ hun ırmağının devamına verilen bir ad idi ( bk. B. ögel, Sino-Turcica, Taype, 1964, s. 10, 19). Bu duruma göre, Dokuz-Tatarlar, Uyguriara daha yakın bölgelerde oturmakta idiler. Hattâ Uygur kabilelerinin içinde yaşayan Dokuz-Tatarların Türk olmaları da muhtemeldir. Uygur devletinin 840 'da yıkılması üzerine, Uygur ka­ bileleri de etrafa dağıldılar. X. asrın sonunda, cenuptaki Alaşan bozkırlarında ise, Dokuz-Tatarların yeniden ortaya çıktıklarını görüyoruz. Otuz-Tatarlarm ise, bugünkü Moğulistan ’daki Moğullarla aynı olmaları büyük bir ihtimal dâbilindedir. Ç in k a y n a k l a r ı n d a „ T a t a r " k a ­ v i m a d ı n ı n i l k ol a r a k g ö r ü l m e s i . Bu­ na, 842 senesi ile ilgili metinlerde, Ta-ta şeklinde rastlanır ( Bu çince yazılışın Tatar sözü ile il­ gisi için bk. P. Pelliot, J A, 1920, I., 143). Bir Çin fermânına göre, „Kara-Arabalı" ( Hei-ch ’e-tzu } kabileler ile Tatarlar, Uygurların Sol vezirinin hâkimiyeti altına girmişlerse de, 840 da Uygur devleti büyük bir mağlûbiyet ve katl-i âm sonunda yıkılınca, Kara-Arabalı ka­ bileler ile Tatarlar da parçalanıp etrafa dağıl­ mışlardır. Tatarların büyük bir kısmı ProtoMoğullann esâsı sayılan Şivey ( Shi-wei) Tere

Î A Î A ft . iltica etmişler, küçük bir kısmı da Uygurlarla beraber Çin sınırlarına ve cenûba inmişlerdir (Huei-ch 'ang-i-p ’in-chi, Chi-Jut-sung-shu 'nun 5. bölümünde bulunan bu fermandan henüz garp fikir alemince faydalanamamıştır, ayrıca bk. Wang Kno-wei, agn, esr., s. 624; B, Ögel, Central Asiatic Journal, VI, 171 ). öyle an­ laşılıyor ki, bu Tatarlar, esas Moğui kitlelerini temsil eden Shih-wei ’ierden ayrılmış ve kader­ lerini Uygurlara bağlamış kavimterden bîri idi­ ler. Oturdukları yerler de Çin ’in 1.600 km. kadar, şimâlindeydi ( Tsê-Ju giian-kuei, 980, s. 19k; ayrıca bk. Ts'ai Wen-shên, L i Tê-yü’niin mektuplarına göre Uggurlar, Taype, 1967, s. 169 }. 841 senesinin ağustos ayında yazılan bir Çin fermanı ise, Kara-Arabalı kabilelerle Tatarların, Uygurların Sol veziri Apa *nın mai­ yetinde olarak cenupta dolaştıklarını kaydeder ( Huei-ch ’ang. . . S, s. 7“; Ts 'ai Wên-shên, agn. esr., s. 76). Bu hâdiselerin evveliyatını bilme­ den, Tatarların Uygurların peşine niçin takıl­ dıklarını anlamanın imkânı yoktur, 840 *da Uy­ gur hükümdün Wu*chia (Oge?) Kağan büyük bir mağlûbiyete uğrayınca, kaçıp eski köleleri olan Kara-Arabalı kabilelere sığınmıştı. Bunun üzerine Çin imparatoru, Kara-Arabalı kabilele­ rin de cezalandırılmasını, istedi (Bu ferman Hsin T'ang~shu, 142 B, s. 3a ’da ve Tsu-ehil1 T 'ang-chien, 247, s, 2441“ 'da bulunur). Çin imparatoru, Kara-Arabalı kabilelerle, Tatarlara karşı taarruz planları hazırlarken, Uygurların baş düşmanı Kırgızlardan da yardım istemişti ( Kırgızlara gönderilen mektubun aslı da Huei-ch'ang i-p’in-chî, 6, s. 6» ’dadır. Bu mev­ zu için ayrıca bk. Ts ’ai-Wên-shên, agn. esr., s. 167 ; Ts ’£-/« Yüan-kuei, 980, s. 19*» ; 994. s. 8“, Tzu-chich T’ung-chien, 247, s. 2450» 'da ise bu müşterek taarruzun planı vardır ), Bütün bu hâdiselere büyük bir ehemmiyet vermemizin sebebi Moğul unsurlarının batıya doğru kay­ mağa başlamalarının bir başlangıç tarihi olma­ sıdır. Daha sonraki kayıtlar, pek güvenilir olma­ makla berâber, yine de Orta-Asya ve Türk tarihi ileTatar kabilesinin tarihi bakımından fe vkelâda mühim vesikalardır. Meselâ 842 senesi teşrin I.'de Çİn sarayına gelen bir Kırgız generali, Uygurların cenuba inerek Kansu ’daki An-bsi ile garptaki Beş-Balıg ve Turfan’] zapt ettikle­ rini söyledikten sonra, ayrıca T a t a r ( Ta-tar) v. s. gibi beş kabilenin yerlerini de ele geçir­ diklerini ilâve eder ( Tzu-chih T ’ung-chien, 24Ğ, s. 2439b ). Bu kayıt, Uygur devletinin yı­ kılışından önce bile, Turlan’a yakın bölgelerde Tatar adını taşıyan kavimlerin mevcudiyeti mes’eîesini şüpheli ve münâkaşa edilmesi gereken 'ir duruma sokar. Muhakkak olan bir şey var­

sa, o da Kara-Arabalı kabîle'eıle Tatarların, kendi kaderlerini Uygurlara bağlamış olmaları­ dır. 857 senesinde Uygurlar, tamamiyle ce­ nuptaki Kansu’ya ve Turfan bölgelerine geç­ miş idiler. Bu senenin teşrin 1. ’de ise, Turfan ’daki Uygurlara gitmekte olan Çin elçisinin yolu, Kara-Arabalı kabilelerle Tatarlar tara­ fından kesilmiştir ( Tzu-chih T’ung-chien. 249, s. 2471b; Chiu T'ang-shu, 188, s. 29»; Ts’ai Wên-shên, agn. esr., s. 196 v.d.). Bundan da anlaşılıyor kî, Uygurların maiyetine giren şimal kavimleri, artık Uygurlarla berâber ce­ nûba, Turfan bölgelerine kadar inmişlerdi. Bununla berâber daha önceki kayıt muvâcehesinde Tatarların buranın eski halkından olup olmadığı iyice bilinmemektedir. 987 ’de Turfan ’daki Uygurlara giden Çin elçisi Wang Y6n-t’ ê, Uygurların koyunlarını eskiden Tatarların ve sığırlarını ise Kitan kabilelerinin güttüklerini söyler. Uygurlar, Turfan ve Kansu bölgesine inince, Tatarlarla Kitanların, Uygurların yerlerini almağa çalış­ tıklarını da ilâve eder ( Huei-chu Ch'ien-lu, 4, 4b ; Wang Kuo-wei, agn. esr,, V, 14, 14a—b; B. Ögel, C A J . VI, 180 ). Kitanlar, çok kuv­ vetli, Proto-Moğut kabilelerinden biri idiler, 932 ’den sonra Çin ’in şimâlinde büyük bir imparatorluk bile kurmuşlardı. Çin elçisinin, Kitanlart, Tatarlarla berâber aynı kuvvette göstermesi, şimaldeki Tatar kabilelerinin ehem­ miyetine delildir. Fakat aynı elçinin Alaşan bozkırları ile Turfan yakınlarında gördüğü Tatarları şimaldeki Moğul Tatarlarla karıştır­ mamış -olması da ayrıca dikkate şayandır. Ak-T atar ve D o k n z - T a t a r l a r , Çin kaynaklan umumiyetle Moğuüstan ’daki şimal Tatarlarına Kara-Tatar (Hei-Ta), ce­ nuptaki Tatarlara ise, A k-Taiar ( Pai-Ta ) adını vermişlerdir. Bilhassa Cengiz çağından sonraki Çin kaynaklarında bu tâbir, sık ola­ rak görülür. Bu kavimler tatar adını taşı­ makla berâber ırk, dil, kültür ve diğer ba­ kımlardan büyük ayrılıklar gösteriyorlardı. Bu tefrik, Cengiz çağından Önce de mevcuttu, Ç in ’in garbındaki Kansu eyâletinden, şimal­ deki Gobi çölüne kadar uzayan bozkırlara A l a ş a n bölgesi denirdi. Türkler ve Moğullar bu bölgeye, Çince Ho-hsi sözünü türkleş­ tirerek K aşi demişlerdi. Cengiz Han *m bü­ yük oğlu Kaşi'nin adı da buradan gelir. Kaşi ölünce, ölen çocuğun adı Tabu (korıg) ol­ muş ve bütün Türk halkları bu bölgeye artık T a n g u t ülkesi demeğe başlamışlardı. Çin 'den Turfan'a ve bütün Türk illerine gêrîen yolların hepsi, bu bölgeden geçerdi. Burada yaşayan Orta-Asya kabileleri, Turfan ile Çin ’in şimali ve Sarı ırmağın garp kıyılarında

TATAR. dolaşırlardı, İrk bakımından da garba bağlı olup, bilhassa Tanrı dağları ile alâkaları vardı. Zaman-zaman bu bölgeye Moğul unsurları da sızmamış değildi. Fakat 840 ’da, Uygur devletlerinin yıkılması üzerine bu bölgeye büyük kitleler halinde inen Uygarlar buranın bakim unsuru hâline gelmişlerdi ( bk. B. Ögel, C A J , VJ, 179 ; H, W. Bailey, A Kkotanese text concerning the Turks in Kant sou, A M, N. S., 1949, I, i, s, 30 v.d.). Öyle anlaşılıyor ki, bu bölgede Turfan ’dâki Uygurlarla iyi geçinen ve belki de onlara tâ­ bi olan bir „Tatar devleti“ vardı. Esâsen bu devletin halkının büyük bir kısmım da Uygurlar teşkil ediyorlardı. Tatar elçilerinin ço­ ğu, Çin ’o Uygur elçileri üe beraber gidiyor­ lardı. Bu ikili elçilik hey ’etleri hakkındaki ilk kayıt Çin kaynaklarında, 958 senesinde baş­ lar ( Wang Kuo-wei, agn, e s r, H, 654 ). 965 senesinden itibaren artık bir „Tatar devleti“ (Ta-tnn-kuo )’nden bahsedilir. Tatar devletinin reisi ise, T ’ien-Waag, yan „Gök prensi" un­ vanını taşır {agn, esr., aynı. yer). „Gök hüküm­ darı" unvanını sâdece Çin imparatoru taşırdı. Çinlilerin bu Ak-Tatar devletini, büyük bir devlet olarak kabût ettikleri anlaşılmaktadır. 981 senesinde bu Tatarlar, Uygurlarla berâber Hıtay devletine karşı isyan ederler ve Kan­ s u ’ dakı Kanchou şehrini kuşatırlar (Wang Kuo-wei, agn. esr., 11, 660 v.d.). BÖylece Ç in ’ in en mühim ticâret şehirlerini ele geçirme gay­ reti de gözden kaçmıyordu. 983 senesinde, „Turfan devleti“\üe „Tatar devleti“ nin elçile­ ri berâberce Çin merkezine gelmişlerdi. Tatar elçisine kendi devleti tarafından, Ç in ’in Garp hudutlarında keşif vazifesi verildiğini de yine Çin kaynaklarından öğreniyoruz (Wang Kuowei, agn, esr,, li, 657 }, Bundan Ak-Tatarların, büyük gayeler peşinde oldukları anlaşıl­ maktadır. Uygurlar ile Tatarların hep birlikte, Sarl-ırmak’in garp kıyılarındaki dağlarda d e ­ m ir madenlerini işlettiklerini, hattâ bir ara Hıtay devletinin bu faaliyeti yasak etmek istediğini görüyoruz ( agn, esr,, II, v. d. ), Uy­ gurlarla Tatarların bu d e m i r madenlerini, 1070 tarihine kadar işlettikleri anlaşılıyor ki, bundan bu işletmeciliğin o devir için ne ka­ dar büyük bir ehemmiyet taşıdığı aşikârdır. Alaşan ’daki Tatarlar d o k u z k a b i l e ­ d e n meydana geliyorlardı. Orhun ve eski Uygur kitfibeierinde geçen Dokuz-Tatar tarla bunlar arasında bir birlik kurmak isteyenler de bulunmuştur ( msl. bk. Wang Kuo-wei, agn. esr., V, 14, 7b ; B. Ögel, C A J, VI, 170 ). Büyük bir kısmının Türk olduğuna biç bir şüphemiz bulunmayan bu Ak-Tatarlar hakkındaki en mühim kaynağımız, 987 ’de c e n u b î

Ç in ’den kalkıp, Alaşan bozkırlarını geçerek Turfan’a ulaşan Çin elçisi Wang Y ê n -t’ê ’ nin raporudur ( bu kaynağın çok kullanılmış ve bozulmuş nüshası, Wên-hsien T ’ung-kao adlı Çin ansiklopedisi [kısım 333, s. 23 ] ’nde bulu­ nur; şimdiye kadar hep bu metinden istifâ­ de edilmiştir. Aslı ve orijinal metni ise, Huei-cku Ch 'ien-lu, nşr. Chin-tai-pi-shu, V, 4 ’dedir. Ayrıca bk. B. ögel, agn. esr,, s. 174). Ç in ’den yola çıkan Sung sülâlesinin bu elçisi Uygur idâre merkezine daha ziyade Hıtay devletine karşı bir müttefik aramak üzere ge­ liyordu. Bu sırada Tatar elçisi de Uygur sa­ rayında bulunuyordu, işte bu Çin elçisi, Sanırmak'ın şarkında Hsia-ehou ’dan yola çıkmış, Turfan ’a gelirken „D o k u z - T a t a 1 “ kabile­ lerinin içinden geçmiş ve bunlar hakkında geniş bilgi vermiştir. Türkçe’ ye çok yakm olan bu kabilelerin adları, Ak-Tegin, îlig gibi keli­ melerle bile îzab edilmek istenmişti { P. Peiiot, J A, 1920, s, 148 n; J. R. Hamilton, Les Ouigoars d l ’ époque des- Cinqses Dgnasties, Paris, 1945, s. 90, n. 156 ; B. Ögel, C A J, VI, 174). ' '■ Tarkan-Üge ( Ta-kan yü-yüeb ) kabilesi, Dokuz-Tatar kabilelerinin en asili ve başı idi (Wang Kuo-wei, agn. esr., Il, 654 v.dd.'. Stanislas Julien bu kabile adını yanlış oku­ muştu ( J A, 1864, s. 53 ). Bu kabile adı son­ radan P. Pelliot tarafından haklı olarak Tar­ kan-Oge şeklinde, düzeltilmiştir ( J A, 19*0,3. 184°). Esâsen, 943 ve 944 senelerinde Çin sa­ rayına gelen Tatâr elçileri de ûge ünvânını taşımakta olup, bu ünvânın çok eski bir Türk ve Uygur ünvânı olduğu bilinir. Nitekim aynı devirdeki Turfan Uygurlarının büyük vezirinin adı da Ata-Üge idi ( Sung-shik, 490, S. 5“ ; Wen-hsien, T ’ung-kao, 336, s. 2**>; B. Ögel, agn. esr,, s. 176, n. 50 ). Çinliler bu dokuz kabilenin en asilinin reisine Wang-tzu, yâni „başkan, prens“ diyorlardı. K a r a - s u U y g u r l a r ı da, aynı bölge­ de mühim bir rol oynuyorlardı. Alaşan böl­ gesi yalnızca Dokuz-Tatarlarıu elinde bulun­ muyordu. Çin ’in garbındaki en mühim ticâıct bölgesinin şimâlini, yani Kara-su (Ho-'o Ch’uan ) vâdisini Uygurlar ellerinde tutuyor­ lardı ( Sung-shih, agn. ger-f Wên-hsien . . , agn. g er.; B. Ögel, agn, esr., s. 177 ). Bu Uy­ gurların bir çok kabileleri ve bir de reisleri vardı. Bundan da, bu bölgelerde Dokuz-Tatarlarla berâber, kuvvetli Uygur kabilelerinin de yanyana oturdukları anlaşılmaktadır. Buna rağ­ men, zaman-zaman Uygurlar da, T a t a r adı ile isimlendiriliyorlardı. Meselâ Kara-Hıtay dev­ letinin kurucusu Yeh-Iü Ta-shib, aynı Kara -su’yu geçmiş ve buralarda A k - T a t a r l a r »

54

TATAR.

görmüştü. Mühim olan husus, bu prensin Kara-su halklarına bizzat „Ak-Tatar“ demiş ol­ masıdır. Çünkü o, şimaldeki Kara-Tatarları da tanıyordu ( Liaa-shih, 30, s. 4b i Wang Kuo-wei, agn. esr,, V, 14, s. zo„; K. Wittfogel-Fêng, History o f Ckinese society, Liao, Philadelphia, 1946, s. 631 ; Bretschneider, Mediaeval researches, 1, 88, 159, 428 n.). „ A k - T a t a r " tâbiri de, hemen-hemen bu tarihten itibaren başlamıştır. Öyle anlaşılıyor kİ, Çin ’deki Hıtay devleti ile Turfan ve BeşBalıg ’daki Uygur devleti hâriç, Çin ’in şimal ve garbındaki bütün halklara Ak-Tatar deni­ liyordu. Her halde bu kavimler Türk olmalı idiler. Çünkü Çin kaynaklarında Moğuliarı Kara-Tatar adı ile Türklerden ayırma, bir âdet hâlinde idi. Kara-Hıtay devletinin kuru­ cusu, Kara-su Ak-Tatarl arından geçtikten sonra H a t u n ş e h r i ’ne uğramıştı. Orta* A sy a ’ da iki tane Hatun şehri vardır. Bunlar­ dan biri, Orhun ırmağı kıyılarındaki Uygur idare merkezi yanında, diğeri de Kansu ve Tangut ülkesinde bulunur. Tangut ülkesinde aynı adı taşıyan bir şehTİn varlığından haberi ol­ mayan bâzı japon âlimleri, Ak-Tatarlarm Or­ hun ırmağı kıyılarında ve şimalde bulunduk­ larına inanmışlardı ( msl. bk. Naonorİ Maeda, Togo-Gakaho, XXXII, x, 1948. Bu nazariyenin tenkidi, için bk. Bahaeddin ögel, C A J ,V 1, 174 ), Aslında ise, Kansu ’da ve Tangut dev­ letinde de bir Hatun şehri ( K ’otung chêng ) bulunuyordu. Bretschneider bu şehrin çok daha önceleri farkına varmıştı (.agn, esr., I, 184). Wittfogel, Fêng ve K. Menges gibi müellifler ise, sonradan bu bahiste yeniden yanılmışlardır {agn. esr., s. 631 ). Burada aynı şehir için yeni bir delil daha verilebilir. Kâşgarit Mahmud 'a göre, Çin ile Tangut sınırı arasında, KatanSim, yâni „Hatun mezarı“ adlı bir şehir vardır ( türk. tre. IH, 138 1. Bundan da Ç in ’in şimal ve garbındaki Moğul olmayan halkların bütü­ nüne Ak-Tatar adı verildiği anlaşılmaktadır. Ç i n ’İ n ş i m a l i n d e k i A k-T a t a r l a r v e Ö n g g ü t l e r . Bilindiği üzere Sarı-ırmağın şimalindeki Y i n - Ş a n dağlan Türklerin bir sığmağı ve Ç in'e yapılacak akınlar içinde bir atlama tahtası idi Çin ile Orhun bölgelerini büyük bir çöl ayırıyordu. Bu sebeple bütün Orta-Asya devletleri Yin-Şan’ da bir derlenme ve dinlenme noktası şeklinde garnizonlar kur­ mak mecburiyetinde idiler. Aynı bölge Çinliler için de fevkalâde sevkülceyşî bir ehemmiyete sahipti. X. asırda Çinliler Altay ve Tanrı dağ­ larının şarkından göçüp gelen Ş a t o Türkleri­ ni, Ç in ’in şimal sınırlarını korumak üzere bu­ raya yerleştirmişlerdi. Bu Türk kavimleri Çin ’in şimalinde sonradan hıristiyan olmuşlar ve

Cengiz Han çağma kadar yaşamışlardı. Hıris­ tiyanlık, bunların Çin kültürü içinde eriyip gitmelerine de meydan vermemişti. İşte bu çok güçlü Türk halklarına da Ak-Tatar adı veriliyordu. Bunun mühim bir sebebi vardı. 868 'den itibaren bunlar içine az miktarda Talar kabileleri de sızmış ve Şato Türkteri içinde eriyip gitmişlerdi. Çin kaynaklarına gö­ re, Tatarlar, Mançurya’nın garbında yaşayan Proto-Moğul Mo-bo kabilelerinden asîl bir soydu. Hsi ( Kay ) ve Kılanların şimâl-i şarkî­ sinde otururlardı. Kitaniar tarafından mağlüp edilince, bunlar parçalanarak etrafa dağıldılar. Bir kısmı Kitanlara ve diğer kısmı K o re ’nin garbındaki Po-hai ’a tâbi oldular. Az bir kıs­ mı ise, cenuptaki Yin-şan ’a, Şato Türklerinin yanma indiler. İşte Tatar adını taşıyan esas kabileler bunlar olmalıdır. Cenuba inen bu az miktardaki kabileler Şatolar tarafından Yün ve T 'ai şehirlerine yerleştirilmişler ve bu sûretle Şatolar içinde erimeğe başlamışlardır. Kaynaklar, cenuba inen Tatarların çok az oldukları husûsunda, hemen-hemen müttefik gi­ bidirler. Bu mevzu ile alâkalı en dikkate şâyân metin T ’ang-ckik (II, 10 19 ) ’de bulunur. Bu metinden Tatar kabilesinin küçük olduğu, açık olarak anlaşılmaktadır ( hâdiselerle alâ­ kalı geniş bilgi için-bk, Tzu-chih Tiung-ckien, 22, s. 2“. O. Franke ’nin kullandığı Wu-tat-shih [ 74. z® ] He Chia Wn-tai-shih f 25, ı*> ] çok kı­ saltılmış metinlerdir, ayrıca bk. Wang Kuo*wei, V, 14, 2» ; O. Franke, Gssehickte des chinesisch­ en Reîckes, HI, 422 ; W. Eberhard, Şato Türk­ lerinin kültür tarihine dair notlar, Belleten, c. X!, sayı 41 [ 1947 ], s. 22; B. Ögel, C A J , V I, 172. Bu araştırmalar, 868 hâdiseleri ile ilgilidir ). Öyle anlaşılıyor ki Şato Türklerinin şimalî Çin ’e gelişlerinden önce Tatarlar, bu bölgelere in­ mişlerdi, Bu sebepte de meşhur Şato reisi Li Ko-yung ’un babası Tatarlarla anlaşmıştı (Chia Wu-tai-$hik, 25, s. 16 ). Wang Kuo-wei 'e göre, Tatarlar Ç in ’e 841—868 seneleri arasında in­ mişlerdi (agn. esr., V, 14, u » ). 888 senesinde Şato Türkleri ile Tatarların beraberce akınlar a giriştikleri bir diğer hakikattir ( T‘ ang-shu, 218, 3b ; Chia Wu-tai-shih, 25, ı» ; W. Eberhard, Belleten,XI, s. 22; Wu Hsing-tung.Bej Sülâle ça­ ğında Şato ’[arın Çin toplamana etkileri ( 907— 960), Taypei, 1970, s. 6 ve 93). Şato Türkleri, şimalî Ç in ’de, ayrı-ayrı üç sülâle kurunca, Ta­ tarların ehemmiyetleri kaybolmuş ve Şatoların bir tâbii hâline gelmişlerdi. Nitekim 927 sene­ sinde ayaklanmağa teşebbüs eden Tatarlar he­ men mağlüp edilmiş ve Şatolar tarafından bir şehre yerleştirilmişlerdi ı W, Eberhard, Belle­ ten, XI, s. 22 v.d.; Wu Hging-tung, agn. ejr., s. 94.). İşte bütün bu sebeplerdim dolayı­

TATAR. dır ki, Çinliler zaman- zaman Tatarlara Şa­ to Şatolar ile diğer Türk halkanna da Ta­ tar Je ¡nişler di. Ç in ’in şimalinde yaşayan AkTatarlar, Çin kitleleri ve kültürü içinde ko­ layca kaybolup gitmemişlerdir. X I 11. asırda banarın yeni bir kuvvet ve çehre ile tekrar or­ taya çıktıklarını görüyoruz. XIII. asırda Cen­ giz imparatorluğunda büyük bir rol oynayan ve Yin-şan bölgelerinde oturan bu Ak-Tatarlara, ö n g j r ü t adı da verilir. Türkçe önggüt sözünün de, aklıkla bir ilgisi vardır. Buna rağ­ men Çin kaynaklan, cenuptaki bütün Türk kavimlerine P a i - 1 a, yâni „Ak-Tatar“ demişler ve bu tâbirle onları esas Moğullardan ayır­ mışlardı. önggütler de Pai-ta, yâni Ak-Tatar idiler. Aradan çok zaman geçmiş olmasına rağ­ men kaynakların hepsi. Önggüt Ak-Tatarlann.n, Yen-men’de oturan Şato Türklerinin ne­ sillerinden geldiklerinde mutabıktırlar. Bunla­ rın menşe ’i hakkmdaki en mühim vesika, meş­ hur bir Önggüt şehzadesi olan Körgüz ’ün mezar kitabesidir ( bk. Yüan Wei-lei, z j, 2ob. Bu çok mühim kitâbenin garp dillerine ilk tercümesi için bk. B. ögel, Sino-Tarcica, Taype, 1964, s. 3 11 v. dd.). Çin ’ dekiv>Moğu! sülâ­ lesinin resmî taribi olan Yiian-shik (118,9b) 'deki bilgiler ise, bu mezar kitabesinden alın­ mıştır. önggüt Ak-Taiarlarının en eski ta­ ribi hakktndakİ bilgiler de, Ckien-yen-ch ’ao Yeh-tsa-chi (19, 10b ) ’de toplanmıştır (Tereümesi için bk. B. Ögel, Sino-Turciccı, s 306— 320). Ç in ’in şimalindeki bu Ak-Tatar zümres’ nln reîst, Ala-Kuş Tegin gibi Türkçe bîr ad ve unvan taşıyordu. Torunları da Ay-Buka, Kün-Buka gibi Türk kültür ve mitolojisinde yeri ve ehemmiyeti olan adlara sahip idiler (şecereleri için bk. B. Ögel, agn. esr,,s. 321.). Çinlilerin müşahedelerine göre bu Türkler, Çin edebiyatı İle kültürüne fevkalâde vâkıf idiler. Buna rağmen Türk dili ile eski Türk an’anelerini de titizlikle muhafaza ediyorlardı, ikinci Moğul imparatoru Ügedey Han, Çin ’den Moğul başkentine gelen m şbur Çin generali Meng Hung’a, Cub-Han adlı bir Ak-Tatar generalini mihmandar olarak tâyin etmişti. General Meng Hung, Meng-Ta Pei-hı, yâni „Moğul ve Ta­ tarların şimaldeki bölgeleri" adlı, fevkalâde mühim seyahatname ’sinde Ak-Tatar Cub Han ’m yo! boyunca Çince konuştuğunu kaydeder. Yine bu seyahatnamede belirtildiğine göre, Cub Han Çin edebiyatı ile felsefesine ve atasözlerine vukufunu gösterir öyle sözler söylemiş ve şakalar yapmıştı ki, busûsî bir sûrette seçilmiş o1an bu mümtaz Çin elçisini bile hayretler içinde bırakmıştı. Çinliler, gelecekte kendileri için büyük bir tehlike teşkil edebilecek olan Moğulİarın durumunu tetkik için bütün ümit­

55

lerini, bu elçinin raporuna bağlamışlardı. Bu arada Çin elçisi, Ak-Tatar Cub H an ’m yüzü­ nün yara içinde olduğunu görmüş ve merakla bunun sebebini sormuş. Ak-Tatar Cub Han ’dan yas merasimlerinde yüzlerini bıçakla çi­ zip kanattıkları ve bu kanları göz yaşları ile karıştırdıkları cevabını alınca ister-istemez eski Göktürk âdetlerini hatırlamış, bu kadar yüksek bir kültüre sâhip olan Ak-Tatarlarda, nasıl olup da böyle iptidaî âdetlerin hâlâ devam ettiğine olan hayretini, seyahatnamesinde ifâde­ den kendini aiıkoyamamıştı ( Meng Ta Pei-lu, nşr. Wang Kuo-wei, s. 2*—b • ayrıca bk. B. Ögel, agn. esr., s. 336 v.d. ; bu kayıt, Türk kültür tarihi bakımından fevkalâde büyük bir ehemmiyet taşır), önggüt Ak-Tatarlarınm di­ ğer bir cenûb-i garbî kolunun Kansu ’da otur­ dukları anlaşılıyor. Çin kaynakları bunlara da Y ü n - k u adını verirler. Temür-Üge’nin oğlu Sergis, bu ailenin en mühim unsurlarından biri sayılır ( bk. P. Pelliot, Les Chrétiens d’Asie Centrale et d’Extrême-Orient, T P, 1914, XV, 630; B. ögel, agn. esr., s. 340 v.d.). Üge ünvânı, yukarıda da belirtildiği üzere X, asır Ak-Tatarları arasında çok yaygın idi ( Kansu Ak-Tatarlarl ile ilgili Çinee kaynak­ lar için bk. B. Ögel, agn, esr., aynı yer ). Ayrı­ ca Tangut ( Hsi-hsia ) devletî içinde de, başve­ killik makamına kadar yükselmiş Ak-Tatarlara rastlanmaktadır ( bk. Yüan-shih, 143,2b ). Çin kaynaklarında Uygarlar ile Tatarlar, bep yan-yana ve bir arada görünürlerken, Iran kaynaklarında da bunu destekleyen ka­ yıtlara: rastlanmaktadır. Meselâ f^ladâd al'âlam ( tre. Mınorsky, s. 94 ' ‘de Toguz-guz ve Tataı tar yan-yana yazılır ve bunların ülkesinden bahsedilir. Ayrıca Tatarların, Toguz-guz cinsin­ den bir kavim olduklarından da bahsedilir. Ş i m a l T a t a r l a r ı . Şimaldeki Tatarları, başlıca 3 zümreye ayırarak incelemek lâzimd'.r. t. X, asırda adları geçen ve Türk olmaları çok muhtemel bulunan „Orhun Tatarları“ , 2. Cen­ giz Han ’ın ataları olan, şimaldeki iptidaî ,,Kala-Tatarlar", 3. „Buyır-Nor Tatarları“ . 1. O r h u n t a t a r l a r ı hakkında ilk bil­ giler, Çin kaynaklarında 924 senesinden iti­ baren görülmeğe başlar ( Wang Kuo-wei, agn. esr., s. 651 v.d.). Orhun Tatarlarının reisleri, eski Uygur merkezi Ordu-Balıg ’da ve Gök­ türk Kağan ’1 olan Bilge-Kağan 'ın otağının bu­ lunduğu yerde oturuyorlardı ( T ’ung-chik, II, 1086 ). 1012 senesine âit hâdiseler münâsebe­ tiyle de bunların yerleri ve merkez’eri hak­ kında geniş bilgi verilmiştir , Wang Kuo-wei, agn. esr., s. 659; Wittiogel-Fêog. agn, esr., s. 387 ). 1069 senesinde ise, reisleri, Tarkan unva­ nım taşıyordu. Orhun Tatarları hakkındaki ka­

TATAR.

56

yıtlar, 1 11 9 senesinde sonra erer ( Wang îÇuowei, ayn. esr., s. 670 ). 840 senesinde Uygur devletinin yıkılması üzerine bu bölge, Türk olan Kırgızların eline geçmişti. Düşmanları olan Uygurları korumaları sebebiyle Kırgizlar, esas büyük Moğul ki hilelerine karşı cep­ he almışlardı. Bu sebeple Kırgızlann muhafa­ zasındaki Orhun bölgesine bu ve daha son­ raki devrede bir Moğul sızması pek İhtimal dâhilinde değildir. 1 . K a r a—-T a t a r l a r . Cengiz Han ’m ata­ ları olup. Onan ve Kerülen ırmakları havza­ sında bulunan bu Tatarlar, çok iptidâi bir bayat yaşıyorlardı. Çin ’e çok uzak oldukları için, IX. ve X. asırlarda Çin kaynaklarında bunlar hakkında çok az bilgi verilir. 3, B u y ı r - N o r T a t a r l a r ı . Cengiz Han devrine âit kaynakların çok ehemmiyet verdiği bir Tatar zümresi olup, X. asır Çin kaynaklarında bunlar hakkında malûmata rast­ lanır (Wang Kuo-wei, ayn. esr., s, 673). Bu Tatarlar, tarihçi Raşid al-Din'in ifâdesine göre, şimalde ta Angara ırmağına kadar uza­ nıyor, fakat Cengiz Han ’ra devletinde olduğu gibi yasa ve kanunları olmadığı için munta­ zam bir devlet manzarası göstermiyorlardı. Bu Tatarların kuvvetli bir Türk te'siri altın­ da kalmış oldukları da anlaşılıyor. Tutukli’ut ve Buiru’ ut gibi Tatar kabilelerinin adları, eski Türk unvanları olan Tutuk ve Buyruk gibi Türkçe sözlerden geldiği gibi ( bk, P. Peiliot, Histoire des campagnes de Cengis -Khan, s. 4—7 ), A yın 'ut ve Alçı kabileleri­ nin adları da, ancak Türkçe ite îzah edilebi­ lir ( ayn, esr., aynı yer ). Buyır-Nor Tatar kabileleri arasında görülen Çagan-Tatar yâni „Ak-Tatar“ kabilesini, cenuptaki Ak-Tatarlarla birleştirmek isteyenler bulunmuşsa da, bunun gerçekle ilgisi yoktur ( msİ. bk, Bere­ zin, trc. s. 64 i. Bunlar, Çinlilerin Hei-ta, yâ­ ni „Kara-Tatar" dedikleri zümreye dâhil idi­ ler 1 bk. P. Pelliot, ayn. esr., s. 4 ). Bunlar­ dan başka Moğulların Cüyin-Tatar, Çinlilerin de Su-Tatarları dedikleri zümreler de vardır (şimdilik bk. P. Pelliot, Toung Pao, 1929, s. 128 v.d. ; 1931, s, 118; 1932,8, 469 E. Haenısch, A M, X, 520 ). Burada daha ziyâde Türk olması muh­ temel olan Tatarlar üzerinde durulmuştur. B i b l i y o g r a f y a ' , metinde gösterilmiştir, ,

Tatarların

( B a h a e d d I n Ö G E L .)

yayılışı.

Bundan önce de görüldüğü üzere başlangıçta bir kısmı Moğu! ve bir kısmı Türk menşeli olan Tatarlardan, bilhassa Türk asıllı olanlar, başta Sovyet Rusya olmak üzere, dünyanın muhtelif yerlerine dağılmışlardır, Bu gün Ta­

tar sözü, bir Türk boy ve adı olarak umûmîyetle İdil-Ural bölgesindeki Kazan!llar ve Ki- ' rım balkı için kullanılmaktadır. Sovyet Rusya ’da Kazanlılar veya Kazan Ta­ tarlarının sayısı (Başkırt, Tipter, Mişer boyları ile birlikte), 1959 sayımına göre 5.957,000 olup, bunun bir kısmı ( 2.083.000 ), bugünkü muh­ tar Tataristan ve Başkırdistan Cumhuriyetle­ rinde, bir kısmı (3.040.000 ) da, bunlara komşu olan Çuvaşistan’da Fin halkları ile meskûn bölgelerle Astırhan’a kadar uzanan İdil (Vo'ga) havzasında ve garbî S ib irya’da yaşamaktadır­ lar, Bundan başka Kazan Tatarlarından takri­ ben 1,000 000’unun R u sya’nın Moskova. Le­ ningrad gibi şehirleri ite Ukrayna, Kafkasya ve Türkistan’ın türlü bölgelerinde toplu veya dağınık bir halde yaşadıkları görülmektedir. Ancak bu rakamların daha yüksek olabileceği düşünülebilir. Nitekim 1926 tarihli Sovyet Rusya istatistiklerindeki rakamlar esas alın­ dığı ve buna tabii artış da ilâve edildiği tak­ dirde bu rakamın 8,500.000 civârrada olabile­ ceği ileri sürülebilir ( bk. R. A. K., Türklerin yaşadıkları yerler ve sayıları, Türk kültürü, sayı 5, s. 6—11 ). Rusya dışındaki büyükçe Tatar zümreleri yakın zamanlara kadar Finlandiya, Mançurya, Kore ve Japonya’da yaşamakta iken, Finlan­ diya ’dakiler hâriç diğerleri son yıllarda Tür­ kiye ’ye gelip yerleşmişlerdir. Hâlen Finlandiya ’dan başka, Japonya, Almanya ve Amerika 'da da bir miktar Kazaclı yaşamaktadır. Bugünkü Kazaniıiarın ( Kazan Tatarlarının ) men ’şe bakımından, „İdil" ( Volga ) Bulgariarina bağlanışı, tarihçiler tarafından kabûl edilmektedir. Ancak garba doğru dâim!, bir göç yolu üzerinde bulunan Kazan ülkesine, tarihin türlü devirlerinde bir çok başka Türk boyları da gelip yerleşmişlerdir. IV. asırda garp Hıraları önce bu yerleri mer­ kez edinmişler ve Attila ’nın idâresi altında garba doğru buradan harekete geçmiş1er­ dir. Attila ’nın 453 ’te ölümünden sonra A v­ rupa’dan şarka çekilen Hunlar ile diğer bâ­ zı Türk boyları, V. asırda Karadeniz ve Kafkasya’nın şimâlinde „Bulgar“ adı altın­ da yeni bir siyâsî birlik teşkil etmişlerse de, VI. asırda bu birlik parçalanmış, Bulgarla­ rın bir kısmı Avarlar iie biri eşer ek Macaris­ tan ’ a ve Balkanlara, bir kısmı şimâl! Kalkasy a ’ya ve esas kitlesi de. İdibUral bölgesinin en münbit yerlerini teşkil eden Orta-İdil ve Kama nebri civârrada yerleşmişler, böyleee Idil’in aşağı mecrasını Hazarlara terke!inişler­ dir. X!. asırda Hazar ülkesine gelen Kıpçak -Kuman Türkleri, Hazarlar ile karışarak şimale sokulmuşlar yç Îdil-Kama Bulgarlarının büyük

TATAR. bir kısmını yutmuşlardır ( fazla tafsilât için bk, mad, BULGAR ). Bandan başka, XII. asırda Türk-Moğul fütuhatı devrinde Cengiz’in torunu Batu ’nun ordusu ile de pek çok Türk bu ha­ valiye gelmiştir. Cengiz imparatorluğu zamanında, 1224 ’ten itibaren Türk-Moğul orduları da buraya nüfuz etmişler, 12 3 1—1246 'da Bulgar ülkesini ve sonra Rusya ’yı ele geçirmişlerdir. Moğul im­ paratorluğunun parçalanması neticesinde, 1255 ’ ten itibaren İdil-Ura!, garbi Sibirya ve Kara­ deniz’in şimâl bölgesinde Altın-Ordu devleti teşekkül etmiştir, Buraya gelen ordular içerisin­ de Moğul lar m sayısı çok az olup, sonraları bunların bir kısmı geri çekilmiş veya burada yerleşip müslümanlığı kabûl etmiş olduğundan, ,,A!tın-Ordu" ya bir „Moğul“ devleti denemez. Şarktan gelen eski muhaceretin devimi gibi, bu devirde gelenlerin çoğunu da yine Türkler teşkil ediyordu. Bütün bu saydığımız Türk boyları arasında, ahlâk ve âdetlerin müşterek oluşu, şivelerin birbirine yakınlığı, hayat tarzının benzerliği, bunların birbirleriyie kolayca karışıp kaynaş­ masında âmil olmuştur. • İdii-Ural ülkesinde muhtelif devirlerde kuru­ lan devletlerle Rutiar arasındaki mücâdele, yetine ve zamanına göre, iki taraf için de de­ ğişik şekiller arzetmiştir. Rusların şarka sızma ve yayılma teşebbüsünün, X. asırda Bulgar ve Hazarlar devrinde başladığını görüyoruz, Sonra Altın-Ordu ve Kazan hanlığı ile Ruslar arasında devam eden mücâdele 1552 ’de ivan IV,'ın Ka­ zan 'ı zaptetmesi ile, yalnız Idil-Ural için de­ ğil, Sibirya, Kırım, Kafkasya ve Türkistan gi­ bi, diğer ülkeler için de Rusların istilâ ve ya­ yılma hareketinin bir başlangıcı olmuştur. »Tatar" adının bu ülkede yeıleşmesl rr.es’elesini, hem Türk halkları için yabancılar ba­ kımından, hem de bizzat Türkler tarafından olmak üzere, iki ayrı bakımdan tetkik daha münâsip olur. Buna göre, Avru palı lar ve bilhassa Ruslar, Cengiz devrinden itibaren Türk-Moğul devletine „Tatar imparatorluğu" ve halkına da (Tür-k ve Moğulları ayırmadan) „Tatar" demişlerdir. Sonraları Ruslar, zaptettik­ leri Kazan, Astırhan, Kırım, Sibirya, Türkistan ve Kafkasya gibi ülkelerde karşılaştıkları Türk boylarını da umumiyetle „Tatar" tesmiye et­ mişler, fakat bn adı hiç bir zaman „Moğul" mânasında kullanmamışlardır; msî.: Kazan, Astırban, Kırım, Kafkas, Azerbaycan, Si bir, A ltay, Abakan, Baraba, Çat, Çotım, Homul, Kaşgar, İli, Kulca, Zerefşan, Taşkent Tatar­ ları v. b. ( burada Tatar sözü ile, o ülke­ lere gidip yerleşmiş Kazanlılar değil, bu bölgelerdeki yerli halk kasdedilrnektedir ; bk.

57

Radloff, Sihirga ’dan, tre. A. Temır, İstan­ bul, 1954—1957, 1> II, bk.fihrist'. Rus siyâset ve ilim adamları, bunlara „Tatar" demekle berâber, „Türk" menşe’ li fark!: izahlar için bk. al-Tabari, T afsır, XXX, 36 ). ' H a d î s lerde ise, kelime daha ziyâde lugavî mânada kullanılmıştır. ‘ İsa ’nın vücut şe­ killerinden ve yer yüzüne tekrar İnişindeki faâliyetlerinden bahseden bir hadiste ( bk. Ah­ med b, Hanbat, Musnad, Kahire, 1313= 18 9 5 , II, 437 ) onun bütün mezhepleri imha edeceği bu kelivne iîe ifâde edilmiştir ( kadının süs yapmağı İtiyat edinmeyişİ, kişininişsiz-güçsüz kalması ve bir şeyin harap olması demek olan ta al lala ’nin geçtiği hadîsler için bk. Ahmed b. Hanbal. Musnad, III, 85; İbn Mâca, Sunan, nşr. Muhammed Fu’âd ‘Abd al-Baki, Kahire, i 95 */ I, 3 ** ). K e l â m ı bir ıstılah olarak ta’ til, ahi al ~ta'til ve maaftilün şekillerinde kelâm tarihi müellifleri tarafından oldukça farklı mânalar­ da kullanılmıştır. Msl.hicrî IV. asrın kelâm tarihi müell.flerinden al-Navbahti ( ölm. 310 —922), mtı attila ’yt, zenâdika zümresinde mütâlea et­ mekte ve bunların Allah ’m eşyanın yaratıcısı olmadığını ileri sürdüklerini söylemektedir (bk. Kitâh al-tanbih va’Lradd 'ala ahi al-havâ’ ,

nşr. S. Dedering, İstanbul, 1936, s. 72 ), Mez­ kûr müellif, aynı eserinde, Cahmiya’ nin bir fırkasının mu’attila ’dan neş ’et ettiğini ve bu fırka mensuplarının, Allah'a her hangi bir sı­ fatın izafesini reddettiklerini kaydetmektedir (s. 75). Hicrî VI. asrın büyük kelâm tarihçisi al-Şahrastâni [b.bk.] ise, m ualtila ’ yi, umumi­ yetle, Allah ’a sıfat izâlesini reddedenler hak­ kında kullanmaktadır. Ona göre, seleften bir çokları, A llah ’ ın ilim, kudret, hayat, irâde ve duyma gibi ezelî sıfatlarını kabûl etmişler, O ’nun zâtı ve fi’lî sıfatları arasında her hangi bir tefrik yapmamışlardır. Aynı şekilde yad ( „el" ), vach { „yüz" ) gibi haberi sıfatlarını da te ’vîl etmemişlerdir. İşte selef, bu şekildeki hareketlerinden do1ayı ş i f âtiya, mu ’teziie ise, sıfatları nefyettiğinden dolayı mu'aftila adını almış!ardır ( bk. Kitâh al-milal v a ’l-n ikal, nşr. W. Cureton, Leipzig, 1923, s. 64; ayrıca £. 201 ve alm, trc. Th, Haarbrüoker, Halle, 1850, s. 222 ). Ancak al-M ilal va 7 -ni* hal ’de, bu ıstılâb, duyulur âlemin dışında bir âlem kabûl etmeyen tabi’ iyün { Dahriyün ) için de kullanılmaktadır ( s. 201). Ta’til kelimesinin ayrıca edebiyatta da kul­ lanıldığı görülmektedir. Belâgatle uğraşanlara göre, o hazf ’m bir kısmı sayılmakta ve msl. bütün harfleri noktasız olan bir nesir veya nazım parçası yazma ta’ p l sayılmaktadır. Müş­ takı olan mu'attal ise, kafiyeli ( zu ’l-jçavüfi ) mânasına gelmekte; h arf-i ’ati denilince, ve­ zinde hesap edilmeyen ve fakat yazıda yer alan

TÂÛSÎ. harf anlaşılmaktadır ki, buna harf-i ma anla de denilmektedir. { AHMED SUBHİ F U R A T .) T Â ’U S I . (B K ._ T Â ü sî.3

T Â Û SÎ. T Â ’USİ, r â f i z î b i r ş i ’î t a r i ­ k a t olup, ismi, NfmatuMâhi (bu tarikatın kurucusu Kirmanlı Sayyid Ni’ matullSh hak­ kında bk. Browne, Hist, o f Pers. Lit., Ill, 463—473 ) ’lerden ayrılan, İsfahanlı T â ’üs al'Urafâ ’ denilen bir Ağa Muhammed K â z ı m ' Toabâkü-forüş’tan gelmektedir. Ni'matullâbiy a ’nin, İsfahan’daki mümessili, Rahmat ‘ A li Şâh-i Şirâzi ( Bastan al-siyah at müellifi Musta‘ li Şah ’ın halefi ) ’nin ölümünden sonra, T â ’üs, onnn yerine geçen Hâcci A ğa Ş â h ’t tanımayı reddetti. 12 8 1’de ahun d 'iar tarafın­ dan İsfahan ’dan uzaklaştırılınca, o da murîd (baş-şehirde Zill-i Sultân ’nın pişkâr ’1 olan Rizâ Kuli Han Sirâc at-Muik' nin yardımı ile Tahran *da yerleşti. Mekke ’ye yaptığı bir hacc ziyaretinden sonra 1293 (1876 ) ’te Tahran ’da öldü ve Şâh ‘Abd at-‘Azim ’de gömüldü. Sûfiyâne olmayan zarif kıyâfete tutkunluğu se­ bebiyle kendisine bu ad verilmiş, aynı zaman­ da Darviş Sa’ âdât ‘ A li lekabı ile de tanınmış olan T â’üs, ümmî idi. Kendisine oğullarından biri değil, Gunâbâd *lı Hâcci Muliâ Sultân isimli biri halef oldu; bu zâtn T â ’üsi akide­ sinin gerçek müellifi ve bu cemâatin teşkilât­ çısı olarak telâkki etmek gerekir. Amcası ta­ rafından yetiştirilen yetim Hâcci Mullâ Sul­ tân, başlangıçta çok güçlüklerle karşliaştt ve ancak 17 yaşında tahsile başladı. Hayatını kazanmak için hep çalışarak, önce Meşhed ’de, sonra da Kerbelâ ve Necef ’te tahsil yaptı. Tahsilini bitirdikten sonra, bir müddet, Tah­ ran 'da Madrasa-i Şadr ’da tedriste bulundu ise de, Babîlik ile ithâm olunda ve kaçmak mecburiyetinde kalıp, Horasan’ a hareket etti; ancak yolda, devrin meşhur üstadtarından olan Hâcci Mullâ Hâdi ’nin derslerini tâkip için Sebzvar’da kaldı ki, harada diğer mihridler (Sayyid Ahmed Adib-i Pişâvari de dâhil) arasında T â ’us’ a ra stla d ı. D aha sonra, ftikmat ve ‘irfan (ta s a v v u f) ilim lerinde kemâle erm ’ ş bir hâlde, İsfahan ’da âlim bir mollayı murîd olarak kabûl etmekle övünen Tâ'us'un yanına geldi ve bu molla onun yakınlarından biri, sonra da halefi oldu. Yavaş-yavaş kabiliyeti­ nin ve gittikçe artan şöhretinin yanısıra önce zikredilmiş bulunan Sirâc al-M uik ve Zill-i Sultân ’ın mâiyetinden diğer biri o’an Mirza Husayn ’in de desteği ile. Hâcci Mulla Sul­ tân yeni tarikatın merkezi olan Gunâbâd ’daki cemâatini çoğalttı. Bu zât, 1293 ( 18 7 6 ) ’te T â’ü s i’ierin kutb ’u oldu ve uzun faal bir ba­ yattan sonra 1327 (1909)’de Öldü ve ona bâzı mûtâd rekabetler olmakla berâbor, şöh-

ÎÂ Û S Î. retlerı babaiarlnınkise denk olmaktan uzak bulunan oğulları Nur 'Ali Şâh ve Şafi 'Ali Şah halef oldu. A k i d e s i (sûfılerde olduğu gibi, sülük ve dereco-derece kemâle erme), fdâcci Mullâ Sul­ tân ’m uzun yıllar mürİdlerinden biri olup, bu hususta bize tek bilgi veren Hâcci Şayh 'Abbâs 'A li Kayvân-i Kazvini ’ye göre, üç mer­ hale ihtiva eder. Birincisinde ( tarîka-i marîd -d&rl ) Mullâ, imâm ’ın gaybubetinde, sâdece dâimâ kendisinin. Örnek alınacak ve kendisine uyulacak ( marca‘-i ta k lîd ) bir âlim olduğunu iddia ediyordu Diğer ‘ulama’, bizzat va det­ tiklerini yapmıyorlar, halbuki ben, diyordu, teşkil ettiğim misâlin kuvvetiyle sizden aynı şeyi yapmanızı istiyorum. Müridlerin çoğu, sâdece diğer ‘ulama’ ve lıutb hakkında itimatsızlık elde ederek ötesine gitmedi. İkinci merhalede, Muilâ imâm ’tık iddia ediyordu, imam, aslâ cesedinde saklı değil, fakat ismi ile cesede âit idi, yâni o meçhul (gomnâm) ’dü. Bir imamdan istediğiniz bendedir ve imâmın ken­ dine, sâdıklardan istediği şeyin, benim murîd ’lerimde olması gerekir; bunlar, itâat, mal ve mülkü terk, verilen yereller, birlik v,s, dir. Nihâyet, üçüncü merhalede kendisine sanki İlâhî bir kuvvet atfeder. Bütün 124 peygam­ ber ve 12 imam bendedir, ben onların hepsinin halefi ve mümessiliyim. Eğer her hangi biri veya hepsi tekrar dönerlerse, bana itâat edecek ve biç birmüstakilış yapmayacaklardır.Tabiî dünyanın bütün alelâde ve harikulade hâdiseleri benim emrim ve müsâademle, hattâ vasıtasız fiilimle vuku bulur. Kur'an ’m, namazın, haccın v.s. ’nin bâtınî mânası benim. Devamlı olarak göğe doğru uructa ve dünya küresinin her noktasında ve herkesin yanındayım. Gizli ve aşikâr 1» varsa bana meçhul veya iktidarımın dışında değil­ dir. Benim yaptığım her şey, Allah ’ın husûsî emri iledir. Üzerime her raman ilâh! gizli vahiyler nâzil olmaktadır. Ö.ülerin veya caniıların ve meleklerin her işi benim emrimle fiil hâline getirilir. 12 y ıl, irâdesini terk ve sâdece bana itâat edecek olan kimse, netîcede yenisine nisbetle ilk ruhunun bîr cesetten ibaret olacağı yeni bir ruhla kâmil insan iinsân-i kâmil) hâline gelecektir. Bütün beşeri­ yet için ben bu ikinci ruhun kaynağıyım. Bü­ tün dünyanın ruhu benim ruhumdadır ( krş. Plotin’deki kiillî nefs ) ve her ferde bir ruh v. ri yosam da, benim ruhum tam olarak ye­ rinde ka tyor. Her devirce benim g:bi bir şahsın mevcudiyeti lâzımdır. Bu şahıs olmazsa, dünyanın esas kısımları dağı’ır. ve tabiatın bütün teıkip edici unsurları kaybolur. — Hâcci ■Mullâ Sultân ’m bu yarı ilâh'ık iddiaları açık­ ça d eğj, telmihler, telkinler ve daha saf kalpli

müridleri karşısındaki tavrı ite ifâde olunu­ yordu. O hâlde her devirde yer yüzünde, hâ­ kimiyeti bütün sahalar ( tamadduni, siyâsi, tadayguni, ruhî, âhiratî) üzerine şâmil mut­ lak kudretli ( muhtür-i mutlak ) Allah 'ın bir temsilcisi olmuştur. O, geçmiş kanunları iptâl veya muhafaza eder. Buna Peygamber, imâm, kutb, ğavş, hodâ va-ma'bud-i aslî adı verilir ve o, muhtelif şekiller altında bâzan tamâmiyle beşeriyet, bâzan bir tek insan şeklinde zuhfir eder. Böylece o , Müsâ, sonra ‘A 1İ ve ahfâdı, Gunayd ve halefleri, müteakiben Tâ'üa ai-'Urafâ’ ve ben olurum; bütün dinlerde, bütün dillerde ve bütün şekillerde olan her şey, bu şahsiyet tarafından olmuştur. Her za­ man ğayb ve zuhur var olmuştur; selefleri için hâtim olen kimse, sırasında kendisini hü­ kümsüz bırakacak olan halefleri için fâtify’tit. Şöyle ki, bahis mevzuu şahsiyet, aynı zamanda hâtim, fâtift, nâsih ve mansüh, ayrıca nabi, vali, vaşi ve Musa ve kutb al-aktâh ’tır. O, A llah ’ın halifelik dâiresinin merkezi(markaz-i dâ’ira-i h ilaf at A lla k ), aynı zamanda dâirenin muhiti ( muftit-i dâ’ira ) ve sâbit kutub (kıttb-i sakin ) veya fark edilmeyen sür’atli hareketlerin büyük mıntıkası ( mantika-i ‘âzima-i harakât-i sari‘a-i ğayr-i mar'ia}', muhtelif genişlikteki dâirevî hareketlerin dön­ düreni ( mudir-i mudârât-i mutavâziya, muhtalifati’l-ffaraka), kendi melek tabiatı iktizasiyle kemâle ermemiş müridlere gizli ve hü­ kümdarlık iktidârı vâsıtasiyie, melek; varlık görüşünü ( çeşm-i melkût bini ) elde eden er­ miş müridlere görünen bir ve bütün güneşler­ dir. Bu şahsiyetlerden, bu vasıflara ulaşan biri tam zuhuru gerçekleştirecektir. Hâtim tâbiri île, Peygamber’in en son risâlet vazifesi {¡¡alâl ilâ yavm al-kiyâma ) ’nin hepsi bâtıl ( bötil, ’dır. Esasen, onlardan her birinin risâlet vazifesi Peygamber ’inkidir. Bu vazife bin defa değişse ve yenilense de, onu bu sûretle bağlamak ve bu vazifenin dışında telâkki etmemek lâzım­ dır. Bu şahsiyet, nihayet bütün fertlere ve dün­ yanın bütün eşyasına nisbetle umûmî { ‘ atfım), içten { bâtin ), fıtrî ( Ifahri ) bir bilgiye sahip­ tir, Anadan dcğma kudsiyetle vasıllanabilen bilgi, m urid ’in, bu şahsiyete ( bu vaziyette onun kutb ’u ) bî’at ( bi'a t) edip, tacn bir itâat gös­ terdiği takdirde elde edebileceği dinî kudsiyetten başkadır. Bi'at ’ın şekilleri kutb tara­ fından tâyin edilmiş olup, bunlar münâkaşa edilemez. Kısaca bütün dünya dinlerini, te'lif ettiğini iddia eden Şayh Kayvân, Hacci Mul­ lâ Sultân, bir tek ıslâm dininde, sâdece bir zümreye âit olan sûfî tâbirlerini kullanama­ dığını söylüyordu. Bununla berâber, aynı za­ manda sülük { sülük) dereceleri ve bir takım

¿4

t U S Î.

diğer mefhumlar sufîlere âit olduğu içîn. Şayh Kayvaa taşavvuf-i TaSs î ’den bahseder, Hâeei Mullâ Sultân’in, tasavvufla farkının, £uf£’lan imam ve peygambeılerin üstünde telâkki et­ miş olduğu görüldü. Bundan başka, ö, sûfîlerde olduğu gibi kendi akidesine yanaşma­ yanları nctci ve pak, yâni kurtulanlardan say­ mayarak son nefesinde müsliimanların büyük kısmının kendisine taraf dar olacaklarını iddia eder. Müridlerin mânevi istikametine gelince, ilgi çekici gelişmeler, aneak nâdir seçkinler için çok güç olmakla beraber, imkânsız da ol­ mayan zikr 'in dâimi tekrarı ve derûnî mura­ kabeye devamla murid ’in kalbinde nakşolun­ ması gereken Allah ’m adı yerine ’un irâde ve hayâlinin nasıl derece-derece ( hepsi dört) kaim olduğu tavsif olunarak, fik r veya şürat-i murşid ünvânı altında verilmiştir. — Bu T â ’üsi akidesi, dâımâ, itiraz kabul etmez şekilde, islâmiyete ve daha husûsî olarak şi’îlige, bilhassa imamet akidesine zıddır. Hile­ ci Mullâ Sultân, Macma'-i sa‘âdât ( ki biz zâten ondan faydalanamadık) adlı eserinde, Şayh Kayvân ’a göre, 12 sayısı cismânî şahsi­ yetler olarak görülmemelidir. Mutlak kudsiyet, her nevi- fert sayısı tâyin edilmeksizin, 12 çeşide sâhıp rfihânİyetin bir esâsı olarak tefsir edilmiştir. Böylece, peygamber vasfının, 124 000 ( yukarıda zikredilmiş olan sâdece 124 sayısı ile tezat hâlinde) çeşidi vardır. K a f i olarak tasnif olmaksızın, her nev’ide bir çok peygamber şahsiyetin dünyaya gel­ mesi mümkündür. H atim 'in de diziyi bu şe­ kilde kapatmasına hâcet yoktur. K at’î nev’in gelişinden sonra, hatim ’den önce zubur etme­ yen diğer nev’ ilerin gelmeleri veya bu nev’in bir kısmının gelmişken diğerlerinin de gele­ cek olmaları ve her nev’i veya kategorideki fertlerin miktarının mahdut ve kat’î olmadığı kabul edilebilir. Bundan başka: Ju la m â' ummatı ka-anbiyâ’ Bani îsrâ’il" hadîsinde, hatim unvânı sâdece bir kudsiyet derecesidir. Hâcci Mullâ Sultân ’a göre kuth tâbirinin bâtınî tasavvuiî mânası, nev’ e delâlet eder ve binâen­ aleyh her devirde İçııth ’un çok olması müm­ kündür. Her hâlde, 12. dereceye gelince, bu­ rada maddî fertten değil, nev’iden bahsedi­ lir. 12. imâmın kaybolması da, nev'e göre tefs’r olunur, yâni bunun, fettler arasın­ da kaybolan nev’i olduğu farz edilmiştir. Teferruata girmeden, Hâcci Mullâ Sultan’a göre, imametin peygamberlik değerinin üs­ tünde olduğuna işaret edelim. Bununla berâber, 'onun samimî kanâati, imâm ’m devir sü­ reliyle, her devirde mevcut olan bir şahsiyet olduğu ve onun dinî mes’elelerde yenilik ya­ parsa, peygamber sıfatına da mâlik olacağıdır.

T S ’ ü s i â d a b ı n a gelince, bu', onun Ahl-i Hak^ [ b. bk.] ile yakınlığı sağlayan bâ­ zı hususiyetler arzeder. Bilhassa dalâl ’in teş­ rifatçının huzurunda, m u r îd ’m kuth ile baş •başa bi'at *ı sırasında tâkip olunan sülük ( ta sa rru f) merasiminde, sâlik şu taahhütlerde bulunur: itaat, insaniyet-perverlik, gizli zikr, 12’ yıl hizmet ye dig-i câş ( kaynar tencere) ile 5 şey sunar : ceviz, bir yüzük, bir sikke, bir kumaş parçası ve ( husûsî bir fazilet ka­ zanmış olan ) şekerlemeler, Dig-i cüş tence­ reyi kaynar hâlde başı üzerinde taşıyan murid tarafından, davetlilerine tevzi edilmek üzere ku tb ’a sunulan kaynamış et ) âdeti, Şayh Kayvân’m dediğine göre, ’Ali İlâhilerde vardır. „Müridlerin haftada bir defa, edâ et­ medikleri namazın kazası olmak üzere şeyh­ lerine kaynar tencere götürdükleri olur“ ve şeyhleri: „hediyen kabû! edilmiştir“ dediği andan itibaren, edâ edilmeyen namaz Allah ’m katında kabule mazhar olur. Onlar bu âdete n a m a z’ın zıddı olarak n iya z („nezir“ ) adını verirler. Namazını kıldın mı î sualine ı "Hayır, fakat niyaz sundum" diye cevap verir­ ler. Tâ’üsi Terdeki dig-i cûf âdeti, doğumdan sonra yedinci gündeki 'aJfifca [b. bk.] âdetine benzemektedir ki, o günü ebeveyn bir kıizu kurban eder ve etini fakirlere dağıtır. Burar da, yeni doğan ile yeni bir ruh kazanan sâ­ lik arasında bir benzetme vardır. N iyaz tâbirine gelince, bu, Tâ’üsi lerde de vardır; bu tâbir, nezir bahis mevzfiu olma­ yan bir toplantı için, kullanılır; fakat bu toplantı, hazırlığına olduğu kadar, bizzat merâsime îştirâk bakımından da çök işlenmiş bir menâsiki içine alır ki, Şayh Kayvân onun gerçek ehemmiyetini açıklamaktan imtinâ eder. O, diğerleri- arasında, 4Ali İlâhi ve sûfîlerın „aynı vadide bulunduklarını“ söyler. Bununla beraber, ‘Ali İlâhi ’1er, h akikat ’ i müşâbade ederek tarikat ile yetinen sûfîlerin fevkindedirler. Vaktiyle „ceviz kırmak“ ( cSz şikastan ) menâsiki, sâdece ‘ Ali İlâhi Merin reîsine bağ­ lı idî ve sûfî Işuth Mar bu maksatla, müridlerden aldığı cevizleri ona vermek mecburiyetin­ de idiler. T â’üsi ’tere âit kayda değer şey, onların meiıâsikinin bir kısmının, Ahl-i Hakk ’tilkilerle benzerliğidir. Aynı zamanda göze çarpacak olan mübâyenetiere rağmen, Ahl-i Hakk nezdinde İlâhî mazharlardan bîri olarak Baba Tabir [ b. bk.] tarafından oynanan rol va Mullâ Sultân’m ‘Ali Gunabâdi ’nin, Baba Tahir ’in eseri hakkındaki Arapça-Farsça şerh­ lerin şârihleri oluşu vâkıası hatırda tutularak bu yakınlık ihmal edilmemelidir. F, M. Stead ( M W , 1932, s. 184—189} hattâ „‘ AH İlâhi dîninin kollarından biri olan T â’ûsi veya Ta-

TÂ Û SÎ — TA V Â F.

as fırkasının şeytana taptığını" zikreder; fa­ kat bu daha ziyâde Yazidi [b. bk.J’ler ije, bizce tesbit edilemeyen bir irtibat bulundu­ ğunu, telkin eder. Tâ’üsi akidesi, bilakis, ta­ savvur edebildiğimiz kadar, 8âbî(H âcci Mullâ Sultân ’s karşı serdolunan itham, belki de büs-büiün tesadüfi değildir ?) görüşlerden kuvvetle müteessir olmuştur ve binâenaleyh bu bize, şi’î muhitlerde, tasavvufî. ‘A li İlâhi ve Bâbî fikirleri kendine has bir şekilde temsil eden yeni bir ve kendine mahsus râfizf, te’lifçilik numunesi vermiştir. B i b i i y o g r a f g a t Henüz T â ’üsi ’lere hasredilmiş tetkik olmadığı gibi, bibliyog­ rafya olarak da biz ancak, Ş ayh K ayvân ’m, içinden yukarıda geçen malûmatı aldığımız eserlerini ve bilhassa, 1350 'de yazılan ve devrin sonlarına doğru Tahran’da intişâr eden Kitab-i raz goşâ ki pâsuh-i pancök porsiş ast va-kitâb-i bahin sokan ki duBzdah porsiş a s t’i kaydedebiliriz. (B. Nikitine .) TAVADD UD . [ Bk. tevedd Od.] . T A V A F . [ Bk. TAVÂF.} T A V Â F . TA V A F ( A. ; zarf edatı olan fii­ lle kullanılan tâfa ’den ), bir şeyin etrafında d ö n m e ; ibâdet lisânında mübarek b ir ş e y i n , bir taş, bir mihrab v.s. nin e t r a ­ fında koşarak veya yürüyerek d o 1 a ş m a. Bu âdet, bâzı karinelerin delâlet ettiğine göre Isriilîlerde vardı ( bilhassa bk. Mezâmir, XXVI, 6; XXVII, 6; LXX ) ve ikinci mâbed devrinde. îsrâiSîlerin kamış bayramları merasimi; bu merasimlerde ilk altı gün birer defa, yedinci gün de yedi defa mihrabın et­ rafı dolaşılırdı. Fakat bu ibâdet tarzı İranlI­ lar, Hindûlar, Budistler, Romalılarda ve di­ ğerlerinde de mevcuttu; netice itibariyle ma­ zisi çok eski bîr devre kadar çıkar. Tavaf , eski Arapların ibâdet bayatında çok ehemmiyetli bir yer işgal etmiştir. Tavaf ile aynı mânaya gelen davar ( dara ’ den ) kelime­ sinin bâzan onun yerini aldığı görülür. Bu cümleden olarak İmru ’al-Kays ( al-Muallaka, s. 63; Yedi askı, trc. Ş. Yal t kaya, İstanbul, 1943, Dünya edebiyatından tercümeler, Şark -İslâm klasikleri, beyit nr. 64 ), yaban öküz­ lerini, put etrafında dönen uzun etekli genç kızlara benzetir ( Duvar, ‘Antara, 10,2 ’ deki -divâr okumamak şartiyie—davar gibi etra­ fında dönülen bir puttur ). Mekke ’de, duvarı­ na al'fdacar al-asvad yerleştirilmiş olan Ka’be [ b. bk.] ’nin etrafında dönülüyordu ( ta va f al •bayt). İslim dininin menâsikinde İbrahim ’in dinine kadar çıkan bu ibâdet de yer aldı ve K a’be bu ibâdetlerin merkezi yapıldı. Pey­ gamber, hicretin 8. yılında, doğduğu şehre zaferhlta Aasiklop*4ısJ

le girişinde, İbn Hişâm (s. 820; krş. al-Tabart, İ, 1642 ) ’a göre, devesinin üzerinde, eğri bastonu ile rukn al-asvad’e (K a’b e ’nin, alHacar al-asvad'in bulunduğu köşesi) doku­ narak ta v a f ’1 edâ etti. Fakat banda istisnaî bir taraf vard ı; bu husûsî bir ibâdet mâhiye­ tinde idi ve nitekim İbn Hişâm’a nazaran t a v a f ' m esasları kat'î hükümlere, Peygam­ ber ’in vefâtından kısa bir zaman önce, „vedâ baccı" sırasında bağlandı. Bununla beraber, eski an’anevî şekillerin (ki bunlar İbrahim ’den geliyordu; bk. İbn Hişâm, s. $1, 2«) mu­ hafaza edildiği kat’îyetle kabûi edilebilir; Öy­ le ki, bu ibâdetin İslâmî şekli, eski müşriktik devrindeki amelî şekli hakkında bir fikir ve­ rebilir. Bu amelî şekilden gelen bir vâkıa ola­ rak şu husus kaydedilebilir: Ka’be etrafında dönüş aralıksız yedi defa icra edilir (krş. yu­ karıda İsrâilîlerin kamış bayramları); bunlar­ dan ilk üç dönüş oldukça sür’atli bir yürü­ yüşle, al-Hacar al-asvad’den başlamak ve yine aynı köşede tamamlamak ve bu esnâda da K a’be ’ yi dâima sağa almak sûretiyle yapılırdı; evvel emirde, mümkünse taşı öp­ mek, aksi takdirde mntlaka ona el sür­ mek gerekirdi ( ta v a f ’ta her dolaşmaya bir sav; denir. Buna göre bir ta v a f yedi şavf ’tan teşekkül eder. T a v a f edene de fS’i/ de­ nir ]. Buna mukabil eğer Wellhauşen'İn mü­ şahedesi doğru ise, önceleri yalnız ‘amre [ b, bk.] ’de vâki olan ta va f ’ın, hacıların Mekke ’yi ziyaretleri esnasında, büyük $ucc’da İslâ­ mî n menâsıke ithâl ettiği bir yenilik olarak telâkki edilmesi gerekir. Bununla beraber, hâdiselerin bu izah ve tefsîri hacc maddesin­ de münâkaşa edilmiştir. Orada bu îzah ve tefsirlere karşı sûre III, 97 zikredilir; fakat hacc al-bayt tâbirinin mânası kat’î değildir; zira Peygamber, bu âyet nâzil olunca, hacc menâsikinin şumûtünü daha da genişletti, İslâmî yenilik olarak husûsî mâhiyetteki ta­ vafları bilhassa nazar-ı itibâra almak gerekir. [M ekke’ye gidildiği zaman yapılan ta va f altahiya, ta v a f al-likâ veya t, al-Içudüm (se­ lâm veya varış ta vafı) ile Natır günü Minâ ’den Mekke ’ye inildiği zaman yapılan ve menâsikin son merhalesini teşkil eden ta v a f alşadar veya ] ta v a f al-vada ( dönüş veya ay­ rılık tavafı, bk. Bruckhardt, Reisen in Arabien, s. 439 ); diğerleri de zâten farz değildirler. Peygamber tarafından, eski putperestlik âdet­ lerinden olan bir ta v a f şiddetle yasak edil­ miştir : bu âdet fırsat zuhurunda tatbik edi­ liyordu ve fa v â f ’1 tamamen çıplak olarak edâ etmekten ibaretti ( bk. Ktvr’an, VII, 3 1; ibn Hişâm, s. 921 ; krş. İbn Sa’d, 1II/I, 6, 12), burada Ka'be yanında, müşriklerin faoâ/ sı­

I

ÎA V Â F rasında üzerine elbiselerini koydukları ağaç­ tan bir yer ( „haşaba“ ) zikredilir. Ka’ b e ’yi çeviren ve üzerinde tavaf ’ın yapıldığı yola al-m afâf denir. Hatim [ bk. znad K A ’B E } ’in duvarı yanından, mûtad üzere Ka’ be boyunca değil de, mezkûr duvarın dış tarafına doğru koşulur. Zikredilen busûsi şekiller bir tarafa, tavaf farzdır [; tavaf al-ziyâra, ta va f al-i)âza veya fa vâ f al-rukn ] ve bu sebeple islâmın mübim bir unsuru olmuştur. Emevî hilâfetine karşı hare­ kete geçen ‘ Abd Aliâh b. al-Zubayr [ b. bk.] ’in hâkimiyeti sırasında, mü’minlerİn Mekke­ ’yi ziyaretleri tehlikeli bir hâl alınca, halîfe ‘Abd at-Malik ’in Kudüs ’te Kubbat al-Şahra ’yı ta­ v a f ’ın Ka’ be ’yi favSf ile aynı derecede ol­ duğunu beyân etmesinin ( bk. Goidziher, Muhammedanische Studien, II, 35 ) sebebini bun­ da aramalıdır. Zira bu ibâdetin tamâmiyie yapılmaması İslâm dininde hissedilir bir boş­ luk arzedecekti. Zâten islâmın bu yeniliği çok geçmeden bir takım âmillerin te’sîriyie kayboldu ve islâmda Ka'be ’den başka bîr şeyin tavafı, git-gide yersiz bir mâhiyet aldı. Bununla beraber eski ibâdet an'anesi aşağı halk tabakalarında varlığını muhafazaya de­ vam etti: bedevilerin sâdece cedlerinin değil, fakat aynı zamanda İbn al-‘A bb as’m Tâ’if ’teki kabrini favâf etmek istediklerini söyle­ yen al-Ucaymi *nin naklettiği vâkıa, bunu şâyân-ı dikkât bir tarzda gösterir. B i b l i y o g r a f y a : Robertson Smith, Lectures on the Religion o f the Semites (1889 ), s. 3 2 1; Schefte!owitz ( M G W J , 19 si, LXV, 118 v.dd.); Wellhausen, Reste arab. Heidentums2, s. 67, 74, 1 41 ; Snouck Hurgronje, Het mekkaansche Feest, s. 108 ; Juynboli, Handbuch des islamischen Cesetzes ( 19 10 ) ,'s. 148, 150 ,136 v.d. ; ai-Azraki, nşr. Wüstenfeld, Die Chroniken der Stadt Mekka, 1, tür. yer.; Wensinck, Handbook of Early Muhammedan Tradition, bk. bu keli­ me; [ Mehmed Zihni, K itâbü’l-hac ( Nî metâ ’l-îslâm, *. kısım, İstanbul, 1957 i, s. 8, 13 v.d,; ö . Nasuhİ Bilmen, Büyük İslâm İlmihâli { İstanbul, 1968 ), s. 368 v.dd,], E F r . B u h l .)

T A V ’AM ÂN . [ Bk. TEV’EMAN.] T A V A K K U L . [ Bk. t e v e k k ü l .] T A V A K K U L B. B A Z Z A Z . [ Bk. t e v e k ­ k ü l B. BEZZÂZ-] T A V A Ş Î. [Bk. t a v â ş LJ T A V Â Ş İ. TA V A ŞÎ, b a d 1 m [ bk. mad. H A ­ DİM ] keümesin’ n müteradifi olarak kullanılan bir tâbir olup, bunun önce Mısır 'da Memlûk saraylarında, XIV. asırdan sonra da Anadolu ’da istimâi olunduğu anlaşılmaktadır. Makrizi

TAVIL. ( Histoire des Sultans Mamlouks, trc. Quatremère, I/lI, 8. 132 ) kelimenin esâsının tâbâşi olduğunu ve Türkçe ’den alındığını kaydetmek­ tedir ki, asimin hizmet ve hizmetçi mânalarına gelen tabuğ ve tapuğci olması gerekmektedir. T a v â ş i' 1er umumiyetle saray hizmetlerinde kullanılmakla beraber, içlerinden temayüz ede­ rek idâri makamlara yükselenleri de olmuştur. Nitekim XVI, asrın başlarında Osmanlı impa­ ratorluğunda vezîr-i âzamlığa kadar gelebilen Hadım Ali [b. bk. } ve Hadım Sinan [b. bk. ] Paşalar bu meyanda zikredilebilir. Bununla berâber, 1560 tarihlerinde Prizren alay-beylerinden birinin, reayanın çocuklarından üçünü cebren tavâşî ettirmeğe teşebbüs ederek, bun­ ların ölümlerine sebebiyet verdiği, bunun neti­ cesinde vazifesinden azlediidiği, hattâ zeame­ tinin de alınması sureti ile cezalandırıldığı görülmektedir ( Başvekâlet Arşivi, Kâmil Kepeci tasnifi, defter no. 216, s. 1 1 ) ki, bo hu­ sus, o tarihlerde Osmanlı imparatorluğunda, bn kabi! hâdiselerin hoş karşılanmadığını gös­ termektedir. İran ’da Safevî devleti sarayında da istihdam edilen Mukarrab al-hâkân arasındaki siyah ve beyaz tavâşi ’lere H^Sca-sarü denildiği bilin­ mektedir. B i b l i y o g r a f y a : Mad. HÂDİM ’de­ ki bibliyografyadan başka bk. C. Brockel­ mann, Mitteltürkischer Wortschatz (Leipzig, 1928 ), s. 195 ; Wüstenfeld, Die Geographie und Verwaltung von Ägypten ( Göttingen, 1879 ), s. 179 ; I. Hakkı Uzunçarşıiı, Osmanlı devleti teşkilâtına medhal ( İstanbul, 1941 ), bk. indeks; ayn. mİ)., Osmanlı devletinin saray teşkilâtı (Ankara, 1945), s. 172, 340; M. Zeki Pakalın, Osmanlı tarih deyimleri ve terimleri sözlüğü, III, 422 v. dd. ; Ah­ med Resmî, Hümilat al-kubrâ’ (Millet kütüp., nr. 274); Nermin Dizdaroğlu, Osman­ lı tarihinde darüssaâde ağaları ( Edebiyat fakültesi tari’ı bölümü mezuniyet tezi, 1948 — 1949, nr. 495); M. İzzeddin, Les eunuques dans le palais ottoman ( Orient, 1962, XXIV ), 103 —1 2 1 ; E, Kaempfer, Am H ofe des per­ sischen Grosskönigs ( 1684/1685) Alm. trc. ve notlar; W. Hinz, Leipzig, 1940, s. 183 v .d d .; V. Minorsky, Tazkirat al mulük, A Manual of Safavid Administration ( tak­ riben 113 7 = 17 2 5 ), London, »943. s. 56. ( N e ja t G Ö Y Ü N Ç . ) T A V B A [Bk. tev be .] T A V H lD [Bk. TEVHÎD.] T A V ÎL [Bk. t a v l .] T A V I l T a v I l (A .) a r ü z u n i l k b a h r ! olup, al-H alil’in arûz sisteminde, birinci dâ-^ irenin birinci bahri olarak yer alır. Tavil

ÎA V İL („uzun") diye adlandırılması beyitlerinin uzun oluşu, macztf v. s. kısaltılmış vezinlerinin bu­ lunmayışı ile izah edilmiştir (bu babre niçin tavil adını verdiğine dâir bizzat al-Halil ’in cevabını nakleden bir rivayet için bk, al-Hâfiz al-Yağmüri, Nâr al-kabas, nşr. R, Sellheîm, Wiesbaden, 1944, s. 71.). Dâire sistemindeki nazarî şekli bir beyitte dört defa fa’ûlun mafâ’ilun ’dur. Tatbikatta bu şekle ancak küçük bir farkla tesâdüf edi­ lir. Makbuz bir 'arûi ’u ( : mafâ’ilun ), salim (: mafâ’ilun ), makbuz (: mafa İhın ) ye mahz ü f (: mafâ’i= fa 'ü lu n ) olmak üzere üç zarb'ı vardır. Buna göre üç ana vezni şunlardır: l. fa'ûlun mafâ'ilun fa'ûlun mafâ’ilun fa'ûlun m afailun fa ulun maf aî l un t. f a ’ûlun mafâ’ilun fa ’ûlun mafâ'ilun fa ’ûlun mafâ’ilun fa ’ûlun mafâ'ilun 3. fa ’ ûlun mafâ'ilun fa ’ ûlun mafâ'ilun fa'ûlun mafâ'ilun fa ’ülan fa ulun 'Aruz ve iarb ’ lart hâriç, bu vezinlerin di­ ğer tef’ileierinde şu değişiklikler görülür : , a, En ziyâde görülen değişme, fa ’ûlun ’ün yeri­ ne fa ülu gelişidir. Bu değişiklik 3. iarb ’dan hemen önce gelen tef’ilede bilhassa yapılır, b. M afâ’ilun ’lerin yerini de bâzan maf&'ilu ve mafâ'ilun alabilir, c. Beytin ilk tef’ilesi olan fa’ ûlun yerine fi'lu n veya f i ’la gelebilir. Bu, bazılarının dediği gibi sâdece bir şiirin ilk beytine mahsûs değildir. Ayrıca bunun, beyit­ lerin ilk kelimesinin başında bulunan fa , va gibi bir edatın düşmesinden ileri gelmiş ola­ bileceğini öne sürenlerin iddiaları oldukça zayıf bir ihtimaldir. Tavil, Arap şiirinde en çok rağbet görmüş bahirlerden biridir. Hattâ eski şâirlerin mev­ cut şiirlerinde bu bahir başta gelir ( msl. The Divân o f the six ancient arabic poets, nşr. Ahiwardt, London, 1870 ’in ihtiva ettiği şiirlerin 71 ’i bu bahirdedir). Bunu ancak 35 parça ile vâfir takip eder ; yine al-Aşma'İyât ’taki par-, çaların 3 1 'i fa vil ile Hazmedilmiş olup, bu eserde ikinci sırayı 16 parça ile kâmil alır ( bk. R, Blachere, Histoire de la litterafare arabes,.., Paris, 1966, s. 362, not 2 ). Nitekim eski Arap şiirinin en güze! nümûnelerinden olan, Imru’ al-K ays’in, Tarafa ve Zuhayr’in Mu’allalıa ’lan, al-Şanfarâ’nın meşhur Lâmiyat al* Arab ’1 bu arada zikredilebilir. İ r a n ve T ü r k n a z ı m l a r ı n d a kul­ lanılmayan bir kaç bahirden biri de favil ’dir. Bu edebiyatlarda, arûza dâir eserlerde focii’in vezinleri için — çoğu birer beyit­ ten ibaret — bâzı misâllere rastlanırsa da, bunlar mezkûr vezinler için bilhassa Hazme­ dilmiş örnekler veya Şams-i Çays ( al-Mu cam f i ma’ âyir aş’ âr ah’Acam, nşr. M. Ramazâni,

6/

ÎA V ÎL fi.

Tahran, 1314 h ş.= i935, s- S? v. d .)’ın de­ diği gibi eski şâirlerin „Arap şâirlerini taklîd ( takayyul)“ ve „arûzdaki ustalıklarını gös­ termek“ hevesiyle söyledikleri münferid par­ çalardan ibarettir. B i b l i y o g r a f y a : İbn ‘Abd Rabbihı, a l-İk d al- fa r i d ( Kahire, 1365 ), V, 442 v.d,, 477; R. Basset, Le Khazradjiyak ( Cezayir, 1902), s. 5ü—60, 153 v.d; al-Tahânavi, K aşşâf işfilâkât aUfunün (Kalküte, 1854-— 1862), 1, 925 v.d,; Ahmed Hamdi, Tashil al-’ arûi (İstanbul, 1289), s. 62, 73; Moham­ med Ben Cheneb, Tuhfat al-adabfi mizan aş'âr al-’arab (3. tabı, Paris. 1954), s. 24 v .d d .; ayn. mil., 'Aruz ( E l , IV, 74o); Şafa Hulusi, Fann al-takfi’ a l-şıri va’l-kâfiya {Beyrut, 1966), s. 43—54. Ayrıca bk. mad, ARÛZ.

NİHAD M. ÇETİN.)

T A ’V İL. [Bk. T e ’v Si..] T A V İL A . [ Bk. Ta v Îl e .] T A V ÎL E . [Bk. L a r IN.] T A V lL E . TA V ÎL A, C e n Û b î A r a b î s t a n ’ d a b i r ş e h i r , vaktiyle Kavkabân kaza’sı kâ Ummakâm ’lık merkezi olup, daha Niebuhr zamanında burası Kavkabân ’a ait idi. Şehir, İkincisi ( şarktan itibaren ) al-Huşn tesmiye olu­ nan 4 kayalık tepeden ibaret bir silsile teşkil eden, Vadi Lâ‘ a ( nehri) ’nin sol kıyısında, dağın, Caba! Zulâ‘daki dil biçiminde bir çıkın­ tısı üzerinde bulunmaktadır. Şehrin cenub-cenûb-î garbisinde, biraz daha aşağıda, fakat 500 adımı geçmeyen bir mesâfede, bugün gü­ zel. bir saroıcı iie harabe hâlinde bulunan Mascid al-Zâhir bulunmakta olup, iyi kaldırıcıdanmış bir yol keza (marhal) buradan şark istikame­ tinde şehre kadar uzanır. Bu harabenin veya daha doğrusu onan taşları ile inşâ edilmiş olan misafir hanenin [semsera] şarkında ancak 200 adım mesâfede, siyah taş yığmalı cesim bir bina bulunur ve buradan kaldırım taşı döşeli diğer bir yol keza şehre çıkar. Bu şehir küçük ve surdan mahrum olmakla beraber, oldukça büyük bir pazaıı vardır. Vaktiyle Türkler ta­ rafından faydalanılmış bulunan idâri binalar, şehrin iyice cenûb-i garbîsinio müntehâsında bulunur; seyyah E. Glaser, şehri 2—3 kânun I. 1883 'te ziyaret etmiştir. B i b l i y o g r a f y a : C, Niebuhr, B eschreibung von Arahien, ( Copenhagen, 1772), s. 258; E . Glaser, Geographische Forschun­ gen Jemen, 1883— 1884, var. 59, 60; A, Defler s, Voyage au Yemen (Paris, 1889 ), s. 7«* (A . G rohmann. ) .............. T A V K Α. [Bk. TEVKİ’. ] T A V R  T . [ Bk. TEVRAT.] T A V R İY A . [B k . TEVRİYE.] T A Y A L ÎS Î. [Bk. TAYAlislJ

ÎA Y Â L İS Î -

_________________

^ T A Y Â L t S İ . a l- JA Y Â L İ S İ, Abu D âvöd Sulaym ân b. D âvöd al-CÂRDo ( 750 ?—819 ), h a d î s d e r l e y i c i s i ve b i r M u s n a d m ü e l l i f i . Nisbesİ. taylaşan „baş ve bâzan omuzları Brten örtü, şal" (bk. Dozy, Diction­ naire détaillé des noms des vêtem ents chez les arabes, s. a78 v. dd.)'ın cem’i olan tayâlis a ’den iştikak eder. al-Tayâlisi, Basra’ da *33 (7 5 o /7 5 i)’te doğdu ve *03 (818/819 ) ’te öldü [ 204 yılı safer veya rebiütevvelinde ve fat ettiği de rivâyet edilir, bk. Târih Bağdâd, IX, *9]. Vefatında 72 yaşını idrâk etmiş bu­ lunduğu da söylenir. Şu'ba, Sufyân al-Şavri ve şâir meşhur muhaddislere istinad ederek hadîs rivâyet etmiştir. Kendisi de, Ahmed b. Hanbal, ‘A li b. al-Madini, Abu Bakr b, Abi Şayba v. b. tarafından bn sahada en selâhiyetli kimse olarak kabûl edilmiştir. 30.000 ( veya 40.000 ) hadîs ezberlemiş olduğu ve bunları ri­ vâyet ederken yazılı bir kayda mürâcaat et­ mediği söylenir. Bâzı hafıza yanılmalarına işa­ ret edilmekle berâber, güvenilir bir şahsiyet { ¡ i k a ) olarak şöhreti vardır. Sık içtiği halâ­ stır yüzünden fil hastalığına tutulmuştu. Onun al-M usnad ’inin metni ( Haydarâbâd, 13 2 1) Abü Bişr Yûnus b. Habib, Abu Muhammed ‘Abd Allah b. Ca’far b. Ahmed b. Fâris, Abü Nu’ aym Ahmed b. ‘ Abd Allah fa. Ahımed fa. İshâk, Abü ‘Ali al-Hasan b. Ahmed b. alHâsan ai-Haddad al-Makkari, Abu ’ 1-Makârim Ahmed b. Ahım ed.,. b. Muhammed b. Kaya al-Labban ( Ölm. 59 7= 120 0/120 1) yoluyla ri­ vâyet edilmiştir. Bu eser, yalnız, 600 ’den ziyâde şahâbî ’nin rivâyet ettiği musnad t b k mad. H A D ÎS ] ’lerden müteşekkil olup, aynı nev’ideki eserler tarzında tertip edilmiştir. 2.767 hadîs ihtivâ eder; buna göre, eserin hacmi, al-Buhâri ’nin Ş a kık ’inin takriben onda biri veya İbn Hanbal ün al-Musnad’ inin yirmi beşte biri kadardır. Eserde kla­ sik hadîslerin temas ettiği bütün mevzuların sahaları ile ilgili hadîsler bulunmakla berâber ehemmiyet taşıyan mevzulara, daha mahdut bir ölçüde yer verilmiştir. Peygamber ’in hayatında yer atan bâzı şahsiyetler hakkında, bu eserde, diğer hadîs mecmualarında olduğundan belki daha az malûmat bulunduğuna işaret edilebilir. at-Tayşlisi ’nin mecmuasında msl. Hadioa,Zaynab b. Cahş, Abü Sufyân, ‘Amr b, al-’ Aş, Abü Musa ’ 1-Aş‘ari, ‘Abd Allah b. Ubayy, ‘Abd Allah b. Salam, İbn Şayyâd, Ka'b b. Mâlik, Hâtid b. al-Vaiid, Sa'd b. Mu‘âz ve Salman al-Fârisi hakkında hiç bir hadîs yoktur. Bueserin ihtivâ ettiği hadîsi er.arasında, klasik mecmualarda bulunmayanlar hemen-hemen yok gibidir; güç hadîslerin anlaşılması için kullanıl­ mış ıstılahların faydalı olduğu hâller nâdirdir.

TÂYP.

B i b l i y o g r a f y o: Abü Bişr Mnhammed b. Ahmed al-Davlâbi. Kitâb al-kanâ va ’basm a’ ( Haydarâbâd, 1322 I, 169; Zahabi, M izan a l-ıtid â l (Kahire, 1325), I, 413; ayn. mil., Tabakât a l-h u ffâ z ( nşr. Wüsten)eld ), I, 76 v. d .; İbn Haoar ai-’Askalâni. Tahzîb al-iakzib (Haydarâbâd, 13 2 5 ),IV, 182 v.dd,; İbn Hatib ai-Dahşa, Tuhfat zavi ’l- Arab (nşr, T. Mann ), s. 170; at-Sam‘Sni. Kitsb al-ansâb ( C M S , XX, var. 374b) [Hayr alDin al-Zirikli, al-A‘lâm (Kahire, 1959 \ III, ı86;‘ Omar Rizâ Kahhâla, Mu'cam al-mu’allif in ( Dimaşly, 19 6 1), X, 2Ğ2 v. d.; Brockeimann, G A L, Suppl,, I, 257; F. Sezgin, Geschichte des Arabischen S ch rifttu m s ( Lei­ den, 1967), s. 97 v.d,]. (A . j. WENSİNCK.) TAYAM M U M . [Bk. teyemmüm.] T A Y B A . [ Bk. t a y b e .] T A Y B E . [ Bk._ medIne .] T Â Y İ’. A L -T Â f Lİ ’LLÂH, (veya L.I-AMR A l ­ lah ), A bö B a k r ‘A bd a l -K arîm b . a l -F a zl ( 929—1003), A b b a s î h a l î f e s i olup, 317 (929/930 ) yılında doğmuştur Babası hâlife alMuti‘ [ b. bk ] annesi ise, ‘ Utb adında bir câ­ riye idi. 945 yılından beri Ira k ’a Böveyh-oğuiları hâkim idiler. Bunların aşırı şi ’î tutumla­ rı, gerek sünnî .ahâliyi, gerek hizmetlerinde bulunan ve hepsi de sünnî ol*n ücretli TÜrk k ıt ’alarmı kızdırmakta idi. Büveyh oğlu ızz alDin Baht yâr [b. b k .]’m Bagdad’da bulunma­ masından faydalanan Türk kumandanı al-Haeib Sebüktigin 13 zilkade 363 ( 5 ağustos 974) Jte esâsen hasta olan al-MuH* ’in de arzusuna uyarak, bunun oğlu ‘Abd al-Karim ’i, al-Tâ’ i‘ adı ile halîfe ilân etti. Yeni halifeyi de yanı­ na alarak, Bahtiyfir’ a karşı, Vâsit *e yürüyen Sebüktigin, burada Bahtiyar ile savaştığı sı­ rada eceli ile öldü. Onun yerini alan Aftigin ise, İran'dan Bahtiyar'm imdadına koşan, fa­ kat bizzat Bagdad'a hâkim olmayı gaye edi­ nen ‘Azud al-Davla [ b, bk ] taralından mağ­ lûp edildi, Büveyh-oğullarının reîsi sayılan ba­ bası Rukn al-Davla [b.bk.]'nin müdâhalesi ile Bagdad ’a ve Türklerîn mağlûbiyeti üzerine Tekrit 'e kaçmış bulunan, ancak, hediye ve vaâdlerle elde ederek geri getirttiği halîfeyi tekrar Bahtiyar’ a teslim ederek İran ’a dönen ‘Azud al-Davla, babasının 366 ( 9 7 6 ) ’da vu­ ku bulan vefatı üzerine Irak ’1 k at’ î o’ arak eline geçirmiş ve 978 'den itibaren gerek halî­ feyi ve gerekse bütün iktidarı elinde tutmağa başlamıştır. ‘ Afcud al-Davla "nin 8 şevval 372 ( 26 mart 983 ) ’de vuku bulan ölümünden sonra Büveyhoğullarının iktidarı temelinden sarsıldı. Bagdad 'da Am ir al-Umara’ sıfatiyie babasının yerini alan Samsam al-Davla [ b. bk.], kardeşi Şaraf

TA Yİ al-Davla ile yaptığı mücâdelede mağlûp oldu. Neticede Bagdad ye İrak, önce Şaraf al-Davla ’nın i ramazan 376'=kânun 11. 987) ve onun ölümünden ( 379=989 ) sonra da ‘Azud al-Davfa *uin oğullarından bir diğeri olan Bahâ’ alDavla Abu Naşr [ b. bk.]'ia hâkimiyeti altına girdi. Kardeşleri ve yakın akrabası ile bitiptükenmeyen mücâdeleler yüzünden kendi as­ kerinin etinde oyuncak hâline gelen Bahâ’ alDavla, bunların ücretlerini ödeyemeyecek du­ ruma düştüğünden nihayet, servetini ele geçir­ mek gayesi ile halîfeyi düşürmeğe karar ver­ di. 19 receb 381 ( 1 teşrin 1. 991) tarihinde, hilâfet sarayında yapılan bir kabul merasimi esnasında, hiç bir şeyden haberi olmayan alTâ’i', zorla tahtından indirilerek Büveyhî emîrinin evinde hapsolundu. Yerine amcası Abü Muhammed İshâk ’m oğlu olup al-Kadir [ b. bk.] adını alan Abu '-l'Abbâs Ahmed geçirildi. Bir müddet sonra yeni halîfenin sarayına naklolu­ nan ve burada iyi bir muâmele gören al-Tâ’ i' 1 şevval 393 (3 ağustos 1003 ) ’te vefat etti. Hilâfetin gerçek mânada iktidarı ifâde et­ mediği bir devrin mümessili olan al-Tâ’i‘, İs­ lâm dünyasının Karmatî isyanlarına ve büyük çapta kalkınmış bulunan Bizans'ın taarruzla­ rına karşı şiddetle savaştığı, bir taraftan da Hamdan oğullan, Mervanîter, Büveyhîlér v. s. arasında devam eden iç karışıklıklarla yıprandı­ ğı bir zamanda adını sâdece hutbelerde okuta­ bilmiş, kendisinden yalnız tâyin beratları, tâziyetnâ meler ve buna benzer muamelât dolayısiyte babsettirebilmiştir. Ancak 389 (999) yılı ortalarına kadar İslâm âleminin şark ül­ kelerinde, adının, hutbelerde ve sikkelerde muhâfaza edilmiş olması dikkate şâyandır ( krş, Zambaur, Manuel de Généalogie..., Hannover, 1927, s. 4, not 4). Gerek Bahtiyar ve gerek 'Azud al-Davla kızlarından birisini halîfe al-Tâ’İ‘ ile evlendir­ mek ( Zambanr, ayn. esr,, levha G, not 107 ve Q, not 8 ’de îbn Hailikân, Vafayât, Bulak, 1299, I, 10 8 ’den naklen verilen, Bahtiyar ’m, halîfe­ nin kızı Şâh-i Zamân ile evlendiği şeklindeki kayıt yanlış tercümeye dayanmaktadır. Kızın adı bile, onun Büveyhî emîrinin kızı olduğuna delâlet .ediyor ) suretiyle yüksek hilâfet ma­ kamı ile, meşruiyetlerini temellendirecek sıhrî rabıtalar kurmak istemişlerdi ( Abu ’ 1-Fidâ, Tarifa, Kahire, 1325, II, 1 2 ı ; krş, Weil, Ge­ schichte der C halifen, III, 31, not 3). Bu izdi­ vaçların her hangi bir semeresi hakkında kay­ naklarda bilgi yoktur. B i b l i y o g r a f y a ; al-Hatib al-Bağdâdi, Târik Bagdad, Kahire, 1931, XI, 79; İbn al-Aşir, al-Kâmil, nşr. Tornberg, VIII ve IX, bk. fihrist; İbn Haldun, al-’Ibar, III,

TA YY.

69

428, 4 3 6 Kamâl al-Din Muhammed b. Müsg al-Damiri, Kitab hayat al-kaıjavân al-Kubrâ, Kahire, 1356, 1, 93 v.d.; Abu 1 -Fidâ’ , Tarih, Kahire, 1325, II, 113, v.d., 12 1, 127; İbn alTiktakâ, al-Fakrî, nşr. Derenbourg, s. 391; İbn Şâkir al-Kutubi, Favat, II, 3 ; Weil, Gesc­ hichte der Chalifen, III, 21—44; Muîr, The Caliphate, its rise, decline and fa ll, 3, tabı, ' s. $82; Le Strange, Baghdad during ihe Abbasid caliphate, s. 162,270 v.d.; Christoph Bürgel, Die H ofkorrespondent A d u d adD aulaş und ihr Verhältnis zu anderen, his­ torischen Quellen der Frühen Bayiden, Wiesbaden, 1965. E I, mad. a l-T a T . ( FİKRET IŞILTAN.)

TA Y M _ b , M U R RA . [B k. teym b . mÜrre .] T A Y M A ’, [Bk. TEYMÂ’.] TA Y M A L L AH b . Ş A L A B A . [B k . TEYm a ll Ah . b . s a l e ’be .] T A Y Y . [TAYY.] T A Y Y . T A Y Y , eski Arabistan’da Y e m e n - ’ m e n ş e ’1 i b i r k a b î l e . Neseb âlimlerinin bize naklettiklerine göre, adını kabîleye veren Tayy lekaplı Culhuma b. Udad, büyük Kin da kabilesinin ceddi, Mazhic ve Murra’nin er­ kek kardeşi olan bir ilahtan ahfâdı idi. Tayy ’lar, menşe’ itibariyle Şan’ â’-Mekke hattı üze­ rindeki Hunaka ’nm yer aldığı cenubî Arabis­ tan 'm Cöf kısmında olup, Azd ’lar ve cenûbî Arabistan 'in diğer kabileleri gibi, geleneğin Ma’rİb şeddinin yıkılmasına bağladığı büyük hicrete katıldılar ve Nefüd çölünün cenûbundaki Şammar [b. bk.] dağlan bölgesinde, yarım-adanm şimâlinde yerleştiler. Şimdiki Hâ’il (Hâyel/in cenup ve cenûb-i şarkîsindeki Aca’ ile Salma dağlarına „Tayy dağları“ da denmiştir ki, bu kabilenin bu bölgeler üzerindeki mül­ kiyet hakkının yüz yıllar boyunca tanınmış olduğunu isbat eder. Hâ’il ve Tay ma’ arasında, ber ikisine hemen-hemen aynı mesafede olan Cebel ’Avca’ da, bizzat Taymâ’ gibi, Tayy arâzisine dâhildi. T&yy kabilesi, — daha sonraki zamanlarda— bu bölgede kısmen yerlerinden ettikleri Bani Asad ’den Muzar kabilesi ile sı­ kı bir İttifak içinde yaşadı. Hattâ nakledilir ki Tayy kabilesi, bunların yardımı ile R id a al-Tays yakınında, Tamim’in tâli bir kolu olan Bani Yarbü” u hezimete uğratmışlardır. Tayy ’ın en meşhur boyları arasında şunlar zikr­ edilebilir : Şu'al, Cadiia, Carm, ‘Adi, Gavs, Ma'n, NabhSn ve bunları, Bakri Şa'laba’den yâni Şa’laba b. Cuhl b. RümSn ve b. C adV 'dan tefrik etmek için Saalib Tayy tesmiye edilen 3 boy vardır. Ja y y kabilesinin, câhiliye devrinde Aca’ dağında bir mabette bulunan Fils isimli bir puta taptığı rivâyet olunur ki, burası Peygamber ’in emri üzerine 130 ensar

?o

TAYY -

TÂZÂ.

ile birlikte ‘A li b. Abi Tâtib tarafından tah­ bulunan b i r ş e h i r d i r . Bâzı Orta-çağ murip edilmiştir. Meşhur Hatim al-Tâ’ i ’nin kız­ harnrİerİEe göre ( Istibşâr, al-MarrSkuşi ), larından birinin esir edilmesi bu vesile ile ol­ Tâzâ, uzak Magrib ile merkezî Magrib arasın­ muştur (aş. bk.). Tayy kabilesinin putu aynı da bir hudud teşkil eder. Bu geçitten geçip zamanda Ruzâ tesmiye edilirdi. Kendilerine şarktan-garba giden bn tabii yolun büyük akraba olan H ira ’lı Lab m i’ler ile hiç olmaz­ ehemmiyeti, kısmen bir vâdi ile kuşatılmış sa bir miiddet için sıkı münâsebetlerini de­ olan bu mevkiin işgalini te'min eden stratejik vam ettirdiler i bandan, son kabile reîsi al- ve İktisâdi menfaatlerin, erkenden TSzâ ’da Nu'man IV, ’m her ikisi de Hâıişa b. Lam büyük bir istinat noktasının te ’sis edilmesini Şilesinden olan Tayy kabilesine mensub Far'a teşvik etmesinden gelmektedir. Burada tarihten bint Sa'd ve Zaynab bint Avs adlı iki karısı­ evvelki zamana âit iskân sabaları keşf edilmiş nın bulunduğu istihraç olunur. Fakat İran hü­ olup, şehrin, üstüne binâ edilmiş olduğu kaya­ kümdarından kaçarken akrabaları olan Tayy lıklarda da tarihi belli olmayan bir çok mezar­ kabilesine sığınmaya çalışmış, ancak bunlar, lar bulunur. Orta-çağın başlangıcında ( VIII.—X. a sır), her hSlde ¡ranhlar ile olan dostâne münâse­ betleri dolaytsiyle, onu kabû! etmemişlerdir. bir zümre, Miknâsa’lerin yâni yarı-bedevı Bu münâsebetler galiba devamlı sûrette Berberîlerin oturdukları Tâzâ, bu mıntıkanın mevcut olmuştur. Zîrâ al-Nu'raân’ın Ölümün­ en mühim iskân sahası idi. İbn Haldun ’a göre, den sonra Tayy kabilesinden lyas b, Kabişa, Tâzâ ribât ’ını ( ribât Tâzâ ’y l } kuranlar onlaral-Hİra ’ye nâib olarak tâyin olunmuştur (602 dır. Bu ifâdenin, bu şekliyle doğru olmadığı — 61 î ) ; biz onu, Banı Bakr ’lere karşı Zü Kâr âşikârdır, Tâzâ, o zamana kadar ribât sayıl­ harbinde Arap-İran birliklerinin başında görü­ mazdı. Bununla beraber şehir evvelâ Kayravân yoruz (Tabari ve diğer müellifler İyâs'ı, hıris­ ’h Fâtİmîlerin tarafdarları olan İdrisi ’lere ve tiyan olması dolay isiyle 7 6 üd’lar arasında daha sonra da Kurtuba Emevîlerinin tarafdargösterirler). Hicretin 9, yılında Tayy kabilesi, ları olan Fâtımilere karşı yapılan müdâfaada Peygamber ’e, içlerinde islâmiyeti ilk kabûl mühim bir rol oynamış olmalıdır. O sıralarda eden zât olduğu anlaşılan ve sahabeden sayı­ müstahkem bir şehir ve ribât olarak Tâzâ, lan Kays b, Cahdar ’in bulunduğu bir sefaret Muvabhidierin hakiki bir dayanak noktası idi. hey ’eti gönderdiler ( Usd al-ğâba, IV, 210 ), ‘ Abd al-Mu’min S®8 ( 1133 ) senesinde, yüksek Bu kabilenin njs&esi Tâ’ i ’dir. Bu nisbe ile en ve Orta Atlaslarda hâkimiyetini sağlayan fazla tanınmış olan şahsiyet şâir Hatim al-Tâ’ i Tâzâ gediğine vardı. Galiba o burada ilerle­ { Divân ’1 Sehuithess tarafından neşredilmiştir) mesini durdurmuştur. Daha sonraları ancak *dir. H atim ’in atalar sözü hâline gelmiş bulu­ R if silsilelerini ete geçirmiş ve Murâbıtların nan cömertliği, bir çok hikâye ve fıkranın kuvvetleri ile karşılaşmak üzere henüz ovalara mevzuu olmuştur. Tayy kabilesine mensup şâ­ inmeğe teşebbüs etmemiştir. Bununla beraber irler arasında şunları da zikretmek gerekir: muhtemelen bu mühim stratejik noktayı tut­ 'Ârik al-T 5’ i, Zayd al-Hayl, Abü Zubayd ( hı­ manın ve burada bir kale te'sis ederek içine ristiyan), 'Amr b. Milkat, Amr b. Sayyâr b. bir birlik yerleştirmenin lüzumunu hissetmiş Kirvaş ve islâmiyetin zuhûrundan sonra da olmalıdır. Bu Muvahhid hâkimiyet sâhası hu­ Haricîlerden ai-Tirimmâh ( Divân, nşr. Kren- dut karakolunu koruyanlar tabiatiyle ribât ’iakow, G M S , 19*8, X X V ). Tayy kabilesi leh­ rın haikı tarafıadan temessül olunmuşlardır. çesine ait numûneler, lügatler ve divânlar da (Murâbıtlara karşı yürütülen harbin bir cibad muhafaza edilmiştir; baiçiya ve fa n iya yerine cazibesini taşıdığı bilinmektedir). Yeni kaleye fa n a ve b a k a ; bacaha yerine macaha; zaliltu Ribât adını vermek, ona mukaddes bir bina yerine za ltu \ cadîd yerine 'ayyin. Süryâniee olma kıymeti atfediyordu. Hakikatte, Tâzâ biç ’de Tayyâya, Arapları ve umömİyetie İslâmları bir zaman bir ribât ’ın dinî rolünü oynamış değildir, Eskiden olduğu gibi, burası yine Fas ifâde eder. B i b l i y o g r a f y a : İbn Dnrayd, K. al- yolunu koruyau askerî bir mevki olarak kaldı. Iştikâ k (nşr. Wüstenfeld); al-Bakrl (nşr. Galiba ‘Abd al-Mu’min tarafından yaptırılmış Wüstenfeld); Wüstenfeld, Genealog. Tabel­ olan surların büyük bir kısmı bugüne kadar len ve Register; Sprenger, Alte Geographie muhafaza edilmiştir. Bu sur, âdi duvar taşla­ rından yapılmış değişik büyüklükte burçları Arabiens. (H, H. B r ÂU.) ihtiva eden ve önünde yer-yer bir dış surun T A Z A . [B k .jA z  .3 T  Z  . TA Z , şarkî F a s ’ t a Fas’ ın tak­ kalıntılar: bulunan bir İstihkâm perdesidir. Müdâfîleri olmadığı için, burasını 613 ( 1 21 6) riben 100 km. cenub-i şarkîsinde R i f ’t Orta Atlas ’ın şimalî kollarından ayıran ve „Tâzâ ’te ele geçirmiş bulunan Muvabhidlerin Tâzâ’ sı gediği*4 denilen büyük bir çöküntü sahasında Merinîlere karşı hemen hiç mukavemet göster-

TÂZÂ — T A ’ZİR.



medi. Burasın bu yeni sahipleri de, şehrin tah­ Roland Frejus, Relation d ’un voyage fa it kimine çalıştılar. Ulu-eâmi’i iki delà (1294.135s) en Mauritanie (Paris, 1670), s. 123 v.dd.; tâmir ettiler ve medreseler yaptılar. Bunların Campardou, La Nécropole de Taxa ( Bal,, zamanında Tâzâ, hiç olmazsa bir defa 784 de la Soc.de géogr, d’Oran, I 9 I 7 , X X X V 1 I ) ; ( 1382 ,*te şehri yedi gün kuşatıp çekilmek Campardou ve H. Basset, La Bastioun de mecbûriyetinde kalan Tlemsen sultanı Abiî Taza (A rchives berbères, 19 19 ); Ricard, Hammüd 11.’a karşı geçidi koruma vazifesini Le Maroc (Guide b le u )i G. Marça's, Ma­ yerine getirdi. nuel d ’art musulman ( Paris, 1926/1927 ), s. XVI. asrın başlangıcında Tâzâ ’yi Leo Afri351, 476 v dd„ 728 v. dd. eanus’un tavsiflerinden tanırız. O, Tâzâ'yi < G e o r o e s M a R ç a I s .) hükümdarlığın üçiıneü şehri olarak telâkki T A ‘ Z*R. [Bk. t a ’z î r .] eder. Şehrin idaresi bîr iktâ olarak Fas V at­ T A ’ Z Îk . TA'ZÏR ( A.), mücrimi suçu tekrar­ kası sultanlarının ikinci oğullarına verilmiştir. dan menetmek ve onu suçtan temizlemek için Aralarında bir çok Yahudileıin de bulunduğu ( li ' l tathir ) t e ’ d î b e t m e , o e z â l a n d ı r ve sayıları takriben 5.000 ’e vsran ahâli, et­ m a , Kur ’an ’da bu tarz cezalandırma zikre­ raftaki dağlı halkın devamlı tehdidi altında dilmez; bilakis, Kur ’an ’da sâdece, hadd ceza­ yaşıyordu. sına tâbi olmayan iftira ( sûre IV, 112 ) ve ya­ Şehri sulayan menbâları emniyet altına al­ lancı şahitlik (sûre II, 283; IV, 135 ) gibi, son­ mak ve kendisini Cezayirli Türklere karşı ko­ radan ta’zir ’e tâbi olan bâzı suçlar günah ola­ rumak için Sa'dilerdeo Şerîf —muhtemelen Ah­ rak menfûr addedilmiştir. Hadîs de bu hususta med al-Manşur—şehrin etrafını ihâta eden surun bize pek az bilgi verir. ‘Abd Allâh b. 'Omar bugün dahi cenûb-i şarkî köşesinde mevcut ’den gelen bir rivâyete göre, Peygamberdin olan bir kale burcu inşâ ettirdi. Bunun’ a be­ devrinde satmak için ölçüp tartmadan toptan raber, netice İtibariyle, bu Tâzâ kalesinin biç yiyecek satın alan, dayak ile cezâlandırıhyordu bir zaman şarktan gelen düşmanlara karşı mü­ ( al-Buhâri,i/n{/Srf, bâb 42 ); şârİhlerin vermek dâfaa vazifesi görmeyip, âdeta „bu bölgelerde istedikleri fıklıî değere rağmen bu rivayet, yi­ onu inşâ ettiren Mahzan aleyhine ayaklanan yecek maddelerindeki ihtikâra yöneltilmiş mü­ m'iddeilerden her birine karşı hazır bir kale" teaddit hadîs ve rivayetlerden bîridir ( bk. { H. Basset ve Campardou 1 hâlini a'ması şâ- C. H, Becker, Papyri Schott-Reinhardt, Heîyân-ı dikkat bir husustur. Nitekim Tâzâ 1596 delberg, 1906, s. 5 1 ) ; bununla beraber, her ’da sultana baş kaldıran al-Manşür 'un bir ye­ hâl-ü-kârda, bunun arkasında daha sonraki ti­ ğeni olan al-Nâşir ’in harekât üssü ve yine carî âdetler görülür. İbn 'Abbâs ’m naklettiği alevî sultanlarının ilki olan al-Râşid'in 1664 bir başka hadîse nazaran Peygamber, ha­ ’te F a s ’a karşı hücumunda karargâhı olmuş karet ederek bir kimseyi muhannes olmakla ve 1673 ’te Ahmed b. Muhriz, amcası olan ithâm eden bir şahsı ^20 değnek vurmakla ce­ Sultan Mavlây Ismâ'ii’e karşı burasını elinde zalandırmıştı (İbn Mâca, Hudüd, bâb 15 ) . tutmuştu. Son olarak tahrikçi Abü Hamâra Buna mukabil, sık zikredilen bir hadîse ( Abü 1902 ’de ‘Abd al-'Aziz ile olan mücâdelesinde Burda, 'Abd al-Rahman b. Câbir, Abu HuTâzâ ’yı kendi idâre merkezi yaptı. Şehir 10 rayra ) göre, hadd dışında ancak azamî 10 değ­ mayıs 19 14 ’te Fransız birlikleri tarafından nek cezâst verilebiiiyordu ( at-Buhari, Hudüd, bâb 42; Müslim, hf udüd, hadîs 39 ; İbn Mâca, işgal edildi. [ Hâlen Fas devletine bağlı bulunan Tâzâ Hudüd, bâb 3 2 ; İbn Hanbal, III, 466; IV, 45). Fakat bu hadîsler, hiç süphesiz ta’z i r ’in ehem­ ’u s nüfûsu 32.000 { i960) eivânndadır,] B i b l i y o g r a f y a\ al-Bakri, Descrip­ miyet derecesi hakkında yapılan münâkaşalar tion de VA friq u e septentrionale ( Cezayir, ile ilgili olmalıdır : zâten sonraki fıkıh mek­ 1 9 li) , s. 118 , 142; trc. de Slane, 1913, s. tepleri çok büyük sayıda değnek darbesine ce­ 231, 272; K, al-istibşSr (trc. E. Fagnan), vaz vermişlerdir. Her ne sûretle olursa-olsun, Recueil de la Soc. archèol. d é Constantine ta’zîr, İslâm hukukuna, nisbeten geç idhâl edil­ (1899), s. 134 v.d. ; ‘Abd al-Vâlıid al-Mar- miş bir cezâ şeklidir. Hadîsin 'azzara fiiline râkuşi, H ist. des Almofıades ( nşr, Dozy), bu muahhar ıstılâhî mânayı vermemiş olduğu­ s, 184, 260; trc. E. Fagnan, s. 22i, 306; nun görülmesi de, bu hususta bâriz bir işaret­ İbn Haldun, Hist, des Berbères, ( trc. de tir. Filhakika, İbn Mâca, Hudüd, bâb 32 ’de Slane), 1, 266 ve tür. y er.; İbn Abi Zar‘ , bulunup, yukarıda zikredilen 'nadîste bu fiil K irtâs, tür. yer. ; Leo Africanus, nşr. Ra* geçmektedir : la tu’azziru ; fakat Anas b. Mâlik musio, Venedik, 1837, s. 10 ° i nşr. Schefer, ’in rivayet ettiği bir hadîste 'azzara, bu mu­ II, 339 ; Marmol, Description general de ahhar ıstılâhî mânanın tamâmiyte aksine, şarap A ffric a (Granada, 15 7 3 ) ,II, var, 161 v.dd. ; içmeyi âdet edinmeye tâyin edilen hadd cezâ-

7*

T A ’ZÎR,

sını ifâde için kullanılmıştır ( îbn Hanbal, İÜ, 180 i bu hadîsin İbn Hanbal, 315 ’te geçen bir eşinde mezkûr fiilin yerine çalada kullanıl­ mıştır ). Fıkıh mevzûundaki eserlere göre ¿a'zır, hak­ kında ne hadd ve ne' de kaffâra bulunan cü­ rümlere tatbik edilen şer’ î cezâyı ifâde eder. Bu [ dine, ahlâka, umûmî âdaba muhalif hare­ ketler], msl, beş vakit namazı veya orueu terk gibi, Allah ’a karşı bir itiatsİzlik, hîle, yalancı şâhitîik, kıymeti az bir eşya çalma [ bk. mad. S&RİK ] v.b. gibi insanlara karşı işlenmiş bir snç olabilir. Bununla beraber bu ikinci grupta kul hakkını ( hakfc aUnâs) ihlâl dışında, Allah ’m hakkım ( hakk A lla h ) ihlâl de bahis mevzûudur. Tcfzlr ’i tatbikin tek şartı, suçlunun aklî melekelerine tamamen sâhip ( ‘âkil) olmasıdır. Ta'zır ’in şekil ve Ölçüsü hüküm verenin tak­ dirine bırakılmıştır; o, suçluya alenen ihtarda bulunma, onu herkesin gözü önünde teşhir, nefy, servetinin müsaderesi (bununla berâber, bir müslümanm malı bu hâlde dahi bazılarınca dokunulmaz telâkki edildiğinden bu son husus­ ta görüş ayrılıkları mevcuttur) , hapis veya değnekle dövme cezası v.b. verebilir. Bununla berâber, Mâiikîlerin görüşü hâriç, değnek sa­ yısının hadd cezası için tâyin edilen sayıyı aş­ maması gerekir. Şâfi ’î mezhebine göre bu sayı, hür ((ttrrr) bir İn3an için âzamî 39, bir köle ( rakîk )için 19 olabilir ; Hanefî mezhebine gö­ re bu, 75 vuruştur ( bazıları şarap içme için, bâzıları ise, nâmus husûaunda iftira (kapf) için tâyin edilmiş bulunan lıadd’ı âzamî ölçü almışlardır); Hanbelıler ise, aksine, yukarıda zikredilen hadîse dayanarak sâdece 10 değneğe cevaz verirler. Aynı şekilde dayak cezasının tatbikinde de her fıkıh mektebinde tafsilatlı ve birbirinden farklı bükümler vardır, Ta'zir ,’in birinci derecede ıslâhı göz önünde tutması, gerekli cezanın ber insanın seciyesine göre değişmesi nazar-ı itibâra alınarak bâzı fakibler insanları bir takım tabakalara ayır­ mışlardır. Msl. al-Kâsâni dört tabaka tefrik eder: I. İtibarlı zümrenin ve en mümtaz sınıfın şahsiyetleri, yâni yüksek dereceli me ’muriar, yüksek rütbeli askerler; bunlara, kadı ’mn itimâd ettiği bir adam vâsıtasiyle şahsî bir tenbihte bulunması kâfidir; 2. İtibarlı tabaka, eş­ raf yâni seçkin münevverler ve fukahâ’ ; bun­ lar kad ı’nın huzuruna çağrılırlar ve kendile­ rine kadı tarafından ihtarda bulunulur; 3, Otta tabaka, yâni tacirler; bunlar hapis cezasına çarptırılırlar; 4. Aşağı halk tabakası; bunlara kırbaç ve hapt3 cezası verilir. Bununla berâ­ ber, diğer bâzı fakîhler, içtimâi tabakalara dayanan tamâmiyle zahirî olan bu taksimi bir

yana bırakır, insanı mücerred olarak ele alır, onnn mânevi değerini, dinî hayattaki bal ve hareketini, tabii yaşayış tarzını Ön plana ge­ çirirler [ Ta'zir ’i gerektiren bir cürüm ister fıak% Allah ’a, ister hakk al-nâs ’a müteallik olsun tatbik edilecek cezayı ikame ve takdir selâhiyeti Önce veliyyü’l-emre, sonra da onan nâibleri olan hâkimler ile vulât al-carS’im ( veya ımiat al-mazâlim ) denilen me’muriara âîttir.]. Yalnız Allah hakkı sebep teşkil ettiği zaman hâkim faydalı bulursa ta'zir ’i tamamen affe­ debilir; fakat cezanın kul hakkına taalluk eden kısmı, bundan mutazarrır olan şahıs, hakkın­ dan feragat etmedikçe affedilemez. Bu cezâ için yapılan muhâkemenin usûlü, h a d d ’Az kullanılan usûle nisbeten, sâdeleştirilmiştir. Geri alınamaz bir beyânı ve ikrar veya birisinin kadın olması da mümkün bulunabilen iki şahidin beyanları üzerine ta'zir hükme bağlanabilir. Bu hususta Şahâda 'ala şakada [ bk. mad. ş â HId ] de aynı şekilde kabûl edil­ miştir. Bazılarına göre, bunun için kadı ’nın iş­ lenen saç hakkında ıttılâmın bulunması da kâ­ fidir. Bin bir gece hikâyelerine göre ( bk. Rescher, İsi., 1919, IX, 68 v. dd.), iktidar sahiplerinin, ş e r î’atın kendi ihtiyârî takdirlerine bıraktığı bu cezalandırma imkânlarından nasıl istifâde ettikleri açıkça tâyin edilebilir. Diğer taraftan bu şahsî takdire dayanan cezalarda büküm verme mevkiinde olanların salâhiyetlerim ha­ talı tatbik etmelerinden kaçınılmaya çalışıl­ mıştır. Ekseriya hükümdarların dünyevî işler için vaz 'ettikleri kananlar, kadıya bırakılan cezâ takdirini tanzim etmek istemiş, Türk sul­ tanlarının Kanûn-n&me ’lerinde olduğu gibi bir takım cürümler için muayyen cezalar tesbit edilmiştir ki bo kanunlarda, ayrıca, dövme cezâsının yanında dâimâ para cezası da tâyin edilmiştir ( bk. Fâtih Sultan Mebmed ’in Kanûn-nâme ’si, M O G [1922], I, 13 v. dd.). B i b l i y o g r a f y a : Fıkha ve hadîse dâir eserlerde KitSb aUhudâd bahisleri ve bilhassa al-Kâsâni, Badâ'i' al-Şanü’i' (Kahire, 1910 }, VII, 63 v. d .; Halil, al-Muhtaşar (tre. Santillana ), Milano, 1919, II, 742; al-Mavardı, al-Ahkâm al-sult&niya ( nşr. E n ger), Bonn, 1853, s. 399 v. dd.; tre. Fagnan ( Ceza­ yir, 19*5), s. 469 v. dd.; al-Şa'râni, al-Mizân (Kahire [? ], 1925), İl, 175 v. dd Juynboli, Handbuck des İslam. Gesetzes ( Leiden, 1910 ),§ 65; 3. tabı (H ollanda), 1925, §68; Krosmârik, Beitrcge zur Beleuchtung des isiStrafreckts ( Z D M G, 1904, LVII 1, '65, 536 v. d d .). ( ö . Nasuhî Bilmen, „Hukuki Islâmiyye ve Istdahatı Fıkhiyye“ kamusu ( Istan-

TA ’ZİR ■ bul, 1951', III, 325—3 S 3 ]; Hadîsler için bk. WensiDck, Handbook o f Early Muhamma­ dan Tradition (Leiden, 19 2 7 ) ’da punish­ ment kelimesi. ( H EFFEN IN G .) [ Bu madde N. M. ÇETİN tarafından ikmâl edilmiştir] T A 'Z ÎY A . [Bk. ta ’z Iy e . ] T A 'Z İY E . TA'ZİYA (A.), Arapça’ da umu­ miyetle „birini, başına gelen bir felâketten do­ layı sabır ve tahammül etmeye teşvik" ( K a ­ mus tercümesi, İstanbul, 1305, IV, 1074); Türkçe’de „yakını ölen bir kimseyi teselli etme, baş sağlığı ekleme" ( Ş. Sâmî, Kamus-i T&rkî, İstanbul, 13 17 ,1, 41b ) mânalarına gelen bu ke­ lime, Farsça’da bu mânalardan başka, şi’î'er arasında k e n d i n e c e f a e t m e ş e k l i n ­ de t e z a h ü r e d e n d i n î t e m s i l ’e delâ­ let etmektedir. Kur ’an bununla beraber krş, LXX, 3 7 ’deki ‘izin’ ’da ‘ azıya ’den II. ve­ zinde ( ta f‘ila) mastara raslanmamakta İse de, bütün fıkıh mekteplerinde, ölenin ailesinin ge­ ride kalan fertlerine baş sağlığı dilemeye da­ vet eden Kitâb al-şalât 'm sonunda al-can&iz ( =cenâzeler ) bahsinde yer almaktadır. Diğer taraftan, kelime, şi’îlerde önce, muharrem ile safer aylarında ve bunların dışında ‘A li ’nin ölüm günü olan 21 ramazanda veya diğer imam­ ların ölüm günleri ite tarihî hâdiseleri anma merasimlerinde ve nibâyet bir adağın yerine getirilmesi zamanında, türbelerde veya bu iş için tahsis olunan dinî bina veya ziyaretgâhlarda ve hattâ evlerde tertip edilen dinî tem­ sile delâlet etmektedir. Pek husûsî mânada bu, bilhassa Husayn için tatulan matemdir. Halk dilinde, Kerbelâ ’daki kabrin bir taklidinden ibaret olan tâbût veya no’y ’a da ta ’ziye adı verilmektedir; bu, çok defa, kıymetli malzeme­ lerle yapılmış eve mahsus bir mukaddes eşya ( sanduka) dır. Fakat Ta‘ eiya, her şeyden önce, bizzat dinî temsil mânasına gelmektedir. Bu oyunun zamanı, muharremin ilk üçte bîrinde, bilhassa Husayn’ in katledildiği 10. günü röz-i kati ve Aşûrâ’ [b bk.] günüdiir. Bu dinî oyu­ nun, İran’da, Elcezîre'deki şi’î bölgelerinde ve Hind ’deki mahallî şekilleri, birbirinden çok farklıdır Geniş mânasiyle bu oyuna, meselâ sokaklarda Husayn ’in atı ile yapılan geçit ala yı gibi cenaze alayları, Haşan ’m oğlu al-Kâsim 'in Husayn in kızı Fâtima (aş. bk. ) ile düğün alayı, tâbutla cenaze alayı, ve en içten matemler arasında halkı heyecanlandıran lati­ feler!» de bulunmasından kaçınılmayan her türlü halk bayramları bu oyunlara ithâl edilir. Fakat son olarak, la’ziye, asıl kendine ezi­ yet oyununu temsil mânasına gelmektedir. Sahne, umûmî mahallerde, kervansaraylarda, ziyâretgâhlarda, bazan camilerde ve bu âyinler

TA ZİYE.

n

için busûsî olarak tanzim edilmiş olup imâmbâra veya takiya adı verilen dinî binalarda kurulur. Takiya, bir cimi yanında, üzeri çadır­ la örtülü, dört köşe veya yuvarlak bir avlu­ dan ibaret id i; avlunun etrafında duvar içer­ sindeki nişler, halkın oturacağı koltuk vazife­ sini görürdü. Sahne ( s a k k n ), avlunun ortasın­ da ve yerden yarım ilâ bir metre yükseklikte idi. Bunlardan başka temsilin verildiği yerde, tumturaklı siyah veya mavi kumaşlar, bayrak­ lar, yalın kılıçlar, içerisinde susayanlara veril­ mek üzere su ile buz bulunan ve kaşkol adı verilen kaplar, kaplan ve pars postları, dişli bıçaklar, çalmak üzere boynuzdan yapılmış bo­ rular, millî armalar bulunurdu. Ayrıca Fırat nehrini temsîlen içi su dolu büyük bir kap, çölün kumlarını temsîlen de ufalanmış sazlar, salıncakta aşağl-yukan sallanan ve vazifesi imamların ruhlarını cennet bahçesine götürmek olan Cebrâ’îli temsil eden bir bebek vardı. Se­ yirciler bu temsillere umûmiyetle bayramlık kı­ yafetleri ite gelirlerdi ( Da zoud Monchı-zadeh, Ta ziya, Das persisehe Passionsspiel, Stockholm, 1967, s. 18 v d .). Sahnede, temsilcilere ilâveteu, harfiyen mersiye okuyan mânasına gelen şâir, ra via h*ân gözükür. O, açışı yapar ve kederli yüz ifâdeleri göstererek, bir çok hâdi­ selerle birlikte bir hutbe [ b. bk. ] ile halkı mateme dâvet eder; ağlayıcı kadınlar gibi gi­ yinmiş olan nüva-hannâna '1er, dul ve annele­ rin feryatları ile inledikleri hâlde, ravia-h”ön, erkek çocuklardan ibaret olan peş-faan ’1ar ko­ rosu ile çevrilmiştir. Ta ’ziye mûsikîsi, askerî bir mûsikî olup, âletleri dümbelek, davul ve nefesli sazlardan ibaret idi. Ancak son zaman­ larda Avrupa mûsikîsine âit âletlere ve hattâ mûsikî parçalarına da bu temsillerde yer veril­ miştir ( Davoud Monchi-zadeh, ayn, est,, s. 27). Seyirciler, kadın ve erkek olmak üzere iki zümreye ayrılmıştır. Bunlara Kerbelâ top­ rağından misk emdirilip pişirilmiş yuvaılak topraktan tablet ( muhr) ’1er verilir ve onlar baş eğerek hüzünle bu m uhr’ün üzerine alınlarını korlar. Şehîd, sahnede açlık ve bilhassa susuzlukla, gittikçe daha gerçek bir şekilde dikkati çekerken, sn ve diğer serinletici şeyler dolaştırılır. Bunların masrafları da, oyuncuların ücretleri gibi bir vakıftan veya bir cemiyetten t e ’ min edilirdi (Davoud Monchi-zadeh, aynesr., s. 37)- Seyircilere hiç bîr şey ifâde et­ meksizin şiirin fahriyeleri de dâhil, kendisi ile İlgili her şeyle oyunun bu hazırlığı, sâdece teklifsiz olan için bir şeref mecburiyeti değil, dinî ve sevap olan bir iştir. Bu oyunun cere­ yan ettiği sahne, „cennette bir saray" ile bir­ likte inşâ olunmuştur. Merasimler esnasında seyyıdler büyük bir rol oynarlar : Husayn ’in

TA ’ZİYE. soyandan gelmiş olmaları, kendilerine, ekseriya, ısrarla verilmesini iddia ettikleri hediyeleri almaları İçin gerçekten husûsî bir hak tevcih etmiştir. Benzer motiflerle ve ekseriya bir metinle şâirler tarafından, her hangi bir sûr etle yeni* leştirilmiş ve genişletilmiş olan oyunlardan bü­ yük bir sayı vardır ( bk. Davoud Moncbi-zadeh, ayn. esr,, s. 64 v. dd.); bunların en yay­ gın olanları Farsça olmakla beraber, Arapça ve Türkçe olanları da bulunur. Dram kelimesi, bâzan 40-^0 müstakil sabne tablosunu içine alan bu bütüne, ancak bâzı ihtiyatlarla tatbik edilebi­ lir. Vak ’alar gibi, başından itibaren bütün tefer­ ruatıyla bilhassa bizzat Husayn ’in ölümü de Cebrâ î . eski peygamberler ve Peygamber ¡ara­ lından daha önceden haber verilir, veya rüyada görülür, hikâye edilir ve bundan soma da de­ vamlı olarak anlatılır ( krş. Mocchi-zadeh, ayn. esr„ s. 41 v. dd.). Dinî mevzuları işleyen bu temsillerin şahsiyetleri, melekler dışında, ahd-i atık ve ahd i cedid de dâhil mukaddes tarihi­ nin şahsiyetleridir. Çoğu zaman, onların bu kaderi, şehidin bu mânasına meylettirilm'ştir. Ya'küb ve Yûsuf, Husayn ve çocuklarının ken­ dilerinden daha fazla izdırap çektiklerini bili­ yorlar, Havva, Yusuf ’un annesi ( Raşel 1 ve Meryem,Fatima’ nin annelik üzüntüsünü anlıyor­ lar. A zrail’in, kendisini en küçük oğlu İbrahim ’i veya küçük Husayn ’i vermesi husüsunda muhtar bıraktığı Peygamber, Husayn'in büyük fidye-i necatı tamamlamak üzere kalması için, İbrahim ’i vermeyi tercih etti. Bizzat Peygam­ ber ve ‘A li, vaktiyle ölüm döşeğinde düşünce­ lerinde küçücük bir çocuk olarak başlıca rolü oynayan Husayn’in yanında sâdece yardımcı şahsiyetlerdir. Haşan ve kardeşi Husayn ile münâsebetleri de son derece şâirânedir. Sah­ nede Husayn ’in yakın âiie âzâsından, merhume annesi Fâtim a’nın rubu dışında, kız kardeşleri Umm Kulşüm ve Zaynab ile Yezdigird III.’in ktzı ve zevcesi olan Şahrabânü ve savaşta ölen oğlu 'Alî Akbar ’i, çok sadık eâriyesi Fizza ’yı görüyoruz. Çok yaygın bir moîif, Husayn ’in Şahrabânü ’dan kızı Falıma ’nin, âyinden hemen sonra öldürülen Kâsim b. al-Hasan ile evlen­ mesidir. Husayn ’in bayatta kalan oğlu olup, Yazıd I. 'e, Husayn ’in başım, esir kadınları ve çocukları götüren cenaze alayında başlıca rolü oynayan ‘A li Zayn ai-'Abidin yanında göğsün­ den ok isabeti alan küçük bir yeğeni ile küçük oğlunun ölümleri bir heyecan unsuru teşkil eder. Cenaze alayının bir hıristiyan manastı­ rında melce bulduğu gece, baş râhip, ölünün başı önünde ihtida ettiğini ilân eder. Benzer sahneler, yahudiler, müşrikler ve hıristiyan elçilerle halîfe sarayında gözlerimizin önünde

yayılır. Şehîde saygı gösteren bir aslanın baş eğmesi, bilhassa dokunaklıdır. Daha mühim, fakat aynı zamanda tehlikeli olan, şi’î halka, islâmiyetin ilk tarihî şahsiyet­ lerinin, şi ’îliğin dostları olan, Salmân-i Fârisi, Abu Zsr, Husayn’in tarafına geçen al-Hurr’a ve düşmanlan Abîî Bakr ve ‘Omar ’a tamâmiyle kasıtlı bir anlayış veren bu tasvirlerdir: 'Omar bize, Fâtima’den, Fadak[b. bk.] vahasın­ daki hissesini zorla alan ve onu döven bir kim­ se olarak gösterilmiştir. Şi T olmayan şahıslar arasında hiç bir fark gözetilmez; ‘ A li'nin ka­ tili tbn Mulcam, bize aslâ hârici [b. bk.] ola­ rak gösterilmez; bu katil sünnî'ere yüklenir. Gn çok tel în edilenler, tabiatiyle başta, düş­ man ordusu kumandam olan ‘ Omar b. Sa‘d ve sonra da, Husayn ’e Ölüm darbesini indirmiş telâkki olunan Şimr (Şamir) ve bilhassa Yazid I.’dir. Sünnîiere karşı o kadar büyük bir hınç vardır ki, şî !î o’ mayan müılümanlara seyret­ mek hakkı tanınmadığı hâide, bu hususta müs­ lüman olmayanlara ı,ok müsamaha gösteıilir. Husayn ’den dul kalaa Şahrabânü 'nun kendi vatanı olan İran’a dönüşü, genç Fâtima 11, ’nin bir İran hükümdarı tarafından kurtuluşu gibi, sahnelerde Araplara. bilhassa Emevîfere karşı millî bir kin izhar edilir. Büyük kısmı, recez vezni ile yazılmış bulu­ nan sahne'er, mnhtel f kısımlardan terekküp etmiştir, fakat sözler kadar, muhteva da ekse­ riya eskidir; şi ’ilerce anlaşıldığı şekildeki K u t ’an âyetleri ve diğer taraftan tamâmiyle husû­ sî bir şekilde dinleyicilerin zihinlerine de zorla yerleştirilmiş temayüllerine uygun eski hadîs­ ler, daba.Tabari ’deki hutbelerden istihraç olun­ muş hüküm'er bulunur. Bize kadar gelen daha en eski şi ’î edebiyatında, İbn Bâbüya, Kutayni, Şayh Tüsi ve bilhassa zi yarat ( türbeleri ziya­ ret ) bâblarında, hacca ve imâmat e dâir kitap­ larda ve nihayet mak&til eserlerinde bütün yeminler, tel ’înler ve dullar bulunur Çok yeni bir devirde te ’lif edilmiş mersiyeler yanında eski eserlerde mevcut şarkılar da vardır. 20 saferde bir kitie hâlinde JCerbelâ'ya ya­ pılan hac seferi, 10 muharremde başlayan Ta'ziya oyunları devresinin kapanış merâsimi ola­ rak mütâiea edilebilir. Böylece 40. güne rast­ layan bu merâsim. tu z-i ‘arba'tn veya Husayn ’in başının vücûduna dönüşü mânasına m aradd al-ra’s adım alır. Seyirciler üzerindeki te’sire göre hükmolunursa, taziyeler, bütün temaşa oyunları arasında en te’sirlisİdir. Şi 'î olmayan yabancıyı, bilhas­ sa kesik başın başlıca hatib ve oyuncu olduğu son sahnelerdeki çok mübalagaiandırılmtş gerçekçilik, ancak usanç verici bir şekilde mü­ teessir edebilir. Böylece ilk intiba, sâdece heye­

T A ’Z İY E .

can verici bir acıma hissi uyandırır. Gerçek muhtevayı tâyin etmek için tabiatiyle, âfâkî ve bilfiil telâffuz olunan söz'erden neş’et et­ meyen bîr denemeden areket etmek lâzımdır. Daha önce işaret edilmiş olduğu gibi, bu oyun­ lar şi’i hadîslerle te'yid olunmuş akidelerle dop-doludur. Şüphesiz bu iptidâî oyunlarda te’sirli ve yakıcı vak’alar, bizzat kendilerini tah­ rik için geniş bir şekilde kullanılmıştır. Bu­ nunla beraber, hâkim fikir, gerçekten de, mez­ hebi eserlerle mutabakat hâlinde, fakat, gittik­ çe artan vâzıh ve kesif bir şekilde geçen bir günahlardan kurtuluş akidesidir. Burada Chodzko [ bk. bibliyografya'] da, bu oyunlardan kolayca elde edilebir birine işaret edelim. „A l­ lah'ın resülu" unvanlı takdim sahnesinden iti­ baren Cebrâ’ ıl Husayn’e kardeşini katarak, esas mevzû ile ilgili olarak Peygamber'e : „Senin torunların Allah'ın emirlerinin hakkını ebedi­ yete kadar ihlâl etmiş bulunan çok menfur bir düşmanın darbeleri altına girmiştir. Hayır, günab lekesi, âilenin hiç bir ferdini aslâ kirletmemiştir ; ey kâinatın eşi benzerî olmayanı; fakat onlar, islâmiyeti kabul eden halkların selâmeti için, kurban edilecekler ve böylece şehidi erin aiınları, Allah ’m seçkinlerinin be yazlığını ebedî olarak aksettireceklerdir Eğer sen kötülük yapan bu halkların günahlarının bağışlanmasını istiyorsan, bu güllerin vaktin­ den önce bahçenden toplanmasına mâni olma!" ta. S). Günahları bağışlansın diye başka1arı için mâruz kalman bu ölüm, açıkça bir çok nakarata tahsis edildiği vakit, oyun Adem ’den şehidin annesi Fâtıma ’ye kadar, peygamberler silsile-i merâiiblnin, mukaddes başın önünde toplandığı son sahneye müntehi olur. Babası Muhammed ona: „Şüphesiz sen, zebh edilen ve asit kam içinde boğulan çocuğuna ağlamakta haklısın“ { s. 2x5 1 der. „Fakat bu oyun, bu şaha­ detin gerçek sebebini gizleyen bir sırdır; bu şahadetin mükâfatı olarak kıyamet gününde, Allalı cennet ve cehennemin anahtarlarını eli­ mize koyacaktır“. Kerbelâ savaşından 4 yıl son­ ra Süleyman b. Şurad’ın idaresinde, Emevîtere karşı savaşta bayatlarını fedâ etmek için Husayn ’in mezarı yanındaki bir cefâ merâsiminden kuvvet kazanacak olan bu „nadimler" ’in duâları. selâmet elde etmek için bu şefâat fik­ rinin ne kadar eski olduğunu gcsteı mektedir. Onlar savaşmadıkları ve şehidle birlikte ölme­ dikleri için kendilerin: mes’ul tuttukları haya­ tı atfettirmek istiyorlardı. Onların arasından birisi, 'Abd Allah b. Vâli al-Taymi, Husayn’i, kezâ baba ve kardeiini „kıyamet gününde, Allah ile uzlaşma ( vasıla ) bağlı" olarak tes­ miye eder. Tabari (II, 547 ), onu gerçekten ş i’î bir vak’anüvis olan Salama b. Kuhayl’e

7S

atfederek, ’Ali tarafdarı bir şâhidden, Husayn ’ in torunu Muhammed al-Bâkir ’den rıyâyet eden Abü Mihnaf yoluyla nakleder: fakatumûmiyetle Zaydi ’1er arasında sayılan bu sonun­ cusu, tamâmiyle müfrit şi ’î temayülünde de­ ğildir. Son şekli ile ta'ziya ’1er, gerçekten de, yeni olup, kitleyi akideleri ve lâdinî raks ve merâsimlerin refâkatı dolayısiyle mollaların muka­ vemeti olmaksızın ihdas olunmadılar. Ta’ziya temsillerinin daha çok XIX. asırda Avrupa’nın te’siriyle ihdas edildiği ileri sürülmekte ( Bro­ wne, A Literary History o f Persia, Cambridge, X953, IV, 29 ) ise de, dinî merSsim mâhiyetin­ deki bu temsillerin belli-başlı unsurlarına XVII. asrın ilk yansında rastlanı'dığı görülmektedir. Ancak bu tarihlerde ta'ziya adıyla böyle bir temsilden bahsedilmez. Filhakika I6ı8’ de Pi­ etro della Vallé, İran ’da tajh'ı/a’lerde toplanıldığını, Peygamber ailesi ile 'Ali 'nin çocuk­ larının temsil edildiğini, 'Ali ’nin mezarı etra­ fında bir çok şarkıcıların, mûsikî sanatkârları­ nın raks edip şarkı söyleyerek dinî bir merâsim yaptıklarını kaydeder ( Davoud Monchi -zadeb, ayn. esr., s. 16 ). 1637 ’de Erdebil ’de büyük merasimlere şâhid olan Adam Olearius, ta’ziya'den bahset mt mektedir. Aynı şekilde J. B. Taver nier ( fcrş. Le ssix voyages en Tur­ quie, en Perse et aux Indes, Rocen, 1713, 11, 80—90), 1667’de İsfahan’da muharrem ayı âdetleri arasında asıl temsile işâret etmez; buna mukabil, J. Morier, 18 8 1’de, Tahran’da onu müşâhade etmiştir. Hind ’de hattâ Sünnîler ve Hindûlar arasına idhâl edilen bu oyun­ ların müteferrik kısımlarında, Tamımız ve Ado­ nis kültler tipinin eski usturevî bayramların­ dan gelen bir çok mukaddes âdetlerin baki­ yeleri bulunabilir. Ayine dâvet edenlerin da­ laştırdıkları alay sancakları, bir büyük sırık ve onun üzerinde görülen Husayn ’in kesik eli bu kabilden olup, bunlar çok eski âdetlere çık­ maktadır. Ş i’î Tatarlarda tâbût’un „Kasım’in gerdek evi” olarak tesmiye edilmiş olması hâdisesinin gösterdiği gibi, bu mukaddes tefer­ ruata bağlı mâna gerçekten değişmiştir. Bir çok yerlerde, ta’ ziya ile birlikte, aslen mahallî olup, su ile icrâ olunan menâsik bulunmakta idi. Hind şi’ilerinde tâbût’un suya atılması âdeti, Hindu te ’şirine bağlanabilir, hattâ mâtera el­ biselerinin tarzı da, kısmen daha eski şekillerle ilgilidir. Fakat bizzat dinî âyin oyunu, Kerbelâ tarihî vak ’asına bağlı bu dinî hâdisenin halk arasındaki gelişmesidir. [Bu gün Tebriz ve havâlisinde «mâm’Iar için hâli vakti yerinde olanların evlerinde cuma veya vefat günlerinde de ta ziye merâsimi ya­ pılmaktadır. Cuma günleri yapılacak merâsim-

TA’ZİYE -

TE’ABBATA ŞERREN.

ler, muhtelif kimseler tarafından deruhte edil­ mek üzere sıraya konulur. Bu sıralamadan do­ layı bu merâsine sıra adi veıılir. Bu sıra’ lardan sabah namazından sonra yapılanlar şubh sırası, öğleden sonra yapılanlar ise, sâdece sıra adını alır, şubh sıra ’sında, aslında kırtlama içilen çay yerine, içine çeker atılmış çay ile yağlı pide ( k ö k e ) den müteşekkil bir kahvaltı veri­ lir. Kahvaltıdan sonra, dua edilir ve molla Kerbelâ vak ’ası veya imamlardan birinin vefa­ tına da temas eden bir duada bulunur ve ora­ da bulunanların içinden bazıları göğüslerini döverler. Bu küçük ta’ziye merasimi yanında bahsi ge­ çen büyük t a ’ziye merasimleri ise, muharrem ve safer ayları ( ay yâ m-i azâdâri ) ’nd a yapılır. En büyük taziye merasimlerinin yapıldığı za­ mana ( 7—13 muharrem) kadar geçen günlerde ta’ziye merâsimi daha çok camilerde, sonunda Kerbelâ vak ’asına da temas eden vaizler şek­ linde gözükür. Büyük merasimin yapıldığı 7—13 muharremde, her mahallede desfa deni­ len halk zümreleri, bulundukları yerin camile­ rinde toplanır ve navha '1ar okunur. Burada büyük merasimin yapıldığı yer ( bazâr ) ’e ne suretle gidileceği ile, âlem ve tuğ taşıyanlar tesbît edilir. Sonra, en önde dasta boşı ve onu takiben de sırasıyle, âlem ve tuğ ta­ şıyanlar, Husany ’in çocuklarını temsilen el­ lerinde küçük taşlar bulunup, al- ataş al- ataş diye çağıran ve T iflâ n denilen küçük çocuk­ lar, aralarında diğer dasta ’lardaki navha-h^Sn'lann da başı olan bir navha k^ân bulunan ve ayaklarına kadar uzanan, sırtları açık-sıyah elbiseler giyinmiş zincir ( saplı kamçı şeklinde ; vuranlar, Araplar tarzında sarık sarmış, önleri açık-siyah uzun cüppeler giyinmiş ve elleri ile göğüslerine vuran Araplar, vücûdlarına elle vurmak ürere yakalarının bir tarafı açık siyah elbise giymiş takriben 50— 100 kişilik diğer bir zümre gelir. Bu dasta ’ierde önce navha hvân ’1ar navha söylemeye başlar, diğerleri ona katılırlar. Bu şekilde normal bir yürüyüşle çar­ şı ( hazar )’ya gelinir. Burada yol kenarlarında veya dükkânları önünde birikmiş olan halk arasında merasime başlarlar. Zincir vurma ve navha okuma daha muntazam ve heyacan ve­ rici bir şekilde devam eder. Bir müddet sonra dağılırlar. Akşam yemeğini müteakip umûmiyetle camide, bâzan da iteri gelenlerin, H usaynlya adı verilen odalarında, çay ve nargile içildikten sonra, tekrar zincir vurma veya göğ­ sü dövmeler başlar ve gecenin geç saatlerine kadar devam eder ]. B i b l i y o g r a f y a ' . W. Litten, Das Drama in Persien, Berlin, 1929 (Taş-basması metnin faksimilesi: alm. kısmen tre .,

Davoud Monchi-zadeh, Ta'ziya, Das Persiscke Passionsspîel, Stockholm, >967, s. 68 v. dd. ) ; A. Chodzko, Théâtre persan (Pa­ ris, 1878); Lewis Pelly, The M iract Play o f Hasan and Husayn (London, 1879 ), z cilt ; Ch, Virolleaud, La passion de l’imam Hosseyn (Paris, 19 27 ); The Glory o f the Skiah World, nşr. ve tre. P. M. Sykes ve Han Bahadur Ahmed Din Han ( London, ı gı o ) ; J, Morier, Second Voyage en Perse ( Paris, 1818 ); M. de Gobineau, Les religions et les philosophies dans l'Asie Centrale2 (Paris, 1866); J, Lassy, The Muharram Mys­ teries among the Azerbaijan Turks o f Caucasia (Helsingfors, 191 6) ; E .G . Browne, A History o f Persian Literature in Modern Times ( Cambridge, 1924 ), s. 172 v. dd. ve bu eser hakkında bk. H. Ritter, Is l., XV (1926), io7 ; B. D. Eerdmans, Der Ursprung der Ceremonien des Hosein-Festes ( Z A , 1894), IX ; G. van Vloten Les drapeaux en usage ■ à la fête de Huçein à Téhéran ( Internati­ onales Archiv Jü r Ethnographie [ 1892/1893}), V , 105-111 ; E. Aubin, Le chiisme et la nationalité persane { R M M , IV, 1908); Davoud Monehi-zadeh, Tctziya, Das pier­ s 'sche Passionsspîel. ( Stockholm. 1967). ( R. S tro th m an n . )

[8u madde T. YAZ CI tarafından ikmâl edilmiştir]. T A Z K ÏR A . t Bk. tezk Ir e .] T A Z V tC . [ Bk. TEZViC.] TE’ A B B A T A ŞER REN . TA ’ A BB A T A ŞHARRAN, ŞÂ BİT B CÂ BİR b . S u f y â n b . 'Adiyy al-Fahmî C â h i l i y e d e v r i A r a p ş â i r l e r i n d e n biri olup, adı hakkında ihtilâf vardır, msl. ‘ Amr olduğu da söylenir, bunun gibi, babasının adı, K . al şi'r va ’l'şu'arâ’ i e. z7l)"da al-Aşmâ‘ i’den gelen yukarıdaki şekil­ den başka ‘ Amsal şeklinde de rivayet edilir; bâzı kaynaklarda ‘ Umayşal olarak da görülen bu isim, al-Ağâni ( XVII!, 209 ) ve Hizana ( 1, 66 ) ’da — son şekliyle — Sufyân ve ‘Adiyy ara­ sında yer alır. Mdâdî VI. asırda yaşamış o'an Ta’abba^a Şarran hakkında intikal eden ve pek az olan bilgiler masal havasına bürünmüş bir takım rivayetlerden ibârettir. Şarkî Arabistan’da yaşayan Kays ‘Aylan zümresinden Fahm ka­ bilesine mensuptur. Künyesi Abu Zubayr idi ( Simt al-ld’âli, s. 158; Hizana, I, 6 6 \ Ta’ abbsta Şarran le kabı olup, şâire bu lekabın ne­ den verildiğine dâir muhtelif hikâyeler nak­ ledilmiştir. Msl. bunlardan birine göre, Sabit, bir gün koltuğunun altına bir kılıç alarak çlkıp-gitmişti. Annesine oğlunu sordukları za­ man „bilmiyorum koltuğuna bir şer, bir kötü­ lük, aldı ( : ta'abbata şarran ) ve çıkıp-gitti“

T E ’ABBATA ŞERREN. dedi, bu hâdisenin faiklı rivayetlerinde, şâir değişiklikler bir yana, kılıcın yerini bıçak, yay .ve oktuk da a lır; yine bu İpkaplandır­ manın sebebi olarak mantar mevsiminde an­ nesine bir torbayı yılanlarla doldurup getir­ mesi, bir gece rastladığı ve öldürdüğü koç şekline girmiş bir gül [ b. bk. ] ’ü omuzlayıp obasına kadar taşıması gibi fıkralar da nak­ ledilir, bk al-Ağâni, XVIII, 209; 2 10 ; Şarh al-Hamâsa, I, 37 v.d. ; Simt a l-la âli, s. 159; Hizana, I, 66). Annesi habeşî veya zenci ol­ duğu için şâir „ağribat al-‘Arabu ( „kuzgunî araplar") ’dandı. Diğer tarafdan annesinin Bani Fahm’den Amina veya Amina adlı bir kadın olduğu da söylenir ( Ta’ abbata Şarran ’m, şâir Hufaf b.'Umayr al-Su lam i ’niu dayısı olduğuna dâir münferit bir rivayet vardır, bk. Simt al-la'âli, s. 39; H ufaf’in annesi Nadba de siyahi id i). Şâir babasını küçük yaşta kay­ betmiş olmalıdır. Annesi bilâhare meşhur Abu Kabir at-Huzali ile evlendi. Annesi ve üvey babası oğulları ile başa çıkamadılar. Hattâ Abu Kabir onu gafil avlayıp öldürmek iste­ miş, fakat bunu sezen Ta’ abbata Şarran ona bu fırsatı vermemişti ( K. al-şi'r va 1l-şu'arâ’, s, 654 v. d. ; Şarff al-Hamâsa, 1, 43 v. d .). Şâi­ rin Bani Huzayl’a olan düşmanlığını buna bağlamışlardır. Ta’abbata Şarran korkusuz ve atak bir be­ devi idi. Zeki, kurnaz, gözleri son derecede keskin, kulakları çok hassastı. Atlara ve ge­ yiklere yetişecek derecedeki koşuculuğu darb-ı mesel hâline gelmişti. Onun hakkında „iki ayak­ lı, iki kollu ve iki gözlülerin en hızlı koşanı" derlerdi ( al-Ağâni, XVIII, 210). Şâir, bir kadınla evlenmek istemiş, önce rızâ gösteren bn kadını yakınları, hayatı dâimâ tehlike içinde bulunan biri ile evlenmekten vaz geçirmişlerdi ( al-Ağâni, XVIII, 21 7; Şarft al-hamâsa, il, 26). Bununla beraber bir şiiri­ nin inşâd sebebine dâir hâdisenin hikâyesin­ de onun zevcesinden de bahsedilmektedir (alAğâni, XVIII, 213®—10). Hayatı Bani Huzayl ve Bani Racayla ’ye düşman olarak geçti. Fakir ve yağmacılardan (şa'âlik) olan şâir, baskın ve yağmalarını bâzan tek başına, bâzân da 'Arar b. Barrâk, Şenferâ [ b. bk. \ ‘Arar b, al-Ahnas v.b. ile birlikte yapardı 1 Şarh al-Mufazzaliyât, s. 6; al-Ağâni, XVIII, i l i v. d., 213, 217). Bu silâh arkadaşlarından al-Şanfarâ’nln ölümü üzerine söylediği mersiye meşhurdur. Ta ’abbata Şarran de baskınlarından bîrinde, yay­ gın bir rivayete göre, Bani Rucayla ile sava­ şırken NumSr dağında öldürüldü. Bununla be­ raber Bani Huzayl de onu pusuya düşürüp öldürdüklerini v® Rahman adlı bir mağaraya attıklarını iddia etmişlerdir. Milâdi VI. asrın

ortalarına doğru ölmüş olmalıdır. Ölümü üze­ rine söylenen mersiyelerden biri Murra b. Hulayf al-Fabmi’ye âittır { al- Vah fiy a t, s. 13 1, nr. 209; bu arada annesine tsnâd edilen bâzı beyit­ ler de vardır. Şâir hakkında naklonunan mer­ siyelerin en meşhurunu, kız kardeşinin oğlu­ nun söylediği rivâyet edilirse de, aynı şiir bâ­ zan bizzat Ta’abbata Şarran ’e bâzan al- Şanla­ r a ’ya da isnâd edildiği gibi, daha hierî III. as­ rın sonlarından beri, meşhur râvi ve şâir Ha. laf al-Al^mar ’e âit olduğu da ileri sürülmüş­ tür. Bu çeşitli rivayetler ve bilhassa şürin Halaf ’in uydurması olduğuna ve iddiaların men­ şe ’ine dâir şâyan-ı dikkat bir vesika ve mü­ lâhazalar îçîn bk. Naşir al-Din al-Asad, Maşâdir a t-şır al-câhili, Kahire, 1962, s. 453, 458 v. dd. ve bilhassa s. 460 v. d .). Ta’abbata Şarran ’in dîvân hâlinde derlen­ miş olarak intikal etmemiş bulunan şiirlerinden her hâlde, bu gün pek azı elimizde olup, bun­ ların çoğu küçük parçalardan ibarettir. Bunlar eski şiir mecmuaları ile dil ve edebiyata mü teaMık eserlerdedir (bu eserlerin belli-başhlan için bk. b ib i.). Bu şiirler, atak, mücadeleci ve cesur şâirin efsaneleşmiş maceraları ile ahenk hâlinde bir ruhun samimî akisleridir. Şiirlerinin çoğu fabr ve hamâseye mütealliktir. Savaşarak ölen bir akrabası bakkmdaki şiirleri, Goethe ’sin bir şiirinin ilham kaynağı olmuştur ( H. H. Brâu, E I, mad. TA ’ABBATA ŞH A R R A N . Muasırla­ rına nazaran oldukça sâde ifâdesine re tasvir­ lerindeki inceliğe de işâret edilmelidir. Kısaca o, gerek roenkıbevî hayatı, gerek mevcut şiir­ leri ile câhitiye devrinin başı-boş, haşin tabiat­ lı bedevî şâirlerinin en mükemmel numûnelerinden biridir. B i b l i y o g r a f y a - . al-Mufazzal al-Zabbi, The Afufazüaliyat, al-Anbgri ’nin şerhi ile birlikte, nşr. Ch. J. Lyall (Oxford, 1918 — 1921), 1, I—20, nr. i ; al-Aşma'i, al-Aşma'îyât, nşr. W. Ahlwardt ( Leipzig, 1903 ), s. 33, nr. 37; Aba Tammâm, al-Vafffiyât ( nşr. ‘Abd al-'Aziz al-May mani ve Mahmüd Mu­ hammed Şâkir ),_ Kahire, 1963, s. 130 v. d., nr. 208 ; al-Tibrizi, Şarh Divân al-hamâsa ( Bulak, 1296), I, 37—4 9 ; H. 26, 160—164; İbn Kutayba, K. al-şİr v a ’l-şu arâ‘ (nşr, Ahmed Muhammed Ş â k ir), Kahire, 1364— 1366, s. 2 7 1—273; al-Buhturi, K . al-hamâsa (nşr. L. Şayh o). Beyrut, ts., s. 35, nr. 150, s. 52, nr. 232, v, d.; A b u ’ l-Farac al-İşfahânı, K. al-Ağ&ni ( Bulak, 1285 ), XVIII, 209—2 18 ; İbn 'Abd Rabbihı, al- Ikd al-farid, bk. Muhammed Shafı, A nalytical indi­ ces ta the Kitâb al- 'ikd al-farid, 1—U, ( Kalküte, 1935 — *937 )’^e Ta 1abbata Şarran ve İbn Uht Ta’abbata Şarran kelimeleri;



TË’ABÊATA ŞERREN -

Abu 'Ubayd al-Bakri, Simt al-la'âlı (.nşr. 'Abd a l- Aziz ai-Maymani ), Kahire, 1936 ; Yakut al-Hamavi, Mu cam al-buldân ( nşr. F. Wüstenfeld), Leipzig, 1870, IV, 8iz(m ad. Numâr), II, 771 ( rnad. Rahm an); 'Abd al-Çadır al-Bağdâdi, Hizânat al-adab (Bulak, 1299), I. 66; Lyall, J R A S, 19*8, s. m — *27 ’de şâirin 4 şiirini neşretraiştir. Şu eser­ lerde şâir hakkında bilgi ile birlikte bibli­ yografya da verilmektedir : C. Brockelmann, G A L, 1, 15 v. d„ Suppl., I, 52; Carlo-Alfonso Nallino, La Littérature arabe ( frans. trc. Ch. Pellat ), Paris 1950, s. 40 v. d, ; R, Blaehère, Histoire de la littérature arabe (Paris, 1952—1966), s. 286; Hayr al-Din al-Zirikli, al-A'lâm (Kahire, 1373—1378), H, 80. _ (NlH^D M. ÇETİN.) T E B Â L E . TABALA, şimâtî Yemen ’ia gar­ bında, daha doğrusu, 'A sir iç bölgesinde Mek­ ke ’nin cenûb-i şarkîsinde takriben 7 günlük mesafede bulunan b ir m e v k i , Tabâla, darb-t mesel hâline gelmiş bulunan bereketinden do­ layı, Araplar tarafından çok iyi bilinmekte idi. Bâzı müellifler, Tabâla ve Türaba havzasına ahiar („y e ş il"; bu hususta krş. al-Hamdâni, Cazîra, nşr, D. H, Mütler, Leiden, 1884, s. 165; Yâlküt, Mu1cam, nşr. Wiistenfeld, 1, 164) adını vermişlerdir. Burckhardt tarafından Travets in Arabia ( London, 1829,1,445 )’da Hicaz hudut arazisinden ve Yemen’ den geçerek, Mek­ ke ’den Ş an a ’ ’ya giden hacı kervanları için verilen güzergâh daha Bergbaus, Arabien und das Nilland (Gotba, 1833, bk. bilhassa s. 69; ayrıca krş. R itter’in 1852 ’de [H . Kiepert ta­ rafından yyniden gözden geçirilmiş] haritası) ’da harita üzerinde Mekke ile Tabâla arasın­ daki yol olarak tesbit edilebilmektedir. Tabâla Şumrân’lar tarafından meskun arâzi üzerinde bulunan 16. menzildir. al-İdrisi (krş. Jaubert, Géographie d ’Êdrisi, Paris, 1836, 1, 148), bize burasını, hattâ yazın bile suyu hiç kurumayan ekili tarlalar ve hurma ağaçları ile çevrili Mekke ’ye tâbi müstahkem bir yer olarak gös­ termektedir ( İbn Hordâzbeh, B G A , VI, 133 v.d., 188, 194 ’ de aynı husfisu te ’yid etmekte­ dir ); sulama hakkında krş. al-Hamdâni, s. 258, 116 ( 1 8 0 ' ; hurma ağaçlarının bolluğu hakkında krş. al-Hamdâni, s. 458; al-Azraki (nşr. Wüstenfeld ), s, 262; al Bakri (nşr. Wüstenield, s. 191 ) buranın bereketliliğine dâir tafsilât vermekte ve al-Hamdâni ( s, 258 ), Be­ devilerin sonradan Tabâla’ye verdikleri zarar­ lardan bahsetmektedir. Bundan başka al-İdrisi ( agn. ı/erJjTabâla’nın ‘Abd al-Malik b. Marvân’a âit olduğunu, buna rağmen, ona pek az kıymet ve­ rildiğini nakleder. Oraya âmil olarak tâyin edi­ len al-Haccâc, mansıbını işgal etmek zahmetine

TEBÂLÊ.

bile katlanmadı, bundan dolayı „al-Haccâc ’ın Tabâla’yi bakir addettiğinden de hakir" sözü darb-ı mesel olmuştur ( bu hususta ve diğer tafsilât için krş, Yakut, agn. esr., 1, 816 [ Frey­ tag, Proverbia, II, 892 ] ve ayrıca LisSn, XIII, 80 v.d.; Tâc, VII, 239 v.d). İd risi’ ye göre, Tabâla, Mekke ’den 4 ve 'Ukâz panayır yerin­ den 3 günlük mesâfede bulunmaktadır. Mek­ ke ’den Şan'a’ ’ya gitmek için ( nr. V I; bu hu­ susta krş. Ritter, Erdkunde, XII, 168 v. dd., 197 ) onun bize verdiği menzil-nâmede Tabâla, Mekke ’den giderken altıncı menzil olup, bir vâdi tabanında bulunan bir şehir olarak gös­ terilmiştir. T â ’if ve Yemen dağlarının eteğin­ den başlayan bu geniş çukur, başlangıcında sulak olup, Türaba ve Bişa (Y a k tln ; krş. Sprenger,jD• * 5 *; *858,8. 337—3 5 * } ’da tasvir edilmiştir. Sismografların teabit edebildikleri zelzeleler Tebriz’de her gün vuku bulur. Bu sarsıntılar Sahand’m indifâî faili yetinden meydana gelmiş olabilir; fakat Hanikov, bu sarsıntıların yer tabakalarının kaymalarının netîcesi olduğu fikrindedir. Şehrin tahkîrnâtı, Naşir al-Din Şâh devrinde yerle bir edilmiştir ( Mir'ât ol-baldân, I, 343 ). Bundan dolayı, şehrin kal‘a ( mahalleler : Çar -minâr. Surhâb. Daveçi. Vaycüya [halk telâf­ fuzunda: Verci] Mihâd-mihin [ halk telâffu­ zu: Miyar miyar], Navbar. Makşüdiya v.s.) denilen kısmı, eski sur-dışı kısmı (, mahalleler: Ahrâh. Laylâbâd [halk telâffuzu: Laylava], Çarandâb, Hiyâbân, BSğ-meşa v.s,) ’ndan artık ayırdediiemez. Bundan başka şehir, garpta bu­ lunan kenar mahallelere (Amir-hiz, Çüst-dü-

ÎİB R İ2 zân, Hukm-âbâd [ halk telâffuzu: Hükmavar], Kara-malik, Kara-ağaç, Ahüni, Küça-bâğ, Ha* İİb ) veya cenûb-i şarkî ( Maralân ) ’ye taşmış* tır. Şehrin yayılma temayülü garba ve cenûb-i garbiye doğrudur. Tebriz, geniş Azerbaycan eyâletinin idârî ve iktisâdı merkezi olup, bu eyâletin bundan tak* rİben 40 yit önceki taksimatı şöyle id i; Erdebii Astara. Muğân v. s. ile birlikte), Karaca -d«ğ ( merkezi A h ar), Merend ( CuSfa ve Gargar ile birlikte ), Hoy, Mâku, Salmâs (şim­ di Şâhpör ), Urmiye ( Rizâ’iya Uşnü İle bir­ likte Mukri bölgesi (merkezi Savuç-bulak [M ahabâd]). Sa’in-lfal'a ( Şâhindizt, Merâga, Haştarüd, Garmarüd ( merkezi Miyâna), Sarâb ve Tebriz merkezî idârî bölge. [ 1337 bş. (1959) ’de yapılan idârî taksimatta, Azerbaycan şarkî ve garbî olmak üzere iki kısma ( ustan) bö­ lünmüş ve Tebriz şarkî Azerbayean ’ın merkezi olmuştur! Hamd Allah, XIV. asırda ( krş. Evliya Çelebi, II, *57 ) Tebriz idârî bölge ( tamcın ) ’sinin nâhi yeler ini şu suretle saymaktadır: şehrin şar­ kında Mihrân-rüd, cenûb-i garbisinde Sarda -rûd, bunun cenubunda Bavil-rûd ( ? ) ( bugün Uskü kısmında Husrav-şâh, [ halkı Türkçe ko­ nuşan] Usküya ve Milân köyleri ile birlikte ); Urmiye gölünün şimâl-i şarkîsinde [ balkı Türk­ çe konuşan] Şabistar. Sofiyân v. s. köyleri ile birlikte Arvanak: Rûd-^âb ( ? ), Hânum-âbâd (? ) ve Badüstân, bunların her üçü de şehrin şimalinde bulunmaktadır. Eski merkezî laman ’m hudutları XX. asra kadar değişmemiştir [Bugün şarkî Azerbaycan’ı içine alan Tebriz eyâleti (Ustan), İran’ın merkezî eyâletinden sonra üçüncüsü olup. 10 vilâyet ' farmâridâri veya şahristân: Tebriz, Merend, Halhal. Erdebil, Miyâna. Sarâb, Muşkin-şahr. Arsbârân, Merâga, Hsşta -rüd) ve *4 kaza '■B ahşdâri) ’dan ibarettir.] Ş e h r i n i s m i . Yâlçüt (I, 822) ’a göre, şehrin adı Tibriz şeklinde telâtfuz ediliyordu. Yakut, bu hususta, dilinin doğrudan-doğruya İran ma­ hallî şivesi olduğu (krş. al-Sam’ âni, Kitâb al-an* »âb. G M S, bk. mad. TENÛHÎ, ve Sayyid Ah med Kisravi Tâbrizi. A şarî gâ zabân-i bâstön-i Aşarbâgagân. Tahran, 1304, s. 11 ) bili­ nen Abü Zakariyâ ai-Tabrizi ( Abu 'U'AİS’ al-Ma'arri. 363—449)^0 istinad etmektedir. Tibriz telâffuzu. Hazar (Caspien) sabasındaki şivetere akraba olan bu sğzın hususiyetlerin­ den biri olmalıdır. Adın şimdiki telâffuzu münhasıran Tebriz ’dir ( veya şimdi bütün Azerbaycan ’da hâkim Türk şivesinin tipik bir seslerin yer değişt’rmesi ile : T arb iz), Ermeni kaynakları, ismin a ile telâffuzunu te’yİd et­ mektedir. Bizanslı Faustus ( IV - asır ) ’ da

Si

ThavrSz ve ThavrSş, Asolik (X î. auır)’de Tf»avre2 vardır. Vardan ( XIV. asır ) "da Thavr 62 ve Davrêz şekilleri bulunur; bn sonuncu şekil, açıkça bir Ermeni halk iştikakına, da i vriz ( „bu intikam içindir" ) ’e uydurularak el­ de edilmiştir ( krş. CamSean, Histoire d ’A r­ ménie, Venedik, 1784, 1, 365 ; Hübschmann, A rmen. Gramm,, 1, 4 *; ayn. mü., Pers. Stud., s, 179 ). O hâlde böylece, ismin milâdî V, ( IV.) asırdaki şekli, Ermenice’de T^avrez < Farsça Tavrëz ( Hübschmann ) ’dir. İran halk iştikakı, Tebriz 'i „sıtma giderici" v,e Eviiyâ Çeiebî „sıt­ ma dökücü“ olarak îzah ederse de, Sahand dağının indifât faâliyeti ite bâzı ilgisine baka­ rak ismin „hararet döken, saçan" mânasına gelmesi mümkündür ( ayr ıca krş. Bayezid ile Van arasındaki geçidin adı: Taparız). Erme* nice imlâsı, şimalî Pehtevî ’nin hususiyetlerini (tav < (ap ve bilhassa rë2 yerine *ret ) akset­ tirir ve bundan, galiba tesmiyenin menşe’i, çok eski, Sâsâniterden ve belki de Arsakîierden önceki bir devre çıkmaktadır ( Azerbay­ can ’da Türk fetihleri ile husûle gelen lisani­ yat ile ilgili değişmeler hakkında bk. mad. TÂT ). T a r i h , Tebriz ’in Medya ’nın eski şehirleri ile ayniyeti vaktiyle uzan münâkaşalara sebep olmuştu ( bunların hülâsaları için bk. Ritter, IX, 770 —779 ). Tabriz=BatUmyus, VI, bolüm 2 ‘deki rdgpıç ( *Tâf 5pıs ’den ) olması İmkânı yukarıda zikredilmiş olan imlâsının tahlili ile daha az muhtemel görülüyor. Rawlinson ( Memoir on th esiteo f the Airopatenian Ecbatana, J R G S, 1840, X. 107 —1 1 1 ) Tebriz ile Ganza ( —al-Şiz, Ermen'ce Gandzak Şahastan, Bizanslı Faustus tarafından Thavrë2 ’den tefrik edilmiştir) arasındaki karışıklığı bertaraf et­ miştir. Ermeni taıihçİ Vardan (X IV . asır ) 'a göre, Tebriz. Arsakilerden Ermeni Hosrov ( 21 7— 233 ) tarafından, İran arâzisı üzerinde, son Part hükümdarı Artaban'ı öldürmüş olan ilk Sâsânî hükümdarına karşı bir intikam hare­ keti o'arak kurumuş olmalıdır (krş. St. Mar­ tin, Mémoires sar l ’Arménie, I. 423). Bu ef­ sâne hiç bir eski kaynakta bulunmamaktadır ve muhtemelen daha yukarıda zikredilmiş halk İştikakı ile îzah edilebilir. Bizanslı Faustus ( tre. Lauer, IV, bölüm 25 ve 39 ve V , bölüm 2 ' ’ta sâdece Ermenistan hükümdün Arşak II. ( 351—367 ) devrinde, Ermeni generali Vaşak *ın T^avrSî’de ordugâh kurmuş olâv'Sâsânî Şâpür 11, ( 3 10 —379 >'a hücum ettiğinden bahs­ edilmektedir. Müteakiben, Vaşak orada, Iran kumandanı Boyekan ’1 öldürdü, kıra) sav jymı yaktı ve burada bntunan kiralın heykelin e bir ok attı. Daha sonra, Vaşak ’ın oğlu Muşeğ Teb­ riz ’de İran kuvvetlerini mağlûp etti.

§4 Tbebarmais ad mm T-'a vı ez ile bâzı karışık'-, tıklar arzedip-etmediğİne bakmak lâzım ge­ lecektir; imparator Héraclius, Tbebarmais'de, 614 'te Ganzaka ’yi, tahrip ettikten sonra şehri ve ateşkedeyi yakmıştır ( Tbeophanos,, s. 474: ctjtâpaç ¿ a b rabar-m Kata^appavsı-xt;v 0r(pap-

jjLCtîÇ)■■ [Sâdece Thebarmais ( Ganzaka !nm ) şarkında kâîn idi ve diğer müellifler, ona, Bit­ barmais, Berthemaîs, BeramaTs adları altında göstermişe benziyorlar, krş..Tbeophanos, nşr, de Boor, J, 307; II, 190, 619.] 'A r a p h â k i m i y e t i . Azerbaycan’ın Araplar tarafından fethi sırasında ( 22=642 ’ye. doğru ) Arapların başlıca hareketi, Erdebil ’e karşı tev­ cih edilmiştir. Tebriz, Iraniı Marzubân ’in kuv­ vetlerini topladığı şehirler (Balâzuri, s. ,326 ) arasında zikredilmez. Faustas ’an zikrettiği tahribattan sonra Tebriz ancak bir köy ( krş; Y ak u t) hâline gelmiş olmalıdır. Hârün al-Raşid ’in zevcesi Zubayda tarafından 175 '( 79i ) ’te Tebriz’ in inşâsı hakkındaki muahhar efsâne (Nuzhat al-kulüb, 730 = 1340 ) belki de Emevîlerin mülklerinia müsaderesinden sonra, Zubayda'nin Varsan (Azerbaycan’da Aras öze­ rinde) ’1 kabûl etmiş olması vâkıasma dayan­ maktadır. Balâzuri ( s. 331 )’ ye ve İbn al-Fakih (s. 285; krş.Yakut, 1, 8 2 2 )’e göre, Tebriz’in kalkındırılması, al-Ravvâd al-Azdi ailesinin ve bilhassâ bu sonuncunun, şehrin etrafını surla çeviren oğullarından at-Vacnâ ve diğerlerinin eseridir. Tabari ( 111. 1 ı7 i= İbn al-Aşir, VI, 315), Bâbek (2oı— 220 ) ’in isyanından bahs­ ederken, BŞbefc ’i yenenler arasında iki hisara sâhip bir Muhammed b. Ba'iş ’i zikretmekte­ d ir: Vacnâ’dan almış olduğu Şâhi ve Tebriz ( tafsilât vermeksizin). Genişliği ( 'crz ) 2 fer­ sah ( ? ) olan Şâhi, Tebriz’den daha kuvvetli idi [krş. Tebriz’in cenûb-i garbisinde Urmiye gölü üzerindeki Şâhü veya Şâhi yaum-adşsının ismi, bununla beraber Balâzuri (s. J3o)’ye göre, Ba’ iş ’in ıktâı Merend idi ]. Hurdazbeh ’in- ese­ rini yazdığı devirde (232= 8 40 ), Tebriz, Muharnmed b, Ravvâd 'a âit bulunuyordu. Şehir, 244 ’te bir yer sarsıntısı iie harap oldu ise de, daha al-Mutayakkil zamanında ( 232—247 ) ye­ niden te’sis otundu, Sonra,dan galiba Tebriz, bir çok defalar el değiştirmiştir, zirâ, al-İştahri ( 3 4 ° ’a doğru; s. 181 ) ’ye göre Tebriz, CabravSn ( veya Dih-Harrakân ? ) ve Uşnüh [b. bk.] ’u içine alan arâzi şeridi, vaktiyle İbn Havkal (s. 289) zamanında ( 367'ye doğru) kaybolmuş bulunan, buraya hâkim kabile Bani Rudayni ’nín adını .taşıyordu.-Bu melikler, hükümran­ lıklarını oldukça müstakil bir tarzda icra etmiş olmalılar; zîrâ S â c l ’ l e r (276—317 ’ye kadar Azerbaycan ’ın sahipleri tarihi, onların Tebriz işlerine müdâhalelerine dâir bir kayıt ihtiva

etmez; krş. Defremery, M im . sur la jamille cles Sadjides, J A , 1847. (bu hanedanın şehirleri önce Merâga ve sonra. Erdebil idi; agn. esr. ’ den ayrı basım, s. 25, 41, 47, 57, 77 )• Sac i ’lcrin ortadan kalkışından sonra, Azer­ baycan bir çok mücâdelelere sahne oldu. Ziyâri Mardâvic’in eski valilerinden biri olan Laşkari b. Mardi, 326 (937/938)’ ya doğru eyâleti ele geçirdi. O, Daylami Müsâfirîler [b. bk, ] He çok geçmeden ihtilâfa düşen! Kürt Daysam [bk. mad. KÜRT'LER ] tarafından kovuldu. Tebriz ahâlisi, Daysam’1, Musâfiri al-Marzubân tara­ fından hemen muhasara edilen şehirlerine da­ vet ettiler. Daysam, Tebriz’i terketti ve alMarzuban'm hâkimiyeti bütün Azerbaycan şe­ hirlerinde İlân olundu (330=941/942 ’ ye doğru). Musâfiri hanedanının sonu. henüz vuzuha kavuşmuş değildir. Huart ( Les Musâfirides de l ’Adharbaidjan, Volame..., presented ta E. C. Brozane, Cambridge, 1922-, onların Târom’daki hâkimiyetlerinin son-zikri alarak 438 (1046/1047 ) ’i. vermekte ise de,. Sir D. Ross ( On 3 Muhamm. dgnasties, Asia Majör, *925«, 11,2 12 —2 15 ) Musâtiri’leıe, Tebriz’deki mev­ cudiyetleri 446 ( 1034/1055 ) ’ya kadar tâkip o'unan Ravvâdi’ier ailesini bağlar. Bununla beraber bu Rayvâdi ’lerin, Tebriz ’i yeniden imar edenin, babası olan al-Rayvâdi al-Azdi ’nin ahfadından gelmiş olmaları ve Daylami M usâfiri’ter ile (evlenme yoluyla tesadüfi itti­ faklar hâriç) yapacak hiç bir şeylerinin bulun­ mamanı mümkündür; Şu hâdiseler Ravvâdi ’lero isnâd., olunur i 420 ( 1029 ) ’de Vahsüdân b. Mahlân ( Marnlan ? ), Tebriz ’de büyük sayıda Oğuz reislerini katl-i âma tâbi tuttu (İbn alA şir,.IX , 279); 434 ( *042/1043 ) ’te bir zelzele Tebriz’i harap etti ve emir (muhtemelen aynı emiı) Selçuklu Oğuzlarının .Guzz al-Salcukiya ) korkusundan diğer kuvvetli kalelerine doğru çekildi ( agn. esr., İX, 3 5 1 ) ; 438 (1046/1047) ’de, Nâşir-i Husrav Tebriz ’de Sayf al-Davla va-Şaraf al-Miiİa Abu Manşür Vahsüdân b. Muhammed ( =Mamlân ?) Mavlâ Amiri ’Î-Muminin adlı bir hükümdar buldu; 446 ( 1054/ 1055 )’da Tuğrul, Tebriz'in sahibi al-Amir Abu Manşür b. Muhammed at-Ravv&di 'nin itaatini kabût etti ( agn. esr., IX, 410 ). H i e r e t in i l k a s ı r l a r ı n d a T e b r i z . İbn Hurdazbeh (s. *19), Balâzuri (s. 33*), Teberi (III, 117 i ), İbn ât.-Fakih (s. 285 ) ve hattâ al-İştahri ( s . 18 i ), Tebriz’i Azerbay­ can 'in küçük şehirleri arasında göstermekle iktifa ederler; fakat daha'önce al-Mukaddasi, Tebriz’in şerefine medihlerde bulunur ve onun muasırı ibn Havkal (367=978 'e doğru) bu şehri Azerbaycan ’ın, faâl bir ticâretten faydalanan ve armanî kumaşlar ,istihsâl eden en müreffeh

TEBRİZ.

®S

geıırı oiarak telâkkî eder. Ibn Miskavayh f ölm.' / H75 ) ’te, alıp, kardeşi Kızıl-Aralan’ a verdi. 4 2 1 = 1 0 3 0 ; Tebriz’i »sağlam bir sura sahip)' Tebriz’in fcat’î olarak Azerbaycan’m merkezi ağaçlar ve bahçelerle çevrili asî! bir şehir“ olması,- Kızıl-Arslan ’m atabeg olduğu zamana . olarak zıkr ile, sakinlerini „cesur, savaşçı ve (.582 —58 7= 118 6 —1.191 ) rastlar, . 602 ( 1205/1206) ’de emir Kara-Sungur Alâzengin“ oiarak iârif eder. Naşir-i Husrav e göre, şehrin 438‘de işgal etmiş olduğu sâha eddin Ahmedili, Erdebil atabeği ile birleşerek 1.400X1.400 adım olup, bu da galiba 1 km2 ’yi Kızıl-Arslan’m halefi Abü Bakr’dën Tebriz’i almağa teşebbüs etti İse de, muvaffak olama­ geçmemektedir. S e l ç u k l u l a r d e v r i . Tebriz, Büyük Sel­ dı ve Kara-Sungur Merâga ’yı kaybetti. İl-deuizler, Nizâmı ve Hakâni gibi şâirlerin, çuklular tarihinde oldukça nâdir zikredilmiştir. Tuğruı, $ehrin havâlisinde halîfenin kızı ile kendilerine hitaben yazdıkları gazellerle hükmevlenmesini tes ’it etti ( Rahat al-şudür, s. I I I ; editebiEeceği gibi, parlak, bir .:hayat sürüyor­ trc. Ahmed Ateş, Ankara, 1957, L 109 ). Sul­ lardı; bununla beraber, onların binalarının tan Berkyaruk, kardeşi Muhammed ile mücâ­ sâdece Nahçıvan [b. bk.]’daki kalıntıları bilin­ delesi sırasında 494 : 1 100/1101 )‘te Tebriz’in mektedir. Onların haleflerinin siyâsî zaafı, Gür­ cenubundaki dağlık bölgeye çekildi ise de, cü vakayinamesinde zikredilmiş olan destan kardeşlerin anlaşmasında, Tebriz Mubammed ’e parçası y l e t e ’yid olunmaktadır ve bu destan düştü Muhammed ouraya vezir olarak Sa'd parçası 605-^607 ( 12o8—1210 ) arasında yer ai-Mulk’ ü tâyin etti ( 498=1 1 04 1 1 051 . 5°5 alır. Kıraliçe Thamar 'in generalleri, Iiyané ve ( 1 1 1 2 'te Tebriz'in sâhibi olarak Sukmao al- Zakharé, tehlikeli bir akın esnasında, Cürcân’ a Kutbi, yânı „Ermen-şahları“ [ şâh-Arman 1 hâ- kadar bütün şimalî İran’ı katetmış olmalılar. nedâmnıs kurucusu zikredilmiş bulunmakta­ Gürcü birlikleri Mereud ’den gelirken Tebriz Thsvrez ahâlisinden tidye-i necat aldılarsa dır; ou hanedan, 493 ■■ 1099^110b ) ’ten 604 da, memleketin sükûnunu bozmadılar. Bu şehir­ (1207/1208 ’e kadar Ahlat'ta hüküm sürdü. idâre merkez' Hemedân olan İrak Selçuk­ de bırakılmış olan küçük bir askeri kuvvet, luları kolu idaresinde, Azerbaycan daha mü­ birliklerin döniişÜDÜ bekledi. Destan parçası, him bîr rol oynadı. 514 1120/1121 ‘te Sultan müslüman kaynaklarında zikredilmemişse de, Mabmnd. Gürcülerin akınları ile dehşete ka­ hikâye teferruâtiyle bir dereceye kadar itimat pılmış olan şehir balkını teskin etmek için Teb­ telkin eder ( krş. Brosset. Histoire de la riz ’de ikamet etti. Bu devirde Azerbaycan Géorgie, 1. 4 7 0 '. .. ■ , M o ğ u 1 1 a r d e v r i . Moğuliar, 617 ( 1220 ) atabeğinin adı Gündoğdu idi. Onun ölümün­ den (5 15 = 112 1/ 112 2 ) sonra, Merâga emîri Ak kışında Tebriz surları önücde göründüler. Liya­ -Sungur Ahmedili. Tebriz’i Tuğrul (sultanın katsiz atabeg Özbek b. Pehlivan onların uzak­ kardeşi) ’un elinden almaya teşebbüs etti ise de, laşmalarını mühim bir fidye mukabilinde sağ­ bu dahîseler muvaffak olamadı Mahmud 516 ladı. Ertesi yıl, Moğuliar ziyâretlerini tazeledi­ ( 1122/(123 ) ’da Tebriz kapısında öldürülen ler. Atabeg. Nahçıvan’a kaçtı ise de, Tebriz Musuliu Emir Cuyûş 'u Azerbaycan'a tâyin etti. ‘deki mukavemet, ce3ur Şemseddin tarafından Mahmud’un ölümünden (5251=1131) sonra, kar­ teşkilâtlandırıldı ve Moğuliar yeni bir fidye ile deşi Mes’ûd Tebriz ’i işgal etti ise de, Mâb- oradan uzaklaştılar; neden sonıa, Özbek Teb­ mud'un oğlu Davud tarafından mu basara edil­ riz ’e girdi. 6z» (12 2 4 /d e ,, Moğullardan bir eli. Neticede Davud. Tebriz’e yerıeşti ve bu gürûh geldi ve Özbek ’ten, Tebriz ’de bulunan şehirden, Azerbaycan, Arrân ve Ermenistan bütün Hârizmlilerin teslimini istedi. Özbek, bu ’dan terekküp eden büyük bir iktâı idâre etti isteğe uymada acele etti. C e Iâ I e d d i n H a r z e m ş a b , hemen (526—5 3 3 = 113 2 —1138/1139 ¡.“Sonra Azerbay­ can Ve Arrân, Tuğrul I . ’un eski. kölesi âtaheg Merâga’dan yetişti ve 27 receb 622 (4 ağustos Kara-Sungur ’a testim edildi; onun idâre mer­ 1225 ) ’de Özbek’in yeniden terketmış olduğu kezi galiba Er de bil olmuştu (Ibn al-Aşir, XI, şehre kabul olundu. Şehir halkı, böylece, cesur 52 Onun Ölümünden sonra, kendisine emir bir müdafi bul maktan memnun idi; Celâleddin Çaviı al-Tuğrilî halef oldu ise de, atabegter kudretini bilhassa, hemen Tiflis’ e karşı bir se­ hanedanının kurucusu İl-deniz’in hemen Azer­ fer ve Ayva ( al-Ayvâ'iya ) kabîlesı Türkmenbaycan ’a yerleştiği görülüyor; bu zât eyâleti .lerini tecziye Be gösterdi. Özbek ’in eski zev­ 622’ye kadar idâre etti. Tebriz, MerâgaJ» Ah­ cesi Melike ile evlenerek, Tebriz ’i 6 yıl muha­ medili emirleri temellükünde iken. İl-deniz men­ faza etti ise de, sonuna doğru, muvaffakiyetsizsuplarının merkezi önce Azerbaycan’ ın şimâl-i iikleri kadar, şahsî davranışı ilende vaziyeti garbisinde bulunuyordu, zîrâ atabeg Pehlivan ciddî sûrette sarsıldı ( İbn al-Aşir, XII, 323). b. İl-deniz, Tebriz’i, Ak-Sungur b. Ahmedili,’nin Daha önce. 627 ( 1229/1330 ) ‘de 5>uş- ya! va (? ) küçük oğlu Fciçk-üd-PÎB’dçp. apcak 570 1174 kabîlçsinip RSyin-d'z (Merâga yakınında) ş|-

86

TEBRİZ.

hibi olan bir Türkmen reisi, Tebriz havalisini yağmalamaya cesaret etmişti. 628 («230/1231 ) ’de Celâleddin, Azerbaycan '1 terketti ve Moğullar „ülkenin hakikî can noktası ( a s i) olan, (z ira ) herkesin ona ve içinde bulunanlara sığınması gereken Tebriz" ( İbn al-Aş ir, XII, 328 ) de dâhil olmak üzere bütün eyâleti boyun­ durukları altına aldılar. Moğulların „me­ lik"! ( Çermagun Noyan), eşrafı ( yalnız Şams a t-D in al-Tuğra’ i yerinden kımıldamadı) getirtti, ağır bir fidye»! necat aldı, büyük han ( Ügedey) ’ın kullanmasına tahsis edil­ miş hatâ'î kumaşlar dokumaları için, doku­ ma işçilerine emirler verdi ve yıllık ver. ginin miktarını teBbit etti. Güyük’ün devrin­ den beri bütün Arrân ve Azerbaycan'ın fiili idaresi, Moğulların Iranlı bir müttefiki olan melik Şadr al-Din 'in elinde idi ( krş. CahSnguş 3 , nşr., M. Kazvini, C M S , II, 235). İ l h a n i ı l a r d e v r i . 65* (1258 ) 'da Bag­ dad ’ın zaptından sonra, Hulagu Azerbaycan ’a yöneldi ve Merâga [ b. bk.J’ da yerleşti. 661 ( 12 6 3 ) ’de şimali K afkasya’ da, Berkay birlikleri tarafından mağlûp edildikten sonra, Hulagu Tebriz’e döndü ve burada Kıpçak menşeli tacirleri katl-i âma tâbi tuttu. Hu­ lagu'nun, 662 (1264 )’ de iktâlaiın tevziî es­ nasında, Tebriz eyâletinin idaresi te’kîden me­ lik Şadr al-Din ’e bırakıldı. Tebriz, Abaka devrinde (663—680) resmî payitaht oldu ve Olcay tu ’nun tahta cülusuna kadar, A baka’ nm halefleri devrinde bu mev­ kiini muhafaza etti. 688 (12 8 9 )’de Argon 'un saltanatı sırasında, Yahudi 'aâıllı vezîr Sa’d al-Davla yeğeni Abü Manşür’u Tebriz ’e tâyin etti. Geybatu devrinde Tebriz’ in vâridâtı 80 tuman tahmin olunmuştu. Tebriz, 693 (1294 ) 'te kâğıt paraların ( çao) ihdası neticesinde bir kargaşalığa sahne oldu. Tebriz, en parlak devrini, Gazan Han ’ın saltanatında idrâk etti. Bu pâdişâh, 694 ( 1295 } ’ te Tebriz’e girdi ve şehrin garbında Aci-çay 'm sol kıyısındaki Şam köyünde, Argun tarafından inşâ edilmiş olan saraya indi ( Şâm ’ın eski Farsça şekli yanb „kubbe" [Quatremere, N E , XIV, 3 1 ’deı „bir kubbe İle örtülü bina" ] ise de, vaktiyle XIV. asırda bu isim Şâm şeklinde telâffuz edilmiş idi; bk. Nuzhat al-kulâb). Hemen, puthanelerin, kiliselerin, havraların ve ateşkedelerin yıkılmasına emir verildi; müteâkıp yıl, Ermeni kıralı Hetbnm ’un ricâsı üzerine bu emir kaldırılmış olmalıdır. Gazan, Suriye savaşından dönüşünde, 699 (1299) ’dan itibaren, bütün bir dizi inşâata başladı. Ebedî istirahat yeri ola­ rak, daha önce zikredilmiş olan Şam 'a karar verdi. Burada, o zamana kadar İslâm dünyasının 6S yükşçk âbideyi çlaıak telâkki ççldmiş olan

Merv ’deki Sultan Sencer gunbad (kümbed) 'in­ den daha yüksek bir bina inşâ olundu. Büyük bir kubbe ile örtülü bulunan bu türbenin yanında bir câmi, iki medrese ( biri şâfi ’ilerin, diğeri hanefîlerin ), seyyidler için bir yurt ( dar a ls i¡/adat), bir hastabine, Merâga’dakine benzer bir rasathâne, bir kütüphâne, bir evrak hazî­ nesi, bu te 'sislerin idâresi için bir meşrûte, bir içme suyu sarnleı ve bir hamam vardı. Bu te’sislerin bakımı için gelirleri 100 altın tuman ’a ulaşan v a k ıf (V aşşâf)’lar teşkil olundu. Yeni şehrin her bir kapısında, bir kervansaray, bir çarşı ve bir hamam yapıldı. Uzak ülkelerden meyva ağaçları getirildi. . Tebriz şehrinin içinde de büyük imar faali­ yetlerine girişildi. O zamana kadar sur {bâra) ’un uzunluğu 6.000 gam ( „adım"; Cihannümâ; kulaç) idi. Gazan, onu, dör t buçuk fersah tu­ tan 25.000 gam ’ilk yeni bir sur ile çevirdi. Bu şekilde, Küh-İ Valiyan ve Sancarân mahal­ leleri gibi, bütün bahçeler de şehre idhâl edil­ miş oldular. Surun içinde, Küh-i Valiyan (şim­ diki Küh-i Şurhâb veya 'Aynali-Zaynali ) bayırı üzeıinde, meşhur vezîr Raşid al-Din tarafından bir takım güzel binalar vücûda getirildi ve mahalle o tarihten itibaren Rab'-i Raşidi adını aldı ( Nuzhat al-kulâb, s. 76 ). Raşid al-Din’in, oğlundan, yeni mahallenin köylerinden birini iskân etmek üzere Rum’dan 40 delikanlı ve genç kızın gönderilmesini talep ettiği bir mek­ tubuna sâhip bulunmaktayız ( krş. Browne, A Hist, o f Persian Lit., Ill, 82). Tebriz ’in, Amu-Deryâ ’dan Mısır ’a kadar uzanan imparatorluğun hakikî merkezi olduğu vakıasına dikkati çekmek istercesine altın ve gümüş paralar ve ölçüler ( ktta, g a z ), Tebriz vâhid-i ki yâ sisi ne göre, birleştirildi ( d ’Ohsson, IV, 144, 27 1 - 277 , 350,466—469 Gazan Han, 703 ( «3o4)’ te büyük bir merâsimle Şam ’daki türbeye gömüldü. Onun haleli olan Olcaytu, 705 ( «305 ) ’ten itibaren Sultânîye [b. bk.j’de yeni bir payitaht vücûda getirmek fikrini tasarladı, Bununla berâber, asırlarca süren itiyatları değiştirmek kolay değildi; daha 715 ( 1 3 1 5 )’te Kıpçaklı Özbek ’in elçisinin, Muğân-Erdebil-Sultânîye yolu biraz daha kısa . olduğu halde, Tebriz yolunu tâkip ettiği görü­ lür. Tâc al-Din 'Ali-Şâh { 7 « = i 3 i s ’ den iti­ baren vezîr)’ın Tebriz'de (.Mihâd-mihin ma­ hallesinin dışında) muhteşem bir camiin inşâ­ sına başlamış olması da oldukça dikkat çeki­ cidir. 717 ( 13 17 ) ’de, Ebû SaTd devrinde, müstavfî vezîr Raşid al-Din, Tebriz ’e çekildi ve îdam edildiği ertesi yıla kadar oradan çıkmadı. Ser­ veti müsadere olundu ve Rab’-i Raşidi yağma i edtld) (Brow“ «; HIf 7 1 )- Bunugla berâbçr yinç

i TEBRİZ. Ebû SaT d tarafın dan ik tid ara d avet edilmiş oSan R a şid a l- D iu ’in oğlu G iyâş al-D in. R a b - i R a ş i d i’ yi büyütm eğe devam e tti. E b û S a ’î d ’in yaptırm ış olduğu türbede göm ülm esi vakıasın­ dan i d 'O hsson, IV , 720), payitahtın henüz Su ltan îye ’ de bulunduğuna hükm o'unm aktadır. Ebû S a ’îd ’in halefi olan A r p a , T ağstu ( Bağatu okunm alıdır 1 savaşın ı kaybedince, onup veziri Ğ iyâş al-D in, galip *A İi Pâdşâh O yrat tarafından öldürüldü. R a şİd al-D in ailesinin m alları, Tebriz avam ının yağm asına terkedildi ve bu sebeple nâdir koleksiyon lar ve kıym etli kitaplar kayboldu. -

C e l â y i r l e r ve Ç o b â n î l e r devri. Bu hâdiseleri takip eden kargaşalığın ortasın­ da, mukadderatı sıkı-sıkıya Tebriz’e bağlı bu­ lunan Celâyir bânedânınm { İlhânî) zuhur ettiği görülür. 736 ( 1336 ) ’da Haşan Büzürg [ b. bk.] Celâyir, Tebriz tahtına kendi namzedi Sultan Muhammed'i yerleştirdi. Bu hâdise geçici vâs­ fına rağmen evvelki merkeze eski itibârıhın iâde edildiğini gösterir. Hemen Çobânîlerden Haşan Küçük [ b. bk.], kendi namzetleri . ile sahnede gözüktü. Haşan Büzürg. Bagdad’a çekildi ve Hâşan Küçük. 740 (1340 ’ta hâkimi­ yet sâhaları, lrak-ı Acem. Azerbaycan. Arrân, Muğâo ve Gürcistan olmak üzere, Süleyman Han’ın tahtına oturdu. Haşan Küçük’ün haleü olan kardeşi Eşref, 744 (i344) ’te kendisi Teb­ riz'de hakikî hâkim olarak kaldığı halde kend-sinc Sultaniye’yi ikamet mahalli tâyin ett'ği yeni bir kukla. Anûşirvân. ilân etti ve hâkimi­ yetini Fars'a kadar yaydı Gaddarlığı ve »ğ>r vergileri. Mavi-Ordu (şarkî Kıpçak)hanı. Cani Bey’in bir „insânî müdâhale" sine sebebiyet verdi. Eşref. 756 (1333)’da Hoy ve Merend ara­ sında mağlûp edildi ve başı, Tebriz’de bir câmiin kapısına asıldı, Cani Bey’in Azerbaycan’a bıraktığı vezîr Ahicu^. iktidârını bir çok cihet­ ten tehdit edilmiş gördü. Tebriz, geçici olarak Bagdad’dan gelen Celâyirli Gveys b. Haşan Bü­ zürg tarafından işgal edildi Abîcük, Tebriz’den henüz göç etmişti ki, hâkimiyetini tanımasını kendisine tebliğ etmiş bulunan Cani Beiy’ den memnun olmayan Fars Muzafferlerinden Mub i­ riz al-Din Mu^ammed Şîrâz ’dan yetişerek Cani B ey’i Miyâna ’da mağlûp edip 758 ' i 357 )’de Teb­ r iz ’i ele geçirdi. İkiyıtaonra, Cani Bey, Üveys ’in önünden çekildi ( Târik-i gazîda, G M S, s 677 v.dd., 715 v.dd.). Oveys, az sonra Teb­ riz ’i tekrar işgal etti ve Ahicük’u öldürdü. Su ltan O veys’ in ölüm haberi, F a rs'a ulaşınca ( 7 7 6 * 0 13 7 5 ) , M u b âriz^-al-D in ’ in halefi, Şâh Şucâh Tebriz ’i ele geçirm ek üzere Şîrâz'd an h areket etti. Ü v e y s ’in oğlu. H üseyin mağlûp ed ild i ve T ebriz işg al olundu ise de, bir kaç ay •O gra U çan ’d a p a t l a k yçreB bir İs y a n , H üseyin

ı

87

’i muharebesiz tekrar işgal ettiği şehri tabii­ ye mecburiyetinde bıraktı. Bundan sonra galiba Sultanîye [b. bk.] şimâl-i garbide Muzafferîlerın mülklerinin bndûdunu teşkil etmiştir ( Târih-i guzîda, G M S, s. 723 v. dd.). 784 (1382) ’te, Hüseyin Celâyir Tebriz 'de öldürüldü ve hemen Timur zuhur ettiğinden, kardeşi Sultan Ahmed kısa bir müddet için ona halef olabildi. Fasılalı devam eden hâkimiyetlerinin bütün heyecanlı hâdiselerine rağmen, Ceiâyirliler, Tebri zillerin kalplerinde kendilerine karşı yakın bir alâka uyandırabilditer. Onların hakları, Şirvan hâ­ kimleri ve Kara-Koyunlular tarafından tanınmış idi, Tebriz ’deki inşâ ettikleri binalar arasında şunlar zikredilebiliri onların Dimişkiya türbesi, Sultan Üveys’in Clavİjo (nşr. Sreznewski, s. 169 ) ’ya göre 20.000 b ö l m e y i ( „camaras apartadas e apartamientos") ihtiva eden Davlat-hâna ( „Tolbatgana. . . la easa de la Ven­ tura“ ) denilen büyük binası ( krş. Markow, Katalog Djalatr, monet, Petersburg, 1897, s. I — XLIV: Ceiâyirliler tarihi.— Ceiâyirliler tara­ fından Tebriz ’de darbolunmuş sikkeler bilin­ mektedir: Haşan Büzürg—757, Üveys—76z, 763, 764. 7S, 769, 770 ,Hüseyin—777, 778,779, 780, 781, Ahmed—785, 810. T i m u r d e v r i . Timur, İran ’dakı ilk is­ tilâsı sırasında (78 6 = 138 4) Sultanîye’yi zaptettikten sonra Semarkand’a döndü. Altın -Ordu’dan Toktamış Han, 787 ( 1 3 8 5 ) ^ he­ men Darbend üzerinden Azerbaycan’a bir Se­ feri hey’et gönderdi. Müstevliler, Emîr V liî (Timur tarafından kovulan eski Cürcan hâki­ mi ) [ bk. mad. TUĞA TİMUR ] ve Halhal hanı tarafından beceriksiz bir şekilde müdâfaa edi­ len Tebriz ’ i aldılar, ahâlisini yağmaladılar,esir­ ler ( bun'arın arasında Kamil Hucandi de var­ dı götürdüler ve Derdend’e döndüler ( Zaf ar -nâma, 1. 392; Browne, Hist, Pets. Lit., Ill, 321). Sultan Ahmed Celâyir, Tebriz’i aneak yeni­ den ele geçirmişti ki, sözde muslümanları hi­ maye etmek için gelm'ş olan Timur tarafından kovuldu. Timur, Şâm-Gazân ’da ordugâh kurdu ve Tebriz ahâlisini bir fidye-î necat ( mâl-i aman) vermeğe mecbur e tti; krş. Zafar-nâma, 1, 326; Timur için al-A yni çok daha serttir, krş. Markow, Katalog, s. X X V II ). 795 ( 1 J9*)*to Azerbaycan, Rey, Gîlân, Ş ir­ van, Derbend ve Küçük Asya arâzısini içine alan „Hulagu iktâ’ı“ ( taht-i H ülağa) Mîrân Ş ah ’a tevcih olundu (ayn. esr., I, 623) ve Tebriz bu bölgelerin merkezi oldu. Üç sene sonunda bu şebzâde delirdi ve kendini bir takım akılsızca işlere ( masumların îdâm', âbidelerin tahribi; ayn, esr., II, 200, 213 ve Browne, ayn, esr^ 111, 7 1 ) verdi. Timur Hindistan seferin­ den henüg dönmüştü ki, 80? 'de Azerbaycan’ ın

88

TEBRİZ.

yolunu tuttu ve Mîrân Şah ’m sefahat arkadaş­ larını ¡dam etti. 806 ’ da Mîrân Şah 'm oğlu Mîrza Ömer ,,Hulagu iktâ ’1" ile kezâ Timur tarafından garpta zaptedümiş bütün arazilerin başına getirildi. Babası Mîrân Şah ( Arrân ’d a ), kardeşi Ebu Bekir ( Elcezîre’d e ) Mirza Ömer’e tâbî ola­ rak yerleştirildiler. Timur ’un ölümünden sonra, Ömer ile Ebû Bekir arasında uzun bir mücâ­ dele başladı. 808 { 1405/1406 )’ de Ebû Bekir, Tebriz ’i soo 'irâki- tümen vergi Ödemeye ic­ bara muvaffak oldu. Ömer Tebriz ’e döndü ise de, Türkmenler halka eziyet ettiler ve Ebû Bekir şehri tekrar ele geçirdi. Tebriz ’den ancak uzaklaşmıştı ki, âsî Türkmen Bistâm Câgîr, şehre nüfuz etti ise de, hemen Şirvânşâh "Iardan Şayh İbrahim ’in yanma sığındı. 809 ( 1406/1407 ) ’da, bu sonuncusu, Tebriz ’i gerçek hükümdarıymış gibi, Sultan Ahmed Cetâyir ’e tevdi etti. Şehir ahâlisi, bu münâsebetle büyük bir sevinç gösterdi { krş. Matla al-sa'dayn, trc. Quatremere, N E, XIV, 109). 8 rebiülevvelde Ebû' Bekir yeniden Şâm-Gazân ’a geldi ise de, vebâ salgınının şiddetle hüküm sürdüğü şehre girmeğe e esaret edemedi. Bu son hâdiselerden bir az önce, Castille Kıralı Henri İH. ’nin elçisi Clavijo Tebriz ’de bîr inüddet ikamet etti ( n —20 haziran 1404, fasılalarla, 28 şubat — 22 ağustos 1405, yâni h. 806 ’nin sonu ite 808 ’in başlarında). Mâruz kaldığı felâketlere rağmen şehir, çok canlı idi ve mühim bir ticârete sâbipti. Clavijo, Tebriz­ ’in yollarını, çarşılarını- ve binalarını övmek­ tedir. K a r a - K o y u n l u l a r d e v r i . 1 cemâziyelevvel 809 (14 teşrin 1.- 1406)’ da Kara-Koyunlu Türkmen Kara Yusuf, Aras nehri üzerin­ de Ebû Bekir ’i bîr mağlûbiyetle tecziye etti; o da kaçarken, Tebriz ’i yağmaladı ve „onun ordusunun vahşetinden hiç bir şey .kurtulamadı" ( M ati d al-sadayn, s. 110 ), Kara Yusuf, Sul­ tanîye'ye kadar ilerledi ve bu şehrin hatkmı Tebriz ’e, Erdebii ’e ve Merâga’ya götürdü. Ebû Bekir hemen Azerbaycan’a dondu ise de, Bistâm tarafından yardım görmüş olan Kara Yusuf onu, Sardarüd (T eb riz’in 8 km. cenûbunda)’da mağlûp etti; Mîrân Şah,bu savaşta öldü ve Tebriz ’de Surhâb mezarlığına gömüldü. Kara Yusuf, hâkimiyet bölgelerinin taksimi üzerinde, her ikisinin de M ısır’da sürgünde bulundukları devirde, Saltan Ahmed ’le varılan antlaşmaları hatırlıyarak bir hileye .baş vurdu: Sultan Ahmed’in manevî evlâdı telâkkî edil­ miş bnlunan oğlu Pîr Budak’1, büyük bir me­ rasimle Tebriz tahtına oturttu. Matla al-sa"dayn ’e göre, Kara Yusuf, Pîr Budak’a ancak 814 ’te han Unvanım yerdi, /^hmçd zahiren.bu ter­

tibe râzı oldu ise de, Kara Yusuf’un Ermeni- . y e ’de bulunduğu şırada, Tebriz’i işgal etti. Tebriz’den-iki fersah mesafedeki Eşad (?) savaşında Sultan Ahmed nihâî bir mağlûbiyete uğradı ( 28 rebîülâhır 8 13 = 3 0 ağustos 1410). Kara Yusuf tarafından Tebriz ’de îdam edilip, Dimişkiya’de, baba ve annesinin yanına gÖ- ' müldü. Bu münâsebetle, son Celâyir hükümdârı, Tebrizliler arasında teveccüh kazanmıştı ( krş. Huart, La fin de la dynastie des likaniens, J A , teşrin İ, 1876, s. 316—362 .. Tebriz, dâima Kara Yusuf’un askerî seferi­ lerini tertip ettiği merkez olarak zikredilmiş­ tir. Timurlulardan Şâhrub, Kara Yusuf ’un nü­ fuzundan korkarak, 817 ( 14 14 ) ’de, ona karşı ilk seferini tasarladı ise de, Rey ’i . geçmedi (Matla‘ alsa'dagn, s. 238, 250). 823 (»420)’te teşebbüsünü yenilediği sırada, Kara Yusuf ’un ölümü haberi geldi {7 zilkade 8 2 3 = 12 teşrin II. 1420). Türkmenlerin karargâhında kargaşalık patlak verdi ve bir hafta sonra, Mîrza Baysun­ gur, Tebriz ’i işgal etti; krş. Price, CAronological retrospect of the events of Mahom. History, London, 1821, III, 541 ( Ravzat at-şafS Ve Hülâşat aLahbâr ’dan naklen ), Şâhruh, Ka­ ra Yusuf 'un oğullarım Ermeniye ’de mağlûp ettikten sonra 824 ( 1421 ) yazında Tebriz'e geldi. 8 32’de Kara Yusuf’un oğlu İskender, Sultaniye ’ yi zaptetti. Şâhrub, yeniden bir ordu ile Şâm-Gazân’a geldi ve : Sal mas ’ta Kara -Koyunlulara bir mağlûbiyet tattırdı. Bununla beraber, 833 kışında, Azerbaycan Kara Yusuf ’un Şâhruh’a arz-ı tazimde bulunmak üzere gelmiş olan oğlu Ebû Sa’îd ’e teslim edildi. Ebû Sa’ îd, ertesi yıl kardeşi İskender tarafın­ dan öldürüldü. Şâhrub 838 (1434; kışında üçün­ cü defa olarak Azerbaycan ’a geldi. İskender onun Önünden çekilmeyi daba akıllıca buldu, fakat kardeşi Cihan-Şah, Şâhrub’a iltihak et­ mekte istical gösterdi; Şâhrub, 839 ( 1436) yazı­ nı Tebriz ’de geçirdi ve kışa doğru idareyi Cihan-Şah ’a tevcih etti. Tebriz T Küçük-Asya’dan, Basra körfezine ve H erat’a uzanan bir devletin merkezi yspan Cihan-Şah’ın. mesleği böylece başlamış oldu. Teb­ riz’in en dikkate şâyan binası.olan Gök-Mescid, Ciban-Şah ’in (Berezin ’e göre onun zevcesi Begüm Hâtûn’un ) eseridir: T e b riz ’de Surhâb ve Çarandâb mahallelerindeki Ahl-i Hakk [ bk. mad. SULTAN ISHAK ] tarafdarlarımn mevcudi­ yeti, Cihan-Şah zamanına çıkar; Cihan-Şah ’m râfizîliği hakkında bk. Müneccini-başı, İli, 154.. A k - K o y u n l u l a r d e v r i . 12 rebîülâhır 872 ( 10 teşrin II. 1467 },’de Cihan-Şah, Ermen iye’de ânî bir baskına uğradı ve Ak-Koyunlu Türkmenlerinin reîsi Bayındırlı Uzun.Haşan ta­ rafından öldürüldü. İskender’i» , iki kızı, Hm

Eski Tebriz ’den umûmî bir görünüş.

Tebriz Üniversitesi

TEBRİZ.

89

seyıu Ait tesmiye oiunan dervîş kardeş’ erin emîrin sefahatlerinin bir çok necîb aileyi gark hükümdar ilan etti.erse oe. Cihan-Şab :m dul | ett’ ği ümitsizlikten de bahsetmektedir. Îsmâ’il, kalan zevcesi Begüm Hâiun, bu macerayı Elvend ’i bu'mak üzere Erzincan ’a hareket et­ akim bıraktı. Bununla beraber Tebriz, Cihan tiği zaman, Elvend tekrar Tebriz’e dönmeye • Şah in bunak oğlu ( diğer zevcesinden ' Haşan muvaffak oldu ve buradaki kısa ikameti,eşha­ .Ali tarafından zaptolundu ve bu zat, Begüm sında „zengin şahısları sıkıştırdı" ( ‘AlaıtP&rS, Hâtûn'u ve akrabalarım Öldürttü (Müneccim s. 31 ]r. -başı i. Haşan Ali, Timurlu Ebû Sa’îd ’den yar­ Çaldıran savaşı (z receb 920 = 23 ağus­ dım almasına rağmen, IVerend’de mağlûp oldu tos 1514), Tebriz yolunu Osmanlılara açtı. 9 Hâdiselerin seyri, bizzat Ebû Sa’îd ’in ölümü­ gün sonra, vezir Dukakin-zâde Ahmed ve def­ nü ¡utac etti. Uzun Haşan 873 ( 1468 ) ’e doğru terdar Piri Mebmed Çelebi (P aşa [ b . b k ] ) Tebriz’i ele'geçirip, kendi pâyi tahtı .ya ptl ( o, tarafından şehir işgal edildi ve 6 eylûldeSulbu kararını bir mektubunda Osmanlı sultanına tan Selim 1. pek tantanalı bir merasimle şehre girdi. Türkier, şehirde itidalle hareket ettiler bildirdi; Feridun Bey, Münşeat). ' Uzun Haşan devri için Venedik kaynakları­ ( Browne, Per s. Liter, in Modern Times, a, 7 7 ), nın büyük bir ehemmiyeti vardır [Tebriz 'de ilk fakat İran hükümdarları tarafından toplanmış Venedik konsolosu. 1324 ’de. Marco de Moli­ olan hazîneleri zaptettiler ve 1.000 mahir sahno olmuştur j. 1474 ’te Venedik Cumhuriyeti ’atkârı beraberlerinde İstanbul ’ a götürdüler. ’nin çlçist olan Giosafa Bar baro, her taraftan, Sultan, Tebriz’de sâdece bir hafta kaldı ve sefaret hey’etlerinin akın ettiği Tebriz’in yeniçerilerin muharebeye devamdan imtina et­ canlı hayatını tasvir eder. Barbaro, muhteşem meleri neticesinde tekrar kendi tasarrufu al­ saray „Aptisti“ ( haft -f- ? ) ’nin bir köşkünde tında bulunan ülkelere dönmeye mecbur oldu kabûl edildi. Daha 1514i ? ) ’e doğru Tebriz’i ( Hammer, G O R 2, 1, 720). 1514 hâdiseleri, tranlılar için ağır bir ikaz ziyaret etmiş olan meçhul Venedikli tacir bile „şimdiye kadar asil eşi Iran ’a gelmemiş otan” mahiyetinde o du ve Tabmâsp I. devrinde pa­ Uzun Haşan 'tn saltanatının ihtişamından bahs­ yitaht çok daha şarka, Kazvin e nakledildi. etmektedir. Uzun Haşan, 882 ( 1478 ) 'de öldü Venedik elçisi A'essandri ’ye göre, Tahmâsp, ve inşâ ettiği, daha sonra da, oğlu Yâkub’a eimriliğ nden dolayı, Ak-Koyunluların eski pa­ da türbe olarak kullanılan Naşriya medresesine yitahtında az alâka gördü. Osmanlılarh iltihak eden Ulama ([Paşa] Te­ gömüldü. Saltan Yâkub, oldukça sâkin geçen 12 yıllık saltanatı devrinde ( 883-—896=1478— ke Turkmen kabilesinden ) ’nin tahriki ile Ka­ 1490 sarayına edipleri çekti tarihçi İdrîs Bit­ nunî Sultan Süleyman’ın vezîr İbrahim Paşa lisi, onun mürşidi idi) ve 888'de Şâhib-âbâd emrindeki kuvvetleri 941 ■ 13 temmuz 1534)’de bahçesinde Haşt-bihişt sarayını inşâ etti ( bk. Tebriz’i i f gd etti ve Âsad-âbâd iS a’ id-âbâd?) Yâkub devri tarihi olan Fazl Allah b. Rüzbi- yaz ordugâhına geçti. İbrahim Paşa, Şâm-Gahân. T arih ‘âlâm ârây-i amini, Parts, Bibi. zân ’da bir kale inşâsına başladı. Azerbaycan, Nat., nneien tond persan. 10 1. var, 105»). Bu Şâh Tahmâsp devrinde aynı mevkii işgal etmiş saray l „Asiibisti“ ) Venedikli tâeir tarafından olan Ulama’ya teslim edildi. Sultan Süleyman da tasvir edilmiştir: sa'onun tavanı üzerinde bizzat, 27 eylülde Tebriz ’e vâsıl oldu. Az son­ İran’ın bütün büyük savaşları, elçilik hey’et- ra. Sultânîye ’ye kadar ilerledi ve Bagdad’! iş­ leri v. b. resmedilmişti, Haşt-bıhişt ’in ya­ gal etti. Tebriz’e dönüşünde buradaki 14 gün­ nında 1.000 kadının ikamet edebildiği bir ba­ lük ikameti esnasında idâri işlerle meşgul oldu. rem. geniş bir maydân, bir câmi ve 1.000 Soğuk, Türk ordusunu geri çekilmeğe mecbur hastayı barındırabilen bir hastaiıâne vardı etti ve Iran kuvvetleri derhal Van’s -kadar ilerledi. Şâh Tahmâsp ’m kardeşi Elkıâş Mirza ( aynı zamanda krş. Eviiyâ Çelebi, II, 249). S a f e v î i ı s r v e T ü r k-İ r a n s a v a ş*l a r ı ’nin tahriki üzerine Sultan Süleyman 20 cemâd e v r i. Isma'il i., Ak-Koyonlu Mirza .Elvend ’i zıyeiâbır 955 ( 27 temmuz 1548) ’te yeniden Şarür ’da yendikten sonra, 906 (1500 î ’da Teb­ Tebriz 'i İşgal etti ise de, orada ancak 5 gün kal­ riz ’i işgaı etti. Şehrin 200,000-300.000’lik nü- dı. Osmanhların önündeki İran taktiği, erzakın iûsunun üçte ikisi sübhî o arak Ranmıyordu; hepsini imha etmekti, bu sefer de açlık, Türkleri fakat yeni hâifim, onları şî î mezhebini kabule çekilmeye mecbur etti, H aft-iklim ’e göre, Sul­ icbar etmekde gecikmedi ve direnenlere karşı tan Süleyman, askerlerine ta’ viz olarak feth­ şiddet gösterdi ( 'Atam-ârâ, s. 31.). îsmâ'il, edilen şehri, 3 gün yağmalama hakkını tanımış­ Ak-Koyunlulara olan kini dolayısiyle, selefle­ t ı ; buna rağmen, şehir halkı, Türkleri gizlice rinin kemiklerini mezarlarından çıkarttırıp yak­ öldürmeye devam etti. Kanunî Saltan Süley­ tırdı; Faz! Allâh b. Rüzbihân ( ayrı, .esr,, var. man, kendisine şehir halkını katl-i âma tâbi tut­ 206**; G M, Angioiellö), Venedikli tacir,'genç | masını veya hepsini beraberinde alıp-götürme-

TEBRİZ. sini telkfn eden Elkâş Mirza ’mu teklifini red­ bulunan Tectander ’in şahadeti), fakat şi ’î ta­ detti. Fransız elçisi M. d ’Aramon ( Voyagi, s. assubunun yeniden canlanması ile, Tebriz ahâ­ 83 ), Tebriz ’in işgaline bizzat şâhid olmuş ve lisi, şehir ve havâlisinde, 2o yıllık Osmanlı sultanın şehri kornmak hususundaki gayretle- işgali esnasında, aralarında teessüs etmiş olan akrabalık ve izdivaçlara bakmaksızın Türkieri rinİ~doğrulamıştır. 8 -reeeb 962 {29 mayıs 1555 )’ de Am asya’da öldürdüler. ‘ Abbâs, şehir ahâlisini iürk hâki­ Türkiye ile İran arasında takriben 30 yıl süre­ miyetinin izlerini kaybettirmeye dâvet etti ve cek olan ilk sulh muahedesi imzalandı ( Hara- „bir kaç gün içinde, iç-kalenin ve kezâ on'arın ev, İnşâat, mesken, kervansaray, dükkan, mer, II, 113 ,110 ,2 6 9 ; 'Aİam-ârâ, s. 49—5 9 ). 993 (15 8 3 )’** Murad III,’ m vezîr-i âzami hamam v. s. ’nin hiç bir izini bırakmadılar" özdemir-oğlu Osman Paşa, 40.000 kişi ile yeni ( ‘Â lam SrS, s. 441, 451). İktidarsız Sultan Abmed I. ’in devrinde, bir Tebriz fethine girişti. Van valisi Ciğala-zâde, 6.000 kişi ile kuvvetlerini takviye etti. Türkler, 1019 ( 1610 ) ’ da Türkler taarruzlarım tekrar­ Çaldıran ve Şofiyân yoluyla Şâm-GazSn önüne lamayı, denediler. Vezîr-i âzam Murad Paşa, geldiler. İranlı vâli ‘ Ali-Kuli Hân, Ciğala-zâde beklenilmeyen bir anda Tcbr z ’in önüne geldi ’ye 3,000 kişiye mal olan cesftrâne bir huruç­ ise de, ‘ Abbâs I-, hazırlıklarını yapmak zama­ tan sonra, geceleyin çekildi.Eylülde, şehir Os- i nını bulmuştu. Şâh, Surhâb dağının şimalinde manidar tarafından İşgal edildi. Bir çok aske­ mevzilenirken, şehir de vâli Pir Budak-Hân rin katline karşılık olmak üzere, Türkler şehri tarafından müdâfaa edilmişti. Hiç bir müsade­ tamamiyle yağmalamaya koyuldu ve 3 gün ahâ­ me vuku bulmadı ise de. Türkler, hanlılar ta­ liyi katl-i âma tâbi tuttular. Şehrin etrafında rafından tahrip edilen memlekette erzak yok­ harekâtta bulunan şehzâde Hamza Mirza, mü­ luğundan çok sıkıntı çektiler Şâh ‘Abbâs ve teaddit teşebbüsleri ile Osmanlı kuvvetlerinin Murad Paşa, birbirle-ine elçi göndermekte de­ ağır kayıp vermelerine sebep oldu. Osman Pa­ vam ederken, J gün sonra Türk ordusu ansızın şa, Tebriz’i korumak için, duvarları 12.700 ar­ yoluna değiştirdi.Bu Türk hücûmu. Tebriz’de şın ( Evliya Çelebî, mi’mûr-i mekki arşım ı) yeni bir kalenin inşâsını tacil etti. Mihrân-rüd uzunluğunda olan murabba şeklinde bir iç-kale ırmağı tarafından su baskımsa mâruz katabi­ yaptırdı. 36 günde inşâ edilen bu iç-kale. şehrin leceği için, eski iç-kalenin mevkiinin pek mü­ İçinde bulunuyordu {'Alam-ârS: „eski davlat-hâ- sait olmadığına hüktnolundu Yeni kale, Sur­ na’nin yerinde"; Evliya Ç elebî: „Hiyâbân-i Şak hâb dsğm>n altında Rab'-i Raşidi mahallesinde ’m civarında"). îç-kale, 45 000 kişilik bir kuvvetle inşâ olundu Malzemeler, harabe hâlinde bulu­ tutuldu. Hadım Cafer Paşa, Tebriz valisi tâyin nan eski inşâatlardan ve bilhassa Şam-Gazan edildi. Osman Paşa, 20 teşrin l. 1585 ’te vefat 'dan tedârik olundu ( ‘Alam-ârS. s. 384. 601 >. etti. Osman Paşa ’nın Ölüm döşeğinde Osmanlı Diğer taraftan Murad Paşa 'n>n semeresiz te­ kuvvetlerinin başına getirdiği Ciğala-zâde, şebbüsü, 1022 ( 1612 ) 'de yeni bir muahedeyi İranlIları yenmeye muvaffak oldu ise de, Iran- intaç e tti. bu muahede ile hanlılar. Şâh Tahlılar hemen Osmanhian şehirde muhasara et­ mâsp ve Kanunî Sultan Süleyman zamanında meye muktedir oldular. Ferbad Paşa ’mu, kat’ı mevcut olmuş bulunan hâl -i h>zır vaziyeti (sta­ olarak bu Türk garnizonunu kurtarmasından ttı c/ao ) muhafaza ettiler (‘ . tmarat-i Mujaffariya) adını taşıyordu. Onun terk edilişinin, Ak-Koyunlular tarafından itham edi­ len banisinin sapık fikirlerinin neticesi olması mümkündür. Ak-Koyunlularda» Uzun Haşan tarafından İnşâ edilmiş olup. Necef taşları ve Yâkut-t Muşta'şimi ’nin hattı ite yazılmış kitabelerle süslenmiş bulunan Haşan Pâdişâh Mescidini ( cam ii) Evliya Çelebi övmektedir ; mihrSbhn iki tarafında kebribira benzer taştan İki sütun vardı Mi hâd-Mihin mahallesindeki [ balen Firdavsi caddesi ile ş'mâlî Şahnâz caddesi ara­ sında ] Ustâd-Şâgird ( „usta ve çırak mesci­ d i " ), 744 (i343/»344)’de ölen Haşan Küçük Çobanı ’nin eseri idi ( Zinat al-macâlis, M ir’ât al-baldân, s. 3 4 1; Chardin ). t Bu camie bani­ si nin le kabına ('Alâeddin) izafet en ‘Alâ’iye ve İlhanlIlardan kitabede ismi geçen Süleyman b. Muhammed’in ismine izâfeten Sulaymânİya, kitabesini meşhur hattatlardan ‘Abd Allâh-İ Şayrafi ile talebesi ( şâ g ird ) yazdığı için de Ustâd u Şâgird (halk dilinde Ustâd-Şâgird) adları verilmiştir. Bir ara zelzeleden yıkılmış bulunan bu câmiin yerine Nâ’ib al-saltana ‘Abbâs Mirza tarafından aynı adla yeni bir eâmi yaptırılmıştır.] S. Wilson ’a göre, bu isimdeki yeni câmi ( eskisinin yerinde inşâ edilmiş) odun pazarının yakınında bulunmak­ tadır. Evliya Çelebi, Şâh ‘Abbâs câmiinin, Ustâd -Şâgird câmiinin karşısında bulunduğunu kayd­ etmektedir. „Şâh Şafi caddesi“ ( {¡¡yaban) de Safevîler devrine âittir ( krş. Evliya Çele­ bi ). [Kaçarlar devrine âit olanlar şunlardır;

yine Safevîler devrine âit olup, Şâbibâbâd meydanının şark tarafında bulunan ve Tahmasp I. tarafından inşâ olunan bir kubbe ve iki minareli câmide muhtelif vesilelerle tâmir görmek ( 119 3 = 17 7 9 ve 1*08=1793/1794) sü­ ratiyle bugüne kadar gelmiştir. Bu câmie müş­ temilâtı ile birlikte Buk‘ a-î veya Makam.i Sa­ hih at-Amr adı verilmektedir ( ‘Abd al-'Ali Kârang, agn. esr., s. 8 v. dd. ) ]. Umûmî valinin konağı Ala-bapı ( kırmızı-kapı )., Ak-KoyunluIardan Sultan Yâkub ’un eseri olan güzel Bâğ-i Şimal („şimâl bahçesi"; bununla beraber şeh­ rin cenûbunda bulunmaktadır), şehrin 7 km cenüb-i şarkîsinde yer alan ( Berezin, s. 80) Şâh-gölü ( İstahr-i Ş â b ) köşkü. Tebriz ’deki tarihî eserler. arasında türbe, derviş hücreleri v. s. bulunan mezarlıklardan, taş işçiliği ve yazı san ’atı bakımından çok ilgi çekici olan, Tebriz mevlevîlerinin şeyhi Molla Başı ’nin mezarlığı ile içinde Hâkâni-i Şirvâni, Asadi-i Tüşi, Zahir al-Din-i Fâryâbi, Falaki-i Şirvâni gibi şâirlerin kabirlerinin bu­ lunduğu Şâirler, Ruslar tarafından 1330 ( 1912 ’da şebid edilen Şikat ai-islâm ve Kâ’İm-makâm-i Farâhâni mezarlıkları; dükkân, ev, mes­ cit, ulu-câmi ve medreseleri ile bir bütün teşkil eden Kapalı, çarşıyı ( Bâzâr ) zikretmek yerin­ de olur ( ayn. esr., s. 4. v. d., 27—36 ). Meş­ hur İlhanlı vezîri Raşid al-Din ’in inşâ ettirmiş olduğu muazzam Rab‘-i Raştdi mahallesi ise, bugün bir toprak yığını halindedir. Tebriz’in âbidelerinin tafsilâtlı bir listesi Evliya Çelebi ’nin Segakatnâme ’sinde bulun­ maktadır. Tebriz’in umûimî âbidelerini göste­ ren ve Cbardin tarafından yapılmış bulunan manzara resmi (atlas, levha X I) şehrin topog­ rafya bakımından tetkiki için mühimdir, M ir'ât al-buldân ( I, 346 v. d d .) ve Amerikalı misyo­ ner S. Wilson ’un kitabı da faydalı tafsilâtı ihtiva etmektedir. Tebriz askerî mektebi tale­ besi tarafından 1880 ’de 1/8.820 mikyasında yapılmış olan bir plan 1894’te neşredilmiştir; krş, H. Schindler, Geogr. Journ., 189$, s. 104. Berezin (s. 52 ) şehrin mahallelerinin bir kro­ kisini verir; Farsça küçük bir plan, Browne, The Pers. Revolution, s, *84 ’te yeniden basıl­ mıştır. Tebriz ’in, 1912 ’ye doğru Tiflis ’te neş­ redilmiş çok tafsilâtlı bir haritası da vardır [ yeni bir planı için bk. İsmâ'il Dibâc ve ‘Abd al-'Ali Kârang, Râh-numâ-gi şahr-î Tabriz, Tebriz, 1342 ]. Y e n i T e b r i z , Birinci Cihan Harbi ’nde, son olarak Türkler tarafından işgal edilen 9 rama­ zan 13 3 6 = 18 haziran 1918 ) şehir, ancak ertesi yıl tekrar Iranlıların hâkimiyetleri altına girmiş, ikinci Cihan Harbi’ nde, 3 şahrivar 1320 l ş. (26 ağustos 1941 ) ’ de Rus işgaline mâruz kal-

'Î £ b r İ 1 mı; ve burada Rusların teşviki ile, Azerbây. can'da, idâre merkezi Tebriz olmak üzere muh­ tar bir devlet te’sîsini gaye edinen bir Koraünist Partisi mâhiyetindeki Azerbaycan Demok­ rat partisi ( Firka-i Demakrât-i Azerbaycan ) kurulmuştur. 1325' bş. {1946) yılına kadar de­ vam eden bu partinin faaliyeti, Iran kuvvetleri tarafından önlendiği sırada, şehir bundan büyük zarar g ö r m ü ş , Tebriz halkından Tahran ’da iş sahibi olan bir çoğu orada yerleştiği gibi, bir çok iş sahibi de Tahran ’a göç etmek mecbûriyetinde kalmıştır. Bu hâdise dolay isiyle mâruz kaldığı zararları telâfi etmek için Iran hükü­ meti tarafından şehirde büyük teşebbüslere girişilmiş, bu arada 1338 h ş . ( 1959 ) Tahran — Tebriz demir-yolu tamamlanmış, eski caddelere ilâveten bir çok yeni cadde ve bulvarlar açıl­ mış, şehir bir takım resmî ve husûsî mâ âyette binalarla süslenmiş ve modern bir şekilde ışıklandırılmıştır. Hâlen nüfus itibariyle İtan ’ın, Tahran’dan sonra ikinci şehri olan Tebriz, belediye teşkilâtı bakımından J bölgeye ve emniyet teşkilâtı ba­ kımından ise, 10 bölgeye ayrılmış olmakla be­ raber, eski mahallelerin isimleri ( Ahüni, Amir -hiz, Abrâb, Bağ-mişa. Camşid-âbâd, Çâr-minâr, Çaran-dâb, Çust-düzân, Hukm-âbâd,Hatib, Hiyâbân. Dimişkiya, Rasta-küça, Surhâb, Şutur-bân [Deveci ], Saşgiian, :Aroü Zayn ai-Din, Kara-ağaç, Kara-malik, Küça-bâğ, Gâzrân, Lâka-dizac, Layl-âbâd, Mâralân, Mahâd-mihin [-Miyar-Mıyar ], Navbar, Valyan-küb [ Bilan -küh ], Vi cüya) muhafaza olunmuştur. Belli •başlı câddeleri ise, Pâblavi. Tarbiyat, Şurayya, Şikat al-İsllm, Çahârum-i Urdibibişt, Hâliz, Hukm-âbâd, Hâkâni, Hayyârn, D arl’i. Danişsarâ, Şâh, Şâhbahti ( Tophâna Şâhpür, Şams-i Tabrizi, Şahnâz, Şabnâz-i Nav, Şâ’ib, Firdavsi, Fahimi ( Şaşgilan), Farah Pahlavi, Sâzmân-ı Milal-i Muttali id, Munaccim, Manşür, Mahpaykar, Nâdiri ( Kara-ağaç ) ’dir. Eskiden beri İran’ın be IH-başlı ti cât et mer­ kezlerinden biri sayılan Tebriz, ayni zamanda da bir kültür merkezidir. Bilhassa 1330 — 1340 hş, (1951—19 61) tarihleri arasında modern ana ve ilk okulları, orta tahsille ilgili müesse­ seler! ile maârif hayatı bakımından büyük bir inkişâf göstermiştir. Nitekim hâlen ( 134 1— 1342 hş. = 1962— 1963) şehirde 2 7 ’si devlete âit ve 1 4 ’ Ü özel olmak üzere 41 ana okul, 88'i devlete âit, 33 ’ü özel olmak-üzere 12 1 ilk okul, 16 ’sı devlete âit 1 3 ’^ Ö zel olmak üzere 39 orta ve Hse, I ticâret, 1 zirâat, 2 ’si kız, 5 'i erkek olmak üzere 7 muhtelif san’at okulu, 1 ’i kız, 2 ’si erkek olmak üzere 3 Öğretmen okulu, 1 ’i kız, diğeri erkek olmak üzere 2 eğitim ens­ titüsü mevcuttur ( İamâ’ ii Dibâc ve ‘Abd âl-

'A li Kârang, Rah-numâ-yi şahr-i Tabriz, 1342 ;.hş., s. 20—21 arasındaki liste).. Orta tahsilini ikm âl etmiş bulunanlara, yüksek tahsil imkânı sağlamak maksadiyle, önce Edebiyat, Tıp ve Yüksek Öğretmen Okulu ( her üçü de 1326 [1947 J ’da ) ve sonra sırasiyle Eczacılık (1328 = 19 49 ), Doğum ve Kadın Hastalıkları, Zirâat (1335 = 1956 ) ve Fen fakültelerini de içine âlan Tebriz Üniversitesi { Dânişgâh-i T a b r iz' ku- . rulmuştur. Şehirde başlıca 6 gazete ve 3 de İl­ mî mecmua, neşredilmektedir. Halkın sağlığı iie İlgili olarak, 18 ’i devlete ve 2 ’si de husûsî şa­ hıslara âit olmak üzere 20 hastahâne vardır. Tebriz’de hâlen ayrıca el-yazma eserler ba­ kımından oldukça zengin olan iki de kütüp­ hane ( Kitâbhâna-i Mitti-i Tabriz „Tabriz Millî kütüphanesi“ , Kitâbhâna-i 'Umümi-i Tarbiyat „Tarbiyat Umûmî kütüphanesi") ile sâdece Iran ’da meşrûtiyet devri He ilgili eserleri ih­ tiva eden bir de müze vardır. Şehirdeki canlı ticâret hayatı yanında, sa­ nayi de gittikçe artan bir hızla gelişmekte olup, kibrit ve kumaş ile birlikte bir takım montaj sanayiine âit fabrikalar da kurulmuştur. Bu.arada Tebriz’in belti-başlı ticâretinin istinat et­ tiği halıcılık sanâyiî de zikre değir'. Tebriz’in . başlıca mahsûlünü hubûbat, üzüm, badem, dut, zerdali v. s. m e y v e l e r , teşkil eder. ' - Halkının hemen-hemen tamamını Azerî Türkleri teşkil edip, resmî dil Farsça olmakla bera­ ber, hepsi Türkçe konuşur; ekserisi ş i ’î olup, isnâ aşariye [ b. bk.j akidesine siliktir, pek azı da sünnîdtr. Şehirde ayrıca 6.000 kadar hıristiyan ve biraz da musevî vardır ( îsmâ’il Dibâc ve =Abd a!-‘ Âii Kârang, ayn.esr, s....). B i b l i y o g r a f y a : krş. mâd. A ZERBAY­ C A N . Diğer eski müellifler madde içinde ve­ rilmiştir. Yâküt. I, 822; Zâkariyâ Kazvini, Aşar al-bilâd - nşr. Wüsteofeld, s. 237 )az . tafsilât vardır ) ; Hamd ’A llah Mustavfi, Nuzhat al-faulûb ( 740= 1340 ), nşr. Le Stranga, G M S , s, 75 —79 (çoğu muahhar müel­ liflerden nakledilmiş mühim ta v s if); İbn Battûta (. nşr. Defremery), I, 1 7 1 ; 11', 71, 127 — 1 31 ; Kâz i Ahime d Gaf far i, * Nigari&tân (9 59 = 1532), Bibi. Nat. Paris, yazma) sappl. pers., 887, var. 56a ( Nuzhai al-kulüb ’a göre Tebriz), var. 1208 ( İl-denizler ); Ahmed Râzi, H aft İklim (1002 = 1594 ), Bibi. Nat. Paris, yazma, sappl. pers., 356, var. 464b — 479*» ( Tebrizlt meşhurların tafsilâtlı z ik ri); Kâtib Çeîebî, Cihannümâ, s. 380—3S3 î _ İskaridur Münşi, 'Âlam -ârâ { ¿037 = 1635 ), Tahran, 1314, s. 30 v.d., 49 v.d.,! 444, 584 ( birçok ehemmiyetli malûmat); Tebrizli Arakel, Livre d ’histoires ( 1574’deu İ665’e ka­ i dar Ermeni tarihi ), Fr'ans. trc; Brosget,

Tebriz Sâhıb al-A m r’in makamı

Tebriz

Şâbpür-i Şİmâlî caddesi

G ö k

G ö k

M e s c id i

M e s c i d

(

d ı ş t a n

)

( i ç t e n }

Ark-i ?Alişâh { önden )

A r k - i

sA l î ş â h

( a r k a d a n )

Şâh Gölü ( l&tahr-t Şah )

ÎÊ B R Ï2

Coll.