MEB İslam Ansiklopedisi 1 [1] [PDF]

  • Author / Uploaded
  • MEB
  • 0 0 0
  • Gefällt Ihnen dieses papier und der download? Sie können Ihre eigene PDF-Datei in wenigen Minuten kostenlos online veröffentlichen! Anmelden
Datei wird geladen, bitte warten...
Zitiervorschau

İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ İSLÂM ÂLEMİ TARİ H, C O Ğ R A F Y A , E T N O G R A F Y A VE B İ Y O G R A F Y A L Ü G A T İ

MILLl

EĞİTİM BAKANLIĞININ

K A R A R I ÜZERİN E

İSTA N BU L ÜNİVERSİTESİ E D E B İY A T FA K Ü L T E S İN D E KU R U LA N BİR H E Y E T TA R A FIN D A N LEYDEN TA B'I ESA S TUTULARAK T ELİF, TÂDİL, İKM ÂL v« TERCÜME, SURETİ İLE

N EŞRED İLM İŞTİR

B E Ş İN C İ B A S K I

MİLLÎ EĞİTİM BASIMEVİ İSTANBUL 1978

MUKADDİME Bilig kıymetini biliglig bilir Ukuşka ağırlık bÜigdİo kelir. K u ta d g ıı B ilig

L5 ta'rifi -l-haklça bi ‘i-ricali i'rifi 1-hakka ta'rif ahlah.1 'Alî b. Ahi Tslib Homo sum Kumaui nihii a mc alienum puto.2 Tcrontius ••-'■

•.’•••.



İS L A M Ansiklopedisi, müsiiimanların ilim, fikir ve san'at ..âleminde vücuda ■ getirdikleri eserler ile müslüman kavimlerin gerek asıl vatanlarına ve g e re k yayıldıkları yerlere ve İslâm dininin girdiği bütün sahalara dair, tarilı, co ğ rafy a, etnografya, felsefe, kelâm, fıkıh ve dil malûmatını, veciz ve kesif bir ansiklopedi üslûbu ile, yani az satır içine çok malûmat sıkıştırmak suretiyle, ihtiva eden muazzam bir eserdir. Eserin muhtevası, kıymeti ve neşir tarzından bahsetm eden evvel, ait olduğu ve b u gü n ; orientalizm (ş a rk tetkikleri) isimi altında top la­ nan bilgi şubesi hakkında bazı malûmat vermek lâzım ve faydalıdır. ,, Orientaliznj, iki kelime ile tarif etm ek istersek, garbın şark âlemine V alâkadar olarak, onu tanımak içm açtığı bir ılfm yölud ıır7~3 iyebiliriz. Fakat bu / tarifliT ne~kadar eksik ördüğünü, bu mukaddime devam ettikçe, g örecek ve tam am lam ağa çalışacağız.

/^ H A R L E M A G N E devrinde, İngiliz ilâhiyatçısı Alcuin (7 3 2 — 8 0 i ) ’in gayreti ile, A v ru p a ’da pek zayıf bir tahsil hareketi başlamış olduğunu biliyoruz. F ak at kendisinden sonra, A lm an y a’nın ilk mürebbisi ( p rim us praccepior germ a n ia e) unvanını alan talebesi H rabanus Maurus ( 7 7 6 — 8 5 6 ) zamanında da, bir m üddet devam eden bu h areket IX. ve X . asırlardaki büyük karışıklıklar içinde boğuldu gitti. V akıa milâdın birçok tahminlere, kehanetlere yol açan bininci- senesinden itibaren bir uyanış temayülü kaydedilirse de, bu devirde çalışmak isteyen âlim ve mütefekkirler, ne yunan diline ve ne d e a ra p ça y a vakıf olmadıklarından, ellerinde bulunan ilim malzemesi pek : yıf ve hattâ insanı doğrudan ziyade yanlışa götüren neviden idi. Bu sırada B oğaziçi sahil1* — H akikati, söyleyenlerine bakarak, öğrenme; hakikat! 5£ren, söyleyenlerini öğrenirsin. 2.-— İnsanım, İnsanî olan hiç bir şey bana yabancı sayılmaz.

17

MUKADDİME

lerinde bir nevi uyanış görünürse de, bu da esaslı bir renesans ’tan ziyade, an cak kitaplara dayanmış bir nevi tebahhur addolunabilir. Filhakika daha o rta, çağın en karanlık devirlerinde, istilâ ordularının uğraklarından uzak yerlerde, tek başına, y a bir dağın tepesine konmuş, yahut bir vadinin ağaçları arasına gizlenmiş manastırların kütüphanelerinde, hail ve tefsiri güç, bir takım tirşeler bulunuyordu, ilk çağın son demlerine ait, yunancadan lâtinceye yapılmış ter­ cüm elerden ibaret olan bu tirşelerden istifade ederek, A v ru p a ’nın İlmî renesansını kurmak imkânsız olmamakla beraber, tam bu sıralarda İslâm dünya­ sının arap dilindeki orijinal eserleri ve eski yunan âsârınm a ra p ça tercümeleri, kapanık havadan sonra parlayan güneş gibi, garbın semasını aydınlatınca, bütün gözler o tarafa d ö n d ü ; işte bu devirden itibaren, garp şarkı tanım ağa ve bir nevi orientalizm vücuda gelm eğe başladı. Onuncu asrın tam ortalarında, cenubî İtaly a’daki Civitas hippocratiça, (Ip ok rat şehri) namı ile anılan Salerno şehrinde, şark tıbbının g a rp tıbbı üzerine olan ilk tesirine şahit oluyoruz. Güneşli, temiz havalı bir sahilde ku­ rulmuş olan bu h a s t a l a r şehrindeki tıp mektebi, ilk defa olarak, a ra p ça eserlerin lâtinceye tercüm esine başlamış ve bu suretle, galiba, ilk müsteşrik­ ler ortaya çıkmıştır. * Rivayete göre, 913 senesinde ö tr a n to 'd a doğan Yoel'in oğlu A b ra h a m ’ın . oğlu Şabbetai (ölm . 9 8 2 ) isminde bir yahudi, arapların eline esir düşüp, P aler­ m o ’ya götürülmüş ve, orad a arapçayı öğrendikten sonra, tekrar İta ly a ’ya döne­ rek, Salerno tıp mektebi müessisleri arasında çalışmıştır. Bu zat Domnulus yahut Donnolo namı ile maruf olup, İbranî dilinde yazılmış, panzehirlerden bâhis

Sefer ha yağar ( kıymetli k ita p ) isminde bir eser bırakmış olduktan başka, çok muhtemeldir ki, arap ça eserlerden de bazı p arçalar nakletmiş olsun. F ak at asıl tercüm e işine ciddiyetle, hemen hemen bir asır sonra, başlanmıştır. Bu İşİ b a­ şaran İlk âlim yahut İik müsteşrik, aslen bir müslümandır. K artacah bir müslürnan tacir Salerno ’dan geçerken, nasılsa tıp tahsiline heves ediyor, oradan memleketine avdet edince, şark tıbbı ile meşgul oluyor ve birçok yazm alar toplayarak, yine S alern o’ya d ö n ü y o r; orada tanassur ederek, Kostantin namını alıyor ki, artık bu zat ilim tarihinde Constantinus Africanus (Ölm. 1 0 8 7 ) ismi ile anılacaktır. Vakıa bu zâtm eserleri, doğrudan doğruya tercüme olmaktan ziyade, arap ça tıp eserlerinin, iktibas, şerh, izah ve hattâ intihal suretiyle, naklidir. H er ne olursa olsun, bu eski ınüsliiman kartacalmın eserleri, bütün A vrupa tıb mek­ tepleri üzerinde, pek yenileştirici bir tesir yapmıştır. D iğ er taraftan , haçlı s e fe rleri m ün asebeti ile, g arp lılar şa rk ile sıkı tem asa g elin ce,

kendi m ed en iyetlerin e faik bir m ed en iyet

an lıyo rlar. Bu m edeniyetin

k arşısın d a

bulunduklarını

âm illeri olan halkla vuruşup d ö ğ ü şen hıristîyanlar

a rasın d a şark ilim ve m edeniyetinin bazı kırıntılarını m em leketlerine n ak letm eğ e u ğ raşan âlim ler d e bulunuyor ki, b un lardan A d elard of B ath adlı bir ingilizin ( d a h a ziy ad e 1 1 1 6 — 1 1 4 2 seneleri

arasın d a

m eşhur

o lm u ştu r) hem en bütün

müellefâtm tesiri açık ça g ö rü lm ek ted ir. A d elard ’m d o ğ ­ rudan doğruya a ra p ç a d a n te rcü m e ettiği en mühim eserler Musa a !-H varizmi 'nin zeyçîeri ile E u k lid e s ’in on b eş makalesidir. , Hiç şüphesiz eski devrin en mühim müsteşriki şimalî İtalya’da, C rem ona şehrinde d o ğ a n . Glıerardo C retnonese (1114- — 1 1 8 7 ) ’dir. Tulaytala ( T o l e d o )

eserlerin d e

a ra p ç a

1 Bu ille müsteşrikleri

şimdiki ast! oricntalistlerden ay:rnu;k için, bunlara e s k i orientalist

(an cien o rie n ta ü ste) demek daha doğru olur.

1

MUKADDİME

m

şehrinde, belki de bir tercüme heyetinin başında çalışan bu zatın en meşhur eserleri Batlamyus ’un al-M acastı ( A im ageste ) ’si ile îbn Sina 'mn IÇariün ’unun arapçadan lâtinceye tercümesidir. Yine aynı devirde R ob ert of C h ester (X II. asrın ortalarında meşhur olm uştur) isminde bir İngiliz âlimi, Isp a n y a ’da, araplar arasında dört beş sene çalıştıktan sonra, al-Hvârizmi ’nin al-Cabr va ’l-M ukâbala kitabını lâtinceye tercüm e etmiş ve 1141 senesinde, Hermanus Dalmata isminde bir zat ile beraber, Kur1an 'm ilk iâtince tercümesini vücuda getirmiştir. Meşhur dominiken keşişi ve filosof büyük A lbert (A lbertus Magnus, 1193 7 — 1 2 8 0 ), XII. asırda artık a ra p ç a d a n y a p ïïa n bu tercümelerden ve bilhassa F ârâb î, lbn Sina v e Gazâiî ’nin eserlerinden mülhem olarak, Paris üniversitesinde AristoJyçu okuturken, arap elbisesi ile kürsüye çık ıyo r; XIII. asırda yine İu la y tala şehrinde arapçayı öğreneıT^lngiliz1'IteşîşPM rchael S co t (ölm . 1235 ? ) da lbn R u şd ’ün A risto tefsirini ve A ris to ’nun hayvanata dair kitabım arapçadan lâtinceye tercüm e ediyordu. İşte ilim tarihinde arapların felsefî ve İlmî eserleri yunan ve siiryanî dil­ lerinden arap çaya tercüm e etmek için açtıkları birinci tercüm e devrine mukabil, garplılar da, arap ve İbranî dillerinden lâtinceye yaptıkları bu tercümelerle, ikinci tercüm e devrini açmışlardır. Şurasını kaydetmek lâzımdır ki, bu eski orientalisilerin orientalizmi ile muasır orientalizm arasında mühim bir g aye farkı vardır. Eski müsteşrikler, şarkın ilim ve felsefesini kendi dillerine naklederken, şarkı tetkik etmekten ziyade, kendi ilim ve irfanlarını yükseltmek gayesini hedef tutuyorlar, şarkın ne dillerinde ne de tarihinde orijinal bir şey bulmak maksadını gütmüyorlardı. Bundan dolayı bu eski müsteşrikler, ad etâ bugün bizim

garptan tercüm e ve nakil faaliyetimize

benzer, bir faaliyete girişmiş

bulunuyorlardı. Müteakip asırlarda, şarkta hıristiyan din ve medeniyetini yaym ak istiyen papa .Clement V. zamanında, Viyana 'd a inikat eden ( 1 3 1 1 — 1 3 1 2 ) dinî meclis ( C o n cilèy Rom a, Paris, Bologna, Salam anca ve O xford ’da İbranî, arap ve keldanî dilleri tedrisini, A v ru p a 'd a tedrisatın ıslâhı için, lüzumlu g örü yor ve bu yolda bir karar ittihaz ediyordu. Mamafih E rn est Renan, H istoire des Langues sém itiques 'te : — „ne bu karardan ve ne d e o zamanki g arp ta orientalizmin babası sayılan ve hemen her ilim şubesinde eserler yazmış olan katalonyalı Reymond ( Ramon ) Lull ’un, müslümanlan hıristiyan etmek için, misyonerler hazırlamak üzere sarfettiği mesaiden, asıl orientalizm namına, ciddî . bir netice çıkmamıştır“ — diyor. Bilhassa arapcanm intişarından, en zivade islâmın hıristivanlar arasında yayılacağı korkusu ile, ihtiraz edilmekte idi. H attâ bir fıkra olarak nakledilir kiTlngîlizlerin XIII. asırda meşhur âlimi, fransisken keşişi R oger Bacon, arapçanın ehemmiyetinden bahsedince, bütün O xford üniversitesi, „Bacon muslüman oldu“ diye, feryada başlamıştı. Fakat X !!i. asırdan itibaren garp, bir takım seyahatler dolayısiyle, A sya ile temasa gelmiş ve bu temasların bir neticesi olmak üzere, meselâ K arad en iz’in şimal sahilindeki türklerin (K u ­ m an ) dili hakkında uyanan alâkanın eseri olarak, C odex Cum anicus denilen bir mecmua vücuda getirilmiştir. D iğer taraftan, daha X V . asırdan itibaren, Osmanlı devletinin şevket ve kudreti Avrupa ’nin nazar-ı dikkatini celbetm eğe başlamış ve XV I. asrın nihayetlerine doğru ( 1 5 8 8 ) F ra n k fu rt’ta Löwenklau tarafından neşrolunan A nnales sultanorum othm anidarum ismindeki eser, bu alâkayı büsbütün arttırmıştır. XVII. asır iptidasında Hieronymus M egise-

IV

MUKADDİME

rus isminde bir alman âlimi, Liber institutionum linguae turcica e ismi ile, lâtin dilinde bir türkçe gram er L eip zig 'de neşir ve eserini M acaristan k ralı. Ma­ thias 'a ithaf etmiştir ki, bu ithafnamede M egiserus pek yabancı bir dil olan türkçeyi, ilk defa olarak, gram er kaideleri içine sokm ağa muvaffak olduğunu iftiharla söyler ( 1 6 1 2 ) . İtaly a’da Giovanni Monilo isminde bir Venedikli — ki İstanbul ’da Venedik sefareti tercümanlığında bulunmuştur — bir türkçe-italy anca lügat hazırlamış, eser ancak 1641 senesinde R o m a 'd a basılmıştır. Yine İtalya ’da, 1621 senesinde Petri della Valle isminde bir zat, yazm a halinde kalan bir türkçe gram er daha te’lif etmiştir. P a r i s ’te ilk defa olarak, 1 6 3 0 da A ndré Du R yer isminde bir zatın türkçe gram eri lâtince neşredilmiş ve bu eser 1634 senesinde ikinci defa olarak P a r i s ’de basılmıştır. Bu zatın bir de K ur'an tercüm esi vardır. -

Diğer taraftan, Kitab-ı M ukaddes’in türlü türlü dillerde neşri asrın ortala­ rına doğru moda olunca, Fran sa ’d a Le Jay , Ingiltere ’de W alton tarafından b öy ­ le birer nüsha „bible polyglotte“ ve 1661 de C astell tarafından yedi dilde bir lügat kitabı te’lif ve neşiredilmiştir. Mesgnien namında bir fransız iken, 1652 de Polonya sefareti ile İstanbul’a tercüman olarak gelince, Meninski namını alan XVII. asrın meşhur orientalisti, 1680 senesinde Thesaurus linguarum orientalium ’u te'üf ve neşretmiştir. Bu zat 1661 senesinde im parator Leopold ’un hizmetine girmiş, baş tercüman olarak, sefaret heyeti ile İstanbul ’a gelmiş ve, o vakitler Avusturya ile Osmanlı devleti arasındaki sıkı münasebetler dolayısiyle, pek mühim bir mevki almış bulunuyordu. Kendisi bu eseri için yedi sene çalışmış ve Viyana ’da bir şark m atbaası tesis etmişti ki, bu m atbaa 1633 te. türklerin Viyana ’yi muhasarası esnasında, ortadan kaybolm uştur. A rapça, farsça ve türkçeden lâtinceye bir lügat kitabı olan yukarıki eserin arap ça ve farsça kısmı kendisinden evvel Castell ve Golius tarafından yapılan lügatlerden alınmışsa da, türkçesi İstanbul ’da öğrendiği türkçe ile ve, sırf kendi emeği mahsulü olarak, vücuda getirilmiştir. E se r im paratoriçe Maria T h eresa tarafından 1780 senesinde ikinci defa tabettirilmiş ve buna bir de. A vrupa orientalizminin zuhur ve terakkisine dair, lâtince bir fasıl ilâve olunmuştur kİ, bugün orientalizmin tarihi için pek faydalı bir mehaz teşkil etm ekte ve bu

sahada yazılan bütün eserler b u m ehaze m üracattan vareste kalmam aktadır. H attâ en yeni İtalyan ansiklopedisinde yazılan O rientalism o maddesinin eski devre ait olan kısmı bu lügat kitabının methalinden alman malûmattan iba­ rettir. Şunu söylemek lâzımdır ki, Meninski 'nin lügati, bugün bile bazan işimize y an y acak kadar, kıymetlidir. Meninski'nin bundan başka bir de 1680 senesin­ de, V iy a n a ’d a tabedilmiş olan lâtince yazılmış türkçe gram eri vardır. Bu g r a ­ mer, osmanlı türkçesinin gram eri olmak dolayısı ile, hem türkçe, hem de a ra p ­ ç a ve farsça kaideleri ihtiva eder. Bundan sonra pek meşhur olmuş bir diğer eser daha vardır ki, o da F ra n s a ’da, Louis XIV. zamanında D’H erbelot tarafın- \ dan neşrolunan Bibliothèque Orientale ismindeki ansiklopedidir. Bunun müel- '■ lifi .B arthelmi D ’H erbelot ( 1620— 1695 ) gençliğinde şark dilleri ile uğraşm ağa başlamış ve, şark ile d alı a yakından tem as için, en ziyade İtaly a’da çalışmış­ tır. Sonradan Louis XIV. ’nin şark dilleri tercüman-kâtipliğine tayin edilmiştir. | Şarkın semtine bile uğramamış olan bu zatın eseri, hiç şüphesiz, bugün tercû [ meşini neşrettiğimiz ansıklopeamın cedd-i âlâsıdır. Kitabin ilk sahifasmda unva- < nin altındaki „şark kavimlerini tanımak için lâzım olan her şeyi, yani tarihlerini,\ gerek hakikî ve gerek efsanevî an’aneierini, dinlerini, mezheplerini, hü k üm et-//

|

MUKADDİME

V

lerini, siyasetlerini, örf ve âdetlerini, devletlerinin idare ve teşkilâtını muhtevi­ d ir“ ibaresi, bize modern orientalizmin oldukça tam bir tarifini verm ek ted ir; 1781 senesinde çıkan son tab’ı d ört cilttir. İçindeki malûmat tabiî pek eksik ise de, XVII. asırda yazılan bu eser o vakit pek faydalı olmuş ve XIX . asra k adar, herkesin m üracaat ettiği bir ansiklopedi olarak, tanınmıştır. E ser Louis XIV. zamaninda, İstanbul sefaretinde attaşe olan meşhur Antoine Gal­ land tarafından, tekrar tezyil ve neşrolunmuştur. H atırâtı bizim için pek kıymetdar olan Galland, sonradan College de F r a n c e ’ta arap ça hocalığına tayin edilmiş ve, ilk defa olarak, B in bir gece hikâyelerini fransızcaya tercüm e etmiştir.

D İ R taraftan böyle âlimlerin hususî mesaisi ile bir nevi orientalizm teşekkül ederken, diğer taraftan F ra n s a ’da, 1519 senesinde François I. C eneva ’dan A gostino Giustiniani ’yi Paris ’e getirterek, tekrar İbranî dili okutm ağa memur ettiği gibi, 1530 senesinde Collège de F ra ncfi-’j ı l e sis ederken, program ına şark dilleri derslerini de koym uştur. İşte bu sırada P a r is ’te ilk h ak ik î fransız orien- \ TâÎisti GÎHaume P ostel m eydana çıkıyor. Gaipten m ü lh en T o Î3û | ü m n 33ıi^ 3en T îüfn evT şah sın a münhasır, âlim, uzun bir ömür ve büyük bir servet sarf ederek, çalışıyor ve arapçanın A v ru p a’da ilk gramerini telif ediyor; İslâm, İsevî, musevî ve diğer dinleri, A sy a ve Afrika 'da yaptığı büyük seyahatler esnasında, tetkik ederek, Paris ’te bunlara dair g ayet serbest konferanslar veriyordu. Fakat p a ­ pazlar, en hakikî dinin hıristiyanlık, müslümanlık ve yahudilik ahkâmının birbiri ile telif edilerek ortaya çıkarılacak bir din olduğunu söyleyen, bu açık fikirli âlim papazı nihayet bir manastıra kapıyorlar ve orada yüz yaşm a kadar m ah­ pus tutuyorlar. Bu zatin türklere dair 1560 senesinde P o itie rs’te neşrolunmuş, ,-B eJba R épublique des Turcs adında, bir eseri vardır ki, bütün müslümanların ahlâk ve âdetlerinden” "bahseder. Bu eseri müellif 1575 senesinde, H istoires orientales, principalem ent des Turcks et des Turchikes ismi ile, tekrar neşretmiştir. D iğer taraftan tesis ettikleri ş ark dilleri kollejierinden çıkanların, mûslüınanlar arasında misyonerlik vazifesinde. a sIiT'muvaffak olmadıklarını gören jja p a ia r, bu üıilemTtedrislnden büsbütün vazgeçm em işler ve hattâ papa G régoire

XIII. (olm . 1 5 9 1 ) , arap harfleri ile basm ak üzere, R o m a ’da bir m atbaa tesis etmiştir ki, bu m atb aa ilk defa olarak lbn Sina ’nın K â n u n ’unu arap harfleri ile basmıştır ( 1 5 9 3 ) . Fran sa kralı Henri III. C ollège d e F r a n c e ’ta ayrıca bir arap ça kürsüsü tesis ettiği gibi ( 1587 ), papa Urban VII. ’m 1627 de kurduğu Collegium pro fid e propaganda 'da şark dilleri dersleri açılmıştır. Bu suretle her memlekette yetişen müsteşrikler öğrendikleri dillerdeki mühim eserleri tercüm eye başlamışlardır. Bunları burada birer birer zikretmek pek uzun olur. Yalnız şunu söyleyelim k i,.b u müsteşriklerin faaliyetleri araplar ve türklere münhasır kalmamış, Hindistan ve dolayısiyle Iran, Çin ve Japonya ’ya kadar yayılmıştır. Bu cümleden olarak, 1632 senesinde R o m a ’da bir Jap on gram er ve lügati neşredildiği gibi, H ollan d a’da, Louis le Dieu 1639 da bir farsça gram eri, Golius 1636 da lbn cA rabşâh 'in cA c â 5ib al-M akdür f ı N a v â 3ib a l-T im u r’a m n arap ça metnini ve bir de arapça-lâtince lügat kitabı neşretmiştir. 1663 de Abu ’1-Fid â'’nm meşhur al-M uhtasar f ı Tarife a l-B a şa r'i de

p

^ 1~ 1

VI

MUKADDİME

O x fo rd ’d a P o co ck e tarafından neşredilmiş olduğu gibi, 1 6 5 4 te de Sa*dı ’nin G ulistSn metni H olanda 'd a Gentius tarafından, lâtince tercüm esi ile beraber, basılmıştır.

/V-

.

P

A PA Z LA R elinde bir din neşri vasıtası olarak kullanılmak istenen bu kısım orientalizm aşağı yukarı ancak şark dillerinin tahsiline münhasır kalırken, i 1 X VII. asır iptidalarında diğer bir nevi orientalizm, siyasî hulûl politikasının I ve diplomasinin y ardımcısı olarak , kendini gösterir. Bunun ilk misalini Murad J İH ., MehmecTİli. ve A hm ëcTI. zamanlarında, F ran sa elçisi olarak İstanbul’da bulunan Savı ay de Brèves ’in tavır ve hareketinde görm eğe başlıyoruz. Filha. kika 1604 senesinde, Ahm ed I. ile yaptığı kapitülâsyonların tecdidi muahede* sinden dolayı, şöhret kazanan bu elçi, şarkta nufuz tesisi için, Paris ’te bir şark dilleri m atbaası kurmayı düşünerek, İstanbul ’d a ço k güzel harfler yaz­ dırmış ve Paris ’e götürm üştür. Terekesinden kral Louis XIII. namına satın alınmak istenen bu harflerle kralın tâbi'i Antoine Vitré bir m atbaa tesisine kalkışmıştır. Louis XIV . zamanında, 1641 senesinde Kral m atbaası, şark harf­

_

t

lerini tedarik ederek, muntazam bir şark m atbaası kurmuştur. Bu kral, âlim misyonerler göndererek, her taraftan ve bilhassa Çin ’den birçok yazm alar g e ­ tirtmiş ve zamanında, yakın şarkta siyasî ve ticarî işlere bakm ak üzere, tercümanlar ikame edilmeğe başlanmıştır. İşte bu m aksat ile fransızlar ta ra - } fından İstanbul ’a ve İzmir ’e, şark dilleri (tflrk çe. arap ça. farsça ) öğrenm ek / üzere, altı g en ç talebe gönderildiği gibi, sonradan bunların adedi on ikiye \( çıkarılmıştır ( 1 6 6 9 /1 6 7 0 ) . Bizim tabirimizle „dil oğlanı“ namı altında yetişen i ' ” bu~gençîeTlırasm da pek muktedir orientalistler yetişmiştir.1 Mamafih daha Louis XIII. zamanında, sarayd a „kral tercüm anı“ unvanı ile, şark lisanları bilen memurlar m evcut olduğundan bahsedilir. Paris 'te, 1700 senesinden itibaren, Jesuit kollejlnde 22-ialeb eli sark dilleri dersleri açılmıştı. Buraya alman talebenin ekserisi, şarkta sefaret ve konsoloshane tercümanlığında ve bir de misyonerlikte kullanılacak olan, ermeniler idi. H attâ mektep sonradan Paris 'in meşhur Louis le Grand lisesine nakledilince, bunlara tahsis edilen koğuşa „ermeni koğuşu“ ismi takılmış ve bu isim „kral koğuşu“ adına tahvil olununcıya kad ar, şark dilleri şubesi böyle anılmıştır. Fakat 1721 senesinde, ermeni talebe yerine, babaları şarkta bulunan fransızların oğullarından on talebe alınmıştır ki, bunlar sonradan, tahsillerini tamamlamak için, İstanbul mektebine gönderilmiştir. On dokuzuncu asırda daha ziyade tekâmül eden bu mektep kışın Beyoğlu ’ndaki Venedik sarayında ve yazın Büyükdere’de derslere devam etmiş olup, hocaları arasında Salıib Efendi isminde bir türk de bulunmakta idi ki, şimdi Paris şark dilleri mektebindeki türk lektörlerin manevî ceddi olan bu zatın kim olduğunu tahkik mümkün olmamıştır. Bu neviden bir mektep de Napoléon Bonaparte tarafında ti/T a hran ’da tesis edilmiştir. Yine Fransa ’da b a şîö rb îr sebepten, yani Louis XVI. ’nin Osmanlı im para­ torluğu dahilindeki hıristiyanlar üzerinde himaye tesisi sevdası ile, Avusturya ile rakabete kalkışması yüzünden, şarkiyat tahsili ehemmiyet almış bulunuyordu. Hollanda ise, müstemlekelerindeki müslümanların ahvalini ve bilhassa İslâm ş^1 Fransızlâr bizim verdiğimiz bu ismi „Jeunes de langue“ diye tercüme ederek, fransızcada bir mâna ifade etmemesine bakmaksızın, resmî tabir gibi, kullanmışlardır.

MUKADDİME

VH

riatini tetkik için, orientalizm ile alâkadar olmuştu. D iğer taraftan Louis XV I. 1785 te Kral kütüphanesinde bulunan birçok şark yazmalarının tetkikini em ­ retmiş ve bu iş için, başta H istoire des H a n s et des T urcs müellifi D e Gui­ gnes olmak üzere, Sylvestre d e S a c y , L a n g lè s, Caussin de P erceval ve daha sonraları, A . Jourdain, Abel Rém usat, Q uatrem ère ve A . Sédillot gibi, m üsteş­ rikler tarafından Notices et Extraits namı altında, bu yazm alar hakkında mühim tetkikat yapılmıştır ve bu tetkikat sonradan A cadém ie d es Inscriptions et des Belles-lettres tarafından, m ecm ua halinde neşredilmiştir. Bu tetkikler, şarka ait araştırm alar için, mühim bir mehaz teşkil etmiştir. İmdi bütün bu tetkikat ve çalışmaların en muntazam bir şekle ifrağı ^ F ra n sız inkilâbından sonra, 1795 senesinde P aris 'te E c ole d es Langues O rientaïes^Vivantes ( şark" dillerT mektêST) 'in tesisTile. başlar. Diyebiliriz ki, modern orienfiifizm T ^nSH ârin geçen asırda y e tişd ird iğ ie n b ü y ü k orientalist Sylvestre de S acy ’nin kurduğu ve idare ettiği bu mektep ile başlamış ve butun A v ru p a 'c a müsteşrik hocalar yetiştirmiştir. O zamanki inkılâp hükümetinin ilme karşı gösterdiği büyük alâka dolayısiyle, m ektep pek parlak bir mevki almış ve Almanya 'dan, İtalya ’dan, İsviçre ’den, ispanya ’dan koşup gelen g en ç âlimler, bu mektepte feyz aldıktan son ra, memleketlerinde orientalizmi tesis etmişlerdir. H attâ Rusya imparatorunun, P e te rsb u rg ’tâki Şarkiyat enstitüsünü kurmak için, bîT m ektebe m ü racaalF ü zerm er"CfTärmoir gönderilmiştir. D iğer taraftan N a" ^ ö îe ^ B ö n â p â r te ile BeHBer"Mîsir *a gideîTbâzı âTCTer 'Egvptologie ’nm esasla­ rını kurarken, diğerlerinin de arap ilmi ile tem asa gelmiş olmaları, bu m ektepte kurulan islâmiyatm terakkisinde âmil olmaktan halî kalm am ıştır^Vakıa P aris mektebinin kuruluşunundan evvel F ra n sa 'd a , misyonerlik v eya diploması işinde kullanılmak üzere, yetiştirilen orientalistler yavaş yavaş şarkın dillerine, tarih! ve İçtimaî hayatına, san’atine, âsâr-i atikasm a alâkadar olm ağa başladıkları gibi, A lm anya’d a ise, kiliseye hücum etm ek veya müslûmanlan ve yahudileri hırisTîyaniığa sokm ak için, onların dillerini ve felsefelerini öğrenm ek üzere deüril. belkT eski dÜTerd^yazıİmış Kitab-ı Mukaddes 'in metinlerine m üracaatla tefsiri veTashihi maksadı ile, şark dillerini öğrenenlere tesadüf ediyoruz. F a k a t P aris mektebinin kuruluşundan hemen bir asm sonra, Alm anya 'd a birçok üniversite­ lerde okutulan şark dillerinden başka, bir de Berlinjde , Seminar für O rienta­ lische Sprachen ismi ile, bir mektep ( 1887 ) ve nihayet tn giltere'd e de C a m ­ bridge ’de okutulan sark dillerine ilâveten. 1 9 0 6 senesinde L o n d ra ’da S ch ool of Oriental Studies (ş a rk tetkikleri m ek teb i) açılmıştır. „Rusya*da^ ise, 1804 senesinde açılan Kazan üniversitesinde, ecnebî m ütehassıslar marifeti ile, şark fakültesi tesis edilmiş ve P etersb u rg üniversitesinde, 1 8 5 4 ten itibaren, bir şark fakültesi açılmıştır. Bugün bunlardan m aada, Baku, M oskova, Taşk en t, Vla­ divostok ve diğer bazı yerlerde de şarkiyat enstitüleri m evcuttur. Madrid ve Grenada ’da arap dili için mümasil enstitüler tesis edilmiştir. Amerika 'd a ise, b aşta C h icago üniversitesi olma|c üzere, H arvard , urobia üniversitelerinde ve daha beş kadar üniversitece,„ D epartm ent of ental Languages and Literatures namı ile, şubeler tesis edilmiştir. Yalnız cag o üniversitesinde ayrıca bir şark ilimleri enstitüsü m evcut o.'duğu

C oO ri­ Chi­ gibi,

Princeton üniversitesinde muntazaman türkçe, farsça ve a ra p ça dersleri veril­ mektedir. Birçok amerikalı orientalistler bugün o m üesseselerde çalışm aktadırlar. Din neşri veya siyasî nufuz temini gayesini ön safta tutacak yerde, ilmin I I terakkisini b aşta tutan asıl orientalizmin teessüsüne kadar geçen zamandaki

i

(AA*/' K 634 > 651 ; IV , 3S v. d., 51 v.dd.; Lana, tre., Hist. de Vempire otioman, X, 40 v.d., veya Abasgi(Pline,( Pliuius) diye bahsolunmalctadır. Proeopius’a göre ( V . asır), bunlar 58 v.d ., 376, 394; XI, 40 v.d., 58 v.d. 3. A baza M e h m e d P a ş a . — Ruslara karşıLazlarm (Lazoi) hakimiyeti altında bulanmakta açılan sefere, Kırım bam ile birlikte hareket idiler. O zamanlar İstanbul ’a Abaza memleke­ etmek üzere, memur olduğu vakit, Maraş bey­ tinden köleler getirilmiştir. Justinianns tarafın­ lerbeyi idi ( 1 1 8 3 = 1769 ). Bu paşa Bender ka­ dan hâkimiyet altına alınıp tanassur ettirildik­ lesinde kumanda etmiş ve, Hotin kalesini mu­ ten sonra, abazalar aşağı yukarı 800 de, ha­ hasaradan kurtarmak için gösterdiği yararlığa zarların yardımı ile, istiklâllerini elde ettiler. mükâfaten, üç tuğlu vezir olmuştu. Bu kaleyi Bir Hazar prensesi ile evlenmiş olan prens müdafaaya memur olan Abaza Mehmed Paşa, os- ( eristav) kırat Leo II. nnvanmı aldı. Abamanii askeri tarafından terkolunduğuııu görün­ zalarm, Tiflis valisi Ishâk b. İbrahim zama­ ce, kaçarak kurtulmuş ve M oldavya’yı müda­ nında (aş.-yk. 830—833) araplara haraç faaya memur edilmişti; fakat bu hizmeti ifa verdikleri söylenmekte ise de, yalnız coğ­ edememiştir. Kabul ( K ağul) muharebesinde ( 1 rafî sebepler bu havalinin tamamı ile itaat ağustos 1770) sağ cenaha kumanda ediyordu; altına alınmasını imkânsız bırakmıştır. Abaza ordunun hezimetinden sonra, İsmail kalesine kırallığının en parlak devri 830 ile 930 arasın­ girmişti. Bundan sonra Silis Lire valiliğine tayin dadır. Abaza kıralları bu devirde Abaza, olunan Mehmed _ Paşa, asker cem’i için kendi­ Mingrel, Imeret ve Kartalın memleketleri üze­ sine teslim edilmiş olan hazîneyi israf ettiğin­ rinde hüküm sürmüşler, hattâ Ermenistan den, azledilmiş ve Köstendi! 'e sürülmüştü. K ı­ işlerine de karışmışlardır. O zamandan beri rını ’¡n rusiar tarafından zaptı ve Selim-Giray ’m gürcüce, abazalann edebî dili ve münevver firarı üzerine, beraberinde götürdüğü ordunun sınıfların lisanı olarak kalmıştır. Kirci hsûedam

A BA Z A LA R . inkıraz bulduktan sonra (X . asrın sonunda) sak tanat gürcü Bagratîlerin ( Bağratunîler) ©İme geçmiş, fakat Abaza memleketi büyük devlet içinde ehemmiyetini muhafaza eylemiştir. Moğul devrine kadar olan arab ve İran kaynaklarında Bagratîlere daima „Abaza kıralları“ denilmiştir; bizanslı Cedrenus gürcü kıratlarından ’dçy.ojv (veya zijOYcrıım'ıç) ’Afjacyiaç diye bahseder; hattâ kıratların bizzat kullandıkları unvanlarda bile „Abaza kıralı” unvanı en başta, gelir. Bagratî hâkimiyetinin menşei de garpta ( Çoruj) ve Rion havalisinde) aranmalıdır. Takriben 1325 senesinde ( Şirvân-şâh soyundan geldikleri iddia edilen) Şervaşidze hanec&ntna Abaza memle­ keti tiınar olarak verilmiş, 1462 de de (.kıra! Bagrat 1!. zamanında ) Şırvaşidze ’ 1er memleketin hükümdarı (eristav) olarak tasdik olunmuşlardır. Türk destanı Kitâb-i K orkud ’un da 1400 senesin­ de Ermenistan yaylasında vücude gelmiş olması muhtemeldir ; biricik elyazması Dresden ’de bu­ lunmaktadır (krş. Barthold, Z apiski post, o id. : : rcssk. arheol. obşç., VIII. 203 v.d.). A b a z a ’lar, Trabzon rumları ile birlikte, mûslümanlann : düşmanı olarak tavsif edilirler; kendi halkı tarafından kötü muamele gören bir kahraman, „Abaza kabilesine gider, eline bir altın haç alır, arkasında âyîn libası {p ilu n ) bulunan bir adamın elini öpermiş'1. Trabzon imparatoru tarafıadan 1459 da yazılan bir mektupta Abaza hükümdarlarının 30.000 kişilik bir ordu ç»kar■; dıkîarı kaydolunur. Ormanlılar Karadeniz’in şark sahillerine yerleştikten sonra, abazalar t ürk hâkimiyeti altına girmekten kurtulamadılar ve İslâm nufu7.u, tedricen da olsa, hıristiyan lığın yerini aldı. : Domiuiken keşişi Jeaa de Luc, kendi zamanında bile, (16 3 7 ) abazaların artık hıristiyan âdet­ lerine ittiba etmemekle beraber, yine hıristiyan ; sayıldıklarını iddia etmektedir. Gürcüstan ’dan ayrıldıktan sonra, Abaza memleketinin din işleri, Pitzand’da oturan (daha XIII. asırda zikredilen) müstakil bir patrik tarafından idare edilmiştir. Zamanımızda bile Abaza memleke­ tinde sekiz büyük ve, mahalle kiliseleri ile hususî kiliseler de dahil olmak üzere, too kadar küçük kilise harabesi mevcut olduğu söylen­ mektedir. Şervaşidze hanedanı İslamiyet! ancak XVIII. asrın son yarısında kabul etmiş (prens Leon), aynı zamanda da türk hâkimiyetini tanımıştır. Bu münasebetle prense, abazaların : daha 1725 —1728 de muhasara etmiş oldukları Sohıım kalesi verildi. Gürcüstan rSor de Rusya : İle birleştikten sonra, abazalar bu kuvvetli komşuları ile münasebete girişmek mecburiye­ tinde kalmışlardır, tik teşebbüs 1803 te prens Keleş Beg tarafından yapılmış, fakat biraz sonra bundan vazgeçilmiştir. Ancak bu prensin

1808 de katledilmesinden sonradır ki, oğlu Se­ fer Beg ruslar ile daha sıkı temasa gelmiş ve kardeşi, baba katili Arslan Beg 'o karşı, onlar­ dan yardım istemiştir. Sohum ruslar tara­ fından 1810 da zaptedilmiş ve hıristiyan olarak Georgius adını alan Sefer Beg prenslik maka­ mına oturtulmuş, fakat o zamandan beri de Sol)um daimî surette bir rus garnizonumvfa işgali altında kalmıştır. Sefer Beg ’in her iki oğlunun, Demetrius ( 1 8 2 1 ) ve Mîchael’in (daha yaşlı olan kardeşinin zehirlenmesinden sonen, 1822), saltanat makamına ruslar tarafından silâh kuv­ veti ile oturtulmaları mecburiyeti hâsıl olmuş­ tur. Fakat bunların nufuzy, her şeye rağmen, içerisindeki işgal kuvvetlerinin ancak deniz yolu ile diğer mmtakaJarla temasta bulunabildikleri Sohum kalesinin civarından öteye geçmemiştir. Edirne muahedesi mucibince, ( 1829 ).A napa’dan Poti ’ye kadar olan sahil boyunun ilhakından sonra, rusların vaziyeti bittabi kuvvetlenmiştir. Fakat buna rağmen, 1835 te bile, memleketin yalnız şimal-i garbı kısmının, yani Bzyb hava­ ı lisinin prens Michael’e tâbi oldugn söylenir. Diğer kısımlar, prensin müslüman olan amcolarının elinde kaldı. Prens bilâhare, rusların yardımı ile, mevkiini tarsine muvaffak elmnş ve, seleflerinin alcsine, tebaasına karşı hemen hemen mutlak bir hükümdar tavrı takınmış ise de, hıristiyan olmasına rağmen, o dahi etrafına türkleri toplamıştır. Ruslar garbî Kafkasya ’yı kati olarak zap­ tettikten sonra ( 1864 ), Şervaşizde hanedanının hükümeti de, diğer yerli prens ailclerininki gibi, sona ermiş ve prens Michael, daha 1864 yılı teşrin 11. de, haklarından vazgeçtiğini ilân ede­ rek, memleketini terke mecbur olmuştur. Abaza memleketi rus imparatorluğuna So(ıum, hususî idareli bir sancak (o td el) olarak.ilhak edilmiş ve üç sancağa bölünmüştür: Pitzand, Oçemçiri ve Tzebeida. Yeni idarenin, vergi tarhı maksadı ile, memleketin İktisadî vaziyetini tetkik teşeb­ büsü 1866 da bir isyana ve, isyanın yatıştırıl­ masından sonra da, abazalardan büyük bir kısmının Türkiye ’ye hicret etmesi ile^söylendiğina göre, nüfusun 79.000 den 65.000 ‘e inmesine sebep olmuştur. Hemen tamamı ile boşalmış olan Tzebelda sancağı sancaklıktan çıkarılarak, hususî bir „isicân emini" ( popeçitel nasalcniya ) idaresine verilmiştir. Zamanımızda tekmil Aba­ za, Sohyrn-Kaıe sancağı kaza olarak, Kutuya eyaletinin bir kısmını teşkil etmektedir. Nüfusu, yeni muhaceretler ve bilhassa abazaların da, türk kuvvetlerinin Kafkasya sahillerine çıkarılması üzerine, vukubulan dağlıların isya­ nına iştiraki yüzünden, çok azalmıştır. Abazalaıın sayısı 1881 de 20,000 olarak tahmin olunmakta- idi. . ’ .»1 ■ ■ - • 1 ’’_ “V -

7

g

ABAZALAR — ÀBBÂDÎLER.

Üç abaza yerlisi — papas Geçia, Margani ve Kurtzikidze.—tarafmdan yazılmış olan, ta* rîh-i mukaddese dair bir eser, Dprn tarafından tavsif edilen meşhur sikke kolleksiyonunun sa­ hibi general Bartholomae 'nin nezareti, altında, „Kafkasyada ortodoks hıristiyanlığı canlandır­ ma cemiyeti“ marifeti ile neşredilmiştir. Abaza dilinin Novoçerkassk lisesine ders olarak ko­ nulması teşebbüsü tam bir muvaffakiyetsizliğe uğramıştır. B i b l i y o g r a f y a - . Brosset, Histoire de la G eorgie; J . Marquart, Ostearopaeiscke and osiasiatische Streifzüge ( Leipzig, 1903). — Başlıca rus kaynakları (1826 ya kadar ) : N. Dubrovin, Geschichte Jfes Krieges und der russischen Herrschaft in Kemkasien ( Pe­ tersburg, 18 7 1); Shornik sved. o kavhazskih gorsah, 6. kısım (T iflis, 18 72 ; isimleri bilinmiyen, fakat salahiyetli kimseler tarafından h ulâsa); P. Zulıov, Kartina kavkazskago kraya (Petersburg, 1834 — 18 3 5 ); R. V. Erkert, Der Kaukasus und seine Volker (Leip­ zig, 1887). (W . B a rth o ld .) A B A Z İL E R . [ Bk. eiîâdîlf .r .) ‘A B B A . [ Blc. ABBE.) ‘A B B Ä D . [ Bk. abbAd.] A B B A D . ‘A BBA D ß. ZİYÂD, emîr Mu'äviya I. 'in yedeni. Amcası 01m Sicistäa err.îri tayin etm işti; 'Abbäd bu memuriyeti yedi sene mu­ hafaza eylemiştir; şarka seferler açmış ve !£andahâr 1 fethetmişitir. Mu'äviya ’nin yerine ge­ çen Yazid, 'Abbäd ’1 61 ( 6S0/681 ) de azletmiş ve onun yerine kardeşi Salim b. Ziyâ'd ’1 Sieistan ve Horasan emıri tayin eylemiştir. B i b l i y o g r a f y a : Tabarı, II., 191 v, dd.; Belâzori (nşr. de G o eje), 365, 397, 434; Ibıı Kotayba ( nşr. W üstenf.), 17 7 ; A ğan ı, XVII., 53^ v.dd. ( K. V . Z e t t e r s t e e n .) ‘A B B A D A N . [ Bk. abbâdân.j A B B Â D A N . ‘A BBA D Ä N , Irak ‘in en ce­ nuptaki şehri. Eskiden — hattâ X. asırda — bu şehir, Basra körfezindeki bir adanın üzerinde bulunuyordu. Bugün ise, bu körfezin sahilin­ den 20 mil daha içeride bulunmaktadır. Krş. G. le Strange, The Lands o f the Easiem Caliphatc (Cambridge, 1905), 44, 48 v.d .; aynmil., Journ . o f the Koy. A s, Soc., 1895, 302; Ch. Schefer, Sefer-Nam e, (Paris, 18 8 1), 24.5 v. d., bilhassa s. 245 not 2. ‘Abbadnn ’ın vaziye­ tine dair bilhassa krş. H. Wagner, Nachr. d. K gl, Gesellsch, d. Wissensch. za Göttingen, phil.-hist. Kl., 1902, i. cüz, s. 255. _ _ (M. S t r e c k .) ‘A B B Â D A n I. [ Bk. ABBÂDÂNİ. ] A B B Â D Â N Î. 'A B B Ä D Ä N I, admı ‘Abbâdân'dsn alan, fakat başka yerlerde, mal. M ısır’da, yapılan bir nevi hasır. Bk. von Kremer, Culttır-

gesek, des Orients unter den Chalifen, II, 298. ‘ A B B Á d !. [ Bk. a b b á d L ] A B B Â D Î. a l -'A B B A D Í, bu nisbet ile tanınan zevat şunlardır ; i. A b u ‘ Â ş Im M u h a m m e d b . A h m ed M u h a m m e d b . 'A b d A l l a h b . ‘ A b b â d a l ‘ A b b â d I. Ekseriya al-Kâzi ’ 1-Haravi diye de

anılan bu meşhur şafiî fakih 375 (985^ Herat ’ta doğmuş, şevval 458 (1066) de ayni yerde ölmüştür. Uzun seyahatler yaptı. Bir­ çok eserler yazdı kî, adlan İbn Hal likan ’da sayılmaktadır. B i b l i y o g r a f y a ' . İbn HalHkün (neşr. Wüstenf.), nr. 558 ; Wüstenfeld, Scháfi’iten, a. 204 ; Brockelmann, Gesch. d. arab. Litter., 1. 386. 2. Ç u t b a l -D I n A b u M a n ş u r a l -M u j a f f a r B. A r d ŞÎR AL-‘A b b â d I , ismini doğduğu Merv ’e tâbi Sine ‘Abbâd ’dan alan bu meşhur vaiz 491 (10 9 8 ) senesinde doğdu, 547 ( 1 1 5 2 ) de öldü. Tahsilini N isâb ü r’da yaptı, fakat sonra­ dan Bağdad’a geldi ve burada, hitabete olan istidadı ile, halife al-Muktafi ’nin teveccühünü kazandı ve elçilikte kullanıldı. B i b l i y o g r a f y a ' . İbn Hallikân, no. 733; Recueil de textes relat, à l'hist. des S eld jo u cides, II., p réf., s. 3 2 ; Jo u rn . o f the Roy. A s. S o c, 1902, s. 790. 3. R a 2 İ a l-D T n A b v B e k r b. ' A l I b. M u ­ ham m ed a l - H a d d â d a l - 'A b b â d I a l - M I ş r î a l H a n A fT ,8 o o ( 1 3 9 7 ) de Z a b îd ’de öldü. Kur ana

tefsir, kelâm ve fıkıh kitaplarına şerhler yazdı. B i b l i y o g r a f y a - , Brockelmann, göst. yer., II, 18 9 ; krş. I, 175, 525. _

_

'A B B A d I l E R . [ Bk.

( M . T h . H o u t s m a .) a b b â d î l e r .j

A B B Â D İL E R . ‘A BB Â D ÎLE R , İşbiliye’de ( Sevilla ) 414, yahut 42a—484 = 1023, yahut 10 3 1— 1091 hükümet sürmüş olan bir arap ha­ nedanı. Bu hanedan Kuriuba 'daki Emevıleriıı sukutundan sonra ( 422 = 1031 ), İspanya’daki İslâm devletinin inkısamı İİZerıne, XI. asırda, teessÜ 3 etmiş olan müteaddit kiiçük devletler arasında en mühim ye en parlak emareti kur­ muştu. Bn küçük hükümdarlar Reyes de Taifas, arapça Malük a L f a v â 'i f tesmiye edilirdi ; tıpkı İskender ’in halefleri tarafından kurulmuş sülâ­ leler gibi. Sülâlenin müessisi Kâzi Abu ’1-IÇâsim Muljammed I. b. Isıııâ'il ’dır. Bu zat Suri­ ye ’den Yemen ’e hicret etmiş olan Benî Ls&im ’Iıı 'A.bbâd hanedanındandır ( 4 14—434 = 1023 — 1042 ). Oğlu ve halefi Abu ‘Anır ‘Abbâd b. Muhammed al-M u'taiid ’dır [ b. bk. ] (434—4&1 — 1042— 1068). Onu da oğlu'--şair hükümdar Abu ’l-K53İm Muhammed U. b. ‘Abbâd al-Mu tamid [ b. bk. ] İstihlâf eylemiştir (4 6 1—484 = ıo 6 3 — 1091 ). Bu sonuncu, Murabit hükümdarUzı

b.

A BBÂ D ÎLER -

A BBA S.

Şah 'A b b âs'm İran imparatorluğu dahilin­ ■tarafından ıskat edilmiş vo Fas 'ta, Ağm ât ’ta deki rolü, harice karşı oynadığı rolden, daha { IQ95 ) esir olarak ölmüştür. B i b l i y o g r a f y a ! Dozy, Scriptorum az ehemmiyetli değildi. Şah ‘A bbâs yollar yap­ arabam loci de Ahbadidis ( Leyden, 1846— tırmış, bilhassa Mazenderân vilâyetinden geçen 1863) ; ayn. mil., Hist. des Musulmans d 'E s ­ şose ile köprüler, saraylar ve kârvansaraylor pagne (Leyden., 1861 ; alman, trc., Leipzig, inşa ettirmişti. Onun saltanatı zamanında ikmal 1874) > krî- A . F. von Schack, Kunst und edilmiş olan meşhur mebanî arasında, bilhassa, Possie der A raber in Spanien und Sicilien, İsfahan ’daki âbideler zikrolunur. Büyük cami, Çihil-sutün ( kırk siitun ) sarayı, 2. tab. (Stuttgart, 1877), 1,235 v.dd. ; Müller, Der İslam im Morgen- und Abendland, II., Ç ârbâğ vo Zenderüd üzerindeki büyük köprü, Mazanderân dahilinde : Farahâbâd ’daki Cihân589 v.jdd. ( C. F. SEYBOI-O.) numS sarayı, Sâri ve Astarâbâd arasındaki ‘A B B A S . [ Bk. a b b a s .] A B B A S i. ‘A B B A S I., „Büyük" lâkabı ile Sefer-(yah ut S efl-) Sbâd sarayı v.s. Şah ‘A b ­ maruf Iran şahı ; Şafavi sülâlesine mensup bas haydutları aman vermeden tâkip et­ Muhammed Hudâbende ’nin oğlu ve halefi. tiğinden, memleket dahHinde yolların emni­ 965 (*5 3 7 ) de doğmuş ve Faranâbâd'da 19 yeti takarrür etmişti. Aras uehri üzerindeki cemazielevvel 1037 ( 27 kânun II. 1628 ) de, Culfa şehri ermeaileriai Isfahan ‘a kaldırtmıştı. 43 sene saltanattan sonra, ölmüştür. Herat 'ta Bu halkın Isfahan ‘da kurdukları mahallenin adı babasına karşı isyan ederek, K azvin'i zabtct- hâlâ Culfa dır. Şah 'A bbâs İran içinde ecnebi miş ve bundan sonra hükümdar tanınmıştır manastırlarının teessüsünü terviç etmişti. Isfa­ (993 = 1587). ismâ'il II. ile babasının zayif han ‘daki Karmelit manastırı bunlardan biridir. idaresinde mahvolmak derecesine düşmüş olan Avrupa devletleri ile münasebette bulunmağı devleti yeniden tensik etmiş, maaşları devlet arzu ettiğinden, sarayına sadece bir seyyah gibi hâzinesinden verilen bir ordu kurmuş ve bun­ gelmiş olan Sir Anthony ve Robert Sherley lara türkçe tafenkçi adını vermiştir ; yeniçeriyi ismindeki iki İngiliz asilzadesini hüsnü kabul takliden bu tüfenkçileri gürcü ve ermcnilerden etti. Şah ‘Abbâs, askerlerini inzibat altına al­ alınarak müslüman edilen askerler teşkil etmişti. mak ve top kullanmağa alıştırmak üzere, onların İlk Şafavi hükümdarlarının istinatgahları olan yardımından istifade etmişti. Avrupa devlet­ yedi Kızılbaş kabilesinin ehemmiyetini azalt­ lerini osmanlı devleti aleyhinde birleştirmek mak maksadı ile, kendisine hassa askeri olmak üzere, S ir Anthony ‘yi Haşan Bey ‘in refakatin­ üzere, Şah-seven namı altında, yeni bir türk de, diplomatik bir memuriyetle A vrupa ‘ya „ulusu" teşkil eylemişti. Meşhed 'i zabtetcniş göndermişti. Romalı Pietro della Valle isminde olan Özbekler ile cenk etmiş ve onları Herat bir asilzadeden dahi istifade edilmiş ve bu zat civarında, 1597 de kanlı bir hezimete uğrat­ Gumrün ün muhasarasında Şah ‘Abbâs ’a refa­ mıştı ; bu kanlı hezimetten özbeklerin pek azı kat etmiştir. Şah ‘Abbâs, büyük meziyetlerine rağmen, kurtulmuştur. Osmanlı türklerini Tebriz civa­ rında S u fy â n ’da mağlup ettiğinden, Tebriz, zalim id i; saltanatının ilk zamanlarında Murşid Erivan ( Revan ) ve Kars kaleleri teslim olmuş­ Kuli Hâıı ‘1 idam ettirmekten çekinmemişti; : tu ( 1012 = 1603 ). Osmanlılarla Sis civarında halbuki saltanat makamına geçmeğe (994 = 1586) yaptığı muharebeyi bizzat idare etmişti 16 13 onun yardımı ite muvaffak olmuştur. Bir müd­ Nasuh Paşa muahedesi ile İran senevî 200 yük det sonra büyük oğlu Şafi Mirzâ ‘yi da, halk ipek göndermeği kabûl etmiş, tekrar başlayan arasında kazandığı şöhretten ürkerek, öldürt­ harp 1618 Sarav muahedesi ile nihayet bul­ müştü. Pek kalabalıklaşan Sohüm şehri ahalisini muşsa da, sulh uzun sürmemiştir. Zira osman­ azaltmak üzere bir kısmını kesmek için, valinin lılardan Bağdad '1 ve şiflerin mukaddes şehir­ arzı üzerine, emir vermişti. Ancak bu emir, bir leri Kerbelü' ve Nece! yahut Meşhed-i ‘ A l i ’yi te3ad(if eseri olarak, icra edilmemişti. B i b l i y o g r a f g a : Iskandar Münşi, Ta’ • ( 1 0 3 3 = 1 6 2 3 ) , Musul ve D iyarbakır’ı zabtrlh-i *A lam -arâ-i ‘ A bbasi, Teherán, 1897 etmiş ve orduları Gürcüstan ’1 işgal eylemişti. (krş. Fr. von Erdmann, Zeitschr. d, Deutsch. Diğer taraftan, 'Abbâs Başra körfezindeki ada­ Morgenl. Cesellsch., X V , 457 v.d.); Haentları Portekizlilerin elinden almıştı. Hürmüz zsehe, göst. yer., XVIII, 669 v.dd.; Cl. do onların arasında idi ; ‘ Abbâs ‘m bu mu- ' Huart, Hist. de Bağdat, s. 55 v.d .; Pietro vaffakiyetine Hindistan Kumpanyası 'nın gön­ della Valle, Voy ages, II, 412 ; İÜ, 318 v.d. 5 IV, derdiği bir İngiliz filosu da yardım etmişti. 26 v.d, ( Paris, 17 4 5 ); Garcías Silva Figueroa, Ş ah IAbbâs bu eski ticaret benden yerine D e Rebas Persarum Epístola, Antvb^piae, Gumrün ( Gümrü ) *u ikame etmiş ve ona Ben1620; Ambassade en Perse, frans. trc. De der-i ‘Abbâs adını vermişti ki, hâlâ o ismi Vicqfort, Paria, 1667; Sherley, A Trae taşımaktadır.

9

to

ABBAS. Report o f S ir Anthony Sh erley s Jo u rn ey, London, 1600 ; 'Will. Parry, A Neo) Discoarse, Lóndon, 16 0i ; The Three Brothers, I.ondoc, 1825;- Relátian d 'u n Voyage en Perse par un Geniilhomrne de la suite da Seigm ur Scierley, París. 16 5 1; Riza Kuli Han, R a via t a l-S a fâ -i N aşiri, V il!, 95 v.d. ( C l . H u a r t .)

A B B A S 1Î. 'A B B Á S II., Sam MÍrzá ( Şâir Ş a f i) ’nin oğlu ve 'A bbâs I. ’m torununun oğlu, 1043 ( 16 33) te doğmuş, 1077 ( 1666 ) de Dâmnğân ’da ölmüş ve Kutnm kasabasında gö­ mülmüştür. İran tahtına on yaşında ilçen geç­ mişti (1052 = 1642). 'A bbâs II. "it: selefleri olan şahlar şarabı çok içerlerdi; bu hal halka Ör­ nek olduğu için, ahali arasında şarap içmek, suiistimal derecesinde, yayılmıştı. Bu sebeple ‘A bbâs II. zamanında bu sııistimale karşı, ta­ assup şeklinde, bir aksülânıcl yıİ2 gösterm işti; fakat vükelânın bu hususta tatbik ettikleri şiddetli tedbirler, o suiistimali halk arasından söküp atamamıştı. Bundan başka 'A bbâs II. dahi yaşı ilerlediği vakit, ataları gibi, ayyaşlığa ka­ pılmıştı. Kandahâr ’1 tekrar ele geçirmiş ve ihtilâl sebebi ile kogu'ınuş olan özbek reisleri­ ne misafirperverlik göstermişti. Kendisine karşı harp açmış olan Gürcüstan hükümdarı Tahmüras ’1,' kendisine hiç bir şey yapmadan, serbest bıraktı ( 10 7 0 — 1659). ‘ A bbâs II., sefahat ve suistimallerindon dolayı kuvveti tükendiğinden, otuz dört yaşında iken ölmüştür. Kendisinin şair olduğu rivayet ve bir şiiri de zikredilir. B i b l i y o g r a f y a t Rizâ l£uli Hân, Macma' al-F afah â\ I, 4 0; R a via t al-Ş afâ-i N S firî, VIII, 193 v.d. ( C l. H u a r t .) A B B A S III. ‘A B B Â S III-, şafavl hü­ kümdarı, 1x45 ( 1 7 3 2 ) te doğmuş ve Isfahan’da 1149 ( 17 3 6 ) da ölmüştür. Nâdir, Tahm âsp’1 apansız tahtından indirip Horasan ’a sürdükten sonra (114 3 = 1732), yerine ‘A bbâs III. '1 geçir­ mişti. O zaman bu ‘A bbâs sekiz aylık bir çocuk idi. Zamanında Nâdir Bağdad *1 muhasara etmiş ( 114 7 = 1734 ) ve onun erken ölümü üze­ rine, bu fırsattan istifade ile „şah" unvanını almıştı B i b l i y o g r a f y a ' . Rizâ Çulî Hân, R a via t a l-Ş afâ-i N S firi, VIII, 221 v. dd. _

( C l . H u a r t .)

A B B A S L ‘A B B A S L, Mısır valisi (18 4 8 — 1854), 1816 da Cidde'de doğmuştur. ‘A bbâs ’m babası ve Mehmed A li ’nin oğlu olan Tosun Paşa, babasının Vebhabîlero karşı açmış olduğu sefere iştirak için, Cidde ’de bulunuyordu. ‘A bbâs büyük babasının en çok sevdiği çocuk idi. ‘Abbâs ’ın tıynetindeki huşu­ net daba çocukluğunda göze çarpıyordu. Onun bıı huşuneti sonraları pek ziyade artmıştı. Pek

erkenden uhdesine yüksek memuriyetler tevcih edilmiş olan ‘Abbâs, o memuriyetlerde tam şark müstebidleriııde görülen bir tarzda hare­ ket etmişti. İbrahim Paşa, bunamış olan Meh­ med A li 'den sekiz ay evvel, uzun bir hastalık­ tan sonra, 1848 de öldüğünden, Bâbıali 'Ab­ bâs ’1 Mısır valisi olarak tanımış1 ve fakat onun tecrübesizliği ile gençliğinden ve dolayısı ile şöhreti olmamasından istifade ederek, padişahın Mısır ’daki hakimiyetini takviye etmek istemişti. O senelerde ingilizler Nil ile Kıztideniz ara­ sında bir demiryolu inşa etmek istiyorlardı. ‘Abbâs bu projeye mütemayil idi; fakat bu (841 fermanının ahkâmını kat’î bir tarzda ibiâi demekti. O fermana göre, irsi Mısır valileri bütün mühim işlerde Bâbıali ’nin muvafakatini istihsal etmekle mükellef idiler. Bâbıali huku­ kuna riayeti şiddetle talep ettiğinden (4 eylül 18 5 1). ‘Abbâs itaata mecbur olmuştu. Yine o esnada Bâbıali ‘A b b â s ’tan M ısır’da G ü l » h a n e h a t t ı h u m a y u n u n u n ( tatızimat-i hayriye) mer’iyet mevkiine konulmasını iste­ mişti. Bu maksatla Mısır ’da, Tanzimatın tatbiki için icrası elzem tadilâtı hazırlamakla muvaz­ zaf, bir komisyon teşkil olundu. Bu komisyon, mesaisi hiç bir neticeye varmaksızın dağıldı­ ğından, padişah, kiyaseti ile maruf Fuad Efen­ di ’yi Mısır ’a göndermiştir. Fuad Ef., Tanziraatın Mısır ’da da tatbiki hakkındaki fermanın umum muvacehesinde okutulması için, ‘A b­ bâs ’m muvafakatini istihsale muvaffak oldu. ‘A bbâs Paşa ’ya, bu mutavaatından ve mali yardımından dolayı, mükâfat olarak, idama mahkûm katilleri islizansız idam ettirmek salâ­ hiyeti — evvela yedi sene için, ondan sonra da hayatı muddetincc — verilmiştir. Bundan başka ahaliyi angaryada çalıştırmak ve askeri hizmete çağırabilmek ve Mehmed A li ailesini idare edebilmek hakları da kendisine tevcih olunmuş­ tur. Halbuki zalim ve vesveseli ‘A bbâs Paşa Mehmed A li ailesi erkânı hakkında zaten pek insafsızca muamelelerde bulunmakta idi. Şu halde Bâbıalinin diplomatik muvaffakiyeti daha ziyade şekilden ibaret kalmıştır. Kırım muha­ rebesi esnasında ‘A bbâs padişaha karşı sadakat ve istikametle hareket etmiş ve 15.000 askerle Mısır donanmasını onun emir ve hizmetine vermişti. Mısır ’ın dahilî idaresine gelince, 'A bbâs mahdnd düşünceli ve zekâsız bir mateasaıp gibi hareket etmiş ve Avrupa medeniyetini Mısır ’a sokmak için iki selefinin ihtiyar ettikleri paha­ lıya mal otan tecrübe’erden vaz geçmişti. Fakat

1 ‘Abbaa Paşa Abdulmeeid ’« tsşokkur içtn İstanbul 'a Soldİğİ zamao, uhdesine, yazardın fevkinde olarak, sad­ razamlık rütbesi tevcih donduğu vak'a-aûviı forİttftda s&ndttıaSvtir

I*tfİ

t, İZ*—*»*.

ABBAS. onun bu hareketi tasarruf maksadı ile değil, aacak frenklere olan nefret ve kültüre olan husumetinden ileri gelmiştir. Günden güne ves­ vesesi ve huşuneti artan 'A bbSs, çölde muta­ sarrıf olduğu Benha 'l-'A sal kasrına çekildi. Bu kasır Kahire ye uzak değildir. 'A bbâs orada, 1854 senesinde, belki de zehirlenmiş olarak, birdenbire ölmüştür.1 Yerine Mehttıed Ali 'nin dördüncü oğlu ve kendi amcası Sa'id Paşa geçmiştir. ( J. O E S T R U P . ) J A B B A S II. 'A B B Â S II. (HİLMİ), Mı­ sır ‘m (son) hidivi olup, Tevfik Paşa ile eşi Emi­ ne hanımdan 1 cemaziyelahır 1291 ( 16 temmuz 1874) de İskenderiye’de Nimre Telâtc sarayında dünyaya gelmiştir. Yarı şark yarı avrupa usu­ lünde ihtimamlı bir tahsil görmüştür. Babası onu evvelâ, kardeşi Muhamıned 'A li (doğra. 1292 = 1875) ile birlikte, tahsil için Potsdam ’a göndermeği tasavvur etmişse de, siyasî sebep­ lerden dolayı, bu tasavvurdan vaz geçmiş ve Viyana ‘daki Tlıeresianum mektebini tercih ey­ lemişti. Orada iki kardeş esaslı, hâl ve mevki­ lerine uygun, bir tahsil görmüşlerdi. Babası 7 kânun II. 1 S 92 de birdenbire öldüğünden, ertesi günü Bâbıâli ‘A bbâs ’1 babasının yerine kidivliğe tayin etmişti. Birkaç gün sonra 'A bbâs Paşa Kahire'ye muvasalat e tti; 27 şa’ban 1309 (27 mart 1892) tarihli hidivlik fermanı da Kahire 'de 14 nisanda merasimle okundu. Aka­ binde bu fermanın muhteviyatı İngiltere 'nin Mısır 'daki mümessili, sonradan Lord Cromer namım alan, Sir Evelyn Barig ile Mısır hükümeti arasında notalar teatisine sebep olmuştur. Mısırlı olmıyan bir kısım müşavirlerinin nüfuzuna kapıl­ mış olan ‘A bbâs Paşa iagilizlere muhalif bir siyaset takibine başlamış ve 1882 senesi vafc’alârınm ihdas ettiği vaziyeti ve bir kaç senedenberi Lord Cromer tarafından memleketin dahilî siyasetine metanetle verilmiş olan ingilizleştirme istikametini asla nazara almak istememişti. Bundan ardı arkası gelmiyen ihtilâflar çıktı. Daha nisan ayında Mısır kuvvetlerinin serdarı GreafeH çekilmeğe mecbur olmuş, yerine Kitcbener getirilmişti. „Millî" denen yeni cereyan, müteaddid şekiller altında, gazetelerde, hayır cemiyetlerinde, arap lisanının tercihinde ve arapçayı ecnebi kelimelerinden temizlemekte tecelli ediyordu. ‘Abbâs Paşa'nin hidivlik makamına-^elmesinden bir sone sonra, onunla Mı­ s ır ’ı işgal etmekte olan devlet arasındaki ihtilâf bütün şiddeti ile meydana çıktı. Nazırlar reisi, Muj^afS Paşa Fahmi, hastalıklı bir adamdı. ‘Aobâs Paşa onun yerine münevver, inatçı ve

_____________

1 Kftfeştl. Paja ‘ya gore, ' AUbâs Pa^a ’yı çer&es k5Ulerî, iştojiîcleri ağır bir ctirmiırı cc-ftcından kurtulmak W». ©«¡juıad* baatımrak o1-i3r!':Wî!ördrr ( 7rtrtfg.o0 r a f y a ı f i b a r v l , $* 4$ Basra ’ya giderken, 'Abd Allah kendisine para II, 3 *;dd., 10, 2339 v.d .; İbn al-A sir (nşr. ve deve vererek, yardım etmişti. A yşa ’nin as­ Tornb,), 10, 224 Vıd^l. ; Navavi ( nşr. Wüstenfv), kerleri, 'A lı taraîrûda® bozgunluğa uğradığı va­ 337. v.dd. ; Ya% 3 8 i (nşr. H ostsm a), II, 67, kit; 'Abd Allâh, Beni HtııJçüş ’tan biri nezdine 2oo, 3 3 1; Mas'Sdî, Mqr&c (P a ris ), IV, lit , iltica etti. O 'Abd AUâh ‘1 Şam ’a götürdü. Ora­ da 41 senesine kadar (661/662) kalmış olan 'Abd 271 v.d« 313.. 329. .434 ; V , 19, 148, 383 v,au ve Mars al-Kabir ’in Fransız askerleri tarafından işgali ve transız hükümetinin siyasi teşebbüsleri ‘Abd al-Rahman ‘ı fetih tasavvur­ larından vazgeçirmeğe mecbur etti. Mamafih ‘Abd al-Rahmân garpta ve hattâ Cezayir içeri­ lerinde yine entrikasına devamdan geri durmadı. Comte de Mornay heyetinin Tanca ’ya gelmesi üzerine, ‘Abd al-Rahmân Miliâna ve Medea ‘dan mümessillerini geri çağırmağa ve Oran ülkesi üzerindeki iddialarından vazgeçmeğe mecbur oldu ise de, garpta gayri memnunlarla müna­ sebeti kesmedi; 1S36 da Fransa murahhası miralay Larue ‘ye bitaraf kalacağını vaad et­ miş olmasına rağmen, ‘Abd al-K âdir’i teşvik etti. ‘Abd al-lfâdir 1841, 1842 ve 1843 seferleri neticesinde, Cezayir ‘deki bütün mevkilerinden sürüldüğü vakit, ‘Abd al-Rahman onun Fas ‘a ilticasına müsaade etti. Bunun üzerine ‘Abd al-Rahmân, ‘Abd ai-Kâdir 'in de teşviki ile, açıktan açığa Fransa ile harbe girişti. Bunlar, yardımını ümit ettikleri İngiltere ‘den müzaharet görmeyince, mağlûp oldular. Bugeaud ‘nun askerleri Vacda (U cda) ‘yi işgal ve Fas or­ dusunu Isly muharebesinde mağlûp ettiler (14 ağustos 1844 ) ; bir taraftan da Prinee de Joinville ‘in donanması Tanca‘yı (4 ağustos), ve Mogador ‘u (15 ağustos) bombardıman ettL Tanca muahedesi ( 10 eylül 1844) muhasamata nihayet verdi. ‘Abd al-Raljroân emîr ‘Abd alKâdir ’in davasına muzaheretten vazgeçmeği ve hattâ, ele geçerse, onu tevkif etmeği vaad etti. Diğer bîr mukavele ile de 18 mart 1845 de 4

ABDURRAHMAN. Cezayir ve Fas hudutları tayin edildi. Fas dev* leti Mulüya 'nın aşağı mecrasını ve Sahrayıkebir 'de Figig ve Tvât vahalarını muhafaza etti. Bu vakalar neticesinde Fransa ile Fas ara­ sındaki münasebetler tekrar samimiyet kesbetti. Sultan 1847 de ‘Abd al-Kâdir ile olan münasebatını büsbütün kesmeğe karar verd i; onu Fas topraklarını terketmeğe ve bu suretle general Lamoricıere 'in eline teslim olmağa mecbur etti [ krş. ‘ABD AJL-1JÂDİR ]. Tanca, Mogador ve R if sahillerindeki fransızlara veyahut fransız himayesi altındaki eşhasa ika edilen tecavüzler dolayısiyle yapılan mutalebat nazar-ı dikkate alındı. Mamafih Slâ ( Sal e ) limanını bombar­ dıman etmek mecburiyeti hâsıl oldu; zira bu şehrin ahalisi 1852 de bir fransız gemisini yağma etmişlerdi. Buna benzer tecavüzler, muhtelif Avrupa devletlerini deniz nümayişleri yapmağa mecbur etti, Ingilizler 1828 de Fas limanlarını muhasara ettiler. AvusturyalIlar 1829 da Tetuan nehrinin ağzını ve Arzila 'yi bombardıman etti­ ler ; fakat Larache 'ta karaya asker çıkarmağa teşebbüsleri neticesiz kaldı. Sep (C euta) bele­ diye reisi Don Jose Valverde 'nin ve İspanyol konsolos ajanı Darmon 'un öldürülmeleri, Ispan­ ya tarafından şiddetli protestolara sebep oldu. Mamafih bu yabancı düşmanlığı tezahüratına rağmen, Fas, avrupa ticareti için, eskisinden daha ziyade müsait bir hale geldi. İsveç ve Da­ nimarka, gemilerinin korsanlara karşı müdafaa edilmesi için, tediye ettikleri vergiden kurtul­ dular. Fransa ile Mulay Muhammed arasında 1767 de aktedilmiş olan ticaret ve dostluk mu­ ahedesi 1825 te yenilendi. İngiltere 1801 mu­ ahedesini 1824 te yeniledikten sonra, 1853 te bir mukavele yaptı. Bu mukavele 9 kânun II. 1856 da ticaret muahedesine çevrildi. Ingilizlere bu anlaşma dolayısiyle verilen menfaatler ( ithalât inhisarlarının kaldırılması, ihracat gümrükleri­ nin % 10 olarak tahdidi), bilâhare diğer avru­ pa milletlerine de teşmil edildi. Fakat, aynı za­ manda, ecnebilere karşı bir aksülâmel uyandı. Konsoloslar 1842 den sonra ancak Tanca pa­ şası vasıtası ile Fas hükümeti ( m ahzen) ile münasebatta bulunabiliyorlardı. Yün ihracı ka­ rışıldığa sebebiyet verdi. Müverrih al-Salâvi 'nin şahadet ettiği gibi, halk gıda maddelerinin pa­ halılığından şikâyette bulunuyordu; halk bun­ ları hırıstiyanların lehine ittihaz edilen tedbir­ lere ve hırıstiyan nüfuzunun Fas devletinde büyümesine atfediyordu. İhtirazı kayıtlara rağmen, aynı müverrih ‘Abd al-Rahmân '1 Fas 'm en değerli hükümdar­ larından biri olarak tanır. Diyor ki, „0 ikinci bir Mulay tsmâ'il idi ve ölmekte olan bir hanedana yeni hayat verdi“ . ‘Abd al-Rahmân 'm, vezirle­ rinin tesirinden kurtulup, hükümeti bizzat idare j

ettiğini al-Salâvi sitayişle zikreder. A!-Sa!avl onun faaliyetini, dindarlığını, insaniyetperverane halini ve kan dökülmesine karşı olan nef­ retini metheyler. Sonra da onun mimaride zev­ kini tebarüz ettirir (Tanca limanının tamiri — Fas, Merâkeş, Slâ 'daki camilerin tamiratı ve güzelleştirilmesi — Merâkeş 'teki Bü Hassün, Kanarla ve al-Vııstâ'daki camilerinin inşası^— payitahtın civarında Ağda) parkının açılması v.s. ). — 'Abd al-Rahmân 29 muharrem 1276 ( 6 eylül 1859 ) da öldü. B i b l i y o g r a f y a i Ahmed al-Salâvi, K it â b a l - I s t i k s a (Kahire, 1312 ) , I V , 172 — 210 ; Godard, D e s c r ip t io n et h is t, d a .M aroc (Paris, 1860), II, 585—629; Rouard de Card, T r a it é s e n t r e la F r a n c e et le M a r o c ( Paris, 1860 ) ; Pelissier de Raynaud, A n n a le s a l g é ­ rie n n e s (Paris, 1854). (G . YVER.) _ A B D U R R A H M A N . 'A BD al-R A H MAN HUSÂM ZADE, şeyhülislâm, Tulumcu hoca Husâm ‘ın (ölm. 1055 ==1645) oğludur, 1003 ( I594/, 59S) te doğmuştur; 1050 (1640) de Halep kadısı, 1054 ( 1644 ) te Istanbul kadısı, 1059 ( 1649 ) da Anadolu kazaskeri, 1062 ( 1652 ) de Rnmeli kazaskeri olmuştur ; 1065 ( 1655 ) te Abu S a'id Mehmed Efendi ‘nin yerine şeyhülis­ lâmlık teklif edilmesi üzerine, bu mesnedi ev­ velâ red, sonra kabul etmiştir, Cemazielevvcl 1066 ( nisan 1656 ) da vuku bulan ve Çınar vak'ast namı ile maruf olan karışıklıklar esna­ sında, Kara ‘Abd Allah 'ın âsî sipahiler tara­ fından katlini görmesi üzerine ( Hammer-Purgstall, H ist. d e l' e m p ir e o tto m a n . X, 380; Jouannin ve Van Gaver, T u r q a ie , 260; T a 'r lh -i N a ‘ im â , II, S59 ), sultan Mehmed IV. 'i kurtarmak için, istifasını vermiş ve kendi talebi üzerine, Kudüs kadılığına, daha sonra Aymtap ve niha­ yet Kahire civarında kâin Gize ( C iz e } kadı­ lıklarına tayin edilmiştir. Cemazielevvel 10S1 ( teşrin 1—II. 1670 ) de vefat etmiştir. Pehli­ vanlıkta mehareti vardı. T a ' l ik 'te, dikkate şâyân derecede, iyi bir hattat idi. B i b l i y o g r a f y a : Mustalfim Zade Sulaymân Sa'd al-Din, D a v h a t a l - M a ş a ih ( İs­ tanbul } , s. 62.; Hammer-Purgstall, C e s c h . d e s o s m a n . R e ic h e s , bk. fihrist ; Jouannin ve Van Gaver, T u rq u ie, s. 260; Na'imâ, T a 'r ih , II, 559 î Muhibbi, H u lâ ş a t a l- A s a r , II, 35 ı vdd. ( C l. HuART.) A B D U R R A H M A N . 'ABD a l -RAHMÂN B. 'IsS. [B k . İBN AL-CARRÂH.] _ A B D U R R A H M A N . ‘ABD al -RAI;IMAN B. AL-K a SİM. [ Bk. İBN AL-KÂSİM.] _ A B D U R R A H M A N . ‘ABD a l -RAHMAN b . al -Manşür Muhammed, Kurtuba 'daki son Âmirî. Kardeşi ‘Abd al-Malik b. al-Man. şür'un 399 (1008) da, vakitsiz ölümü iizeriuî,

abdürrahm an.

Emevî halifesi olan Hişâm II, 'm veziri ( hücib ) oldu. Annesi hırıstiyan bir prenses olup, San­ cho adlı birinin kızı idi ki, 376 (986) da doğ­ muş olan ‘Abd al-Rahmân da bu sebepten Sanchol, yani küçük Sancho, adı ile anılmakta­ dır. İşte müslümanlar tarafından az sevilmesinin sebebi de bu menşe'i idi. Müslümanlar kendisi­ ne bir çok fenalıklar atfederler: kardeşini zehir­ lemiş, kendisini içkiye fazla vermiş v.g. Fakat halife Hişâm tarafından kendisini veliahd ilân ettirmesi, müslümanların efkârını en çok kendi aleyhine çevirdi. Aynı sene içinde ( 399 = 1009 başlangıcı) Leon kralı Alfonso V .'y a karşı as­ kerî bir harekete geçtiği zaman, Kurtuba 'da, Emevî Muhammed b. Hişâm al-Mahdi 'nin ida­ resi altında, bir isyan patlak verdi. Bıınu haber alınca, 'Abd al-Rahmân derhal geriye avdet emrini verdi; fakat yolda ordusu tarafından terkedildi ve Mahdı ’nin emri ite öldürüldü (4 recep 3 9 9 = 4 mart 1009). B i b l i y o g r a f y a ' , lbn al-Aşir ( nşr. Tornb.), VIII, 499 î Dozy, Hits, des masalmans d ' Espagne, III, 268 v.dd.! ayn. mil., Recherckes sar l'hisioire et la literatüre de l'Espagne ( 3. tab.), I, 188 v.dd. ( C . F. S e y b o l d .) ; A B D U R R A H M A N . 'ABD a l -RAH■ ; MÂN B. M u h a m m e d . [B k . İ b n h a l d û n .] î A B D U R R A H M A N . 'ABD al-R A H ; ; MÂN b . M u h a m m e d b . a l - A ş ' a ş , al-Haccâc aleyhine isyan eden Kindî kumandanı. Eski Kinda krallarının ahfadından olan *Abd alv Rahman önce Haccâc 'ın iltifatına mazhar oldu ; ■ hattâ mumaileyh oğlu Muhammed'i ‘Abd al-Rah mân ’ın kız kardeşi ile evlendirdi. Ffaccâc 76 (695/696) dA kendisini bir ordu ile Mada’in'i : / Şabib 'e karşı müdafaaya gönderdi.'Ubayd Allâh b. A bı B akra’nin 80 (699) de Kâbulistân hü­ kümdarı Rutbil veya Zunbil ( krş. \Ve!!hausen, j Das arab. Relch und sein Sturz, s. 144, not) ta­ rafından hezimete uğratılması üzerine, Haccâc ‘Abd al-Rahmân‘a Sicistân naipliğini ve Rutbil*e karşı harbetınek için, muhteşem bir suret­ te teçhiz edilmiş ve bundan dolayı „tavus orduşu" tesmiye edilmiş bir ordunun kumandasını : / tevdi etti. ‘Abd al-Rahmân 'ın savaşları bü­ yük muvaffakiyetlerle devam etmesine rağmen, Haccâc kendisine kaba bir tarzda yazılmış ve tavr-u hareketini takbih edici mektuplar gön­ derdi. O da, askerlerinin teşviki ile, açıkça isyan ve Haccâc 'a harp ilân etti (8 1 = 700). Irak'a müteveccihen hareket etmeden evvel, 'Abd al-Rahmân Rutbil He bir ittifak muahedesi akdetti; Rutbil ‘Abd al-Rahmân ’a, ihtiyacı ol­ duğu taktirde, yardım etmeği ve ona kendi memleketinde bir melce vermeği taahhüt etti. İptidaları 'Abdal-Rahm ân muzaffer oldu; fa­

kat çok geçmeden, Zâviya muharebesinde ordu­ su hezimete uğradı. ‘Abd al-Rahmân K ü fa ’ye kaçtı. Buraya halife ‘Abd al-Malik, oğlu ‘Abd Allâh ve kardeşi Muhammed 'i 'Abd al-Rah­ mân ile müzakerede bulunmağa gönderdi, ve hattâ Haccâc ’ın azlini bile teklif etti. ‘Abd al-Rahmân halifenin tekliflerini kabul etmedi ve ona karşı da cepbe aldı. Dayr al-Camâcim muharebesi ( şaban 82 = eylül 70 1; mamafih krş. J. Perier, Vie d "A l-H a d jd jâ d j, s. Ig6, not. 3 ) 'Abd al-Rahmân için feci oldu ve Maskın muharebesi de bu hezimeti tamamladı. Kendisi Sicistân istikametinde firar etti ve Büst ’a vardığında, vali ‘İyâz b. Himyân onu, Haccâc *a teslim etmek fikri ile, zincire vurdu. Fakat taahhütlerine sadık kalmış olan Rutbil gelip, onu kurtardı ve kendi memleketine götürdü. Mamafih, ordusunun müracaatı üzerine, ‘Abd al-Rahmân, Haccâc ’a' karşı tali'ini bir daha denemek için, tekrar Büst 'a geld i; fakat az za­ man sonra, Rutbil ’in yanına döndü. Nihayet Haccâc 'm va’dlerine ve bilhassa tehditlerine mukavemet edemiyerek, Rutbil ‘Abd al-Rah­ m ân'1 Haccâc 'ın bir adamına teslim etti. Ruhhac ‘a vardığı zaman, ‘Abd al-Rahmân kale­ nin üstünden kendisini aşağı attı ve öldü (85 = 7 0 4 ; krş. Perier, gösl. yer,, s. 255 not. 2 ; bu vakayiin kronolojisi tamamiyle mevsuk de­ ğildir ; Weilhausen, gSst. yer,, s. 150 v.dd.). B i b l i y o g r a f y a : Tabari, II, 929 v.dd.; Anonyme arab. Chronik (nşr. Ahlvvardt), s. 308 v.dd.; Mas'üdi, Tanbih ( nşr. de Goeje), s. 314 v.dd.; Weil, Gesch. d. Chalifen, I, 499 v.dd.; J. Perier, Vie d 'A l-H a d jd jâ d j (Paris, 1904), s. 129 v.dd.; Wellhausen, Das arab. Reich and sein Starz s. 145 v.dd. ( M. S e l ig s o h n .) A B D U R R A H M A N . 'ABD al-R A H MAN B. ROSTEM, yeni Tähert şehrinin bânisi ve, merkezî Mağrib ’de t6o veya 162 senesin­ den 296 ( 776 veya 778—908 ) ya kadar devam eden Ibâdiye hanedanının reisi. 'Abd al-Rahmân aslen iranlı id i; ibâdiye mezhebinin vak’anüvislerine göre, 'Abd al-Rahmân Rostem b. Bahrâm b. Şâbür b. Bâbek Zi 'l-Aktâf (krş. Yâljüt, Mu cam, I. 815 ) ‘ın oğlu idi. Her halde uydurma olan bu şecere müverrihler tarafından ‘Abd al-Rahmân ’ın aslen hükümdar ailesine mensup olduğunu ve Sâsâni sülâlesi hükümdarlarından geldiğini tesbit için, vücııde getirilmiş olacaktır. 'Abd al-Rahmân Irak ’ta doğmuştu ; onu an­ nesi ile beraber hacca götüren babası Rostem Mekke ’de öldü. Henüz küçük bir çocuk olan 'Abd al-Rahmân, mağribli bir hacı He evlen­ miş olan, annesini takip' etti ve l£ayravân 'da büyüdü. Basra 'da Abu ‘Ubayda Muslim b. Abi Karima 'nin derslerini ta’kip ettikten sonra,

ABDURRAHMAN. Magrib 'de ibâdiye akidesini yayan beş dâ’iden biri oidu. İbadîlerîn ilk imamı Abu ’I (dattâb, Kayravâa ’ı Varfacûma vahşilerinin elinden aldığı zaman, bu mevkiin ve Ifrikiya *nin muhtelif mıntakalarının idaresini ‘Abd al-Rahmân 'a tev­ di etti (safer 141 = haziran 7 5 8 ): fakat aynı senenin cemazielevvel (eylül) ayında İbn alA ş'aş onun elinden iCayravân '1 geri aldı. ‘Abd al-Rahmân, oğlu 'Abd al-Vahhâb ve tevafcii ile birlikte, merkezî Mağrib 'e doğru firar etti ve İbn al-Aş'aş 'ın takibatından kaçıp kurtul­ duktan sonra, Cuzûl ( veya Kuzül ) dağının eteklerinde Tfihert, yani bugünkü Tagdemt, şehrini tesis etti. Ifrikiya ve Cebel Nefüsa 'den hicret eden ibadîlerle dolarak, yeni kasaba sür'atle büyüdü. Tâhert ibadîleri, kendilerini oldukça kuvvetli hissedince, ‘Abd al-Rahmân 'ı İmamlığa nasbettiler ( 160 veya 162 = 776 veya 778 ). Arap vak'anüvisleri ‘Abd al-Rahmân 'ın 154 senesinde Tâhert 'ten kalabalık bir ibadî kıtasını Tobna ‘ya şevketmiş olduğunu söylüyorlar : bura­ da berberîlerden muazzam bir kütle ‘Omar b. Kazârmard 'i muhasara etmişti. ‘Abd al-Rahmân 'ın hükümdarlığı oldukça sakin geçmiş görünüyor. Memleketinde ada­ leti, 'Oraar’¡nkini hatırlatan bir sadelikle, hâkim kılmıştı. Şarktaki ibadî cemaatleri onun imamlığını muteber addettiler ve kendisine birçok heyetlerle para ve hediyeler gönder­ diler. Çok yaşlı olarak, 168 (784) de öldüğü söyleniyor. Oğlu 'Abd al-Vahhâb kendisine halef oldu. B i b l i y o g r a f y a : Abu Zakariyâ' alVargalânı, a l - S l r a { C h r o n iq u e d ’A b o u Z a k a r y â , trc, Masqueray, Paris-Alger, 1878 ) , s. 49—975 al-Barrâdi, K i iâ b a l- C a v â h ir (K a ­ hire, 1302 ) , s, 173 — 174 ; al-Darcini, K ii â b a lf a b a k â t ' , al-Şammâhi, K iiâ b a l - S iy a r ; İbn Şağir ( B u ll. d e C o r r e s p , A fr ic ., 1885, s . 30 v.dd. ) j R. Basset, L e s s a n c tu a ir e s du D j e b e l N c fo u s a (Paris, 1899). ( A . DE MOTYUNSKI.)

_ MAN

A B D U R R A H M A N . ‘ABD al-RAI;IA L -Ş Ü F i ( tam is m i A b u ’L-H U SA YN 'A B D a l - R a h m â n b . ‘O m a r a l - Ş ü f I a l - R â z î ), şar­ kın en mümtaz hey’et ve nücum ulemasından olup, kânun I. 903 te Ray ’de doğmuş ve mayıs 986 da vefat etmiştir. Büveyh hükümdarlarından ‘A iud al-Davla ’nin dostu, hocası ve müneccimi idi. Bu hükümdar hocalarından iiçü İle, sarf ( gramer ) ’ta Abu ‘A li al-Fârisi al-Fasavi, ast­ ronomi zeyçleri bilgisinde Şerif İbn aI-A‘lam ve sabit yıldızların vaziyetleri ve hareketleri bilgisinde ‘Abd al-Rahmân al-Şûfi ile, iftihar ederdi, Al-Şüfi âtideki eserleri yazmıştır: I.

K iiâ b a l - K a v â k i b a l- Ş â b it a ( yahut, a l- Ş u v a r a l- S a m â ' ly a ), resimli; 2. K i iâ b a l- T a z k ir a v a - M a fö r ih a l - Ş u â ' â t ; 3. M u d h a l f i "l-A hkâm ', 4. R is â la f i l- A s ju r lö b . Nr. 1 arapça olarak Berlin, Paris, Oxford, Londra ( Biritish Muse­ um, India Office ), Petersburg ( Şark dilleri enstitüsü) ve İstanbul’da (A yasofya kütüpha­ nesi, farsça ) bulunmaktadır ; fransızca bir ter­ cümesi Schjellerup tarafından neşrolunmuştur: D e s c r ip tio n s d e s é t o ile s f i x e s p a r ' A b d a l- R a h m ân a l - S ü f l ( Petersburg, 1874 ) • medhalin me­

tin ve tercümesi Canssin de Perceval tarafından ( N o tic e s e i e x t r a its , XII, 236 v.dd.) neşrolun­ muştur. Nr. 2 ’nin unvanında bir yanlışlık olsa gerektir ; a l- T a z k ir a 'nin burada bir manası yoktur ve Abu ’ 1-Farac yalnız M a fâ r ih a l- Ş u ‘a â t ’tan bahseder. Bugün Paris, Londra ( India Office ) ve Madrid ( Escurial ) ’de mevcut bulu­ nan nr. 3 'ün bir parçası olsa gerektir. Nr. 4 Paris ve İstanbul (A yasofya) ve Petersburg'da ( Şark dilleri enstitüsü ) vardır. Oğlu Abu 'A li b. Abi ' 1-Husayn al-Şüfi sabit yıldızlara dair ve gene musavver bir u r c â z a yazmıştır ki, Pa­ ris, Münih, Gotha, Bologna ( Marsigli ) ve Kahi­ re ’de bulunur. B i b l i y o g r a f y a ' . F ih r is t, I, 284 ; İbn al-Kifti (nşr. Lippert), s. 226 ; A b u ’1-Farac ( nşr. Şalhâni ), s. 304 ; al-Birüni ( C h r o n o lo g ie o r ie n ta lis c h e r V ö lk e r , nşr. Sachau ), s. 336, 358 (İngiliz, trc. s. 335, 358 ) ; Steinschnei­ der, Z e lts c h r . d . D e u ts c k . M o r g en l . G e s e lls c h ., XXIV, 348—350 ; Dom, D r e i a s tr o n o m . I n s ­ tru m en te ( Petersburg, 1865, M ém . d e l ’a c a d . im p é r . d e s s c ie n c e s , 7. ser., c. IX, nr. 1 ) , s. 77—79; Brockelmann, G e s c h . d . a r a b . L i t ­ ter., I. 223 ; N o tic e s e t e x t r a its d e s m a n u s­ c rits, VII, 150, 154; XII. 236 v.dd.; Suter, A b h a n d lu n g en z u r G e sc h . d e r m a th e m . I Viss e n sc h . ( Leipzig, 1900 ve 1902), X, 62, XIV,

166.

( H. SU TER.) A B D U R R A H M A N . ‘ABD AL-RAtfMÂN B. T A Ğ A Y R A K , Selçukî saltanatının ikinci devresi ricalinden, gayet nüfuzlu bir tiirk emîridir. Sultan Barkiyâruk 'un emirlerinden biri olan babasına, Halhal [ b. bk.] şehri, tımar ola­ rak, verilmiştir. ‘Abd al-Rahır.ân da 1141 de sul­ tan Mas'üd tarafından h â c ib k a b i r tayİD edilmi; ve Fahr al-Din unvanını almıştır. Buzâöeh ile ‘Abbâs ’m 1145 te sultana isyan ettikleri zaman, bu iki adam ile birleşerek, Azerbaycan ve Arrân 'm idaresini uhdesine almış ve sultanı kendi sarayında, bir mahpus gtyi, nezaret altında tu­ tarak, asayişi iade edebilmiştir. Ancak sultan uzun müddet böyle bir vesayete tahammül edemiyerek, mahremi olan hizmetkârlarından biri­ ne, münasip bir fırratita, hâcib ’in ortadan kal­ dırılmasını gizlice emretmiştir. ‘Abd al-Ralımân

ABDURRAHMAN -

ABDURRAHMAN HAN.

$41 (1146/1147) de Gence civarında öldürülmüştiir. B i b l i y o g r a f y a t Recueil de textes relatifs o l'/iist. des Seldfoucides, II, 170 v.dd.: İbn al-Aşı'r (nşr. Tornb.), X, 196 v.dd. (M. T h. Houtsma .) A B D U R R A H M A N H A N .'A B D a l -RAHMAN HAN ( 1844 — 1901 ), Efganistan emîri olup, devrindeki müstakil bir İslâm devletinin belki en şayan-ı dikkat hükümdarı idi. Hayatını dört ayrı fasılda tetkik etmek daha çok doğru olur t 1. çocukluk ve gençlik devresi, emîr Dost Muhammed ‘in ölümüne kadar ( 1844 — 1863 ). — 2. dahilî muharebeler devresi ( 1863 — 1869 ). — 3. menfa devresi (1869 — 1880) ve 4. saltaoatı ( 1880 — 1901). L 'Abd al-Rahmân, Akbar Han 'ın ölümünden sonra ( 1266 = 1 849), tahta geçen Dost Mul^ammed 'in büyük oğlu Afzal ’ın oğlu idi. Dost Muhammed, Bâmezay Popalzay kabilesine mensup bir kadından olan beş oğlunu, Kurram şiîlerinden Bangcş ’lara mensup bir kadından olanlara tercih ediyordu. Şir 'A li ilk kadından olup, ba­ balarından sonra da sağ kalan çocukların en büyüğü idi ; ikinci kadının iki oğlu, Afzal vé A 'jam , Şir 'A li'den daha büyük olduk­ ları halde, kenarda kalmışlardı. Bu mühim : bir noktadır; çünkü Dost Muhammed ‘in ölü­ münden sonra rakip kardeşlerin vaziyetini izah eder. ‘Abd al-Rahmân bizzat veraset meselele­ rinde ananın vaziyetinin hiç bir rol oynamıyacağını, eğer mümkün ise, en büyük evlât hak­ kının kaide olarak vazedilmesini ve hattâ Dost Muhammed 'in bile annesinin bir efganlı değil, bir kızılbaş olduğunu söylemişti. Şir ‘Ali 'nin, ‘Abd Allah C an 'ı veliaht olarak göstermek(e, kendi menfaatlerine halel getirmiş olduğu­ na hükmetti. ‘Abd al-Raljımân ise, Muhaınmed ‘Omar 'in daha yüksek tabakadan bir ananın oğlu olduğu halde, Habib A llâ h ‘1 veliaht tayin / etmekle/ prensiplerine sadık olduğunu pek iyi : : göstermişti, 'Abd al-Rahmân, tahminen 1844 te, hükümdarlığın Dost Muhammed tartından ele alınmasından biraz sonra, doğdu ve çocukluğunu KâblI'de geçirdi ; 1850 den sonra, babası Afzal, Bal(ı valisi olduğu için, efgan Türkistan ’ında idL ‘Abd al-Rahmân dokuz yaşında babasının yanına giderek, on seneyi Türkistan ’da geçirdi ; bizzat yazdığı tercüme-i hali, bu senelerin vu­ kuatı için, başlıca menbadır. Bu tercüme-i halde, bedenî mümareaelerle meşgul olduğundan, oku­ yup yazmayı kolayca öğrenemediğıni, 18 yaşında Evvelce öğrendiklerini de unuttuğunu ve amcası A'şam 'ın kızından mahrem bir mektup alınca, okuyamamaktan utandığını anlatır. Allahtan zi­ hin. açıklığı dilemiş ve rüyasında erenlerden i ::i bW itendİ3İne yazı yazmasını söylemiş. O da |

53

böyle yapmış. Ertesi sabah evvelce öğren­ diklerini hatırlamış ve az zamanda okuyup yazmağa muvaffak olmuş. Mamafih Pashino (18 76 ) pek az okuyup yazabildiğim, okuyup yazmanın ona daima güç geldiğini ve ancak kuvvetli iradesi ile buna muvaffak olduğunu söyler. Bu zat diyor ki, askerî terbiyesi daha köklü ve mizacına daha uygundu; ilk askerî murebbisi, >250 (1834 ) de Şâh Şucâ' hareke­ tinde Kandahar'da esir edilen, Campbell adlı bir ingilizdir. Filhakika Campbell bir avrasyalı yahut, Kaye 'nin dediği gibi ( A fghan War, 1874, I, 13 1), bir hind-ingiliz melezi idi. Çok cesur ve muktedir bir adam olduğu anlaşılıyor. İhtida etmiş ve Şir Muhammed Hân adını al­ mış ve Türkistan 'da Afzal 'm askerlerine ku­ mandan olmuştu. 'Abd al-Rahmân ona karşı duyduğu büyük hayranlığı izhar eder. Üç sene ondan ders görmüştür. Bu devre sonuna doğru, her aklına geleni yapan A fzal, oğluna karşı, uzak akrabasından 'Abd al-Rahim in tesiri al­ tında kaldı ve onu bir sene hapsetti; sonra affetti. 'Abd al-Rahmân yeniden babasının te­ veccühünü kazandı ve o sırada ölen Ş ir Mu­ hammed Hân yerine kumandan nasbedildi. A m ­ cası A'şam bu esnada Türkistan ’a başkuman­ dan sıfatı ile gelmişti ve 'Abd al-Rahmân onun emrinde idi. Fakat, gençliğine rağmen, Dost Muhammed ‘in Katağân, Badahşân, Dervâz ve Amuderya 'nin cenubunda Pamir 'e kadar, bütün araziye hâkimiyetini teşmil eden harekâta ta­ mamen iştirak ettiği anlaşılıyor. İlk harp, emîrin nüfuzunu tanımak iatemiyen, katağânlı Mir Atalık 'a karşı yapıldı. Atalık mağlûp olarak, Badahşân ‘a iltica ve sonra Andarâb ‘da bir is­ yan tertip etti. Buhara za'imi olan Kolâb emîri ile Badahşân emirlerinin yardımlarını temin etti. ‘Abd al-Rahmân T alih in 'd a muhasara edildi; fakat bu müşkül vaziyetten kurtulmağa muvaf­ fak oidu. Mamafih babası Hânâbâd üzerine çe­ kilmesini emretti; bunu muvaffakiyetle yaptı. Kendi anlattığına göre, Tahtapul 'da bir sene, orduyu tanzim etmek için, uğraşmıştır. Bundan sonra harp tekrar patladı ve 1863 te Herat ‘ın zaptından sonra, eınîr Dost Muhammed ’in ölü­ müne kadar, fasılalı olarak devam etti. O zaman 19 yaşında olan Abd al-Rahmân Katağân ha­ valisinde Hânâbâd ’da, babası da Tahtapul ‘da idi. A ’zanı da emîr öldüğü zaman orada bulu­ nuyordu; fakat derhal kaçmağa muvaffak oldu. Çünkü Ş ir 'A li, H erat'ta mukavemet edilmiyecelc kadar, kuvvetli idi- 'Abd al-Rahmât^ bir müddet tehlikeli bir vaziyette kaldı 7 zira Katağân sergerdeleri büyük emîrin Slümü habe­ rini alınca, isyan ettiler. Fakat 'Abd al-Rahmân Narin ’de kat’î bir muvaffakiyet kazandı ve nufuzunu elde etmeğe muvaffak oldu. Muhare­

S4

ABDURRAHMAN HAN.

be ve entrikalarla dolu olan bu seneler 'Abd 1 dan sonra, Şir ‘A l i ’yi Türkistan içerisine kadar al-Rahmân 'ın kuvvetli karakterinin İnkişafına takip ve orada mağlûp etti. F a y i Muhammed’i yardım etti ve bu da onu sonraki senelerin Pancşir vadisinde mağlûp etti. Fayz Muhammed kanlı mücadelelerde oynayacağı role hazırladı. harekât esnasında öldürüldü. 'Abd al-Rahmân II. Şir ‘A li, açık bir muhalefetle karşılaşma­Kâbil 'e döndü. Teşrin I. 1867 de ölen babası­ dan, Dost Muhammed 'e halef oldu. Fakat A fta! nın yerine geçmeği kuvvetle umuyordu, fakat ve A'zam derhal ona karşı entrikalara başladı­ tahta çıkan amcasına muaveneti daha muva­ lar. Harp patladı. A'çam, Şir 'AH ’nin kuman­ fık bir hareket telâkki etti. Mamafih, kendisine danı Rafi(f Hân tarafından, mağlûp edildi ve emniyetleri olmadığı için, onu kara kışta Balh İngiliz Hindistanı ’na iltica etti. O zaman A fia l üzerine giden bir ordunun başına geçmeğe mec­ bir teşebbüste bulundu ve, 'Abd al-Ra^mân ‘ın bur ettiler. Kendisi ve ordusu soğuktan çok sı­ reyine rağmen, Katagân ’ı, bitaraflığını temin kıntı çek ti; fakat yine muvaffakiyet ona güler etmek için, Mir Atalık ’a iade etti. O da Rafiti yüz gösterdi ve büyük bir şiddetle bütün mu­ Hân tarafından Hındü-Küş dağlarında, Bâcgâh halefeti ortadan kaldırdı. Nimlak muhafızları ’ta hezimete uğratıldı; az sonra, Ş ir 'Al? desise (2500 kişi) katledildi; eyaletin garbındaki Akça ile onu hapsetti. 'Abd al-Rahmân, bir müddet ve Maymana de zaptediidi. Fakat Herat bâlâ evvel babasına aynı tarzda Ş ir ‘A li ’yi hapset­ Ş ir 'A l! ‘nin elinde idi ve oğlu Ya'fçüb Irandamesini bizzat tavsiye ettiğini, fakat babasının hâr ‘1 tekrar aldı. Şir 'A li ona iltihak etti ve fırsattan istifade etmek istemediğini anlatır. orduları Tarnak vadisinde Gazne ’ye doğru iler­ 'Abd al-Rahmân, Şir 'A li ‘nin hiç bir şeref ve ledi. A'çam, onlara karşı çıkmak için, Kâbil ‘den namus duygusu ile mukayyet olmadığını teba­ ayrıldı ve 'Abd al-Ralımân ’ın kendisi hakkında rüz ettirerek, galiba gülünç telakki ettiği ve­ müteyakkız davranmasını boş yere tavsiye• et­ himleri yüzünden, babasını istihfaf etmiştir, tiği mukarribi İsma il Hân, A'çam ’ın yokluğu Bunun üzerine 'Abd al-Rahmân Arauderya ’nin esnasında, Kâbil ’i ihanetle zaptederek, Ş ir 'AH öte tarafına kaçtı ve kendisini istemiyerck ka­ ’ye iade etti. ’Abd al-Rahmân, Gazne civarında bul eden Buhara emtrine iltica etti. Ruslar A 'jam ‘a iltihak e tti; fakat Zana Kân ‘da mağ­ Taşkent ’i aldıkları ve emîr Buhara ’dan çıkıp lup ve yanlarındaki birkaç adamla kaçmağa Semerkand ‘a gittiği zaman, 'Abd al-Rahmân mecbur oldular. İH. Ş ir 'A li o zaoıan (1868 sonu) bütün E f­ Râvalpindi ’de bulunan amcası A'zam ile muha­ bereye girişmişti; kaçmağa yol bulan 'Abd al- ganistan ’a emîr oldu ve hükümdarlığı 1879 a Rahmân amcası ile Bâcgâh ‘ tabuluştu. Amca ve kadar devam etti. Zana Hân hezimetinden son­ yeğen bir miktar asker topladılar, Kandahâr 'da, ra, 'Abd al-Rahmân bir müddet sıkıntılı ve öz kardeşleri ile harp etmekle meşgul olan Şir serseriyane bir hayat geçirmişti. Sergüzeştlerini ’A li ‘nin yokluğundan istifade ederek, Kabil ‘e bütün tafsilâtı ile ve hoş bir lisanla tasvir et­ cesurane bir hücum yaptılar. Ş ir ‘A li kardeşle­ miştir. Hatıralarının bu kısmı, hiç mübalağasız, rine karşı olan harpte muvaffak olmuş, fakat hükümdar Bâbur ’un meşhur Babur-name ’sİ ile büyük oğlunu kaybetmiş ve 'Abd al-Ralımân ’ın mukayese edilebilir. Amcasına Maymana deni­ saflarına geçen en iyi kumandanı Rafik Hân len bir yerde rastladı ( trc. 1,10 4 ; bu herhalde ’danda mahrum kalmıştı. Kâbil kolaylıkla zapt- Türkistan Maymana si değil, Gazne civarında edildi. Sonra ‘Abd al-Rahmân Ş ir ‘A li ‘nin bir köydür). Oradan Hindistan hududu üzerinde üzerine yürüdü ve Saydâbâd ‘ta onu hezimete Vaziri memleketine gidebildiler. Sonra Zhob ve uğrattı; Gazne ’yi aldı ve babasını hapisten Peşin boyunca, Çağay yolu ile, Helmend üze­ kurtardı. O zaman Afzal emîr ilân edildi ( K â­ rindeki P alılak ’a ve böylece S istâ n ’a gittiler; bil ’de basılan sikkeleri 1283 tarihini taşır ), fa­ İran arazisine girdiler ve, Bircand yolu ile, kat Şir ‘A li Kandahâr ve Herat ‘1 elinde tuta­ Meşhed ’e vardılar; orada 'Abd al-Rahmân, am­ bildi. ‘Abd al-Rahmân ’a yardım eden Balh va­ casını şahın misafiri olarak bırakıp, ayrıldı. lisi Fayz Muhammed de o zaman Şir ‘A li tara­ A'zam o zaman hasta id i; bir müddet sonra, fına geçtiğini ilân etti. — A fia l ’dan daha sağ­ Şahrüd ’da karışıklıklara sebep olacak olan İshâk lam karakterli olan A'çam gaddar ve müstebit­ adlı bir erkek evlat bırakarak, öldü. 'Abd alti ; halbuki A fzal bütün kuvvetini kaybetmiş Rahmân mahrumiyetlere katlanarak, Kara-Kum ve sonunda da kendini içkiye vermişti. Muvaf­ çölünü geçip, Hiva ’ye gitti. O zamanlarda Hiva fakiyetlerini medyun oldukları Rafite Hân ın henüz müstakildi. Her ne kadar 'Abd al-Rah­ haince katli, onları halkın gözünden düşürdü. mân, mutad olan dûrendişliği ile, ^liva îıamna Ancak ‘Abd al-Rahmân 'ın ehliyet ve azmi tah­ istiklâlini muhafaza edemiyeceğinl haber ver­ tı bir müddet elde tutabildi. Şir 'A li ’nin Ki!ât-i miş ve Rusya ile anlaşmak nasihatinde bulun­ Gilzay ’da hezimeti (kânun II. 1867 ) ve Kanda­ muşsa da, o bu nasihati dinlememiştir. Nihayet hâr ’ın 2-sptı 'Abd al-Rahmân 'ın eseridir. Bun- , Semerkand a gelmiş, rus valisi ile yaptığı bir

ABDURRAHMAN HAN. mülâkattan sonra, Taşkent e kadar yoluna de­ vam etmiş ve orada umumî vali general Kauf­ mann taralından kabul edilmiştir. Validen, Şir 'A li 'ye karşı, kendine yardım edilmesini rica etti; fakat ricası red edildi. Mamafih ona ma­ aş bağladılar ve Semerkand 'da da bir ev ver­ diler. Orada on bir sene yaşadı. Umduğu kadar çabuk zuhûr etmiyen fırsatı orada sükunetle beklemişti. Ş ir ’A li 1869 da Hindistan kral naibi Lord Mayo ile buluşmuş ve bu mülakatın neticesi hakkında orta Asya ‘da pek mübalâğalı haberler dolaşmıştı. Mamafih ingiiizlere karşı dostluğu uzun zaman devam etmedi ve Rus­ y a 'y a karşı daha dostça davrandı. Bu, 'Abd al-Rahmân ‘m vaziyetini düzeltmedi, belki de onu fırsat zuhûr ettiği zaman ingîlizlerin yar­ dımını kabule daha mütemayil hale getirdi; ingilizlelerin Efganistan *daki istilâsını takip eden hadiselerin cereyanı, Ş ir 'A li 'nin kaçışı ve ölümü onun ümitlerini yeniden canlandtrmcaya kadar ( 1S80), bu halde kaldı. JV . 1879/1880 harbinin tarihi başka bir yerde anlatılacaktır [ bk. E F G A N İS T A N ]. Şimdilik Ya'küb 'un muvaffakiyetsizliğinin ve Hindistan 'a naklinin tahtı boş bıraktığını ve Sir Lepel Griffin 'in Britanya hükümeti namına, 'Abd al-Rahmân *a ingilizlerin ayrı bir devlet kurmak tasavvurunda olduklarını ifade ile, Kandahâr müstesna, onu bütün memleketin emîri tanıma­ ğı teklif ettiğini kaydetmek kifayet eder. 'Abd al-Rahmân teklifi bazı ihtiraz! kayıtlarla ka­ bul etti ve hareket tarzı kendi nokta-ı nazarı­ na derhal hak verdirdi. Şir 'A li 'nin sağ olan ikinci oğlu Ayyüb Kandâhar' 1 istilâ etti ve Mâyvand muharebesini kazandı. Bu hâdise general Robert ’i Kabil 'den Kandahâr üzerine yürümeğe mecbur e tt i; general I eylül 1880 de Ayyüb 'u hezimete uğrattı. Bunun üzerine İngiliz hükümeti Kandahâr '1 ayrı bir devlet yapmak fikrinden vazgeçti. Nisan 1881 de 'Abd al-Rahmân bu eyaleti de aldı. Mamafih Ayyüb bir diğer ordu hazırlamakta idi ve ikinci defa Kandahâr '1 aldı ise de, sonunda eylül 1881 de 'Abd al-Rahmân tarafından, ayni zamanda işe riişvet de karışarak, mağlûp edildi ve İran ‘a kaçtı. - Birliğini bulmuş olan Efganistan 'a 'Abd al-Kahmân yirmi sene müddetle hüküm­ darlık etti. Bu devre zarfında hudutlar az çok değişikliğe uğradı: I. 1885 ve 189S sene­ lerinde şimal-i garbi ve cenub-i şarkî hudut­ larını tanzim eden ingiliz-rus hudut komisyo­ nunun çalışmaları neticesinde; 2. itaat altına almamıyan dağlı kabilelerin işgal ettikleri ve 1893 Durand muahedesinin münazaalı bırak­ tığa ^mıntakada İngiliz ve efgan nufuz mıntakalarmın tanzimi ile ; 3. 1896 da Kâfiristân ‘ın ilhakı ile.

SS

Bu üç hudut tashihinden birincisi umumi­ yetle „Pencdeh nizaı“ adı ile maruftur. E f­ gan Türkistan 'ıntn cenub-i şarkî hududu 1873 ingiliz-rus muahedesinde eksik bir şekilde çizilmişti. Merv vahasının Rusya tarafından ilhakından sonra, daha kat'î bir budut tesbiti zarureti hasıl oldu. Bu işi tanzim etmek için muhtelit bir komisyon teşkil edildi; fakat daha tahdit mümkün olmadan, Alihanov kumandası altındaki ruslarla, Şams al-Din ‘in kumandası altındaki efganlar arasında bir muharebe vuku buldu. Muharebede efganlar kahkarî bir hezi­ mete uğradılar. Bu çarpışma esnasında ‘Abd al-Rahmân İngiliz Hindistan 'ında, Râvalpindi ‘de idi ve kral naibi Dufferin tarafından kabul edilmişti. Rusların harekâtı çok nahoş tesir icra etti. Hatta bu hadise, bir an, Rusya ile . İngiltere arasında bir harbi doğuracak gibi göründü. Fakat ‘Abd al-Rahmân bunun bir harp telâkki edilmesini istemedi ve Efganis­ tan ‘daki sarık-türkmenlerinin ilhakı üzerinde ısrar etmedi. Komisyon tarafından tesbit edilen hududu kabul etti. Pencdeh ruslara kaldı; fakat ruslarm işgal ettikleri Zu ' 1-Fikâr efganlılara iade edildi. Mamafih ‘ Abd al-Rahmân takip edilen usullerden hoşnut değildi ve kendisine âdilâne muamele yapılmadığını söylemişti; fakat bu hisler kendisini siyasetinin Efganistan istiklâlini idame etmek olan esas gayesinden dÖndürememiştir. İngiltere ile Rusya arasında, bir harbin bu neticenin husulüne yardım etmiyeceğini gayet iyi anlamıştı. İkinci tashihte, müstakil kabileler hakkmdaki anlaşma 'Abd al-Rahmân ‘ın arzusuna tama­ men uygun değildi. Her ne kadar seleflerinden hiç biri Zhob eyaletine sahip olmamışsa da, bu eyaletin İngiliz Bülucistan‘ına ilhakını, hakla­ rının gasbedilmesi gibi, telâkki etti ve Bolân demir yolununn Çaman ‘a kadar uzamasına me­ mnun olmadı; 1893 muahedesinde ( Durand mu­ ahedesi ) hudut tahdidine razı oldu ise de, 1893— 1896 da tesbit edilen huduttan da memnun ol­ madı ve kumandanı âulâm Haydar mukavele mucibince hattın Mobmand kabilesi arazisinden geçirilmesine mani oldu. Umumiyetle zannedil­ diğine göre, 'Abd al-Ral/mân, bu memnuniyet­ sizliklerden dolayı, mollaları 1897 de Toçi hu­ dut boyunda Mohmand ve afridîler arasında ve Svât ‘ta isyanlar çıkarmağa teşvik etti. Fakat İngiliz hükümeti ile açıktan açığa münasebetle­ rin inkıtamdan kaçındı. Üçüncü tashihe gelince, 'Abd al-Rahmân, Kâ firistân ‘ın Efgan arazisinden olarak tanınma­ sından, derhal istifade etti ve 1896 senesi zar­ fında, o zamana kadar müstakil ve müşriklerle meskûn dağlık mıntakayı tamamen fetih ve E f­ ganistan ‘a ilhak etti. Bu memleket ahalisinin



ABDURRAHMAN HAN.

ihtidaları o vakitten ballar. Memleketin haricî hudutları ile alâkadar belli başlı hadiseler bun­ lardır; fakat 'Abd al-Rahınan, şimdi kayde deceğimiz, dahilî hirçok müşkiiâta karşı da mü­ cadele etti. Ğ A L Z A Y İ S Y A N I . Bu büyük ve mühim kabile fü'r. yer. ; Ali Haydar Midhat, Mldhal kavgasında al-Musta'in ‘nin tarafına, 252 (866) Paşa (İstanbul 1325 ), tür. yer. ; Osman Nuri, de iltihak etmiş olan 'Abd al-'Aziz irak-ı.

AÔDÜLA2 Î2 . acem valisi Vaşif tarafından, bn eyaletin ida­ resine memur edildi. Ertesi sene al-Mu'tazz ayni idareyi Mûsâ b. Boğa ‘ya verince, *Abd al-'Aziz vazifesini terk etmekten kat’î surette imtina etti. Fakat Mûsâ ‘nın kumandanlarından Muflih bunu, evvelâ Hemedan civarında ve sonra da Karac ’da, matlûp ve firara mecbur etti. Mamafih 'Abd al-‘Aziz Karac ‘da nufuzunu tekrar tesis ve 260 (873/874) da vefat etti. B i b l i y o g r a f y a t Ja b a ri, 111, 1685 v.dd. ; lbn al-Aşir ( nşr. Tornb.), VII, 119 v.dd. ; lbn al-Hatdün, ‘¡ b a r , III, 296 ; Wei!, C e s c k . d . C h a life n , II, 407 v,dd. ( K. V . Zetterstéen .) A B D Ü L A Z İ Z . 'A B D

a l - 'A

Z İZ

b. a l-

İBRÂhIm, Beni lsgen ( Mzâb ) kabilesine mensup ib âiî fakihi olup, 1130 ( 1717 ) da doğdu ve recep 1223 ( ağustos-eylül 1808) te öldü, iiim ve takvâsı ile bihakkın şöhret kazanmıştır. Hayatını bir çok kelâm ve fıkıh kitaplarının tedvinine hasretti. En mühim eseri K it â b a lN ll v a Ş i f S a l - A l i l 'dir (1305 = 1887/1888 de Kahire ‘de taş basması ite teksir edilmiştir}, Halil 'in M u h ta s a r 'ımn plânına göre tasarlan­ mış, fakat ondan daha az miinakkah bir üslûpla yazılmış olan bu kitap, ‘Omân, Cebel Nefüsa, Cerba ve Mzâb ‘in en mevsuk kaynaklarına gö­ re telhis olunmuş, ibâzi şerîati ahkâmının en tam bir izahını vermektedir. Bugün cenubî Cezayir ibâzilerinin riayet et­ tikleri kanunname olan K it â b a l - N il , her biri on iki kitaba taksim olunmuş, iki ciltten mü­ rekkeptir. K i t â b a l - N il bu mevzua ait M. Zeys tarafından neşredilmiş olan tetkiklere ( krş. HÂCC

L é g is la tio n m o z a b ite, s o n o r ig in e , s e s s o a r c e s , so n p r é s e n t, so n a v e n ir , Paris, 1886 ; L e m a r i­ a g e et s a d is s o lu tio n d a n s l a lé g is la tio n m o z a b it e ,( la R e v u e a lg é r ie n n e d e lé g is la tio n e t d e ju r is p r u d e n c e , Cezayir, 1887/1888) temel teşkil etmiştir. ‘Abd al-'Aziz ‘in a l- N ü r adındaki di­ ğer bir eseri, Abu Naşr Fathi b. Nuh al-Malüşa’i nin K a ş i d a - i n ü n iy a ’s inin dinî, nahvî ve edebî bir şerhidir ( Kahire, 1306 ). Bu kitabın sonundaki bir not 'Abd al-'Aziz ‘in bu eseri 1209 ( 1794 ) da bitirdiğini gösterir. 'Abd al-'A ziz’in henüz neşredilmemiş eserleri arasında, ön safta Kitâb Ma'âlim al-D in ‘i zik­ retmek lâzımdır ; bu kitapta İslâm prensipleri, İlmî bir usulle ve ibâzi mezhebinin doktrinine uygun bir şekilde, beyan ve izah edilmiştir. K it â b a l - N ll 'in yazma nüshalarından birinin sonundaki bir haşiyeden, ayni muharririn telif ettiği diğer eserlerin aşağıdaki listesini öğren­ mek mümkündür : Z u l-N U rayn f i M a rc a l- B a h r a y n ; M in h â c ’ m ; a l- V a r d a l- b a s c â m f i R i y a l a l A h k â m ; K a n â t ir ‘dsn seçilmiş metin-

hulasası olan a l - S ir a c

lerden müteşekkil 'İk d al-C avâhtr; Kitâb alA lvâ l1 ‘tan ve Abu Masala adı ile maruf eser­ den telhis edilmiş al-M işbâl1 ; H avâşî Tartlb adlı hadis kitabının telhisi; al-A sr 5r al-nârânıya ‘ala Şark at-Manzüma a l-ra lya . ( A . DE M otylinski.) A B D Ü L A Z İZ . 'ABD a l-'A Z IZ b. a lHaccÄC B. ‘Abd AL-MalIK, emevî kumandanlarındandır. Amcazadesi Yazıd III., in en sadık tarafdarlarmdan biri olup, başlıca yardımcıla■undandır. Valid II. ‘in saltanatı esnasında, hâli­ feye karşı mücadele etmek için, gayri mem­ nunların o zaman başında bulunan Yazid lil. ‘in asker toplamasına yardım etti. Şam'da kâfi mik­ tarda asker topladıktan sonra, 'Abd al-'Azız yeni ordunun kumandasını deruhte etti Ve Valid ‘in üzerine yürüdü. Yazid'in kardeşi 'Abbâs, ha­ lifenin yardımına koşmak istedi; fakat baskın ile yakalanarak, Yazid ‘e bi'at etmeğe mecbur edildi. Az zaman sonra ‘Abd al-'Azız, V a lıd ’in çekilmiş olduğu BahrS’ kalesini hücumla zapt etti ve halifenin kafasını kestirdi. Bu hâdise­ ler 126 (744) da cereyan etti. O vakit Yazıd halife ilân edildi ; fakat Humş (Em esa) ahalisi gâsıba bi’at etmeği şiddetle red ettiler ve Şam üzerine yürüdüler. Yazid bunlara karşı iki fırka asker gönderdi ve, âsîler kendilerini müdafaa ile meşgul iken, ‘Abd al-'Aziz dahi askerleri ile bunlara hücum edip, zaferi temin etti, İsyan bastırılmış idi. Aynı sene zarfında Yazıd, kar­ deşi İbrahim ‘i birinci veliahd olarak ve ondan sonra da ‘Abd al-‘Aziz‘ i ikinci veliahd olarak gösterdikten sonra, öldü. Fakat Humş ahalolisi, esasen payitaht haricinde pek az tanınmış olan, bu yeni halifeye de bi’atten imtina ettiler. İb­ rahim ‘in emri üzerine, ‘Abd al-'Aziz Humş ‘u mubraraas e tt i; fakat o vakitler Emenistan ve Azerbaycan valisi bulunan Marvân b. Muhammed, ordusunun kendisine karşı yürüdüğünü görünce, çekildi. Humş, kapılarını Marvân b. Muljammed'e açtı ve merhum halifenin tarafdarları safer r27 (teşrin II. 744) de ‘Ayn al-Carr ‘de mağlûp edildiler; Marvân da kendisini Şam ‘da halife ilân ettirdi. Şehre girince, ‘Abd al'Aziz, Valid II. in azad edilmiş köleleri tarafın­ dan öldürüldü. B i b l i y o g r a f y a : Tabari, II, 1794 v.dd.; lbn al-Aşir ( nşr. Tornb.), V, 215 v A d .; Weil, Gesch. d. Chaiifen, I, 669 v.dd. ( K . V . ZETTERSTÎm) A B D Ü L A Z İZ . 'ABD AL-'AZİZ b , a lHASAN, Fas sultanı; 1878 senesinde Fas sulta­ nı hesabına Kahire ‘de satın alınmış bir cariye olan Lalla Rokiya ‘den, 18 rebiülevvel 1298 (18 şubat 1881) de doğmuştur. Küçük ‘A bd al-'Aziz henüz çocuk iken babasının seferlerinden ekse­ risinde ona refakat etmiştir. Tahsil ve terbiye

ABDÜLAfctë. çağının iptidalarında dini an'aneye pek de uy- neşretti ( Dans l’intimité da sultan, Paris, mıyan heykel ve resimden zevk alırdı; Kur an 1905 ). Sultan bu kitapta şüphesiz mahdut fi­ derslerinden ise, daima kaçınırdı. Tahsil ve kirli, fakat her şeyi öğrenmeğe meraklı bir terbiyesine kısmen nezarete memur olup, Lalla adam gibi gösteriliyor ; hülâsa taassuptan azade Rojfiya ile hemfikir olan Bâ Ahmed namı ile ve, bir sultan için nekadar mümkün ise o kadar, maruf mabeynci ( hâcib ) Ahmed b. Müsâ, genç medeniyet davasına müsait bir adam olarak 'Abd al-'Aziz 'i daima sıkı bir vesayet altında görünüyor. Nisan 1901 de al-Hâcc Muhtâr azltuttu. Mulay Haşan ’ın 9 haziran 1894 te vefatı olundu. Al-Mnebbhi, yerine geçmek iddiasında üzerine, 'Abd al-'Aziz ’in kardeşi Mulay Mu- bulunamadığı için, baş nezarete Fazzül Garnit ’i hammed ‘in saltanata namzedliğini terviç eden tayin ettirmiştir. Bu adam daha makamına yer­ baş vezirin muhalefetine rağmen, Bâ Ahmed leşir yerleşmez, al-Mnebbhi ‘yi düşürmeğe ça­ 'Abd al-'Aziz i iclasa muvaffak oldu. Bir müd­ lışmıştır. Hariciye nazırı 'Abd al-Karlm b. S 1Idet sonra Bâ Ahmed baş vezir al-Hâcc al-Matı' mân Fransa ‘ya giderken, al-Mnebbhi ‘yi de me­ Cami' 'i hapsettirdi ve baş vezirlik vazifesini muriyet-! mahsusa ile, İngiltere ve Almanya ‘ya kendisi aldı. Yeni saltanat devri Rehâmna'ların göndertmeğe muvaffak oldu. Al-Mnebbhi ‘nin büyük bir isyanı ile başladı. Fakat 'Abd al-'Aziz gaybubeti esnasında, onun aleyhinde çalıştılar ; tamamen çocuk tabiatını muhafaza ediyor ve kellesini kurtarmak için, acele dönmesi lâzımdı hükümet işlerine asla iştirak etmiyordu; Bâ ve bunda, hasımlarını takdire mecbur edecek bir Ahmed vaziyete mutlak surette hâkimdi. Haki­ maharetle, muvaffak oldu. Bu esnada ulema ta­ katte, 'Abd al-'Aziz politikaya pek az alâkadar rafından dine mugayir diye gösterilen eğlence­ göründüğü cihetle, Bâ Ahmed ‘in hükümdarın ler, halkı ve bilhassa şehirlerin ve başlıca Fas kudretini gaspettiği söylenemez. Sultanın rau- şehrinin ahalisini derin bir surette kızdırmıştı, temed ve raukarribi olmak sıfatı ile geçirdiği Al-Mnebbhi ‘nin düşmanı olan parti, onu mağ­ hayatta fazla yorulduğu için, Bâ Ajımed ‘in lûp etmek için, sultanı, uzun senelerdenberi çoktan beri bozulmuş olan sihhati 1900 iptida­ ikamet etmekte bulunduğu Merâkeş' ten ayrıla­ sında temamen sarsıld ı; buna rağmen her gü­ rak, kuvvetli partisine dayanmak mülâhazası nünü sarayda geçiriyordu; sıhhati son derece ile, Fas şehrine gitmeğe tahrik ediyordu. Sultan vahamet peyda etmeden, yatağa girmedi. Has­ 1901 sonunda yola koyuldu, Rabât ‘ta uzun talığından bir kaç gün sonra, 13 mayıs 1900 de müddet tevakkuf etti ve Fas şehrine girdi. vefat etti. Amcası oğlu al-Hâcc Muhtâr baş 'Abd al-'Aziz, münhemik olduğu pek de dine vezarette ona halef oldu. Bu zat büyük hür­ uymıyan eğlencelerle tebeasına karşı yalnız mete nail olmuş bir âlimdi; fakat Mahzen (Fas utanılacak mevkie düşmekle kalmıyor, izhar saray ve hükümeti) büyük memurlarının içinde ettiği islâhatkârane temayülleri de ayrıca şid­ yaşamak mecburiyetinde oldukları entrika ha­ detli itirazları mucip oluyordu. Filhakika t a r li b yatının hiç de ehli değildi; Bâ Ahmed ‘in yetiş­ namı verilen bir nevi devlet İslâhatına teşeb­ tirmelerinden olup, ölüm döşeğinde iken, sulta­ büs etti, yahut, ettirildi ve giriştiği ilk İslâhat na tavsiye etmiş olduğu menâbiheden sabık işi vergilerin tanzimi oldu. Matrahı yeni usûl­ mahâzini (jandarma) Mahdi al-Mnebbhi, ik­ lere göre tayin olunacak vergiler, artık kâ'idler tidar mevkiinin hakikî sahibi oldu. Al-Mnebb­ tarafından değil, ayrı tahsil memurları tara­ hi, tahsil ve terbiyeden mahrum bir türedi fından cibayet olunacaktı. Bu İslâhat hem kâolmakla beraber, sonraları fetanet ve kudret 'idlerin hem de halkın hoşnutsuzluğuna sebep göstermiştir. Onunla al-Hâcc Muhtâr araların­ oldu ; tatbika imkân bulunamadı ve faslı kabi­ da hemen mücadele zuhur e tt i; dinî mes’ele- leler yıllarca ne eski ve ne de yeni hiç bir vergi lere karşı oldukça lâkayd duran sultan al- vermediler. Tartib 'Abd al-'Aziz ‘i tamamen Mnebbhi ‘ye teveccüh gösterdi. Bu adam sulta­ halkın gözünden düşürdü ve halkı kıyama tah­ nın spora, tiyatroya ve umumiyetle eğlencelere rik eden Bü Hmüra ‘nin istifade ettiği vesile­ karşı meyillerini okşadı. Çoktanberi Fas piyade lerden biri oldu. Asıl adı Cilâlf b. Dris al-Zaraskerinin muallimi olarak Mahzen hizmetinde hünı al-Yüsufi olan bu adam, 1902 senesi ya­ bulunmakta olan Maclean ismindeki ingitizden zında Vndî tnnaman mıntakasındaki pazar yer­ kıymetli muavenetler gördü. Sir Harry Maclean lerinde ortaya çıktı. Bü İrfmâra kendini, 'Abd aynı zamanda Fas hükümetinin avrupalı tüc­ al-'Aziz ‘in kardeşi evvelce Merâkeş halifa ‘si carla olan muamelâtına tavassut ediyordu. Bi- iken sultanın gazabına uğrayarak, Mcquinez lârdo, tenis, bisiklet, fotoğrafçılık ve donanma ( Miknâsa ) ‘de tevkif edilmiş olup, halkın çok fişekleri sultanın mutâd eğlenceleri id i; bir mergııbu bulanun Mulay Mu^ıammed diye tanı­ çok avrupalılar sultana hulûl ve onun eğlen­ tıyordu. Bü Hmâra 'Abd at-‘Aziz ‘in yerine, celerine iştirâk ettiler; bunlardan biri, fran- hırıstiyanlarla münasebetinden dolayı söze gel­ sı^ V e y re , sultanın hayatı hakkında bir kitap miş olmıyan ve, hiç olmazsa açıkça, bizzat kii-

1='

ABDÜLAZlZ.

kümran olmak davasını gütmiyen bir şerifin ge­ ni ve tahtın . Mulay Hafız ‘a teklifini intaç çirilmesini kendisine gaye ittihaz etti. Ona karşı etti. Birkaç ay âtıl durduktan sonra, ‘Abd al1902 de gönderilen bir çok asker! kollar mu­ ‘Aziz Rabat 'tan tekrar Merâkeş üzerine yürü­ vaffakiyet kazanamadıklarından, oldukça mühim dü ise de, 19 ağustosta bütün kuvvetleri şehrin kuvvetlerle, Fas şehrinin iki fersah yakınlarına yakınında imha olunarak, kendisi Casablanca kadar, ilerlemeğe muvaffak oldu ise de, tarde- 'da fransız hatları gerisindeki Seitat 'a firar ve dildi ve Tâza 'ye çekildi. Bu macera esnasında iltica: etti. Aynı sene teşrin II. ’de kardeşi yeni gerçekten kudret gösteren al-Mnebbhi onun ta­ sultanla uyuşarak, Tanca şehrinde esir vaziye­ kibine memur edildi ve, Rogi ’yi esir olarak tinde oturmağa razı oldu.] A B D Ü L A Z İZ . 'A BD a l -'A ZÎZ b . Ma r getirmedikçe, göze görünmemesi ona emrolundu. Fas 'ta halin kıyama tahrik edenler, roga VÄN, halife Marvan I, ’in oğlu olup, babası bunu 'lardan Calil al-Rogi denilen ve 1862 do isyan Mısır a vali nasbetmişti. ‘Abd al-Malik tahta etmiş olan bir adamın adı ile yâdolunurlar. Al- çıktıktan sonra, onu vazifesinde ibka etmiştir. Mnebbhi Tâza 'ye girmeğe muvaffak oldu ve Yirmi sene devam etmiş olan valiliği esnasın­ yanına; gelmesini sultana yazdı. Sultan yürü­ da, ‘Abd aI-‘Aziz kendinin daima kabiliyetli yüşe başladı; fakat, yol yeniden kesilmiş ol­ bir vali olduğunu göstermiş ve eyaletinin refa­ duğundan, nazırı ile birleşemedi ve Fas şeh­ hını teminden başka bir şey düşünmemiştir. rine döndü. Rogi şarka kaçm ıştı; al-Mnebbhi  sî vali 'Arar b. Sa'id 'in katlinden sonra, ’nin takatten düşmüş olan askeri müşkilâtla 69 (689) da ‘Abd al-Malik suçlunun bütün F a s 'a dönebildi. Sultanın gazabına uğrayan akrabasını birden öldürtmek istedi; fakat ‘Abd al-Mnebbhi, Mekke 'ye hacca gitmek için mü­ a.l-‘Aziz, bunlar hakkında halife nezdinde şefaat saade alarak, kötü bir akıbetten kurtuldu. Hac­ edip, canlarını kurtardı. Son seneleri zarfında, dan avdetinde nasıl azledilerek,-yerine Muham- 'Abd al-M alik’in suiniyetinden dolayı, 'Abd med Gebbâs 'ın tayin olunduğu malûmdur. İn­ aI-‘Aziz 'in, başı belâya girdi. Marvân ‘Abd algiltere ‘nin dostluğu onu hapisten ve emvalinin Aziz 'i ‘Abd al-Malik 'e halef olarak göstermiş müsadere olunmasından kurtarmağa yaradı ve idi. Fakat ‘Abd al-Malik, oğulları Valid ve SuTanca şehrine çekilmeğe muvaffak oldu. Rogi laymân tarafından istihlâf edilmek istediğinden, 'ye gelince, o şarkta ve R if 'te harp tali 'inin Mısır valiliğini kardeşinin elinden almak ve muhtelif cilveleri ile, cidalinde nisan 1906 ya onu tahta çıkmak hakkından mahrum etmek kadar devam etmiştir. Bundan başka meşhur istedi; lâkin bu sırada ( 85 = 704) ‘Abd al-‘Aziz Elcezire [ b. bk. ] meselesi de 'Abd al-'Aziz’in 'in ölüm haberi birdenbire Şam 'a geldi. B i b l i y o g r a f y a ı İbn Sa‘d, V , 17 5 ; devrinin saltanatının mühim vak'alarındandır. Tabari, II, 576 v.dd.; ibn al-A şir ( nşr. ( E . D o u tte .) Tornb.), IV, 156 v.dd.; Ya'kübi (nşr. Houtsma), [ Filvaki ‘Abd al-'Aziz, 1906 senesinde A l­ II, 306 v.dd.; Weil, G e s c h . d . C h a life n , I, 349 manya 'nin nasihati üzerine, Elcezire 'de beynel­ v.dd.; A Müller, D e r I s l a m im M o rg en - u n d milel bir konferans topladı. Bu konferanstan A b e n d la n d , 383 v.dd.; Caetani ve Gabrieli, maksadı, Fas 'ta birtakım ıslahat yaparak, mem­ O n o m a stic o n A r a b ic u m , II, 171. leket üzerinde ecnebî kontrolüne set çekmek ( K. V . Z etterstğen .) idi. 'Abd al-‘Aziz Elcezire konferansı mukarreratını kabul etmiş ise de, memlekette anar­ şiye mâni olamamış; 1906 senesi sonları ile 1907 senesi içinde memleket yine anarşiye düşmüş ve hükümetin zaafı bir kat daha mey­ dana çıkmıştır. Cenupta sâkin kabileler 1907 senesi mayısında 'Abd al-'Aziz ‘in biraderi Merâkeş naib-i sultanı Mulay H afij ’a sultanlığı teklif ettiler ve ağustos ayında sultanlığı ilân olundu. Bu arada Casablanca ’da dokuz avru­ palı amele ve bundan evvel Merâkeş'te bir fransız doktoru katledilmiş olduğu için, fransızlar tarafından şehir işgal edildi (30 temmuz 1907). Eylülde ‘Abd al-'Aziz, Fas şehrinden Rabat a gelerek, kardeşine karşı avrupalıların muavenetini istedi ve Fransa ile bir istikraz müzakeresine girişti. Busureile hıristiyanlara karşı gösterdiği temayül, kendisinin 1908 senesi temmuzunda Fas şehri uleması tarafından hal'i-

A B D Ü L A Z lZ . 'ABD a l -‘A z I z b . MuHAMMED B. S a 'ÜD, orta Arabistan 'ın vahhâbî hükümdarı olup (1765—1803), 1721 de doğdu ve Kcr belâ ‘daki şiî mukaddes mekamlarını 1801 de, vahhâhilerin yağma ve tahrip etmeleri yüzün den, çılgına dönen müttassıp bir şiî tarafından, 14 teşrin I. 1803 te, D ar'iya camiinde namaz kılarken, hançerlendi. Onun devrinde vahhâbî lerin hakimiyeti orta Arabistan ( Necd) hu­ dutlarından çok daha ötelere kadar yazıldı | fakat bu şeref yalnız 'Abd al-'Aziz ’e değil, aynı zamanda ve bilhassa 1787 denberi kendisi ile birlikte icra-i hükümet eden oğlu Sa’üd ’a da aittir. Daha fazla tafsilât için bk, SA'ÖD ve VAHHÂBÎLERj bibliyografya da oradadır. (M . T h . H o u t sm a .)

A B D Ü L A Z lZ . ‘ABD a l - ‘A ZÎZ b. M u ­ sa

B. N üŞAYR, m eşhur İspanya fatihinin oğlu, 95

é4

ÀBDÜLAZÎZ - ABDÜLAZİZ ÈFËNDÎ.

( 713 ) te babasının bu memleketten çıkıp git­ mesini müteakip, orada vali olarak kaldı ve (rotların kralı Rodrik ’in dul zevcesi, araplarm Eyilo tesmiye ettikleri Aylo ( Egilona ) ya­ hut da, oğluna izafeten, Umm Asim denilen kadınla evlendi. Al-VS|fidi ve diğer arap mü­ verrihlerine ğöre, arap askerlerinin 'Abd al'A z iz 'i 9 7 .( 7 15 ) de Sevilla civarında, Puerta de la Cordoba ‘nın karşısındaki eskiden Con­ vento de Santa Justa y Rufina ve bugün ise, Convento Capnchinos diye tanınan manastırda katletmelerine bu kadının gurura sebep olmuş­ tur. Bazıları ise, askerlerin 'Abd al-'Aziz ‘i katletmek emrini emevî halifesi Sulaymân ’dan almış olduklarını iddia ederler. B i b l i g o g r a f y a : İbn al-Aşir ( nşr. Tornb.), V , 14 i İbn ‘A zari, a l- B a y â n a l-u ğ r lb , ][, 22, v.dd. ; ibn 'Abd al-Hakam, F a il} a l - A n d a l a s ( nşr. Jones ), s. 118 ; İbn al-I£ü(iya, nşr. Houdas ( R e c . d e tex tes et tr a d .), s. 227 ; Dozy, Hist. d e s M u su lm a n s d 'E s ­ p a g n e , II, 40 v.dd. ; Weil, G e sc h . d . C h a life n , I, 544. ( C. F. Seybold.)

bütün ahfadına intikal etmiş ve birçok iltibas­ lara sebep olmuştur). Büyük biraderi Kadı Mehmed Efendi ( krş. M. Süreyya, Siciîl-i Osmânt, IV, 155; Evliya Çelebi, I, 407; J . v. Hammer, Constantinopolis, 11, 2 5; Mehmed Efendi 6 zilhicce 1042 = 14 haziran 1633 te öl­ müş ve İstanbul ’da Eyyüp mezarlığına defnedilmiştir) tarafından büyütüldü. Abdülaziz Efen­ di müfti Sun’ullah Efendi ‘den ders gördü. Son­ ra birçok vazifelerde bulundu: 1612 de Hayreddin Paşa medresesine, 1615 nisanında Ali Paşa ’nın yeni medresesine, 1616 nisanında Piri Paşa medresesine ve 1617 nisanında Kalenderhane medresesine müderris oldu; kânun I. 1619 da ise, Fatih şakn-t şeman müderrisliğine geti­ rildi; kânun II. :62ı de Bursa Süleymaniyesine nakledildi; fakat aynı sene teşrin I. ‘de Edirne Süleymaniyesine gönderildi ve mayıs 1623 te ise, İstanbul ‘a tayin olundu. Aynı senenin ha­ ziranında, Fatih camiinde ulemanın kıyamına iştirak ettiğinden, ceza olarak, Bursa ‘daki Mol­ la Hüsrev medresesine gönderildi. Fakat Murad IV. ’m cülusunda affedildi ve kânun II. 1624 te A B D Ü L A Z İZ . 'ABD a l-'A Z ÎZ b. a l- tekrar İstanbul Süleymaniyesine getirildi. Aynı ValTd, halife Valid 1. ’in oğludur. Amcası Mas­ senenin martında Yenişehir kadısı oldu ve kâ­ kıma b. ‘Abd al-Malik ’in kumandası altında, 91 nun I. da da azledildi. Şubat 1626 da kadılıkla ( 709/710 ) de, bizanslılara karşı yapılan sefere Mekke'ye gönderildi ve kânun I. 1627 de infisal iştirak etti. Yine bu düşmanlarla daha sonra etti. İstanbul 'a döndü ; Edirne ’de kısa bir müd­ yapılan muharebelerde de bulunduğu söylenir. det bulunduktan sonra, kânun II. 1634 te İstan­ Babası 96 ( 714/715 ) da, veliahdi olan Sulaymân bul kadılığına tayin olundu. Lehistan seferine b. 'Abd al-Malik ’i bu haktan mahrum ederek, hazırlık yapıldığı sırada, bu sıfatla, payitahtın yerine oğlu 'Abd al-'Aziz’i geçirmek teşebbü­ asayişini temine memur idi ( krş. J. v. Hammer, sünde bulundu; fakat bu teşebbüs neticesiz Gesck. des osm. Reiches, V , 17S ). Fakat aynı kaldı. Sulaymân Dâbik ’te 99 ( 717 ) da vefat senenin temmuzunda baş gösteren yağ kıtlığı ettikten sonra, ‘Abd al-'Aziz hilâfete hak iddia İstanbul halkı arasında hoşnutsuzluğa yol açtığı etmek istedi; fakat 'O m ar’in halife intihap' için, şehrin iaşesini tanzimden mes'ul bulunan edilmiş olduğunu öğrenince, nezdine giderek, kadıya karşı Murad IV. *ın gazabına uğradı kendisine bi’at etti. ( krş. Z D M G , XVIII, 722 ). Bu yüzden me­ B i b l i y o g r a f y a : TabariII, 1217 v.dd.; muriyetinden azil ve denize atılmağa mahkûm İbn al-Aşir ( nşr. Tornb.), IV, 439 v.dd. ; edildi. Bizzat padişahın yazıp, bostancı başı Ya'kübı ( nşr. Houtsma ), 11, 345 v.dd. ; Weil, Duce Efendi ’ye — ki bilâhare Bosna valisi ol­ Gesch. d. Chalifen, 1, 511 v.dd. ; A . Müller, muştur — gönderdiği fermanda, artık gözden D er Islam im Morgen- und Abendland, 1, düşen kadının bir gemiye bindirilip, adaların 436 ; Caetani ve Gabriel!, Onomasiicon A ra ­ birinden denize atılması emrolunuyordu. Bere­ bicum, II, 183. ( K. V. Z e t t e r st é e n .) ket versin ki, gemi fermanın tatbik mevkiine A B D Ü L A Z İZ EFEN D İ, K A R A Ç E L E B İ konulacağı Büyükada 'ya yaklaşırken, kadının Z A D E . 'ABD a l-'A Z ÎZ EFENDİ, K A R A Ç E L E ­ hâmisi sadrazam damad Bayram Paşa'nın (ölm. Bİ ZADE, osmanlı fukahasından ve şeyhülislâm­ 1638) kopardığı ikinci bir iıade imdada yetişti. larından. İstanbul’da 1000 (1591/1592) de doğan Bu iradede idam cezası Kıbrıs 'a sürgün ceza­ bu zat, Rumeli kazaskeri Hüsameddin Hüseyn sına tahvil olunmuştu. Bu suretle Abdülaziz b. Mehmed b. Hüsam Efendi ’nı’n oğlu idi ( Hü- Efendi son dakikada idamdan kurtuldu (krş. sameddin muharrem 1007 = ağustos 1598 de Na'ima, Târih, İstanbul, 1147, I, 577) ve kânun Bursa ’da vefat etmiş ve orada defr.edilmiştir ; I. 1634 te affedilerek, Rumeli kazaskerliğine ge­ krş. İsmail Beliğ Bursavî, Güldeste-i R iyâi-ı tirildi. Sultan İbrahim ’in tahtına ve hayatına 'irfa n , Bursa, 1302, s. 314—316 ; Evliya Çelebi, mal olan ve 1648 yazında vukubulan isyanda Seyahatname, İstanbul, 1314—1318, II, 53 ; bu Kara Çelebi Zade ’nin hayasızlığı o kadar arttı zatın lakabı olan Kara Çelebi Zade, bilâhare ki, sözünü esirgemiyen Na'ima bile ( 11, 166; J.

ABDÜLAZİZ EFENDİ — ABDÖLCEBBAÜ-

v. Hammer, gös. ger., V , 449 ), onun sözlerini kaydetmek cesaretini göstermemiştir. Sultan İbrahim ’in katlinden sonra, Abdülaziz Etendi Mehmed IV. 'in gözüne girdi ve padişah, ağustos 1648 de, onu tekrar kazaskerliğe tayin etti, lhtiresinin, her çareye başvurarak erişmeğe çalış­ tığı, asıl hedefi şeyhülislâmlıktı. Osmanlı tari­ hinde eşsiz bir hadise olmak üzere, kendisine evvelâ şeyhülislâmlık payesi verildikten sonra ( Na'imâ, II, 2 3 1), teşrin I. 1649 da kazaskerlik­ ten affedildi ve 2 mayıs 1631 de azledilen şey­ hülislâm Bahaî Mehmed Efendi ( „Balyos müf­ tüsü“ , krş. v. Hammer, göst. ger., V , 531—535 ) ’nin yerine makam-ı iftaya getirildi; s eylül 1651 badiresinde, padişahın gazebine uğraya­ rak, Sakız adasına nefyedildi. Aradan İki sene geçince, Bursa ’ya gitmek müsaadesini istihsal eyledi ve 1655 te, o zamana kadar arpalık ola­ rak aldığı Sakız adası hasılatından maada, ken­ disine Mudanya kazası da arpalık olarak verildi. Abdülaziz Efendi ’nin arpalığı mart 1657 de Mu­ danya kazasından Gelibolu kazasına tahvil olun­ du. Kara Çelebi Zade 'nin hayli karışık geçen hayatına 11 kânun D. 1658 de ölüm hâthne çek­ ti. Bursa ‘da Şeyh Mehmed Deveei mezarlığına gömüldü. Kabri hâlâ orada bulunmaktadır. Katı yürekli, hodbin ve entrikacı bir adam olan Kara Çelebi Zade, osmanlı tarihinin nahoş bir simasıdır. Buna mukabil ilm! meziyetlere sahiptir. Zamanımıza kadar yalnız ikisi tab­ edilmiş olan bir çok tarihî eserlerin müelli­ fidir; Mir ât a l-Ş afâ ile birlikte en mühim eseri, sultan İbrahim ’e ithaf ettiği, Ravtat alA brar ‘dır. Bu eser, Adem ’den 1056 senesine kadar geçmiş vakayii ihtiva eden, dört kısımlık bir tarihtir. Avrupa ’da bir çok mükemmel yazma nüshaları bulunan bu eser (krş, G. Flügel, Die arab., pers. a. türk. Hss. zu Wien, II, 96, nr. 865 ; Tornb., Codices.... B ibi. Reg. Univ. Upsaliensis, s. 192, nr. 277, s. (97, nr. 286) Bulak ’ta (form. 40, VI, 637 sahife; tam adı için bk. s. 637 ) basılmıştır. Süleymanname ’si de matbudur ( Büläk, 1248, 8°, 230 sahi­ fe ). Bu eserde Abdülaziz Efendi, hoş ve süslü bir lisan ile, Kanunî Sultan Süleyman 'm şanlı saltanat devrini (1520—1566) anlatır (bu ese­ rin bir yazma nüshası Viyana 'dadır; Flügel, göst. ger., II, 230 ). Kara Çelebi Zade, tarihine bir zeyl ile, 1056 dan 1068 (1646—1657) ’e ka­ dar geçen vakayii de ilâve etmiştir. Viyana millî kütüphanesinde (krş. Flügel, göst. yer., II, 262), Graz 'da Jobanneum kütüphanesinde ve Berlin ’de J . H. Mordtraann ’da bu eserin birer nüshası vardı. Daha bir çok tarihî, eser­ leri de, yazma olarak, kalmıştır. Bu meyanda Revan ( Erivan) (1635 ) ve Bagdad ’ın (16 38 ) fethinden bahis bir eserinin adı Törîh-i fetf}-i İslâm Ansiklopedisi

■'

Revân 11a B ağdâd ’dır (krş. Flügel, "göst, yer., II, 262). Kâtip Çelebi ( nşr. Flügel, II, 113, V , 233) Kara Çelebi Zade ’nin arapça ve farsçadan yaptığı tercümeleri ile birlikte, diğer eser­ lerini de zikreder. Kara Çelebi Zade, A zizi mahlası ile, şiir de yazmıştır. Menfaya gönde­ rilmesi münasebeti ile, 1634 te yazdığı Giilşen-i IViyâz adındaki mesnevisi, yazma olarak, Berlin ’deki Prusya devlet kütüphanesi (krş. Pertsch, Vsrz. d. tiirk. Hss., s. 415 v.d .) ile Britısh Museum (nşr. Rieu, Çatal, o f the Türk. Mas., s. 190» ve Kâtip Çelebi, göst. yer., V, 233, nr. 10840 ) ’dadır. B i b l i y o g r a f y a î Hayatı hakkında, yukarıda zikredilen menbalardan başka, krş. Na'imâ, 1068 senesi vak ayii; Kâtip Çelebi, Fezleke, II, 152 (tercüme-i hal)S bütün tarih­ leri ile birlikte en tafsilâtlı tercüme-i hali için bk. İsmail Beliğ Brusavî, Göldeste-i R iy â i-i ‘İrfan (Bursa, 1308, s. 317—3 2 2 ) ; S icill-i ‘Oşmâni, III, 339 ; Müstafim Zade, Davhat al-Maşâyih al-Kibâr, Viyana yazması, Mxt. 153 (Flügel, II, 409 v.d.); Rifat Efendi, Davl}at al-Maşâyih, İstanbul, ta., s. 58—62 v.dd.; İlm iye salnamesi, İstanbul, 1334, s. 461 v.dd. ( buraya Kara Çelebi Zade 'nin imzası da konmuştur); Ahmed Refik, A lim ler ve sanat­ kârlar ( İstanbul, 1924 ) , s. 151—179 ; J. v. Hammer, Gesch. der osm. Dichtkunst, III, 426 v.dd.; ayn. mil., Gesch. des osm. Reiches, V , 178, 184. — Kara Çelebi Zada’nin yazl. İs­ tanbul 'da Şehzade camii kütüphanesinde hâlâ muhafaza edilmektedir. Eserlerinin bir kataloğu (16 sahife, 40, İstanbul, (s. ) tabolunmuştur. — Bir çok rüknü mühim mevkilerde bulunmuş olan ailesi halikında krş. msl. Kâtip Çelebi, Talçvlm al-T avârih, s. 19 1; keza İs­ mail Beliğ, göst. yer., s. 315 ( bu eserde ecda­ dından da bahsedilmektedir); keza F. Wüs­ tenfeld, Dle Gelehrtenfamilie Muhibbi, s. 48. ( F ranz B abinger .) A B D Ü L C E B B A R . 'A BD a l -CA BBÂ R b . 'A bd AL-Rah Mân AL-A zd I, vali. Emevîlerin tarafdarlarına karşı yapılan muharebelere işti­ rak etti. Rivayete göre, halife al-Manşür bunu *4° (757/758) ta Horasan valisi nasbetmiştir. 'Abd al-Cabb&r az zaman içerisinde zulmü ile halkta nefret ve halifede şüpheler uyan­ dırdığı için, ertesi sene halife, ona karşı, oğlu Muhammed al-Mahdi ’nin idaresinde, bir ordu sevketmiştir. Mücadeleye girişmeden evvel, alManşür ile 'Abd al-Cabbâr bir çok mektup­ lar teati etmişler ve bu mektuplarda birbir­ lerini aldatmağa çalışmışlardır. Al-MahdJ ’nin kumandanı Hâzini b. Huzayma ileri yürüyüş hareketine başladığı vakit, Merv al-Rüz ahalisi İsyçn etti ve 'Abd al-Cabbâr ’1 yakaladı. Vali,

"

"" " ' —

•-

. ..

*

66

ÂBD ÜLCEBBAR ~ ABDÜLGANÎ.

halife al-Manştır ’a gönderildi ve zalimane iş­ kencelerle öldürüldü. B i b l i y o g r a f y a ' . gabari, II, 2003 ! III, 129, 134 v.d .; İbn al-A şir ( nşr. Tornb.), V , 380 v.dd.; Ya'kübi ( nşr. Houtsma), II, 433 v.dd.; Weil, Gesch. d. Chalifen, II, 36. ( K. V . Z etterst £en .) A B D Ü L C E L İL . ‘A BD a l -C A LİL A bu ’l Mah â s In. [ Bk. a l -dIhİstan I.] A B D Ü L F E T T A H FÜ M E N İ. ‘ABD a l-F A T T Ä H FÜMANÎ, XVI. ve XVII. asalarda yaşamış olması muhtemel olan iranlı müverrih. GilSn ’m eski merkezi ( Ch. Schefer, Chrest. Pers., II, 98) Füman ’de devlet hizmetine girince, bu memleketin veziri Behzâd-Beg tarafından, 1018 —1019 (1609—1610 ) ’a doğru, muhasebe mü­ fettişliğine tayin olundu; sonra ‘Adil Şah tara­ fından İrak ’a götürüldü. ‘Abd al-Fattâh, 923 ( 1317 ) ten 1038 ( 1628 ) ’e kadar Gilâu tarihini, Ta‘rih -i Gılân adı ile, farsça yazm ıştır; bu eser B. Dom tarafından neşredilmiştir. B i b l i y o g r a f y a ' . ‘A bda ‘l-Fattâh F âmeny’s Geschichte von Gilûn ( Muhattım. Quellen zar Gesch. d. Sâ d l. Küstenländer des Kaspischen Meeres, III), s. 21—270. ( C l . H uart .) A B D Ü L G A F F A R . ‘ABD a l -Ğ A FFA R b . 'A bd a l -K ari’ m. [ Bk. a l - k a z v in I J A B D Ü L G A F F A R . ‘ABD a l -G A FFÄ R a l A h ras . [B k . a l -a h r a s .] Ä B D Ü L G A N l. ‘ABD a l -ĞANÎ a l -Näbu I.usf, sufî ve çok vetût bir müellif olup, 5 zil­ hicce 1050 (19 mart 1641) de doğmuştur. Baba­ sını küçük yaşta kaybettikten sonra, kadiri ve nakşbendî tarikatlerine intisap etmiş ve Şam 'da, Cami-i Emevî yakınında olan evinde, yedi sene müddetle İbn ‘A rabi ve ‘A fif al-Din al-Tilimsâni ’nin tesavvufa müteallik eserlerini tetkik ve mütalea eylemiştir. Yirmi beş yaşında iken, Bagdad ‘a ilk seyahatini yapmış ve bir müddet orada kalmıştır. Daha orta yaşlarında iken, tasavvufta şöhret kazanmış ve, gerek hemfikri olanlar ile münasebet peyda etmek ve onlara kendini tanıtmak, gerek bir çok ev­ liyanın mezarlarını ve mukaddes makamları bu­ lup ziyaret eylemek maksadı ile, şurada burada ve bilhassa kendi memleketi dahilinde seyahat­ ler yapmıştır. Böylece 1100 (1688 ) de Lübnan ’a, not de Kudüs ve Halilürrahman ( Halil alRahmân ) ‘a, ıto8 ( 1696 ) de Mısır ’a ve Hicaz ’a, 1112 (170 0 ) de Trablus a gitm iştir; 1114 (1702 ) te yeniden Şam 'a gelerek, Şâlüjiya ’de tevattun etmiş ve 24 şaban 1143 (5 mart 17 3 1) te orada vefat etmiştir. *Abd cl-Gani ’nin te’lifatı içinde ehemmiyetli olanlar seyahatnamelerdir: 1. a l-ifa k ik a v a 'lMacâz f i Rihlat al-Şa'm va M ijr va ’l-JFficâz

(krş. Flügel, Zeitschr.' d. Deutsch. Morgenl. Gesell., XVI, 659 v.dd.; v. Kremer, Sitzungs­ berichten der phil.-hist. Classe der Icais. A ka­ demie d. IVissensch., V , 319 v.dd.) ; 2. a l-ffa ir a al-unslya f i ’l-R ifıla al-kudsîya, Şam ’dan Ku­ düs'e seyahat ve avdet 17 cemaziyelahır— 1 şa­ ban ıtoı ( 29 mart — to mayıs 1690), kitap 9 zilhicce 1101 de (14 eylül; — krş. v. Kremer, göst. yer., s. 3 16 ; Gildemeister, Zeitschr. d. Deutsch. Morgenl. Gesellsch., XXXVI, 385 v.dd.) tamam olmuştur; 3. H ullat al-Zahab al-ibriz f i Rihlat Ba'labakk va 'l-B ik a a l- a z iz ; 4. alRihla al-iarâbulusîya. Bu teliflerinde, zamanının vaziyet ve ahvali hakkında malûmat vermekten ziyade, kendi ruhî tekâmülünü temin eden tec­ rübeleri ile birlikte, mukaddes beldeler hakkın­ da rivayet olunan efsanelere ehemmiyet ver­ miştir. Bu malûmatı bilhassa al-‘Ulaymi ve alHaravi ’den almıştır. Mamafih bu meyanda, Su­ riye ’nin topografyasına dair, bazı müsbet tarihî malûmat da bulunmaktadır. Eserlerinde merkez-i sıkleti herhalde tasavvuf teşkil ed er; ken­ disi bu tasavvufu sufî seleflerinin eserlerine yazdığı şerhler ve haşiyelerde ve bizzat kendi eserlerinde ileri sürmeğe çalışmıştır. Muasırları tarafından ibadât ve muamelâta müteallik or­ taya atılan meseleler dolayısıyle, bir çok defa­ lar eserleri ile mübahasata iştirak etmiştir. Bu cümleden olmak üzere, 1096 {1685 ) da mevlevi dervişlerinin müdafaasına dair, bir eser yazmış ( krş. Ahlwardt, Verz. d. arab. Handschr. der könlgl. Bibi, zu Berlin, nr. 3385; Catalog Wetz­ stein, nr. 136) ; keza dervişlerin sema’ etmele­ rinin ve çalgı çalmalarının (Ahlwardt, göst. yer., nr. 3384, 5522 ; Fihrist... al-Katubhâne alhidiviya, II, 125) ve tütün içmenin mübah ol­ duğunu isbat eylemeğe gayret etmiştir. Şair olarak da tanınmıştır; yalnız eski kaside şekli­ ni takip etmekle kalmamış, m iivaffa^ denilen halk şiirleri de söylemiştir (krş. Hartmann, Das Mavaşşah, s. 6 ). Divanından birinci kısmı D îvân a l-H a k a ik va Mac ma al-R akâ'ik ismi altında basılmıştır (Bülllç:, 1270 == 1853/1854; Kahire, 1302 == 1884/1885, 1306 = 1888/1889 ). Peygamberin methi hakkında Nafa/ıât al-Azhâr ‘alâ Nasamât al-A shâr f i Madh al-N abi almuhtar isimli na’ti, belâgat kaidelerinin incelik­ lerini anlatan şerhleri de havi olmak üzere, 1299 (1881/1882) da Şam ’da tabolunmuştur. Rüya tabiri hakkında yazmış olduğu Ta'ğir al-Anâm f i T a'bir al-Manâm unvanlı eseri avam arasın­ da bugün en meşhur olan eseridir. İki ¿¡İtten mürekkep olan bu kitap, Kahire ’de mükerreren (1287 = 1870 /1871, 1301 = 1883 /1884, 1304 = 1886/1887, 1306 = 1888/1889 ve 1316 = 1898/ 1899 da, İbn Siri ’nin Muntahab al-Kalâm ’inin kenarında) tabolunmuştur. Keha.net gibi sözde-

ÂBDÖLGA n İ — ÂBDÜLHAk. ilimler ile do (ok meşgul olmuş ve Osmanlı devletinde 1159 (17 4 6 ) ve 1284 (1867 ) tarihlerine^kadar zuhura gelecek / vak'aları havi, iki esev ^azmıştır ( de S iane, Catalogue des manuscr. arabes de la B ibi, Nat., nr. 1626 v.d.). ‘Abd al-Ganl ’nin tereüme-i halleri için bk. S ilk al-D urar ( Bulak, 1291—1301 = 1874—1885 ), III, 30—38 î Cabartî, 'A câ'ib al-Â şâr ( Kahire, 1297 — 1879/1880 )■, I, 154 — 156, Müellifin eser­ lerine ait 1105 (16 93) te tertip edilen bir liste için bk. Flügel, Zeitschr. d. Deutsch. Morgenl. Gesell., X V I, 664 v.dd. ve Pertsch, Die arab. Handschr. ... ztı Gotha, nr. 1860; bundan maada elde edilen eserleri için bk. Brockelmann, Gesch, d. arab. Litier., II, 345 v.dd. ( BROCKELMANN.) A B D Ü L H A K . ‘A BD a l -HAKKİ A bu Mu HAMMED B. A bT yÂLİD MAHYU ' l -Mar M , Zanâta ‘nm bir şubesi olan Bani Marin kabile­ sinin reisi ve aynı adı taşıyan sülâlenin müessisidir. Bu kabilenin reisi olan babası, Abii Hâlid Mahyü, 592 (119 7 ) de ölünce, ona halef olarak ‘Abdal-Hakk seçildi. Bu esnada Bani Marin, Tlemsen ve Tâhert dağlarının cenubunda, merkezî Mağrib ( Ceza­ yir ) 'in yüksek yaylalarında, Zâb 'dan Sicilmâsâ 'ya kadar göçebe olarak dolaşıyorlardı. A kersif ve al-Va^ât arasındaki Vâdî Zâ ve yukarı Mulüya vadilerinde yaylakları vardı. Bu memleketlerin şimalinde bulunan dağlık mıntakalar ise, diğer Zanâta ' 1ar, bilhassa Banı ‘Abd al-Vâd 'iar tarafından işgal edilmişti. Bani ‘Abd al-Vâd 'in aksine, Banı Marin her zaman Muvahhidîn ’in düşmanı olmuşlardı. Bun­ lar bu sebeple Murabıtlar ahfadından Bani Gâniya'nin, 'Abd al-Mu’min sülâlesine karşı giriştiği amansız mücadelelere iştirak ettiler ve yine bundan dolayı 605 (12 0 9 ) te Emir al-Nâşir 'm amcası, Muvahhidîn kumandanı, Abü ‘İmrân Müsâ 'nm tenkiline ve Tâhert ile al-Başa ‘nin yağmasına karıştılar. Bununla beraber, Muvahhidîn emîri merkezî ve şarkî Mağrib ( İfrikiya ) 'de sulh ve asayişi temine muvaffak oldu. Bundan istifade ederek, arap ve berber kıt'alarını İspanya hıristiyanlarına karşı açılan cihada çağırdı. Bu sefer 609 {12 12 ) da, al-‘Ukâb ( Las Navas ) felâketi ile bitti. Muvahhidîn darmadağın edildi; hemen hemen bütün reisleri öldürüldü veya aralarında çıkan vebadan öldüler. Sağ kalanlar vebayı bugünkü Fas 'a götürdüler. Müslüman müellif­ lerinin dediklerine göre, bu hastalık orada o kadar çok kurban verdi ki, „memleket boşal­ mış gibi oldu". Emir al-Nâşir da 6ro (1214 ) da, Merâkeş'te bu hastalıktan öldü. Muvahhidîn reislerini idare etmek için, çok genç ve çok zayıi^plan oğlu ve halefi Yûsuf al-Muntaşir, bunların tefevvuk mücadelelerine, her tarafta

ihtilâf, karışıklık ve anarşi çıkarmalarına mani olamadı. ‘Abd al-Halfk, Bani M arin'ler ile Fas 'ın şimal-i garbine hücum etmek için, bu anı seçti. ‘Abd al-Hakk, zevceleri dolayısiyle, Şurafâ1 Bani ‘ A li b. İdris ve müteaddit berber aşiret­ leri ile, bilhassa rifli Butluya 'lerle akraba idi. Butfüya 1 er tarafından Muvahhidîn 'e tâbi halka baskınlar yapıldığı haberi, Emir al-Muntaşir ’1 onlara karşı bir ordu göndermeğe mecbur etti­ ği zaman, Bani Marin Buttüya lerle beraber ko­ naklamışlardı. Buttüya 'ler ağırlıklarını Tâzütâ ( R l f ) 'da bıraktılar. Vadi Nukür yanında Mu­ vahhidîn ‘in karşısına çıktılar. Onları mağlup ettiler, soydular ve Fas şehrine çırıl çıplak sı­ ğınmağa mecbur ettiler ( 615 =» 1217 ). 'Abd alHakk aynı sene Tâza üzerine yürüdü. Şehrin Muvahhidîn emîri, Riyâh ve Tsül araplar ile Miknâsa berberîlerinden mürekkep kuvvetli bir ordu ile, onun karşısına çıktı. Muvahhidîn emîri mağlup edildi ve öldürüldü. ‘Abd alHakk tarafından elde edilen büyük ganimet paylaşıldı; fakat kendisi hissesini müttefikleri olan R if berberîlerine, Ma'âkil ve Zavi ‘Ubayd Allah azaplarına bıraktı. ‘Abd al-Hakk, bir yıl sonra, Fas civarlarını tehdit etti. Kıskançlık yüzünden, kendisinden ayrılan Muvahhidîn 'den Riyâh 1 ar ve marinîlerin bir kabilesi olup, ‘Abd al-Hakk tan ayrılan Banı ‘Askar, onun karşısına çıktılar. Tâfartâst 'tan bir kaç fersah ötede, Sabü kıyılarında yapılan harp, ‘ Abd al-Hakk ’ın ve büyük oğlu İdris 'in hayatına mal oldu. Fakat marinîler, intikam almadan, onları defnetmemeğe yemin ettiler. Riyâh 1ar ve müttefikleri mağlup edildiler; bü­ yük bir kısmı mahvoldu yahut kaçtı (614 = 12 18 ). ‘Abd al-Hakk ve oğlu İdris sonra bir zaviyeye defnedildiler ve daha sonra Fas ‘ta marinîlerin mezarlığına naklolundular. İkinci oğlu ‘Oşmân marinîler tarafından ona halef olarak seçildi. Kabiliyetli bir asker olan ‘Abd al-Hakk, müs­ lüman müelliflerinin dediklerine göre, aynı za­ manda çok dindardı; kendisine haber verilen bütün velilerin mezarlarını ziyaret eder ve sık sık oruç tutardı. Menkıbeye göre, veliliği o de­ recede idi ki, onun eteğine yahut takkesine dokunabilen hastalar şifa bulurdu. 'Abd al-Hakk, maliki fukahasına ve dinî nufuz ve şöhreti işlerine gelmiyen, tlemsenli Abü Madin gibi, sofu insanlara zulüm eden Muvahhidîn in aksine olarak, hakikî bir zahid idi. B i b l i y o g r a f y a :

R avzat

a l- N is r in

f l Ahbâr Davlat M alak Banı M arin, Tlem­ sen medresesinde, yaz., nr. 41, var. 1—5 ve Cezayir millî kütüphanesinde, yaz., nr. 1763, var, 7—9 ; İbn A bi Zar', al-K arjâs (Fos,

68

ABDÜLHAK — ÂBDÖLHAK HÂMİD.

1303 ), s. 160 v.dd. { frang, trc. Beaumier { Paris, 1860), s. 309 v.dd.; lbn Haldun, 'Ibar ( Hist. des B erb .), II, 242 v.dd.; Abu Zakarıyâ’ Yahya b. (TaMün, Buğyat al-Rûvâd (nşr. Bel, Cezayir, 1904 ), metin 3. 104, trc. a. 137 ; al-MarrSkuşi, a l-M u d b ( Leyden, 1847 ), s. 225 v.dd.; Fagnan, Revue Africaine, XXXVII, 213 ; X L V , 15 1; lbn al-KâzI, Cazvât al-lkilbös (Fas, 1309), s. 129, 348; al-KayravSni, al-M an is f l Ahbür İfrlk ly a va TSnis ( Tunus, 1286), s. 116—119 ; al-Sala vı, Kitâb at-İstik şa ( Kahire, 1304), (I, a—5 ; al-Zarkaşi, Ta'rıh al Davlatayn (Tunus, 1289 ), s. 14 v.dd.; frans. trc. Fagnan (Conatantine, 1895), s. 25 v.dd. (A . CouR.) A B D Ü L H A K . 'A BD a l-H A K K b.

nüz beş yaşında iken, Bebek ‘te Köşk-Kapısı denilen semtteki mahalle mektebine devama başladı ise de, burada yalnız biraz okuma öğ­ renebildi. Aynı sene kendisine 800 kuruş maaş­ la İ s t a n b u l r u u s a tevcih olundu. Hâmid bir müddet de H is a r r ü ş d iy e s i ‘ne devam etti. A y ­ nı zamanda evvelâ Evliya H oca’dan, sonra da Hoca Tahsin Efendi ‘den [ b. bk.] hususî dersler aldı. Hâmid ilk şiir zevkini hocası Tah­ sin Efendi ’den aldığını H a t ır a t ‘ında kaydeder. On yaşında iken, büyük biraderi Nasuhî Bey ve hocası ile birlikte, Paris ’e gitti ve orada E c o le N a t io n a le adındaki hususî bir mektebe yazıldı. Bir buçuk sene kadar bu mektepte kalan Hâmid, İstanbul’a dönünce, R o b e r t C o ll e g e ’e devama başladı. Aynı zamanda edremitli BahaS a y f a l- D I n a l - T u r k a l- D 1 h la v I a l- B u h â r I , eddin Efendi ‘den de arapça ve farsça öğreni­ 958 ( I&S1 ) de doğan ve 1052 (16 4 2 } de ölen yordu. On üç yaşında iken, Bâbıâli t e r c ü m e Halflfi mahlaslı iraalı müverrih. 'Abd ai-Haklj o d a s ı ‘na girdi ve bir sene sonra, Tahran ‘a elçi 996 (1588 ) da, badis tahsili için, Hicaz ’a gitti. olan babası ile birlikte, İran’a gitti. Hocası Müteaddit eserleri arasında şunları zikrede­ Bahaeddin Efendi de kendilerine refakat edi­ ceğiz : arapça hadis mecmualarının farsça tef­ yordu. Hâmid İran payitahtında farsçasını sirleri, Mişkât al-Maşâblh ve S a fa r al-Sa'ada kuvvetlendirdi ve sefaret münşisi Mirza Haşan ( yaz. British Museum ’dadır ; krş. C. Rieu, Cat. o f Şevket ’ten fars edebiyatı tahsil etti. Tahran ’da Pers. Mss., s. 14 v.dd.); Hindistan ’ın umumî iki sene ikametten sonra, sefaret maiyet me­ tarihine ait Z ik r al-M ulük ( ayn. esr., s. 823, murluğuna tayin olundu. Babasının birdenbire 855 ) ; bilhassa hind evliyasının tercüme-i hal­ vefatı üzerine İstanbul ’a dönen Hâmid, evvelâ leri ; A hbâr al-A hyâr f i A srür al-Abrûr ( ayn. m a liy e m ü h lm m e k a le m i ’ne, sonra da Şûrây-ı esr., s. 3 5 5 ) ; Medine şehri tarihi ( tab. Luk!.- Devlet ve s a d a r e t m e k t a b t kalemlerine girdi. novv, 1865, 1869). Bu aralık (1288 = 18 7 1) Pirî Zade ailesinden B i b l i y o g r a f y a : Badâ'üni, Muntahab Fatma Hanım ile Edirne ’de evlendi. al-T avârih, III, 1 1 3 ; Elliot ve Dovvson, The Pek genç yaşında edebiyata heves eden Hâ­ H is tory o f India, VI, 175 v.dd.; Rieu ve mid ‘in ilk matbu eseri M a c e r a y - ı A şk ’t ı r ; Pertsch ( Berlin ), yazmalar katalogları. galiba 1873 senesinde intişar eden bu eseri, pek ( M . T h . H o u t s m a .) kısa bir fasıla ile, S a b r - ii S e b a t , İ ç l i K ız ve A B D Ü L H A K H Â M İD . 'ABD a l-H A K K D u h te r -i H in d u takip etti. IjlAMİD, türk şairi ve edibi; 3 şubat 1851 Hâmid, 1876 ( 12 9 2 ) da hâriciyeye intisap ede­ (10 rebiülevvel 1268 = 24 kânun II. 1267 ) de rek, Paris sefareti ikinci kâtipliğine tayin olun­ babası Hayrullah Efendi ’nin [ b. bk. ] Be­ du. Paris ‘te geçen iki buçuk sene Hâmid ’in bek ‘teki yalısında doğdu. Ecdadı aslen İzmir edebî şahsiyetine kuvvetle tesir etmiş ve onun havalisinden olup, Mısır ’da tavattun eden Ab- hem Paris hayatını, hem de fransız edebiyatını dülhak Sünbatî Efendi, ulemadan idi. Ailenin yakından tanımasında âmil olmuştur. Hâmid Pa­ üç batın sonra İstanbul ’a gelip yerleşen rüknü ris intihalarını D iv a n e lik le r im — y a h u t — B e l ­ Mehmed Efendi, Mısri lâkabı ile tanınmıştır. Bu d e adlı şiir mecmuasında, renkli ve nükteli bir zatın torunu olan Mehmed Emin Şiikûhî Efendi romantizmle tesbit eder. Mamafih S a h r a , bu hacegân-ı divan-ı hümayun ’dan idi ve şairliği de gürültülü ve maceralı şehir hayatının şairde vardı. Şükûhî Efendi ’nin oğlu ve Hâmid ’in bü­ uyandırdığı bezginlik ve hattâ tiksinti ile ta­ yük babası Abdülhak Molla [ b. bk. ] da ulema­ biata, kır ve köy hayatına karşı samimî, fakat dan id i; Mahmud II. ile Abaülmecid ’in hekim geçici bir tahassürün eseridir. başılığını yapmış, tarih ve şiirle de iştigal Hâmid ’in Paris ’te yazmış olduğu Aiesieren etmişti. Hâmid ’in babası Hayruüah Efendi, hem Sarayın şüphesini davet ettiğinden, memuriyeti medreseden icazet, hem de T ıb b iye’den şaha­ ilga edildi ve o sıralarda İstanbul’da bulunan detname almış, sırası ile meclis-i m aarif azası, şair de açıkta kaldı. İki sene süren bu mazuli- ’ maarif müsteşarı, maarif nâzırı ve enciimen-l yeti esnasında, Hâmid endişe ve müzayaka için­ danifi reis-i sanisi olmuş ve nihayet, Tahran ’da de, fakat eserler ibda ederek, yaşadı. Bu aralık sefir iken, 1866 (1283 ) da ölmüştür. evvelâ Belgrad, sonra da Berlin sefaret kâtip­ Münevver bir aileye mensup olan Hâmid, he­ liğine inha edildi ise de, kendisine vazifeye baş-

A BD Ü LH AK HÂMİD.

ka­ pının dışında, açıkta va'zetmeğe mecbur kaldı. Orada bir ribS( ( tekke) bina edildi ve ¡28 (1133/1134 ) de halkın ianesi ile Mnbârak alMuharriml ‘nin medresesi ( ki o zaman bu zat

ÂBDÜLKADİR.

St

yâ ölmüş, yahut vazifeden çekilmiş olsa gerek­ veyahut 3. sayı ile gösterilen eserler ile aynı tir) etrafındaki binaların işgal ettiği yerler de olması mümkündür. ilâve edilerek, genişletilip, başına 'Abd al-Kâ7. Yuvak! t a l - H ik a m ( K a ş f a l- Z u n â n ‘da dir geçirildi. V a’zları, İbn C u b ayr’in çok canlı mezkûrdur ). olarak tasvir ettiği, Camâl al-Din al-Cavzi ’nin 8 . A l - F u y â i â t a l - r a b b â n ly a f l ' l- A v r â d a l va'zlarma, mahiyet itibariyle, pek ziyade ben­ I ç â d ir ıy a , evrad mecmuası (Kahire, 130 3). zermiş. 'Abd ıd-Kâdir cuma sabahları ve pa­ 9. B a h c a t a l - A s r â r ‘da ve diğer tercüme-i hâl zartesi akşamları kandi medresesinde, pazar eserlerinde mevcut olan mev'izalardan ibarettir akşamları ise, tekkesinde va’z ve nasihat eder­ ( I n d ia O f f i c e katalogunda 622 numara ile gös­ miş. Müteaddit müritlerinden bir çoğu, sonra­ terilen yazma, bu eserin eksik bir nüshasıdır; dan velî olarak meşhur olmuşlardır; diğerleri İran müellifleri bunu umumiyetle M a lf â z â t - i de, Ansâb müellifi Sam âni gibi, muhtelif saha­ K ad iri namı ile zikrederler). : larda şöhret kazanmışlardır. 'Abd a l-K ad ir‘in 'Abd al-Kâdir 'in, bu eserlerinde, muktedir bir . . . : va’zlarmıiı tesiri ile, bir çok musevîler ve ilâhiyatçı, samimî, hâlis ve beliğ bir vâiz olduğu hiristiyanlar müslüman olmuşlar, bir çok müs- görülür, û a n y a ‘sine onar onar tasnif edilen ve lümanlar da ruhanî feyze ermişlerdir. Şöhreti­ 73 mezhebin tarifini ihtiva eden bir hayli mevnin yayılmış olduğu yerlerden kendisine, adak 'iza da ithal edilmiştir. 'Abd al-IÇâdir ara sıra, olarak, bir çok hediyeler gönderirlerdi ki, bun- al-Mnbarrad gibi nahvıyyuna, fakat daha ziyade İarin kıymeti bazan günde bir dinardan fazla Kur‘an 'm eski müfessirlerine ve sûfî velîlerine tutarmış. Bu hediyelerle müritlerine sofrasını istinat etmekte ve onlardan nakiller yapmakta­ açık bulundurabiliyordu. Kendisine her taraftan dır. Bu eserde akide ciheti İle kat'î bir ehl-i sün­ : fıkha ait meseleler gelirdi; onun bunlara bil- net mensubu olduğu gibi, üslûp itibariyle de bedahe cevaplar verdiği söylenir. Halife ile külfetsizdir. Mamafih arada Kur’an 'ın sûfiyâne vezirlerin de 'Abd al-lÇâdir ‘in müritleri ara- tefsirleri, bazı zikir ve virtleri 50 veya 100 defa smda olduğu zannedilmektedir. okumak tavsiyeleri gibi şeyler de, bu eserlerde 'Abd al-lÇâdir ‘in telifatı umûmen dinî mev­ bulunur. Yukarıda 2. sayı ile gösterilen eserin­ zulara ait olup, ekserisi va'z ve hutbelerden deki va’zlan, İslâm edebiyatının en güzellerin­ ibarettir: den sayılır; bunlarda hayır ve muhabbet ruhu i. A l-ö u n y a li talibi f a r ı k al-H akk sülükhâkimdir. Vâiz burada „cehennemin kapılarını ve ahlâka ait bir risaledir ( Kahire, 1238 ). insanlara kapamak ve cennetin kapılarını bütün 2; A l - F a t h a l - r a b b â n i , 545—546 (1150 —1152 ) insaniyete açmak" istiyor. İstidatları mutavassıt senelerinde verilen 62 va’zdan ve bir zeyilden olan sâmi'Ierinin güçlükle anlamalarına sebebi­ ibarettir (Kahire, 13 0 2 ) ; bazı yazmalarında yet verecek sûfî ıstılahlarını, ancak nâdir ola­ rak kullanır; mamafih derslerini dinleyenler­ bunun isminin S itt în M a c â lis olduğu görülür. 3 . F u i a h a l- G a y b , oğlu 'Abd al-Razzâk ın den b i r i , hiçbir kelime anlayamadığını söyle­ topladığı, muhtelif mevzular hakkında babası miştir. Mev'izalarının umumî mevzuu şudur: tarafından verilmiş 78 va'zı hâvidir. Buna müridin bir müddet çile devresi geçirerek, bir de kendisinin, ölüm yatağında iken, ettiği dünyadan tamamiyle el çekmesi ve bundan vasiyeti, baba ve ana tarafından Abü Bekr ve sonra tekrar dünyaya rücu edip, ondan haz 'Ömar ile karabetini ispat etmek maksadı ile ve nasibini alarak, başkalarını irşat etmesi. tânzim ettiği şeceresi ve akide-i diniyesi ile bazı 'Abd al-Kâdir sufîlerin şu fikirlerini de ileri şiirleri ilâve edilmiştir ( al-Şattanavfi‘nin B a h - sürüyor; sûfî akidesince, dünya ve ahiret ni­ c a t a l - A s r â r ‘inin kenarında matbudur ; Kahire, metleri iştiyakı ma'bud ile kul arasında bir perde teşkil ettiği cihetle, müridin düşüncele­ 'i 4. H iz b B a ş â ’i r a l - H a y r â t , tasavvufî evrad- rini bunlara değil, yalnız ve yalnız Allaha tev­ dan ibarettir (İskenderiye, 1304). cih etmesi, en başta gelen mevzulardandır. 5. C a lâ ' a l - H â { i r ( K a ş f a l- Z u n â n ‘da zikre­ Dinleyicilerine, hattâ ailelerini de mahrum dilmiştir ), va’zlar mecmuası; bunlardan birinci ederek, bütün mallarını velîlere vermeleri ıs­ mev’iza yukarıda 2. sayı ile gösterilen a l- F a t h rarla tavsiye edilir. Mürşit kendisinden pek ;: a l - r a b b â n i ‘deki mev'izalardan 59. ve sonuncu az bahseder ve hiçbir vecihle gurur eseri gös­ da oradaki 57. mev’izanın tarihini hâvidir. Bel­ termez. Kendisini „yer yüzündeki insanların : : : ki de aynı eserin başka unvan altında yazılmış mihek taşı“ diye tesmiye etmesinin yegâne mâ­ bir nüshasından ibarettir. nası, cemaatindeki ciddîleri havaîlerden ayırt • 6 . A l- M a v â h ib a l - r a h m â n i y a v a ’l- F u in h a letmek kabiliyetidir. Diğer cihetten, ,,b i iz n ih i r a b b â n i y a f i M a r â iib a l - A h l â k a l- a a n iy a v a fa ' â lâ “ va'zettiğini de ısrarla iddia eyler. r ' l-M a k â m â t a l - ' i r f â n ly a ( F a ı ı i a t a l- C a n n â t , Tilmizlerinden 'Abd Allah b. Muhammed s. 441 de mezkûrdur). Bu eserin yukarıda 2. al-Bagdâdi, 'Abd al-Mufysin al-Başri ve 'Abd :

IslSm\ Ansiklopedisi

'

-

'■

■ .....

' 6

 B D Ö L K A D İR .

Allah b. Naşr al-Şicîdiki tarafından ‘Abd al-Kâdir hakkında yazılan eserler (A nvâr al-Nâzir unvanı altında Bahcat al-A srâr, s. 109 da zikrolunmuştur) bizim elimize geçmemiştir. Sam‘âni, Ansâb ’ında, onun ismini C il maddesinde zikretmişse de, mukabilindeki yeri boş bırak­ mıştır. Sam'âni 'nin oğlu şeyhten bahsederken, hürmetkar olmakla beraber, pek de sitayişkâr bir lisan kullanmaz. Hayatının son 50 günün­ de yanında bulunmuş olan Muvaffak al-Din, ‘Abd Allah al-Makdisi 'den varit olan bir riva­ yete göre, şeyhin Bagdad halkı indinde kadir ve itibarı çok yüksek olup, ona bir çok kera­ metler atfettiklerini, lâkin kendisi mezkûr ke­ rametlerden hiç birini gözü ile görmediğini söylüyor. O zaman yalnız Muvaffak al-Dîn ile diğer bir zat şeyhin tilmizi imişler. İbn 'A rabi (doğm. 560 = 1165) eserlerinde 'Abd al-Kadir ”1 „bir insan-ı kâmil ve zamanının kutb ’u ( alFutnhât al-m ekkiya, I, 262), tarikatin şahı ve insanları takdirde salâhiyetdar {gâst. yer., II, 24.) ve maldmatiya erkânından ( göst. yer., III, 44 )“ gibi zikreder. Henüz anasının karnın­ da iken, Allaha hamd eylemiş olması rivayeti İbn 'A rabi 'ye isnat edilmektedir -; bu zat, A l­ lahtan maada, her mevcuttan yüksek dereceye ermiştir. Şa{taanvfi ( ölm. 713 = 1314 ) Bahcat al-A srâr 'ında, bir sürü şahitler tarafından tev­ sik edilen, bir çok kerametlerini nakleyler; İbn Taymiya (ölm. 728 = 1328 ) de bunları itimat ve kabule şayan görür. Diğer râviler o derece itimada şayan değildir. Bu kitap, içindeki lâübâli hikâyelerden dolayı, Zahabi tarafından fena gö­ rülmüşse de, İbn al-Vardi ( Ta'rih, II, 70 v.d .) ondan iktibasta bulunur. A sıl şeyhe isnat olu­ nan iddialı sözlerdir ki, bir çoklarını iğzab et­ miştir ; msl. Bahcat al-A srâr ’m başında, şey­ hin „her velînin başı benim ayağımın altında­ dır“ dediğini işiten, bir çok adamların isimleri sayılmıştır. Bundan başka, şeyhin yetmiş ilim babına sahip olduğunu ve bunlardan her birinin yerle gök arası kadar geniş olduğunu iddia ettiği söylenir. 'A bd al-Kâdir 'in tarikatine sonraları intisap eden bazı kimseler ( msl. fars­ ça Mahâzin al-K âdiriya müellifi, Mss. Brit. Mas. Or. 248 ), bu birinci söze pek umumî mâ­ na vermek istemezlerse de, şeyhin böyle bir iddiada bulunmağa hakkı olduğunu isbat etmeğe çalışmaktan da hâli kalmazlar. Takva sahibi mü­ ellifler ( msl. al-Damiri, I, 320 ) bu sözleri yalnız 'Abd al-l£âdir 'in vekarını isbat edecek hüccet gibi telâkki ederler. Ona isnat edilen şiirlerde buna benzer sözler mevcut olmakla beraber, a s ı l m e v s u k eserlerinde böyle şeyler yok­ tur ve bunlar şeyhin müritlerinin kendisine kar­ şı olan hayranlıklarından ileri gelmiş olsa ge­ rektir. Bunların indinde şeyhin şöhreti hemen

hemen Peygamberin şöhretinin yerini tutmuş­ tur. Onlar şeyhi daima „sultân al-avliya“ tesmi­ ye eder ve ismini, m ufâhid A llak , amr A llah, f a i l A llâh, âmân A llâh , nâr A llâh, ka(b A llâh, s a y f Allâh, firm ân A llâh , burkân A l­ lâh, âyat A llâh, ğavs A llâh, al-kavs al-a‘çam sıfatlarını ilâve etmeden, zikretmezler [ bk. çSdİRÎYA ]. ‘Abd al-Kadir hakkında efsanelerin böyle çoğalmasına, her halde, kendisinin bir çok evlâda malik olması da müessir olmuştur. Bahcat al-A srâr ’da bunların on biri, babaları­ nın yolunda yürümüş olarak, zikrediliyor: 'İsa ( ölm. 573 = 1177/1178, Mısır ), 'Abd Allâh ( ölm. 589 = 1193, Bagdad), İbrahim (ölm. 592 = 1196, V â s if ). 'A bd al-Vahhâb (ölm. 593 = 1197, Bagdad), Ya(ıyâ ve Moljammed ( ölm. 600 = 1 204, Bagdad), 'Abd al-Razzâk (ölm. 603 = 1207, Bagdad), Müsâ (ölm. 618 = 1221, Şam ), 'Abd al-'AzIz ( Sincâr ’da Ciyâl köyüne çekilmiş ve orada 602 = 1205/1206 da vefat etmiştir), 'A bd al-Rahmân ( ölm. 587 = - 1 1 9 1 ) , 'Abd alCabbâr ( ölm. 575 = 1179/1180 ). Bazı müellifler bir kaç isim daha ilâve ederler. Bunlardan 'Abd al-Vahhâb babasının makamına geçmiştir. Bunu oğlu ‘Abd al-Salâm (548—611 = 1153—12 15 ) ve bunu da amcası 'Abd al-RazzâJf 'in oğln olan Abü Şâlilj Naşr istihlâf etmiştir ( 564— 633 = 1168—1236 ). Halife Naşir devrinde 'Abd al-Kadir ’in ailesi efradı, bir aralık muvakkaten, Bagdad ’dan nefyolunmştur. Bagdad ’ın moğullar tarafından istilâsında bu aileden bazıları şehit edilmiştir. Fakat bu tarikatin merkezi, kısa bir fasıla müstesna, daima Bagdad olmuştur.1 B i b l i y og t a f yat 'A bd al-Kâdir in tereüme-i hâllerinin bir listesi için bk. Ahlwardt, Verz. d. arab. Handschr., nr. 10072— 10092. Bunlardan aşağıdakiler neşredilmiş­ tir : al-Şa^anavfi, Bahcat a l-A srâr (Kahire, 1304 ) ; Muhammed b. Yahya ’ 1-Tâdafi, K alâ 'id al-Cavâhir ( Kahire, 1303 ) ; Muhammed alDiIS’ i, Naticat al-T ah k ik (Fas, 1309), trc. Weir, Jou rn . o f the R oy. A s. Soc., ' 1903. Bundan maada: İbn Hacar 'a atfedilen Gibtat al-Nâçir, nşr. D. Ross ( Calcutta, 19 03: Ablwardt 'ın listesinde mezkûr değildir). En iyi raptedilen tsrcüme-i hâli, Zahabı 'nin Ta Ah al-İslâm 'ında yazılanı olsa gerektir. Bunan büyük bir kısmı tbn al-Naccâr ’a istinaden yazılmıştır ( Jou rn . of. the R oy. A s. Soc^ 1907, s. 267 v.dd.). Son zamanlarda Şeyh Sanüsi ’nin de ‘Abd al-Kâdir ’in tercüme-i hâli­ ni yazdığı söylenir. Şeyh ‘Abd al-Kâdir ve 1 X V I. ve X V II. asırlarda vukua gelen iki S a fe v î i İstilâsı m uvakkaten bu tarikatin merkezini ortadan kaldırm ışsa da, Bagdad ’ı geri atan osm auiilar ta ri­ kat», butun ta rik a ilcrin fevkinde olarak, yeniden can­ landırmışlardır* ....

ÂBDÜLKADİR. : ■ Çâdiriya tarikatı ile iştigal eden muasır av­ rupalı müellifler şunlardır: L. Rinn, Mara­ :; v bouts et Khoaan ( Paris, 1884 ) ; A . Le Cbatelier, Confriries musulmanes du H edjaz : ( Paris, 1887 ) t Depont vc Coppolani, C o n fri: ries religieases masulmanes (Cezayir, 1897 ) ; : Carra de Vaux, Gazali (Paris, 1902). (D . S. Margoliouth .) Dİh l a v î

b.

V alI A lla h

b.

‘A b d

a l -R a h m â n ,

M azik-l Karan (yani M aiilf-i k a r ân = Knr’an tefsiri) - unvanı altında, K u r'an ’1 ordu lisanına ; tercüme etmiştir. Bu eser, müellifi tarafından 1205 (1790)1791) te bitirilmiş ve Hougly tara­ fından 1829 da neşredilmiştir; diğer bir tab'ı 1270 (1853/1854) te Bombay 'da yapılmıştır. B i b l i y o g r a f y a : Garcin de Tassy, Hist. de la L iftir . Hindouie, 2. tab., I, 76 ; v.dd.; ayn. mil., Ckrestomathie hindoasianie; Jo u rn al des Savants, 1837, s. 435—443. A B D Ü L K A D İR . ‘A BD AL-ÇÂDİR b. ĞaYbIaL-HÂFİZ AL-MaRÂĞÎ, ( ? —1435) mu­ siki nazariyeleri hakkında eserler yazmış olan büyük bir A zerî müellifidir { Bouvat, J A , ■ : 1926, onu_‘Abd al-Kâdir Güyandi tesmiye edi­ yor. İbn ‘tsâ, ibn Ğanı ve ibn ‘Ayni şekilleri, hep ibn Ğâybi isminin yanlış okunmasından ileri gelm iştir; bu keyfiyeti kendi elyazıları da isbat eder). VIII. (XIV.) asrın ortasına doğru Azerbaycan ’da, Marâğa ’da doğmuştur. 1380 yılından hemen evvelki senelerde, İbn Ğaybi, Irak sultanı olup, vaktini eksriya sarayının ha­ nendeleri ile geçiren Calâ’i r l ’terden al-Husayn (1374—1382 ) 'in nedimlerinden biri idi { J A, : 1845 ). 1397 yılı al-Husayn 'in sarayında musikîşınas ve devrin en meşhur musikî nazariyatı V üstadı Rizâ âl-Din Rizvânşâh tarafından 100.000 dinar mükâfatlı bir müsabaka için yapılan da­ veti kabul ettiğini, bizzat İbn Ğaybi hikâye : eder (Bodleian kütüphanesi yazm., Marsh, nr. 282, var. 9 4 ) ; müsabakayı İbn Ğaybi kazandı (müverrihler bu vakayı, yanlış olarak, sultan Ahmed zamanında gösterirler). İbn Ğaybi, ■; eğer, zannolunduğu gibi, türk padişahı Bayazid : (1389—1403) 'in sarayında bu senelerde bu­ lunmamış ise (Helmholtz, göst. yer., s. 282), : 1393 e kadar al-Husayn ‘in halefi al-A^med (1382—1410) *in birinci hanendesi olmak lâzım gelir. Timur [ b, bk. ] 1393 te Bagdad ‘ı zapt edince, kendi payitahtı olan Sem erkand‘a gö­ türmüş olduğa mümtaz âlim ve sanatkârlardan biri de İbn Ğaybi idi ( Zafarnâma, I, 619; . Hietory o f Timur Bec, I, 439 ). Timur ‘un baş hanendesi ve en büyük mukarribi oldu ( H is­ tory o f Timur-Bec, I, 537 v.d.). 1397 de hâlâ onun sarayında bulunmakta id i; fakat 1399 da Tebriz ‘de Timur 'un divâne oğlu Mirânşâh

&3

( ölm. 1400 ) 'ın yârânı arasında onu buluyoruz. Bu prensin mazbut olmayan hâl ve hareketi nedimlerinin tesir ve nufuzuna atfolunmuştur ki, İbn Ğaybi de bunlar arasında bulunmakta idi ve aralarında, Çu(b al-Din-i Nâyi, Habib-i ‘ Udi ve Ardaşir-i Çangi gibi, devrin birinci musikişinasları olmasına rağmen, Timur bir çoğunu idam ettirdi {Davlatşâh, s. 330 v.d .; Browne, Perstan Literatüre under Tartar Do­ minion, s. 19 $). Vaktinde tehlikeden haberdar olan ibn âl-Ğaybi, derviş kıyafetine girerek, Semerkand ‘ı terk ve Bagdad a, eski hâmisi sultân A^med Calâ’irı nezdine, iltica etti. 1401 de Timur Bagdad '1 tekrar zapt edince, yeniden onun eline düştü. Timur ‘un huzuruna çıkarıldı ve idama mahkûm edildi; fakat İbn Ğaybi, hafızlığı akhna gelerek, o kadar güzel bir sesle K u ran ‘dan bir sure okumağa başladı ki, Timur kendisini affetti ve onu yeniden hizmetine aldı ( Hvândamir, H abîb al-Siyar, III, 3, 2 12 ; J A , 1861, s. 283). Şüphesiz ki, İbn Ğaybi, Timur ‘un vefatından sonra, Semerkand a hükümran olan Halil ‘in ( 1404—1409) sarayında bulun­ muştur ; fakat Şâhruh (1404—1447 ) ‘un sara­ yında bulunduğunu muhakkak olarak biliyoruz ve Davlatşâh ( s. 340) bu saraya revnak veren dört san’atkârdan biri de ‘Abd al-Kâdir oldu­ ğunu zikrediyor. 1421 de türk padişahı Murad II. için musikiye dair yazmış olduğu kitabı biz­ zat hükümdara arzetmek üzere, Semerkand ‘dan Bursa ya geldi. Murad II. ‘ın ilk saltanat sene­ lerindeki karışıklıklardan dolayı olacak ki, İbn Gaybi osmanlı sarayında uzun müddet oturma­ mış ve Semerkand ‘a dönmüştür ( Laviganc, göst. yer., V, 2977 v.d.). Mart 1435 te Herat şehrinde, o zaman bu şehri kıran müthiş Veba­ nın meşhnr kurbanlarından biri olarak, ölmüştür ( Müneccim-başı, Ş a h â 'if al-Ahbâr, III, 57 ). R avtat al-Cannât müellifi Mu’in al-Din-i isfizâri İbn Ğaybi ‘den, hem musikişinas, hem de şair ve ressam olarak, sitayişle bahseder ( J A , 1862, s. 275 v.d.). Hattat olarak da meş­ hur idi. „Musikîdeki hünerinden dolayı, geçmiş zamanların şanını yükselten“ ( H istory o f Timar-Bec, I, 538) ve „musikî nazariyelerinde en salahiyetli bir müellif“ ( British Mss., Or., yazm. 2361, Muhammed b. Murâd tarafından yazılmış e se r) gibi hükümlerde, herkes birleş­ mişti. İbn Ğaybi ile Şafi ai-Din ‘Abd sl-Mu’miıı, alelmutad, birinci derece nazariyeciler arasına ithal olunurlar (Kâtip Çelebi, VI, 255). En büyük eseri olan Camı al-Alhân, 140S te ya­ zılmıştı. Bu eserin kendi elyazısı ile olan nüs­ hası şimdi Bodleian kütüphanesinde ( Marsh, ur. 282) bulunmaktadır; bunun muhteviyatından anlıyoruz ki, eserini oğlu Nür al-Din ‘Abd alRabmnn ‘a hediye etm iş; fakat 1413 te geri ala-

*4

ÂBDÜLKADİft.

szarfında her gün bir musikî parçası bestelemek ssuretiyle, gösterdiği mahareti müverrihler hi­ te, yanlış olarak, 1418 gibi göstermiştim). Mü- 1kâye ederler. Ağızdan ağıza intikal eden ve ellifin elyazısı ile olan diğer bir nüsha Istan- ikâr denilen tarzdaki bestelerinden birçoğu hâlâ çalındığı gibi (Lavignac, V , 2978), bul 'ds\ Nuruosmaniye kütüphanesinde ( nr. Türkiye'de ' 3644) bulunmaktadır fakat bu nüshada sultan kendi 1 kitaplarında notaya alınmış diğer beste­ Şâhruh ’a bir ithafiye vardır ve tarihi 1415 ler I de vardır (Bodleian, yaz., Marsh, nr. 282, 94 *> v.d. : Lay den, Or. 2 7 1—72, var. 51 ). tir. İbn Ğaybi tarafından bu eserin bir telhisi var. ' de vücuda getirilmiştir. Bunun muhtelif nus- J_. P. N. Land ( Vierteljahrsschrift fu r Muhalan vardır. Bodleian kütüphanesinde ( Ou- sikwissenschft, II, 354) birinci bestelerden seley, nr. 264) unvansız, fakat aşağıda bahsi kısa bir parçayı yeni notalara almış ve Kie­ geçecek olan M a k â ş i d a l- A l h â n ‘a tamamiyle sewetter (göst. yer-, s. 56), Fetiş ( göst. yer., benzeyen bir eser 1418 de, Şâhruh 'un oğlu Bay­ II, 68—9 ) ve Rauf Yekta Bey ( Lavignac, göst. sungur [ b. bk.] için kaleme alınmış olsa ge­ yer., V , 2977 ) ikinci besteleri hal ve izah et­ rektir. M a k â ş i d a l - A l h â n 'm farklı nüshaları mişlerdir ( Kiesewetter ve Fetiş 'inkilere iti­ da vardır ki, bunlardan biri Bodleian kütüpha­ mat caiz değildir ). ibn Ğaybi ‘nin en küçük oğlu 'Abd al-'Aziz, nesinde ( Ouseley, nr. 385 ), müellifin elyazısı ile olan diğer bir nüsha da İstanbul 'da Rauf Nalçâvat al-A d vâr („musikî makamatmdan seç­ Yekta Bey 'in kütüphanesinde bulunmaktadır meler") namı ile, musikiye dair bir eser kaleme (Lavignac, g ö s t . y e r ., V , 2 9 7 8 ). Leyden üni­ almış ve türk padişahı Mehmed II. 'e ( 1451 — versitesinde de bir nüshası mevcuttur ( Or. 1481 ) ithaf eylemiştir. Bunun yegâne nüshası 270—7 1 ) ; bu nüshada eserin 1421 de, türk sul­ Nuruosmaniye kütüphanesindedir (nr. 3646). tanı Murad II. için yazılmış olduğu mezkûrdur. Babasının vefatından sonra, İstanbul 'da yerleş­ Diğer bir eser, K a n z a l- A l h â n , o devrin nota miş olduğu zannolunuyor. Bodleian kütüphane­ tahrir usûlüne dair ¡bn Ûaybi 'nin bütün me­ sinde ( Ouseley, nr. 264 ) bulunmakta olan ve saisini ihtiva ediyordu. Yazık ki, bu kıymetli babasının elyazısı ile istinsah edilmiş M akâşid eserden hiç bir nüsha, zamanımıza kadar, mu­ al-A lhân nüshasının son sahifesi ( var. 77b ) hafaza edilmemiştir. İbn Ğaybi ‘nin son eseri üzerinde kendi eli ile yazılmış bir haşiye var­ Ş a r h a l - A d v â r ( „musikî makamatı şerhi" ) 'dır dır. İkinci Bayazid ’m (14 8 1—15 12 ) saltanatı ki, bundan bir nüsha Nuruosmaniye kütüpha­ esnasında yaşamış olan ibn Ğaybi ’nin torunla­ nesinde ( nr. 3651) mahfuzdur. Leyden'de (O r. rından biri, Maljmûd, M akâşid al-A d vâr kita­ 1175 ) İbn Ğaybi 'nin namını taşıyan türkçe bir bım yazmıştır ki, bu da Nuruosmaniye kütüp­ hanesinde ( nr. 3649 ) bulunur. K it â h a l - A d v â r daha vardır. B i b l i y o g r a f y a : H vândaroir, H abib İbn Ğaybi *nin eserleri, bilhassa amelî musikî a l-S iyar, III, 3, 212 ; Davlatşâh, Tazkirat ve musikî aletlerinin tarifleri hakkında verdiği a l-Ş u a r a , nşr. Browne, index ; Şaraf almalûmat halamından, fars ve arap musikî tari­ Din-i Yazdi, Z afar-n âm a; ingl. trc., H is­ hi için büyük ehemmiyeti haizdir [ krş. MÜsliÇi, tory o f Timur-Bec, 1723, 1, 439, 538; Belin, M t'ZAF, MİZMÂR, 'Û D , TUN BUR V .S .] . C âm t Notice sar Mir A li-C h ir-N évay ( J A , 1861, a l - A l h â n *m ve M a k â ş i d a l - A l h â n ’ların muh­ s. 283—84 ) ; Barbier de Meynard, Chroniçae teviyatı, Ethe ve Sachau tarafından, C a t a ­ Persane d 'Herat ( J A , 1862, s. 27 5 v.d.) ; l o g u e o f P e r s i a n ... M ss. in t h e B o d le ia n L ih Browne, Persian Literature under Tartar r a r y ’de izah edilmiştir. Fârâbi ’den, Ş afi alDominion, s. 191, 384 ; Ethé ve Sachau, Ca­ Din ’den, ’Abd al-Mu’ min ’den, Kufb al-Din altalogue o f Persian ... Mss. in the Bodleian Şirâzi ’den ve daha başkalarından iktibaslarda Library, s. 1057—6 3; Catalogue codicam bulunmuş olmakla beraber, İbn Ğaybi kendi orientalium B ibl. Acad, Lugduno Bataviae, orijinalliğini muhafaza etmiştir. İthaf etmiş ol­ 1851— 1877, 111, 302—5 ; Häeci Halifa, II, 507 ; duğu zatın adına izafeten ,,Mabhas-i Muhammed; III, 4 1 3 ; VI, 255; VII, 690. ibn Murad" namını alan, British Museum ’dakii Nazariyatı hakkında bk. Kiesewetter, Die ( Or. 2361, var. ı68b—220 ) arapça eserden, İbn. Musik der A raber, 1842, s. 13, 21, 32—37, 56, Ğaybi ‘nin ehemmiyeti hakkında bir fikir edin­• 88 ; Mendel, Musikalisches Conversationsmek mümkündür. Bazı müellifler, yanlışlıkla, bu1 Lexikon, 1870, I, 273—276 ; Fétis, Histoire kitabın İbn Ğaybi ’ye ait olduğunu zannetmiş­■ générale de la musique, II, 68 v.d., 170— 17 5 ; lerdir ( J A , 1904, s. 385; Lavignac, g ö s t . y e r .,, Land, Recherches sur Thistoire de la gamme V , 2680). İbn Ğaybi ' â d çalardı ve birincii derece bestekâr ( t a s n i f i ) idi ( Davlatşâh, s,, arabe ( Actes VI. Congrès Intern, des Ori206, 226, 39.9 ). 1379 da C alâ’iri ’lerden sultan1 ent., 1883, s- &7—75 i 7*—80 ) ; TonschriftvcrHusayn ‘in sarayında, bütün bir ramazan ayı1 suche und Melodieproben aas dem muhamrak, yeniden gözden geçirmiştir ( eserin tarihini

S i u d i e s in O r ie n fa l M u sic a l I n s tr u m e n ts , s. 14

ABDÜLKADİR. ; m e d a n i s c k e n M i t t e l a lt e r

( V i e r t e İ fa h r s s c h r ift

: f ü r M a s ik m t s s e n s c h a fi, II, 347 ) { Helmhöltz, S e n s a tio n s o f T o n e , ingl. trc., 1895, s. 281 v.dd., 364, 523; ColiangetteSj E i a d e f : s a r la : m u s ig a e a r a b e ( J A , 1904, s. 3 7 9 1 9 0 6 ; s. 178, 180 ) ; Farmerj: H U to r y o f A r a b ia n M üs ic , inde* ; ayn. mlL, H i s t o r ic a l F a c i a f o r t h e A r a b ia n M a s ic a l I n f l a e n c e , inde* ; U v ig nac, E n c g c lo p e d ie d e l a m a s ig a e , V , 297 7 — ” ■ ■ (H . g . F armer .) A B D Ü L K A D İ R . ‘A BD a l -KA D İR b . MOHYİ 'L-DIn AL-Ha SANÎ (1808—1883), emîr, 12*3 (18 0 8 ) te Maskara (M a'askar) ‘da doğ­ muştur. Hâşim kabilesinin en nüfuzlularından biri olan ailesi, uzun müddet Fas ‘ta ikamet et­ tikten sonra, XVIII. asırda Oran beyliğine hicret ederek, orada yerleşmiştir. Bü ailenin şeriflikten dolayı haiz bulunduğu kadir ve itibara, ‘Abd alKadir ‘in büyük babaaı Muş(afâ b. Muljammed . b. Muhtar *ın ve bilhassa babası Muhyi ‘l-Din ‘in zühd ve takva ile kazandıkları şöhret de inzimam etmişti. Bu suretle 'Abd al-Kâdir din­ dar bir muhit içinde yetişmiştir. Silâh ve be­ den talimlerini ihmal etmeyerek, bu hususta fevkalâde maharet kazandığı gibi, bilhassa aklî ve naklî ilimleri tahsil ve tetebbu etmiştir. Babası gibi âlim ve kelâm âlimi olmuş, hattâ ahvâl icabı asker ve devlet reisi olduğu zamanlârda bile, bu hüviyetini daima muhafaza etmiştir. Babası tarafından Oran ‘a gönderilmiş V ve oradan, türklerin askerî ve siyasî zâfa düşmüş oldukları kanaati ile, dönmüştür. V ilâ­ yetin şimal havâlisinde bulunan gayr-i memnun­ lar tarafından açıkça reisleri gibi telâkki edil­ meğe başlanan babası, Oran beyi Haşan *m emri ile, tevkif edilmiş ise de, Cezayir 'den çıkinak müsaadesini almağa muvaffak olarak, A ra­ bistan ‘a gitmiş ve yanında götürdüğü ‘A bd alKadir iki sene ( 1827— 1829) A sya 'da kalmıştır. A f r ik a ’ya döndükleri vakit ( 1 829) , 'Abd âl-Kadir ile babası evvelâ münzevî bir hayat sürmek ister gibi görünmüşlerdir; fakat Ceza­ yir'in fransızlar tarafından zaptını takip eden vak'alar, kendilerine kabilelerin başına geçmek ve türklerin barış kabul etmez ha9tmları tavrinı takınmak fırsatını vermiştir. N itekim ‘Abd al-Kadir babasını Oran beyi Haşan a yardım etmekten menetmiş ve Haşan Bey de Fransa ‘ya inkıyada mecbur kalmıştır. Muhyi ‘I-Din yurttaşlarının başına geçmek şerefini kabul etmemekle beraber, Oran ‘daki franstz kuvvetleri ile harp eden askerin kuman­ dasını ele almıştır. Bu seferler esnasında 'Abd al-Kâdir in gösterdiği harikulâde şecaate, biniellikteki meharetine ve soğuk kanlılığına yurt­ : taşları hayran olmuşlardır. Binaenaleyh Muhyi ; 1-Din, ikinci defa sultan unvanını kabul etmek­

ten istinkâf ettiği vakit, oğlunu kabilelere reis olarak kabul ettirmeğe kolayca muvaffak olmuş ve 21 teşrin II. 1832 de 'Abd al-Çâdir sultan ilân edilmiştir; fakat 'Abd al-IÇâdir, husumetini celbetmekten çekindiği Fas şerifine karşı bir saygı eseri olmak üzere, sultan unvanını alma­ y a r a k , e m i r unvanı ile iktifa etmiştir. ‘A id id-Çâdir "in siyasî hayatı üç devreye ayrılabilir: ir. Sultân ilân edildiği tarihten Tafna muahedesine ( 30 mayıs 1837 ) kadar. — 2, Bu muahededen muhasematın tekrar başlamasına ( 20 teşrin İL 1839 ) kadar. — 3. Fransa ile yeni­ den muhasamata başlamasından kendi ihtiyarı ile teslim olmasına {2 3 kânun 1. 1847 ) kadar. 1. Birinci devrede ‘Abd al-Kâdir bütün garp emaretini idaresi altına almağa çalışmıştır. Maskara (M a'askar) 'yı payitaht ittihaz ede­ rek, bütün emarette cihad ilân etmiştir. Baş­ langıçta. hem fransızlar ile harp etmek ve hem müslüman rakiplerini itaat altına almak mec­ buriyetinden dolayı, talii pek yaver olmamış ise de, Tlemsen 'i zaptetmeğe muvaffak olmuş ve ancak k alayı ( m eşvar) işgal etmekte bu­ lunan türkler ile başa çıkamamıştır. Bununla beraber, müverrihler tarafından „Desmichel muahedesi" diye anılan ve, arapça ve fransızca metinleri arasında büyük farklarla, müphem bir surette tertip edilerek, tam am iyle‘Abd alKâdir lehinde bulunan itilâfnâme (26 şubat 1834) sayesinde vaziyeti daha müsait bir şekil almıştır. Filhakika, Oran, Arzeu (A rz â v ) ve Mustağânem şehirleri müstesna olmak üzere, bütün beylik doğrudan doğruya idaresi altına geçmiştir. Kendisine mezkûr şehirler ile Ceza­ yir şehrinde konsoloslar bulundurmak ve silâh tedarik etmek salâhiyeti verilmiştir. Bu suretle 'Abd al-Kâdir, Fransa 'nın muvafakati ile, bü­ tün magrip müslümanlarının meşru hükümdarı olmuştur. Fransa ile yapmış olduğu ittifak, bu yüzden aleyhine dönmüş olan müslüman hasımlarına galebe çalmasına yardım etmiş ve derhal memleketin henüz fransızlar tarafından istilâ edilmemiş bulunan bütün kısımlarını itaat altı­ na almağa teşebbüs ederek, umumî vâli Drouet d'Erlon 'un protestolarına rağmen, Medea ve MUiâna 'yi istilâ edip, bu şehirlere garnizon­ lar yerleştirmiş ve kaymakamlar tayin etmiştir. Sm ala ve duair Merin kendisini bırakıp fransız­ ların tarafına geçmesi üzerine, Oran vilâyetine dönmeğe mecbur kalan ‘Abd al-Kâdir 'in, âsî­ leri geri vermekten istinkâf eden general Trezel aleyhine, derhal muhasamata başlaması, Maçta muzafferiyeti (26 temmuz 1835) ile ne­ ticelenmiştir. Bu muzafferiyet üzerine, Fransa hükümeti şiddetle hareket etmek zaruretini hissederek, ‘Abd al-Kadir 'in payitahtı Maskara ( M a'askar) mareşal Clauzçl '¡q kumandasında

86

ABDÜLKADİR.

bir frangız kıt'ası tarafından işgal olunmuştur. Emîrin vaziyeti bir aralık pek tehlikeli bir şe­ kil alm ıştı: Tlerasen 'de kaleye kapanmış bulu­ nan türkler tarafından püskürtülmüş ve Sikka kıyılarında general Bugeaud tarafından mağlûp edilmişti; fakat ‘Abd al-Kâdir, diplomatik ma­ hareti sayesinde, general Bugeaud ‘y a imzalat­ tığı Tafna muahedesi (30 mayıs 1837 } ile Ce­ zayir 'deki hâkimiyetini, ûesmichel muahedesi hudutlarından daha geniş bir sahaya teşmil et­ meğe muvaffak olmuştur. Bu muahede, hiç bir ta'viz mukabili olmaksızın, aşağı yukarı bütün Oran vilâyetini, Cezayir vilâyetinin büyük bir kısmını ve T itan beyliğini ki, cem’an Cezayir 'in üçte ikisini, 'Abd a l-K âd ir'e bırakmıştır. 2. ‘ Abd al-Kâdir, Tafna muahedesini takip eden iki sene zarfında, hâkimiyetini takviyeye çalışmıştır. Vergi vermekten istinkâf eden Tifari kabilelerini iki çarpışmada mağlup ederek, boyun eğmeğe icbar etmiştir. Şark vilâyetini Fransa nın hükmü altında bırakan muahede hü­ kümlerine rağmen, Meeâna, Zibân ve Laghouat ’a kaymakamlar koymuştur. Yalnız bir tek kişi, S ah ra’da büyük nufuzu olan murâbit Muhammed Ticâni, 'Abd al-Kâdir ‘e mukavemet etmeğe kalkışmış ise de, emir bizzat sefere çıkıp, Ticani ’nin m akam olan ‘Ayn-Mahdi kasrını beş ay muhasaradan sonra ( 1 1 haziran—17 teşrin II 1838 ), zabtetmeğe muvaffak olmuştur. Türklerin bile hiç bir vakit girememiş bulundukları bu mevkiin teslimi, içlerinden hiç birinin ‘Abd al-ÎÇâdir ’e karşı gelmeyeceğini bütün yerli re­ islere anlatmıştır. Bu suretle, harp ve diplomasî sayesinde, bir müslüman devleti kuran ‘Abd al-Kâdir, türk idaresinin sukutundan sonra Cezayir [b. bk.] ’de hüküm süren anarşi yerine nisbî bir nizam ve intizam koyarak, yeni devleti teşkilâtlandırma­ ğa teşebbüs etmiştir. Bilhassa hıristiyanlara karşı mukavemet edebilecek bir ordu teşkiline çalışmıştır. Kabileler tarafından çıkarılan, ol­ dukça cesur, fakat inzibattan mahrum kıt'alara, aylıkları beylik tarafından verilen gönül­ lüler ile, piyade, süvari ve topçudan mürekkep, muntazam bir ordu ilâve etmiştir. Bu efradın talimi, tunuslu ve trabuluslu askerler ile Fran­ sa ordusundan kaçıp gelenlere tevdi edilmiştir. ‘Abd al-Kâdir, askerin üniforma, tayın, aylık, rütbe, terfi, inzibat ve nişanları hakkında ni­ zamnameler tertip etmiştir. Erzaklarını temin etmek için, zahîre ambarları yaptırmış ve si­ lâh fabrikaları kurdurmuştur. Hem memleketi hırıstiyan istilâsına karşı korumak, hem kabîleleri itaat altında tutmak içıu, kaleleri tamir Ve yeni kaleler inşa ettirmiştir, 3. ‘Abd al-Kâdir ile fransızlar Tafna mua­ hedesinin bazı müphem maddeleri hakkında an-

laşamıyorlardı. Mareşal V a llé e 'nin, 1837 itilâ­ fını tâdil etmek üzere, ‘Abd al-Kâdir ile giriş­ tiği müzakerelerden bir netice çıkmamıştır. Bir az sonra, güzergâhdaki mahalle izafetle, „De­ mir kapı“ ( Bibân ) seferi adı verilen bir as­ kerî yürüyüş esnasında, mareşal Vallée ile Duc d'Orléans 'm Constantine vilâyetini şark­ tan garba doğru boydan boya geçerek, Cezayir şehrine dönmeleri, emîr tarafından Tafna mua­ hedesinin ihlâli mahiyetinde telâkki edilmiştir. Médéa ’da cihad ilân ederek, kendi muavini Ben Salem ’e Mitica ’yı işgal etmeği emretmesi ile muhasamatın başlaması üzerine, mezkûr ha­ valide yerleşmiş bulunan ecnebi kolonlar öldü­ rülmüş ve çiftlikleri yağma edilmiştir ( 20 teş­ rin IL 1839 ). : Bu andan itibaren emir ile Fransa arasında amansız bir savaş başlamıştır. 1841 de ‘Abd al-Kâdir bir bayii müstahkem mevki kaybetmiş ise de, daha ziyade 1842 de, birbiri ardı sıra bütün kaleleri zapteden mareşal Bugeaud ta­ rafından emîrin kuvvetlerine amansız darbeler İndirilmiştir. Bu suretle Boğar, Tâza, Tâğdemt, Maskara şehirleri ile Şelef vadisi elinden çık­ mıştır. O zamana kadar garp taraflarında tu­ tunabilmiş ise de, Tlemsen ’in ve Nedroma ci­ varının da işgali üzerine, cenuba doğru çe­ kilmeğe mecbur kalmıştır. Ertesi sene kat’î bir darbe daha yem iştir; ordugâhının ( smala, b. bk.) bir kısmı, Taguine ’de Duc d’Auraale tarafından basılarak, zaptedilmiştir ( 16 mayıs 1843 ). Nihayet tarafdarlanndan bir çoğunun kendisini terketmesi ve fransız kuvvetleri tara­ fından yakından sıkıştırılması üzerine, emîr Fas topraklarına iltica etmiştir. Bununla beraber, ‘A bd al-Kâdir mağlûbiyeti kabul etmemiştir. Zuhur edecek karışıklıktan istifade edebilmek ümidi ile, bir takım entrika­ lar çevirip, Fransa ile Fas ’ın arasını bozarak, bu iki memleket arasındaki münasebatı kestir­ meğe muvaffak olmuştur. Fakat Fas ordusu mareşal Bugeaud tarafından İsiy ’de mağlûp edilmiş ( 12 ağustos 1844 ) ve sultan, Tanca mu­ ahedesi {10 eylül 1844 ) ile, ‘Abd al-lfâdir ’i za­ rar îka edemeyecek bir halde tutmağı taahhüt etmiştir. Fakat muahedenin bu şartına riâyet edilmeyerek, ‘Abd al-Kâdir hâdiselere intizaren, Cezayir hndudu civarında kalmış ve 1846 da zuhur eden kıyamdan istifade ederek, tekrar savaşa başlayıp, cür’etkârane bir cevelânla ka­ bilelerin arasına girmeğe muvaffak olmuş ise de, fransız kuvvetlerinin şiddetli ve sürekli ta­ kiplerinden kurtulabilmek için ric a t ederek, tekrar Fas topraklarına dönmüştür. Nihayet Fas sultanı ‘Abd al-Rahmân, Fran sa’nın mükerrer ihtarları karşısında, emîrin üzerine kuvvetli kir ordu şevkine karar verince, zaten askeri bitkin

ABDÜLKADİR. bir halde bulunan 'Abd al-Kâdir, ailesi ile be­ raber İskenderiye ’ye yahut Akkâ ’ya çekilmesi­ ne müsaade olunması şartı ile, teslim olacağını general Lamoricière 'e bildirmiş ve bu şartın kabulünden sonra, 23 kânun I. 1847 de fransızlara teslim olmuştur. Hâdiselerin seyri bu va'din tutulmasını ge­ ciktirmiştir. Emir, bilâhare şarka gönderilmek üzere, evvelâ Toulon 'a götürülmüştür ; fakat 184g şubatında Eransa 'da ihtilâl başladığı vakit, hâlâ Lamalgue şatosunda mevkuf bulunuyordu. Muvakkat hükümet Lamoricière ve Duc d ’Aumale tarafından kabul edilmiş olan şartın tas­ dikini muvafık bulmadığından, emir Fransa *da esarette kalarak, Pau *ya ve biraz sonra, 3 teş­ rin IL 1848 de, Amboise şatosuna kapatılmış ve 16 eylül 1852 de Louis Napoléon bizzat gi­ derek tahliye edildiğini kendisine haber verinciye kadar, orada kalmıştır. Kısa bir müddet Paris te kaldıktan sonra, İstanbul ‘a ve oradan B u rsa’ya giderek, 1853 *en 1855 e kadar orada oturmuştur. Fakat o tarihte, bir zelzele neti­ cesinde şehrin harap olması üzerine, türk ve fransız hükümetlerinin muvafakatleri ile, Şam ’a giderek, orada yerleşip, vaktini ilmi tetebbu, : ibadet ve çocuklarının terbiyesi ile, münzevî bir surette, geçirmiştir. 1860 da dürzî âsî­ leri hıristiyan ahaliyi öldürmeğe teşebbüs et­ tikleri vakit, 'Abd al-Kâdir, Cezayirli muhacirle­ rin yardımı ile, Fransa konsolosunu ve 1300 kadar insanı kurtarmıştır. Fransa hükümeti bu : hareketin mükâfatı olarak, emîre L é g i o n ci'honn e u r nişanının g r a n d - c r o i x ’sini vermiştir. Zaten emir Fran sa’ya karşı bütün taahhütlerine ta­ mamen sadık kalmıştı. 1870 de oğullarından birinin entrikalarını tasvip etmemiş; 1871 de şark ahalisini ayaklandırmak için, emirin adını ve mührünü kullanan ihtilâlcileri alenen takbih etmekten çekinmemiştir. İsyan zuhur ettiği va­ : kit, her ne kadar sözü dinlenmemiş ise de, âsî­ lere hitaben bir beyanname yazarak, silâhlarını bırakmayı tavsiye etm iştir; r883 te Ş am ’da : ölmüştür. Bir şerif ailesinden olan 'Abd al-Kâdir, her şeyden evvel, gayet mutekid bir zat id i; dinda: râne vecdi, yalnız dindaşlarının değil, kendisini yakından tanımak fırsatını btrlan nadir avru: pahların da takdirini celfoederdi. Muharipten V ziyâde ilâhiyatçı olan, Kur’an ve dinî müellefatı iyice bilen ‘Abd al-Kâdir, düşmanlarına karşı silâhla mücadele ederken, manevî nüfu­ zundan ve belâgatinden daima istifade etmiştir. Fakat samimiyetinden şüphelenmeğe hakkımız olmayan dinî gayretini şahsî ihtirasları uğrunda :: : da kullandığı vâkidir. 'A bd al-îÇâdir, faziletleri vw nakiseleri ile, tam bir müslümandı ; hiç şüpbesiz samimî olmakla beraber, islâmın davası

87

ile karıştırdığı şahsî davâsının muvaffakiyetini temin için, hud’aya müracaattan çekinmezdi. Hadd-i zatında âdildi ; âlicenap ve merhametli ise de, düşmanlarını yıldırmak için, zarurî gör­ düğü anlarda kan dökmekten çekinmezdi. H â­ sılı, garp fikirlerinden mülhem bir İslahatçı ol­ maktan ziyade, orta çağda devletler kurmuş olan magriplilerin, msl. 'Abd al-Mu’ min ’in, ha­ kikî bir halefi gibi görünür. 'Abd al-Kâdir ilim ve irfana çok ehemmiyet verirdi. Muhtelif vâdilerde bizzat şiirler de yazmıştır. Bursa 'da ikameti esnasında, Z i k r a ' l - Â k i l v a T a n b ih a l - Ğ â f i t unvanı ile, felsefî bir risale kaleme almıştır. Bu eserin ilk kıs­ mında felsefenin ve dinin vasıflarını ve mahi­ yetlerini tetkik etmiş ve ikinci kısmında ilme ziyade rağbet göstermiş olan milletlerin tarihi­ ni gözden geçirmiştir. Mornand 'a nazaran, 'Abd al-Kâdir Amboise 'daki esareti esnasında, k e n d i tereüme-i hâlini yazdığı gibi, D e la f i d é l i t é d e s M u su lm a n s à o b s e r v e r le u r s ir a lt é a d ' a llia n c e e t a u t r e s („müslümanlann ittifak ve

sair ahidlerine sadakatleri“ ) unvanlı bir eser de vücuda getirmiştir. B i b l i y o g r a f y a ' . N u z h a t a l - fd â f ir f i K a r i i a l - E m l r ' A b d a l - K â d i r ( şiir mecmu­

ası, Kahire, fc.) ; Z i k r a ’l - Â k i l v a T a n b ih a l - Ğ â f i l ( Beyrut, te. ), frans. trc. Gustave Dugat, R a p p e l à l'in tellig e n t, a v is d l ’in ­ ( Paris, 1858 ) . — V iş â h a l - K a t â “ib ( ‘Abd al-Kâdir ’in muntazam ordusu için tertip ettiği nizamnamedir, frns. trc. V . Rosetty S p e c t a t e u r m ilit a ir e , 13 şubat 1844 ; L. Patorni tarafından 1890 da, Cezayir ’de tekrar basılm ıştır) ; al-Husayn b. ‘A li, H i s ­ to ir e c T E l- H a d ] A b d a l - K a d e r (frans. trc. Delpeeh, R e v u e A fr ic a in e , 1876, XX, 417 —470 ) ; A . de Lacroix, H is t o ir e p r i v é e e t p o lit iq u e d' A b d e l K a d e r (P aris, 1849); Alex. Bellemare, A b d e l - K a d e r , s a v ie p o l i ­ tiq u e e t m ilita ir e ( Paris, 1863 ) ; Churchill, L i f e o f A b d e l - K a d e r (London, 1867 ) ; L. Roches, D ix A n s à T r a v e r s T I s l a m ( Paria, 1904 ) ; J . Pichon, A b d e l - K a d e r ( Paris, te.) ; A. Dupuch, A b d e l - K a d e r a u C h â te a u d ' A m ­ b o is e (Bordeaux, 1849). (G . YVER.) A B D Ü L K A D İR . 'ABD a l-K Â D ÎR b. ‘OMAR AL-BağDÂdI ( 1621—1682 ), tanınmış fi­ lologlardan. Bagdad ‘da 1030 ( 1621 ) da doğdu. Bir sene Şam ’da, sonra da Kahire ’de Câmi' al-Azhar 'de okudu ; hocası H afâci idi. 1085 (1674) te Ş am 'a döndü; orada sadrazam Köp­ rülü Ahmed Paşa ile tanıştı ve onunla beraber Edirne ‘ye gitti. Fakat ‘Abd al-Kâdir- şimal ikli­ mine tahammül edemediğinden, hemen Kahire ’ye döndü. Bir müddet sonra, taliİDİ denemek için, tekrar Rumeli 'ye gitmiş ise de, tutulduğu d iffé r e n t

ABDÜLKADİR — ABDÜLKAYS.

88

göz hastalığı yüzünden, hemen hemen kör ola­ rak, Kahire ‘ye dönmüştür. Kahire ‘de 1093 ( 1Ö8Z ) te vefat etmiştir. ‘A bd al-Kâdir ‘in başlıca eseri, Asterâbâzi ( Ölm. 686 = 1287 ) tarafından, tbn Hâcib 'in ( ölm. 646 = 1248 ) K âfiya adlı nahiv kitabına yazılan şerhte zikredilmiş olan şiirlere yaptığı büyük şerhtir. ‘Abd al-l£âdir 'in bu şerhi Hizünat al-A dab va Lubb Lubâb Lisân al-'A rab (4 cilt, Bülâk, 12 9 9 = 18 8 1/18 8 2 ; yeni ta b . Kahire, 1 347— 1 3 5 1 ) adını taşır. Müellif bu şerhi yazmak için, bize kadar intikal etmemiş olan, bir çok filoloji ve edebiyat tarihi eserle­ rinden istifade etm iştir; hattâ bu eserlerden mühim parçalar da nakleder. ‘A bd al-Kâdir farsçayıda gayet iyi biliyordu; 1067 (1656/1657) de Firdevsi 'nin eserlerinin bir Iûgatçesini ter­ tip etti ve Şahidi 'nin [ b. bk.] maruf tuhfesine bir şerh kaleme aldı. K rş. ‘A bdalgâdiri B agdâdenaia Lexicon Şahnâmianam ( nşr. C. Sale­ mann), Petersburg, 1895. B i b l i y o g r a f y a - . L Guidi, Sui paeti ciiaii n eir opera Khizânai al-adab ( A t ti deli' Accademia det Lincei, Roma, 1887). Muhibbi, H alSşat al-A şar, II, 451—454 ; Brockelmann, Gesch. d . arab. Litter, II, z86. ( B r o c k e l m a n n .)

‘A BD a l- K A Y S (pek nâdir olarak, ‘Abd K a y s ; Batlamyus 'ta 'Apouy.auov ), yan i: „K ays ( adlı ilâhın) k u lu "; vaktiyle Bahrayn mıntakasında yaşayan bir şimalî arap ka­ bilesinin a d ı; aynı zamanda insan ismidir. — Bu ismin nisbeti 'abdi, nâdiren 'ablçaaî clir; ta'abkasa bundan müştak bir fiildir. Kabileyi kuran ve ona adını veren 'Abd al­ ways ’ın şeceresi şöyledir: *Abd al-Kays b. A fşâ b. Du'mi b. Gadila b. Asad b. Rabi'a. Bani 'Abd al-IÇays ( krş. Wüstenfeld, Genealog. Tabcllen, A.) ’m en mühim o y m a k l a r ı Labü' ve A fşâ id i; A fşâ 'iar da Şann ve Lulfayz gu­ ruplarından mürekkepti; işte Bahrayn 1 tem­ sil eden, bu Lukayz gurubudur. Niıkra b. Lukayz oymağının asıl ‘Abd al-Kays veya 'Abdi ’lerie münasebetleri hayli gevşekti. Bahrayn ’de, bunlardan maada, kalabalık bir Tamimi ve Bekri zümresi ( ‘Abdi ‘iere mensup Duhn ‘lo­ re V a lla de denirdi I ) ve şuraya buraya dağıl­ mış Kindi ’ 1er de yaşıyorlardı. Ai-Tu‘âm mevkii bunların Azdi ve Hanifi ’lerle müşterek yurtla­ rı idi. Birçok yerler Sa'di 'lerin eline geçti. Bil­ hassa tran hâkimiyeti sırasında 'Abd al-Kays 'İar arasına iranlılar karıştı. Kabileye ya­ bancı olup, Hosrev zamanında Hacar 'e gelen işçi halkın bir kısmı da ‘Abd al-Kays 'İar ara­ sına girmiş ve onlarla karışmıştır. Bununla be­ raber Bahrayn nüfusunun ekseriyetini 'Abdi le r teşkil etmiştir. ‘Abdi !er hem sahillere hem de A B D Ü LK A Y S.

iç vahalara yerleştiler. Bahrayn 'in cenubundaki gayr-i meskûn çöl, umumiyetle, ‘Abdi 'lerin oturdukları havâlinin hududunu teşkil ederse de, bunlara 'Omân 'ın öte tarafında da tesadüf edilirdi. Nukri ‘lerin bir kısmı da ‘Omân da yaşarlardı; fakat bunların en kalabalık ve en mümtaz tabakadan olan kısmı Bahrayn ‘de kal­ mışlardı. Bunlardan başka ‘Omân 'da Dili 'ler ve 'A vaki 'ler vardı. Bir kısım Nukri ’ler de Yemen ’e kadar sarkmışlardı. Şimalde ise, Ta­ mimi 'ler vardı. Bahrayn 'deki ‘Abdi m ü s t a ’ m e r e l e r i şunlardır : al-Ahsâ* ( daha sonraları Karmaji lerin idare merkezi oldu), A şvâs, Bahra, Dara’ (veya D âr), Çabala, al-Car, Cuvâşâ’ (müstah­ kem m evkii), Hacar ( Muhârib le rle meskûn mühim bir m evki), al-Hu^t, al-Ka^if (merkezi aynı adı taşıyan, sulak ve münbit bir mmtakadır. Cazıma le r ile meskûn olan ve karşısında bir ada bulunan bu şehir, Bahrayn ‘in şimal-i garbisinde bir koyda olup, Karmacı lerin başlı­ ca hareket üsleri id i), al-Kulây'a, Lu'bâ ( en cenupta), al-Nab(a, Nacva, Raymân, al-Şafa ( a l-M u şa^ ar'ln hemen yanında), al-Muşakkar ( Hacar civarında muhkem bir hisar), al-Şarir, Sulmi, Ucârid, al-'Ujfayr (al-K a^if'in civarın­ da). — Al-Tu’âm [ yk. bk.], ihtimal ki Yemâma 'de idi. Bunun bugünkü Tu’aym olması da çok muhtemeldir. Bahrayn 'in ‘Abdi le r arazisinde bulunan 1 rm a k ve d e r e l e r şunlardır: ‘Aynan ( şair Hulayd ‘Aynayn adını bu ırmak ve mmtakadan almıştır ), Kiba, Mtıhallim ( veya al-'Ayn ; nahr adı ile a n ılır; suyu o kadar boldur ki, bununla al-Muşakkar kalesinin hendeklerini doldurmak kabil olmuştur), Şulâşil ( ‘Am iri lerin arazisindedir; bu suyun aidiyeti ‘Amiri le r ile ‘Abdi le r arasında münazaa mevznn idi). islâraiyetten öncede A r a b i s t a n d ı ş ı n ­ da ‘Abdi musta’mereleri v a rd ı; her halde Şûpür 'un ‘Abdi lerden bir kısmını Persis ‘te yerleş­ tirmiş olduğu söylenir. Yalnız Tavvac (veya Tavvaz ) ‘m ‘Abdi le r tarafından ancak ‘Oınar zamanında iskân edildiği muhakkaktır. Fars ‘m tahıl mıntakasmdaki bu sıcak ve hurmalıkları mebzul şehirle civarında bir çok Labü1 le r yaşa­ makta idi. ‘Abdi lerin bundan başka Basra ( Dili l e r ), Küfa ( burada hayli kalabalık olup, kendi­ lerine mahsus camileri de vardı ), Musul ( Labü1 l e r ), Isfahan ( burada bulunan bazı araplar ara­ sında ) ve Merv 'de yaşadıklarına dair izler bulu­ nabilir. Kutayba b. Müslim zamanında Horasan 'daki basralı askerler arasında 4000 ‘Abdi vardı. T a r i h i h a k k 1 n d a. Iyadî le r Bahrayn İn en eski ahalisi olarak tanınırlar. Bunlar buradan 'Abdi le r tarafından çıkarılmışlardır. Daha son­ ra şair lısıru 1-Kays İn büyük babası al-Hâriş

ABDÜLKAYS — ABDÜLKERÎM. b. ‘Arar 'in, oğullarım, Nizâr kabilelerinin talebi üzerine, bunlara hükümdar nasbettiği sırada, oğlu 'Abd Allah ’1 da ‘A b d i’lere göndermiş olduğu söylenir. ‘Abdi ’Ierin memleketi al-Hira Lahmi Meri ile hemhudut olduğu cihetle, bunlar arasında, msl. 'Amr b. Hind, Kâbus b. Hind ve al-t^o'man b. al-Munzir ile olduğu gibi, dostluk münasebetleri veya harpler eksik olmazdı. Di­ ğer Bahrayn arapları gibi, ‘Abdi ‘ 1er de Iran sahillerini yağma ederlerdi, işte bundan dolayı­ dır kij Sâaânîler, mümkün olduğu kadar, ‘Abdi şeyhlerinin kendi itimatlarını kazanmış kimse­ lerden olmasını temine çalışırlardı. ŞSpür II. Balırayn ‘e yaptığı bir seferde, bunları merha­ metsizce tenkil e tti; msl. Hacar şehri tahrip ve yağma edildi ve kabîle ancak iranlılann sokulamadıkları çöl mıntakalarına sığınabildi. Ma­ mafih sonraları Şâpür Hacar şehrini ‘Abdi Merle tekrar iskâna başladı. ‘Abdi Merin Peygamber ile, hicretin birinci senesinde yahut, bazı menbalara göre, hicretten evvel, münasebetleri ol­ duğu hakkındaki rivayetler uydurmadır. Ancak 8 ( 630 ) de, Peygamber CiVâna ’den döndükten sonradır ki, İslâmiyet ‘Abdi Mer arasında kök saldı. Peygamber o sene, diğer menbalara göro daha 6 (628) da, al-’A Iâ’ ‘yi al-Munzir b. Sâvâ ‘ya gönderdi ve bu zat, Hacar halkının bir kıs­ mı ile beraber, islâmiyeti kabul etti. Bunu Pey­ gamberin kabîle ile yaptığı muahede ve ka­ bilenin de Peygambere bir sefaret heyeti gön­ dermesi takip etti. Peygamberden biraz sonra, al-Munzir b. Sâvâ öldü. Bunun akabinde, Balj. rayn Bekri Meri A rab istan ’daki umumî irtidad hareketine iştirak ettikleri sırada, ‘Abdi Mer arasında da büyük kaynaşma görüldü; fakat çok nufuzlu bir ‘abdı olan al-Cürüd hemen müdahale ederek, kabilenin islâmiyetten ayrıl­ mamasını ve patlak veren harpte, hiç değilse, bitaraf kalınmasını temin edebildi. Bu zatın ölümünden sonra, isyana mütemayil olanlar kuvveti ellerine geçirdiler ve al-CSrüd ’un tarafdarları iki yerde kuşatıldılar ise de, Abû Bekr Mn emri üzerine sür’atle buraya gelmiş olan kumandan al-‘A lâ’ tarafından kurtarıldılar. ‘Omün ‘Abdi Meri İslama sadık kalmış ve buh­ ranlı anlarda müessir yardımda bulunmuşlardır. ‘Abdi Mer ‘Omün, Mahra ve Yemen ’in geri alınması için yapılan muharebelere iştirâk et­ mişlerdir. A l-‘A lâ’, 'Omar zamanında da, ‘Abdi Merin başkumandanı olarak kaldı. Fars ’ın isti­ lâsında Ba\ırayn ’i kendisine üs ittihaz eden orduda ‘Abdi MC- de vardı. Buvayb muharebe­ sinde de (14 = 635) ‘Abdi ’lerin ismi geçer. ‘A l i ’nin al-Zubayr ’e karşı muharebelerinde de ‘Abdi Mer, aralarında bir kaçı al-Zubayr tarafını tutmakla beraber, ekseriyet itibariyle, ‘A li ta­ r a fın d a idiler, Mu'âviya ’ye karşı Şiftin muha- |

89

rebesinde de ( 37 = 657 ) ‘A li saflarında harbettiler. Haricîlere karşı mücadelelerde de ‘Abdi Mer, gerek ‘A li, gerek Emevîier zamanında, hü­ kümet tarafını tutmuşlardır ; msl. D ü lâb muha­ rebesinde (65 = 684/685 ) olduğu gibi, Bahrayn ve Fars ’taki necdî isyanı da ‘Abdi Mer tarafın­ dan tenkil edildi. Mamafih bu hal onları Haccac ‘a muarız olmaktan menetmedi. Abbasiler devrinde Irak ‘ta, 255 ( 869 ) te, ‘A li ahfadın­ dan olduğunu iddia eden bir ‘abdi ’nin tahriki ile, köleler arasında ztıhûr eden büyük bir kı­ yamda ‘A bdı Mer faâl bir rol oynadılar. K ar­ macı harpleri [ bk. iC A R M A jlL E R ] ‘Abdi Merin yardımı ile yapılmış ve ‘Abdi Mer son mühim tarihî rollerini bu harpte oynamışlardır. ‘Abdi Merin putperestlik devrindeki d i n l e r i hakkında k a t i malûmat yoktur. O zaman içle­ rinde Zerdüştî, hıristiyan ve yahudi olanlar da vardı. Ri’ âb b. al-Barâ’ çok hatırlı bir hıristiyan olarak a n ılır; lyâdi Mere mensup sofu hıristi­ yan İCuss ‘un muakipleri olduğu da söylenir. 8 (630) de Peygambere giden sefaret heyetinde bulunan al-Cârüd da hıristiyan idi. — Dünyevî nimetleri istihkar eden şiir meslekinin de ‘Abdi Mer arasında zuhûr ettiği farzediliyor. D i l h u s u s i y e t l e r i için şunlar söylenir 1 „gelincik“ ( hay vaD) manasında olan ve umu­ miyetle da il telâffuz edilen kelime, aslında kinanîdir; bu kelimeyi Hanifi Mer dal, ‘Abdi Mer de d il telâffuz ederler. Bu, aynı zamanda, bir ‘Abdi oymağının adıdır. Dişlerin rengini boz­ makla tanınmış bir nevi pırasa ( karrâş ; rakl veya rakkâl adını da ta ş ır) millî yemeklerin­ den sayılmakta idi. Arap kabileleri tarihini iyi tanıdığı söylenen Abu ‘Ubayda Ma'mar b. al-Muşanııâ, Kitâb Ha~ bar 'A b d al-f(ays adlı, bir kitap yazm ıştır; ‘Allan al-Şu’übi de, Maşalib 'A b d a l-K a y s 'ı yazmıştır. Bunlardan birincisinde belki, İkinci­ sinde muhakkak, bir çok iftiralar vardır. Bun­ dan başka aI-Mada‘ini, K iiab A ş r â f ‘A b d al­ Kaya ’1 yazmıştır. Bu eserlerin üçü de kaybol­ muştur. ( Reckemdorf.) A B D Ü L K E R İM . ‘ABD a l -K A R İ M b . ‘A c a r [B k . İBN ‘ A C A R R A D .] A B D Ü L K E R ÎM . ‘ABD al-K A R İM B iJH Â R Î, ( ? — 1830) bııharalı bir müverrih­ tir; 1233 (1818) te orta Asya memleketlerinin ( Afganistan, Buhara, Hiva, Hokand, Tibet ve Kişmir) coğrafî vaziyetlerine ve aynı memle­ ketlerin 1160 senesinden ( Ahmed Şah Durrâni [ b. bk.] ‘nin cülusu ) kendi zamanına kadar geçon tarihî vak'alarına dair mücmel bir eser yazmıştır. Müellif daha 1222 (1807/1808) de memleketinden ayrılmış ve bir sefaret heyeti ile İstanbul 'a gelmiştir. Bu şehirde hayatının sonnna kadar kalmış ve 1346 (18 30 ) da ölmüşRAD.



-

ABDÜLKERİM — ABDÜLKERİM NADİR P A Ş A .

tür. Eserini, teşrifatçı 'A rif Bey için yazmıştır. Ch. Schefer bu eserin yegâne yazma nüshasını 'A rif Bey ’in terekesinden almış ve fransızca bir tercümesi ile beraber, Les Publications de l 'école des langues orientales vivantes ’ta neşretraiştir ( metin, Bulak, 1290 = 1873/1874, frns. trc., Paris, 1876 ). Bu Histoire de l 'A sie Cent­ rale, orta A sya 'nın, hususiyle Buhara, Hiva ve Hokand ’in, en son devir tarihi için, çok mühim bir kaynaktır. (W . BARTHOLD.)

(1784 ) de ölmüştür. 'A bd al-Karim 1151 ( 1738/ r739 ) de Nâdir Şah ’ın hizmetine girmiş ve bu hükümdarın, Dehli ’den Çazvin üzerine yürü­ yüşü esnasrnda, maiyetinde bulunmuştu» Kazvin ’den Mekke 'ye gitmiş ve deniz yolu ile Hindistan ’a dönmüştür. Nâdir Şâh zamanına ait Bayân-i Vâki adlı tarihin müellifidir. Krş. Khojeh Abdulkurreem ( A Cashmerian), Me­ moirs o f a Travel from Hindostán to Persia, mken accompanying Nadirshah, trc. P. GladA B D Ü L K E R İM . 'A BD a l -KARİM vrin ( London, 1793 ) ; Voyage de V inde â la B. İBRAHİM AL-CIlT (1365—1417 ? ), B ag d ad ’a Mecque, trc. Langlés ( Paris, 1797 ). B i b l i y o g r a f y a ı Elliot ve Dowson, bağlı Cil kasabasından bir mutasavvıf ; 767 The history o f India, VIII, 124 v.d d .; Rieu, ( 1365/1366 ) de doğmuştur ; ölüm tarihi, kat’î Cat. o f Pers. Mss., s. 382. olarak, malûm değildir ( 811—820 = 1408—1417 ). (M. Th. Houtsma.) Hayatı hakkında, lcat’i mahiyette, hiç bir ma* A B D Ü L K E R İM . 'A BD al-K A R İM Iûmata sahip değiliz ; eserlerinde, Zabıd ’de kendisi ile beraber yaşadığı Şaraf al-Din îs- MÜNŞİ’ . [B k . MUHAMMED 'A B D A L -K A R Im .] A B D Ü L K E R İM N A D İR P A Ş A . 'A BD a lmâ'il b. İbrahim al-Cabarti ’den, „şeyhim“ diye bahseder ve bu münasebetle 796 (1393/1394), KARÎM NÂDİR P A Ş A (1807 — 1883), serdar-ı 799 (1396/1397) ve 805 ( 1402/1403 ) tarihlerini ekrem, XIX. asrın ilk rub'unda, tahminen 1807 zikreder. 'Abd al-Karım, eserlerini serh ettiği, ( 1222 ) de, şarkî Rumeli ’nin Zagra sancağında, fakat zaman zaman teferruatta fikirlerine mu* Çırpan kasabasında dünyaya gelmiştir ( Osman arız bulunduğu, Muljıyi ’¡-Dîn b. 'A rabi *nin Nuri, AbdSlham id ve devr-i saltanatı, İstan­ [ bk. İBN A L -' a R A b I ] tasavvuf! fikirlerini kabul bul, 1327, I, 253 te, paşanın 1293 senesinde 71 etmiştir. Bir çok eserleri arasında ( bunların yaşında bulunduğu söylenir). Abdülkerim Paşa listesi için bk. Brockelmann, Gescfı. d. arab. gençliğinde İstanbul ’a gelip asâkir-i mansure Litter. H, 205 ) yalnız al-lnsân al-kâm il f i silkine girmiş ve mülâzim olduktan sonra, Har­ M a'rifat al-A vâh ir va ' 1-A vâ‘il, Kahire, 1301, biye mektebinin kuruluşu sıralarında, Maçka I3°4> 1316 (A zhariya, 2. kısım ) da tabedil* kışlasında teşkil olunan mektep taburuna zabit miştir. İnsandan daha yüksek bir nev’in âlem-i tayin edilmiştir (krş. Mehmed Esad, M ir'St-i sugrası olmak itibariyle, yalnız tabiat kuvvet­ mekteb-i harbiye, İstanbul, 13 10 , s. it v.dd.). lerinin değil, fakat „bir aynada“ akseder gibi, Mütefennin zabit yetiştirilmek üzere Avrupa (krş. Philon ’daki yevtxàç “dwôççwtoç ) İlâhî ’ya talebe gönderilirken, 1835 ( 12 5 1) te A b ­ kuvvetleri de aksettiren insan-t kâmil fikir ve dülkerim Nadir de Viyana *ya izam edildi ( gSst. tabirini doğrudan doğruya İbn 'A rabi ’den ikti­ yer., s. 19 ). Beş sene kadar tahsilden sonra, bas etmiştir. Bu eserde Peygamberi, böyle bir miralay olarak döndü ve bu rütbe ile erkân-i insan-ı kâmilin timsali olarak, göstermeğe çalı­ harbiye reisliğine tayin edildi. O zamanlar, şır ( bk. 60. fasıl ). Diğer insanların ruhları bu Tanzimat dolay ısı ile, Avrupa ’da yetişenlere İlâhî kuvvetlerden, 'A bd al-Karım ’in sevdiği itibar fazla idi. Bu sebeple tanzimat ricalinin bir tâbir ile, yalnız birer „nüsha“ sıfatı ile, himayesine mazhar olan Abdülkerim Paşa, az nasibedardırlar. 'A bd al-Karim nazariyeleri ara­ zamanda, en yüksek makamlara çıktı. 1846 sına çok defa sufiyâne şiirler de karıştırır ; ni­ (1263 ) da feriklikle dâr-ı şarâ-i askerî azâlıtekim kitabının methaline bir malfamé sokmuş­ ğma, bir sene sonra da mekâtib-i askeriye ne­ tur. Eserleri en geniş ve uzak İslâm âleminde, zaretine nasbolündu ( bk. LS^fi, Tarifli İstan­ bilhassa Hind-i şarkî adalarında, dinî fikirlerin bul, 1290—1329, VII, 80). 1847 (12 6 4 ) de, dev­ teşekkülünde büyük bir tesir icra etmiştir. letin mevcut beş ordusuna ilâve olmak ve mer­ B i b l i y o g r a f y a 1 Brockelmann, Gesch. kezi Bagdad ’da bulunmak üzere, teşkil edilen d. arab. Litter., II, 205 ; al-Cili, al-însân altıncı orduya müşir oldu. Paşa bundan sonra al-kâmil, II, 46 ; Hâcci H alifa ( nşr. Flügel ), kumandanlık, valilik, seraskerlik, bahriye nazır­ nr. 10989 ; India O ffice Cat., nr. 666 ; Vol- lığı» mecûlis-t âliye azâlığı ve serdar-ı ekremlers, Letpz. Katal., s. 69 ; Schreiner, Zeitschr. lik gibi, ehemmiyetli hizmetler deruhte eyledi. d. Deufsch. Morgenl. Gesellsch., LII, 520 ; Vâlilikleri Bagdad, Diyarıbakır, Selânik, Rumeli C. Snouck Hurgronje, Arabie en Oost-lndiâ ve Erzurum vilâyetlerindedir. Ali Paşa, Abdül­ ( Leyden, 1907 ), s. 15. ( GoLDZİHER.) kerim Paşa ’yi himaye edenlerdendi. 1851 ( 1268 ) A B D Ü L K E R İM . 'ABD a l -KARİM de A li Paşa 'nın sadarete tayinini bildiren hatt-ı KAŞMİRİ ( ? — 1787 ), iranlı müverrih, 1198 hümayunda, Diyarıbakır valisi bulunan Paşa ’nıg

ABDÜLKERİM NADİR P A Ş A . hassa müşirliğine tayin edildiği münderictir. Kırım seferi başladığı zaman, AbdSIkerim Paşa Anadolu ordusu kumandanı idi. Bidayette Gümrü 'ye kadar ilerledi ise de, ric’at hattı kesilmek tehlikesine uğrayarak, geri çekildi. Gerek bu vaziyet, gerek ordunun erkân-ı harbiye reisi iie kendi arasında mevcut olan zıddiyet, Abdülkerim Paşa 'mn azli ile neticelendi. Paşa atalet ve betaet ile itham olunmuştu. Bundan sonra Selanik ve Rumeli valiliklerinde bulundu. Bizzat eşkıya takibine çıkarak, asayişin temini husu­ suna gayret sarfettiği görüldü ( R B z n â m e - i c e r l d e - i h a v a d i s , nr. 149). Sultan Abdülaziz devrinde, her zamanki memuriyetlerinden baş­ ka, t a n z im a t- ı a s k e r i y e riyasetinde, bahriye nezaretinde ve seraskerlikte vazife gördü. Hü­ seyin Avni Paşa, uhdesinde sadaret ile seras­ kerliği birleştirdiği sırada, Abdütkerim P aşa'yi serasker kaymakamlığına getirmiş ve ikisi ara­ sında sıkı dostluk mevcut bulunmuştu. Avni Paşa, kendisini Abdülaziz ’in hal'i işinden ha­ berdar ettiği gibi, bu işte onu âlet olarak da kullanmak istemişti. Mütercim Rüştü Paşa, padişahın hafinden az evvel, sadaret makamına geldiği vakit, Hüseyin Avni Paşa seraskerliği deruhde etti ve Abdülkerim Paşa da seı-dar-ı ekrem tayin olunup, bulgarların isyanını bastır­ mak üzere, Rumeli 'ye gönderildi. Çerkeş Ha­ san ‘m Hüseyin Avni Paşa 'yi katlinden sonra, Abdülkerim P a şa ‘ya tekrar seraskerlik tevcib olundu ise de, isyanın sirayet dairesi genişle­ diğinden, serdarlıkla Rumeli 'de kalması daha münasip görüldü. Bulgar isyanı bastırılmakla beraber, Rusya 'nin müdahalesi ve Sırbistan ‘in da ayaklanması devleti pek müşkül vaziyete sokmuştu. Sırbistan ‘daki askerî harekâtın icra­ sına Abdüikerim Paşa memur edildi. Yaptığı muharebeler neticesinde, Sırpların en güven­ dikleri Aleksinaç müstahkem mevkiini zaptetti. Bu muzafferiyet Paşa ‘nin şöhretini arttırmış ve Peşte üniversitesi talebesinden bir gurup ge­ lerek, kendisine bir kılmç takdim etmişti ( Meh­ met Tevfik, N i f a n - ı it t i h a d — Y a d ig â r -1 M a c a ­ ris ta n , İstanbul, 1294, s. 1 1 ). İkinci Abdülhamid ’in ilk zamanlarında çıkan türk-rus harbinin başında, Rumeli umum kumandanı Abdülkerim Paşa idi. Serdar orduyu Varna 'dan Vidin ’e ka­ dar Tuna sahiline çekmiş ve rns askerinin nehri geçmesine mâni tedbirler ittihaz eylemiş olmak­ la beraber, karşı tarafın nasıl olsa Tuna 'yı aşacağına emin görünüyor ve onu k ı l â - i e r b d a denilen Silistre, Rusçuk, Şumnu ve Varna mıntakasma çekerek, orada mağlûp etmek tasav­ vurunda bulunuyordu. Bu plân askerlikçe çü­ rüktü ( bk. İzzet Fuat, K a ç ır ıl a n f ı r s a t l a r , İs­ tanbul. 1325, s. I I ; A li Fuat, O s m a n lı- r u s s e ­ f e r i , İstanbul, 1326, 1, 176 v.d .). Balkanların

müdafaası bir ihtiyat ordusuna bırakılmıştı. Fakat Abdülkerim rus askerinin Tuna ‘yı iki noktadan geçmelerine karşı hiç bir faaliyet gösteremedi. Kendisine düşmanının niyet ve maksadı bildirildiği halde, geçecekleri yerlerin karşısında kuvvetli kıt'alar bulundurarak, rus ordusunun harekâtını işgal edemedi ( bk. Mah­ mud Ceiâleddin, M irâ i-i ffa k lk a t, İstanbul, 1326, 11, 157 ). Düşmanın, Tuna 'yı pek kolaylıkla geçerek, Balkanlara yayılması Abdülhamid İL 'i fana halde telâşa düşürmüş ve serdar-ı ekrem ile serasker Redif Paşa 'ya mabeyinden pek şiddetli bir telgraf çekilmişti ( bk. Ahmed Midhat, Z u b d a t a l - H a k â y t k , İstanbul, 1295, s. 330 v .d .). Sonra serdar da, serasker de azlolunaralc, divan-ı harbe verildiler. Böyle buhranlı bir zamanda sabık ordu kumandanının muha­ keme altına alınması doğru olmamakla beraber, padişah serdarı sultan Aziz 'in hal'inde alâkadar görüyor ve bundan dolayı şiddetli hareket ediyordu. Abdülkerim Nadir Paşa, divan-ı harp müddeiumumisinin ithamlarına, dikkate şayan bir cevapname ile, mukabele etti. Kitabette ik­ tidarı olmadığından, kendi söyleyip, dostlarından biri ( sonradan makam-ı seraskerî dairesi reisi olan Niyazi E fen d i) tarafından kaleme alman bu cevaptan, mağlûbiyetin yegâne mes'ulü ken­ di olmadığı meydana ç ık tı; paşa donanmanın kendi emri altında bulunmadığını, ruslar Ziştovi 'den geçerken, ittihaz ettiği tedbirleri İs­ tanbul 'daki askerî meclisin bozduğunu, Sofya ‘da olması lâzıtngelen ihtiyat kuvvetlerinin hü­ kümetçe ihmal edildiğini ileri sürüyor ve Redif Paşa ile Namık Paşa 'u n Şumnu 'daki karargâha izamları ile, kendisinin büsbütün nufuzsuz bı­ rakıldığın söylüyordu (Abdülkerim Paşa 'nin cevabı için bk. M irâ t-i H akikat, İstanbul, II, s. 183—198 ; ayrıca da tabedilm iştir). Bu doğru müdafaalar kendisine yükletilen mes'uliyeti hafifletip, hükümeti müşkül bir vaziyete dü­ şürdüğünden, serdarın muhakemesine devam edilemedi; İstanbul 'dan uzaklaştırılarak, Mi­ dilli 'ye nefyedildi. Bununla beraber serdar-ı ekrem, rus askeri Tuna ‘yı geçmeğe hazırla­ nırken, neden âtıl kaldığını izah edememiş ve mes'utiyetteki hissesinden kendini kurtaramamıştır. Abdüikerim Nadir Paşa mütebaki hayatını Midilli ve Rodos 'ta, zarûret ve yeis içinde, ge­ çirdi ; hasta ve yaşlı id i; Salacak ‘ta bir evin­ den başka, mal sahibi de değildi; 1883 ( 13 0 1 ) te Rodos 'ta vefat etti. Namuskâr, doğru ve cesur bir askerdi. Za­ manında mesleğine ait malûmat sahibi olmakla tanınmıştı. Fakat şöhreti nisbetindb muvaffaki­ yet gösterememiş ve icraatında bataet yüzün­ den muaheze edilmiştir. 1887 felâketi, idbanna

Ç2

ABDÜLKERİM NADİR PAŞA — ABDÜLMECİD.

sebep olmuştur. Abdülkerim Paşa 'nın az söz söylemesi de, serdarlımı kadar, meşhurdur. B i b i i y o g r a f y a : Metinde gösterilen bibliyografyadan başka bk. bir d e : Abdur­ rahman Şeref, T a r ik - i d e v l e i - i o s m a n iy a , İstanbul, 1318, II; ayn. mil., T a r ih m u s a h a b e ­ leri, , İstanbul, 1340, S e r d a r - z e k r e m l e r maka­ lesi, s. 237—245 ; A li ( „ B a s i r e t “ gazetesi sa­ hibi ), Y ıld ız ın h a t a s ı ( mabeyne verdimi lâyi­ hadır), İstanbul, 132 4 ; Mehmed Süreyya, S i c i l l - i 'o s m a n i, İstanbul, 1300; Şemseddin Sami, K a m S s a l - A ‘l â m , bk. m ad.; T a lç v îm -i v a k â y t gazetesi kolleksiyonu, tü r. y e r . ; Sal­ nameler. ( M. C a v Id B a y s u n ) A B D Ü L L Â T İF . 'A BD a l-L A T İF K a s t a ­ m o n u l u . [ bk. LATÎrf.] A B D Ü L L Â T İF . 'A BD a l-L A JİF ( Muvaffak al-Din Abu Muhammed ) B. YÖSUP B. M u h a m m e d b . ‘A l ! a l - B a ğ d â d î ( 116 2 —12 3 1), İBN A L -L a b b â D diye de anılır. Arap âlimlerinin mütebahhirlerinden olup, aynı zamanda velûd bir muharrirdi; 557 (1162) de Bagdad ‘da dommuş, 629 (1231) da aynı şehirde ölmüştür. Bagdad'da sarf ve nahiv, fıkıh, hadis v.s. tahsil etti. Bag­ dad ‘a gelmiş bulunan bir mağribî onu felsefe, tabiî ve gaybî ilimler öğrenmeğe teşvik e tti; bu sahalarda da, azim ve gayreti sayesinde, üstad oldu. 585 (1189 ) te Musul ‘a, oradan da Suriye ve Mısır ‘a g itti; Mısır ‘da Şalâh al-Din ve ha­ lefleri nezdinde büyük hürmet ve itibar gördü ve 'lmâd al-Din, al-Kâzi 'I-Fâzil, Müsâ b. May­ mun ve emsali gibi, pek maruf kimselerle tanışti. 604 (1207 ) te Şam 'a döndü ; fakat bir müd­ det sonra, bu şehirden ayrılarak, Halep 'ten ge­ çip Erzincan 'a gitti. Orada tabiî ilimlere büyük bir rağbet gösteren 'A 1S' al-Din Dâvüd Şah ‘m sarayında uzun bir zaman kaldı. Fakat bu şeh­ zade, tahta çıkınca, setçukî Kaykobid ile muha­ rebeye tutuştu ; Kaykobâd kendisini esir ve mem­ leketini zaptetti. O zaman ‘Abd aI-La{ıf de Ha­ lep ‘ten geçerek, vatanı olan Bagdad ‘a döndü ( 626 — 1228 ) ve çok geçmeden orada öldü. Bir çok eserleri olup, bunlar o devir ilminin hemen bütün sahalarını şâmildir. Avrupa 'da, bilhassa M ısır'a dair yazılmış muhtasar bir eseri ile, m aruftur; bu kitap lâtince, almanca ve fransızeaya çevrilmiştir. Krş. S. de Sacy, R e la t io n de l' E g y p t e p a r A b d a l - L a t i f (Paris, 18 10 ).1 B i b l i y o g r a f y a 1 İbn A bi Uşaybi'a, II, 201— 213 ( büyük bir kısmı kendi tercüme-i hâlidir la, bu kısım ayrıca J . Mousley ta­ rafından neşredilmiştir, Ozford, 1808); alŞalâh al-Kutubi, F a v a t, H, 9 v.dd.; Leclerc, 1 ‘ Abd maatteessüf, bu eserinde İskenderiye kütüphoneşl&ta, 'Öaıar ’in emri İle* *Amt ibn aJ-‘ A$ tarafından y a k ı l d ı ğ ı n ı , tetkikaiz ve (abkiksiz, ilk defa olarak, yazmak gafletinde bulunmuşta?,

H isi. de la médecine arabe, II, ıg2 ; Brockelraann, Gesch. d. arab. Litter., I, 481. ( M. T h . H o u t s m a .) A B D Ü L M E C İD . 'A BD a l - M A C I D b . ' A b d . [ B k . İ b n ‘ a b d Dn . ] _ A B D Ü L M E C İD . 'A BD a l - M A C Î D b . MaHMUD II. (18 23—1861 ), osmanlı padişahla­ rından Mahmud II. 'un oğlu ve halefidir ; 11 şaban 1238 ( 23 nisan 1823 ) de doğmuş, babasının vefatı üzerine, 19 rebiülahır 1255 ( 3 temmuz 1839 ) te osmanlı tahtına geçmiştir. Mahmud IL zamanında başlamış olan Mısır meselesinin ikinoi safhası Abdülmecid ‘in tahta çıkışının arifesinde, Nizip mağlûbiyeti ile, ye­ niden vahim bir şekil almış bulunuyordu. Bir müddet sonra ihanet eden kapudân-ı derya A h­ med Paşa osmanlı donanmasını İskenderiye 'ye götürüp, Mehmed Ali Paşa 'ya teslim etti. Bu askerî hezimet ve felâket karşısında, ıslahat yolunda yeni bir hamle yapmak suretiyle, da­ hilde halkın, hariçte de Avrupa efkâr-ı umumiyesiniu muzaharetini kazanmak üzere, o sıra­ da Avrupa 'dan dönmüş bulunan hariciye nazırı Mustafa Reşid Paşa ‘nm telkini ile, Gülhane hatt-ı hamayunu 1 neşir ve ilân olundu ( 26 şa­ ban 1255 = 3 teşrin II. 1839). Tanzimat-ı hay­ riye devrini açan, millî hâkimiyet prensibini ih­ tiva etmemekle beraber, şahsın emniyeti ve ba­ zı haltların mahfuziyeti gibi esasları kabul ve, devlet ile fertlerin münasebetlerini tayin ede­ cek kanunların konacağını vadetmek suretiyle, keyfî idareye nihayet vermek isteyen, millî taz­ yik ile değil ise de, dahilî ve haricî vak’alarm sevk ve icbarı ile ilân olunan bu hatt-ı hüma­ yunun uyandırdığı müsait hava, zaten bir Avrupa mèselesi hâlini almış bulunan Mısır meselesinin hallini kolaylaştırdı. Osmanlı devletinin tamamiyetini muhafazaya çalışan İngiltere, Avusturya, Rusya ve Prusya arasında, Mehmed Ali Paşa 'yi iltizam eyleyen Fransa ‘nın müzakere harici bırakılması sure­ tiyle, elde edilen anlaşma neticesinde, Londra mukavelesi akdolundu (15 cemaziülevvel 1256 = 15 temmuz 1840) ve yapılan askerî hare­ ketlerin de tazyiki altında, Mehmed A li Paşa 'nm veraset suretiyle yalnız Mısır valiliğinde bırakılması ve Mısır ‘ın da devlete senede sek­ sen bin kese akçe vermesi şartları ile, Mısır meselesi halledildi. Bundan sonra, Fransa ‘nm da iştiraki ile, yine Londra ’da Boğazlar muahe­ desi imzalanarak ( 1841 ), Osmanlı devletinin Boğazlar üzerinde hâkimiyeti tasdik ve ecnebi harp gemilerinin Boğazlar ‘dan geçemeyeceği esası kabul olundu. A

lla h

1 Avrupacılar bu hatta hatl-ı şerif demek itiyadındadırlar. Bunun sebebi, TaJcvim-i volcûıji 'deki resmî teb­ liğde, ilk defa höt t için, bu tabiyin kuManılmi| olmasıdır

ABDÖLMECÎD. Avusturya 'ya lcarşı, 1848 ihtilâli üzerine, is­ tiklâl mücadelesine girişen ve rus ordularının yardımı ile mağlûp edilen macarîardan bir çoğu osmanlı topraklarına iltica edince, Avus­ turya- ve Rusya hükümetleri bu siyasî mücrim­ lerin iadesini ısrar ve tehditle istemişlerse de, Bâbıâli bu talebi reddetmiş ve bu mukavemet bilhassa Ingiltere ile Fransa'da iyi tesirler uyan­ dırmıştır. Bu ihtilâlin akisleri Eflâk ve Boğdan 'da da görülmüştür: ayaklanan halkın teşkil ettiği mu­ vakkat hükümet komşu memleketlerdeki ulatı­ lan da silâha sarılmağa davet etti. Bu ayak­ lanmayı bastırmak için, serdar-ı ekrem Ömer Paşa harekete geçince, rnslar da Boğdan 'a gir­ diler. Avusturya da bazı emellere düştü. Fakat günün şartlarını harp açmağa elverişli görme­ yen ruslar Bâbıâli ile Balta limanı mukavele­ sini akde ( 1 2 6 5 = 1849 ) ve iki beylikte ( memleketeyn) müşterek bir işgal hakkı istihsali ile iktifaya razı oldular. Mısır meselesinin hallin­ den beri, mülteciler ve Eflâk-Boğdan meselele­ rinden başka, Suriye ve Lübnan’da İngiliz ve fransız nufuz rekabeti ile körüklenen dürzîler ve marunîler ‘in geçimsizliği de zaman zaman Bâbıâliyi işgal etmekle beraber, Gülhane hatt-ı humayununun ileri sürdüğü Tanzimat ile de az çok iştigal edilebiliyordu. Yeni askerî teşkilât ve ıslahat yapılmış, bir taraftan da bir üniver­ site tesisine, her üç derecesi ile maarif teşki­ lâtı temellerinin atılmasına teşebbüs edilmişti. Fakat Mukaddes Makamlar meselesinin çıkması, Osmanlı imparatorluğunun bu ıslahat yolunda fazla gelişmesine meydan vermemiştir. Kudüs ve civarındaki hıristiyanlarea mukaddes sayı­ lan yerlere ait olup, eskiden beri katolik ve ortodoks papazlarınca paylaşılamayan hak ve hizmetler kavgası tekrar canlanmıştır. 1848 ih­ tilâlini müteakip Fransa cumhur reisi olan ve imparatorluğunu ilâna hazırlanan Lonis Napo­ leon, katolik zümresine dayanmak lüzumunu hissettiği için, katolikler lehine bazı taleplerde bulundu. Bunun üzerine, Kaynarca muahedesinin bir maddesini ileri sürerek, OsmanlI imparator­ luğundaki Ortodoksları himayeye kalkışan rus­ lar da müdahele ettiler; bir taraftan Osmanlı imparatorluğunun taksimine İngiltere'nin ne de­ rece müsait davranacağını anlamağa çalışmakla beraber, Bâbıâliye sefaret heyeti göndererek, taleplerini gittikçe arttırd ılar; Bâbıâli müdaha­ le hakkına sahip olduklarını kabul eden bir senet vermekten çekinince, bir ultimatum ver­ diler ve Eflâk ve Boğdan ‘1 işgal ettiler. Rusların istilâ emellerine İngiltere ile Fransa 'nın muha­ lefet edeceğini uman ve buna güvenen Bâbıâli de harp ilân etti (1853). Rumeli kumandanı 8erdar-i ekrem Ömer Paşa emrindeki türk or­

§3

dusu, muhtelif muharebelerde muvaffakiyet ka­ zanarak, Tuna'yı geçti. Rusların Silistire'yi mu­ hasaraları muvaffakiyetsizlikle neticelendi. Fa­ kat Sinop limanında bulunan osmanlı donan­ ması, rus donanmasının baskınına uğrayarak, yakıldı. Bunun üzerine Fransa ve İngiltere, Gsmanlı devleti ile tecavüzî ve tadafüî bir itti­ fak akdederek (12 mart 1854 ), harbe girdiler. Avusturya bitaraf kaldı ve Osmanlı hükümeti ile imza eylediği bir mukavelename üzerine, ruslarm çekilmek üzere bulundukları E flâk ve Boğdan *1, muvakkat olarak, işgal ile iktifa etti. Rusların tahriki ile ayaklanan yunanlılar da, bir fransız kolordusunun Atina ve Pire’yi işgal etmesi üzerine, bitaraflıklarını muhafazaya mec­ bur oldular. Müttefikler harp sahasını Kırım 'a nakil ve Sivastopol 'u muhasara ettiler. Türk ordusu da buraya nakledildi. Muhasara bir se­ neye yakın sürdü. Müteaddit muharebeler oldu, zaferler kazanıldı. Anadolu 'ya gelince, harbin bidayetinde bazı muvaffakiyetler elde edildiği halde, ruslar sonradan ilerleyerek, Kars 'ı mu­ hasaraya muvaffak oldular. Sivastopol zaptedildi ( 25 zilhicce 1271 == 8 eylül 1855 ) ise de, diğer taraftan, zahiresiz kalmış olan Kars rus­ ların eline geçti ( 28 teşrin II. 18$ 5 )• Bu da rus­ ların yegâne muvaffakiyeti oldu. İtalya ‘nın bir­ liğini temine hazırlanan Piemonte ve Sardunya krallığı da, İngiltere ve Fransa ‘nm Avusturya ‘ya karşı müzaheretini temin için, ittifaka ve harbe girmişti. Harp devam ederken, Avustur­ ya'nın da iştiraki ile cereyan eden müzakere­ ler neticesinde, sulhun esas şartları taayyün ettiği için, nihayet Avusturya, bunları kabul et­ mesi şartiyle, harbe nihayet vermesini b İ T ultimatumla Rusya 'dan isteyince, Rusya muva­ fakate mecbur oldu ve Viyana ‘da sulh mukaddimatı hazırlandıktan sonra, bütün büyük A v ­ rupa devletlerinin iştiraki ile, Paris 'te umumî bir kongre toplandı ; 23 recep 1272 ( = 30 mart 1856) de sulh imza edildi. Bu muahede Osmanlı imparatorluğunun istik­ lâl ve tamamiyeti esasını kabul ederek, dahilî işlerine herhangi bir devletin müdahalesini men’eyliyordu ( madde 9 ). Bütün devletlerin harp gemilerine Boğazlar 'ın kapalılığı esasını muha­ faza ediyor ( madde 10 ), Karadeniz 'i ticaret ge­ milerine açıyor (madde 11 ve 12 ), gerek Rus­ ya 'yı ve gerek Osmanlı devletini Karadeniz ‘de harp gemisi ve tersane bulundurmaktan men‘eyliyor ( madde 13 ve 14), Rusya, Basarabya ‘nın bir parçası ile bir Avrupa komisyonunun nezaretine verilecek olan Tuna ağızlarını Boğ­ dan ‘a terkediyor ( madde 20 ve 2 1), nihayet, Sırbistan ile Eflâk ve Boğdan üzerindeki Rus­ ya himayesini refediyordu. Bu prenslikler, Bâbıâli ‘yi metbu tanımakla beraber, bütün imtiyaz­

u

A b d ü l m e c i d — ABDÜLMELİK.

larını muhafaza edecekler ve Avrupa'nın hima­ yesi altında bulunacaklar, müstakil ve millî bir idareden, mezhep, teşri, ticaret ve seyrisefain serbestilerinden istifade edeceklerdi. Paris kongresinin toplanmasından biraz evvel, Abdülmecid Gülhane hatt-ı humayununu ta­ mamlayan ve teyit eden yeni bir ıslahat ferma­ nı neşir ve ilân etmişti. Paris muahedesinde devletlerce ehemmiyeti takdir edilerek, iyi kar­ şılandığı tasrih olunan bu fermanla hıristiyan tebeanm şahıs ve mallarının mahfuziyeti teyit edildikten sonra, mezhepçe ve tedrisatça hürri­ yetleri, bütün tebeanm müsavatı, gayr-i müslimlerin de memuriyet ve askerlik hizmetlerine kabul edilecekleri, vergice müsavi tutulacakları ilân ve daha birtakım ıslahatın yapılacağı zik­ rediliyordu {18 şubat 1856 ). Osmanlı devleti ile hıristiyan tebeasının mü­ nasebetleri hakkında Paris muahedesine dercedilecek bir maddenin bir müdahale demek ola­ cağı ve yeni müdahalelere de yol açabileceği düşünülmüş ve müttefik devletler ile anlaşmak suretiyle, Bâbıâli kendiliğinden böyle bir ferma­ nın neşir ve ilânını tercih etmişti. Paris muahedesi ile Osmanlı devleti, itibarı yükselmiş olarak, bir sulh, sükûn ve terakki devresine girmiş oldu. Bu devrede Bâbıâli ıslâ­ hata devama çalıştı. Adliye ve maarif nezaret­ leri teşkil edildi, yeni kanunlar vazolundu. A v­ rupa ile ticarî ve mâlî münasebetler arttı. A v­ rupa 'dan istikrazlar akdine başlandı; bu da A v ­ rupa sermayesinin siyasî ve İktisadî sahalarda nufuz ve tesirini arttırdı. İstikraz ile elde edi­ len paranın, müsmir işlerden ziyade, saray mas­ raflarına ve sair israflara hasredilmesi hoşnut­ suzluk uyandırdı. Diğer taraftan maziye ve gö­ reneğe bağlı cahil bir halk kütlesinin mevcudi­ yeti ve mezhep ve milliyetçe tecanüs bulunma­ yan yerlerde halk arasında gerginlik bulunması, nihayet millî hislerin azçok inkişafta devam et­ mesi bu devrede bazı karışıklıklar çıkmasına sebebiyet verm iştir: Cidde vak’ası ( 3 zilhicce 1274 = 15 temmuz 1858 ), Lübnan 'da ve Suriye 'de dürzîler ile marunîler arasındaki vuruşmalar (şevval 1276 = mayıs 1860), Eflâk ve Boğdan 'da birliğe doğru yapılan hareketler, Karadağ 'da ayaklanmalar bu kabildendir. Tanzimat bi­ dayetinden beri devam eden gerginliğin yeni bir tezahürü olan Cebel-i Lübnan vak’ası, Fran­ sa 'nın Beyrut 'a asker çıkararak, Avrupa namı­ na müdahalesi üzerine, büyük ehemmiyet peyda etti. Bâbıâlice, fevkalâde komiser olarak, Su­ riye 'ye gönderilen Fuat Paşa nın süratli ted­ birleri ile had şeklini kaybetmekle beraber, bu vak’a Lübnan imtiyazlarının genişlemesine ve Fransa ’um askerini çekmesine rağmen, bu mıntakada nufuzunun artmasına yol açmıştır.

Bilhassa israfları dolayısiyle, Abdülmecid ’in son zamanlarında hoşnutsuzluk artmış, aleyhin­ de bazı gizli tertibata bile teşebbüs olunmuştu ( Kuleli vak 'ası). Abdülmecid nihayet 15 zil­ hicce 1277 (25 hazirân 1861) de vefat etmiş, İstanbul 'da Sultan Selim türbesine defnedilmiştir. Pek genç olarak tahta çıkan ve yaradılışı itibariyle çok halûk ve nazik olan Abdülmecid babasının ıslahatına samimiyetle devam etmek istemiş i fakat za’f derecesine varan hilm ve mülâyemeti her zaman vaziyete hâkim olmasına ve ıslahata ayni azimle devam etmesine mâni olmuştur. Ekseriyetle halkın sevgisini ve avrupahlarm takdirini kazanmış olan Abdülmecid 'in, Gülhane hattını neşir ve ilânı, mülteciler meselesindeki mukavemeti, Kırım muharebesi ve Paris muahedesi gibi, muvaffakiyetlerinde kendisine en büyük yardımlarda bulunanlar, müteaddit defalar sadareti işgal eden Mustafa Reşid Paşa [ b. bk. ] ile arkadaşları Â li Paşa [ b. bk.] ve Fuat Paşa [ b. bk.] 'lardır. Bunların dirayeti bu devrin en mühim harioî meseleleri­ nin, faideli veya nisbeten az zararlı bir tarzda, halledilmelerini temin eylemiştir. B i b l i y o g r a f y a t Lutfî, T â r ih , 6,7,8, İstanbul; Abdurrahman Şeref, T a r ih - l d e v le t - i o t m a n iy e , II, İstanbul, 13 18 ; Le Vie de la Jonquiere, H is t o ir e d e VE m p i r e O tto m a n , 1, Paris, 19 14 ; T a n z im a t, I, İstanbul, 1940, tü r. y e r . ; Kâmil Paşa, T a r ih - l s iy a s t - i d e v le t - i O sm an iye, III, İstanbul, 1325 ; Hayreddin, V e s a lk - i t a r ih iy e v e s iy a s iy e , İstanbul, 1908; Mahmud Cevad, M a ’a r i f - i u m u m iy e n e z a r e ti ia r ih ç e - i t e ş k ilâ t v e icra& tt, İstanbul, 1328; Engelhardt, T ü r k iy e v e T a n z im a t, trc., A li Reşad, İstanbul, 1 9 1 2 ; D e v l e t - i o s m a n iy e v e R u s y a s iy a s iy â t ı, trc., A li Reşad, Macar İskender, İstanbul, 1 91 2; Ali Fuat, R ic a l - i m ü h im m e - i s iy a s iy e , İstanbul, 19 28; T ü r k T a r ih K u r u m u mec. III, İstanbul, 1933 ; Mus­ tafa Nuri Paşa, N a t â ' ic a l - V u k u â t , IV , İs­ tanbul, 1 327; Uluğ iğdemir, K u l e l i v a k ’a s ı h a k k ın d a b ir a r a ş t ır m a , Ankara, 1937; ibnülemin Mahmud ICemal, S o n s a d r a z a m l a r , İstanbul, 1940; Salâhaddin, B i r t ü r k d i p l o m a ­ tın ın e v r â k - ı s iy a s iy e s l, İstanbul, 1306 ; Ed. Driault, t , a q u e s tio n d 'o r ie n t, Paris, 1909; Ahmed Refik, T ü r k iy e d e m ü lt e c ile r m e s e le s i, İstanbul, 1926. ( A . H. O N G U N S U .) A B D Ü L M E L İK . 'A BD al-M A L İK b. HİşâM. [ Bk. iBN H İŞÂ M .] A B D Ü L M E L İK . 'A B D a l -M A L İK b . K atan

b.

Nu fayl

b.

‘A

bd

A lla h

a l -F 1 h r î

İspanya vâliliğinde 'Abd al-Rahman b. 'Abd Allah 'in [ b. bk. ] halefidir. 'Abd al-Malik 116 (734 sonu) da, itisaf ve zorbalı­

ÂBDÜLMELİ& ğından ziyade, siyasî sebeplerden dolayı, yerini 'Ökba b. al-FIâccâc al-Salüli ye terke tmeğe meebnr oldu. Fakat-123 ( 741 ) te, 'Olfba, ağır hâsta olduğu bir zamanda, berberîlerin Afrika 'da isydu çıkarmaları üzerine, ‘Abd ai-Malik 'i tekrar eski yerine getirmeğe lüzum gördü. Bu esnada, halife Hişâm tarafından Kulşüm b. ‘ lyâz kumandasında berberîlere karşı gönderilen ordu hezimete uğrayınca, Bale b. Bişr, ordunun bir kısmı ile, Sebte 'ye kaçtı ve oradan İspanya 'ya geçmek için, ‘Abd al-Malik 'ten müsaade istedi. ‘Abd al-Malik evvelâ bu teklifi kabule yanaş­ madı ise de, İspanya berberilerinin de isyanı başlayınca, Bale 'in idaresindeki ordunun yardımini ister istemez kabul etti. Fakat berberi tehlikesi atlatılınca, ‘Abd al-Malik, ordusu ile birlikte İspanya 'dan çıkıp gitmesini Bale 'den ısrarla talep etti. Fakat Bale bu emri dinlemek istemediğinden, aralarında harp başladı ve ‘Abd al-Malik yenilerek, esir edildi ve öldürüldü ( 1 2 3 = 741 ) , ölümünde 90 yaşında idi. ■: B i b l i y o g r a f y a : İbn ‘Azâri, al-Bayân al-M uğrlb, II, 28 vjdd,; İbn al-A şir ( nşr. Tornb.), V , 130 v.dd.; Dozy, His i. des Musul­ mans d'Espagne, I, 252 v.dd. ( M. T

h.

H o u tsm

a .)

A B D Ü L M E L İK . ‘ABD a l-M A L İK b. A L -M a N ŞÜR. Tarihte, A L -M u ? A F F A R lâkabı ile birlikte, bu ismi taşıyan ‘Am iri terden iki kişi vard ır: 1. ‘ABD AL-MaLÎK, meşhur al-Mabşür ( Almanz o r) ‘un oğlu ki, henüz babası hayatta iken (991 den itibaren), hâcib unvanını taşıyordu ve onun ölümünden sonra da ( 392 = 1002 ) ha­ lefi oldu. Kısa süren idaresi ( 399 = 1008 e ka­ dar ), tebeası için ferahlı bir devir olmuştur. B i b l i y o g r a f y a : Dozy, Hist. des Musulmans d'Espagne, III, 259. 2. ‘A bd a l -Ma l îk b . ‘A bd a l -'A z I z a l -Man ŞÖR B. ‘A bd a l -R ahm ÂN, al-Manşûr (Almanz o r) ’un torununun oğlu ki, babasından sonra Valencia ’da hükümran olmuştur (4 5 3 —457 — 1061—1065 ). Kastilla ve Leon kıralı Ferainand I. tarafından tazyik edildi ve nihayet Julaytala (Toledo) hükümdarı olan kayınpederi al-Ma’mün Valencia ’yı kendi arazisine ilhak ettiği sırada (457 = 1065 ), onun eline esir düştü. [K rş . 'ÂMİr Il ER.] B i b l i y o g r a f y a : Dozy, gdst. yer., IV, 124 v.dd. ( C. F. Seybold.) A B D Ü L M E L İK . ‘A BD al-M A L İK b. M a RVÂN (646—705 ), Emevî halifesi. Umumî rivayete göre, ‘Abd at-Malik 26 ( 646/647 ) da doğmuştur. Babası halife Marvân I., annesi 'A'iga bint Mu'Sviya idi. ‘Abd al-Malik on yaSiada bir çocuk iken, hzr. ‘Osman ’ın evine vâki olan hücuma şahit olmuş ve on altı yaşında, ha­

İS

life Mu'âviyâ tarafından, Medine divanı reisliği­ ne tayin edilmiştir. ‘Abd al-Malik, 63 (682) te Mu'âviyâ ’nin oğlu halife Yazid I. ’e karşı olan isyanın başlangıcına kadar, Medine ’de kaldı. Emevîler Medine ’den âsîler tarafından koğuldukları zaman, ‘Abd al-Malik de babası ile be­ raber, şehri terke mecbur oldu. Yolda Müslim b. ‘Ol^ba ‘nm idaresi altındaki Suriye ordusuna rast geldiler ve Müslim ’e şehrin vaziyeti ve diğer ahvali hakkında sarih malûmat verdikten sonra, Müslim ile beraber, tekrar geri döndü­ ler. Bundan sonra medinelilerin tam hezimeti ile nihayet bulan Harra ‘deki muharebe vukua geldi. Babasının katlinden sonra, ‘Abd al-Malik 65 ramazanında ( nisan 685 ) tahta çıktı [ fakat daha başlangıçta türlü türlü güçlüklerle müca­ dele mecburiyetinde kalmıştı. Mekke ’de ‘Abd Allâh b. Zubayr, çoktan beri, kendisini halife ilân etmişti ve müslüman ülkesinin büyük bir kısmında, hiç olmazsa ismen, halife tanınmakta idi. Garpta bizanslılar halifeye rahat vermiyor­ lardı. Muhtelif eyaletlerde vâki olan birçok tehlikeli isyanlar da bu vaziyeti vahimleştiri­ yordu. Mamafih ‘Abd al-Malik vazifesinin tam ehli olduğunu gösterdi. Birçok yıllar mücadele­ lerden sonra, neticede İslâm ülkesini kendi hâ­ kimiyeti altında birleştirmeğe muvaffak oldu. ‘A bd al-Malik ‘in devlet idaresini ele almasın­ dan evvel, Kü fa henüz halifenin rakib İbn alZubayr ’in hâkimiyetine tâbi olduğu bir sırada, sulhu tehlikeli bir surette tehdit eden, al-Muhtâr b. A bi ‘Ubayd namında, bir kimse zuhûr etmişti. Al-Muhtâr b. A b i ‘Ubayd muhtlif entrikalarla ‘A li ahfadı arasında bir parti teşkil etmeğe mu­ vaffak oldu; bu parti her şeyden evvel, Husayn ’nin katlinden dolayı, intikam telkin ediyordu. 66 (685 ) da İbn al-Zubayr ’in askerleri Küfa ’de mağlûp edildiler ve Küfa vâlisi ‘Abd Allâh b. Muti' köğuldu. Böylece al-Muhtâr merkeze ve bütün eyalete kolayca hâkim olabildi. Ku­ mandanı, İbrâhim b. Mâlik al-Aştar, ertesi sene ‘Abd al-Malik ’in kendisine karşı gönderdiği or­ duyu ciddî bir hezimete uğratmağa muvaffak oldu. Fakat bununla al-Muhtâr ‘ın muvaffaki­ yetleri de sona erdi. ‘Abd Allâh b. al-Zubayr ‘in kardeşi ve kendisinin Basra ’daki vâlisi Muş'ab, tecrübeli bir kumandan olan Mahatlab b. A bı Şufra ile ittifak ederek, al-Muhtâr ’a karşı yü­ rüdü ve 67 ramazanında ( nisan 687 ) Harürâ1 ‘da kat’î bir muharebe vukua geldi. Bu mücadelede al-Muhtâr mağlûp oldu ve öldürüldü. Bundan sonra Muş'ab ile halife arasında, kat’î bir netice alınmak için, mücadele devam etti. ‘Abd al-Malik, M uş'ab’a karşı yürümek üzere, 69 (689), da Şam ‘dan yola çıktı. Fakat derhal geri dönmek mecburiyetinde k ald ı; çünkü payitahta ‘A tar b. Sa’id al-Aşdâk tehlikeli bir isyan çıkarmıştı.

ABDÜLMELİk. 'Anır şehre kapandı.; fakat halife şehrin kapı­ ları önünde görünüp, ona hayat ve hürriyetini bağışlayacağını bildirince, 'Am r de derhal tes­ lim olanağa m a gösterdi. Buna rağmen, 'Abd al-Malik ona akabinde yakalattı. Rivayete na­ zaran, 'Abd al-Malik onu bizzat öldürmüştür. Şam 'da sükûnet ve intizam tekrar teessüs edince, halife 70 {690) te Muş'ab 'a karşı, ikinci defa olarak, sefere ş ık tı; fakat bu de­ fa da işi halledemeden geri döndü. Ertesi se­ ne yeni bir sefere teşebbüs olundu. Küçük Dicle yakinindeki Maskın civarında iki ordu karşılaştı ve burada Muş'ab, ümitsizce mücade­ lelerden sonra, öldü. 'Abd al-Malik Irak ahali­ sinin bi'atini kabul etti ve sonra payitahtına döndü. A rtık 'Abd al-Malik, rakibi 'Abd Allah b. Zubayr 'e karşı mücadele için, serbest bulu­ nuyordu. Nitekim Mekke 'ye bir ordu göndere­ bildi. Kumandanlık, cesur ve azim sahibi olan, Haccâc b. Yûsuf ‘a verildi. Haccâc şehri kuşat­ tı ve aylarca süren muhasaradan sonra, 73 (6 92) te ‘Abd Allah öldürülerek, Mekke Haccâc 'ın eline geçti ve kendisi de Hicaz valiliği ile taltif olundu. Mamafih intizam her tarafta henüz temin edilememişti. Bir müddettenberi iç Arabistan 'da Nacadât ' 1ar tecavüzlerini arttır­ mışlardı ; fakat uzun müddet bu vaziyette ka­ lamadılar. Yalnız Azralfi 1er denilen diğer bir haricî kolu daha tehlikeli id i; bunlar, bilâ is­ tisna, kendi mezheplerine salık olmayanlara karşı cihad ilân ediyorlar ve İran eyaletlerinde halka yapmadıkları zulüm ve itisaf kalmıyordu. Bu gaddar mutaassıpları tenkil hususunda alMuhallab ‘in bütün gayretleri boşa gitti. Ancak 75 (694) te, hiç bir şeyden pervası olmayan Haccâc, Irak valiliğine tayin olunduktan sonra, aldığı şedit tedbirlerle mütereddi İraklıların hepsini al-Muhallab emri altına girmeğe icbar etti ve, çetin mücadelelerden sonra, bunların mukavemetini kırmağa muvaffak oldu. A rtık iki kumandan 78 {697 ) de bu tehlikeli âsîlerin za­ rarsız bir hâle gelmiş olduklarını ümit etmiş­ lerse de, birkaç sene sonra, yine isyanlar baş­ ladı. Haricîlerin kıyamı tenkil edildikten sonra, kumandan 'Abd al-Rahmân b. Mu^ammed b. al-A ş‘as Sicistân valiliğine tayin olundu. Bura­ da 'Abd al-Rahmân cengâver komşularla olan mücadelede birçok zaferler kazandı. Küfa ‘deki memuriyetinden başka, uhdesinde bir de şark eyaletlerinin idaresi bulunan Haccâc, 'Abd alRahmân 'm gördüğü işlerden memnun değildi. Haccâc 'Abd al*Rahır.â:ı ’dan ve onun ordusun­ dan daha büyük işler istiyordu. Bunun üzerine ‘Ahj! al-Rahmân 81 ( 700/701) de müstebit vâliyo karşı isyan ve bifaz sonra da kendisini halife ıiân etti. Aynı yılda ‘Abd al-Rahmân, kendisine karşı gönderilen bir orduyu Tustar

civarında mağlûp ettikten sonra, o kadar kud­ ret kazandı ki, ‘Abd al-Malik bu âsî tebeası ile müzakere etmek mecburiyetinde kaldı. Fakat bu müzakerelerden bir netice çıkmadı. Niha­ yet uzun hazırlıklardan sonra, cemaziülabir 83 ( temmuz 702 ; bu tarih hayli meşkûktür, krş. 'A B D AL- R A H M İN B. MUHAMHED B . A L -A Ş 'A g ) te Dayr al-Camâoim oivarında kat’î bir mubarebe oldu. Burada ‘Abd al-Rahmân mağlûp olarak, firara mecbur kaldı. — Saltanatının ilk yıl­ larında ‘Abd al-Malik ‘e bizanslılar da bayii müşkülât çıkarmışlardır. Filvâki bu hususun teferruatı kâfi derecede aydınlanmamış ise de, yalnız şu kadarı malûmdur ki, halife pahalıya mal olan bir sulb yapmağa ve aynı zamanda mühim bir tazminat vermeğe mecbur kalmıştır. Biraz sonra, teşrifat münakaşası üzerine, Bizans imparatoru tarafından sulh feshedildi. Muhasa­ mat yeniden alevlendi ve pek az fasılalarla ‘Abd al-Malik ’in bütün saltanatı esnasında devam et­ ti t bilhassa kardeşi Muhammed kumandanlıkta temayüz eyledi. Muharebe Anadolu ’da vukua geldi. Her ne kadar müslümanlar çok büyük zayiata maruz kalmışlar ise de, Bizans impara­ torluğu İçin, gittikçe daha tehlikeli oldular. Vefatından sonra oğlu ve halefi Valid tarafın­ dan şiddetle mücadeleye devam olundu. Harp Magrib ’e de aksetti, ibn al-Zubayr in vefatın­ dan sonra, ’Abd al-Malik, ramlarla müttefik­ leri olan berberîleri itaat altına almak için, Hassân b. al-No'mân kumandası altında, şimalî A f­ rik a 'y a bir ordu gönderdi ye aynı zamanda onu bu eyaletlerin valiliğine tayin etti. Hassân bu va­ zifeyi büyük muvaffakiyetle başardı. A frika ‘dan ayrıldıktan sonra, fütuhata Hassan ‘ın halefi Müşâ b. Nuşayr tarafından devam olunarak, halifenin hâkimiyeti sağlamca tesis edildi. Haricî ve dahilî düşmanlara karşı olan bu daimî harp­ lere rağmen, ‘Abd al-Malik muazzam devletinin terakki ve ümranı ile uğraşmağa da vakit bul­ du. Müslüman olmayanlar devlet hizmetinden uzaklaştırıldı ve bunların yerine müslüman me­ murlar getirildi. Fakat bu prensibi tatbik etmek müşkülâta sebep oldu | çünkü müslümanlar ara­ sında bu işlere elverişli namzetler azdı. Tek resmî lisan olarak, arapça kabul edildi. En mübim icraattan biri de, sikkenin ıslahı İdi. 'Abd al-Malik zamanına kadar ülkede umumiyetle fran ve Bizans paralan geçerdi. Bu da birçok mahzurlara sebep oluyordu. ‘Abd al-Malik sik­ ke işini de intizama koydu ve üzerleri arapça yazılı altın ve gümüş paralar bastırdı. Bu mü­ him ıslahata ne vakit teşebbüs edildiği^kat’î surette mâlûm değildir. Her halde bu ıStahat, halifenin İbn al-Zubayr ’e galebesinden hemen sonra, yapılmıştır. Nihayet posta işi de ıslah edildi. Bu ıslahat faaliyetinde ‘Abd al-Malik ‘in

ÂÖDÛLMELİK. en kuvvetli istinatgahı, yirmi sene müddetle İrak vilâyetini idare eden zalim, fakat kudretli vâli HaecSe olmuştur. ‘Abd al-Malik ’in kardeşi ‘Abd al-‘Aziz, Marvân tarafından ona halef gösteril­ mişti. Fakat halife saltanatı daha ziyade kendi iki oğlu al-Valid ve Sulaymân "a vermek isti­ yordu ve hattâ kardeşini veliahtlikten çıkarma­ ğı düşünürken, birden bire ‘ Abd al-'Aziz ‘in ölüm haberi vâsıl oldu. Bundan biraz sonra, şev­ val 86 ( teşrin I. 705 ) da, halife de Öldü. 'Abd al-Malik ‘in ‘ Amr b. Sa'id ‘e karşı ihanetkâr ve gaddarâne hareketi, şahsiyeti üzerinde bir kara leke teşkil eder. Fakat bn da münferit ve istis­ naî bir harekettir. Hakikaten her tarafta zohur : eden mukavemeti kırmak için, vaziyet icabı, fev­ kalâde tedbire ihtiyaç vardı. 'A bd al-Malik ‘in, idare hususunda herkes tarafından takdir edilen istidadından başka, şairlik kabiliyeti ve, o zama­ nın telâkkisine göre, iyi bir tahsili vardı. Haki­ katen hükümdarlık kabiliyetinde Emevîlerden biç birisi 'Abd al-Malik derecesine varamamıştır. ■ B i b l i y o g r a f y a i İbn Sa'd, V , 165 ; v.dd. ; Tabari, bk. indeks ; İbn al-Agir ( nşr. . Tomb.), IV , 91 v.dd. : Weil, G e s c h . d . C h a ■ life n , I, 363 v.d d .; Flügel, G e s c h . d , A r a b e r , ' 151 v.dd.; A . von Kremer, C u liu r g e s c h . d e s ■ O rie n ts u n te r d. C h a lif en , I, 166 v.dd.; Muir, • T h e c a lip h a t e , it s r is e , d e c lin e , a n d f a l l , s. ■ 334 v.dd.; Ranke, W e ltg e s c h ic h t e ., V “ , 186 v.dd.; A . Müller, D e r I s la m im M o r g en - u n d A b e n d la n d , I, 375 v.dd.; Weilhausen, D a s a r a b . R e ic h u n d se in S t u r z , s. 114 v.dd. ; Ahl. wardt, A n o n y m e a r a b is c h e C h r o n ik , iär. y e r . ; ; Ya'kübi, T a 'r ih ( nşr. Houtsma ) , II, 320 — 38 ; Mas’üdi, M a r ä c a l - Z a h a b (tab . P aris), V , Ï33, 205 v.dd. ; VI, 50 ; IX, 41, 5 0 ; ayn. mil., a l - T a n b l k v a " l - I f r â f (n şr. de G oeje), B G A , VIII, 312 — 317 ; Belâzori ( nşr. de Goe^je ) , iiir . y e r . ; Ibn al-Tiljtakâ, a l - F a h r l ( nşr. Derenbourg,) s . 167 — 17 3 ; K i t â b a l - A g â n î '■( bk. Guidi, T a b l e s a l p h a b é t i q u e s ) ; al-Mu: barrad, a l - K â m i l (nşr. W right), bk. index; ! Weilhausen, D ie r e lig iö s - p o lit is c h e n O p p o ­ s it io n s p a r t e ie n

im

a l ie n I s l â m ,

A bk. G W

; G ô tt., N. F., V , 2, s. 28 v.dd. ; ayn. mH., ’ D ie K ä m p f e d e r A r a b e r m it d e n R o m ä e r n ,

G o tt., 1901, s. 428 v.dd.; Canard,

N G W

’ L e s e x p é d itio n s d e s A r a b e s c o n t r e C o n s ta n -

tin o p le

dans

ïh is to ir e

et d a n s la

lé g e n d e ,

• J A , C C V I 1I, 61—12 1; Lammens, É lu d e s s u r ■le

règ n e du c a life

O m a iy a d e

M o 'â v iia

Ie r ,

Paris, 1907, bk. index; Barbier de Meynard, ’ S u rn om s

et

s o b r iq u e t s

d a n s l a U tté ra tu re

a r a b e , J A , X . ser., IX, 193, 413.

> ,

( IC. V . Z etterstêen .) 'A BD al-M A L ÎK b. Nuh, iki Sâmânî hükümdarının adıdır: y

A B D Ü L M E L İK .

İslâm Ansiklopedisi

99

1 . 'A * D A L-M A LİK ( Abu ‘ 1-Favüris j B. NÜH I ., Horasan ve Maveraünnehr ‘in hükümdarı idi (34 3—350 = 954—961) ve babası Nuh b. Naşr ‘m yerine geçmişti. Daha sonraki kaynaklara göre ( Ahmed al-Kubâvi, Narşahi, nşr. Schefer, s. 95, st. 19 ), ‘Abd al-Malik tahta çıktığı zaman 10 yaşında idi. Nül) devrinde Büveyhlerle başla- . nan harp, ‘Abd al-Malik ‘hı hükümdarlığı esna- ' sında, Sâmânîlere fazla menfaat temin etmeyen bir sulh akdi ile, sona erdi (344 — 955/956 ). Sikkelerden anlaşıldığına göre, bn sulh halife al-Muti' ‘in tanınmasını icap ettirmişti. ‘Abd al-Malik zamanında memleketin dahilî vaziyeti hakkında pek az malûmat vardır. Acaba bn genç hükümdar al-Mu(çaddasi ( s. 337 v.d.) ‘nin esirgemediği medih ve senalara lâyık m ıd ır; bu cihet yukarıda zikri geçen nakıs malûmattan anlaşılamıyor. Her halde hakikî iktidar, babası Nuh ‘un zamanında iş başına geçmiş olan türk hassa askerlerinin elinde kalmış olsa gerektir. Horasan vâlisi Bekr b. Malik ‘in Buhara ‘da, sa­ ray kapısı önünde öldürülmesi pek manidardır. Denildiğine göre, ‘Abd al-Malik ‘in vakitsiz ölü­ mü, çöğen ( polo ) oynarken, attan düşme neti­ cesinde vâkî olmuştur. AI-Mukaddasi ‘ye göre, oğlu Naşr ancak bir gün hükümdarlık etmiştir. B i b l i y o g r a f y a : İbn al-A şir (nşr. T ornb.), VIII, 381 v.d., 396, 398; Gardizi, Z ayn al-A hbâr, yazm. Cambridge (King’s College, nr. 213, var. ıooa — lot1») ve Ox­ ford ( Bodleiana, Ouseley, nr. 240 — E th i, Catalogue, s. 9 v.d. ■—, var. 124—126 ), bunun bazı hulâsaları için bk. Barthold, Turkestan im Zeit alter des M ongoleneinfalls, I, 10. 2. ‘A b d AL-M a l IK (A bu ‘l-Favaris) B. NÜH II., Maveraünnehr hükümdarı, Nuh b. Manşür ‘un oğlu ve 1 1 safer 389 ( 1 şubat 999) da tahttan indirilen kardeşi Manşür b. Nuh ‘un ha­ lefi idi. 27 cemaziülevvel ( 16 mayıs ) de Merv yanında Gazneli Mahmud tarafından mağlûp edilen ‘Abd al-Malik, Horasan ‘i hasmına terkederek, Buhara ‘ya çekilmişti. ‘Abd al-Malik aynı senenin son baharında, memleketinin elin­ de kalan son parçasında llek Naşr ’ıu hücumu­ na uğradı; yaklaşan düşmana karşı bütün aha­ liyi silâh altına çağırmak teşebbüsü akim kaldı ve hükümet tarafından cami kürsülerinden ya­ pılan davetlere, halk kulak asmadı. Türklerden müteşekkil hassa askerinin zabitleri de düşman tarafına geçtiler. 10 zilkade 389 (2 3 teşrin I. 999 ) pazartesi günü Iiek, Buhara ‘ya muharebesizce g ird i; ‘Abd al-Malik ‘i ve hanedanının diğer uzuvlarını Özkend ‘e götürdü. B i b l i y o g r a f y a : ‘Otbi, TcLrih yiım in:, ( Manini‘nin şerhli neşri, Kahire, 1286), I, 298—320; İbn . al-A şir (nşr. Tornb.; bu d e v i r ‘Otbi ‘nin tesiri altında yazılm ıştır),

ABDÜLMELİK — ABDÜLMÜMÎN. A BD Ü LM Ü M İN . 'A BD a l -MU‘MİN b . 'A l î ( 1094—1163 ), Zanâta reisi ve Muvahhidîn sü­ lâlesinin banisi, Tlemsen ’den yayan bir günlük mesafede bulunan bir köyde 487 (1094 • ma­ mafih doğum tarihi muhtelifdir) senesi sonla­ rına doğru doğmuştur. ‘Abd al-Mu’ min, bugün hâlâ câri âdete uyarak, kendi köyünde Kur’an okumağı öğrendi. Bilâhare, tahsilini ikmal et­ mek üzere, TIem3en ’e gitti. Vak’anüvisler 'Abd al-Mu’ min 'in bedenî ve ahlâkî vasıflarını ve yüksek zekâsını pek çok methederler. Çok cazip hali, çehresindeki saf­ fet, görüş ve muhakemesindeki genişlik, şark­ tan avdetinde Mahdi îbn Tümart ’m birdenbire nazarı dikkatini celbetti ve Muvahhidîn devle­ tinin temellerini atmış olan bu din ıslahatçısı, 'Abd al-Mu’ min ’i derhal kendisine daimî bir şakird ve arkadaş yaptı. 'Abd al-Mu’min kendi şahsiyetini Mahdi ’nin yanında daima silik gös­ termeğe muvaffak oldu ve ona, doğru ve mü­ nevver zihniyeti, mücerrep cesareti ve canlı karakteri ile, tamamen sadıkane hizmet etti. Mahdi Tin Malla) ’e çekildiği zaman, orada, vaktini namaz ve oruca hasrederek, zahidane yaşadı ve Muvahhidîn camiasının idaresi ile Mürabıtlara karşı mücadele işini, hemen tama­ mı ilp, 'Abd al-Mu’min ’e bıraktı. Al-M arrâkuşi’ye göre, Mahdi 517 ( 1 x 2 3 ) de, ilk defa olarak, 'Abd al-Mu’ mm ’e, kendisini Merâkeş üzerine sefere memur ettiği zaman, em ir al-mu minin unvanını verdi. O zamaudan itibaren 'Abd al-Mu’min Muvahhidîn orduları­ ma başkumandanı sayıldı. ’Abd al-Mu’ min Mah­ di ’nin ölümüne kadar, onun tarafından her türlü iltifat ve teveccühe mazhar oldu; Mahdi ona ekseriya, kendisinin yerine, cuma namaz­ larında imamet salâhiyetini veriyordu, İbn Tümart, ölümünden birkaç gün evvel, 'Abd ai-Mu’min ’i kendisine resmen halef intihap etmiştir. Mahdi şöyle demişti: „İçinizden biri­ ni, her türlü ahvalde ve her zamanda teşebbüs ve icra kuvvetini tecrübe ettikten sonra, size reis olarak seçtik. Düşüncelerini ve bunların tezahürlerini derin bir surette tetkik ettik ve daima imanının sağlam ve tavır ve hareketinin tedbirli olduğunu gördük; bundan dolayı ya­ nılmadığımı ümit ediyorum. 'Abd ai-Mu’min’ i kasdediyoruz: o, rabblni dinleyip, ona itaat ettiği müddetçe, siz de kendisini dinleyin ve ona itaat edin; şayet değişir, vazifesinden in­ hiraf eder veya tereddüt ederse, Allah Muvah­ hidîn ’in muinidir ve kâdir-i mutlak kulların­ dan birine lâzım gelen kudret ve kuvveti ii«an ,ecl,er I “ (krş. R evae A frica in s, XXX V I, 274). İki meclisi ( onlar ve e llile r) teşkil eden bü­ ( K . V . Z e t t e r s t é e n .) A B D Ü L M E L İK . 'A BD al-M A LİK b. yüklerin ekseriyetinin sarih arzularına rağmen, Mehdi diu emirlerini Muvahhidîn cemaatine de 2l)HR. [ B k. İBN ZUHR.]

IX, 102—106; Gardzi, Z ayn al-Ahbñr, yaz. Cambridge (yk. bk.), var. m ; yaz. Oxford (yk . bk.), var. 138 v.d. ; Bayhaki (nşr. Mor•e y ), s. 804—806 ; Hilal al-ŞSbi’ ( nşr. Amedroz, Layden, 1904 ), s. 372 v.d,, 402 v.d. (W . B a rth o ld .) A B D Ü L M E L İK . 'A BD al-M A L İK b. Ş Â L İH B. ‘A l î ( ? —811 ), halife Abu 'l-'Abbâs al-Saffâij ile Abu Ca’far al-Manşür 'un amca­ zadesi idi. Hârün al-Raşid 'in hükümdarlığı es­ nasında, bizanslılara karşı bir çok seferlere te­ şebbüs etti. 174 ( 790/791 ), 181 ( 797/798 ) ve bazı menbalara göre, 175 (791/792) te, b i z ­ z a t kumanda ettiği ordular ile, seferlerde yap­ mıştır ( diğer müelliflere göre, 175 senesinde bu orduya bizzat ‘Abd al-Malik 'in kendisi değil, oğlu ‘Abd al-Rahmân kumanda etmiş­ tir ). Bundan başka ‘Abd al-Malik bir müddet Medine ve sonra Mısır valiliğini de ifa et­ ti. Halifenin suizannından Icurtulmayarak, 187 ( 803) de, kâfi bir sebep olmadığı halde, hap­ se atıldı ve Harun ’un ölümüne ( 193 = 809 ) kadar hapiste kaldı. Hârün 'un halefi olan alAmin ‘Abd al-Malik 'e hürriyetini iade etti ve kendisini 196 ( 811/812 ) da Suriye ve Irak vâliliğine getirdi. 'A bd al-Malik de hemen Ralfka ’ya gitti i fakat biraz sonra hastadüşerek, o sene orada öldü. Bir kaç sene sonra halife al-Ma’mün ’un 'Abd al-Malik ’in meza­ rını bozdurduğu söyleniyor ¡ çünkü ‘Abd al­ Malik, al-Amin ile al-Ma’mün arasındaki bir muharebede, al-Ma’mün ’a asla biat etmeye­ ceğine dair yemin etmişti. Vefatı yılı olan 196, Mas'ûdi tarafından da teyit edilmektedir; bk. aUTanbih va 'l-tşrâ f (nşr. de G oeje), B G A , VIII, 348; fakat bu ölüm tarihi türlü türlü kaydedilmiştir ki, Mas'üdi ( Marne, IV, 437 ) ’ye göre, 197 senesinde, İbn Hallikân ( trc. Slane, I, 316 ) ' a göre, 193 senesinde ölmüştür. Yiue ayn. mil. (III, 665, fakat krş. III, 667 ) ’e göre, vefatı ancak 199 da vuku bulmuştur. — Bk. bir de Mas'ûdi, MarSc, (ta b .P a ris), VI, 302—5, 356, 4x9 v.d,, 437 v.d.; Guidi, Tables alphabétiques ; Belâzori ( nşr. de G oeje), s. 132, 155, 170, 185; Brooks, Byzan­ tines and Arabs in tke Time o f i he early A bbaslds ( The English Historical Review, XV , 728, v.dd. ; X V I, 84 v.dd.) ; Vaşıyat ‘A b d a l­ Malik b. Şâlih li-îbnihi kabl vafâtihi ( nşr. Cheikho, Mack,, X X V , 738—745 ). B i b l i y o g r a f y a : Tabari, III, 610 v.dd.; İbn a l-A şir (nşr. Tornb. ), V I, 64 v.dd.; Ya'lcubî ( nşr. Houtsma), II, 496 v.dd.; Weil, Cesch, d. Chalifen, II,. 131 v.dd.

ABDÜLMÜMİN. kabul ettirmek lâzım geliyordu. Kâffesi Maşmüda berberîleriuden olan bunlar için, ‘Abd al-Mu’ min bir yabancı id i; bu sebeple bunlar ona b ia t hususunda muhalefet edebilirlerdi. O n l a r meclisinin ekseriyetinin becerikliliği ve sadakati sayesinde ki — bunlar arasında bil­ hassa H intâta’larm hürmet ettikleri reisleri şeyh Abu Hafş ‘Omar 'i zikretmek lâzımdır —, Maşmüda halkı, Mahdi ’nin ölümünden takriben iki sene sonra, 'Abd al-Mu’min *e bi’at etmeğe âmade idi. Mahdi 'nin, o ona kadar gizli tutul­ muş olan ölümü de, ancak o zaman meydana çıkarıldı ve ‘Abd al-Mu’ min onun halefi ilân edildi: ( 524 = 1130 veya 5 * 6 = 1 1 3 * ) . Muvahhidînin en büyük reisi olunca, 'Abd alMu’min Mahdi tarafından tesis edilmiş olan meclisleri muhafaza etti [ bk. MUVAHHİDÎN ] ; onların nasihatlerinden mülhem oluyor, ef'al ve tasavvuratını onların tasviplerine arzediyordu. Bir çok seneler 'Abd al-Mu'min Mahdi za­ manında takip edilmiş olan siyasete devam et­ ti. Bu siyaset , bir taraftan ovada akınlar yapa­ rak düşmanı hırpalarken, diğer taraftan Murabıt ordularının Tin Mallal dağlarına ve Maşmüda ’lara girmesini menetmek idi. Fakat bir taarruz siyaseti takibi zamanının geldiğine hükmedince, muhariplerini Murabıtlar vilâyetle­ rinin fethine şevketti. Şimdiki Fas ’ın cenup eyaletlerini ilhak sureti ile, bu işe başladı; bi­ lâhare şimale doğru çıkarak, yedi sene kadar devam eden ve 541 (114 6 /114 7 ) de Merâkeş'in zaptı ile biten muazzam bir sefere girişti. ‘Abd al-Mu’min ’m muvaffakiyeti karşısında Murabıt hükümdarı Tâşfin b. ‘A li âtıl dur­ maktan vazgeçmeğe karar vermiş ve düşmanı karşılamak üzere, payitahtı olan Merâkeş 'ten çıktı. Tlemsen ‘de mağlûp etmeği ümit ettiği Muvakhidîne galebe çalamayınca, korkusundan Oran *a kaçtı ve orada bir kaza neticesinde öl­ dü. Bu suretle Oran vo Tlemsen birbirini taki­ ben Muvahhidînin eline geçti (539 = 1144/1145). Sonra sıra Fas şehrine geldi ( 540). Bu sırada şehrin surlarından mühim bir kısmı yıkılmış olduğundan, bunların tamirini isteyenlere 'Abd al-Mn’min ’in şöyle söylediği m ervidir: „Bizim : surlara ihtiyacımız yoktur ; bizim kalelerimiz, kılıçlarımızla adalefimizdir 1 “ ( îbn A b î Zar', Karjâa, tab. Fas, s. 139). Bu lözler, bu büyük fatihin siyasetini pek güzel telhis eder. 541 (114 6 /114 7 ) de ‘Abd al-Mu’min Ağmât ‘1, Tan­ ca yi ve Yusuf b. Tâşfin tarafından tesis edil­ miş olan meşhur payitahtı, yani M erâkeş’i ele geçirdi. İbn Hallikân 'a göre, Merâkeş ancak on bir ay muhasaradan sonra, 54a (114 7 ) başlan­ gıcında alındı. Mnrabıtlar tahtında o zamanlar b'iı çocuk, Murabıt imparatorluğunun banisinİA torunu tsfcfâlf b. 'A li bulunuyordu ki, göz­

yaşlarına rağmen, Muvahhidîn halifesinin emri ile, merhametsizce öldürüldü. Bu müddet içinde Ispanya, Endülüs müslûinanlarının ( los agarenos) Mürabıtlara karşı yaptıkları umumî bir ihtilâle sahne oluyordu. İsyan eden başlarının müracaatı üzerine, 'Abd al-Mu’min oraya, B ârraz'ın kumandası altında, bir ordu gönderdi. 'Abd al-Mu’min, bir bayii Bene gayretini bu cihete hasrederek, tedricen, kazandığı muvaffakiyetlerle hâkimiyetini tesis etti. Yalnız Balear adaları, 'Abd al-Mu’min ’in üçünaü halefi halife Naşir ’in saltanatına kadar,. M uralıtlar imparatorluğunun son mümessileri olan Bani Güniya lerin elinde kaldı (krş A . Bel, Benoa Gh&nya, Paris, 1903). A rtık uzak Mağrib ’de 'Abd al-Mu’min ’in hâ­ kimiyet ve nufuzu teessüs. edip, bütün isyan­ lar da bastırıldıktan sonra, Ispanya işlerinin de iyi gitmesi üzerine, mumaileyh tfriljiya ’ye karşı ilk defa olarak harekâta geçti (546/547 = 115 1 /1152) ve Bacaya ( Bougıe ) ile al-K al'a ’yı feth­ ederek, Bani Hammâd 'larm hükümetini orta­ dan kaldırdı; burasını bir Muvahhidîn vilâyeti haline koyup, idaresini de oğullarından birine tevdi etti. Sicilya kıralı Roger II. ’in İfri^iya ve Trablus sahillerindeki fütuhatı üzerine, 'Abd al-Mu’min 554 ( IIS9.) te, hükümetin başında kendi yerine şeyh Abu Hafş 'Omar 'i bırakarak, payitahttan çıkmış ve sür'atle şarkî tfri|çiya üzerine yürü­ müştür. Payitahta dönmeden evvel, burasını ta­ mamı ile kendi hâkimiyet ve nnfuzu altına al­ mıştır ( 555 = 1160 ). 556 ( 1 16 1) da, memleketin vaziyetini tetkik için, ispanya ya geçti. Burada, Müvâhhidîn aley­ hine ayaklanmış olan İbn Mardaniş’e karşı 557 de büyük bir ordu hazırladı. Aynı sene Merakeş ‘e, şahsına mahsus muhafız askeri olmak üzere, hemşerileri olan Kümiya ’lerden mürek­ kep, kuvvetli bir kıt’a getirtti. 'Abd al-Mu’min evvelâ ( 549 = 1154 ), kendi­ sine halef olarak, oğlu Muhammed 'i seçmişti. Fakat, Ispanya 'ya geçmek için ordularını topla­ dığı bir anda hastalandığından, bu kararını, bü­ tün imparatorluğa ilân ettiği resmî bir beyanna­ me ile, feshetti ve Muvahhidîn tahtına veliahd olarak, diğer bir oğlunu, Sayyid Abü Y a’lfüb Y u­ suf 'u, gösterdi. 'Abd al-Mu’min, bir kaç hafta sonra, Sala ’da öldü ( cemaziülahır 55S = mayıs — haziran 1163 ). Cenazesi Tin Mallal ’e götürü­ lerek, orada Mahdi ’nin mezarı yanına gömüldü. 'Abd al-Mu’min 'in uzun süren saltanatı şanlı ve,şerefli oldu. İlk Muvahhidîn halifesi bütün ümitlerini tahakkuk ettirmiş ve Mahdi ’nin ta­ hayyül etmiş olduğu imparatorluğu kurmuştu. Afrika ve Ispanya 'da Murabıtlar hükümetini yıkmış ve imparatorluğunun hudutlarını Kâbis

loo

ÂBDÖLMÜMİN -

( G ab es) körfezine kadar götürmüştü. Yalnız Balear adalarında hâlâ Murabıtlardan bir vâli bulunuyordu. 'A M al-Mu’min bir çok şehirler kurmuş ve diğer bir çoklarını da imar etm iştir; bundan başka, donanmasını barındırmak için de, muh­ telif limanları tanzim ve tamir ettirdi. Mağrib ’de, mülkiyet hakkını ve vergileri tanzim için, bir nevi kadastro tesis eden ilk müslüman hü­ kümdar kendisi olmuştur. İmparatorluğunun şe­ hir ve eyaletlere, umumiyetle ya kendi ailesin­ den, yahut şeyh Abu H afş ailesi arasından seçilmiş, birer vâli tayin edilmiş bulunuyordu. Bu muazzam imparatorluğun bütün minberle­ rinde hutbe, eskiden olduğu gibi, şarkî Abbasî halifesi namına okunacak yerde, Maildi ve ha­ lifesi namına okundu. [ Krş. MUVAHHİDÎN.] B i b l i y o g r a f y a ' . R. Basset, D o c u m enits g e o g r a p h j y a e s ( Paris, 1898 ) , s. 21, not 2 ; ayn. mil., N i d r o m a h et l e s T r a r a s ( Paris, ıg o ı), s. 30 v.dd., 92 v.dd. ( A . Bel.) A B D Ü L M U T T A L İ B . 'A BD al-M U TTALİB ( ? —1886 ), hiç inkıtaa uğramaksızın, takriben iki asır müddetle iktidar mevkiinde kalmış olan kudretli Zevi Zayd şerifleri sülâlesinden, son Mekke şerifi. Vehhabîlerin iskatından sonra, Hicaz ’dan nefyedilmiş olan Ğâlib ’in oğlu idi. 1243 (1827 ) te 'Abd al-MuJtalib ilk defa olarak şerif oldu; fakat az zaman sonra Mısır valisi Mehmed A li Paşa onun yerine ’Abâdila soyun­ dan Muhammed b. ‘Avn ‘i tayin etti. ‘A bd alMuttalib bütün ömrünü (1886 ya kadar yaşa­ m ıştır) Mehmed A li Paşa tarafından ve daha sonraları Osmanlı hükümeti tarafından da hi­ maye edilen ‘Abâdila 'lerin elinden iktidar mev­ kiini almağa çalışmakla, geçirdi; bunu, kısmen açık bir mücadele, kısmen entirika ve türk ri­ caline rüşvet vermek sayesinde, elde etmeğe çalıştı. İstanbul 'da müteaddit defalar izaz ve ikramla geçen menfa hayatı, kendisine bu hu­ susta müsait zeminler hazırlamıştır. Kendisine dostluk gösteren sadrazamın nufuzu sayesinde, ancak 1267 (18 5 1) de rakibinin yerini almağa muvaffak oldu. Fakat Arabistan ’daki türk ida­ recileri ile geçinemediğinden, 1272 (18 56 ) de tekrar azledildi. A ltı ay süren devamlı bir mü­ cadeleden sonra, kuvvete karşı boyun eğerek, ikinci defa olmak üzere, İstanbul a gitti. Şerif Husayn 'in bir katil eli ile öldürül­ mesi üzerine, ’Abd al-Muttalib, üçüncü defa olarak, şeriflik makamına geçti (1297 = 1880); fakat bu defa da, şeriflik makamının kurunu vüstaî an’anesini yaşatmak gayretine düştü ve bu yüzden türk valileri ile uğraştı durdu. Os­ man Paşa onu, ansızın baskına uğratarak, tev­ kif etti ( 12 9 9 = 1 8 8 2 ) ve o andan itibaren, Mekke 'nin şarkında bulunan sayfiyesinde, sıkı

ABDÜLMUTTALİB. bir nezaret altında, sakin bir halde yaşadı. Halk, eski devir istibdadının müşahhas bir tim­ sali addettiği bu zattan, hem korkuyor hem de kendisine sevgi gösteriyordu. B i b l i y o g r a f y a ' . G . Snouck Hurgronje, Mekka, 1, 158—160, 165—169, 174— 177. ( S n o u c k H u r g r o n je .)

A B D Ü L M U T T A L İB . 'A BD al-M U TTA LtB B . HÂŞİM ( ? — 577 ? ), Peygamberin büyük babası. Bu zat hakkında, tarihî bir kıy­ meti haiz sayılabilcek, bir tek rivayet vardır ki, o da oğlu ’Abd Allah [ b. bk.] ’m ölümün­ den sonra, torunu ile meşgul olduğuna dairdir. Kendisi hakkında diğer bütün rivayetler Mekke ve Medine ’de uydurulmuş efsanelerden ibaret­ tir. Kendisinin asıl isminin Şayba olduğu söy­ leniliyor. Medine 'de Bani Naccâr ’a mensup olan annesi Salma 'nin, çocuğunu Medine ’de doğur­ ması hususunda kocası Hâşim ile mutabık kalmış oldukları hikâye ediliyor. Hâşim az zaman sonra, bir seyahatta öldü. Şayba de Medine 'de büyü­ dü ve bilâhare, amcası Muttalib 'in himayesinde, Mekke ’ye götürüldü; Muttalib ’in kölesi mana­ sına gelen ‘Abd al-Muttalib lâkabını bu suretle aldı. Şayba 'nin diğer bir amcası olan Navfal ona ait olan mirası gasbetmek isted i; fakat Şayba ’nin ana cihetinden akrabaları tarafından Navfal, bn mirası kendisine iade etmeğe icbar edildi [ Medine ye ait olan bıı tarafgirine riva­ yet hckkındo krş. ÂMİNAj. Vaktiyle doldurulmuş olan Zemzem kuyusunun yerini rüyasında göre­ rek, burasını tekrar kazdı ve kureyşîierin muka­ vemetine rağmen, kuyu üzerindeki mülkiyet hakkını muhafaza edebildi. Bu vaziyet kendisine ayrıca bacılara su vermek hakkını da bahşetti. Abraha efsanesinde [ krş. A B R A H A ] mumaileyh kureyşîierin şeyhi gibi gösterilmektedir ve bu sıfatiyie Abraha'nin hürmetine mazhar olmuş­ tur [ bir oğlunu kurban adaması hakkmdald ri­ vayet İçin krş. ‘ A B D A L L A H B . 'A B D A L - M U T T A L İB ]. Kendisi hakkındaki diğer mübalâğalı efsa­ neler Ya'lfübi 'de ( nşr. Houtsma, II, 8 v.dd.) de m evcuttur; bu rivayetlerde kendisi, aynı za­ manda, bilâhare Kur’an ve hadis tarafından teyit edilen, birçok âdetleri tesis etmiş dinî bir müceddit olarak da gösterilmektedir. Kendisine Abu ’1-Hâriş künyesi verilmiştir. Şu nokta kay­ da değer ki, Mas'üdi ( M arâc, Paris, İV, 12 1) , Mekke aileleleri arasında, Bani ‘1-Hârio b. ‘Abd al-Muttalib ‘i, Banı Hâşim ve Bani ’I-Muttalib ile bir hizada göstermektedir; halbuki onlar, maruf şecereye göre, hâşimîlerin bir koludur. İşte bu sebep ile Sprenger, ‘Abd al-Muttalib ‘in e s â t i r î bir şahsiyet olup olmadığı meselesini ortaya atmıştır1. İsmin ikinci kısmı, hiç şüphe­ siz, bir arap ilâhına delâlet etmektedir. 1 Spropyor 'İd dayandığı sobop açıkça anlaşılam ıyor.

ABDÜLMUTTALİB - ABDÜLVADÎLER. B i b l i y o g r a f y a : Taban, I, 937 v.dd., 980, 1082 v. dd., 1087 v. d .; İbn Hişâm ( nşr. ,'Y Wüstenf.), I, s. 33 v.dd., 71, 91 v.d., 107 v.d .; Sprenger, D as Leben and die Lehre des Mo­ hammad, Di, C X L IV ; Wüstenfeld, Zeitschr. d. Deutsch, Morgenl. Gesellsch., VII, 30—35 j Caussin de Perçeval, Essai sur l'histoire det ■ Arabes amini Vislamisme, I, 2 5 9 ; Muır, The life o f Mahomet ( 1. ta b .), I, CCLI v.dd.; Caetani, A nnali deli' İslâm , I, 1x0—120. ( F. B uhl .) A B D Ü L V Â D , 'A BD AL-VÂD, merkezî Mağrib (Tlem sen) kıratlarının ecdadından biri [ krş a b d ü l v â d îl e r

].

Yahya b, Haldun ‘Abd al-Vâd ’ın şecere­ sini şu şekilde göstermektedir : bu ismin menşei 'A bd al-Vâdi ’ye dayanır ki, bu suret­ le tesmiye edilmesinin sebebi Abdülvâdîlerin dedesinin münzevî hayatıdır. — İbn Abi l-Fayyâz ’a ve diğer müelliflere istinaden edinilmiş fikre göre, 'Abd al-Vâd, Şaeih ... b. Muzar b. Nizâr b. Ma'add b. 'Adnan ’ın oğlu idi. Bu şecerenin kıymetinin az olmasına rağmen, yine 'Abd al-Vâd ’ın islâmiyetten evvel yaşadığını göstermektedir. Bu keyfiyet ( 'Abd al-Rahmân) İbn Haldun tarafından tey’it edilmiştir. Bu zate göre, Abdülvâdîlerin bir kısmı çok eski bir devirden beri A v r â s ’ta sakinmiş ve ilk müslüman istilâsı zamanında orada bulu­ nuyormuş. Elde vesikalar bulunmadığından, ‘Abd alVâd ’m yaşamış olduğu devri ve memleketi ta­ yin etmek kabil değildir. 'Abd al-Vâd ismine gelince, bu, agleb-i ihtimal, doğru şekli olan 'Abd al-Vâdi ’nin bozulmasından doğmuştur ve, Slane ’nin zannetmiş olduğu gibi, arapçadaki Abd al-Vâhid isminin, berberî tesiri neticesi ile, değişmesinden ileri gelmemiştir (krş. A . Bel, Hist. des Beni ‘A b d el- Wöd, Rois de TlemCen, Cezayir, 1904., methal s. IX). 'Abd al-Vâd ismi evvelâ, bütün İslâm mü­ elliflerine göre, büyük Zanâta ( Zenetes ) ber­ berî kabilesinin bir kısmı olan büyük bir kabi­ leye verilmiştir. Bani 'Abd al-Vâd adı, bilâhare, aynı kabilenin muhtelif kolları arasından on ikisine teşmil edilmiştir. B i b l i y o g r a f y a : Muhammed al-Tanasi, al-D arr va 'l-'îfçyân f l Ş a r a f Bani Zayyân ( Tlemsen medresesi yaz. nr. 4 ), I, 3 ; Barges, Hist. des Beni Zeiyan, Rois de Tlemçeh (Paris, 1852), methal s. XXXIII; İbn Haldun, 'Ihar ( Hist. des Berb.), II, 85, 100; ; Abü Zakariye” Yahya b. Haldun, Kitab B ağyat al-Ritvâd (nşr. ve franz. trc. A . Bel, Hist. des Beni 'A b d el-Wâd, Rois de Tlemcen, I, methal s. VIII v.d., trc. s. 124, metin s. 9 0 ).

( A . B e l .)

nI

IOI

A B D Ü L V Â D İL E R . 'A B D A L V A D ÎLER (B a ­ 'A bd a l - V â d ) (12 3 9 — 1554), bu isim evvelâ

büyük b erberî Zanâta kabilesinin bir koluna verildi ve bilâhare aynı kabilenin diğer bir çok şubelerine teşmil edildi.

Tlemsen ’i payitaht ittihaz etmiş olup, 637— 962 ( 1239—1554 ) ‘ye kadar devam etmiş olan merkezî Mağrib hükümdarları sülâlesi Bani 'Abd al-Vâd 'dandır. Bu 315 senelik devre zarfında, bu aileden 27 hükümdar ( ki, bunlardan ikisi müştereken sal­ tanat sürmüşlerdir) Tlemsen tahtına birbirini müteakiben çıkmışlardır. Bu hükümdarlara ek­ seriya Bani Zayyân da derler. Çünkü bunların ecdadından birisinin, yani Tlemsen ‘in ilk müs­ takil hükümdarının, ismi, Zayyân idi. Bazan, yan­ lış olarak, Bani 'Abd al-Vâd adı altında, yalnız ilk beş hükümdarın ( 637—737 =■ 1239—1335 ) gösterilmesi ve bütün diğerlerinin Bani Zayyân ismi ile yadolunması icabettiği zannedilmişse de, bu isim, yani Bani 'Abd al-Vâd ( Abdülvâdîler ) ile Bani Zayyân ( Zeyyânîler ) isimleri aynı su­ rette bu ailenin bütün hükümdarları için kulla­ nılabilir. Müslüman müverrihlerin hemen hemen hepsi Abdülvâdîlere osîl bir şecere izafe etmekle be­ raber, bunu kat’î bir surette tayin edemiyorlar. Abü Hamraü ’nun vak’anüvisi, bu ailenin asa­ letini iddia ettikten sonra, bu iddiayı kendisine, şifahen yapılmış olan bir tek şehadete atfen serdettiğini ilâve ediyor. Mumaileyh, ciddî bir surette ve kat’iyetle tesbit edilmiş malûmat mevcut olmadığından, bu nokta hakkında, umu­ miyetle kabul edilmiş olan fikre tâbi olmak icabettiğini söylüyor. Abdülvâdîler islâmiyetten çok evvel Mağrib ‘de yerleşmiş berberîlerdendi. A sîl değildiler. İbn Haldun ve Tlemsen 'in ilk hükümdarı olan ve berberce konuşan Yağmamsan, Abdülvâdîle­ rin asaleti hakkında şüphelerini izhar etmekten ve bu hususta, aylıklı vaka’nüvislerin bütün ifa­ delerinden bizce çok daha beliğ olan kasdî sü­ kûtlar ihtiyar etmekten çekinmediler. Diğer cihetten, al-D urra al-saniya ( Recueil des A c ­ tes da Congrès des Orientalistes, XIV. devre, Cezayir, 1905 ) gibi, daha yeni olan ve Tlemsen krallığının sukutundan sonra yazılmış bulunan vekayinameler, onların asalet vasıflarını inkâr etmişlerdir. Bani 'Abd al-Vâd kabilesinden bir ailenin 637 ( 1239 ) de hükümdarlık mevkiine çıkması, böyle bir hâdise olmasa idi, ismi pekaz anılacak bir berberî kabilesine şöhret verdi. Öyle kî, Tlemsen tahtının teessüsünden evvel Abdülvâdîlerin tarihi hakkında kat’iyetlr ‘hiç bir şey bilinmiyor. Filhakika elimizde, Tlemsen hüküm­ darları devrinde yaşamış olan ve kabilenin şan

ABDÜVÂDİLER — ABDÜLVÂİHİD.

102

ve şevketini ve, islâmiyetin teessüsünden sonra, Mağrib 'in umumî tarihinde oynamış olduğu rolü büyütmeğe çalışmış olan müslüman vak’anüvisierinin tehayyülâtla dolu hikâyelerinden başka, birşey mevcut değildir. Ancak XIII. asrın baş­ larında Abdülvâdîler şimalî A frika 'nin siyasî tarihi çerçevesine girdiler. Payitahtları olan Tlemsen, camilerle, mekteplerle ve muhteşem saraylarla dolu, mühim bir şehir olmuştu. Bu­ gün hâlâ Tlemsen 'de tesadüf edilen âbideler ve harabeler bize bu eski ihtişamı hatırlatır. Abdülvâdîlere müteallik olan eserlerin listesi Tlemsen ve hükümdarları ile münasebetdar olan herşeyin esasen ne kadar iyi tetkik edilmiş ol­ duğunu kâfi derecede gösterir. Henüz karanlık olan bazı teferruat hariç tutulacak olursa, Tlemsen 'in Abdülvâdîler zamanındaki siyasî ve medenî tarihi arap vekayinameleri, epigrafya ve arkeoloji sayesinde, ana hatları ile tayin ve tesbit edilmiştir ; ileride yapılacak meskukât tetkikleri, arkeoloji ve epigrafya sahalarındaki keşifler, ihtimal, merkezî Mağrib hükümdarla­ rının tarihini biraz daha aydınlatacak ve yeni bazı malûmat ilâve edecektir. Mamafih şunu söyleyebiliriz ki, Bani ‘Abd al-Vad sülâlesi ka­ dar, araştırmalara ve İlmî mesaiye mevzu teşkil etmiş pekaz berberi sülâlesi mevcuttur. B i b l i y o g r a f y a : 'A bd al-Vad madde­ sinde gösterilen bibliyogarfyadan başka bk. Brosselard, Mémoire épigraphique et histo­ rique sur les tombeaux des émirs B eni Z eiyan {Jo u rn . A s., 1876, ayrı b a sk ı); Barges, Complément à l ’hist. des Beni Zeiyan, rois de Tlamcen (Paris, 18 8 7 ); ayn. mil., Tlemcen, ancienne capitale du royaume de ce nom ( Paris, 1859 ) ; Dozy, Jou rn . As., 1844, 4. seri, III, 378 v.d., 405 v.d. ; W. ve G. Marçais, Les monuments arabes de Tlemcen ( Paris, 19 0 3 ); W. Marçais, Musée de Tlem­ cen ( Paris, 1906 ) ; A. Bel, Hist. des Benl 'A b d el-W&d, Rois de Tlemcen (Cezayir, 1904), 1, IX. _ (B . Bel.) A B D Ü L V Â H İD . ‘A BD a l -V A H ÎD b . ‘A l I a l -T a m îm Ï

a l -M a r r â k u ş î

A bu

M uham med

(1185 — ? ), müverrih, al-M dcib f ï Talhis A hbâr al-M ağrib adlı eserin müellifi ( nşr. Dozy ; ingl. trc. The hisiory o f the Almchades, Ley­ den, 1847, 18 8 1 ; frns. trc. Fagnan, Cezayir, 1873 ; diğer basmaları Kahire, 1324, 1332 ; Şam, 1324 ). Bu zat hakkında, kitabının muhtelif yer­ lerinde bizzat kendisinin verdiği malûmattan başka, birşey bilinmiyor. Fas 'ta ( Merâkeş 'te, ki, kendisinin nisbeti de buradan gelmektedir ) 7 rebiülâhır 581 ( 8 temmuz 1185 ) de, Muvahlıidîıı 'in üçüncü halifesi Abu Yusuf Ya'küb 'un hükümdarlığının başlangıcında doğdu. Henüz dokuz yaşında iken, medreseleri ve hocaları ile

daha o zaman meşhur bir şehir olan Fas şeh­ rine tahsile gitmek için, memleketini terketti. Tahsil zamanında bir kaç defa memleketine döndü. Bn seyahatlerde birçok meşhur adam­ lara tesadüf ve banlarla münasebet tesis e tti; bn zatler arasında bilhassa A bü Bekr b. Zuhr ( A venzoar) ile filozof İbo T u fa y l’in oğlu var­ dır. Bilâhare Ispanya yi dolaştı ve bu memle­ kette yaşayan birçok İslâm âlimlerinin nezareti altında tahsil etti. 605 (1208/1209 ) senesinde, lşbiliye ( SeviIIa) 'deki Mnvahhidîn valisinin kâtibi olan bir dostu tarafından bu zate takdim edildi. Bundan sonra, gerek Ispanya’da gerek Mağrib ‘de, ‘Abd al-Vöhid Muvakkidin sarayı mensubtni ile temas etti. 613 senesinin son gü­ nü ( 9 nisan 1217 ) dostu vâli İbrahim e veda edip, hacca gitmek niyeti ile, Mısır ‘a hareket etti. 617 (12 2 0 ) de yukarı M ıs ır’da bulunu­ yordu ; 620 ( 12 2 3 ) de Mekke ’de id i; nihayet 621 (12 2 4 ) senesinde Muvahhidîn tarihini ( yk. bk.) yazdı. Bilâhare kendisinin ne oldnğu ma­ lûm değildir. ' ‘Abd al-VShid’in eseri, bazı noksanlan .bu­ lunan mevcut tek el yazmasından, basılmıştır. Eserin kime ithaf edildiği ve nerede hazırlandı­ ğı bilinmiyor. Fakat şu biliniyor ki, müellif Mu­ vahhidîn halifelerinin saraylarına müdavim bu­ lunmuştur. Bn hanedanın tarihine dair, şahsî hatıralara veya müşahitlerin ifadesine istinaden, kıymetli malûmat veriyor. Eserinin Ispanya ’nin fethinden Muvahhidîn devrine kadar devam eden ilk kısmı (270 sahifeden 128 ’i ), müverrih alHumaydi 'nin, ihtimal kaybolmuş olan eserle­ rine istinaden, vücuda getirilmiştir (krş. Bro­ ckelmann, Gesch. d. arab. Liiter., I, 322 ), ( A . COUR.) A B D Ü L V Â H ÎD . ’A BD a l-V A H İD A L - R a ş ÎD ( 1218 ? —1242 ), dokuzuncu Muvahhi­ dîn hükümdarı, Abu ‘I-‘A İ 5 ’ tdris ( al-Ma’mün ) ’in oğlu ve h alefi; annesi Habâb bir hıristiyan esir idi ve, mehareii sayesinde, o zaman ancak on dört yaşında bulunan genç emîrin tahta çtkamasına yardım etti. Al-Ma'mün’un ölümü, K arfâs müellifine göre, 629 senesinin son günü ( 17 teşrin I. 1232 ) ve İbn Haldun ’a göre de, 630 senesinin başlangıcında, — kardeşi Abü Müsâ ’nin, kendisine karşı isyan etmiş olduğu — Septe ( Centa ) ‘yi muhasaradan kurtarıp, taht davacılarından Yahya b. al-NSşir ’in eline düşmüş olan Merâkeş üzerine gittiği sırada, vâki olmuştur. Babası ile birlikte bulu nan ‘Abd al-Vahi d derhal, ordusu ve maiyeti tarafından, babasının yerine hükümdar ilân edil­ di ve, babasının ölümünü saklıyarak, aur’atle Me­ râkeş üzerine yürüdü. Karşısına çıkan ve tahta talip olan Yahya b. al-Nâşir ‘i mağlûp, ettikten sonra, büyük bir mukavemete maruz kalmçksı-

ABDÜLVÂHlD — ABDÜLVÂSİ z ıı, şehre girdi ve derhal, mutantan bir surette ve al-Raşid unvanı ile, hükümdar ilân edildi. Kendisi iktidar mevkiine çıktığı zaman, Muvahhidîn imparatorluğu tam bir inhilâl halinde idi. Al-N Sşir'in ölümünden veya,'daha doğrusu, meşhur Las Navas de Tolosa hezimetinden son­ ra, Muvahhidîn sülâlesi için inhitat devri baş­ lamıştı. Hükümdarlar kendilerini, ekseriya vic­ dansız olan, yüksek memurların ellerine terIcetmişlerdi. 'Abd al-Mu'min ailesinin, sayısı çok olan, azalarının hepsi, müstakil bir timar ve­ yahut imparatorluk içinde bir beylik elde et­ meği düşünüyorlardı. İfriljiya ’de Bani Ğâniya aleyhine yapılan mücadeleler, meşhur şeyh A bu Hafş ‘Omar 'in ahfadına müstakil olmak . ve Tunus 'ta hafsî kırallığını kurmak imkânını vermişlerdi. Ispanya'daki Muvahhidîn memle­ ketleri yavaş yavaş hıristiyanlann ve bilhassa . lbn Küd 'un eline geçmişti. Al-Ma’mün ’un kardeşlerinden biri, Septe 'yi işgal ediyordu; yeğenlerinden birinin de onun payitahtı olan Mcrâkeş 'i elinden almağa çalış­ tığı söyleniyordu. Berberi ve arap kabileleri her tarafta, taht davacılarının ve macerape­ restlerin kâh biri kâh diğeri lehine, kargaşalık­ lar çıkarıyorlardı. Al-Ma’mün, Mehdi 'nin Muvahhidin impara­ torluğunun temelini teşkil eden akidelerinin bir çoğunu reddetmişti (krş. I. Goldziher, Zeitschr. d. Deufsclu MorgsnL Gssellsch., X L 1, 30 v.dd.; A . Bel, Les Benoa Ghânya, Paris, 19 0 3; L e livre d ' lbn Tczımert, nşr. Luciani, Cezayir, 1903, Goldziher 'in bir mukaddimesi ile ); hır isti yanlara müslüman halkı sinirlendiren birtakım ağır imtiyazlar bahşetmişti; hattâ onlara Merâkeş ’te bir kilise yaptırmış ve çan çalmak müsaadesini vermişti. Bu siyaset müslcmanlar arasındaki tarafdarlarından bir çoğunun kendi­ sini terketmelerine sebep oldu. Al-Raşid — daha ziyade etrafındakiler—mu­ halifleri tekrar elde etmek için, hareket tarzı­ nı değiştirmek icap ettiğini anladı; mumaileyh Mehdi 'nin kurmuş olduğu müesseseleri tekrar ihya e tti; fakat bu işte ancak kısmen muvaf­ fak oldu. Bununla beraber, Hult arapları ve Kasküra 'ierin bir çok berberi kabileleri taht davacısı, al-Raşıd ’in kardeş, çocuklarından, Yah­ ya b. al-NSşir 'ı davet ettiler ve Merâkeş ’i, mu­ hasara ederek, ele geçirdiler. Ceaub-i şarkîde, Sicilmâsa taraflarında, savaşa girmiş olan clRaşîd geriye dönerek, payitahtını istirdat etti (6 3 3 = 12 3 5 /12 3 6 ). Bu ilk muvaffakiyetten Don­ ra, Fas şehrini zaptetti; burada hasmı Yahya ’yı öldüren araplar kendisine onun başını getirdiler. 635 (12 3 7 ) te İşbiiîye halkı, lbn H üd‘un hü­ kümdarlığım reddedip, al-Raçid ’e tâbi oldu; Septe ’de de böyle oldu.

Mütemadiyen payitahtını ve tahtını müdafaa etmek ve uzak Mağrib 'i yatıştırmak kayguları içinde bulunan al-Raşid, Yağmrrrâsan b. Zayyân ’ın Tlemsen ‘de istiklâlini ilân etmesine ve burada merkezî Mağrib 'deki Abdülvâdî devle­ tini kurmasına mani olamadı. Al-Raşid, gayretlerine rağmen, Zanâta 'ların kollarından olan kuvvetli Bani Marin ’i de durdurmağa muvaffak olamadı; bunlar onun memleketlerini istilâ ve, Muvahidîn ’e karşı elde ettikleri müteaddit zaferlerle, orada kendi nü­ fuzlarını tesis ettiler. O zamandan sonra, Muvahhidi ’nin en tehli­ keli basımları Marinîler oldu. Bir çok seneler meharetle idare edilen bir mücadeleden sonra, bunlar uzak Mağrib ’i ve İspanya 'yı 'Abd alMu’min ’in son haleflerinin elinden almışlardı. Al-Raşid 10 sone hükümdarlıktan sonra, 10 cemaziülâhır 640 ( 5 kânun I. 1242 ) ta, Merâ­ keş ’teki sarayının bir sarnıcında boğularak, öl­ dü ; henüz 24 yaşında idi. V ak’anüvisler bu noktayı meskût geçmekle beraber, hakikatte memleketi annesinin idare ettiği zanuolunmaktadır. B i b l i y o g r a f y a : lbn A bi Zar', alKariâs. (F as, 130 3), s. 184 v.dd.; İbn Hal­ dun, 'Ihar ( Hist. des Berb,), I, 344 v.dd., II, 237 v.dd.; al-Zarkaşi, Ta rih al-D avlatayn (Tunus, 1289 ), s. 19 v.dd., 14 8 ; trc. Fagnan ( Constantine, 1895 ), s. 40 v.ol., 269 ; Ahmed al-Sa!âvi, Kitâb al-lsiikşa (Kahire, 1304), I, 200 v.dd. (A . Bel.) A B D O L v A s L 'A BD a l-V Â S İ' C a b a lÎ b. ‘A b d A L -C Â M Î' ( ? — 1160 ), Selçuk sultanı Sancar ’1 kasideleri ile medheden ira d ı şairdir. Garcistân eyaletinde doğmuştur, önceleri bir müddet Herat ’ta kalmış, daha sonra Gazne 'ye giderek, gaznevîlerden Mas'üd ’un oğlu sultan Bahrâm Şâh ’m hizmetine girmiştir. Dört sene sonra, sultan Sancar Gazne ’ye, dayızadesi Bah­ râm Şâh ’a yardıma gelince, şair bu vesile ile kendisine bir kaside takdim etmiştir; 555 (116 0 ) te öldüğü söylenir. Divanı Lahor ’da 1862 de neşredilmiştir. [Divanından anlaşıldığına göre (İstanbul üniversitesi kütüphanesi, farsça yazın. 288, var, 1068), sultan Sancar bir ferman göndererek, 'Abd a’ı-Vâ3İ‘ ’i kendi hizmetine çağırmış ve bu suretle onu taltif etmiştir. Divanında sultan Sancar, Şihâb al-Din ve Ziya’ al-ÎVÎulk Ğâlib b. Tiğlib, Mazenderau hü­ kümdarı Şâh f/Iuhammed, Kutb al-Din Muhammed ve atabeglerden Şucâ' al-Din 'O m ar‘i medhetmiştir. Methiyeleriııde ekseriya dört un­ sur, dört sebep, dört hısîet vardır ve kendisine mahsus bir hususiyetle, her şeyi dörde irca eder,]

104 ;

y

' A sB D Ü L V Â Sİ —

A B D Ü fc R A K İM

HÂN.

/ - - ■■ B i b l i y o g r a f y a ' . Davlat Şah, Tazklrat al-Şa'arâ’ ( nşr. Browne ), s. 73—76; Muhammed ‘A vfi, Lubâb al-Albâb ( nşr. Browne ), II, 104—n o ; RizE' Küli Hân, Afisrc■ ma' al-Faşahff, I, 185—192 ; Haromer-Purgstali, Gesch. d. schön. Redekiinsie Persİens, s. to ı; E tili, Grundr. d. Iran. Philol., II, 261. V ( C l. H uart) ...A B D Ü L V E H H A B . ‘A BD al-V A H H A B . [ B k . MUHAMMED 'A B D A L-V A H H Â B ve VEH H Â B ÎL E R .]

_ A B D Ü L V E H H A B . ‘ABD a l-V A H H ÂB b . 'A bd a l -R a h m â n b . R o stem ( ? — 824 ), Tâhert rüstemîlerinin Abâziya sülâlesinin ikinci imamı. 168 (784/785) de babasının ye­ rine geçti ve 208 (823/824) de öldü. Kendisi tahta çıktığı zaman, ‘Abd al-Ral/mân tarafından tesis edilmiş olan Tâhert şehri za­ ten büyük bir inkişafa mazhar idi. Bu şehirde adalet ve emniyete kavuşacaklarından emin ola­ rak gelen İfrıkîya ‘nin, Mağrib ‘in ve hattâ Mı­ sır ‘m ve şarkın büyük tüccarları oraya servet­ lerini getirmişlerdi. Bizzat ‘Abd ai-Vahhâb, mevki-i iktidara geçmeden evvel, ticaretle uğ­ raşmış ve mühim bir servet sahibi olmuştu. Şehrin birbirine yabancı unsurlarla dolması, göçebe kabilelerin kudretli reislerine dayanan bir takım şahısların orada hâkim bir rol oyna­ mak istemeleri, Tâhert ’te pek çabuk tefrikalar çıkmasına sebep teşkil etti. Bilâhare kendisine Şu’ayb b, al-Ma'rüf isminde birinin de iltihak ettiği Yazıd b. Fendin tarafından idare edilen bir muhterisler zümresi, ‘Abd al-Vahhâb ‘m imametini makbul tutmayarak, muhalefet etti ve ancak şehrin eşrafından mürekkep bir mec­ lisin muvafakati ile, icra-i hükümet mecburi­ yetini ona zorla kabul ettirmek istedi. Bu muhalifler nokkar ( „inkâr edenler“ ) adı­ nı aldılar. ‘Abd al-Vahhâb bunları silâh kuv­ veti ile itaat altına almak mecburiyetinde kal­ dı. Fakat kendisinin bu zaferi, birliği tam bir surette asla tesis edemedi. Bir suikasttan an­ cak kendi basiret ve gayreti sayesinde kurtulabildi; fakat oğlu muhaliflerin hançeri altında can verdi. Bundan başka, berberî V âşili kabilelerinden Hovâra ve Lovâta aşiretlerinin bir isyanını da tenkil mecburiyetinde kaldı. Memleketinde sükûnu tekrar tesis edince, Ce­ bel Dammar ‘e ve Cebel Nefüsa ‘ye giderek, orada birçok seneler kaldı. Kendisinin oradaki ikameti esnasında, Hovâ­ ra Tarla Nefüsa Te> Trabulus’u ele geçirdiler. Fakat şehir Abu T-‘A bbâs ‘Abd Allah b. İb­ rahim b. al-Ağlab tarafından istirdat edildi. ‘Abd al-Vahhâb burasını 196 ( 8 11) da muha­ sara etti. Şehri muhasara altında bulundurduğu

.........

esnada, İbrahim b. al-Ağlab öldü; oğlu Abu ‘l-'Abbâs, Trabulus 'tan çıkmak istediği için, ‘Abd al-Vahhâb ile bir muahede akdetti. Şehir ve sahil Abbasîlerde kalıyordu, iç tarafları abâziya imamına düşüyordu. A bâziya vak’anüvisleri, imamın Katan b. Sal­ ma 'yi Gabes ‘i muhasaraya gönderdiğini ilâve ediyorlar. Hariçteki kabîleler, Matmâ{a, Zanzâf a , Zuvâğa V .S . ile Cerba adası onun hâkimiyeti altında idi. 'Abd al-Vahhâb Sort ’a ve Kastilia vilâyetine vâliler tayin etti, Tebeasının müracaatı üzerine, Nefüsa Tere kumanda etmek için, Abu T-Hattâb Tn oğlunu intihap e tti; adı al-Samâhı olan bn zat, onun veziri ve abâzilerin ilk imamı idi. Vazifesinde dürüstlükle temayüz e tti; fakat oğ­ lu Half bilâhare imama ve onun halefi A flah 'a hayli müşkülât çıkardı. B i b l i y o g r a f y a ' . Abü Zakariyâ' alVargalâni, a l - S İ r a ( C h r o n ig a e d ' A b o u Z a k a r y â , trc. Masqueray, Paris-Cezayir, 1878, s. 47—14 4 ) ; al-Darcini, K i t â b a l - T a b a k â t ; al-Barrâdi, K i t â b a l - C a v â h i r ( Kahire, 1302 ), s. 17 4 ; al-Şammâhi, K i t â b a l - S i y a r ; İbn Şağir ( B u ll . d e . C o r r e s p . A f r i c ., 1885, s. 30 v.dd.). ( A . DE M o ty lin sk i.) ‘A BD a l- V A H HÂB, lâkabı 1 TÂ c al-D T n a l-M a ü k a l-M a n ş ü r b. a l- M a lI k a l- M u c â h 1d Şam s al-D Tn ‘A lI , Tâbiri Ter [ b. bk.] ailesine mensuptur. A BD Ü LV EH H A B.

Babasının ölümünden sonra (883 — 1478 )> 894 («488) 'e kadar Zebİd (Y e m e n )‘de icra-i hü­ kümet etti. B i b l i y o g r a f y a ' . Johannsen, H isiorla Jem anae, e. 214—229. _ A B D Ü R R A H İM . ‘ABD al-R A H ÎM b. ‘AU. [ Bk. AL-KÂ21 'L-FÂÜL.] A B D Ü R R A H İM . ‘A BD al-R A H ÎM b . Muh am m ed . [ bk. İb n n u b â t a .] _ ‘ A B D Ü R R A H İM H A N . ‘A BD a l -R A ­ HÎM HAN, H â n -i H â n â n (1556—1627), mua­ sırları nezdinde Hân Mirza diye ta n ılır; impa­ rator Ekber ’in başveziri Bayram Hân ’ın oğlu­ dur. Bayram Hân Karakoyunlu türkmenlerinden Bahârlü aşiretine mensuptu. ‘Abd al-Rahim ’in annesi, Camöl Hân Mevâti ’nin kızı id i; Mevâti ’nin büyük kızı imparator Hümâyûn ile, siyasî sebeplerden dolayı evlenmişti. ‘Abd al-Rahim 14 safer 964 (16 kânun I. 1556) te Lahor'da doğdu ve 1036 (1627 ) da 71 yaşında Debli ’de öldü; mezarı hâlâ orada, şeyh Nizâm al-Din A vliyâ ‘nin mezarı yanında, bulunmaktadır. Bü­ yük karısı, Mirza ‘Aziz Kuka ‘nin hemşiresi, Mâh Bönü idi. Oğullarından, hiç olmazsa, biri­ nin anasının Umarkot ailesine mensup olduğu muhakkaktır. ‘Abd al-Rahim dört oğlundan d a ­ ha fazla yaşad ı; kızlarından biri şehzade Dön-

ABDÜRRAHİM HAN - ABd M r EZZAK. ynl ile, torunlarından biri de şehzade Hurram (Şah Cihan) ile izdivaç etti. 'Abd al-Rahim seyf ve kalemde zamanın temayüz eden adam­ larından biri oldu. Babası öldürüldüğü zaman ‘Abd al-Rahim dört yaşında id i; onu Ekber Şah büyüttü. ‘Abd al-Rahim on altı yaşında bir genç iken, 980 ( 1572 ) de Ekber ile beraber GucrSt ‘a gitti. Burada, babasının katledilmiş olduğu, Patan kazası malikâne olarak, Barhâ 'Iı Sayyid Ahmed ‘in vesayeti altında, kendisine verildi. ..... Rebiülâhır 981 ( ağustos 1573 ) de küçük askerî kıt'anm Ekber ile beraber Gucrât ‘a yaptığı, tarihte sür’ati ile meşhur, seferde ‘Abd alRahim de bulunuyordu ve âsî Baykara Mirza ‘nın kuvvetini mahveden Sarnâl ‘deki muhare­ bede ‘Abd al-Rahim de merkeze kumanda eden­ lerden idi. Nizâm al-Din Ahmed Tabajfât-i akbarl ‘de, ‘Abd al-Rahım ‘i daha o zaman, kendisinden birçok kabiliyet ümit edilen genç bir adam olarak gösterir. ‘Abd al-Rahim 984 (1576 ) te, vezir Hân Haravi ‘nın nezareti altın­ da, Gucrât valisi ve 988 (158 0) de M ir ‘A r i oldu, üç sene sonra da, o zaman on üç yaşında olan şehzade Salim ‘e A talık tayin olundu. 'Abd al-Rahim 991 (15 8 3) de Şah M uşaifar Gucrâti 'yi te'dibe gönderildi. O sıralarda Nijâm alDin Ahmed eyaletin baliği 'si, hem de Mirza 'nın arkadaşı ve onun cenklerinin vak'anüvisi idi. Yirmi sekiz yaşında olan ‘Abd al-Rahim 3 mu­ harrem 992 (16 kânun II. 1384) de Sarkic ve, biraz sonra da, Nadöt civarındaki muharebeleri kazandı; bu iki muvaffakiyet ile Muzaffar 'in bütün kuvveti mahvedildi. ‘A bd al-Rahim ‘e, za­ ferlerinin mükâfatı olarak, hân-i fı&nan unvanı tevcih edildi. Bundan biraz sonra, ‘A bd al-Rahim, Mirza Mu(ıammed Hakim aleyhine çalışmak için, şa­ hın hizmetine girmek müsaadesini istihsal e tti; fhkat bilâhare Gucrât ‘a döndü. 996 ( 1 5 8 8 ) da sarayda büyük merasim ile karşılandı; ertesi sene Babar-nâm e ‘yi farsçaya tercüme ederek, imparatora takdim etti. Bunun üzerine vekâlet rütbesi ile Cavanpür'a vali nasbediidi. ‘Abd alRahim 999 ( 1 5 9 1 ) da Multgn ve Bhakkar vâliliğ ü e tayin edildi ve Şind vilâyetini Cani Beg Arğnn ’un elinden almağa memur, edildi. Nişâm al Din Ahm ed‘in babası Muhammed Mulüm Haravi de, bahsi sıfatı ile, onunla beraber gitti. Abd al-Rahim 26 muharrem 1000 ( 13 teşrin IL 1 5 9 1 ,) de Câni Beg 'i mağiûp etti ve onun kızlavından birisinin kecdi oğlu Şâh Navâz ( İric) ile evlenmesim de, diğer şartlar meyanında, kararlaştırdıktan sonra, tekrar saraya döndü. Jj|S o n ra ‘Abd al-Rahim *in mesaisi, kısa fasılalar ile, hemen otuz seneye yakın bir müddet, Dekkan 'a tevcih İlk önce ‘Abd alfRahtm

şehzade Murad ile çalışmış ise de, bu iş birli­ ğinden amelî netice çıkmadı. Cemaziülâhır 1005 (kânun II. 1597) de ‘Abd ‘Al-Rahim, Bicâpür Suhayl Hân 'in kendisine üstün büyük bir kuv­ vetini mağlûp ederek, Ekber devrinin cn büyük muharebelerinden bîrini kazandı. ‘Abd al-Rahim 1007 (15 9 9 ) de, şehzade Dânyâl ile beraber, tekrar Dekkan a karşı yü­ rüdü, şehzade Dânyâl ‘Abd al-Rahim 'in kızı Câni Begim ile evlenmişth Bu sefer, bilhassa, Ahmed Nagar ve kahraman Çând B ib i'y e karşı açılmıştı. İmparator Cihangir devrinde ‘Abd al-Rahim 1025 (16 16 ) te, şehzade Hurram ile beraber, tekrar Dekkan 'da hizmette bulundu. ‘Abd al-Rahim mükemmel arapça, farça, türkçe ve hindce bilir ve kolaylıkla yazardı. Şair ola­ rak Rafyim mahlasını kullanıyordu. ‘A bd alRahim ‘Abd al-Bâki Nehâvendi 'nin hâmisi ve dostu id i; Nehâvendi M a'â.jir-l rafyimi namın­ daki eserini ‘Abd al-Rahim 'in adına izafe et­ mişti. ‘Abd al-Rahim zahirde sünnî id i; fakat babasının inandığı şiî akidelere sadık kaldığın­ dan ve takîga ‘yi ihtiyar ettiğinden, şüphe edilirdi. B i b l i y o g r a f , y a ı ‘Abd al-Bâ^i Ne­ hâvendi, M a'âşir-i rahi mi ; Şâh Navâz Hân, M aâşir al-U m arâ'; A bu 'i-Fazl ‘AHâmi, A kbar N âm e; Nijâm al-Din Ahmed, Tabaküt-i akbarl, bundan maada diğer muasır tarihî eserler ve A*in-i akbari ( tre. Bloch­ mann, I, 334) ; Elliot ve Doıvson, The Historg o f India, VI, 434. ( A . S . B e v e r id g e .) A B D Ü R R E Ş ÎD . ‘A BD a l-Ğ a für

a l -H u s a y n î

a l - R A Ş İD b . a l -M a d a n î

‘A bd

a l -T a t -

TAVÎ ( 7 —1658 7 ), Tatta ’da doğmuş ¡canlı bir lügat müellifidir. Fakat aslı araptır ( ‘A lî ahfa­ dından, binaenaleyh s e g y id ’A ir). 1069 (16 5 3 ) dan sonra ölmüştür. En büyük eseri, 1064 (1653/1654 ) te telif edilip, 1875 te Bibliotkeca Indica ‘da neşredilen Farhang-i Raşı'dî isminde, farsça lügat kitabıdır. Mukaddimesinin tashihti tab'ı için bk. Splieth, Grammaticae persicae praecepta ac rcgtdae (H aile, 1846). ‘Abd alRaşid Muntafıab al-l& ğât (1046=1636/1637) adlı arapça-farsça bir lügat kitabmı Şah-ı Ci­ han 'a ithaf etmiştir (tab’ıia r ı: Calcutta 1808, 1816, 18 36 ; Lucknov 1835, 1869; Bombay 1279 = 1862/1863). B i b l i g o g r a f g a ı Biochmann, J o u r n , o f t h e R o g . A s . S o c ., Bengal, XXXVII, 20 v.dd.; Rieu, C a t . o f . P e r s . Mas., a. 501, 510 ; Pertscfa., V e rz . d . p e r s . H a n d s c k r . K g l, B ib i . B e r lin , 3. 198—200. (M. T h . HoüTSMA.) ABDÜRREZZAK./ABD a l-R A Z Z A K K aMÂL a l -DIn b . A b ! 'l-Ğ anâ'îm a l- K â ş â n ! ( ve­ ya KSşÂNÎ, KÂşI, yahut da KÂSÂNİ ) ( 7 ,-13 2 6 ), meşhur mutasavvıf müellif olup, Kâtip Çelebi

ıo6

ABDÜRREZZAK.

ye göre ( bk. Hâcci Halifa, nşr. Flügel, IV , 437 ), 73° (*329 ) da ölmüştür. Mamafih aynı müellif,

‘Abd al-Razzâk ’1, Matla al-Sa'Üayn 'in müellffi olan aynı isimdeki müverrih ile karıştırdığın­ dan, başka bir yerde ( II, 175 ) ‘A bd al-Razzâ^ ‘m 887 (14 8 2) de öldüğünü s ö y le r; fazla olarak da orada adını Kamâl al-Din A ba ‘1- â a nâ’im ‘Abd al-Razzâk b. Camâl al-Din al-Kâşi al-Samarkandi olarak kaydeder. ‘Abd al-Raz­ zak'ın hayatı hakkında fazla bir şey bilinmi­ yor ; Cami "ye göre ( Nafakat a l- U n s "e atfen, S i. Goyard tarafından zikredilmiştir), Nur alDin ‘Abd al-Şamad talebesinden olup, muasırı olan Rukn al-Din ‘A la’ al-Davla ( ölm. 736 = 1336 ) ile mektupla hayli şiddetli bir münakaşa­ ya girişmişti. Bu muhaberenin asıl sebebi, ‘Abd al-Razzâk 'm Sul^âniya yolu üzerinde, ‘Alâ* al-Davla "nin talebesinden olan emir ikbal Sistânı adında birisi ile, lbn ‘A rabi "nin ehl-i sün­ net akidesinde olup olmadığına dair, çok kerre münakaşa edilmiş bir mesele üzerinde yaptığı bir mübahase idi. Cami, ‘Abd al-Razzâk 'ın bu mesele hakkında ‘A lâ ' al-Davla ye yazdığı uzun mektubu eserine almıştır. ‘Abd al-Razzâk bu mektubunda, ‘A lâ ’ al-Davla 'nin ‘ U r v a 'sini he­ nüz okuduğunu söyler: ‘ U r v a 721 ( 13 2 1) de yazıldığı için, ‘Abd al-Razzâk 'm öldüğü tarih diye zikredilen 730 (1329 ) senesi, yegâne doğru tarih olarak, nazar-ı itibara alınmalıdır. Binaen­ aleyh ‘Abd al-Razzâk 1 ^ran Î1 hanileri, bilhassa Abu Sa‘id ‘in saltanatı ( 716—736 = 1316—1335 ) zamanında, Cibâl ( Kâşân ) eyaletinde yaşamış gibi kabul etmemiz lâzımdır, ‘Abd al-Razzâk *ın birçok eserleri vardır ki, bunlardan bir haylisi neşredilmiştir: Tholuck daha 1828 de D ie S p e c a la t iv e n T r in itä t s le h r e d e s S p ä t e r e n O r ie n ts ( s. 13—22, 28 v.dd.) ’inde L a f ä ’i f a l - İ ' l â m ’dan istifade etmiş ve müelli­ fini bilmeden, birçok fıkralarını tercüme eyle­ mişti. Sprenger, 184s tarihinde, Kalkutta ‘da D ic tio n a r y o f t k e T e c h n ic a l T e r m s o f t h e S u f i e s namı altında, t s f il ä h ä t a l - S ä f i y a 'nin Hk

nısfını neşretti. Eserin ikinci nısfı ise, J a h r b ü ­ c h e r d e r L i t t e r a t a r (LXXXII, 68 vrid.)' da Hamraer-Purgstall tarafından tahlil olunmuş­ tur. Tholuck bu eserden de istifade etmiş olup, bunu müellifinin adı ile zikretmiştir ( g ö s t . y e r ., s. 7, 11, 18, 26, 73 ). Bu kitap bilhassa alâkabahştır. Çünkü müellif mukaddimede eseri alHaravi 'nin M a n â z il a l - S â ’i r i n ’i ( tab. Tahran, 1315 ), hakkındaki şerhini bitirdikten sonra, bu kitapta mevcut olup, kâfi derecede izah edilmiş olmayan tasavvuf mtılâhatmı, gerek İbn ‘Arabi 'nin F a ş â s a l- M ik a m 'ine yazdığı şerhte ( Ka­ hire, 1309), gerekse kendisinin T a v i l a t a lJ J o d â n 'ında izah edilmiş olmayanları izah mak­ sadı ile., yazmış olduğunu söyler. Kâtip Çelebi

'ye göre ( Hâcci Halifa, II, 17 5 ), ‘Abd al-Raz­ zâk ln T a v i l a t '1 38. surede biter ; halbuki Ber­ lin nüshasında (nr. 872) bütün Kur’aD "ı ihtiva ediyorsa da, bu galiba hulâsa halindedir. R is â l a f i ’l - K a i â ‘ v a ' l- K a d a r , kaza ve kader ile irade-i oüziyeye dair bir risale olup, evvelâ fransızcaya tercüme edilmiş ( J o a r n , A s ., 1873, tashihli tabı, 18 73), sonra metin St. Guyard tara­ fından 1879 da neşredilmiştir; bu hususu daha tafsilâtlı bir şekilde aşağıda ele alacağız. Bu risale nazar-ı dikkati hayli celketmiş olacaktır; zira Kâtip Çelebi ( Hâcci Halifa, İÜ, 429 ) bu esere, İbn Kamâl Paşa Taşköprü Zâde ve Bâli H alifa Şüfiyavi taraflarından verilmiş olan 3 cevabı tekrar eder.—İbn al-Fâriz ‘in T a i y a ka­ sidesi üzerine bir şerh (Kahire, 13 10 ). ‘Abd al-Razzâk 'ın şu eserleri henüz neşredilmemişt ir : R i s â l a t a l - S a r m a d i y a , baki vücut ( varlık ) fikri hakkında; R is â l a t a l - K u m a y l ıy a , Kumayl b. Ziyâd 'ın hakikat hakkındaki ( krş. Berlin, yazm. nr. 3462; Hâcci Halifa, IV , 3 8 ; J o a r n . j 4 s ., ser. 6, XIV, 8 3 ) sualine karşı ‘A li "nin ötedenberi rivayet edilen cevabına dair. — İbn ‘A rabi 'nin M a v â k ı a l- N u c ü m ‘u hakkında bir şerh ile T a z k l r a t a l - Ş â h i b i y a . Kâtip Çelebi ( Hâcci Ij&lifa, V , 587) bunlara bir de M iş b â h a l- H id â y a ilâve eder. Yazm. için krş. Brockel­ mann, G e s c h . d . a r a b . L i t l e r 4 II, 203, 204 v.dd., 545 ; Gotha kütüphanesi kataloğu nr. 76, 2 ve Palmer, T r in ily Ç o lle g e C a t., s. 116. Yukarıda verilen malûmattan, ‘Abd al-Razzâk 'ın iddiaları ve alâkadar olduğu meselelerin nelerden ibaret olduğu, oldukça vazilı olarak, görülebilir. ‘Abd al-Razzâk, garp arap tipindeki büyük mutasavvıf İbn ‘A rab i *nin mektebine mensup bir sûfî olmakla beraber, tamamen bu mektebe tâbi olmadığını gösteren, kendine mahsus, bazı tefekkür tarzları arzediyordu; mahaza üstadını müdafaa ve fikirlerini şerh ve izah etmek için, çok uğraştı. İslâm ilâhiyatçı­ larının, nakl, 'alil ve k a ş f 'ten bîrini tutarak, ayrıldıkları üç büyük koldan, ‘Abd al-Razzâk: 'ın tuttuğu üçüncüsüdür. ‘Abd al-Razzâk ‘ın adında hangi mezhebe mensup olduğuna işaret edecek bir şey bulunmaması manidardır. Abd alRazzâk, diğer sûfîler gibi, ya bu kabil şeyleri zikre şayan görmüyordu, yahut da, İbn ‘A rabi g'ibi, fıkıhta müteahhiı- bir zahiri olmakla bera­ ber, kelamda her halde bir b a k in i idi. Onun bu son vasfı, esasen, Kur’an 'a dair yazdığı şerhe koyduğu unvandan — ta fsir değil, ta’v il — açık­ ça görüldüğü gibi, İftilâhât ismindeki kitabın­ dan ve k a d a r hakkındaki risalesinden de taf­ silâtı ile aşikâr olmaktadır. Bu son eserde, Aristo 'nun kâinat telâkkileri ile yeni-eflâtuncu ilahiyat ve metafiziğin ve Peygamberin Kur 'an 'daki kıssalarıma tamamca mezcıne şahit olu­

ABDÜRREZZAK. yoruz. Gerçi bütün bunlar İbn 'A rabi 'de yok değildir; fakat ‘Abd al-Razzâk 'm kendisinin esasen ehl-i sünnetten olduğunu meydana koy­ mak için, bu son unsur üzerinde, daha büyük bir itina ile, durmuş olması da mümkündür. V a ­ kıa .‘Abd al-Razzâk ferdin tamamen fana haline geçmesinden ve bunun Deticesi olaD İbn ‘A ra ­ bi 'nin kaderiyeciliginden içtinap etmeğe ve ferdî mesuliyet ve ırade-i cüz’iye ve binnetice mükâfat ve mücazat esaslarını kurmağa çalışı­ yor. Bu hususta takip ettiği usul şudur: her­ hangi bir vak'anm husulünü mucip olan kuv­ vetleri ve aynı zamanda kâinatın büyük ta’azuvunu vücuda getirmek üzere, bütün illetle­ rin ve eserlerin birbiri ile kenetlenmesini va­ zıh surette anlatmak için, kâinatın, tasavvuf sistemine göre, tavsifi ile işe başlar. Bu, yenieflatuncu felsefenin kabul ettiği, bir varlık sil­ silesidir. Bunun en yukarısında bir ve eşsiz tek olan Allah v a rd ır; ondan kuvvanî bir sudur ile i l k a k ı l ( al-'alçl a l-a v v a l) zuhur eder ki, ona i l k ve k ü l l î r u h ( al-rüh a l-a va a l) ve e n y ü k s e k b i l g i ( al-'ilm al - al a) de denir. Bu hem manevî bir cevher, hem de İlâhî zata has olan evsafın en yükseğidir. Küllî akıldan daha iki cevher husule g e lir; bunlar­ dan biri ruhanî ( rS k â n iy a ) olup, ilk akıl â'leminin cevheridir. Bu cevher de Allahtan ayrı . bir şey telâkki edilir ve semavî dinin melâklerinden ibaret olup, küllî aklın adeta parçaları veya kesirleri olan ferdî zekâları ihtiva eden cevherdir. Diğer cevher ise, nefs-i âlem ( nafs ) olan, rıihî cevherdir. Nihayet, kuvvetleri ve tabiî kanunları ile, maddî unsurlar gelmekte­ dir. Küllî akıl, tıpkı külliyat gibi, bütün eşya­ nın enmuzeçierini ihtiva etmektedir ve bu akıl, enmuzeçleri ile birlikte, Allah tarafından doğ­ rudan doğruya bilinmektedir. Allahın kadir-i mutlaklığı ( kahiri y a ), bu melekler veya akıl­ lar vasıtası ile, tezahür eder ve bundan dolayı onların âlemine kudret âlemi ( 'âlam al-kudra ) tesmiye olunur. Fakat bu akıllar, kemalleri ile diğer mevcutların noksanlarını tâmir eder ki, bundan dolayı onların âlemine tashih ( tâm ir) âlemi ( ‘ â l a m a l - c a b a r a t ) de denir. Bunun­ la beraber, bazı kimseler c a b a r kökünü, diğer mânasına göre tefsir ederek, bu akılların diğer mevcutları kemâle icbar etmeleri dolayısı ile, . mezkûr adı c e b i r d ü n y a s ı mânasında tefsir ederler. Bn âleme, keza u m m a l- k it â b ( K ur’an, XIII, 39 ; XL 1II, 3 ) adı da verildiği vâkidir. İlâhî esrara ait bütün bilgi bu âlemden g eliyo r; zira bn âlem, zaman ve tahavvül gibi, bütün bağların fevleindedir. Buna mukabil, s a l t a n a t â l e m i { ’âlam al-malakUt) dahi tesmiye edilen kullî nefs âlemi, cüzt olan maddî, âleme bir hatve daha yakındır. Küllî akılda mevcut olan enmn-

107

zeçler orada umumi mefhumlar halini a lır ; bu umumî mefhumlar bilâhare hususileşir taayyün eder ve hudutlar içine g ire r; bunlar kullî aklın kesirleri olup, melekî akıllara tekabül eden ve felekî cisimlerin nefisleri olan makul ve ferdî ruhlarda mahkûk olmak dolayısı ile, bize malûm bulunan şeylere yaklaşırlar. Bu âleme, insan muhayyilesine benzediği için, hayâl al-âlam ve e n y a k ı n s e m a ( al-samâ' al-dunyâ) tes­ miye edilir. Bütün mevcudat, h a s s e â l e m i nde ( ' âlam al-şahâda ) idrak edilmek üze­ re, bu âlemden çıkar. Bu âlem her şeyi tahrik, sevk ve idare eder; maddeye nizam verir, il- . letleri de tayin eyler. Demek ki, semavî cisimler de, tıpkı bizimkiler gibi, ruhlara sahip olnp, küllî akim inkısam ettiği cüz'î natık nefislerin muhayyilevî melekeleridir. Bu âlemin bütün tabavvülleri, onların tahayyüllerine bağlıdır (krş. Gazali 'nin sistemi, Jo u rn , of. Am er. Orient. S o c XX, 116 v.dd.). Bundan başka kâinatın bu teşekkül tarzı ( âlem-i kübra ), insan vücuduna ( âlem-i sugra ) tekabül eder, tnsanda hâkim ruhun makarrı nasıl dimağ ise, küllî rub veya aîclm da m akam , sa­ bit yıldızlar sabasındaki arştır. Dördüncü felek her şeye can veren felek-i şems ise, küllî nef­ sin ( nafs al-â lam ) makamdır. Bu makar in­ sanda, ferdî natık nefsin bulunduğa kalptir. Şu halde dördüncü felek göğüse ve güneş de mad­ dî kalbe tekabül etmektedir. Güneşin ferdî ruhu, insan bayatının menbaı olan kalpteki hayvanî ruha tekabül eder. Bu sistemdeki kaza ve kader telâkkisine ge­ lince, bunu üç kelime ile hülâsa etmek müm­ kündür : k a z a , kadar ve 'inâya. K a z a , ilk akıl âleminde her şeyin küllî enmuzeçlerinin mevcu­ diyeti demektir. ¡Çadar. maddeye intibak edebil­ mek üzere ferdîleştikten sonra, esasen mevcut olan eşya enmuzeçlerinin küllî nefs âlemine ge­ lişine delâlet eder. Bu enmuzeçler kendi illetle­ rine bağlanıp, bu illetlerden tahassul ederler ver herbiri, kendine ait zamanda, ortaya çıkar. ‘Inâya ise, gediş manası iie, her şe’nî şeyin münde­ miç olduğa bu iki tabiri ihtiva eden hikmet ve kudret-i rabbaniyedir; işte bu, herşeyi, olduğu gibi küllî ve mutlak olarak, ihata eden ilm-i İlâ­ hîdir. hm-i İlâhî hiçbİT yerde değildir; zira İlâhî bilgi, zat ve mahiyetinde, zatının zatı karşısın­ da mevcut olmasından gayrı bir şey değildir ki, bu da hadd-i zatında, mahiyet itibarı He, tek ve kendisinde mündemiç olan bütün keyfiyetlerle müterafıktır. Bundan maada kazanın zat ve ha­ kikati ( hakikat a l-k a iâ ') Allahın 'inâya ’sinin bir kısmı olduğa halde, kemali de („entelechie“ ) ilk akıl âlemindedir. Küllî nefse b a z ı d a levh-i mahfuz ( al-lavfı al-mahfnz ) d e n ilip zira onda I semavî ve ferdî ervaha tekabül etmek yolunda

ABDÜRREZZAK.

bulunan ve gayr-i kabili tagayyur olan bütün umumî mefhumlar mahfuzdur. Demek İd herşeyi harekete getiren, ¡¡.adar ve rtafs âlemidir. Bunun vukna geliş tarzı da se­ mavi cisimlerin natık nefislerinin, kendi manevî kaynakları olan, ilk akla doğru temayülü iledir. Bu ruhlar ilk akla temessül etmeğe ve kendi­ lerini külü kılmağa uğraşırlar. Tedricen yükse­ lirler ve ileriye doğru attıkları her adımda, kendilerini daha ziyade yukarıya doğru cezbe­ den bu menbadan, yeni bir hamle daha alırlar. Bunların her hareketinde bu menbadan madde üzerine öyle bir tesir husule gelir ki, bu tesir, maddenin tesir almağa şu veya bu derecede kabiliyetli bulunuşuna göre, husule g e lir; işte bu suretle maddî âlemde de, nefs âlemindekilere tekabül eden, birtakım tahavvüller meydana ge­ lir. Yine bu tahavvüller, ya yaradılış ve raahvoiuş nev’inden, mutlak tahavvüller, yahut da bu iki had arasında, sadece hâl ve şerait tahavvülü olurlar. Varlığın müddeti Kur’an 'daki ecel ( a c a l) mefhumunu teşkil eder ve herşey, ka­ dar ile, evvelden tayin edilmiş bulunur, fşte Ahd al-Razzâk 'ın, Kur’an 'ın aşağıdaki ayetini tefsir tarzı ( L 1I, ı —6.), kendi sistemini K ur­ ’a n 'a nasıl tatbik etmiş olduğunu gösterir: „Tur hakkı için, açık tirşeye yazılmış olan kitap hakkı için, beyt-i ma'mur hakkı için, yüksek tavan ( asuman) hakla için ve coşgun deniz hakkı için“ . Ziyaret edilen ev, yani beyt-i ma'mur, dördüncü feleğin, yani güneşin, ruhudur. Bunun içindir ki, mucizesi ölülerin diriltilmesi olan 'tsâ, ruhullah, oraya konmuştur. Dağ, küllî aklın makam ( 'a r ş ) ’dır. Yazılı kitap, bu akıl­ da olan kaza ve açık sahife de, akim bizzat kendisidir. Yüksek tavan, ferdî semavî nefslerin bulunduğu en yakın sem adır; bunun, hemen gidilip gelinen evden sonra, mevzubahs edilme­ sinin sebebi, suretlerin bu semadan toprağa inmelerinden dolayıdır; gidip gelinen bu evden de ruhun nefhası gelir İd, suretlerin ve bu nefhanın birleşmesinden canlı mevcudatın yaratıl­ ması çık ar; çoşgun deniz de, her yere yayılan ve suretler ile dolan iptidaî maddenin ken­ disidir. Şimdi acaba bu sistemin kaza kader ve iradc-i cüz'iye ile olan münasebeti nedir ? Bn ci­ het hayli karışıktır. Burada, evvelâ uzak bir ilk illet ve sonra da daha yakın olan birbiri ile karışmış ve adetçe namütenahi bulunan bir ta­ kım tâli illetler mevcuttur. Şimdi ya sadece bu son illetleri ele almak ve bu suretle mut­ lak, yaratıcı ve iradelerimiz üzerinde tayin edi­ ci bir kudret kabul etmek yahut da yalnız ilk illeti nazar-i itibare almak ve kaderci olmak lâzım gelmektedir. Halbuki bu iki' şıkkın ara­ sındaki muvazeneyi bulmak ve her ikisini de

nazar-i itbare almak icap eder. İnsan iradesine tâbi olan herşeyin tam illeti, bir çok unsurlar meyamnda, irade-ı cüz’iyeyi de ihtiva etmelidir ; bu irade-ı cüz’iye ise, bütün diğerlerini hare­ kete getirir. Bu tarz-ı telâkki, hiç bir zaman vazıh olarak serd edilmiş olmamakla beraber, insanın kendi mahiyetinde müessir ve İlâhî bir unsura sahip olduğu fikrini tazammun etmekte­ dir. Eğer mahiyet-i İlâhiye hürriyete sahip ise, onun tecelliyatı da hürriyeti İhtiva etmelidir. İbn ‘A rabi 'ye göre, mahiyet-i ilâhiyenin hilkat karşısındaki vahdeti, her şeye galebe çalmıştı. ‘Abd al-Razzâlf ise, âlemin birbirine örülmüş birçok illetleri olduğunu ve safahatının müte­ madiyen inkişaf ettiğini tebarüz ettiriyor. Bu suretle hayat, gaye ve iradede kesret olması lâzım geldiğini işaret ediyor. İlâhî olan şey, yalnız yukarıdan hâkim oimakla kalmayıp, bu nasût âlemine ait eşyadan geçerek, dünyaya yayılmıştır. Bundan başka âleme ve insanlara müessir olan birçok illetler meyamnda, dinin takyit ve tesirleri ile Peygamberlerin vaad ve tehditleri de vardır. Kâinatın eczasından olmak ve dolayısiyle bir nizama tâbi bulunmak hase­ biyle, bu gibi tesirlere daima marnz bulunuruz. Fakat bu takdirde şöyle bir sual varit olur t disiplin niçin ve neden dolayı zaruridir ?. Ni­ çin hayır ve şer vardır ? İşte burada oldukça vazıh bir surette tebellür eden bir netice mey­ dana çıkıyor ki, oda şudur: madde, daha kaba ve daha ince olmak üzere, çok muhtelif mahi­ yettedir. Bu itibarla madde ancak kendisine te­ kabül eden bir nefs kabul edebilir. Şu halde nefsler de mütenevvidir. Karakter ve istidat bunların her ikisinin muhassalasıdır ve maddî varlığım yenerek, onun fevkine çıkmak, nef­ sin vazifesidir. Esas fikir şüphesiz ki, budur; fakat 'Abd al-Razzâk bu fikre kâfi derecede yer vermiyor. O daha ziyade mahut kelâmî na­ karatı ileri sürüyor ki, o da şudur: bu hilkat, herhalde mümkün olan en mükemmel hilkattir; aksi takdirde, Allah daha mükemmelini yaratır­ dı. Bir de şu var ki, herşey müsavi olsa idi, ne nizam ve ne de tanzim mevcut olacaktı. Zaten de bu hâl, az mükemmel olan ve binneiice var­ lıktan ihraç edilmiş olacak olan şeyler için, çok acı olurdu. Bütün eşya imkânlara mazhar ol­ malıdır. Bu imkânlardan istifade etmek kendi­ lerine aittir. Allah bunların arasındaki farkları bilir ve bu farkları nazar-ı itibara alır. Günah­ ların ekserisi ve en büyük günahlar cehilden He­ ri gelir ve bu itibarla Allah bunların ukubâtını ona göre tayin eder. Aynı usul ahirette de câ­ ri olacaktır: kimi saadet-i uzmaya ulaşacak, kimi, daha iyi hareket edebileceği halde etme­ diğinden, mücazat yolu ile tezkiye ve tasfiyeye mazher olacaktır; fakat bu mücazat ebedi de- ; •' • • • •- •

V .

ı ı . j l . • .

1

_

to8

■-—

À BD Ü RREZZA K — ÀBDÜSSELÂM . ¿İldir. İşte bu nokta da ‘Abd âl-Razzâfc insanı yük koleksiyonlarında bulunmaktadır ve şarkta belki de en az tatmin ediyor. Sisteminin mad­ şimdi nadirdir.1 Hulâsalar için bk. Quatrededen ayn ferdiyeti kaba! edebileceği biç de: rnèréjNotices et Extraits des Manuscrits, X IV , vazıh 'dlmamakla beraber, mutad İslâm telâkki­ kism. I, H. M. Elliot, The Historg o f India, W , sine dahil olnyor. Bu :itibarla bedenini 'terk 89—126 v. s . - : -- ■ ■ eden rublann, ondan memul ettiğimiz gibi, ya B ¡ b i t g o g r a f g a : Elliot-Dawson, The vahdete rucu etmeleri, yahut da diğer bir mad­ historg a f India, IV , 92 v.d. . dî hayata dönmeleri lâzım gelirdi. İslâm kelâm [; (W . B arthold .) ve felsefesine ait diğer birçok eserlerde de ol­ À B D Ü S S E L Â M . 'A B D a l-S A L Â M b. A h ­ duğu gibi, bu izah da muhataplarının seviyye- m e d . [B k . İBN ĞÂNİM.] sine uydurulmuş olnp,ıtamamen samimî değildir. À B D Ü S S E L Â M . 'A BD a l -SA LA M Mamafih ifadelerindeki ba ihtiyatkâriığın arka­ B. Maş I ş AL-H asan I ( ? — 1228 ), meşhur Fas sında asıl sistem oîânkça vazıhdır. Bu sistem, evliyasından olup (tahminen 625 = 1227/1228 İbn ‘A rabi 'ninkinden ziyade, ehl-i sünnet aki­ senesinde katledilmiştir), şimali Afrika 'da sûdesine yaklaşır ise de, bu yaklaşış mebde ve fîliğin baş mümessili sayılır. A bu Madyân Şume’at nazariyesinın telkin ettiği derecede de­ ‘ayb [ b. bk.] 'm tilmizi ve büyük bir tarıkatin ğildir. müessisı bulunan Abu ’l-Haoan ‘A li al-Şâzili *nin B i b l i y o g r a f g a - ı S i. Guyard, ( Jo a rn . üstadıdır. Büyük bir kısmı itibarı ile efsanevî A s., 7. ser., I, 125 v.dd. ( asıl menba) ; bir mahiyet arzeden bayatı hakkında malûma- : Brockelmann, Gesch. d. arab. Littern II, 203, timiz pek azdır. Bani 'Arüs *un şeyhi olan Suppl. II, 280 ). ('H. M acdonald.) ‘Ahd al-Salâm, faslı Katâma ’ların şeyhi bulu­ A B D Ü R R E Z Z A K . ‘A BD a l-R A Z - nan Muhammed b. A bi fu âcin ‘in raldbi olarak ZAIÇ K am âl al-D În b. Îs h â ç a l-S a m a rç a n d ! görünür. Esasen Muhammed, 'A bd al-Salâm ’1 (14 13 —1482), İran müverrihlerinden olup, Matla öldürtmüş veya bizzat öldürmüştür. Cesedi al-Sa'dagn va Macma' al-Bahragn adlı marnf Bani ‘Arüs arazisinde Cebel ‘Alam ’de defnoeserin müellifidir; 816 (14 13 ) da Herat 'ta doğ­ lunmuş ve mezarı ziyaretgâh olmuştur. Faslı­ muş, 887 (1482 ) de orada ölmüştür. Babası, sal­ lar bn dağda bulunan bütün ağaçlann mezara tan Şâhruh [ b. bk.] *ım sarayında imam ve kadı doğru eğildiğini iddia ederler. Mamafih, ahalinin idi. 845 (14 4 1) te ‘Abd al-Razzâk, sefir olarak, son derecede taassubu yüzünden, hiç bir avru­ Hindistan'a gitti (848 = 1444 te avdet etti). palı bu dağa ayak basamamıştır. Buraları Fas 850 (1446 ) de Gilan 'a g itti; sultan Husayn 'in en sarp mıntakalartndan biridir. ‘Abd alBaylfara [ b. bk.] 'nm hükümdarlığı zamanında, Salâm ‘in hatırasına ve ahfadına karşı gösteri­ Şâbrub Hânkâhı sın mütevellisi iken, öldü. Ese­ len hürmet ve merbutiyet, tasavvurun fevkinrinde, Ilhan Abu Sa'id [ b. bk.] 'in doğumundan dedir. ‘Abd al-Salâm bütün İslâm âleminde en (704 = 1304/1305) ve cüISsundan (716 = 1316/ ziyade tâziz edilen sûfîlerdon biridir ve adı 1317 ) kısaca bahsettikten sonra, tarih sırası ile müteaddit sûfî silsilenamelerinde geçer. Tercüve iki cfttde tertip edilmiş olarak, 717 ile 875 me-i hâk, ağızdan ağıza dolaşan kerametlerine (13 17 —1471 ) seneleri arasındaki vakayı i nakle­ dair, rivayetler ile doludur ; doğduğu zaman der ( L cilt 807 = 1404/1405 te Timur un ölümü- her taraftan birçok arı kümeleri zuhûr ederek, nüne kadar gider) î 830 (1426/1427 ) senesine kendisine yaklaşmış ve doğumu, bir asır önce kadar devam eden devre için müellif, tercihan yaşamış olan meşhur şark sûfîsi ‘A bd al-Kâdir ve kısmen de aynen olmak suretiyle, H âfıj-i G ilâaî tarafından, tebşir edilmiştir, ölümünde Abrü [b . bk.] ’nun Z abdai al- Tavârih 'inden de, yerde ve gökte, harikulade alâmetler be­ istifade etmiştir. Bu eserin bazı kısımları a n c a k lirmiştir. Bugün büfe mezarı türlü türlü kera­ ‘Abd al-Razzâk sayesinde malûmunuz olmuş metlere sabne olmakta imiş. H er sene mevlûd tur1 ; Çin 'e gönderilen sefaret ( 323—825 = kandilinde Tetuan ‘dan pek uzak olmayan Şa1420—14-22 ) halıcındaki meşhur rapor, aym eser­ şavân ( Cbéehouan ) şehri ahalisi bir ziyaret den afınmıştrr ( asıl metnin yalnız bir yazmada alayı tertip ederler ve buna birçok insanlar muhafaza edilmiş oldcğu tahmin edilmektedir, katılır. Al-AbmSs ( Lékhmês ) kabilesi her sene BotiL Eiliot 422, Ethe, Gatdtogue, s. 90, bunun bu velînin mezarını ziyaret ederek, oradan hüviyetini bilememişrir'). 830—873:^*426’—r ^ 1) ‘Alamiyun şeriflerini koğup çıkarmak imtiyazı­ devresi için, ‘Abd al-RazzS}: .’m 'eseri-ea mühim nı haizdirler. Bunlar geldiği zaman ‘Alamiyüu ana kaynaklardandır. îiîîmizdö henüz Matla al" şeriflerinden hiç biri orada bulunamaz, boluSu'Aayn 'in tam bir tabı mevcut değildir \i, 1 Vaaıf ba ©sena dörtte birinin sadrazam Koca RayaZMaları hemen hemen A vrupa'm a bütün bügjp Paşa tarafından turkçeyo kendi e! yazıaı ile y^ı1 Zubdat a l - T a v a r i i ı 'i n tam bir ucsbaaı Da[113d ibra- Ibd torcOıneâisi gdrdugüaü söyler, . bk. Mjitjffişin aî'jfiğa? bhn Paşa İeÛtüphauesindo (nr. 919) bul ıramak tadır* va iïaMék af-ÆÎWr '('Ltasbiİlİ'' læWap.ÎÉjn, I. M İ -

ABDÜSSELÂM — ABİD. nursa, ağır muameleye uğrar. Şerifler zengin insanlardır; çünkü bu makamın varidatı mühim bir yekûn tutar. Aynı zamanda bunlar, Idris ‘in ahfadı olmakla, Fas şehrindeki Mulay îdris alŞağir zaviyesi varidatının bir hissesine tevarüs etm işlerdir; her sene bu zaviyeye bir heyet gönderirler. Bir ay müddetje zaviyeye yerleşen bu heyet, bu suretle senelik varidatın on ikide birini tahsil eder. B i b l i y o g r a f y a î Ahmed al-Salâvi, Kitâb al-Istikşâ’, I, 240; L. Rinn, Maraboafs et Khouan ( Paris, 1884 ), s. 218 v.d .; de la Martinlere ve Lacroir, Documsnts sar le N . O. africain, I, 368 ; Mouliâras, Maroc inconna, H, 159—178 ; R. Basset, Nedromah et les Tra­ ras, s. 69. (E . DoUTTâ.) A B E L . [ Bk. H âb Îl .] A B E N , A B N , A V E N , İspanya araplarınm ibn (»oğul“ ) kelimesini telâffuz tarzlarıdır, bu sebepten İbn Sina = Avicen(n)a ; İbn Ruşd = A verroes; İbn Bâcca — Avem pace; İbn Başkuvâl — Aben Pascualis olmuştur. Ekseriya, Avencebrol, Avicebron = İbn Q abirol; Abendana, Abenatar gibi, arap-ispanyol yahudi isimleri de böyledir. — Mamafih ara sıra klâsik ibn keli­ mesine rastlanır; krş. Pedro de Alcalâ, mad. hijo — ibn ve Anales Toledanos, Ilı İbnabiâmer, Aimanzor 'un lakabı. [ Krş. KUNYA]. (C . F. Seybold.) A B E N R A G E L . [B k . İbn abî r Ic â l.] A B E N C E R A G E S ( fms., ingl.) 1 [ Bk. banT A B E N C E R A G E N (alm.) / s a r r â c .] A B E Ş E . [B k . ab eşer.] A B E Ş E R ( A beşr , A beşe ), orta Sudan ‘da Vaday ‘in yeni merkezi, 14 0 şimal arzında ve 21° şark tulünde ( Greenw.), eski merkez V a ­ ra 'u o cenubunda kâindir. Abeşer 1830 de ku­ rulmuştur ; nüfusu 20.000 ile 30.000 arasındadır. [ Krş. VADAY, bibliyografya oradadır.] A B H A R . [B k . e b h g r .] A B H A R l . [B k . EBH ER İ.] A R H A Z L A R . [ Bk. a b a z a l a r J A B H U R . [ Bk. ebhur .] A B Î B . [ Bk. eb İb.] 'Â B İD . [ Bk. ÂBİD.] 'A B İD . [ Bk. ABİD.] Â B İD , 'ABİD ( A .), cem i: 'abada yahut 'ubbâd, »Allaha tapan“ demektir. A B İD . 'A BİD B. AL-ABRAŞ, cabiliye devri şairlerinden ve Asad b. Huzayma ( M uzar) kabîlesindendir. Hayatı hakkında kat'î malû­ matımız yoktur; al-Nâbiğa al-Zubyânl ‘nin mu­ asırı olup, uzun müddet, tanınmış bir şair ola­ rak, al-Hira sarayında yaşamıştır. Bize kadar gelen şiirleri, lisanının kıvraklığı ve tasvirleri­ nin canlılığı ile temayüz eder. Kitâb al-A ğâ n l

‘de hayatı hakkında bir çok menkıbeler v a rd ır; aynı kitap, şairin, hükümdar al-Munzir b. Mâ’ al-Satnâ’ 'nın eli ile, feci ölümünü de nakleder. B i b l i y o g r a f y a : Brockelmann, Gesch. d , a r a b . L itt e r ., I, 26 ; İbn Kotayba, Kitâb a l- Ş t r ( nşr. de Goeje ), s. 143 v.dd. ( A . H a f f n e r .)

A B İD . 'A BD ( A.), »kul, köle ve esırM mâ­ nasına« / «T. İSLÂMDA

ESARET.

- İslâmiyetin, eski bir arap müesseses! olap, tarih-i mukaddesin ihtiva ettiği âlemde de meşruiyeti kabul edilen, esaret müessesesini muhafaza ettiği malûmdur. İslâmiyet İslâm devletine tâbi veya onunla müttefik olmayan memleketlerin kâfir halkını, müslümanların ken­ di istifadeleri için, temellük etmelerine cevaz verm iştir; bu sebeptendir ki, müslüman mem­ leketlerinde esir ticareti uzun müddet mühim bir mevki tutmuş ve esirler umumî nüfusun mühim bir unsurunu teşkil etmiştir. Erkek köleye arapça ‘a b d (cem. ' a b î d ) ya­ hut m a m lü k , kadın esire de a m a yahut c â r i y a denilir. Peygamberin arap kabileleri ile yaptığı gaz­ velerde, kadınlar ve çocuklar dahi dahil ol­ mak üzere, ele geçirdiği harp esirleri, fidye-i necat vermedikleri takdirde, eski arap âdetine göre, esarete düşerlerdi. Bu veçhile Bani ‘I-Muş(alilf ‘a karşı yapılan gazvede, müslümanların eline birçok kadın geçmişti. Bunlardan biri olan Cuvayriya b. al-Hâris sahabeden Sabit b. Kay s in hissesine düşmüştü. Bu kadın maruf bir ai­ leye mensuptu ve kendisini kurtarmak için, fidye verileceğini biliyordu. Hürriyetini iade için, 9 yahut 10 miskal altın verilmesi hususun­ da Şâbit ile anlaşmıştı. Bu karardan sonra Pey­ gamberin yanına giderek, muavenetini dilemişti. Cuvayriya çok güzeldi; bu sebeple Peygamber fidyesini ödemiş ve ona talip olmuştu. Bu hâl müslümanların kendi ellerine düşen diğer kadın­ lara da hürriyetlerini iade etmelerine sebep olmuştu; zira, Peygamberin karabet kesbettiği bir kabileye mensup kadınların bizim elimizde esir olmaları münasip olamaz, demişlerdi. Arabistan 'da satın alma veyahut şekavet yo­ lu ile de esirler e)de edilirdi. Meselâ Peygam­ berin kölesi olan ve islâmiyeti birinci olarak ka­ bul etmiş bulunan Zayd, asalet ve necabet sahi­ bi Bani Kalb kabilesinden idi. Günün birinde Zayd ‘in anası, kendi kabilesini ziyarete gittiği vakit, yanına henüz çocuk olan oğlunu da bera­ ber almıştı. Fakat yolda önünü kesen birtekım atlılar anasının elinden Z a y d 'i kapmışlardı. Bu eşkiya Zayd ‘i, satmak için, 'Ükâz ‘a götürmüş, lerd i; orada Zayd ‘i satın almış olan Hadica,

Son asırlarda Mekke, birtakım siyasî hadisât Peygamber ile izdivacından sonra, onu kocası­ na hediye etmişti. Z a y d ’in babası, oğlunun zi- ve ahvalin ilcası ile, esir ticaretinin merkezi yarnî işittiği: vakit, çok kederlenmişti; bir türlü olmuştu. Bu esirler oraya bilhassa A frika *dan müteselli olamıyordu. Bir müddet sonra, Bani ve Kafkasya ’dan getirilirdi. C. Snouck HurgKalb'den bazı kimseler Z ayd 'i Mekke'de gör­ ronje ( Mekka, II, n . v.dd.) derki : — „Çerkeş müşler ve bunu babasına bildirmişlerdi. Bunun köle ve cariyeleri İstanbul yolu ile Mekke ’ye üzerine bu zat Mekke 'ye koşmuş ve Peygam­ gelirler; bunların kıymetleri yüksek olduğu bere : — „vereceğimiz fidyeye mukabil onu azad için, . . . nadir bulunur ve Mekke ’de açık pazar­ ediniz“ — demişti; fakat Zayd çağrıldığı vakit, da asla satılmazlar . . . A frika ’dan gelen esirler ise, hem çok alınıp satılır, hem de Mekke nüfu­ Peygamberin yanında kalmağı tercih etmişti. O zamanlar, esirler arasında birçok araplar sunda mühim yer tutar, inanılmayacak birşey dahi vardı. Fakat daha cahiliyet devrinde bile gibi görünse bile, Mekke ’nin esir pazarında, za­ A frika ’dan ve şimal memleketlerinden gelmiş man zaman İngiliz Hindistanı ’ndan ve Felemenk beyaz ve siyah esirler bulunuyordu (krş. G. Hindistanı ‘ndan ithal edilmiş bazı- esirler sa­ Jacob, Altarab. Beduinenleben, 2. tab., s. 137 ; tıldığı da vâkidir. Menşe’leri Hindistan olan ‘Antara, M uallaka, beyit 27, nşr. Arnold., s. birçok genç esirleri bizzat gördüm . . . Onları 153 ). İster satın alınarak, ister harpte yakalan­ o memleketlerden kapıp kaçırdılar mı, yoksa mak suretiyle olsan, hiç bir arabm köle olama­ babaları mı sattı, bunu anlamağa muvaffak ola­ yacağı esasını, umumî bir kaide olarak, ilk defa madığım gibi, o esirlerin asıl hangi ramtakadan halife 'Om ar'in vazettiği söylenir. Buna göre, olduklarını da keşfedemedim“ . Singapur ’da hâlâ yalnız yabancılar köle olabilecekti (krş. A . von carî esir ticaretine ve çinli esir kadınların istiKremer, Cultargesch. des Orients unter den fraşma ait fetva için bk. C. Snouck Hurgronje, Ckalifen, J, 104 ). Herhalde şeriat müslümanlara Eln arabiseher Beleg zum heutigen Sklaven­ dindaşlarını esaret altına almayı menetmiştir; handel in Singapore ( Zeitschr. d. Deutsch. bundan dolayı çocuklarını satmaları ana ve ba­ Morgenl. Cesellsch., X L V , 395—402.). Bu mü­ balarına memnudur ( fakat krş. E. W. Lane, Ma­ ellif diyor ki {göst. ger., s. 401) 1 — „Mekke ’de dem Egyptians, I, bab V II t Domestic life i the ikametim esnasında Singapur ’dan birtakım çinli lower orders ). Roma kanunlarında caiz olduğu cariyelerin mübarek beldeye getirilmesinin na­ gibi, bir müslüman alacaklı borçlusunu esir gibi dir birşey olmadığını müşahade etmiştim“ . satamaz. Bununla beraber, esirler ekseriya vâki b. Ş e r İa t e g ö r e e sir l e r in h u k u k î v a z Iy e t I. olduğu gibi, İslâm dinini kabul ederlerse, bun­ İST İF R A Ş VE NİKÂH. dan dolayı esaretten kurtulmuş olmazlar. Nazarî olarak, esirler kanunî hiçbir hukuka Esir ticareti orta çağda, arapların diğer kavimlerle ihtilât ve imtizaçları hususunda, pek malik değildir. Islâm hukukuna göre, onlar eş­ mühim bir rol oynam ıştır; zira, gerek siyah ve ya mâkulesinden ve sahiplerinin mutasarrıf ol­ gerek beyaz, binlerce esir her sene müslüman dukları meta cinsindendir; esirin sahibi onları, memleketlerine ithal olunuyordu. Her sene Bag­ kendi keyfine göre, isterse satar, dilerse, hibe dad, pazarına orta A s y a ’dan (Türkistan, Fer­ ve cihaz olarak veya başka suretle vererek, gana ve başka yerlerden) sayısız türk esirleri elinden çıkarabilir. Esirlerin bir mukavele ak­ getirilmekte id i; bunları zenginlere ve husu­ dine kanunen ehliyetleri yoktur; esirler ne fe­ siyle saraya satarlardı. „Hilâfetin şark bududiı rağ edebilirler, ne de bir teahhüde girebilirler ; ülkeleri Bagdad sarayına vergi .makamında in­ vasiyet de edemedikleri için, ne vâsi ve ne san vermekle mükellef olduğu gibi, İslâm dev­ nâzir olamazlar; onların kazancı, sahiplerinin letinin garp ucunda kâin vilâyetler, A frika ve malıdır. Esir mahkeme huzurunda şahadet dahi Mağrib (M auritania), için de o mükellefiyet edemez. Bununla beraber, sahibinin namına ve vardı ... A frika ‘mn içinden, yani asıl Sudan onun emri ile, meselâ bir dükkânda çalışan esi­ 'dan, Akdeniz sahillerinde arapların ellerinde rin, mukaveleler akdine veya kanunî tasfiye-i bulunan şehirlere doğru olmak üzere, büyük hesaba tevessül etmesi cakdir (böyle olan esi­ mikyasta esir ihracatı yapılırdı“ . Frenk ve yu­ re, İslâm fakihleriain kullandıkları ıstılâh ile, nan memleketlerinden dahi birçok beyaz esirler m dzün laha denilir ), Şeriat ahkâmına göre, kadın esirler ile sa­ gelirdi. Kezalik Ispanya 'da ve Itatya limanla­ rında, huşusîyie Civiia-vecchia iskelesinde, dahi hipleri arasında nikâha lüzum yoktur, sadece esir ticareti ilerlemişti. Venediklilerin VIII. asır­ istifraş kâfidir. Fakat diğer ahvalde şeriat es irda Roma ’da bir esir pazarları v a rd ı; bu pazar 1er arasında nikâhın meşruiyetini kabul ettiği ancak 748 senesinde papa Zacharias tarafından için, sahiplerinin izni ile (hür veya gayri hür.) kapatılmıştır ( A . von Kremer, göst, ger,, I, iki kadınla nikâh akdedebilir; birçok faldhlerin Ijey le ri ^öyledir, yalnız uıâlikî f akjhle.ripe göre. *34511, 152—153).

İl i

A s ía

esirler dort kadın ile evlenebilir. Evlenen esir­ lad "ini ne satmak ve ne terhin etmek hakkım ler dahi, hür İnsanlar gibi, evleneceği kadına haizdir. Esirlerin sahibi ancak kendi müslüman, mehrini vermekle mükelleftir İd, bunu çalışarak hıristiyan ve musevî esirlerini istifraş edebilir, öder ; -fakat bir cariyeye verilecek mehir, o ca- müşrikler bundan hariçtir. Bundan başka şâfİÎ riyenin sahibine aittir. Zira cariye hiç bir şeye mezhebine göre, bugünkü hıristiyan ve yahuditasarruf edemez. Bir esir zevcesini iki defadan lerin ellerinde bulunan mukaddes kitaplar mufazla boşayamaz; esir karısını birinci defa harrof olduğundan, hıristiyan ve yahndi kadın­ boşadığı vakit, ‘idda (bekleme) müddeti içinde lar dahi istifraşı caiz olmayan müşriklere o kadını tekrar alabilir; fakat onu ikinci mümasil tutulur. Satın alma veya başka bîr defa boşarsa, talâk kat’î olur. Esir veya hür snretle bir cariye edinmiş olan kimse, cariyenin kadınların iddetleri hakkında aynı kaideler câ­ gebe olmadığına emin olmadıkça, onu istifraş ridir ; şu fark ile ki, cariye kocasını ölüm sebe­ edemez; bundan maksat, doğacak çocuğun biyle kaybederse, ancak iki ay beş g-un b ekler; nesebinde şüphe vukuunu Önlemektir. Buna eğer kocasını ölümden gayri bîrr sebeple kay­ arapçada isiihra ( beklemek yahut cariyenin betmiş olursa, bu müddet, üç ¡kar' ( kadınların rahmi boş olup olmadığını araştırmak mâna­ ay başısı) yerine yalnız iki kar olarak, hesap sına ) derler. Şeriat [bu maksatla bir bekleme edilir. mühleti tayin etmiştir. Şayet cariye gebe ise, Evli bir cariyenin çocukları, esir olarak, sa­ sahibi ona, çocuğunu doğurıncaya kadar, yak­ hibine aittir. Bir hür adamın başkasının cari- laşamaz. yesi ile evlenmesi caizdir. Bu işin mahzuru şu­ c. A z a t ( *îtk) v e v e l ( vata) . , dur ki, bu izdivaçtan doğan çocuklar anaları­ îslâmda kul azadı, salih amel ( kurba) ve nın sahibinin malı olurlar. Bundan dolayı fukahanm ekserisi hür bir erkeğin bir cariye ile ahirette ecri mucip bir fiil telâkki edilir. Pey­ evlenmesini, ancak aşağıdaki dört şart İle, ka­ gamberin „bir müslüman esiri azat eden, ce­ bul ederler: i. erkeğin hiç evlenmemiş olm ası; hennem azabından kurtulur" dediği rivayet 2. hür bir kadına verecek mehri olmaması; 3. olunur. Tabiîdir İri, bir kulu yalnız onun meşru şayet evlenmezse, dayanamayarak fıska düşe­ sahibi azat edebilir. Fakat bir kulun müteaddit ceğinden korkm ası; 4. evlenmek istediği cari­ sahipleri olur ve bunlardan biri o kulu azat yenin müslüraan olması { krş. Kuran, IV , 29— ederse, kul tamamiyle hür o lu r; şu kadar ki, 30 ). Yalnız hanefîler bıristiyan ve yahudı bir azat eden kimsenin diğer hissedarlara hisseleri­ cariye ile evlenmeği de tecviz ederler ve 2. ile nin kıymetini ödemesi lâzım dır; aksi takdirde, 3. şartı saymazlar. „Hür erkek ile cariye ara­ kul kısmen hür olur. Böyle bir esire ,,mabactaza, sında evlenme zannedildiğinden daha sık vukua yani hisseli denir. Yukarıda zİkredildiği gibi, amm valad, sahibi öldüğü vakit, hür olur. geliyor" ( M e k k a , ÎI, 136 ). Eğer bir adamın cariyesınden çocuğu olarsa, Kezalik yalcın akrabasından birisi tarafından çocuk, babasının medenî haline tâbi sayıldığı temellük edilen esir de kendiliğinden hür olur. için, hür olur. Bu esası ilk defa hukuka ithal Şâfiî mezhebine göre, bu imtiyazdan istifade eden, İslâm dinidir. Eski araplar p a r t a s s e q u i­ eden esirler yalnız sahiplerinin usûl ve faru l a r v en t r e m ( çocuk batna çeker, yani çocuk 'undan olanlardır. MSlikîler bunlara kız ve er­ annenin medenî vaziyetine tâbidir ) kaidesine kek kardeşleri, hanefîler ise, kendilerine nikâh riayet ederlerdi. Şair 'Antara *nin .vaziyeti buna düşmeyen bütün akrabayı ( za l- mahram ) da . -p bir m isaldir; habeş bir cariyeden olduğu için, ilâve ederler. Eğer bir kimse kendi kuluna „öldüğüm vakit esir id i; babası ona, şecaatine mukâfaten, son­ radan hürriyetini bahşetmişti. İslâmtn bidaye­ sen hürsün“ derse, bu tarzdaki azada tadbir tinde cariyelerin „kendi efendilerini", yani hür denilir. Birçok fatihlerin ( hanefî ve mâlikî ) çocukları, hatta halifeleri doğuracakları düşün­ reylerine göre, tadbir ’den rücu caiz değildir cesi, hakikî arap hislerini rencide etmekte idi ve mudabbflr (;bn suretle azat edilmiş) olân (bk. J . Wcllhausen, E )ie E k e b e i d en a lt e n A ra - kulun m ü lkiy eti'h ırasın a devredilemez. Şâfiîb e r n , N a c h r . d . K g l, G e s e ll. d . W iss. z a G ot- lere göre, kül salebi herhangi bir vasiyet şar­ U n gen , Phil.—hist. Kİ., 1893, s * 44Q> A . von tını değdirebildiği;.gibi, tadbir ’i de feshedebi­ Kremer, g ö s l . y e r ., II, 106 ; G. Jacob, g ö s î . y e r ., lir. Meselâ madabbar ’i satarak, tadbir 'i ilga s. 2 13 ; A ğ a n i, VII, 14 9 ; krş. J. L. Biırcfchardt, etmiş oTtır. Herhalde kul sahibi öldüğü vakit, N p te s o n íh e B s d o ü in s a n d W á h a b y s , London, tadbir ’e bSr vasiyet hükmü nazariyle balal'^ası 18 31, I» 182). Sahibimden bir çocuğu olan ca­ /lâzım geldiğinde reyler müttefiktir. Şayet' mitriye amm v a l a d ( çocuk anası) olur ve bu dŞabbar'in kıymeti mirasın üçte birini geçerşe, cariye sahibinin vefatında hür olur. Bundan kul, yalnız bir hissesi itibariyle, hür oltir; arta dolayıdır ki, o cariyenin sabim 'kendi amm v a - kalan hissesi is$, yine kgl köhr,"'' ‘ ’ '

ABİÛ.

İH

Iarın ekserisinin esirlerine İnsanî muamele ettik­ lerine; şahadet ediyor“ . C. Snöuck Hurgronje ( Über meine Raise nach Mekka, Verhandl. d, Gesellsch. /. Erdk, za Berlin, X IV , 1887, s. 150 v .d .) şöyle diyor: — „avropalılar, islâmda esaret hakkında, Ame­ rika ile şarktaki şartları birbirine karıştırmak­ tan dolayı, hatalı hükümler vermişlerdir. Bun­ dan dolayı ingilizlerin, esir ticaretini men' için, koydukları nizamlar hakkmdaki sitayişler pek yerinde değildir. A frik a kabileleri hayat ve hürriyetin kıymetini anladıkları gün esir tica­ reti nihayet bulacaktır. Bugünkü şartlar içinde onlar için esir olmak bir saadettir. Denemek için, kendilerine benimle birlikte yurtlarına dönmelerini teklif ettiğim esirlerin hemen hep­ si, bu teklifimi, ancak kendilerini tekrar Mek­ ke *ye getirmekliğim şartı ile, kabul ediyorlar­ dı. Bu esirler, umumiyetle, sahiplerinin aileleri içine giriyorlar, birkaç sene hizmetten sonra da, hür insanlar gibi, cemiyet içine kabul edili­ yorlardı ; hattâ bu esaret sayesinde adam sıra­ sına geçtiklerine inanmış bulunuyorlardı . . . Velhasıl vaziyeti yakından gördükten ve me­ seleyi etrafı ile mütalea ettikten sonra, şu ka­ naate vardım ki, esaret aleyhinde yapılan propogandalar hiç de beğenilecek şeyler değil­ dir“ . Krş. bir de Snouck Hurgronje, B ijd r . tat de Taal-, Land- en Volkenk. v, Ned.-Indie, 5. seri, II, 375 v.dd.; J. F. Keane, S ix months in. Mecca, s. 94—100; L. Stross, Sklaverei und Sklavenkandel in Ostafrika und im rothen Meere ( Oesterr, Monatsschr, fu r den Orient, 1886, nr. 12, s. 211 — 2 15 ). Snouck Hurgronje ( Über meine Reise, gösl. y er.) diyor k i:—„bilhassa habeş odalıklar, bir çok sebepten dolayı, mekkeliler nezdinde ken­ d. ŞİM D İKİ MÛSLÛMANLARDA E SA R E T . E SİR L E R E di hür zevcelerinden daha ziyade makbûldür. YAPILAN MUAMELE. Bu vaziyeti şeriat de örf ve âdet de kabul ICur'an ( IV, 40) „Allaha ibadet ediniz ve kul­ etmiştir". Aynı müellife ( Mekka, II, 136 v.dd.). larınıza dahi iyi muamelede bulununuz . . . " diyor. g ö re : — „ bir veya birçok mekkelinin anası s ı - . Bir çok bitaraf şahitlere göre, islâuıda esirler fatı ile, umm valad, her ne kadar ismen hâlâ hukuktan mahrum olmakla beraber, kendilerine cariye ise de, Mekke cemiyetine fi'len hür bir umumiyetle fena muamele edilmez. Krş. E . W. uzuv gibi mensuptur. . , Nazarî bakımdan onun Lane, The tkousand and one nights ( bab I, not çocukları hür analardan doğmuş çocuklarla ta13. On slaves ) : — „Peygamber esirlere iyi mu­ mamiyle müsavidir. F i’liyatta babaların cariyeamele edilmesi hususunda kuvvetle ısrar etmiş den doğmuş çocuklarını, hür zevcelerinden doğ­ ve — esirlere yediğinizi yediriniz, giydiğinizi giy­ muş çocuklarına, tercih ettikleri çok defa gö­ diriniz ve onlara kudretleri fevkında bir şeyi rülmüştür ; umumiyetle denilebilir ki, hâli ve emretmeyiniz — diye buyurmuştu. Bu düsturlara vakti yerinde olan ailelerde iki sınıf anadan, tamamen yahut geniş ölçüde riayet olunmakta­ yani hürler ile cariyelerden, oğullar vardır ve dır. Esir sahibi evlendirmemiş bulunduğu cari- bir yabancı zahirde bunların vaziyetlerinde ve yelerini istifraş edebilir. . . Bu odalıkların çoğu aralarındaki münasebetlerde hiç bir fark göre­ kendi hallerinden memnundurlar . . . Diğer bü­ mez". tün erkek veya kadın esirlere de, umumiyetle, San'at sahibi, işçi ve hizmetçi gibi kullanılan iyi muamele ediliyor . . . İşleri ekseriya h afiftir. . . esirlerin vaziyeti için bk. Mekka, II, 11 v.dd. Şarkta seyahat edenlerin ifadeleri, müslüman- Bu esirlerin umumiyetle hayat şartları ağu?;

Kitaba, kulun kendi nefsini; satın almasıdır ; bu usul eski arap örfünden İslâm şeriatine geçmiştir (krş. yukarıda hikâyesi geçen Cuvayriya misali ve Kur'an XXIV, 3 3 ) . Kitaba, mukaveleye dayanan bir azattır; bu mukavele­ ye göre, esaretten kurtulmak isteyen kul, şâfiilerin kavline göre, sahibine, hiç olmazsa iki veya üç taksitte, hürriyetinin muadil kıymetİDİ ödemelidir. Bu mukavele kul sahibi ( m ukâtib) tarafından feshedilemez. Fakat kul ( mukâtab ), isterse, mukaveleyi feshedebilir. Esir kendi be­ delini vermeği taahhüt ettiği takdirde, efendisi onun mal sahibi olmasına müsaade etmeğe mec­ burdur. Mulcâtab satılamaz ve son taksiti öde­ diği vakit, hürriyetini elde etmiş olur. Hürriyetini elde etmek isteyen bir kula yar­ dım etmek büyük sevaptır. Şâfiîlere göre, kul sahibinin bedel üzerinde tenzilât yapması lâ­ zımdır. Zekâtın bir kısmı da mukâtab 'lere tah­ sis edilmelidir. Bir kul kitâba istediği vakit, rıza göstermek kul sahipleri için sevap tır; fa­ kat, eski fakihlerden bir çoğunun müdafaa et­ tikleri gibi, bu mecburi değildir. Hürriyetten tamamen mahrum olan, ne mu­ kâtab, ne madabbar, ne umm valad ve ne de m uha"ai olmayan kula, kinn derler. Valâ’, 'itk 'm hukukî bir neticesidir. Azat olan köle eski sahibinin m evtasıdır; bu mevlâ şayet vârissiz ölürse, sahibi, o da ölmüşse, onun erkek vârisleri ( ' aşabât) azatlının mirasını alırlar. Filhakika kulu azat edenin vefatı halin­ de, valâ' vârislikten başka bazı haklar daha ik­ tisap eden ' aşabât ’a intikal eder. Bundan do­ layı valâ' sahibi azatlı cariyenin nikâh velisi de olur. Yine böylece azatlıyı öldüren tarafından tediye edilen diyeti de alır v.s.

İslâm Ansiklopedisi

1*4

ÂBİD - ABâ.

değildir; yemekleri boldur. „İŞÇİ köleler, azat edildikten sonra, ücretli olarak, iş a ra rla r: hiz­ metçilik, sakalık v.s. g ib i; çok defa, bilhassa sa­ hipleri evlenmelerine müsaade etmiş ise, velaye­ tin devamını tercih ederler. . . Hizmetçi köleler hemen daima yirmi yaşlarında azat edilirler. Bunun bir sebebi de vazifelerinin onları hür ve cariye kadınlarla her gün temasa getirmesidir. Hâl ve vakti yerinde olan köle sahibi, müm­ kün olduğu takdirde, sadık hizmetkârını ev bark sahibi etmek mecburiyetini hisseder; bir esirin azat edilmesi hadd-i zatında sevaptı bir i; telâkki edilir. Azattan sonra aile bağı da, eskisi gibi, kuvvetli kalır“ . „Azatlılar için hemen her iş ve mevki açıktır, Hür doğmuşlarla müsavi şartlar dahilinde, ha­ yata atılırlar ve neticede, bu mücadele için, diğerlerinden daha az mücehhez olmadıkları görülür ; çünkü en nufuzlu şehirliler, emlâk sahipleri ve tacirler arasında birçok azatlılar bulunmaktadır“ (göst. t/er., II, 13—14). „Velhasıl müslüman esirin vaziyeti avrupalı hizmetçi ve işçininkinden ancak şekilce farklı­ dır" ( g csi. yer., II., 19 ). Mekke ’nin esir pazarı için krş. Mekka, 1!, 15 v.dd.; esirler arasındaki bazı lisan hususiyet­ leri için bk. Snouck Hurgronje, Mekkanishe Sprickıuorter and Redensarien, a. 111 v.dd. ( B ijd r . tot de Taal-, Land- en Volkenk. v. Ned.-Indie, 5. seri, I, 543 v.dd.). J. L. Burckhardc (göet. yer., I, ı8ı — 183, 337) diyor k i : — „çölde bir hayli erkek ve kadın siyahı esir görülür. Kendilerine lûtufla muamele edilir, zira fena muamele kendilerini kaçmağa sevkeder; bir müddet geçtikten sonra, azat olunurlar. Bedevilerin yaşama tarzı, zenci köle­ lerin kendi memleketlerindeki yaşayış tarzlarına çok benzer; bu suretle bu zenci köleler bede­ vilere kolayca bağlanırlar ve nihayet adetâ ka­ bilenin efradından olurlar. Bununla beraber esirler ve onların furu'u, ancak kendi aralarında evlenebilirler. Hiç bir vakit hür bir bedevi bir zenci kadınla evlenmez.“ Krş. bir de C. M. Doughty, Travels in Arabia deserta, I, 553— 5S S ! —„ bu yerlerde zenci kanı bahsine gelince, her kabile ve şehirde kadın ve erkek zenci esir­ ler olduğu gibi, hür zenci ailelerde de va rd ır. . . Arabistan ’da esirlerin vaziyeti daima tahammül edilemeyecek gibi değildir ve kendisi ekseriyet­ le mes’utiur . . . Eğer esirin sahibi Allahtan kor­ karsa, esiri azAt etmek için, uzun senelerin geç­ mesini beklemez ve azat ettiği zaman da, eli boş göndermez. Arabistan yaylalarında — ki, ora­ larda yalnız vakti ve hâli yerinde olanlar esir sahibidir — hayır sahipleri azatlı köle ve cariyeler evlendirir ve kendi mallarından onlara ya deve veya hurma ağacı gibi şeyler verirler . . . Bu

afrilcalıların gönüllerinde, esir edildiklerinden dolayı, hiç bir kin yoktur. Onlar ekseriyetle kendi aralarındaki muharebelerde esir olmuşlar­ dır. Para ile kendilerini satın alanlar onları ken­ di aileleri içine sokmuşlar ve erkekleri sünnet etmişlerdir . . . Allah onlara felâketlerinde lüt­ fetmiştir ; onlar : — „bu Allahın lutfudur“ diye­ bilirler ; çünkü onlar bu sayede hak dinine gir­ mişlerdir. Esirlerin yeni vatanları onlara eski­ sinden daha güzel görünür. Orada onlar Allahın hür kullarıdır, orası onlar için daha yüksek bir medeniyet diyarıdır . . . Bu cihetle, esarete düş­ tüklerinden dolayı, Allaha şükrederler". (T

h

. W . J

u y n b o l l .)

[ Zenci esir ticaretinin eski Osmanlı impara­ torluğu dahilinde dahi, kat'î bir surette, ilgası Abdülmecid zamanında karar altına alınmış ve bu hususta Trabulusgarp, Bagdad ve Basra va­ lileri ile Akdeniz ile Basra körfezindeki osman­ lı donanmaları kumandanlarına kat’î talimat verilmiş olduğu gibi, o vakit Mısır vâlisi bulu­ nan Said Paşa 'ya da, Sudan ve Habeşistan 'dan çıkarılıp Mısır’a getirilen zencilerin satılmasına nihayet verilmesi ve bu ticarete devam eden­ lerin şiddetli bir surette te’dip edilmesi hakkın­ da, eınr-i âli ( bk. Dnstür, IV , 368—370) gön­ derilmiştir.] Â B İ K . [ Bk. ÂBİK.]

 B İ K . A BİK ( A.), kaçak kâhil esir. A B İŞ ( 7 —1287 ), Atabeg Sa‘d b. A bi Bekr 'in kızı, Salğur sülâlesinden bir kadındır. Selçukşah ‘m vefatından sonra (12 6 4 ), Hulagu ta­ rafından Fars eyaletinin idaresi kendisine ve­ rilmiş ve Hulagu ’nun oğlu Mengü Timur ile evlendirilmîştir. Mogullar fi’len memleketi idare ettiklerinden, onun hâkimiyeti kuru bir unvan­ dan ibaret kalmıştır, Tebriz'de 1257 de vefat etmiştir. Onunla birlikte Salğur [ b. bk. ] sülâ­ lesi de münkariz olmuştur.

Bibliyografya-. Mongols, III, 402. A B ÎV A R D . [B k . A B I v A R D İ [ Bk.

D ’Ohsson,

Hist. des

e b îv e r d .] e b îv e r d !.]

A B K A R İ U S . [ Bk. e b k â r îy ü s .] ‘ A B L A . [ Bk. a b l e .] A B L A K . [ Bk. eblaic .] A B L E . ‘A B L A , araplaıda kadın ismi, mal. ‘Antara [ b. bk.] 'nin maşukası. A B N ._ [B k . a b e n .] A B N A ’. [ Bk. EBNÂ.]

A B N f Y A . [ Bk. EBNİYE.] A B R A H A . [ Bk. e e r e h e .] A B R A Ş A H R . [ Bk. e b r e ş e h r .] ‘A B S . [ Bk. a b s .]



A B S . ‘A B S , birçok arap kabilelerinin, şahtsların, bir d a ğ ı n ve aynı zamanda Bani A sad | kabilesi arazisinde bir ı r m a ğ ı n adı.

A 6 s. ‘ b s kökünden, 'Abas, ‘Abasa, 'A bis, (al-) ‘Abbâs ve '(Jbays isimlerinden başka, safa lehç. D 2 JÎ. ID 3J?, palmir lehç. K D 3J?, 'D 3 i? (AßiaOTou Aıjıouoç) ve nabatî lehç. ( Oßaiatpıanı, Opaıaı0oç, O ßaiaato?) kelimeleri de müştaktır. Bunların hepsinin kökü 'abasa „surat asmak“ olsa gerektir. Şu cihete de dikkat edil­ mek lâzımdır ki, 'absan kelimesinin, raculnn 'ad­ lan ’J e olduğu gibi, tesmiye sıfatı veya 'âbisan kelimesinin, şâhibm 'den şahban ’de olduğu gi­ bi, bir ism-i cemi olarak kullanıldığı vâki değil­ dir ( cemi halinde bulunan kabile isimleri kilöb ve anmâr, şahıs isimleri olarak da kullanılır). Zııbyân ve Anmâr 'lar ile birlikte, Ğ a t af â n ’Iar içinde B a ğ i z grubunu teşkil eden ve bizim burada hasseten meşgul olacağımız en maruf 'A b s 'Ie rd e n başka, Asad, Hanifa, Havâzin b. Aslam ( bir Huzâ'a kabilesi), ‘Amr b. Kays 'A ylan ve 'A kk ’ler arasında da aynı ismi taşıyan kabileler muvcuttu. 'A bs kabilesi­ n i n k o l l a r ı halckında bk. Wüstenfeld, Geneal. Tabellen, H. ‘A bsi ’leriıı o t u r d u k l a r ı y e r l e r , Necd ’in en geniş vadisi olan ve garptan şarka uza­ nan Vadi i-Rumma ’nin merkezî kısmı idi. Komşuları şarkta, Vadi 'l-Rumma 'nin aşağı kısmında oturan Asad 'ler ile garpta, Vadi 'l-Rumma 'nin yukarı kısmında sakin Kilâbi 'ler idi. Vadi Şâditf ile Vadi Curayyir'in aşağı kı­ sımları 'A bsi'lerin , yukarı kısımları ise, Asadi 'lerin elinde bulunmakta idi. Hubayb suyunu A şca'i 'ler ile müştereken kullanırlardı. ; 'A bsi ‘Iere ait d a ğ l a r şunlardır: Aban („beyaz *Abân“ ; „kara A ban“ ise, Fazara'lere a it t i— bunların her İlcisi de büyük dağ olup, aralarından Vadi 'l-Rumma geçer ), al-Aym ( ba­ riz bir nirengi noktası teşkil eder), al-An'amân, Kialhâ, al-Kalib, Katan, al-Hayma, Rummân ve­ ya Rummatân (iki tepe), Sabaç (tek başına, masif bir d a ğ ), Tisân ( bariz bir nirengi nok­ tasıd ır), Uşâl ( Medine 'den Basra 'ya giden bü­ yük: yol üzerinde ). — Bundan başka Harrat alN ârile. Harrat Râcil de, ‘A bsi lere aitti. 'A bsi ‘lere ait s u l a r : al-'Akira, Balf'û’ (bulanıkça), Daylam, Zât al-fşad, al-Cadd, Ç afr al-Şahm, Curayyir, al-Gamriya, al-Gubara, Habcarâ, Huşa’, K arvarâ, Hubayb, alLâ’a, Mâvân, Miltaha, al-Mimhâ, Mudarrac, alMulfanna'a, Nazıra, Şarc, al-Sulay', Sâdık, alŞâyyilaı Vabâl, Ztınkub. ‘A bsi "lerin k o l o n i l e r i : Zât al-Havşal, Zât al-'Uşâyıa veya Zât al-‘Uşar ( ta şarkta, Mâviya ‘nin garbında, Basra ’dan Mekke ’ye gi­ den hacc yolu üzerinde; ‘A bsi ’lerin buraya İs­ lâm devrinde yerleşmiş olmaları muhtemeldir), Cilb, Kalba, al-Hayma, Mâvân, Rabada, al-Zuvayya. — 'A bsi ‘lerden bir çoğu, müslümanların

fütuhat harpleri esnasında, aI-Madâ‘in ’e gitmiş­ lerdir. Bunların bir çoğu Madâ’in ’de kaldıkları halde, ekserisi yeni kurulmuş olan Küfa şehrine gidip, orada hususi bir cami ile, kendi adlarına izafetle, bir mahalle tesis ettiler. 'A m r’in ku­ mandası altında Mısır ’ı fetheden kabileler ara­ sında ‘A bsi ’ler de bulunmakta idi. Diğer araplar gibi, 'A bsi ’lerin de Fustât ’ta kendilerine mahsus bir mahalleri vardı; Fustât civarındaki Bilbis te de ‘A bsi lerin bulunduğu söylenir. Mağrib ’de bulunan 'A bsi ’lerin oradaki bir dağa, kendi memleketlerindeki ( yk. bk.) aynı isimde bir dağa izafeten, Katan ( yk. bk.) ismini ver­ dikleri rivayet olunur. T a r i h l e r i hakkında. 'A bs kabilesinin, hiç bir zaman aralarında birleşemeyen, üç Camarat ’tan biri olduğu söylenir. Büyük bir kabile olmamakla beraber, kendilerini saydırmışlardı. Bunların Asad, Badr, Zabba, Cuşam, Fak'as, Gani, Hanzala, Kalb, Sa'd b. Zayd Manât, Sulaym, Tayy ( ‘A n ta ra ’yi öldüren, Tayyi kabile­ sinden biridir), Tamim ve Yarbû' ’larla yaptık­ ları bir çok cenkler zikrolunur. Bu cenklerin bir kısmını, Zâhi 'lerin, m.s. VI. asrın ikinci yarı­ sında ( kardeş kabile olan Zubyân ile ) yaptığı harp teşkil etmektedir. Bir çok safhaları nakle­ dilen bu harp, cahiliyet devrinin pek ziyade malûm olan bir vak’asını teşkil eder. Bu harp bir at yarışı esnasında Zubyâni ‘lerin dürüst hareket etmemelerinden çıkmış, senelerce sü­ rüp, islâmiyetin ilk senelerine kadar devam et­ miş ve her iki tarafta da ağır zayiata sebebi­ yet vermiştir. ‘A bsi ’lerin sayıca üstün olan düşman ittihatlarına karşı yapmış oldukları ve daima aleyhlerine neticelenen bu harpler, kabi­ leyi birçok muhaceretlere mecbur kılmıştır. ‘A bsi ler, daha müşriklik devrinde bile, kendi aralarından, Hfiüd b. al-Sinân namında, bir ehl-i tevhid çıkmış olduğunu iddia ederler. Ba­ zılarının islâmiyeti daha ilk zamanlarda kabul ettikleri rivayet olunursa da, kabilenin umumi­ yetle bu yolu takip etmesi, çok daha sonra vâ­ ki olmuştur. Paygamberin ölümü üzerine, 'A b ­ si ’ler, birçok tereddütlerden sonra, Asadi 'ter­ den yalancı peygamber ve âsî Tulayha ‘ya ilti­ hak etm işler; fakat müslümanlar tarafından arka arkaya mağlûbiyetlere uğratılarak, otlak­ larının mühim bir kısmını kaybetmişlerdir. Mu'âviya zamanında necdlilere mukavemet etmiş­ lerse de, muvaffak olamamışlardır. 'Abd al-Malik (ki, zevcesi Vallâda 'A bsi kabilesinden idi) ile oğulları al-Valid ve Sulaymân zamanında mes’ut ve müreffeh yaşamışlardır. ‘A b s i‘lere daha sonraki zamanlarda da rastlanmaktadır. Geçen asrın ilk yarısında, Yanbu' ’dan şimale doğru üç veya dört günlük yolda, al-Harra ada­ sının karşısındaki Cebel Hassahi mevkiinde,

lié

ÂB s — À c c  d

XVIII. asrın başlangıcında bile, kalabalık bir kabile teşkil eden A b s i ’(erden bir kaç balıkçı ailesine tesadüf edilmekte idi. Bunlar çoban* İlk ve gemicilik ile geçinmekte ve bor görül­ mekte idiler. 'Allan al-Şu'übi A b s i ’lerin magölib 'ini yaz­ m ıştır; fakat eser bize intikal etmemiştir. ( R e c k e n d o r f .)

A B Ş İH İ. [ Bk. EB5İHİ.] A B U . [ Bk. EBÛ.] A B U ^ . . [ Bk. EBO . . . ] A B U A M. [ Bk. e b u â m .] A B U B A C E R . [ B k . İbn t u f a y l .] A B U K ÎR . [ Bk. e b u k Ir .] A B U K L E A . [ Bk. abü t ü h .] A B U M E R O N , Abu Marvân 'dan mubarref. [ Bk. İBN ZUHR.] A B U Ş l R . [ Bk. b ü ş I r ] A B U Ş E H R . [ Bk. ebuşehr .] A B U Ş K A . A BU ŞK A ( „er, zevç, koca, er­ kek" }, adını ilk kelimesinden alan ve Mir 'A li Ş ir Neva? 'nin eserlerindeki kelimeler için tan­ zim olunan, şark türkçesinden osmanlıcaya lü­ gat kitabı. Bu eserin iki farklı tab’ı va rd ır; Mufassalı, Vâmbâry tarafından macarcaya çev­ rilmiş (Budapest, 1862) ve Velyaminov-Zernov tarafından neşredilmiştir ( Petersburg, 1868 ). Yazma nnshalan pek çoktur; krş. Pertsch, Berlin, nr. 85 ). A B V Â * . [ Bk. EBVÂ.] A B V Â B . [ Bk. EBVÂB.] " ‘A C . [ B k . A c . ]

 C - ‘A C ( A.), fildişi ( bağa manasına da ge­ lir ). Eski Mısır ve Bâbil imparatorluklarında pek yaygın olan fildişi Hindistan ’dan, Aden yolu ile, Arabistan ‘a girmiştir. Hadise nazaran, Peygam­ berin fildişinden bir tarağı vardı ve zevcelerin­ den birine de aynı maddeden yapılmış bir bilezik bediye etmişti. Emevî şairi Farazdak; da bir mu­ ganniyeye fildişinden bilezikler taşıtır. Bazı İs­ lâm fakihlerinin fildişini mekruh ilân etmiş olma­ larına rağmen, bn madde arap san’atında daima mütezayrt bir ehemmiyet almış ve şarkî Afrika tiearet şehirlerinde fildişi alım satımı, ehemmi­ yetçe, esir ticaretinden aşağı kalmamıştır. A ba­ noz, kızıl ağaç ile kalay ve fildişi ile güzel mozayık yapılır ( bk. Aeg. Mııs., salon 4, nr. 57—60) ; büyük eb’addaki fildişileri üzerine kabartmalar ve yazılar işlenirdi; sade fildişinden mamul eşya yapıldığı nadirdir. X V . asır müslü­ man kakma işlerinde fildişinin kullanılması cihanşümul bir mahiyet almıştır. B i b l i y o g r a f y a ; Lisân al- A rab, III, 158 v.d.; Jaeob, Altarabisches Beduirtenleben, s. 149; A. von Krtm er, Kultargesch. des Orients anter d. Chalifen, II, 379, 302; Prı’sso d’A vennes; L'a rt arabe, s. 226 v.d. ve

levha 157 ; Herz, C a t a lo g u e d u M u sé e A r a b e , s. 101, 107. (H e ll.) A C A 1. [ Bk. ec e .] A C A L . [ Bk. ECEL.] 'A C A L A . [ Bk. ACELE.] ‘A C A M . [ Bk. ACEM.] . ‘A C A M Ï O Ğ L A N . [ Bk. acem İ oğlan .] ‘A C A R İD A . [ B k ACÂRİDE.] A C Â R İD E . ‘A C A R İD A , ismini ( ‘Abd alKarim } İbn ‘Acarrad [ b. bk.J ’dan alan bir ha­ ricî mezhebi. Al-Şahrastâni ( nşr. Cureton, s. 96 ), Şaltiya, Maymûniya, Hamziya, Halafiya, A trâfiya, Şu’aybiya ve Hâzimiya ’leri, bu mez­ hebin şubeleri olarak, saymaktadır. Evvelce Şa'âliba ‘ 1er de A cârid a ’den addedilmişlerdi. Bunlar, haricî olmayanların çocuklarına karşı, mülayim bir vaziyet alıyorlar ve bir imansızlık veya idamı mucip günahkârlıkları görülmedikçe, kendilerine dostane muamelede bulunmayı tec­ viz ediyorlardı ; işte bu sebeple Şa'âliba '1er ‘Acârida tarafından mezhepten ihraç edildiler. Şurası da muhakkaktır ki, i p t i d a d a 'Acârida, Azraki ’ 1er ile birlikte, haricîler arasında haricî olmayanların çocuklarını cehennemlik sayan ve, büyüyüp de hakikî mü’min oluncaya kadar, on­ ların haricilerce merdud addedilmesini terviç eden müfrit nokta-i nazarın müdafii bulunmakta idiler. Fakat bu, bilumum ‘Acârida ’nin nokta-i nazarı değildir ; nitekim Şaltiya, Maymûniya ve H alafiya daha mülayim düşünmekte idiler. Bu hâl, al-Makrizi { H it a t , II, 355) ile diğerlerinin (krş. Haarbrücker, R e lig io n s p a r t h e ie n a n d P h i ­ lo s o p h e n s c h u le n , II, 406 ) neden dolayı yukarıda adı geçen mezhepleri daha başka bir tasnife tâbi tutmayı tercih ettiklerini izah eder. 'A C C A C . [ Bk. ACCÂC.] A C C Â C . a l -'A C C A C (646—7 15 ) , asıl adı ile A bd A lla h B. Ru’BA, Tamim kabilesi şair­ lerinden, doğm. 25 ( 646 ), ölm. 97 ( 715 ). Ha­ yatı hakkında fazla birşey bilinmiyor; en maruf râciz şair olarak tanınır ve ilkin recez veznin­ de, oldukça uzun kasideler tertip etmiştir. Şiir­ leri, bilhassa medhiye ve tasvirlerden mürek­ keptir ; medhiyeleri, bilhassa A b d a l-A z iz b. Marvân, Bişr b. Marvân, al-Haccâc b. Yusuf, Yazid b. Mu'âviya, Muş'ab b. al-Zubayr, Sulaymâtı b. A b d al-Malik gibi maruf zatlar ile kendi kabilesine dairdir, fahriyeleri de vardır ; tasvirleri ise, hassaten at, deve, yaban eşeği, yabanî boğa ve silâhlar hakkındadır. Oğlu ve şiirde rakibi Ru’ba ile münazara ve münazaa­ ları da şiirlerine girmiştir. ' B i b l i y o g r a f y a ' . Brockelmann, G e s c h . d . a r a b . L it t e r ., I, 60 ; Ahlwardt, S a m m lu n ­ g e n a l t e r a r a b is e h e r D ic h t e r , II; İbn Kotayba, K it â b a l- Ş i' r (nşr. de Goeje ), s. 374—376. (A . HAFFNER.)

ACELE — ACEMİ OĞLAN. A C E L E . ‘A C A L A (A.), araba. D ozy'yo göre ( Supplem ent, bk. mad.), bu kelime, ayuı zamanda, al-dabb al-akbar („büyük ayı “ ) burcunu da ifade eder. A C E M . 'A CA M , ( A . ; ism-i cem i), araba nisbetle „yabancı, gayrı arap“ . Arap olmayan­ ların bu suretle, lâkin daba ziyde a cam ( cem. . a'acim ) şeklinde, anılmasına daha islâmdan ön­ ceki şairlerde de rastgelinir ise de, bu tâbir yal­ nız iranlılara hasredilmemiştir. İslâmdan önceki şiirlerde örf ve âdetlerinin bahsi geçen İranlI­ lar, bu gibi fırsatlarda ekseriya fâ risi diye anılırlar. Daha sonraları 'acam ismi tercihan irânlılar hakkında kullanıldı ve bugün dahi coğ­ rafyada 'acam tabiri İran ’a delâlet eder. Her ne kadar İslâmiyet araplarla arap olmayan­ ları müsavi tutmuş ise de, araplar, acemlere karşı, millî gururlarını islâmiyette de muhafaza etmişler ve Emevîler devrinde idarede de bu ayrılığı açıkça belirtmişlerdir [ bk. MAVLÂ ] ; Abbasîler devrinde yabancı unsurlar daha ser­ bestçe sivrilebiliyordu. G ayrı arap müslüman­ ların, arap unsurların bu hodbin temayüllerine karşı, mücadelesi, edebiyatta da tezahür etmiş­ tir [ bk. ŞU 'U B ÎYA ]. B i b l i y o g r a j y a : Goldziher, Muham. Stud., I, ıo ı— 17 6 ; E. G. Browne, A ; literary history o f Persia, I, 209—270. v

w

( G o l d z Ih e r .)

A C E M İ O Ğ L A N . Osmanlıların Rumeli fü­ tuhatı ile elde edilen esirlerden, evvelâ Pençik kanununa göre ve daha sonra imparatorluğun muayyen mıntakalarında tatbik olunan devşir­ me kanunu mucibince, hıristiyan çocukları ara­ sından toplanarak ordu ve saray hizmetlerine alınanlara acemi oğlanları denirdi. Kapı kulu ocaklarından y e n i ç e r i , c e b e c i , t o p ç u , t o p: a r a b a c ı ocakları, b o s t a n c ı ocağı efradı ve k a p ı k u l u s ü v a r i l e r i , hep biı acemiler ile kul oğlu denilen k a p ı k u l u halkının çocuklarından müteşekkil idi. Acemi teşkilâtı, 1362 ’deki Pençik kanunu mucibince, harpte elde edilen esirlerden beşte -birinin devlet hesabına ordu ve hizmet için alınması suretiyle, meydana gelmiştir. İlk defa alınan esirler, iptida birer akçe yevmiye ile, Çardak ile Gelibolu arasında süvari askeri nakli V için kullanılan at gemilerinde istihdam edilmiş­ lerdi. Sonraları esir miktarı artınca, bunların askerlikte kullanılmaları muvafık görülerek, bazı usûl ve kaideler altında yetiştirilmeleri /düşünülmüştür. Bunun üzerine, esirlerin hem : ’ türkçeyi ve hem de İslâm ve türk âdet ve /usûllerini öğrenmeleri maksadı ile, az bir be­ delle ve muayyen bir zaman için, ilk devir­ lerde yalnız Anadolu'daki türk köylülerine Ve daha sonraları, Rumeli türkleşince, Rumeli

«17

'deki türk çiftçilerinin hizmetlerine verilmeleri kanun olmuştu. Bu esir ve devşirmeler lüzum ve ihtiyaca göre, 5—7 sene türk köylüsüne hiz­ met edip yetiştikten sonra, Anadolu ve Rumeli ağaları vasıtası ile getirtilip, acemi ve bostancı ocaklarına ve içlerinden müstaitleri saray hiz­ metine namzet olmak üzere, Galatasaray!, İbra­ him Paşa sarayı ve Edirne sarayına verilir­ lerdi ; fakat yerleri a c e m i ocağı îdi. Kapı kulu ocaklarına mahreç olan acemi oca­ ğ ı, ihtida Gelibolu ‘da teşkil edilmiş ve istan­ bul 'un fethinden sonra, ayrıca burada da bir ocak kurularak, Gelibolu ocağı, Anadolu sahili ile Gelibolu arasında hizmet edecek acemilere hasredilmiştir. Kapı kulu yaya ocaklarındaki efrat her han­ gi bir sebeple azalınca, yeniçeri ağasının divan-ı hümayuna arzı üzerine, acemi ocağının eski, yani kıdemli efradından lüzumu . kadar acemi, bu ocaklara çıkarılırlar ve buna kapıya çıkma derlerdi. Keza İstanbul ve etrafındaki bostancı ocağı efradından noksan olanlar da, İstanbul bostancı başısının ve Edirne bostancı ocağı noksanları, E d i r n e bostancı başısının arzları üzerine, acemilerden ikmal edi­ lirdi. Bostancı ocakları acemilerinin kıdemlileri, kapıya çıkma zamanlarında, yeniçeri ocağına verilirlerdi. . Saraya girmek üzere ayrılan acemi oğlan­ ları, yukarıda söylendiği gibi, Edirne sarayı, İstanbul 'da Galatasarayı ve at meydanında İbrahim Paşa sarayı dairelerinde tahsil ve ter­ biye görüp, içlerinden kabiliyetlileri Topkapı sarayı ağasının padişaha arzı üzerine, münasip görüldüğü kadar, saray hizmetine geçerler ve iç halkı denilen saray acemilerinin en aşağı koğuşu olan küçük oda ve büyük oda 'ya kayıt olunurlardı. Sonra münhal vuku buldukça, bun­ ların kıdemlileri bir yukarı odaya verilmek suretiyle, silsile yürütülürdü, iç halkı'm u hiz­ met ettikleri odalar, küçük ve büyük oda 'lar­ dan sonra, aşağıdan başlayarak yukarıya doğru, sırası ile şunlardı: seferli, kiler, hazine, has oda koğuşları. Bu dairelerdeki acemilerin mik­ tarı ve hizmetleri muayyendi. H a s o d a d a k i bir müehale h â z i n e d e k i en kıdemli acemi­ lerden biri naklolunur ve h a z i n e ye k i l e r ­ d e n ve k i l e r e s e f e r l i d e n v e s e f e r l i koğuşuna ise, b ü y ü k o d a d a n en kıdemli acemiler geçirilirdi. Saray acemileri padişah cüluslarında büyük çıkma ve münasip zaman­ larda küçük çıkma denilen müsaade ve odala­ rına ve derecelerine göre tayin edilmiş olan yevmiye ile, kapı kulu süvari bölüklerinin yük­ sek derecelerinden olan sipah ve silâhdar bö­ lüklerine çıkarılırlardı. Bölüklere çıkmadan, terfi sureti ile, silâhdar, çuhadar, has oda başı

>>8

ACEMİ OĞLAN - AÇE.

olanlar ve buradan beylerbeyililc ve vezirliğe (ikanlar da vardı. Saray hizmetine namzet ola­ rak, Edirne sarayı, Galatasarayı, İbrahim Paşa sarayındaki acemiler, çılcma 'larda aşağı bölük veyahut bölükât-ı erbaa ismi verilmiş olan sağ ulûfeciler, sol ulûfeciler, sağ garipler, sol ga ­ ripler denilen kapı kulu süvari bölüklerine ih­ raç olunurlardı. Acemi oğlanları içinde bosnalı müslümanlardan Potur oğulları denilen devşirme çocukları, hiçbir yere sevkedilmeden, doğrudan doğruya saray hizmetine alınırlardı. Acemilerin hıristi-' yan çocuklarından devşirilmeleri kanun iken, ıslahatı kabul eden boşnaklar, kendi arzuları ile, evlâtlarının saray acemisi olarak kabulünü rica etmişler ve ahlâkî salâbetlerlne ve sada­ katlerine binaen, arzularına nail olmuşlardı. Yine Bosna 'dan devşirilen hıristiyan çocukla­ rından müstaitleri de, doğruca saray namzedi olarak ayrılırlard ı; Sokullu Mehmed Paşa bun­ lardandır. Saraya alınacak acemiler için, XVIII. asrın ilk yarısına kadar, devşirme kanununun tatbik edildiği görülüyor. Fakat acemi ocağı nizamı bozulmuş, yeniçeri ve diğer ocaklara müslümanlar da alınmağa başlamıştı. Bununla beraber, yeniçeri ocağının ilgasına kadar, İs­ tanbul 'da acemi ocağı ve acemi ağaları mev­ cut idi. İstanbul acemi ocağı acemilen ile bostancı ocakları ve Gelibolu ocağının maaşları, her üç ayda bir defa, kapı kulu ocaklarına maaş dağıtı­ lırken, verilirdi. Saray acemilerinin maaşları ol­ mayıp, senede birkaç defa bahşişleri ve muayyen vakitlerde elbiseleri vardı. B i b l i y o g r a f y a ' . Ahmed Cevad, 7 arih-i 'askeri-i ‘oşmâni, I, 174. ( frans., trc., 1, 2 4 1 ) ; Â şık Paşa, Târih %Neşri, Târih', Veh­ bi, Teşkilât m ecm uası ( Kavânin-i yeniçeriyan ) ; Ali, fCunh a l-A h b â r; Baş vekâlet arşivi, vesik alar; I. H. Uzunçarşılı, Osmanlı imparatorluğu teşkilâtı ( İstanbul ) ; Mustafa, Netâ'ic al-V u k ffât, I, 166, 174, II, 109. ( İSMAİL H a k k i U z u n ç a r ş il l )

A C M İR . [ Bk. e c m İr .] A C N A B İ. [ Bk. e c n e b i .] A C N A D A Y N . [B k . e c n â d e y n .] A C R O m IY A . [ Bk. ECRÜMİYYE.] •A C U Z . [ Bk. a c û z .] A C Û Z . 'A C U Z (a .), „koca karı". A yyâm al'acüz „kock kart günleri", Suriye vesair memle­ ketlerde, kışın son günlerine verilen isimdir. Bunlar 7 d ir: yağmurlu, fırtınalı ve soğuk ola­ rak tanınan şubatın ( şabât) son üç günü ile martın ( azar ) ilk dört günü. Bu günlerden herbirinin hususî bir ismi vardır. Bazan bunların sayısı beş ve isimleri farklı olarak görülür. Akdeniz kıyılarında yaşayan muhtelif milletle­

rin, senenin başka mevsimlerinde bazı günlere de, buna benzer isimler verdikleri vâkidir. B i b l i y o g r a f y a : IÇazvinI ( nşr. Wüstenf.), I, 77 ; diğer menbalar için bk. Lane, Lexicon, I, 1961. A C V A F . [ Bk. ECVEF.] A Ç E . A T J È H,1 S u m a t r a a d a s ı n ı n e n ş i m a l î k ı s ı m ı d ı r . Vaktiyle orada kudretli Açe İslâm devleti büküm sürerdi ; şimdi ise, o diyar Hollanda tâbiiyetindedir. Cenup hududunu „Sumatra’s Westkust" ( Su­ matra garp sahili ) ve „Sumatra's Oostkust" ( Sumatra şark sahili ) idare mıntakaları teşkil eder ; lâkin Açe devletinin toprağı veya, hiç değilse, siyasî idare çevresi, bundan daha ziya­ de cenuba sarkardı. Yalı boyu memleketlerden bir çoğu, hem garpta hem şarkta, Açe hüküm­ ran lığı altına girmişlerdi ; hattâ Battak mmtakalarınm putperest reisleri bile, bu ruhanî rütî. belerini, muteber olması için, A çe prenslerine tasdik ettirirlerdi. B ü y u k - A ç e . Yalnız şimal-i garbîde bu­ lunan saha, Açe hükümdarlarının makam olan Açe şehri ile Açe ırmağı dahil olmak üzere, öteden beri bu devletin asıl ülkesi sayılırdı, Hollandalılar buraya Gross-Atjeh adını taktılar ve merkezine Kuta Raca ( prensin kalesi ) dediler. Bunun şimal-i şarkîsinde bulunan Pulu Wè adasındaki Sabang limanı, ancak bu asrın başında kurulmuştur. Yalı boyu ahalisi ( Baröh ) birkaç cihetten iç yayla halkından (Tunöng) farklıdır. Hükümet merkezine yakın oturan birinciler, âdetleri ve dilleri itibarı ile, daima kibar sayılırlardı. M ü l h a k a t . Garp, şimal ve şark tarafla­ rında bulunan sair araziye mülhakat (depeııdenz) denilmek mutattır. Bunlar arasında en mühim yerler ezcümle şunlardır : garp sahilin­ d e — Mölaböb, Tapa', Tuan ve Singkel ; şimal sahilinde — Sigli, eski Pidië (Pedir) devleti sa­ hasında ; Gigiëng, Mörödu, Samalanga, Pösangan ve Lhö’ Somawé. Şu son andığımız yer ile Cambö A yè ırmağı arasında bulunup, ibn Battüta ‘nin ( nşr. Defrémery ve Sanguinetti, IV, 228 v.dd.) 1345 te ziyaret ettiği Pasè (Pasei ) memleketi o zaman ikbal ve şevket dev­ resini yaşıyordu. Son zamanlarda oralarda ki­ tabeler ihtiva eden bir çok âbideler bulundu (k rş. C. Snoucfc Hurgronje, A rabie en OostIndië, s. 8—10 = L ’Arabie et les Indes N éerlan­ daises, bk. Revue de l'histoire de religions, L V 1I, 63 v.d.). Şark sahilinde : Simpang Ulim ve İdi. Bir kaç yıl önce işlemeğe başlayan bir buharlı tramvay, şark ve şimal kıyılarını Kuta 1 Bu makolode resm î Hollanda imlfisj murtnfaza edil« digi için, t j ^ t y , é *= kapalı o, d = o ç ı k e vc b =* açık ç okunmalıdır, .

AÇE. Raca ‘ya bağlamaktadır. Y e r yer oldukça sıkı bir halk kalabalığına malik bu mülhakatın sa­ hillerinde görülen refah, başlıca biber ziraati yüzündendir. Her yıl bu mahsulden büyük miktarda ihracat yapılır. Ahalinin bir kısmı Büyük-Açe ‘den gelmiş göçebelerdir; komşu memleketlerden gelme birçok malaylar da bu­ ralarda yerleşmiştir. G a y ö v e A l a s memleketleri. Yüksek ve sık ormanlı dağlar, sahil kısmını Gayö toprak­ larından ayırmakta ve bu silsilelerin çapraz kol­ lan memleketi dört yaylaya bölmektedir. En şimalde ( büyük Tatvar gölünü ve Pösangan ırmağının kaynaklarını hâvi ) olan kısım „Urang Laut“ ( göl adam ları) denilen halk ile meskûn­ dur ; bunun cenubuna düşen ovada „Urang Döröt“ ( yer adam ları) oturur. Bunun da eenub-ı şarkîsinde Serböcadi yaylası bulunur ve Pöröla' ırmağı buradaki kaynaklarından çıkıp, şarka doğru akar. Cenupta olan dördüncü yay­ la, garp kıyısında denize dökülen Tripa ırma­ ğının havzası olup, Gayö Luös ( büyük, engin Gayö ) adını taşır. A las arazisi bunun cenbundadır. Birkaç cihetten açelilerden farklı olan bu havali halkı, öteden b e;i onların hâkimiye­ tini kabul etmiş bulunuyorlardı. A çe prensleri tarafından Gayö memleketinin muhtelif kısım­ larına tayin edilen reisler (ki, bunlara „ k e c u r ö n H denilir ) Gayö ‘iar ile açeliler arasında meyancı idiler. Bu k e c u r ö n ‘lardan ikisi ( kendile­ rine has Röcö Buket ve Siah Utama unvanı ile ) Tavvar gölü havzasına bakarlardı; Döröt ve Gayö Luös ‘te de birer k e c u r ö n ( Röcö Linggo veya Pötiambang unvanı ile) bulunurdu. Serböcadi 'nin evvelce ahalisi yoktu; sonradan eşraftan en ileri geleni, k e c u r ö n ( k e c u r ö n a b ö l f ) lâkabını aldı. Alas memleketlerinde de Açe hükümeti iki k e c u r ö n ile temsil edilirdi. Açeliler hakkında tam malûmatı başlıca C. Snouck Hurgronje ‘ye borçluyuz. O vakte kadar bu halkın pek az bilinen İçtimaî, siyasî ve dinî ahvalini 1891/1892 yıllarında, ilk defa olarak, o tetkik etmiştir ( D e A t j e k e r s , Batavia, 1893— 1894 > krş. O'Sullivan 'ntn yeni bir methal ve bazı ilâvelerle yapmış olduğu ingl. trc. T h e A c h e h n e s e , Batavia-Layden, 1906). Sonra da ge­ nci Hurgronje, Gayö memleketini ve bu halkın âdetlerini mufassal surette tarif etmiştir ( H e t G a jjö la n d e n z i j n e b e u ıo n e r s , Batavia, 1903). A h a l î ve d i l . Açelilerin menşeleri hakkın­ da pek az şey biliniyor. Dilleri bakımından malây-polinezya kavimlerindendirler. Fakat esirler de ( ezcümle Nias adasından ) ve başka yaban­ cılar ( Hindistan ‘dan gelen tüccarlar ) açelilerin ırkî terekkübüne,- bir dereceye kadar, müessir olmuşlardır. Açe dilinin birçok lehçeleri vardır ve bunjar da bir talkım mahallî ağızlara ayrılır.

Yazı dili umumiyetle Baröh sahasında söylenilen dile uygundur. Açe edebiyatına dair bk. Snouck Hurgronje, D e A t j e h e r s , II, 67—193 ( T h e A c h e h n e s e , II, 66—189 da biraz daha mufassal­ dır ). Gayö ‘ların lehçesi açelilerinkinden o kadar farklıdır ki, onu müstakil bir dil olarak mütalea etmek lâzım gelir. Malayca, limanlarda bir Icısım halktan gayrı, Açe 'de hemen bilinmez gibidir. A çe'nin ikbal devrinde malayca kitap telif etmiş olanlar, ekseriya yabancı âlimlerdi. Vakıa A çe ‘de öteden beri malayca mektup, resmî vesikalar ve birçok din ilmine müteallik eserler yazılm ıştır; lâkin İlmî tarzda tahsil gör­ memiş açeliler ekseriyetle malayca anlamaz. Daha etraflıca malûmat için bk. C. Snouck Hurgronje, S t a d i e n o v e r A t j e h s c h e k l a n k - en s c h r i f l l e e r ( T i j d s c k r i f t v a n h e t B a t a v ia a s c h G e n o o t s c h a p v a n K u n s te n e n W e te n s c h a p p e n ,

1892, XX X V , 346 —4 4 2 ) ; ayn. mil., A t j e h s c h e T a a ls t u d ie n , g ö s t . y e r ., 1900, X L 1I, 144—262 ; K. F. H. van Langen, H a n d le id in g v o o r d e b e o fe n in g d e r A t j e h s c h e T a a l, Haag, 1889; ayn. mil., W o o r d e n b o e k d e r A t j e h s c h e T a a l, Haag, 1889 ; G. A . J . Hazeu, G a jö s c h - N e d e r la n d s c h W o o r d e n b o e k m et N e d e r l.- G a j ö s c h r e g is t e r , Batavia, 1907. [1930 istatistiğine göre,

A çe ‘nin nüfusu 1.002.900.] K a b i l e l e r ve o y m a k l a r . Halkın dört kabileye ayrılışından bir nişane hâlâ bakidir. Böyle bir soy veya oymaktan — buna açeee ka­ mam (arap. k a v m ) diyorlar— olanlar, kendi­ lerini erkek koldan kan kardeşi bilirler ve hak ( başlıca kan davası ve diyet hususunda) ve vazifece müşterek tutarlar. Bununla beraber bütün kabile efradı memleketin muhtelif tara­ fına dağılmış bulunmaktadır; şöyle ki, ancak aynı oymaktan kalabalıkça bir kütlenin bulun­ duğu yerde, bunlar kendilerine bir baş seçerler ve bu zat âmme menfaatini korur. Daha eski bir devrin izini gösteren bu kavöm ‘lara ayrılış, açeliler arasında gitgide kaybolmaktadır. Buna mukabil Gayö ‘İar hâlâ soy gütmekte olup, re­ islerinin ( röcö ) idaresi altında, topluca ikamet ederler. Röcö '1er arasında münazaa baş gös­ terirse, k e c u r ö n hüküm verir. K ö y i d a r e s i . A ç e ‘de k ö t j h i ' veya t j h i ’ ( yani „ihtiyar“ ), g a m p ö n g ‘un ( yani köyün ) kâhyası, başıdır. Kasabalarda mahallelere g a m ­ p ö n g ( = mal. k a m p o n g ) denilir. İcap ederse, bu kâhya „ihtiyarlar heyeti“ ( yani tecrübe sa­ hibi olanlar) ile müşavere eder. Dinî umura bakmak (msl. cemaate namaz kıldırmak) t ö n g k u 'nun vazifesidir. A çe ‘de bu unvanı alanlar, meslekleri iktizası dinî umurla ilgili olanlar­ dan başka, şeriat ahkâmına bir dereceye ka­ dar vukuf peyda etmiş olanlardır. GampöngTöngku‘iar âlim adamlar değildir; makam ve

120

AÇE.

52— 55 ). Gayö ' 1ar ve Alas 'lılar k e c u r o n ’larına, rütbelerinin alâmeti olarak, usülen bir kalarının yardımına muhtaç, olmaksızın, vazi­ hançer verilirdi. M u k i m-t a k s i m a 1 1 Şafiî mezhebine gö­ felerin: hemen hemen idare edemezler. P r e n s l e r , u l e e b a l a n g ' l a r v e s a­ re, cuma namazının sahih olması için, cemaat g i r e i s l e r i . Tarihî zamanlarda Açe daima 40 m u k im şahıstan az olmamalıdır. M u k im birçok küçük mmtakalara ayrılmıştı ki, reislik­ şer 'î şartlara malik olan ve o mahalde oturan leri irsî idi. U l e e b a la n g ( kumandan ) denilen adamdır. Halbuki ekser g a m p ö n g 'ların nüfusu bu reisleri ise, durmaz dinlenmez, birbiri ile cuma namazının muntazaman edasına muktazi vurüşurlardı. Lâkin hepsi A çe şehrinde ikamet 40 kişi çıkarabilecek adette olmadığından, bir eden prensi hükümdar tanıyıp, ona bi 'at eder­ kaç g a m p ö n g , bulundukları mıntakanın mümkün lerdi. Bunun unvanı malayca resmî vesikalar­ olduğu kadar orta bir yerinde, müştereken bir da s u lta n idi ise de, açeliler ona alelâde r a c a cuma cami 'i bina ederlerdi. Bundan dolayı m u ­ veya p â t ö ( yani „efendimiz“ ) derlerdi. Gerek k i m tabiri (yerli telâffuzu m u k im ), yalnız geçmiş zamanın yerli vesikalarında, gerek av­ A çe 'de değil başka bir kaç malay memleketin­ rupalıların raporlarında anılan A çe hüküm­ de de „ n a h i y e , k a za“ manasına gelir. Her darlarının kudret ve itibarı ve saraylarının u l e e b a l a n g böyle bir kaç m u k im 'e hâkim idi. zenginliği ile şa 'şaası, komşu sahil memleket­ Üç s a g i 'nin adı da bu m u k im 'lerin ilk sayı­ lerden alınan haraç ile A çe hükümet makarrı- larından alınm ıştır; msl 22 m u k im s a g is i ( ce­ nın liman vergileri sayesinde temin edilirdi. nupta ), 25 m u k im s a g i s i ( garpta ), 26 m u k im Cesur A çe gemicileri denize ve limanlara hâ­ s a g i s i ( Büyük-Açe müsellesi mıntakasının şar­ kim id iler; haraç taleplerine karşı komak ce­ kında ) denilirdi. 22 m u k im s a g i s i ' nde ve hele saretini gösterebilecekler pek azdı. Ülkenin iç 26 m u k im s a g i s i ‘n d e , ahalinin çoğalması ile, tarafı prensleri pek alâkadar etmezdi. Hattâ adetleri arttı ise de, eski s a g i adları, değiştirildevletin en şevketli devrinde bile ( X V I. asrın meksizin, muhafaza edildi. ikinci nısfında ve bilhassa XVII. asrın ilk ya­ m u k im 'lerin başı im ö m unvanını taşırdı. Bu rısında ) devletin hâkimiyeti payitahtın civar söz aslında cuma namazına imamet edeni bildirir çevresine münhasır kalırdı. ( arap. im â m ). Lâkin git gide im â m 'ler irsî oldu Daha XVII. asrın sonunda Büyük-Açe prens­ ve dünyevî bir reisliğe tehavvül ederek, cuma leri u l e e b a l a n g 'ların nufuzu altına girmişlerdi. namazında imamet hususî imamlara bırakıldı. Adliye teşkilâtı v e k a n u n l a rU l e e b a l a n g 'ların, her halde menfaatlerini gö­ zetmek maksadı ile, kurmuş oldukları üç bir­ Hâkimîiği umumiyetle reisler yapar ve kararla­ lik—yani s a g i 'ler ( bir müselles şeklinde olan rını, yazılmamış olan a d a t kanununa tevfikan, Büyük-Açe 'nin dılıları )— bugüne kadar devam verirler. Vakıa, rivayete göre Mökuta ‘ Alam ve eder. Her s â g i ’n in bir âmiri ( p a n g l i m a - s a g i ) tanınmış başkaca prensler tarafından neşredil­ vardı ki, bunun otoritesi müşterek menfaatleri miş nizamlar mevcut olup, bunların yalnız adı­ korumaktan ibaretti. (Böyle birlikler mülha­ nı duymuş olan açeliler hukikî mevzuatın katta da vardır ). S a g i ’lerin bu üç reisi tarafın­ orada sıhhatla kayıt ve şerh edilmiş olduğunu dan seçilen sultanın bunlara, muayyen bir mik­ sanırlarsa da, hakikatte bunların muhteviyatı, tar, atiyye vermesi âdetti. Alelusul sultan se­ idare umuruna ait talimat, saray merasimi çimi selefin mensup bulunduğu hanedan sülâ­ ( ezcümle hükümdara u l e e b a la n g 'ların yapacağı lesinden yapılır idi ise de, A çe ’de bulunan ya­ tazim ve bi’a t ), liman vergilerinin tevzii ve ba­ bancılardan, msl. seyyitlerdcn, nadir bile olsa, zı dinî vazifelerin icrası hakkında yazılmış kısa sultan ilân edilen olmuştur. Zaman ile başka emirnamelerden ibarettir. Bu nizamlar, prens­ reisler de bu işe karıştılar. Rivayete göre, bir lerin devlet idaresini merkezleştirmek tecrübe­ zamanlar, zikri geçen üç s a g i reisi dahil ol­ sine giriştikleri, fakat devamlı bir muvaffaki­ mak üzere, on iki reisten ibaret bir nevi in­ yete erişemedikleri sıralarda isdar edilmişti. tihap meclisi kurulduğu da vâki olmuştur. Bunların te ’lifinde sarayda bulunan âlimlerin de Vaziyetin böyle olmasına rağmen, son zama­ tesiri olmuştur. ( Tafsilât için bk. C. Snouck na kadar, gerek büyük-Açe, gerek mülhakat Hurgronje, D e A t j e h e r s , 1, 3— 1 7 ; T h e A c h e h u l e e b a l a n g 'ları, nasblarmı sultana yaptırırlar n e s e , 1,4— 16 ; K. F. H. van Langen, D e in r ic /ıve bunu müeyyit fermanı ( s a r a k a t a ) sultanın t in g v a n h e d A t j e h s c h e s t a a t s b e s t u u r ö n d e r mührü ile tevş:h ettirirlerdi ( bu mühür işi­ b e t s u lt a n â a t , bk. B i j d r a g e n tot d e T a a l- ,la n d nin Hindistan 'dan çıktığına dair bk. G . P. en v o l k e n k . v o n N e d .- I n d ie , 5. seri, III, 381— Rouffaer, B i j d r a g e n t a t d e T a a l - J a n d - e n v o l ­ 471 ). Bundan başka, gerek sultanların, gerek ice n k . v a n N e d .- I n d ie , 7. ser., V, 349—384; krş. p a n g li m a 'ların kadısı ( = k a l i ) v a r d ır fakat Ç. Snouclc Hurgronje, g ö s t . y e r ,, 7. ser, VI, bu şer’î hâkimler adliye işlerine ancak müstcsmesnetleri irsen intikal ettiği için, birçok t ö n g k u 'ların bilgisizliği o derece büyüktür ki, baş­

121

AÇE. n a a h v a l d e k a r ı ş ı r l a r d ı ( m s l. m i r a s t a k s i m i , b a z ı b o ş a n m a l a r d a ,: n i k â h l a r v e d i ğ e r ş e r 'i a h k â m a : te v fik a n

h a l e d ile c e k m e s e le le r ; b ir d e

an cak

re is le rin , o n la r a d a n ış m a k iç in , d a v e t e t tik le r i a h v a l d e ). S u l t a n h â k im i k a l i m a lik ö n a d e ( = k ü i i n ta lik u 'I-'a d il ) u n v a n ın ı t a ş ı r d ı . I r s î o la n bu

m e m u riy e t, z a m a n

ile

b o z u la r a k ,

s u lta n ın

i d a r e s i ç e v r e s i n d e b u lu n a n b i r k a ç g a m p ü n g 'u n d ü n y e v î r e i s l i ğ i n e i s t i h a l e e t t i . D i ğ e r k a l i ’le r in m a n s ıb ı d a

v eraset

u s û lü n e

g ir d iğ in d e n ,

bu

m a k a m a i r s e n g e ç e n l e r a r a s ı n d a i c a p e d e n ş e r 'i m a l û m a t a m a l ik b i r z a t i n b u lu n m a s ı, b i r h ü s n - i t e s a d ü f e s e r i id i . D i n . H in d is ta n ile A ç e a r a s ın d a ö te d e n b e ri t i c a r e t m ü n a s e b e ti m e v c u ttu . B a ş la n g ıç t a A ç e k ü l t ü r ü v e d ili H in d u t e s i r i a l t ı n a g i r d i ; s o n ­ r a İs lâ m

d in i, ih tim a l H in d is ta n t ü c c a r la r ı v a s ı­

t a s ı ile , A ç e k ıy ıla r ın a u la ş tı. İb n B a t t u t a 1345 y ıl ı n d a P a s e y e g e l d iğ i v a k i t , o r a y a m ü s lü m a n ­ l ığ ı g i r m i ş b u ld u ; m e m l e k e t i n p r e n s i k â f i r k o m ­ ş u la r ın a h a rp a ç m ış t ı. A ç e lile r

v a k ı â İs lâ m

ve

s ü n n î d i r l e r ; lâ k i n b u n l a r ın m ü s l ü m a n l ı ğ ı , H o l ­ l a n d a H i n d i s t a m 'm n d i ğ e r m a h a l l e r i n d e o ld u ğ u g i b i , b i r t a k ı m h u s u s i y e t l e r g ö s t e r i r k i, b u n la r d in in

H i n d i s t a n 'd a n

ed er. Bu m eyan d a

b u ra y a g e ç t iğ in e d e lâ le t

r a f z î b i r t a s a v u u f l a ş i 'î l i ğ e

a i t b a z ı h u s u s i y e t le r i n d e a r a l a r ı n d a i n t i ş a r e t m i ş o ld u ğ u n u s ö y l e m e l i y iz . M e s e l â i l k a y ın a d ı A ç e 'd e h â lâ A s a n U s e n ’d i r k i , b u a d ı n , b a ş l ı c a ş i ’î d iy a r la r d a p e r e s tiş e b e n z e r b ir h ü r m e te m a z h a r o la n , ş e h i t H a ş a n v c H u s a y n 'd e n g e l m i ş o ld u ğ u a ş ik â r d ır . G a n im e t s u r e ti ile e le g e ç ir ilm iş b ir b a y r a k t a ' A l i 'n i n k ı l ı c ı z u ’l - f a k a r 'm r e s m i i l e e t r a f ı n d a ş i ' î a k i d e s i n e a i t y a z ı l a r b u l u n m a s ı, b ir

ik i

â li m i ,

a ç e lile r in

k ıs m e n ş i ’î o ld u k la r ı

h a k k ı n d a , b i r z a m a n l a r y a n l ış t e l â k k i y e u ğ r a t ­ m ış t ı ( k r ş . A . W . T . J u y n b o l l , E en A t j i n e e s c h e

v la g m et A r a b is c h e o p s e h r if t e n , b k . T ijd s c h r i f t v a n N ed .-In d ıS , 1 8 7 3 , I I , 3 2 5 v . d d . ; 1 8 7 5 . I I , 4 7 1 — 4 7 6 ; M . J . d e G o e je , A i j e h , b k . D s N e d e r l. S p e c i a t o r , 1 8 7 3 , s - 3 8 8 ). H a y a t t e lâ k k is in d e h in d li ü s ta d la r ın ın m u ra ­ k a b e y e m ü t e m a y il e v s a f ı n a u y a r a k , a ç e l i l e r d e bazı

d in î v a z ife le r i

y e r in e

g e t i r m e k t e ih m a l

ş ö s t e r m e k t e d i r l e r ; h e l e ç o ğ u n a m a z ı ih m a l e d e r -

1e r . B u n a m u k a b il h e r y ıl b i r ç o k a ç e l i h a c c a g id e r .

Bundan

b aşk a

h â lâ

m u h t e lif

y e r le r d e

ş e r i a t u l e m a s ın ın ( m a l a y c a , a r a p ç a , v e y a a ç e c e ) d in k i t a p l a r ı n d a v e r d i k l e r i d e r s l e r i t a k i p e d e n ­ le r v a r d ır ( k r ş . C . S n o u c k

H u r g r o n je ,

E en e

v e r z a m e lin g A r a b ., M a l. e n A t j e h s c h e h a n d s e h r i f t e n e n g e d r u k t e b o e k e n , b k . N o t u le n v a n h e t B a t a v . G e n o o t s c h a p v a n K u n s te n e n W e t e n s e k ., 1901, X XX IX , i l â v e V I I ; a y n . mil., D e A i j e h e r s , II, 1 — 3 3 ; T h e A c h e h n e s e , II, I — 32 ) .

tin şevket ve ikbali devrinde sarayın parlaklığı, Hindistan, Suriye ve M ısır’ dan gelme yabancı âlimlerin (ezcümle meşhur ibn Hacar al-Haytami ’nin bir oğlunun) A ç e 'd e yerleşmesine sebep olduğu çok vâkidir. Bunlar A çe hüküm. . darları için, malay dilinde hâlâ takdir mevzuu olan bir kaç eşer tasnif etmişlerdi. Bu eserler­ den biri, Gucrat 'tan hindli âlim Râniri 1892 de, M ekke’de basılan malayca fıkıh kitabı Ş i r ü t a l - m u s t a k im 'dir. Gene aynı zat 1637 de Sultan tskandar I I . e B ü s tü n a l- S a lü t in unvanlı, ansik­ lopedi tarzındaki eserini ithaf etmiştir ( krş. G . K. Niemann, B lo e m l e z i n g u it M a le i s c h e g e s e h r i f t e n , 2. kısım ). Bunun gibi Sinkel şeh­ rinde ’ Abd alRa’ üf fıkha ait M ir ü t a l- T u llü b adındaki kitabını yazıp, prenses Şafiyat alDiu 'e takdim etmiştir ( 1641— 1675 ). Krş. S. Keyzer, B i j d r a g e n tot d e T a a l - , la n d - e n vol~ k e n k . v a n N e d e r l. İ n d i e , 2. ser., V I I , 223 v.dd.; A . Meursinge, H a n d b o e k v a n h e t M o h a m m . r e g t in d e M a le is c h e t a a l , Amsterdam, 1844. Birçok açeliler Mekke 'de süıınî tarikatlerden birine ( hususiyle k â d i r i g a veyahut n a k ş i b a n d ig a ) girerler ; lâkin bu tarikatlerin A çe 'de haiz oldukları ehemmiyet, Hollanda Hindistam 'nin diğer cihetlerindeki kadar, büyük değildir. Daha evvel A ç e ’ de, umumiyettle Hindistan’ın her tarafına yayılmış bulunan, panteist tasav­ vuf hüküm sürerdi. Bu rafzî mezhebin A çe 'de en maruf mümessilleri sumatralı ( veya Pase 'li ) Şams al-Din ( ölm. 1630 ) ve selefi Hamza Pansüri idi. Bu cereyanın başlıca muarızları R âniri ve 'A bd al-Ra’ üf idi ( krş. H. N . van der Tuuk, B i j d r a g e n t o t d e T a a l - ,l a n d - e n v a l k e n k . v a n N e d e r l. I n d ie 3. ser., I, 464 ). Son zikrettiğimiz

zat muhtelif memleketlerde tahsil görmüştü; ezcümle M edine'de Ahmed Kuşnşi kendisine hocalık etmişti. Mualliminin vefatını müteakip, 1Ğ61 de, ‘A bd al-Ra’ üf yurduna döndü ve burada üstadının daha koyu tasavvufunu ( ş a t t ü r ig a ) memlekete soktu. Krş. D. A . Rinkes, A b d o e r r a o e f v a n S i n g k e l ., Leid. Doktor Diss. 1909; F. Wüstenfeld, D ie Ç u /ite n in S iid - A r a b ie n im X I ( X V I I j J a h r h . , bk. A b h . d e r K g l . G e ­ s e l l. d e r W is s e n s c h . z u G o lt in g e n , J883, X X X , 127— 129. Bu eski rafzî tasavvufun zamanımıza kadar gelen bazı bakiyeleri varsa da, cehalet yüzünden sünnî mezhebinde vukua gelen bu ayrılıklar, İslâmiyet merkezine gidiş gelişlerin artması ile yavaş yavaş ortadan kalkmaktadır ( tafsilât için bk. Snouck Hurgron/e, D e A t j e h e r s , I I , 14 v .d .; T h e A c h e h n e s e , I I , 13 v .d .). E v l i y a y ı t a ’z iz h a l k i t i k a t l e r ı a r a s ı n d a , h â l â m ü h im

y e r t u t a r . Ş ö h r e t b u lm u ş v e l î l e r i n

b ir le r i z iy a r e t e d ilir v e a d a k la r la

E k s e r is i u z a k s e m tle r d e n g e le n t a le b e le r to p lu ­

f a a t i t e m in e d i l m e ğ e ç a l ı ş ı l ı r . E v l i y a n ı n

c a b ir b in a d a ( r a n g k a n g ) is k â n e d ilir, D e v te -

g ö r e n le r in d e n

b ir

k a ç ı,

ka­

b u n l a r ın ş e ­ rağ b et

y a b a n c ı i d i ; n ite k im

AÇE. XXX. Şarîf Sayf al-'Alam ( 1815—1818 ). XXXI. Cavhar al-'Alam II. (18 18 —1824 ). XXXII. Mnhammed Şâh (1824—1838). XXXIII. Manşür Şâh (1838—1870 ). XXXIV. M a h m ü d Şâh (18 7 0 -18 7 4 ). A ç e p r e n s l e r i n i n en e s k i t a r i h i , ancak ana hatlarına münhasır olarak, Malay vak’anüvislerinden ve bazı avrupalı muharrir­ lerle başka bir iki kaynaktan malûm olmak­ tadır. Evvelce Pedir *e tâbi Açe devletini kuran, rivayete göre, 'A li Mugâyat Şâh [ yk. bk., nr. I ] idi. Oğulları, Şalâh al-Din ve bilhassa ‘A lâ ’ al-Dın Ri'âyat Şâh al-î£ahbâr, yeni devletin iti­ barını arttırdılar. A çe devletinin ikbal devri XVII. asrın ilk yarısına, başlıca prens tskandar Muda [ yk. bk., nr. XII ] ’nın zamanına rastgelir ki, vefatından sonra m ö k u t a ' a la m (âlemin tacı) lâkabı ile tekrim edilmiştir. Açelilerin hükümranlık sahası o çağda cenuba doğru bir hayli genişlemişti. Bu tskandar’in koca bir do­ nanma ile Pahang ve Malakka ’ya karşı sefere çıkışı, mühim bir destana mevzu olmuştur. (Bu­ na dair fazla izahat için, bk. Snouck Hurgronje, D e A t j e h e r s , II, 83—92; T h e A c h e h n e s e , II, 80—88). Halefinin vefatından sonra ( yk. bk., tskandar Sâni, nr. X III), XVII. asrın ikinci ya­ rısında, Açe *de dört prenses hükümdarlık etti. Böyle bir prensesler saltanatı, her şeyden önce, u lc c b a la n g ' ların işine yarayarak, bunların ikti­ dar ve itibarını artırdı. Fakat başka birçok kimseler bu gidişi beğenmediklerinden, Mekke­ 'den elde ettikleri bir fetvaya dayanarak, kadın saltanatının şcr’an memnu olduğunu beyan ve ilân ettiler. Bunun üzerine, XIII. asrın başlan­ “ i 6_7 5 ). _ _ _ Nakiyat al-Din Nur al-‘Alam (16 75— gıcında, bir sıra hanedanlık mücadelesi vukua geldi. En yüksek makam, ele geçirmek azmi ile 1678 ). ‘Inâyat Şâh (1678—1688 ). "t; çekişen bu prenslerin bir kaçı, A çe de doğmuş seyyıtler ( Husayn ah fadı) idi. Bunlar arasın­ Kamâlat Şâh (1688—1699 ). Badr ai-'Alam Şarif Haşini Camâl da en tanınmış olanı Camâl ’dir, [ yk. bk., nr. al-Din ( 1699—1702 ). X X ] ; 1726 yılında tahtan indirildikten sonra, Perkara 'Alam Ş arif Lamtuy (1702/ yerine geçen sultanlarla hayli bir müddet mü­ cadele ve müdafaada bulundu. Bu meyanda BuI 7°3 )• _ Camâl al-'Alam Badr al-Munir ( 1703 ginli Ahmed 'e karşı ( ki, A çe 'nin son hüküm­ —1726). _ _ dar sülâlesinin müessisidir [ yk. bk., nr. XXIII ] ) Cavhar al-'Alam Amin al-Din (b ir harp ettiği' gibi, onun oğlu Çuhan [ yk. bk., nr. kaç gün )._ XXIV ] ile de çarpıştı. Camâl ile Çuhan arasın­ Şama al-'Alam ( bir kaç gün ). daki savaş ve Camâl ‘in ölümü, açelilerin ikin­ ‘A la ’ al-Din Ahmed Şâh ( 1727— ci bir destanına mevzu olmuştur (krş. Snouck Hurgronje, D e A t j e h e r s , II, 92—100; T h e 1735 )_ 'A Iâ‘ al-Din Çuhan (17 3 5 —1760). A c h e h n e s e , II, 88 —100 ). Sarayın serveti ve iti­ Mahmüd Şâh (176 0—1781). barı azalarak, gittikçe ehemmiyetten düşmüş Badr al-Din (17 6 4 /17 6 5)]. olmasına rağmen, son zamana kadar açeliler Sulaymân Şâh ( 1 7 7 3 ) ] . hükümdarlarına karşı yine büyük bir hürmet 'A la ’ al-Din Muhammed (178 1—1795). beslerler ve bunları şerefli bir mazinin mümes­ ‘A lâ ’ al-Din Cavhar al-'Alam (179 5— sili tanırlardı. 1815; 1802 yılına kadar vesâyet al­ A ç e n i n i s t i l â s ı . A ç e lile r in k o r s a n lığ ı tında). i le e s i r t i c a r e t i v e k o m ş u ü l k e l e r e y a p t ı k l a r ı

1782 yılında ölen arap Töngku Ancöng ve türk veya suriyeli „Gampöng Bitay velîsi“ bunlar­ dandır. Rivayete göre, bu zat X V L asırda Açe ’ye gelmiştir. Yukarda adı geçen ‘Abd al-Ra’üf dabi velilikle vasıflanarak, öylece hürmet ve ta'zime mazhar olm aktadır; hattâ yurttaşları­ nın rafız ve günahkârlığına karşı şiddetli dav­ ranışından dolayı, daha sonraki nesillerce, islâmiyeti A çe*ye getirip yayanın o olduğu sanılmıştr. Vefatından sonra velîler arasına konul­ muş ve mezarı Açe ırmağının ağzında ( kuala ) bulunduğu için, töngku di kuala lâkabı ile ta’ziz ve tekrim edilmiştir. A çe p re n sl e ri . I . 'A li Mugâyat Şah ( ± 1 5 1 4 — ± 15 2 8 ). II. Salâh al-Din (1528 —1537). III. 'A la ’ al-Din al-Kahhâr (15 3 7 —1568). IV. Husayn (1568— 157 5). V . Sultan Muda ( çocukken, ancak bir kaç gün saltanat sürmüştür). VI. Sultan Sri 'Alam (1575/1576). VII. Zayn al-'Âbidin (1576/1577). VIII. ‘A la’ al-Din ( Perak 'tan ) = Manşür Şah ( 1577— ± 15 8 6 ) . [IX. Sultan Buyung ( ± 1 5 8 9 ) ]• X. ‘A la’ al-Din Ri'âyat Şâh (1586 [89] —1604). XI. 'A li R i'âyat Şâh (1604— 1607). XII. İskandar Muda = Mökuta ‘Alam ( 1607 —1636). ^ XIII. tskandar Şani ( 1636—1641). XIV. Şafiyat al-Din Tâc al-'Alam ( XII. ’nin kızı olup, XIII. ’den dul kalmış, 1641 XV. XVL XVII. XVIII. XIX. XX. XXI. XXII. XXIII. XX IV . XXV. [XX VI. [XXVII. XXVIII. XXIX.

A Ç E — ÂD. baskınlar daimî bir tehlike teşkil ediyordu. Bi­ ber ticareti işin Açe sahillerine varan tüccar daima soyulmak ve öldürülmek tehlikesine ma­ ruz idiler. Hollanda hükümeti başlangıçta bu belâya çare bulmak iktidarında d e lild i; çünkü 1824. te Ingiltere ’ye karşı, Sumatra adasında işgal ettiği sahayı şimale doğru genişletmemek taahhüdü altına girmişti (18 7 1) . Fakat bu ka­ yıt, 1873 te yeniden yapılan muahede ile, orta­ dan kalkınca, Hollanda askerleri Açe merkezi ite civarını ve mülhakattaki bir kaç limanı ele geçirdiler. Son hükümdar payitahtından kaçtı ve az sonra öldü (1874 ). Gerçi iç memleket ahalisinin Hollanda hükümetine gitgide dahalet etmesi beklendi ise de, bu ümit tahakkuk et­ medi. Bilâkis kuruluşunda başlıca yerli şeriat ulemasının rol oynadıkları, kuvvetli ve sona kadar harp tarafdan, bir asker partisi meyda­ na çıktı. Ulema takımı A çe ’de ötedenberi ol­ dukça büyük bir itibarı haizdi; fakat bu siyasî vaziyet,: nüfuzlarını pek ziyade arttırdı. Memle­ keti dolaşarak, cihat ilân edip durdular. Harp masrafları da halkın verdiği zekâtlar ile temin edildi; ötedenberi idarelerine alışılmış yerli reisler, sahne gerisine bırakıldı. Bazı politika sergüzeştçileri ( ezcümle maruf Töngku ‘Umar) bu: ahvâli fırsat bilerek, makam ve iktidar hırsı ile harekete geçtiler. Buna mukabil, 1878 yılın­ da, 6 yaşında sultan ilân edilmiş olan ve saray erkânı ve maiyeti ile birlikte vaktini Kömala ( Pidie ) ’da geçiren Muhammed Dâvûd'un filiyatta hiç bir siyasî nuftızu olmamıştı. 1877—1881 yılları içinde Büyük Açe istilâ ve zaptedildikten sonra, Hollanda askerleri 1884 te Kuta Raca etrfmda tahşid edildi. Ancak 1896 dan sonradır ki, başlıca Büyük-Açe ’de şiddetli bir taarruza girişildi; 1898 de bu hareket mülha­ kata ve daha sonraları Gayö ve. A las mıntakalarına da yayıldı. Bu hareketler istenilen neti­ ceyi verdi: Hollanda ’nın hâkimiyeti yavaş ya­ vaş ülkenin her yerinde, gerek uleebalang ’lar gerek başka reisler tarafından, kabul edildi. 1903 te sultan Muhammed Dâvüd da inkiyat etti ise de, saltanatı Hollanda tarafından tasdik edilmedi. Açe ile Gayö ve Alas mıntakalarının inkiyadı bir kaç yıldanberi filen tahakkuk etmiş bulunuyor. Muhtelif memleketlerle mıntakalar vaktâ eski yerli reislerce idare ediliyorsa da, bunlar Hollanda memurlarının mürakebesine tâbidir. Bu geniş ülkenin bir çok yerlerinde çete çarpışmaları eksik olmadığından, Hollanda hükümeti burada kuvvetli garnizonlar bulun­ durmağa mecbur kalmıştır. Bu garnizonların vazifesi, gerek serkeş yerliler, gerek eşkiya takımının takip ve tenkili ile uğraşmaktır. B i b l i y o g r a f y a ' . Metinde zikredilen «serlerden başka, bk. P. J . Veth, Atçhin en

123

zi¡ne betrekkingen iot Nederland ( Leyden, 1873 ) i J- A- Kruyt, A tje h en de A tjehers. Twee jaren blokkade op Sam a İra'e N.-O .Kust (Leyden, 1 8 7 7 ) ; Mededeelingen bet­ reffende de A tjehsche onderhoorigheden ( B ijdragen (ot de Taal-, land- en volkenkunde van Neder.-Indie, 7. ser., IX, 138 —1 7 1 ) ; J . C. J . Kempees, De toekt van overste van Daalen door de G ayo-, A las- en Bataklanden ( Amsterdam, 1904 ) ; C. Snouck Hurgronje, Een Mekkaansch gezantsehap naar A tjeh in 1683 ( B ijdragen tot de Ta­ al-, land- en volkenkande van Nederl.Indie, 5. ser-, III, 545—5 5 4 ); Rn. Hoesein Djajadiningrat, Critisch overzicht van de in Maleische werken vervatte gegevens over de geschiedenis van het sultanaat van A tjeh (göst. yer.). (T h . W. JüYNBOLL.) ‘A D . [ Bk. Ad.] Â D . ‘ AD, Kur’an ‘da enbiya kıssalarında sık sık adı geçen kadîm bir kavim olup, hakkındaki tarihî malûmat dağınık bir haldedir. Nuh dev­ rinden sonra yaşayan bu kudretli kavim, servet ve refahı dolayısı ile, kibir ve gurura kapıl­ mıştır ( Kur’an, VII, 67 ; XLI, 14 ). ‘Ad kavminin büyük binalarından Kur’an ‘da ( X X V I, 128 v.d. ) da bahsedilmektedir ; krş. LXXXIX, 5 v.d., „alam tara kayfa fa ala rabbaka bi 'ad, İrama zat al- imâd“ tabirinde İram, kabileyi veya bir yeri gösterse gerektir. X LV I, 2 0 'ye göre, bu kavim a l-a h k âf ( „kıım tepeleri" ) ’ta otururlardı. Kendilerine Peygamber olarak gön­ derilen „kardeş" ’leri Hüd ’a, tamamiyle mekkelilerin Peygambere yaptıkları şekilde, mua­ mele etmişler ve bu hallerinin neticesi olarak, Hüd ile imana gelen bir kaç kişiden maadası, şedit bir fırtına ile yurtlarından sürülüp çıka­ rılmışlardır ( VII. 70 ; XI, 6 1; X L 1, 15 ; LIV , 19 ; LXIX, 6 ). Nihayet XI, 54 te, onları kasıp kavuran bir kuraklıktan bahsedilmektedir. İşte Kur’an ’daki bu sözler sayesindedir ki, bilâhare enbiya kıssalarında ‘Ad kavminin ahvâli top­ lu bir surette nakledilmiştir. K ur’an ’daki bu malûmatın başka yerde bulunup bulunmadı­ ğı malûm değildir. Cahiliyet devri şairleri ‘Ad ‘1, mahvolmuş eski bir kavim diye, tanı­ yorlardı ( msl. Tarafa, I, s ; M afazzalıyöt, 8, 40 ; tbu Hiçâın, nşr. Wüstenf., I, 4 6 8 , a ; krş. Zuhayr, 2 0 , 12 ve bk. mad. LOKMAN ) , min 'ahd 'â d „‘Ad devrinden beri" tabiri, o zamandan kalmıştır ( Mamâsa, nşr. Freytag, I, 19 5,1 ; 3 4 1,3 ). Hu2ayli Divanı nda ( 8 0 , o) ‘Ad hü­ kümdarlarından ve Nâbiğa ’da ( 2 5 , 1 ) bu kav. min basiretinden bahsediliyor. ‘Ad kavm inden olan Ahmar ‘in Zuhayr tarafından zikredilmesi ( M u allaka, V , 3 2 , Hozayli D iv â n ı, s. 31, 1 ) şayan-ı dikkattir; çünkü bu husustaki İslâm

T24

ÂD -

menkıbesi ( l£udâr ) ai-Ahmar ‘i Şamüdi 'Ierle [ b. bk.j münasebet halinde gösteriyor, ‘Ad isimli bir kavmin gerçekten yaşayıp yaşamadığı ve nerede oturduğu meselesi halledilmemiştir, Araplar ‘A d kavmine dair şecereler vücuda ge­ tirmişler ve diğer cihetten bu kavmin, ‘Omân ile Hazramavt arasındaki, barınılmaz büyük kum çöllerinde yaşamış olduğunu kabul etmişler ise de, ne şecerelerin, ne de bu kanaatin bir kıy­ meti vardır. A raplar ve zamanımızın bir çok âlimleri tarafından - kabul edilmiş olan İram [ b. bk.] ile aram ’ın aynı mefhuma delâlet et. mesi keyfiyeti, asla k a tf değildir. Bu âlimler­ den Loth, ‘A d 'ı maruf tyâd kabilesi ile bir tutmuştur; buna mukabil Sprenger ise, ‘Ad kavmi ile, Batlamyos 'e göre, Arabistan 'ın şimal-i garbisinde yaşamış olan Oadi ' 1er ara­ sında bir münasebet görmektedir. Bu keyfiyet Hismâ 'daki İram kuyusunu ( Hamdâni, s. 126 ; Sprenger, Die altc Geogr. Arabiens, § 207) hatıra getiriyor. Wellhausen, min 'ahd ‘öd yerine min a l- â d sözünün de kullanıldığını öne sürerek, buradaki 'âd kelimesinin aslında bir cins ismi ( „eski zaman“ ; sıfat olarak 'âdi = „çok eski“ ) olduğun ve bu efsanevî kavmin mevcudiyeti hakkındaki fikrin bir yanlış anla­ madan neş'et ettiğini farZediyor. B i b l i y o g r a f y a : fa b a r ı, I, 231 v.dd.; Hamdâni, cazira a l-a ra b , s. 80; Sprenger, Das Leben and die Lehre des Mahammad, I, 505—5 18 ; ayn. mil., Die alte Geogr. A rabi­ ens, § 199 ; Caussın de Perceval, Etsai sur Vhistoire de* Arabes avant Vislamisme, I, 259; Blochet, L e culie d ' Aphrodite-Anahita chez les Arabes da Paganisme, 1902, s. 27 v.dd.; Loth, Zeiischr. d. Deutsch. Morgerd. Gesellsch., X X X V , 622 v.dd.; Wellhausen, Götting. Gelchrten Anzeigen, 1902, s. 596. _ (F . B uhl .) ‘A D A . [B k . â d e t ] ‘Â D A . [B k . ADAT HUKUKU.] A D A ( t .), coğrafî isimlerde sık sık kulla­ nılır ; msl. Adakate [ b. bk.], Adaköy, Adaova, Adapazar, Adalar denizi (E ge denizi), A D A ’ . [ Bk. EDÂ.] A D A B . [ Bk. EDEB.] A D A D . [ Bk. ADED.] A D A K A L E (A d a lyal'a), Tuna nehrinin, macar ovalarından çıktıktan sonra, Transitvanya Alpleri ile Balkan dağlarını bağlayan Badat dağları arasında açtığı meşhur Demirkapı boğa­ zının 4 km. gerisinde, Tuna ’nın bugün de türk­ lerle meskûn bir adası. Nehrin ormanlarla kaplı dik yamaçları arasında, sol kıyıya daha yakın ve bu kıyıdaki Orşova şehrinin aşağısında bu­ lunan 1500 metre uzunluğunda ve ancak 2 hektar mesahaya malik bir ada olup, nehir sevi­

ADAL* yesinden az yüksektir. Üzerinde sık ağaçlıklar içinde yarı kaybolmuş, ekserisi tek katlı kârgir evler ile türk cemaatine mahsus bir mektep ve cami vardır. XV. asrın ilk yıllarında Tuna kıyılarına va­ ran tüıkler, bir müddet sonra adayı iskân ederek, müteakip asırlarda çok defa avusturyaIıların hücumuna dayanmış bulunan bir kale ile, burayı tahkim etmişlerdi. 1830 senesinde S ır­ bistan ‘a muhtariyet verilmesi ve 1867 tarihinde türk garnizonlarının sırp kalelerinden kat'î ola­ rak çekilmesi üzerine, türk toprakları ile muva­ salası kesilmiş bulunmasına rağmen, Adakale fi'len osmanlı hâkimiyeti altında kaldı. 1878 de, Ayastafanos muahedesi ile, tahliyesi kararlaştı­ rılmıştı ; fakat Avusturya-Macaristan impara­ torluğu ile Romanya ve Sırbistan kıratlıkları hudutlarının düğüm noktasında bulunan adanın mukadderatı, Berlin muahedesi müzakereleri sırasında unutulmuş olduğundan, burası daha bir müddet osmanlı hâkimiyeti altında kalmıştır. Bununla beraber Demirkapı boğazında Tuna mecrasının ıslahı sırasında, Avusturya-Maca­ ristan devleti burada fi'lî hâkimiyet tesis etmek, hattâ 1896 da ıslah işleri sona erip, ilk Tuna vapuru boğazdan geçtiği sırada, adaya A vus­ turya bayrağı çekmek istenmişti. Fakat Osmanlı devleti Adakale üzerindeki hükümranlık hakkın­ dan feragat etmediği için, buraya nahiye mü­ dürü ve hâlâm gönderir, sâlnâmelerinde adayı diğer türk toprakları arasında kaydederdi. 19x4 harbinden sonra, Trianon muahedesi (4 haziran 1920 ) ile, Adakale Avusturya-Macaristan 'dan Romanya 'ya geçmiş sayıldı ise de, Türkiye devleti bu vaziyeti kabul etmediğinden, adanın Romanya 'ya aidiyeti ancak 1923 senesinde, Lo­ zan muahedesi müzakereleri sırasında, kat'îleşmiştir. Adakalenin nüfusu, hepsi de türk ol­ mak üzere, 150 kadar aileden mürekkep 700 ki şiyi bulur. Bunlar, orada tütün ekmek, Tuna nehrinde kayıkçılık ve vapurlarda kahvecilik yapmak, adayı ziyaret edenlere türk tütünü ve hatıra nev'inden öteberi satmak ile geçinirler. İçlerinde, hayatlarını kazanmak için, evvelce Avusturya-Macaristan, şimdi b e Romanya şe­ hirlerine giderek, para kazandıktan sonra adaya dönenler de olur. B i b l i y o g r a f y a ' . L Kunos, Ungar. Revue, XIV, 88—101» 423—433 i ayn. mil., Tûrkische Volkeliieratur aus A dakale. (B

e s Im

D

arkot

.)

A D A L , müslümanlar ile habeş hırbtiyanları arasındaki muharebelerde mühim bir rol oyna­ mış olan A frika'nın şimal-i şarkîsindeki müs­ lüman devletlerden birL Malfrızi ( Kitâb a l-tlmâm bi A h bâr man bt A r i al-Idabaşa min M a­ lak al-îslâm , Kahire, 1895, s. 6 ), Habeşistan ’ın

ÀDAL - ADAMAVÀ. A D A M . [ Bk. ÂDEM.] cenup ve şarkında mamâlik bilâd Zayla' ismi A D A M A U A . [ Bk. a d a m a v a .] altında, şu yedi miisliiman devletini zikreder : Ufât, Davârö, Arayabni, ( Arabayni, Arababni ) A D A M A V A , merkezî Sudan ’ da bir mıntaka Hadyâ, Şarhâ, Bati, Dara. Habeş vak 'anüvis- olup, şimalde Bornu, şarkta Bagirmi, cenupta 1er!, bunlarla aynı derecede olan diğer birçok Kamerun, garpta Nigeria ile çevrilmiştir. Siya­ devletlerden ve bu meyanda Adal 'dan bahse­ sî bakımdan Adam ava, takriben, Y ola sultanlı­ derler. A dal ( 'A dal ) bu devletlerin şarkında, ğı ile buna bağlı olan devletlerin arazisine te­ (akat çok uzakta bulunmakta ve takriben bu* kabül eder. Bu mıntaka, 4° 13 ' ve 10 ° 15' şimal günkü „fransız Som alişi" denilen havaliyi işgal arzları ile 8° ve 13° 20' şark tülleri arasında etmekte idi. Ahalisi kısmen Somali, kısmen bulunur. Mesaha-i sathiyesi 230.000 murabba 'A fa r ( Dana kil ) dir. Bu devletten ilk defa, H a­ km. olarak hesaplanmıştır; nüfusu tahminen 4 beşistan kıralı'A m d a Şeyon ( 1 3 1 4 —1344 ) 'un milyona baliğ olur ( murabba km. başına 8 kişi müslümanlara karşı yaptığı muharebeler müna­ düşer). Belli başlı şehirleri : Yola ( 20.000 nü­ sebeti ile, bahsedilmektedir. 'Am da Şeyon 'un fus ), Garua, Banyo, Tibati ye Ngaumdere Zayla' üzerine yürüyüşünde ( 1332 ), yolunu kes­ ( 30.000 nüfus ) ’dır, [ 1926 istatistiğine göre, meğe çatışan Adal hükümdarı, merkezi olan bütün A d am ava’ nın nüfusu 115.039.] Talag şehri civarında, mağlup olmuş ve öldü­ Adamaua ismi tamamiyle muayyen bir coğ­ rülmüştü. Zar’a Ya'eköb ( 1434— 1468 ) ve Ba'e- rafî vahdeti ifade etm ez; belki birbirlerinden da Maryam ( 1468— 1478 ) adındaki hükümdar­ mevki, avârız ve mahsulleri itibarı ile ayrılan lar zamanında, Habeşiştan ile A dal arasında bir takım memleketlerin hepsine verilmiş bir da, müzakere yapıldı. O vakit kâh bir tarafın isimdir. Adamava ’ nın cenup kısmı bir yaylayı kâh öbür tarafın muvaffakiyeti ite neticelenen ihtiva eder ki, bu yayla Niger ve Ç at havzamuhtelif muharebeler de oldu. A dal birçok Iarını Kongo havzasından ayırır ve oradan çı­ defalar Habeşistan'ın garp müntehasında yaşa­ kan sular Sanga nehri ite Atlantik okyanusuna yan müslümanlara melce’ olmuş ise de, her de­ ve Sanaga ırmağı ile de, Kongo nehrine karışır. fasında habeşliler bunları bu memleketin dahi- Bu yayla hatt-ı üstüva Afrikası ’ na, orta ve (inde de takip etmişlerdir. Müslüman müellifle­ şimal kısmı ise, bilâkis, merkezî Sudan’a aittir. ri ( Mııkrizi ve Şihâb al-Din, FutSh al-H aba- Sular burada ya Çat gölüne yahut da Niger ’in şa ) A d a l’1 zikretmezler— ‘ A dal al-Umarâ.’ bir kolu olup, memleketi garptan şarka doğru ( Makrizi, glist. yer., s. 2 ) tabirini kullanmakla, kateden Benue ’ye akar. Hemen her gün yağan yalnız bu havalide bulunan Zayla' sultanlığın yağmurları ve nisbeten muttarit olan suhûneti dan bahsederler. Bundan başka, A dal hükümda­ ile, cenup kısmının iklimi, Kongo mıntakası ik­ rı Mehmed b. A rvë Badlay ( Perruchon, Cliro­ limine benzer; orta ve şimal kısımlarında ise, niques de Z ar'a Y d cqôb et de Ba’eda M âr- birbirlerinden sarahaten ayrılan ve büyük suyâm, s. 13 1 ), Zayla' sultanları hanedanına men- hûnet farkları arzeden iki muhtelif mevsim var­ snptu ve meşhur Sa'd al-Din 'in torunu idi. dır. Galeri şeklindeki ormanlar içerisinden, Bu sebeple memleket ve hanedan, büyük ba­ büyük ağaçlardan, hemen tamamiyle, mahrum basının adı ile anılmıştır ( B a rr S a 'd al-D in ). olan, otlu ve vâsî savanlara geçilir. Zeminin Sa'd al-Din 1400 senelerinde yaşadı ; 1402/1403 arızalan manzaraclak. tenevvüü arttırır. Kame­ te Habeşistan kıralı David I. ( 1382— 1 41 1 ) ’e run’ dan Bornu’ ya kadar oldukça dar ( 7—8 karşı yapılan muharebede öldü. „A d a l“ ve km.) bir dağ silsilesi, 1300— 1400 metreyi aş­ : „Zayla' ülkesi" ekseriya aynı mânaya gelir ve mayan tepeler ile A d am ava’yı çaprazlama katarihleri birbirine sıkı sıkıya merbuttur. [ krş. teder < A lantika dağ kütlesinin Çebçi dağları ZAYLA']. XVI, asır vekayii için krş. Harar Benue’nin cenubunda; Mandara dağları ise, imamı ( Grân ) AHMED B. İBRÂhIm AL-ÔA7.I. aynı nehrin şim alindedir). Asıl merkezî dağ Bu havalinin daha sonraki tarihinde müslü­ silsilesinden derin uçurumlu dağ kolları ayrılır man Somali ' 1er ile 'A far ' 1er arasındaki harp­ ki, bunlar, Benue ’ nin muhtelif vadilerini bir­ ler, 1540 senesini müteakip, hıristiyan habeşlerle birinden ayırarak, ova halkı tarafından kovu­ durmadan çarpışan G alla’ların mücadelesi önün­ lan ahaliye melce teşkil ederler. Şurada bura­ de, ehemmiyetten düşer ; bununla beraber ve- da da bazı münferit dağ kütleleri vard ır: Be kayinamelerde XIX. asırda bile, İngiltere, Fran­ n u c’ nin cenubunda Sari ve şimalinde Mcndif. sa ve İtalya Habeş sahillerini zaptetmeden ön­ A d a m a v a ’ n ın a h a l i s i s o n d e r e c e k a r ı ş ı k t ı r . B u ce, Adal ismine ara sıra rastgelinir. Şoa kıratı m ın t a k a m n y e r l is i ( D e k k a , D ı ı ı r u , M b u m ) o la n SShla-Seilâsê „A dal kıralı" adını da taşırdı. v e z e n c i g r u p u n a d a h i l b u lu n a n ı r k l a r i l e h i r l i k . :. ” : (Littm ann. ) te , y a ç ö l k a b ile le r i tip in e y a k la ş a n y a h u t d a bu A D A L Y A . [B k . a n t a l y a . j m u h t e lif ı r k l a r ı n y e k d i ğ e r i i l e i h t i l â t ı n d a n m e y ­ 'A D A M . [B k . ad em .] d a n a g e l e n ı r k l a r v a r d ı r . A d a m a v a ’d a Haussa,

ÂDAM ÂVÂ. Kanuri ve Fulbe ’lere rastgelinir. Adamava ’ya islâmiyeti sokanlar ve bu memlekette bugünkü siyasî teşkilâtı vücuda getirenler,'Fulbe ’lerdir. Benue ’nin şimaline yerleşmiş olan Fulbe lerden bazı maceraperestler, 1826 ’ya doğru, Ada­ ma ismindeki bir reisin idaresi altında, bu nehri aşarak, fetişist kabileler tarafından işgal edil­ mekte bulunan Mfombina memleketini istilâ ettiler ve Gurin ’de bir ordugâh kurdular. Bu ilk müstevlilerin muvaffakiyeti diğerlerini de cezbettiğinden, bunlar orada o kadar kalabalık oldular ki, Gurin ‘de toplanan güruh, çok geç­ meden, etrafa yayılmak mecburiyetinde kaldı. Adama ’nın kumandası altında bulunan muharip­ ler, Yola ‘ya yerleştiler ; diğer reisler ise, civar memleketleri ele geçirerek, oralarda küçük dev­ letler kurdular. Bu devletler, Yola hükümdarı­ nın hâkimiyetini tanımakla beraber, yine ilk fa ­ tihlerin ahfadı tarafından idare olundu. Bu su­ retle Fulbe ‘ier bütün Adamava ’ya yayılarak, yavaş yavaş garbî ve cenub-i garbî havalisini de işgal ettiler. Bu Fulbe ’(erden bazıları Garua ’ya yerleştiler ; diğerleri ise, cenubî A frika yaylasına ulaştılar. 1845 ’e doğru Abü ismindeki bir reis Ngaumdere memleketini hükmü altına a ld ı; 1870 ten sonra da diğer çeteler Gaza memleketini ele geçirdi. Fulbe ’lerin muvaffaki­ yetlerindeki başlıca âmiller, oklarla mücehhez olan atlıları id i; mamafih gerek, arazinin sarp olması dolayısiyle, kendilerini kolayca müdafaa eden dağlıları, gerek, avrupalılarla komşuluk­ ları sayesinde, ateşli silâhlar tedarik edebilmiş olan kabileleri bir türlü yenemediler. Zamanı­ mızda da Fulbe ‘ 1er, Yola ’dan Bebene ’ye kadar, bütün Benue vadisine, Benue ’nin cenubundaki Mandara dağlarındaki şimalî Adam ava’ya, Yola ile Konca arasındaki ovaya ve Camba ’nın aşa­ ğısında Faro vadisine hâkimdirler. Diğer taraf­ tan Fulbe ’lerin Sari dağı silsilesinin cenubunda bazı dağınık koloniler ile Yola ’dan Ngaumdere ’ye giden yola hâkim bazı mevkileri vardır. Merkezdeki putperest kabileler ( Alacni, Galibu, S a c i) bu Fulbe ’lerin, hiç olmazsa ismen, hâkimiyetini tanırlar ve onlara vergi verirler. Yayladaki putperest Galim devleti ise, bunlara tâbi değildir. Adamava ’daki Fulbe teşkilâtı bir nevi dere­ beylik olup, Passarge ’in ifadesine göre, bazı hususlar itibariyle „mukaddes Roma imparator­ luğuna" kıyas edilebilir. Memleketin ismen ta­ nınan reisi, Adama ‘nın ahfadı arasından seçilen Yola sultanıdır ( babanlamido ); fakat bu sultan da, em ir al-m a minin unvanını alan Sokoto sultanının dinî üstünlüğünü tanır. Sultana şe­ riat işlerine bakan bir kadı ile nazırlardan ve fethe iştirak etmiş olan muhtelif İslâm zümre­ lerinin mümessillerinden ( galadim a) mürekkep

bir meclis yardım eder. Muhtelif eyaletler, Adama ‘nın başlıca ümera aileleri arasından intihap edilmiş olan „lam ido" ’1ar ile idare olu­ nur ; sultan bu reislere, makam ve salâhiyetle­ rinin alâmeti olmak üzere, bir sarık verir. Mahaza tâbiiyetleri ekseriya sırf lâfzî mahiyette kalır. Nitekim Tibati, Ngaumdere ve Bubancidda eyaletleri, hakikatte, tamamiyle müstakildir. Bu suretle Fulbe ’ 1er askerî ve siyasî bir aristokrasi teşkil ederler. Mamafih, bu mem­ lekete yerleştikten sonra, hayat tarzlarını değiştirmiş bulunuyorlar. Vaktiyle göçebe ve çoban iken, bunların ekserisi kasaba ve köylere yerleşerek, fetişist kabîlelere karşı yaptıkları akınlar neticesinde ele geçirdikleri esirlerin yardımı ile, kendilerini ziraate vermişlerdi. Fa­ kat ticarî faaliyet ve servet, Passarge ’in ta­ biri ile, gittikçe, „A frika 'nın parsîleri“ olan Haussa ların eline geçmektedir. Dinî bakımdan, Fulbe ’lerin rolü pek mühim olmuştur. Fulbe ‘1er islâmiyeti Adamava ’ya sokmuşlar ve yaymışlardır. Bununla beraber, İslâmiyet henüz bu memlekete tamamiyle yer­ leşmiş değildir. Ekserisi fetişist kalan kabile­ ler islâmiyeti kabul etmiş olanlara hâlâ sayıca üstündür. Fulbe, Haussa ve Kanuri ’ 1er ile Şoa arapları, bütün nüfusun ancak onda bi­ rini teşkil etmektedir. Bununla beraber, islfimiyetin tesiri oldukça sathî kalmaktadır. Yeni mühtediler, gerçi müslümanlar gibi, giyinip ibadet etmekte, beş vakit namazlarını kılmak­ ta, camilere gitmekte ve Allahın adını da fazlasiyle tekrar edip durmakta iseler de, feti­ şist âdetlerini de elden bırakmamışlardır. Biz­ zat Fulbe ’ 1er bile, putperest kabilelerle olan uzun temasları neticesinde, islâmiyete yabancı olan bazı batıl itikat ve tarzlar kabul etmiş­ lerdir. Nitekim ölülerini evlere gömerler ; artık buraları ne tamir görebilir, ne de içlerinde ateş yakmak caiz olur. Aile teşkilâtı üzerinde de islâmiyetin tesiri pek zaif olmuştur. Kadınların vaziyeti değişmemiştir ve umumî ahlâk da, es­ kisi gibi, serazad kalmıştır. Fikir sahasındaki terakki ise, adetâ hiçtir. Arapça pek az yayıl­ mıştı. Passarge, kendisine arapça olarak yazılıp verilmiş olan tavsiye mektuplarını Ngaumdere ’de okutabilecek bir kimse bulmak için, hayli müşkülât çektiğini anlatır. Bu bakımdan Ada­ mava, Bornu ve Haussa memleketlerinden çok geridir. Yine Passarge ’in dediğine göre, bun­ lar arasındaki fark, büyük Petro zamanındaki Rusya ile garbî Avrupa arasındaki farka ben­ zer. Avrupa nufuzuna gelince, bu nufuz ve tesir Sudan ’in bu kısmında yeni yeni hissedilmeğe başlamıştır. Barth ’in 1851 de ziyaret ettiği Adamava, uzun zamanlar avrupalılara kapalı idi. Flegel yaptığı her iki seyahatte de bura-

ÀDAMAVÀ

larda kalamaraıştır. Mizon da 1891 de, Kongo havzasına gitmek üzere, burasını şimalden ce­ nuba kat'etmiş, fakat 1893 'teki ikinci seyyahatî esnasında, Yola ’dan öteye geçmemişti. Ubangi ’den gelen Maistre de ayni sene bu noktaya varmıştı. Kamerun'dan hareket ¿den ilk alman heyetleri de Ibi ’yë dönmeğe mecbur oldular. Mabaza Nigeria 'dan hareket eden İngiliz he­ yetleri Yola 'dan yukarıya çıkmağa muvaffak oldular. »Alman Kamerun komitesi" tarafından teşkil edilen Üchtritz-Passarge heyeti de, 1893/ 1894 senelerinde, Afrika 'nın bu kısmını etrafiyle tetkika muvaffak oldu. Adamava, sa­ hilde ve aşağı Niger 'de yerleşmiş olup, bu havaliyi de kendi nufuz mıntakalarına ithal etmok isteyen Avrupa devletleri için, bir re­ kabet sahası olmuştur. Nihayet 15 mart 1894 tarihinde, Fransa ile Almanya arasında akde­ dilen muahede ile, bu iki devletin her birine ait arazinin hudutları tayin edildi. Bu hususta çizilen hudut hattı Bifara, Kunde, ve Gaza ‘yi, yani bütün şarkî Adamava 'yi Fransa 'ya bı­ rakıyordu. İngiltere ise, Yola'dan Benue'nin kolu Faro mansabma beş kilometre mesafede bir noktaya çekilecek bir hatt nısıf kutur iti­ bar edilerek, bunun teşkil edeceği daire içinde kalan arazi üzerinde hak iddia etmiştir. 1914— 1918 harbinden evvel, Adamava 'nın büyük bir kısmı alman nufuzu altında olup, Kamerun müstemlekesine bağlı idi. [ Umumî harptan sonra, Versailles muahedesi ile {1919 ), bu arazi üzerindeki alman hâkimiyeti refedilmiştir. Bugün İngiltere eski alman Adamavası 'mn bir kısmı üzerinde mandat hakkını haiz olduğu gibi, diğer kısmı da Nigeria 'ya aittir. Adamava 'nın şark tarafı ise, Fransa mandatı altına konulmuştur.] B i b l i y o g r a f y a ' . Barth, R e is e n a n d E n id e c k u n g e n

in N o r d - a n d

C e n lr a l-A fri-

k a ( Gotha, 1857 ), II, 499—619 ; Mizon, T o u r d ü M o n d e, 1892 ; ayn. mil., L e e r o y a u m e s f o a l b è d u S o u d a n c e n t r a l ( A n n a le s d e g é ­ o g r a p h ie , 1895, s. 346—368 ) ! Maistre, A t r a v e r s l ’A f r i q u e c e n t r a le d u C o n g o a u N i­ g e r ( Paris, 1895 ) ; Passarge, A d a m a u a ( Ber­

lin, 1895 )* “ Üchtritz heyeti mesaisinin neti­ celerini kaydettikten başka, bu eser, evvelce vücuda getirilmiş olan eserleri ve yapılmış olan müşahedeleri tekrarlayıp, tanzim edilmiş bir şekilde vermektedir ; krş. Marquardson, G lo b a s , XCII, 197 v.dd. (G . Y v er.) A D A N A , Türkiye 'nin cenubî Anadolu böl­ gesinin en büyük şehri. Seyhan ırmağının To­ ros dağları arasından çıkıp ovaya girdiği yerde, Çukurova 'nın veya Adana ovasının, şimal ke­ narında ve ırmağın sağ sahilinde kurulmuştur. Adana nm mevkii, Çukurova 'da bulunan bütün

— ÀDÂNÀ.

Î27

ehemmiyetli beldelerinki gibi, ovanın kenarında ve bu ovayı kuşatan dağlara ait ilk tepelerin eteğindedir. Adana Akdeniz 'e 40 km. mesafede ve denizden 18—20 m. irtifada bulunur. Şehrin adı evvelce 1İ1İ veya şeklinde yazılırken, tanzimat devrini müteakip, ( Edirne) ile iltibasa mâni olmak üzere, «¿1 tarzında yazıl­ mıştır. ' A d a n a ‘n ı n t a r i h i . Eski çağın Adana 'sına dair elde fazla malûmat yoktur. Pek muh­ temeldir ki, Adana, ilk devirlerde Anadolu 'nun en mühim diyagonal yolunun, Külek boğazı va­ sıtası ile, Çukurova ‘ya indiği yerde kurulmuş olan ve o sırada bir deniz limanı halinde bu­ lunan Tarsus ile daha şarkta, Ceyhan ırmağı üzerinde, kâin Misis ( Mopsuestia) arasında, bir konak yeri idi. Adana 'nın ehemmiyeti, dağlar arasından çıkarak ovaya giren Seyhan nehrinin kolay geçilen yegâne yerinde kurul­ muş olmasından ileri gelmiştir. Bizanslı Eti­ enne, Uranüs 'un iki oğlu Adanus ve Sarus ‘un. Tarsus halkı ile harp ederek, şehri kurduklarını, bunlardan birinin adını şehre, diğerinin de ır­ mağa ( S aru s; Seyhan 'm eski adı ) verdiklerini nakleder ki, bu efsanenin, Adana ile Tarsus arasındaki bitmez tükenmez rekabet ve müca­ delenin eskiliğine işaret etmek bakımından, bir kıymeti vardır. Ne olursa olsun, pek eksiden beri kullanılmış ehemmiyetli bir tabiî yol üze­ rinde bulunan Adana ve havalisi, eski devirler­ de birçok istilâlara uğramıştır. Milâttan X V asır evvel Hitit ( Hittite ) federasyonuna dahil olan ve sonra Asur hâkimiyetine giren bu ha­ vali, m.ö. VI. asırda Keyhusrev ( C y ru s) zama­ nında İran devletinin, 333 yılında Büyük İsken­ der 'in eline geçmiş ve onun ölümünde Selefkîler ( Seleucides) 'in hissesine düşmüş ve bu hanedan ile Mısır Batlamyos hanedanının mü­ cadele sahası olm uş; nihayet milâda tekaddüm eden asırda Pompe ( Pompeus ) tarafından R o­ ma imparatorluğuna ilhak edilmiştir. Pompe 'nin Adana'yı ve M ersin’in cenub-i garbisinde sa hilde bulunan Soli ( Pompeiopolis) 'yi, kendi tarafından tenkil edilen deniz haydutları ile, iskân ettiği malûmdur. Daha evvel A n iio c h ia a d S a r u m diye zikredilen şehrin, Adana ol­ ması çok muhtemeldir ( bu adın Selefkîlerden Antiochus Epiphanes IV. tarafından verilmiş olduğu tahmin ediliyor). Roma hâkimiyeti altın­ da, bilhassa şarkî Roma imparatorluğu zama­ nında, Adana 'nm inkişaf ederek, oldukça mü­ him bir ticaret mevkii haline geldiği anlaşılıyor, eyhan ırmağı üzerinde 300 metreye yabm uzun­ luktaki 21 gözlü taş köprü Justinianus tarafın­ dan inşa ettirilmiştir ( belki de Justinianus ‘un köprüsü, daha evvel Adriaııus tarafından yap­ tırılmış olduğu zikredilen bir köprü gerine ka­

İ2&

ADANA.

im olmuştur ). Yine Bizans devrinde şehrin su kemerleri ile hisarı yapılmıştır. İslâm orduları ilk defa VII. asırda, halife Omar zamanında, buraya geldiler. Fakat bu­ rası asıl Emevî halifesi 'A bd al-Malik zamanın­ da fethedildi. Adana havalisinin islâm-türk grupları tarafından iskânı, Abbâsîler zamanın­ da başlar. Bu gruplar, muhafız olarak, şehirlere yerleştirildi ve kendilerine arazi de verildi. X. asırda rumlar ve XI. asır sonunda Selçuklular ve sonra haçlılar eline geçen Adana, XII. asır­ da bir aralık Konya Selçuklularının eline geçmiş ise de, onlarda da kalmamış. Bizans imparator­ luğu ile Kilikya ermeni prensliği arasında el­ den ele geçmiş ve nihayet ermeniterde kalıp, XIV. asrın ortasından itibaren, Mısır Memlûklerine ve bunlara bağlı olan türkmen Yüregir ulusu reislerinden Ramazan âilesine intikal et­ miştir. XV. asırda bu küçük siyasî teşekkül Osmanlı imparatorluğu ile Mısır kölemenleri arasında, bir tampon-devlet rolünü oynuyordu. X V I. asırda Adana, Yavuz Sultan Selim 'in Mısır seferi sırasında, Osmanlı devletine ilhak olundu. Bununla beraber eyâletin idaresi, daha bir müddet, Ramazan-oğullarımn elinde kaldı. 1530 yılında A d a n a ’dan geçmiş olan Badr alDin al-Gazzi A d an a'yi, yeşillik içinde, küçük ve güzel bir şehir diye tasvir eder. Adana etrafındaki bahçeler o zamanda dahi, Suriye 'ııin Hama şehrindekiler gibi, nehir kenarına kurulmuş su dolapları ile sulanmakta idi. Evliya Çelebi 1671 ( 10 8 2 ) de, H icaz’a gider­ ken, Adana ’yı ziyaret etmiş ve şehir hakkında dikkate şayan malûmat vermiştir. Ona göre, A d a n a ’nın dört köşeli ve sağlam , 500 adım muhitinde, 7 kuleli ve iki kapılı bir kalesi var dı. Bu kale şark tarafında doğrudan doğruya ırmakla, diğeı üç cihette de hendeklerle kuştılmıştı. Şehir kalenin garp ve şimalinde ovaya yayılmış olup, hepsi de kerpiçten 8700 ev, be­ şi büyük 70 cami, 130 dükkân ve 17 han, bir kapalı çarşıyı ihtiva ediyordu. Seyyah şehrin sur ile kuşatılmış olmadığını, fakat sokak baş­ larında geceleyin kapatılan kapılar bulunduğu nu söylüyor. Sokakların toprak yollar halinde olduğunu, fakat çarşı ve pazar içinde, duvar kenarlarında yaya kaldırımları bulunduğunu da ilâve ediyor. Şehrin etrafı bağ ve bahçelerle kuşatılmış olup, bunlar ırmaktan su çıkartan dolaplarla sulanıyordu. Şehrin su ihtiyacı da Ramazan oğulları hayratı olan büyük bir do­ lap ve ayrıca mahalle aralarındaki kuyulardan çekilen su ile karşılanıyordu. E vliya Çelebi A dana'nın mahsulleri arasında limon, turunç, zeytin, incir, nar, şeker kamışı ve pamuğu sayıyor ve buradan her yere pamuk gittiğini, şehir halkmm ekserisinin kazançlarını pamuk

mahsulü ile temin ettiklerini söylüyor. Halkın türkmenlerden mürekkep olup, ayrıca arap, rum, ermeni ve yahudi de bulunduğunu kay­ dediyor. Adana şehri, Osmanlı idaresi altında Adana eyaletinin, merkezi idi. XIX. asrın ilk yarısın­ da, devlete karşı isyan eden Mısır vâlisi Meh­ med Ali Paşa tarafından istilâ edilerek, bir aralık Mısır ordularının umumî karargâhı ol­ muş ve Kütaya muahedesi ( 1833 ) Suriye ile Adana eyaletini Mısır 'a bağlamış ise de, Lond­ ra muahedesi (18 4 0 ) A d an a ’yı Osmanlı devle­ tine iade etmiştir. Bundan sonra bir müddet Ha'ep vilâyetine bağlanan Adana, 1867 de ye­ niden tesis edilen ve kendi adını taşıyan vilâ­ yete merkez olmuştur. Şehir bu sıralarda, bil­ hassa pamuk ziraatinin terakkisi ve 1886 da kendisini Mersin iskelesine bağlayan demir yo­ lunun inşası ile, inkişaf etmetkte idi. XIX. asır sonlarında nüfusu 30.000 kadar tahmin edili­ yordu. Bu nüfus içinde ekseriyeti teşkil eden türklerden başka, bir miktar ermeni, arap, rum, yahudi ve süryânî bulunuyordu. Ayrıca, yazın muayyen aylarında, şehir nüfusu, pamuk ha­ sadı için Suriye ’den ve diğer komşu bölgeler­ den gelen 15—20.000 işçi ile artıyordu. 1909 ilk baharında şehrin mühim bir kısmı, büyük bir yangın neticesinde, harap olmuştu. 1914— 1918 harp seneleri içinde, Toros ve Gâvurdağı ( Amanus ) tünellerinin açılmrsı neticesinde, Adana bir taraftan Konya üzerinden İstanbul ’ a, diğer taraftan da, Halep üzerinden S u riye’ye de­ miryolu ile bağlandı. Harp sonunda, 24 kânun I. 1918 de fransız işgal kuvvetleri, mütareke hükümlerine dayanarak, şehre girdiler ve A d a­ na, iki sene kadar müddetle, bu kuvvetlerin elinde kaldı. Her ne kadar Sevrcs muahedesi şehri Osmanlı hâkimiyetine bırakıyorsa da, Su­ riye hududu, Ceyhan ırmağını takip etmek suretiye, Adna'nın 25 km. yakınına sokulmuş bulunuyordu. Bu İşgal memleket dahilinde ga­ yet şiddetli bir mukavemetle karşılaştı. Nihayet 1 921 de Ankara itilâfnamesini imzalayan fransızlar, kendilerine müzahret etmiş olan ermeni nüfusu ile beraber, 5 kânun II. 1922 de şehri tahliye ettiler ki, bu tarih bugün, Adana ’ nın kurtuluş bayramı olarak, her sene kutlanmak­ tadır. B u g ü n k ü A d a n a . Adana şehrinin asıl inkişafı son senelerde olmuştur. Yerli ve ecnebi kaynaklar XIX. asır sonuda ve XX. asır ba­ şında şehir nüfusunu 20.—30.000 arasında gös­ terdikleri halde, bu nüfus, 1927 sayımında 72. 577, *935 sayımında 76.573 ve nihayet 1940 ta 89.990 a varmıştır. Yazın sıcak aylarında ada­ nalıların bir kısmı Toros yaylalarındaki sayfiye­ lerine çıkarlar, Buna mukabil pamuk hasadı

à d a n â



A

mevsiminde, şehir nüfusu civar bölgelerden gelen işçi kütlesi ile kabam . 1935 sayımına gö­ re, Adana şehrinde 75.979 müslüman ve 494 gayr-i müslim nüfus mevcuttu. Ana dili ba­ kımından da, şehirde 66.356 türkçe 7.575 arap­ ça, 1361 kürtçe ve 360 rumca konuşan vardı. Adana ‘nın bu inkişafı, şehrin genişlemesini mucip olduğu gibi, bozuk kaldırımlı dar sokaktı, elektrik ışığından ve içilir sudan mahrum eski Adana yerine, yavaş yavaş geniş eaddeli ve me­ denî ihtiyaçları birer birer tatmin olunan yeni bir şehir ikame etmiştir. Adana 'nın inkişafında, umumî harp seneleri içinde açılan Toros ve Amanus tünelleri ve yeni demiryolları sayesinde, memleketin bir taraftan Suriye 'ye ve Diyarbakır bölgesine, diğer taraftan İstanbul ’a bağlanma­ sının ve ziraat ile sanayi sahasında tahakkuk eden terakkilerin tesiri vardır. Bugünkü Adana Türkiye 'nin pek mühim bir ziraat merkezidir. İhracatının, kıymet bakımından, takriben dörtte üçünü pamuk, pamuk yağı ve pamuk ipliği teş­ kil etmekte ve ayrıca un, buğday, yün, susam, meyva ve turfanda sebzeler ihraç olunmaktadır. Sınaî bakımdan da, Adana 'da 19 tane pamuk presesi, çırçır, fabrikası, 2 dokuma, 3 un ve 6 kadar nebatî yağ fabrikası bulunur. Bugünkü A dana'da eski devirlerden kalma eserler azdır. Bunlardan en mühimmi yukarıda adı geçen büyük köprü olup, 21 gözünden şimdi 18 'i meydanda kalm ış; diğerleri ise, nehir alüv­ yonlarına gömülmüş bulunmaktadır. Evliya Çe­ lebi'nin üzerinde halife Ma’ mün 'un ismi bulun­ duğunu söylediği bu köprü, inşasından beri mü­ teaddit defalar tamir edilmiş olup, yakın vakte kadar iki ucunda geçenlerden para alan muha­ fızların bulunduğu birer kapı ve kulesi varken, sonra bunlar kaldırılmıştır. Yine yakın bir za­ manda, kapalı çarşının üstü açılmıştır. Adana 'nın kalesine gelince, 1836 yılında hâlâ bâkî olan duvarları Mısır valisi Mehmed A li Paşa tarafından yıktırılmıştı. Adana cin Ulu Cami adı verilen büyük mabedi 1527 de, Ramazan oğulları tarafından inşa ettirilmiştir. Bundan başka, köprü yakınında Caferpaşa camii, bir kaç medrese ve han mevcuttur. 1936 senesine doğru Adana şehrinde 12.570 kadar ev ile 3.700 den fazla dükkân bulunmakta idi. Adana şehri, 1933 ten itibaren, Seyhan adını almış olan bir vilâyetin merkezidir. Adana* Bağçe, Ceyhan, Dörtyol, Feke, Kadirli, Karai­ salı, Kozan, Saimbeyli ve Osmaniye adlı on kazası olan bu vilâyetin 20.690 murabba km. arazisi üzerinde 383.645 nüfus ( 1935 ) yaşamak­ tadır. Adana kazasının 145 ve bütün Seyhan vilâyetinin 726 köyü vardır. B i b l i y o g r a f y a ' . E v l i y a Ç e le b i , Seyahainame, IX, 333—338 ; Kâtip Çelebi, Ciislâm Ansiklopedisi

d a t

h u k u k u

129

.

hannüma ( tab. Müteferrika ), s. 601 ; Char­ les Texier, A sie Mineure, s. 7 3 1 v.d. ; E. Reclus, Noiiv. géogr, univ., IX, 656 ; Şemseddin Sâmi, Käm üs al-A 'läm , bk. mad. ; A d a ­ na vilâyeti Sâlnâm esi, 1325, s. 810 v.d. ; V i­ tal Cuinet, L a Turquie d'A sie, II, 3 —40 ; Paulys-Wissowa, Real-Encyclopädie der classischeri Altertumswissenschaften, I, 341 ; is ­ tatistik yıllığı, X ; Genel nüfus sayımı ( 20 teşrin I. 19 3s), 4 8(BESİM DaRKOT.) A D A R yahut A Z A R . [ Bk. ÂZÂR.J ‘ A D A S . [B k . ADES.] ‘A D A T . [ Bk. Adet .] A D A T . [B k . EDAT.] A D A T H U K U K U . Malaya adalarının müs­ lüman ahalisi dillerinde, arapça 'âda 'den alın­ mış olan adat kelimesi ( bazı lehçe farkları ile ), umumiyetle ,,örf, âdet ve teamül“ mânasında kullanılır. Bu kelime, mânası tevsî edilerek, bir camianın veya bir ferdin itiyatları ve aynı za­ manda beşerî ilca ve temayüller hakkında kul­ lanılır. Âdet bahsinde iktisap ettiği her şeye ve aynı zamanda bütün sevk-i tabiîlere ve in­ sanın bütün temayüllerine şâmil olur ; hayvan­ ların bile a d a t’ 1 vardır. Malaya adaları gibi, halkının daimî surette ömrünü geçirdiği küçük camialar içinde ahenk, ancak camia âzastndan her birinin an’anevî âdetlere veyahut an’ane sayılan âdetlere hür­ met ve riayet etmesi ile, temin edilebilir; bu âdetlere riayeti, edep ve terbiye istilzam eder. Bu nevi bir adat ’m terk ve ihmali hiç bir za­ man cemiyet veyahut fert için tehlikesiz olmaz; bu ihmalden elîm ve gayr-i melhuz akibetler husûle gelebilir. Bir felâket fi’Ien vukua gelirse, insan mutavaattan başka bir şey yapamaz ; bü­ tün âdetler, hükümetler tarafından vazedilen nizamlarla tahdit edilmedikçe, insanın hayatına ve faaliyetine hâkim olur. A dat ’m devlet ve cemiyet içinde fertlerin hukukî münasebetlerini tanzim eden ve hukukî neticeleri olabilen kıs­ mına, yâni örfî hukuka, şimdi van Volienhoven 'in ( Het adatreeht van Nederlandsch-Indie, Leyden, 1906— 1 9 3 3 ) teklifi üzerine, umumiyet itibariyle „ a d a t h u k u k u“ denir ki, bu tâbir bir çok mütehassıslar tarafından zaten müstem­ leke hukukunda kullanılmakta idi. Adat aynı zamanda gayr-i müslim ahaliye de tatbik ve Malaya adaları hukuku - câri olan bütün sahaya teşmil edilmiştir. Malaya adalarındaki Hollanda müstemlekelerinden başka, Filipin ve Formoza adalarında da bu hukuk câridir. Çünkü bu yer­ lerde, Filipin adaları' cenubunda yaşayan ve „Moros“ umumî ismi ile tanınan bir takım müs­ lüman ahali bulunur. Müslüman ahali nazarında „ a d a t h u k u k u “ tâbiri,’ asla şeriatin [ b. bk.] müteradifi değil-' '

" '

'

9

A D A T HUKUKU.

¿îr. Şimdiki a d a t hukuku bir çok renklerle iş­ lenmiş bir balı gibidir ki, bunda bir çok yer­ lerde islâmm yeşil rengi, kâh açık kâh koyu olarak, zahirdir. Fakat bu yeşil renk yegâne renk değildir. Şcriatten alınmış bazı unsurlar a d a t hukukunun diyanet kısmını teşkil eder; diğer kısmı, hukuk-ı mahalliyeden müteşekkil­ dir ; bu hukukun esasları islâmdan evvelki dev­ re kadar varır. Hâl-i hazırdaki şekli, kendi içindeki daimî istihalelerle, dâhili ve hârici te­ sirlerin muhassalasıdır. Bu iki unsurdan birin­ ciye kukam ( ar. hukm ), s a r a t ( ar. f a r ) ve hattâ h u k u m s a r a t namı verilerek, dar mânası ile, a d a t denilen ikinci unsurdan ayırt edilir. Nazarî bakımdan bunlardan ancak birinci kısmı bir mecburiyeti tazammun eder ise de, tatbi­ katı pek mahduttur. Tedvin edilmemiş bir hukuku temsil eden bu iki kısım yanında, bir de müdevven hukuk var­ dır : müstemleke idaresi tarafından, garp huku­ kunun prensiplerine uygun olarak, neşredilmiş olan ahkâmdan (m sl. ceza kanunu) müteşekkil bu müdevven hukuk, a d a t hukukunun sahasını tahdit etmiştir. A d a t hukukunun kaynaklarını bulup çıkar­ mak kolay değildir. Bizim malûmat alabilece­ ğimiz mahallî vesikalar evvelâ yerli prenslerin emirnameleridir ki, bunlardan bir kaçı mev­ cuttur. A d a t '(arın tarif ve tavsifine müteal­ lik eserlerin bu hususta kıymeti azdır. Çünkü bunlarda umumiyetle â d e t kelimesi en geniş mâna ile alınarak, insanların hayatındaki en mühim hâdiseler, bunlarla münasebeti olan bü­ tün merasim ile birlikte, kaydedilmiş bulun­ maktadır. Mahallî kanunnameleri, garp telâk­ kilerine göre, ölçmemek lâzımdır. Bunlar bazı hukukçuların, her vakit örfî hukuka uygun olmayan, şahsî fikir ve mütalealarım ihtiva eder. Prenslerin teşviki ile meydana getirilen bu eserler, prens ile tebaa arasındaki münase­ betleri tanzim eden ve zahiren kanun şeklinde bir takım an'anevî âdâp ve erkân düsturların­ dan ibarettir. E n e s k i A v r u p a kaynakları seyyahatnameleridir ki, bunların muharrirleri bu mem­ leketlerde ora halkının âdetlerinde şâyân-ı dikkat gördükleri noktaları naklederler; örfî hukuk, bittabi, bu eserlerde pek az yer tutar. XIX. asırda Malaya adaları hakkındaki malû­ matımız her sahada genişlemiş ve bir çok et­ nografya tetkikleri yapılmıştır. Yalnız bu araş­ tırmaların, o zaman mevcudiyeti bile malûm olmayan, a d a t hukuku ile alâkası yoktu. Bu örfî hukukun ehemmiyetini, ilk defa olarak, te­ barüz ettiren, D e A t j e h e r s ( 16 9 i—1893) adlı eseri ile, Snouck Hurgronje olmuştur. Ondan sonra, yukarıda işaret ettiğimiz, van Vollen-

hoven ’in H e t a d a r e e h t v a n N e d e r la n d s c k - I n d ie namındaki kitabı intişar etti. Bu kitapta a d a t hukuku, ilk defa olarak, bütün hukukî hayatı ihtiva eden bir kül hâlinde, ortaya konmuştur. Bundan sonraki araştırıcılar da bu telâkkiden hareket etmişlerdir. Bu kitap, adından da an­ laşıldığı vecihle, münhasıran Felemenk Hindis­ tan! ‘ndaki müslim ve gayr-i müslim ahalinin a d a t hukukundan bâhistir. Filipin adalarındaki müslüman ahalinin a d a t hukuku, henüz tetkik edilmemiştir. Layıkiyle tetkik edildiği takdirde eski coğrafî ve etnografî mahiyette bazı eserler, vesikalar, muhtıralar ve her türlü resmî evraktan a d a t hukukuna dair bazı malûmatın da elde edileceği tahmini, von VoIIenhoven 'in ön ayak olması ile, A d a t r e c h t b a n d e l (1910 dan 1933 ’e kadar muntazaman çıkmış ve 36 cildi bulmuştur) 'in intişarına sebep olmuştur. Bu neşriyat, dağınık bir halde bulunan eski malzemeyi tetkike elve­ rişli bir hâle sokmak ve bunlara yeni araştır­ ma neticelerini ilâve etmek gibi, muzaaf bir gaye gütmektedir. Malzeme boldur, fakat arada boşluklar vardır. Şu halde elimizde, en son ve mühim kaynak olarak, cemiyetin kendisi ile onun idare ve yaşayış tarzı kalıyor; ancak bu nevi araştırmaların sonu gelm ez; çünkü mev­ zuu teşkil eden cemiyet hayatı daima tahavvül ederek, yeni yeni safhalar arzetmektedir. A d a t hukukuna ait kaynakların tetkikında, etnolojiden müstağni kalınamaz. Meselâ nikâh kanun ahkâmına göre akdedilmekle beraber, ekseriyetle bunu bir merasim takip eder ki, bu­ gün hiç bir hukukî netice tevlit etmeyip, ancak bir merasim kıymetini haizdir. Hakikatte ise, bu, nikâhın islâmiyetten evvelki şeklinden baş­ ka bir şey değildir. Her ne kadar şeriat ahkâ­ mına göre akdedilen nikâh tamamen muteber bulunmakta ise de, halkın nazarında bu düğün merasimi de, aynı derecede, ehemmiyeti haizdir. İşte bu noktadan a d a t hukuku etnolojiye temas eder. Fakat bazı fiiller, amme vicdanını rencide ettiğinden dolayı, hükümetçe alenen tecziye edildiği zaman, insan a d a t hukuku sahasına mı, yoksa etnoloji sahasına mı girildiğini tayin et­ mekte mütereddit kalır. is lâ m iy e tin M a la y a

ad at hukuku

a d a l a r ın ın b ü t ü n

s ın d a

a y n i d e r e c e d e d e ğ il d i r .

r a s im

hukukunun

m e r a s im e

ü z e rin d e k i

m ü s lü m a n H er

te s ir i,

h a lk ı a r a ­ g ru p ta m e­

iş g a l e t t i ğ i m e v k i, o g ru b u n

r ia y e t h u su su n a a t f e y le d iğ i e h e m m i­

y e te t â b id ir . Z e k â t ( z a k â t ), b a z ı m a h a llî v e r g i s is te m le r i ile ta a r u z

e ttiğ in d e n ,

i h t i y a r î o lm a k ­

ta n ç ık m ış t ır . A ile h u k u k u n a , u m u m iy e tle , ş e r ia t a h k â m ın a u y g u n b i r ş e k i l v e r i l m i ş t i r . T e ç h i z v e t e k f in , İs lâ m î â d â b a

uygun

o la r a k , ic r a e d ilir .

V a k f a m ü te a llik h u k u k k a id e le r i g ib i, İs lâ m iy e t

A

d a t

h u k u k u

i l e : b i r l i k l e g i r m i ş o la n m ü e s s e s e l e r , k e n d i le r i n e m ah su s

h u k u k î m a h iy e tle r in i

le r d ir ; A n cak

ş e r ia t

ahkâm ı

s a h a la rd a , is lâ m iy e tte n

m u h a fa z a e tm iş ­ m e r 'î

o la n

d iğ e r

e v v e lk i d e v ir d e n k a lm a

â d e tle r b ü s b ü tü n o r ta d a n k a lk m a m ış tır . X V III.

a s ı r d a M a la y a a d a l a r ın ın id a r e s in i

: ru h d e e tm iş

o la n

„ H in d - i

şa rk î

k u m p a n y a s ı“

a d a t h u k u k u n u , b ö y le b ir n am a ltın d a

o lm a k ­

s ı z ı n , .k a n u n ş e k li n d e t e d v i n e ç a l ı ş m ı ş t ı r . Ş i r k e ­ t i n : m a k s a d ı, h e r b ö l g e d e

y e r l i a h a lin in ö r f v e

! â d e tle r in i ta y in v e t e s h i t e t m e k v e y e r lile r a r a ­ s ın d a k i

m u a m e lâ tta , b u n la rı k a n u n

tu tm a k tı;

H a t a la r d a n

â rî

o lm a y a n

hükm ünde bu

ö rf

ve

â d e t m e c m u a l a r ı , y a ln ız m a h a ll î m u a m e lâ t iç in , : m u t e b e r a d d e d ilir d i. A h a l in in , k e n d i

ö r f î h u k u k la r ı n a g ö r e , i d a r e

-

A

d e ô

.

re, aded, vâbid ve onun taksimi veya tekrarı ile yahut her iki ameliyenin terkibi ile husûle gelen şeydir ( al-vâhid va mâ yatahaşşal m inha. . . ) . Bu tarife göre, I ve I ’in. kesirleri de „aded“ mefhumuna dahil oluyor. Bununla beraber, 1 'in bir aded olup olmadığı bahsi, arap ri­ d ebizatihi ­ yazilerinden bir çoğunun menfi cevap verdik­ leri bir meseledir. Bu suretle maddeye nisbetle a t o m ( al-cavhar a l-fa r d ) ne ise, adedler sistemine nisbetle I odur ve bütün adedlerin esası olmakla beraber, kendisi a d e d değildir. Diğer iki tarif de, bu nazariyeye uygun ola­ rak, vâhidi aded addedemez. Bunlardan biri­ ne göre, her aded kendine bitişik iki aded mecmuunun yarısı ( niş f a m acm u‘ hâşiya-

tayh i), yani 3 = * * * » ^ ^ * * . Diğer tari­ fe göre, a d e d vâhidlerden mürekkep bir ke­ a d a t h u k u k u n u n k a n u n la ş m a s ı m e s e le s i, s o n r a la ­ miyettir ( al-kam t ya al-m u taâllifa min al-vâr ı e h e m m iy e t k e s b e t m iş t ir ; f a k a t b ir c ih e tte n hidât). Bu son tarif, ifade değişiklikleri ile, a d a t h u k u k u n u n k a n n n la ş fır ıla m a y a c a k k a d a r en çok ileri sürülen tariftir. Daha az kullanılan ; s e y y a l m a h i y e t t e o lm a s ı , d i ğ e r c i h e t t e n m a h a llî bir tarife göre, adedler, vaziyetleri ( 0£33

edebilirse ( msl. 16 da olduğu g ib i), o adede lerde 2—10 adedleri mahreçtir ). Diğer kesirler, zatıc al-zavc, beyle olmayan adede ise, zavc ancak tarif tarzı ile ifade edilebildiklerinden al-fard denilir. 2 ile taksimin yalnız bir defa (msl. -¿s — >3 te 1 kısım ), aşamm sayılır. A y ­ (6 da olduğu g ib i) yahut birçok defa (12 de nı vecihle, ifadesi mümkün olan, yani tam bir olduğu gibi ) yapılabilmesinin farkı yoktur. Ma­ adedle halledilebilen, cezirlere (msl. y m ), munmafih arapların bu hususta verdikleri izahat, falf ve tam halleri bulunmayanlara ( msl. y T ), tatmin edecek mahiyette değildir. A slî adede aşamm denilir. Bu son cezirler ancak takribî al-a d a d al-avval yahut hepsi tek oluduklarm- bir surette çıkarılabilir. ‘A 'iş a ’ye isnad edilen dan dolayı avval fa r d denilir; yalnız X ve ken­ bir hadise göre, onları ancak Allah bilir.1 A y ­ di nefsi ile taksimi mümkün olan adcd, al-a d a d nı mânada muntak yerine, nafile da kullanılır. allazi lâ ya'udduhu ğa yra 'l-vâhid diye tarif Araplar bu prensipten hareket ederek, müteedilir. I ve 2 aslî adet sayılm az; bu aded- kabilen h —■-jV manfak kesirlerinden biri ile lerin gramer ve nahiv şeklinde olduğu gibi, temsil edilen bir tam adede, muntalf al-kasr ve hesapta da hususî vaziyetleri vardır ; 1 noktaya, muntak bir cezirle temsil edilen tam adede de . : ( nukla ) 2 çizgiye, ( h a li) 3 ve müteakip aded muntak al-cizr derler. Kasımlarının mecmuunu müsavi olan, msl. 6 isimleri de satıha ( sa th ) teşbih edilir. A slî adedin zıddı, m ü r e k k e p a d e d ( al-adad gibi (zira 1 + 2 + 3 = 6 ), bir adede tSmm yahut al-m urakkab) dir. M ü r e k k e p tabiri, müf- mu tadil veya müsavi denilir. Eğer kasımların ■ r e d ’in zıddı olarak da kullanılır; bu takdirde, mecmuu adedden küçük ise, msl. 4 > l + 2 (==3), Üç mertebenin ikisinden yahut üçünden mü­ nâkisve eğer büyük ise, msl. 12 < ı + 2 + 3 + 4 + 6 rekkep bir adede delâlet eder, msl. b irler‘den ( = 16), z a id denilir. Ayni prensipten hareketle, bir ve onlar'dan bir adedden mürekkep olan birinin kasımlarının yekûnu diğerinin kasımla­ rının yekûnuna müsavi olan iki adede, msl. 39 15 gibi. Bilûmum adedlerin, yeni riyaziyeciler tarafın­ ( 1 + 3 + 13 = 1 7 ) ve 55 ( 1 + 5 + 1 1 = 1 7 ) , mutadan : yapıldığı gibi, rationnel ve irrationnel ’âdilân denilir. Karşılıklı surette her birinin ( muntak-asam ) kemiyetlere tasnifi, araplarca kasımlarının yekûnu diğer bir adede müsavi malûm değildir ve binaenaleyh İbn Haldun olan iki adede, mutahnbbân (sevişen çift) de­ ( Mukaddima, 111, metin, s. 95, trc. s. 13 2 ) ‘un nilir ; meselâ 220 ile 284 adedleri böyledir; çünkü 220 ‘nin kasımları olan 1 + 2 + 4 + 5 + 10 + izahatı, hakikate tamamiyle uygun değildir.1 Rationnel aded için fennî tâbir muntalç ( ifa­ 11 + 2 0 + 2 2 + 4 4 + 55 + 110 = 284 ve 284 ‘ün ka­ de edilebilen), irrationnel aded için aşamm sımları ise, 1 + 2 + 4 + 7 1 + 142 = 220 ‘dir. (dilsiz) derler. Riyaziyecilerden Muhammed b. 1 2 3 4 S g>bi, birbiri ardına tabiî sıraların­ Müsü munfalc yerine, m a'lSm kullanır. Haki­ da gelen adedlere araplar al-a'dâd al-tabi'iya katte bu tâbirlerin ikisi de arapçada yalnız ke­ yahut al-m utavâliya derler. Eğer adedler, birer : sirler ve cezirler için kullanılır. Arap dilinde atlayarak ( ta fâ iu l) teakub edip, 1 ile başlarsa İ —T*ff a kadar dokuz kesrin hususî tâbirleri bu­ i 1- 3* S )> a frâ d mutavâliya, 2 ile başlarsa lunduğu için, bunlar muntak sayılır ( bu kesir­ (2 . 4, 6 ), azvöc mutavâliya denilir. Adedlerin aralarındaki fasılalar, bir takım sabit kaidelere . . . 1. Islâm riyaziyecileri adedi, tam cezri alınıp alınnma. : .ması cihetinden, muntak ve astım 'a tefrik ederler ki, bu­ göre, daima artmak suretiyle tertip edilerek, : . . günkü . tarifin aynıdır. Ayrıca İslâm riyaziyecileri kosir- hususî şekillerde vücuda gelen sıralara musaty. leri. de, müellifin aşağıda tarif ettiği vecihlc, diğer bir tah adedler yahut satıhlar ( al-a'dâd al-musat. ' nokta-i. nazardan, iki . sınıfa ayırmışlar; birino lecsr-i iaha yahut al-su fu h ) denilir. Eğer atlamalar muntak ve diğorlne kosr-î asam domişlordir. Buaların adedlerin tabiî sıralarını takip ederse, musalekserîsinea kabul olunan tasnif şekli, budur. Bazı riya­ ziyeci! erdo yalnız birinci tasnifi almışlar ve İkinciyi laşât sıraları husule g e lir: 1 . 3 . . 6 . . . 1 0 . . . . 15 tcrkotrııişlcrdir. İbn Haldun bu akalliyctin tasnif ve g ib i; eğer I ‘den sonra atlamalar 2 . 4 . 6 v a y tarifini kabul etmiş ve kitabına boyicce dereetmiştir. nizamında olursa, murabba'ât sıralan hıısûle Bu belde müellifin „bugünkü tasnif araplarca magelir: 1 . . 4 . . . . 9 . . . . . . 16 g ib i; eğer atlamalar yylûm ; değildir" domesi yerindo olmadığı gibi, „ibn Hnl. nizamında olursa, muhammasât sıra­ dün/un naklettiği hakikate uygun değildir'1 demesi de, 3. 6. 9 y doğru değildir. Aşikârdır ki, İbn Haldun naklini garp- ları Kusûle g e lir: 1 . . . 5 . .........12 v.s. gibi. Bu ç Vı.tnn. almamıştır. Bibliyografyadan anlaşıldığı gibi, müellif sıralar adlarını 1 ‘i derhal tâkip eden rakamdan 'yalnız müteahhirînden Bnhü’ al-Din Amuli 'nin ffulSşat almış gibi görünür. Mueaffahât serisinden her '.: al-Hûsüb ’ını tetkik etmiş ve 'aded hakkında verdiği . y '..basit-'riyezt malûmatı bn eserden almıştır. Makalenin hangi bir sıranın kısımları cemi yahut darp riyûzî kısmına pek ehemmiyet verilmemiş olmasından ile büyütülürse, mucassamât sıraları vücuda v a

anlaşılıyor ki, müellif yalnız bir arnpça müstoşrikidir. y:. .Filhakika : ededî. terkipler hakkında verdiği lisanı ma­ lûmat çok müfit. vo topludur ; zaten makalenin bibHyografycsında Hulaşat al-Htsah 'den başka verdiği esory: .. lerin:.yaliıız: lisâna ait olması, bunu teyit eder.

1 Bn hadisin aslı yoktur^ Aşasım kolimesl, hicri U. asırdan sonra, riyazf bir mefhum haline golmlştsr. ‘ A li *ye ve daha bir şok zevata isnad edilen bu sözün arçtpçası şudur: sabhâna-man ia gu'raj clzr aVaşamm ¡ilâha*

r 34

ADED -

gelir ( krş. Abu 'Abd Allah aI-Hvârizmi, s. 189 v.d.). B i b l i y o g r a f y a - . Zamahşari, al-M u­ fassal, s. 93—95 (§§ 313—32s ) ; İbn Ya'iş, 1, 774—794; İbn Sıda, Kitâb al-Muhaşşaş, XIV, 91 v.dd.; XVII, 96—130; Nâşif al-Yâzici, N ar al-K ira (Beyrut, 1882), s. 229—234; Wright, I, §§ 318—337 • II) §§ 96—m ; Zimmern, Vergl. Grammatik, a. 179—183 (Litt., a. Î93 ) ; Sprenger, Diction o f techn. terms, a. 749 v.dd.; (mad. 'a d a d ), 536, 609 (mad. zavc), 1512 ( mad. a v v a l) ; Abu 'Abd Allah al-HvSrizmi, M afatih ai-'UlUm ( nşr. van Vloten ), s. 185 v.dd.; Bahâ’ al-Din al-Amuli, Muläsat al-H isâ b ; Salih Zeki,  sâr-i bâkiye, Istan­ bul, 13 2 8 ; Suter, Die Mathematiker und Astronomen der Araber ( Abh. zur Gesch. d. mathem. Wissenschaften, 10. cilz, Leip­ zig, 1900); bunlardan başka diğer riyazî eser­ ler ve kamuslar. (WEIL.) Arap rakamlarının en esaslı hususiyeti, ra­ kamların kendi mutlak kıymetlerinden başka, aynı zamanda, bulundukları haneye göre de izatî bir kıymeti haiz bulunmaları keyfiyetidir. Bu suretle, msl. 23 yazdığımız vakit, 2 kendi mutlak kıymeti olan „iki“ ve, aynı zamanda, bulunduğu haneye nisbetle „iki“ değil „iki on“ kıymetini haizdir; 5 ise, kendi mutlak kıymeti olan ,,beşu ten başka, İzafî olarak, „birler 'in beşi" kıymetini haizdir. Binaenaleyh bu adedin tekmili „yirmi ve beş“ yahut „yirmi beş" ifade eder. — Mamafih adcdleri bu suretle yazmak ve rakamları böyle hesaplamak sisteminde tekaddüm hakkı hiç bir vecihle araplara ait değildir. Onlar bunları, daha ziyade, riyazî bilgilerde birçok cihetle hocaları olan hindlilerden almış­ lardır. Araplar evvelden adedleri rakam ile değil, yazı ile ifade etmeyi tercih ederlerdi. Bu kelimelerden, kısaltmak sureti ile, d iva n i ra­ kamlar denilen şekiller çıkmıştır ki, bunların kullanılışında tek rakamlar birbirinin arkasın­ dan gelen büyüklüklerinin sırasına göre değil, fakat lisanın icabına ve tarz-ı istimaline göre tertip olunurdu. Meselâ 10a ‘den az adedlerde söylenildiği gibi, „birler“ „onlar“ 'dan evvel, tıpkı bir aded silsilesinin muhtelif kısımları sırası ile yazılırdı. Bundan başka, araplarda ra­ kamları ahead [ b. bk.] sırasına göre, harfler ile yazıp göstermek adettir. Bu suretle ’= 1, 6 = 2, c — 3, d = 4, h = 5, v — 6, z = 7, h — 8, t = 9, y = ıo, k — 20, l — 30, m = 40, n = 50, s = 60 ‘ = 70, f — 80, ş = 90, iç — 100, r = 200, j = 300, t ~ 400. 326 yazmak istedikleri vakit, başka sârnî kavimler gibi sağdan sola doğru, alfabenin mukabil harflerini yazarlardı: ş k v. 40o den yukan yüzleri ifade etmek için, abcad ^ 'in iki yahut dajha ziyade harflerini terkip eder­

 D EM .

lerdi: tlf = 500, tr — 600, « = 800, ttş = noo v.s. gibi.1 Bu usûl ile adedleri tadat ve tarifim ihtiya­ cı hayli temin edilmiş ise de, adedleri yazma­ nın istihdaf ettiği asıl gaye, yani hesap araeliyelerini yapmak, o vakte kadar kurulan ve kullanılan usuller ile, temin olunamazdı. O işe — ifade ettiği ünitelerin sayısı ne kadar çok olursa olsun — yazı harfleri ile gösterilen bir tarkim sistemi kifayet edemezdi. Adedleri ifa­ de eden rakamların hesap ameliyelerinde esas gibi kullanılacak bir şekil almaları gerekti. Bu maksada, hindlilerin kullandıktan dokuz rakam işaretine, vaziyetlerine göre, hindliler tarafın­ dan verilmiş olan İzafî kıymetin konulması sıfıra da teşmil edilmek suretiyle, erişilmiştir. Araplar sıfıra ( a l-şifr ve bundan İngilizce „cipher“ , almanca „Z iffer“ v s . ) bu adı ver­ mekle hind dilinde „boşluk“ manasına kullanı­ lan kelimeye uymuşlardır. Bundan başka, garp araplarının rakam şekillerini şark araplarınmkilerden ayırt etmek gerektir. Garp arapları, bugün „gubar rakamları“ denilen eski hind rakamlarını taklit ettikleri halde, şark arap­ ları hiad rakamlarını o zaman ( m.s. VIII. asır) aldıkları değişik şekillerde kabul etmişlerdir. Bunun ne suretle böyle olduğunu tarihî bir kat’iyetle tesbit etmek güç bir meseledir ( bu­ na dair bk. Cantor, Vorlesungen iiber Gesch. d. Mathem., 2. tab., s. 669. v.dd. ve oradaki bib­ liyografya )._ ( M ah ler.) Â D E M . ADAM , künyesi .4 6 a 'l-B aşar „beşe­ rin babası“ , lâkabı S a f i A lla h „Allahın seçtiği“ 1

MûIcûIo sa h ib in in k = 10 0 don s o n ra k i t a r k im

h a k k ın d a

m a lû m a tım ız

y o k tu r.

B ild iğ im iz

u sû lü

s o y , arlcâm-ı

camal nam ı ile , h ie r î ik in c i a s ır d a n b e r i k u lla n ıla n t a r k im u sû lü n d o la r ı

ICO don s o n ra

a b c a d ’in

10 0 0 o k a d a r o la n m i’a t ra k a m ­

son i k i g ru b u n u t e ş k il

ed e n

g g ğ ’ın

t o p la d ığ ı 6 h a r f le g ö s t e r ilm e s id ir . H in d r a k a m la rın ın ş a y i o ld u ğ u ü çü n cü a s ır o r t a la r ın a k a d a r , b o y lo d e v a m e tm iş

yo

o n d a n s o n ra u m u m î m u a m e la tta h in d r a k a m la r ı k u lla n ıl­ m a ğ a b a ş la n ılm ış vo arkam-s c u m ai d e b i h e y e t h es& bat ııia m ü n h asır k a lm ış t ır v o son a s r a k a d a r m ü n e cc im le r a ra ­ s ın d a bu su ro tlo d e va m e d e g e tm iştir. M a r u f v o a ş ik â r o la n bu is tim a l su re tin d e n b a h se d ilm em esi v e 500 den 10 0 0 c k a d a r o la n m i’a t ra k a m la rın ın 10 0 ilo t e r k ip e d ild iğ in in s o y le n ın o si ç o k g a r ip t ir . İh tim a l k i, m ü o llif M is ır m usİd m a n la rın ın , fe t ih t e n s o n ra , b ir m ü dd et k u lla n d ık la r ı ne­ b a t î h a r fle r i ile o la n tarhım usû lü n d en b a h se tm e k is t iy o r . F ilv a k i n ab a tî ih t iv a

e t t iğ i

h a r fle r i a b c a d S 2 2 h a rft e n

g ru b u n d a n i l k a ltısın ın

i b a r e t t i r ; b in a c ııa lo y h

430 den

y u k a r ı 10 0 0 e k a d a r m i’a t ra k a m la r ı iç in v a z e d e c e k h a rf­ le ri y o k t u r . F a k a t ik in c i a s r a g irm e d e n e v v e l , g e r e k M ı­ s ır M ak i n e b a t î h a r fle r le , g e r e k S u r iy e v e s a ir

y e rle r d e

k u lla n ıla n yu n an h a r fle r i ile o la n tarkim t e rk e d ilm iş vo y o rin c a r a p h a r fle r i ile o ia n arkfim-i camal k u lla n ılm a ­ ğ a b a ğ la m ış tır. G e r ç i M ı s ı r ’a m ü n h asır o la n v c a z müd­ d e t sü re n bu ta rz ın d a n , ielfiro ra k a m la rın ın t a r ih î b ir g e ç id i o lm a k ü ze re , b a h se d ilm e si ç o k y e rin d e is e d e , bu n u b o y le c e ta sliih e tm e k v e 1 2 a sır d a n b e ri k u lla n ıla n t a r z ı, o sa s o la r a k , s S y lc m e k ic a b o J e r d ı.

( Bu m akaleye İlâvo edilen n o tlar tarprıodon y a z ılm ıştır)« -

FATİN GÖ K M EN

ÂDEM — ADEN.

ve Kitab-ı Mukaddes ‘teki Adam. Kur’an 'da Âdem ‘in yaradılışı hakkında şöyle denilir: „in­ sanı kumlu toprak ve pis kokan çamurdan ya­ rattık" ( X V , ¿6 ). Fakat, menakibe göre, Allah Cabrâ’ il, Mifcâ’il ve İsrafil adlarındaki me­ leklerden her birine, sıra ile, yedi kat yerden yedi avuç toprak almak emrini vermiş ise de, arz bu toprağı vermeğe razı olmamıştır. O za­ man ‘A zrâ’il, aynı emir üzerine, insanı yaratmak için, lâzım olan miktar toprağı arzdan zorla almıştır. (Bu efsane, bazı tadilâtla beraber, israilî âsârdan alınm ıştır; krş. Jerusalem Targümü, Sifr-i Tekvin, bab H, 7 ; Talm. Bab., Sanhedrin, s. 38» ; P irk e R . E li'ezer, bab 1 1 ) . Allah, günlerce yağdırdığı yağmurla, bu top­ rağı yumuşattıktan sonra, melekler onu yuğurmuş ve Allah ona bizzat şekil vermiştir. Fa­ kat ean vermeden önce, kuruması için, uzun müddet onu bir tarafa bırakmıştır. Kur'an 'm yukarıda mezkûr âyetinden bahsederken, Mas‘üdi  dem ’in vücudunun 80 yıl şekilsiz kaldı­ ğını, şekil verildikten sonra da, 120 yıl ruhsuz durduğunu sö y le r; krş. B ereşit Rabba, Gen., H, 7 ve Aböt de- R . Nâtân (nşr. Schechter), s. i t , Âdem yaradıldığı vakit, Allah meleklere Âdem 'in önünde secde etmelerini emretti, İblis (şey­ tan ) ‘ten başka hepsi bu emre itaat ettiler. Bu hâl hem kendisinin hem Âdem ‘in cennetten kovulmasını ( hubuf ) intaç etti.1 (K u r’an, D, .3 4 v.d .; VII, i t ; XVII, 62 v.s.). Kur'an, Allaha Âdem ’i meleklerin hükümdarı yaptırmak husu­ sunda, süryanî hıristiyan MidrSş '1 ile tetabuk arzeder 2 ( bk. Bszold, Schatzhöhle, s. 3 v.dcL, metin, s. 14). Âdem, Âllahm kendisine suhuf vahy-ü inzal etmiş olduğu ilk peygamberdir. A llalı ona istikbali açarak, kendisinden sonra gelecck bütün nesilleri peygamberleri ile birlikte, gösterdi. Dâvüd 'un ancak kısa bir zaman, ken­ disinin ise, bin yıl (Allahın bir günlük müd­ d eti) yaşayacağını öğrenince, Âdem kendi öm■ rünün kırk yılını D avud'a bahşetti; bunun üze! . rine Âdem 'in ömrü 960 seneye indi (T abari, I, 156 v.dd.; İbn al A sir, I, 37 ). ICrş. Bereşit Rabba, Gen., III, 8 ; Bem idbar Rabba, Num., VII, 78. Bu sonuncu kitapta, Tekvin kitabının V , 5. fıkrası ile uygun olarak, Âdem 'in kendi ömründen 70 yılını D a v u d ’a verdiği bildiril­ miştir. Cennetten kovulan Âdem, Serendik ,. ' 1 ..

—'— .. i v ................................ 1

M ü e llif c ü m le y e „ b u h â l“ d iy o banlam ak'

eu ı-etiylc,

A d e m 'in ccnnotton ç ık m a sın a d e g o y ta n la se c d e ctm eıneoîni sobop

g-öatormiş

o lu y o r s a

da,

h a k i k a 't o

b ir b ir in i

: talcip eden ik i ü y e li y e k d iğ e r in e k a rık tırm a k h a la s ın a ; d iijm flş lü r. Ç ü n k ü Â d em *in c o n c c ttc n ç ık m a sı, K u r 'a n 'a

135

( Seylan ) adasına düşmüş, ve bu adada eşinden 200 yıl ayrı kalarak, vaktini tövbe ve istiğfar ile geçirm iştir1 (K u r’an, II, 37, krş. Talih. Bab., ‘E rSbin, s. 18b ). Seylan adasında Porte­ kizlilerin Pico d’Adam dedikleri bir dağ vardır. Efsaneye göre, bu dağdaki kayada Â.dem 'in 70 arşın uzunluğundaki ayaklarının iz kalıpları bu­ lunmaktadır. Cabrâ’il işlediği suçtan nadim olan Âdem 'i Mekke civarında ‘A rafat 'a götürür ve Âdem orada eşi ile buluşur. Tabari ( t, 12s ) ve İbn al-A şir (I, 29 ) ‘e göre, Allah, Âdem ’e Ka'ba ’nin inşa edilmesini emretmiş, Cabrâ’il de ona hacc merasimini öğretmiştir. Âdem nisan ayının 6. cuma günü vefat ederek, Abu IÇubays dağı eteğindeki Hazineler mağarasına ( Mâğarât al-kunüz) gömülmüştür ( Y a ’kübi, nşr. Houtsma, I, S ). Diğerlerine göre, Âdem ’in ce­ sedi tufandan sonra Melchizedek tarafından Kudiis şehrine nakledilmiştir. Birbirinden farklı olan bu İlci rivayet yukarıda adı geçen süryanî hıristiyan Midrâş kitabında, Âdem ‘in 14 nisan cuma günü vefat ederek, muvakkaten Hazineler mağarasına gömülüp, tufandan sonra Melchize­ dek tarafından Kudüs ’e naklolunduğu şeklinde te'lif edilmiştir ( Bezold, göst, yer., s. 9—10 ). B i b l i y o g r a f y a ' . Tabari, I, 115 v .d .; Şa’labi, al- A ra is ( Kahire, 1297 ), s. 23 v. dd.; Navavi (nşr. Wüstenf.), s. 123 v .d .; Mas'üdi, M arSc ( P a ris), I, 115 v .d .; İbn alA şir (nşr. Torab.), I, 19 v.d.; Weil, Biblische Legenden der Muselmänner, s. 12 v.d .; G. Sale, The Koran, I, 5, not, II, 83, not, 410, n o t; Grünbaum, Neae Beiträge zur somit. Sagenkunde ( Leyden, 1893 ), s. 54 v.d.; Zeitschr. d. Deutsch. Morgenl., Cesellsch., X V , 31 v.dd.; X X IV, 284 v.d .; X X V , 59 v.d. ( M . S e l i g s o h n .)

A D E M . ‘ADAM , k e z a ‘ UDM ( A . ) , „ y o k l u k “ m â n a s ın a felsefe ı s t ı l a h ı d ı r ; z ıd d ı VUCÜD [ b. bk.]. ‘ A D E N . [B k . A D EN .] A D E N . ‘ADEN, cenubî Arabistan ‘da sahil şehri ; çorak ve nebatsız ‘Aden yarım adasının şimal-i şarkîsinde bulunur; şehrin ehemmiyeti, eskiden beri burada inkişaf etmiş olan deniz ticaretinden ileri gelir. Şimdiki liman ( Steamer Point), kuvvetlice tahkim edilmiş olan asıl şehirden biraz uzaktadır. Bu kısım eskiden beri çok karışık menşe’li bir nüfusa m alikti; arap coğrafyacılarının orada konuşulan arapçaya çok bozulmuş bir lehçe demeleri bu sebeptendir. Şimdi de nüfus yalnız iraplar­ dan müteşekkil değildir; bilâkis bir çok kindli-

g ü r o . pocsro-i m am naa 'y n te k a rriib iiu d c n d o la y ıd ır .

...2 , K ur'an 'da A llc h ın  d e m 'i m elekelere hükümdar . f y a p lıjııu ı dair h iç b îr üyat y o k t u r ; y aln ız recieklcro .. hitaben  d e m 'i y e r yüzünde kendisine h alife y û ;û e r.Jı j 01 sö y ler (K u r 'a n , II, 2 9 ),

1 K u r’an '8a  dem 'in Serendîb adasına in d iği ve orad a H a vv a ’den ik i yüz rene a y r ı kaldıg-ı nıczkür olm am akla beraber, islâm2 on'avıoyo g irm i; b îr riv a ­ y e ttir , •

1

136

ADEN.

lerin, somalilerin, yahudilerin ve avrupalılarm orada yerleştikleri görülür. Bütün nüfusunun 44.000 olduğu söylenir. Şehrin içme suyunu temin eden, eski zamanlardan kalıp ihmal ve fakat ingilizler tarafından tekrar tamir edilmiş olan bir boğazdaki büyük bentler görülmeğe değer. ‘Aden 'de mühim İslâm mimarî eserleri yoktur; ancak şehirde maruf olan Şayh al‘Aydarüs 'un türbesi dikkate şiyandır. Şayjı ‘Osman 'a giderken, yolun yakınında bir kaç tuzla vardır. T a r i h î m a l û m a t . Greklerin ve romalıla­ rın Adana veya Athana diye bildikleri ‘Aden *e bizzat Peygamber, ilk İslâm vâlisi olarak, Abu Musa '!-A ş‘ari 'yi gönderdi. Bani Ziyad Yemen 'de müstakil, bir hanedan kurduktan 3onra, ‘Aden Yemen vilâyeti akşamından oldu ve o vilâyet limanlarından biri sayıldı (304 = 916). Tahminen bir asır sonra (402 = 10 11) Bani Ma‘n [ b. bk. ] ‘Aden, Lahec, Abyan, Şihr ve Hazramavt 'ta hâkimiyeti ellerine aldılar. Y e­ men Şulayhi '1eri ‘Aden üzerinde hâkimiyet hakkını Bani K a ram ‘e verdiler; bunlar son­ ra birbirleri ile anlaşamadılar ; nihayet bu aile­ nin bir kolu olan Bani Zuray’ [ b. bk.] üs­ tünlüğü elde ederek, 519 ( 1 1 25) senelerinde istiklâllerini ilân ettiler. Hâkimiyetleri Şalâh al-Din'in kardeşi Turan Ş â h ‘m Yemen’i zapt­ ettiği 569 (1 1 73) yılına kadar sürdü. Birbiri ardınca burada A y y ü b i'le r (625 = 1228 e ka­ dar ) Rasüli 'ler (858 = 1454 e kadar) ve Tâhir i’ler (923 = 1517 'ye kadar) hüküm sürdüler. 1513 te, Alfonso d’Albuquerque 'in kumandası altında, portekizliler ‘Aden ‘in önüne geldiler ; fakat şehri zaptedcmediler; nitekim birkaç se­ ne sonra gelip, Tâhiri 'lerin sonuncusundan Lalıid şehrini alan Mısır Mamlük 'Ieri de aynı rnuvaffakiyetsizliğe uğradı. ‘Aden, Kanunî Sultan Süleyman 'in hind se­ ferine memur ettiği Mısır beylerbeği Hadım Süley man Paşa tarafından, o sırada şehrin hâ­ kimi olan ‘Âmir b. Düvüd elinden alındı ise de, bunu takip eden senelerde Yemen Zaydi 'lerinin tecavüzüne uğrayarak, 1568 de şehri yeniden fethetmek zarureti hâsıl oldu. Nihayet 1630 y ı­ lma doğra ‘Aden 'de osmanlı hâkimiyeti sona erdi. XVIII. asır başlarına kadar burası Zaydi .‘ lerin hükmii altında kaldı; sonra Lahec [b . bk.] sultanlarının eline geçti. Bu sırada şehir, liman olmak bakımından, ehemmiyetini kaybetm işti; öyle ki, 1838de ingilizler ‘A den'e geldikleri va­ kit, buranın nüfusu, fakir bir hayat süren, 600 kişiden ibaret kalmıştı. Bununla beraber, Hin­ distan 'a yerleşmiş olan ingilizler, daha evvel­ den, mevkiin ehemmiyetini takdir etmişler ve 1802 de Lahec sultanı ile bir ticaret ve dostluk muahedesi imzalamışlardı. Şehri işgal için de,

bu sahillerdeki arap korsanlarının tüccar gemi­ lerine tasallut etmelerini bahane ittihaz ettiler. 1838 senesinde İngiliz kaptanı Haines sultan Muhsin b. Fuzayl ‘i ‘Aden ‘i İngiltere ‘ye terke ikna etti ise de, şehrin fi’lî işgali ertesi sene, bu sefer şehri bırakmak istemeyen hükümdara karşı cebir kullanmak suretiyle, vukua geldi ( 20 kânun II. 1839 ). Bundan sonra, otuz sene kadar bir müddet içinde, ingilizler civarda, ya­ şayan ve fırsat buldukça ‘Aden *e akınlar yapan kabilelerle mücadele ettiler ve sonunda, bun­ larla muahedeler akdedip, kendilerini zorla hi­ mayeleri altına aldılar (1867 ). O zamandan beri ‘Aden ‘in inkişafı devam etti. İngilizler burada birçok yeni binalar, kömür ve su depoları, eşya antrepoları ve kışlalar yaptırdılar ve mevkii kuvvetle tahkim ettiler. ‘Aden şehri bu suretle Hind ve uzak şark deniz yolu üzerinde gayet ehemmiyetli bir uğrak oldu. Limana uğrayan gemilerin tutarı 1900 senesinde 4,7 milyon to­ na yaklaşmış, 1927 de 10,6 milyonu ve 1932 de ise, 12,3 milyonu bulmuştur. İdarî bakımdan,. Bâb al-Mandab boğazında bulunan Perim adası ile A rabistan'ın cenub-i şarkî sahilindeki Kurayn-Murayn adaları ve So­ mali sahili açıklarındaki Sokotra adası ‘Aden ‘e tâbi bulunduğu gibi, ‘A den'de 19 2 7 ‘den beri doğrudan doğruya Hindistan imparatorluğu ida­ resine bağlanmıştır; daha evvel Bombay idare­ sine ( presideney) tâbi idi. Şehirde bir vâli İngiltere 'yi temsil eder. ‘Aden arazisi, Perim adası ve himaye altında bulunan hinterland dahil olmak üzere, 23.300 murabba km. büyük­ lüğünde olup, bu arazi üstünde 1931 senesinde takriben 155.000 nüfus yaşamakta idi (yalnız ‘Aden, ve Perim 207 murabba km. ve 1931 sa­ yımında 50.800 nüfus). ‘Aden kolonisinin ticaretinde ( 1929/1930 sene­ sinde ) ithalât . 79.838.000 rupyaya ve ihracat 60.347.000 rupyaya bâliğ olmuştu, ihracatın başlıca unsurları dahilden veya komşu kıyılar­ dan gelen kahve, zamk, deri, günlük, tütün, hu­ bubat, şeker v.s. gibi şeylerdir. ‘Aden şehrinde bulunan nüfus, ırk bakımın­ dan, çok çeşitli ve karışıktır. Çoğu hariçten gelmiş olan araplar, daha ziyade ticaretle meş­ gul olurlar. Gemilerin yükleme ve boşaltma iş­ leri ile meşgul olanlar ise, kanaatkar bir hayat geçiren Somali muhacirleridir. ‘Aden 'de birçok hindii va rd ır; bunlar arasında, bir çoğu müslü­ man olmakla beraber, brahma dinine mensup olanlar ve parsîler de bulunur. Bunlardan baş­ ka, çehreleri habeşlileri andıran ve arapların tenezzül etmedikleri birtakım işleri gören, akdam adı verilen bir halk sınıfı vardır. Nihayet, ‘Aden sekenesini tamamlamak için, yahudileri de kaydetmek lâzımdır. .V ; .

ADEN - ADÎ. : B i b l i y o g r a f y a . i F. M. Hunter, A c ­ count o f the British settlement o f A den in A rabia ( 1877 ) ; Playfair, H istory o f Yam an; von Maltzahn, Reise nach Südarabien, a. 14 i v.d d .; Statesman's year Book, 1932 ; A lm a: nach de Gotha, 19 32; A tıf, Yemen Tarihi (İstanbul, 19 10 ), s. 33 v.dd. [ B u : m adde

B

e s IM

D a RKOT

ta r a fın d a n

ta ­

m a m l a n m ış t ır .]

’A D A S ( a . ; keza a l a s , BA LA S, mercimek. Kuraklığa karşı hassasiye­ tinin azlığı, yumuşak ve kumlu topraklardan Hoşlanması, yüzünden, mercimek şarkta ve hasseten, bugün bile en mergup gıdalardan oldu­ ğu, M ısır’da en eski zamanlardan beri ekilen nebatlardandır, İbn al-‘Avvâm İslâm âleminin garbından mercimeğin yayılması ile ziraatinden, diğer taraftan da kabız verici ve müferrih hassası ile tıbbî tesirinden ( adetin fazla mik­ tarda gelmesine, su çiçeğine, abseye v.b. karşı) bahseder, ibn ol-Baytâr ayrıca bir ‘adas murr (acı mercimek = orpaçyâvıov’), bir adas nabatî ( nabatî mercimek ) ve bir de 'adas al-mâ’ (su mercimeği = lemna minör ) zikreder. Mercime­ ğin ifrat derecede veya devamlı surette, yen­ mesi, o zamanki inanışa göre, sarılık, malihulya, cilt hastalıkları ve kanser gibi ciddî illetler doğurur. B i b l i y o g r a f y a : İbn al-‘Avvâm, K iiâb al-Falâha, II, 25, 69 v.dd.; İbn al-Baytâr, al-Câmı ( Bülâk, 129 1), 111, 117 v.d .; Abu Manşür al-Muvaffak, K iiâb al-A bniya ( nşr. Seligmann), II, 49 ; A . v. Kremer, Aegypten (18 6 3 ), I, 203; R. Hartmann, Reise des Fr. v. Barnim , s. 219 (N ubienl). (H ell . ) Â D E T . ‘A D A ( A . ; fars., türk. âdet), te­ amül, â d et; İslâm memleketlerinde doğrudan doğruya ibadata taallûk etmeyen hukukî mese­ lelerde, şeriate ( şar i'a ) tâbi olmayarak, tatbik edilen ö r f ve t e a m ü l e müstenit hukuku ifade eden bir ıstılahtır. Ekseriya şer’î hukukla tearuz eden bu hukukun tatbiki, bir çok mem­ leketlerde kazanın, ruhanî ve cismanî ( şer’î ve nizamî) diye, ayrılmasını zarurî kılmıştır. Şim­ diki halde elimizde 'âda denilen müteaddit ka­ nun mecmuaları bulunmaktadır. Müeltefatta 'âda yerine bazen 'u r f veya kanun tâbirleri kullanılmaktadır. B i b l i y o g r a f y a : I. Goldziher, Die Zahirilen, s. 204 v.d.; Snouck Hurgrouje, . Van den B erg 's beoefening van het Mohamm. Rccht, I, 10 v .d .; T. W. Juynboll, H andleiding, s. 8 v.dd.; Hindistan ve şimalî . A frika 'da 'ada ‘ya dair yazılar hakkında bk. Preussische Jahrbiicher, 1905, s. 290—292; bundan başka Hindistan için bk. Customs in th e . transborder ierriiories o f the northA D ES.

B U L S U N ),

137

vjest frontier provinces ( Jo u rn . A s, Soc. Bengal, L X X I I I , 3- kısım, 1904, ayrı nusha,, s. 1 .—34 ) ; şimalî Afrika için bk. Saı'd Boulifa, L e kanoun d'A d n i ( Recueil de mé­ moires et dé textes, Cezayir, 1905, s. 1 5 1 — 179 ) î Decambroggio, Kanoun orfia des B er­ bères du sud tunisien ( Revue tunisienne, IX , 3 4 6 — 3 5 6 ).

(I. G

o l d z i h e r .)

‘A D A V ÎY A , pirleri Şayh ‘A dî *nin adına izafetle, Yazidi ’tere verilen isim. A D E V İY E .

A D H A M ÎY A . [ Bk.

e d h e m Iy e . ]

.

;

“A D Î. [B k . Adî.] A D İ . ‘A D İ B. HÂTİM ( ? — 687 ), Abü Tarif künyësi ile maruf ‘A li tarafdarı. Babası meşhur şair Hatim al-Tâ’i ’den Tayyi’ kabilesi şeyhliğini tevarüs etti. Ülkesini kat'î surette kaybetmek tehlikesi karşısında, o zamana kadar babası gibi hıristiyan olan ‘A di, 9 ( 630 ) senesinde raüslüınan oldu ve Tayyi 'lerle Asadi ’lerin ver­ gilerini Peygamber hesabına tahsil etti. Pey­ gamberin ölümünden sonra, kabilesinin irtidad tehlikesini maharetle önledi. Hâlid ile birlikte Irak ‘a yürüdü ve burada emîrin muavini sıfa­ tı ile, futuhat harbinde muhtelif muharebelere iştirak etti. ‘Oşmân Bagdad civarında ‘ İsa neh­ ri üzerinde al-Ravhâ’ köyünü, iradından istifade etmek üzere ( k i t a ), ona verdi. Bununla be­ raber kendisi bu halifeden uzak yaşadı ve Ta­ bari 'den ( I, 3164 ) istidlal olunduğuna göre, halifenin katilleri ile azçok münasebeti vardı. Cemel vak'asında ‘A li 'nin saflarında çarpıştı ve itimadını haiz diğer adamlar ile birlikte, Şiffin muharebesinden önceki dört haftalık mütareke esnasında, Mu'âviya nezdinde onun elçiliğini yaptı. Sonunda söz kılıca düşünce, ‘A li kendi­ sini, sancakdar nasbederek, şereflendirdi. Daha sonraları ‘Adi Küfa ’de yaşadı ve orada ‘A li tarafdarhğmı bırakmadı ve Irak ’in kudretli valisi ZiySd b. A bi Sufyân tarafından zulüm gören kabilesi efradını muvaffakiyetle himaye etti. ‘Adi 67 ( 686/687 ) de, 120 yaşında öldü. B i b l i y o g r a f y a : îbn Hişâm, I, 948 v.d., 965 ; Ta bari, bk. fihrist ; İbn al-A şir, Usd al-ùâka, III, 392 v.d. ; Yakut, Mu cam, bk. mad. Cûsiya ; Belâzori ( nşr. de Goeje ), s. 274; Wüstenfeld, Gcncal, Tabellen, index, bk. mad. _ (A . SCHAADE.) - A D İ. ‘ADİ b . Musâf Ir (Ş ayh 'A d ı) ( 1072 ? — 1162 ? ), ye z i d > [ b. bk.] e v l i y a ­ s ı n d a olup, Suriye 'de Baalebekk ( Ba'Iabakk ) civarındaki Bayt Far ’da doğmuş, 90 yaşında SSS veya 557 ( 1160 veya 1162 ) de LSleş ’te öl­ müş ve oraya gömülmüştür. Yeğeni ve halefi Şayh Sahr b. Sahr b. Musâfir de orada medfundur. İslâm dinine ait? olup, sünnîler. tarafından itiraza uğramamış olan birçok eserlerin müellifi

ve 'adaviya ( veya şohbetiye) denilen bir sûfl tarikatının da müessisidir. Butarikatın, zamanla dağlı kürtlerin iltihak etmesi ile, aslından inhi­ raf ederek, yezidîliğe münkalip olduğu söylenir. ‘A di nin (yezidîlerce bu isim ekseriya H adi telâffuz ed ilir) halefleri arasında, msl. nama­ zın ilgası gibi, bir çok batıl hareketler vuku bulduğu için, Makrizi ‘nin al-Sülük li-M a'rifat D uval al-M ulnk 'ünde 817 (1414 ) senesi vak‘aları meyanında zikredildiği gibi, bazı mutaassıp­ lar tarafından kışkırtılan kürtler ‘Adi ‘nin müridlerinden bir çoğunu öldürüp, Şeralık ( Lâleş ) köyündeki Şayh ‘A di ‘nin mezarını tahrip ile kemiklerini yaktılar. Huani ‘nin Taymür kütüp­ hanesindeki bir yazmadan aldığı malûmata gö­ re, Bedr al-Din Lu’lu’ Şayh ‘Adi ‘nin sülâle­ sinden olan Şems al-DÎn ‘i 644 ( 114 6 ) te esir ettikten ve onu Musul ‘da öldürdükten sonra, daha 652 (1254 ) de Şayh ‘Adi ‘nin ‘Ayn Sifni ‘deki kemiklerini ya mıştı. Bu ‘Adi ‘nin yezidîler tarafından tesahup edilmesi yüzünden doğan müşkülâtı izale için, hassaten müslüman kelâm uleması diğer bir ‘Adi ‘nin mevcudiyeti­ ni kabul etmeği iltizam etmişlerdir. Nüri, bu hususta ‘Adi isminde bir nesturî keşişini (A lkoş manastırında keşiş Edi = Thaddaus ) ileri sürer ki, söylendiğine göre, bu keşiş islâmiyeti kabul ederek, Laleş manastırında müslüman­ lıkla nesturîliği telif eden yeni bir dinin müessisi olarak, ortaya çıkmıştır. Mahaza Barhebraeus ‘un kürtlerce peygamber sayılan Şayh ‘Adi ‘nin iki oğlu hakkında verdiği malûmatta, ayrı iki şahsı birbirine karıştırdığı aşikârdır. Aynı suretle Şayh ‘Adi ‘nin, Mani ‘nin bir tilmizi olan Adde veya Ade ile aynı şahıs ol­ duğu ileri sürüldüğü gibi, Azar „ateş ruhu“ ile de bir tutulduğu vâkidir. Nesturî keşişlerinden Rörnişö', 1452 senesine ait bir süryanî vesikasına istinaden, ‘Adi is­ minde bir kürdün hayat ve eserini tasvir eder­ ken, bu şahsı mezhebin müessisi olarak göste­ rir ise de, bu 'Adi ‘nin yezidîlik ile alâkasının tesadüfi mahiyette olduğu zannedilmektedir. ‘Adi, Tayrahiti kürt kabilesinden ve Allfoş ( ‘Ayn S ifn i) manastırı çobanının oğlu olup, baş keşişin, Kudüs 'ii ziyaretinden dolayı, orada bulunmayışından bilistifade, manastırı keşişle­ rin elinden aldı. Vakıa avdet eden baş keşişin şikâyeti üzerine gâsıp, o sırada Cengiz Han ‘in yeğeni T u m a n ‘in kumandasında Horasan'da bulunan mogullar tarafından, 1223 te idam edildi ise de, oğlu manastırı tekrar zaptetti ve babasının başladığı hareketi devam ettirdi. Râınişö' ‘nnn bir muasırı olan Erbil baş keşişi Işö'yüb bar Mkaddam dahi manastırın, baş ke­ şişin tilmizi olan ‘Adi ismindeki bir müslüman tarafından, zaptedüdiğiııi kaydeder.

Huani, yezidî kavminin asıl adı T a r h a y a ve yezidî mezhebinin asıl adı da T a y r â h i y a olduğunu söyleyerek, bunları T a y r â h i ‘[ere mensup gibi gösterir; aynı zat, bunların Irak ‘tan Hulvün ‘a hicret etmiş olduklarını ve, Şayh ‘Adi ile haleflerinin zuhuruna kadar, sâlik ol­ dukları zerdüştî akidelerinin müslüman yezidî mezhebine nufuz ederek, bu şâyan-ı dikkat şekli almış olduğuiıu kabul eder. Bu hususta her hangi bir k a ti karar vermekte acele etme­ melidir. Herhalde V ân T a ' r lh i müellifi ile bir noktada birleşmemiz icab eder ki, o da Şayh Adi ‘nin şahsiyetinde izlerini bırakmış olan te­ lâkkilerin tarihî kıy neti bu husustaki yazılı rivayetlerden daha az ehemmiyeti haiz olma­ dığıdır. B ib liy o g r a fy a

için bk. YAZÎDİ. (T

h.



M e n z e l .)

Baadri köyü civarın Ja, Rabbân-Hormuzd nes­ turî manastırının 20 mil şarkında, üç ınahrutî kubbe pirin türbesini gösterir. Geceleyin meş’ale alayları, sandukanın üzerindeki yeşil örtünün teşhiri, dumanı tüten sini sini h a r i s a ( yoğurtlu yahni ) dağıtılması merasimi, oraya kalabalık bir yezidî cemaati cezbeder ki, Sir H. Layard ‘m 1849 da bizzat şahit olduğu merasim de biı idi. B i b l i y o g r a f y a : İbn Hallikân (tre. de Slane ), II, 197 ; H. Layard, N in e v e h a n d its r e m a in s , I, 293 v.d .; ayn. mil., D is c o v e r ie s in t h e ru in s o f N in e v e h a n d B a b y lo n , s. 79 v.d .; Ainsworth, T r a v e ls a n d r e s e a r c h e s in A s ia M in or, 11, 187 v .d .; Badger, N e s to r ia n s a n d t k c ir r it u a ls , s. 104—107 ( mezarın üç resmi) . ( C l. HuART.) A D Î .‘ADİ D. a l- R 1k â ‘ ( b. Zayd b. Mülik b. ‘Adi b. al-Rikö‘ ), Kuzâ'a ’lardan ‘Amila ka­ bilesine mensup bir arap şairi olup, aslen bedevî değil, şehirlidir. Emevîlerin, hassaten al-Valid b. ‘Abd al-Malik ‘in, kasidecisi olarak, Şam ‘da yaşadı ve Carir ile şairane münazaraları oldu. Muhammed b. Sallüm kendisini İslâmî şairlerin üçüncü tabakasına koyar. Şiirleri arasında Umm al-Kâsim için söylediği bir n a s ib ( msl. Mubarrad, K â m il , s. 85,14) en çok zikredilenidir. B i b l i y o g r a f y a : A ğ â n i , VIII, 179— 183; İbn Kotayba, K i t â b a l- Ş i' r ( nşr. de Goeje ) s. 391—394. ( BROCKELMANN.) A D Î. 'ADÎ b . Z a y d ( î — 604 ? ) , islâmiyetten önceki hıristiyan şairlerinden olup, do­ ğum yılı malûm değildir. A l-Î^ ira ‘nin muteber bir ailesine mensuptu ve babası, İran'ın hüküm­ dar sarayında daha yüksek bir terbiye görmesi için, kendisini o memlekete göndermişti. Vata­ nına döndükten sonra bile, bu saraya sıkı su­ rette bağlı kaldı ve alrMunzir IV. ‘in ölümün­ den ( ¡80 e doğru ) sonra, onun halefi olarak, al Nö'tr.Sn III, ‘in seçilmesini iltizam etmçj: su-

ratiyle, İran sarayının menfaatlerini müdafaa etti. Kendisini kıskananlar ve düşmanları onu âciz bırakmağa muvaffak oluncaya kadar, bu Labuıi hükümdarının sarayında büyük bir rol oynadı. Al-No'mân onu hapse attı ve zindanda 604 senelerinde kahbece katledildi. Ölümünün Lahmi Merin sukutunu intaç ettiği söylenir. Ş i­ irlerinde, umumiyetle, şarabı ve dünyevî kudret ve azametin faniliğini terennüm etmiştir. . B i b l i y o g r a f y a : tbn Kotayba, Kitâb a l- Ş ır ( nşr. de Goeje ), s. m —117 ; L. Cheikho, Ş u ara al-N aşrâniya, 9. 439—474 ; Broekel: ■ mann, Gesch. d. arab. Liiter., I, 29 v.d. ; Nöldeke, Gesch. d. Perser u, Araber zar Z e it der Sasaniden (Leyden, 1879), s. 312 v.dd,; Rothstein, Die Dynastle der Lahmiden in a l-fjîra (Berlin, 1899), s. 109 v.dd. (A . H affn er .) Â D ID . a l-'Â Z İD U Dîn A llah ( 115 1- - 117 1), künyesi ve ismi Abü Muhammed 'Abd Allah, son Fatimî hâlifesi; ‘Abbâs b. Abi M-Futüh [ b. bk.] ’un katlettiği Sulaymân ’ın oğlu, halife Hâfiz *ın torunu ve onun selefi olup, (Pfı sene ¿hüküm sürdükten" sonra, 17 recep 555 (23 temmuz 1160) te, ı t ’/2 yaşında iken, ölen alFâ’iz ‘in amcazadesi. Al-'A zid 20 muharrem 546 (9 mayıs 1 1 51 ) da doğmuştur; demek ki, tahta çıktığı zaman 9 yaşında idi. Hilâfetinin başlan­ gıcından itibaren, 21 yaşında iken, vukua gelen ölümüne kadar (10 muharrem 567 = 13 eylül 117 1), her gelen başkumandanın elinde iradesiz bir âlet oldu; ölümünden az evvel, Nür al-Din [ b. blc.] Mdavet etmesi ile, devlet işlerine şah­ san müdahale etmişe benzer. Kendisi şi’îlik gay­ reti ve sünnîlere itisafı ile meşhurdur. Bundan manda, icraatı hakkında nakledilecek bir şey de yoktur. Mamafih onun halifeliği esnasında Mı­ s ı r ’da en büyük değişiklikler olmuştur ki, bu değişikliklere burada, dolayısiyle, temas edile­ cek tir; çünkü bu mevzu T A L Â ’ f , R U Z Z ÎK , Ş Â V A R , ¿ İR Ğ Â M , Ş ÎR K Ö H ve S A L Â H A L -D İN madde­ lerinde, geniş surette, tetkik olunacaktır. Al‘A.iid halife olduğu zaman, Talâ’i* b. Ruzzik lcadir-i mutlak bir vezirdi; fakat ertesi sene öldü. Onun oğlu, Ruzzik b. Talâ’i', bir müddet hükümeti idare ettikten sonra, 5 58 senesi ba­ şında (10 kânun I. 1162) yerine Şâvar geçti. Dokuz ay sonra, Şâvar ’in yerine, ¿irğ im ismin­ de bir kumandan getirildi. Şâvar Suriye ’ye kaçtı ve Nür al-Din ’in müzaharetini temine çalıştı. Yeni vezir Zirğâın, liyakatsiz değilse bile, son derecede kuşkulu bir adam olarak tas­ vir olunur. Hemen bütün mühim adamlar onun müfrit vesvesesine kurban g ittiler; bu sebep­ ledir ki, frenkler memleketi istilâya başladıkla­ rı ve bir yandan da Şâvar, bir Suriye ordusu İle, harekete geçtiği zaman, Mrnır hükümeti

idareye muktedir şahsiyetlerden mahrumdu. Ş â ­ var ‘in askerleri arasında Şirküh ve onun yeğe­ ni Şalâh al-Din bulunuyordu. Zirğâm mevkiin­ den indirildi ve öldürüldü; Şâvar de yeniden vezir nasbolundu. O andan itibaren, Mısır ‘da mevki-i iktidarı ele geçirmek için, türlü türlü entrikalarla çetin mücadeleler başladı ve bu hâl senelerce devam etti. Gerek Şâvar, gerek haçlılar, muhtelif şekil ve suretlerde, bu mü­ cadelelere iştirâk ettiler. Halife, vaziyet üze­ rinde hissedilecek bir te3İr icra etmeden, gâh şunun, gâh bunun tarafını iltizam ediyordu. Bu mücadele Şirküh ‘un kumandasında Mısır ‘m Nür al-Din ‘in ordusu tarafından işgali ve Ş â ­ var ‘m katli ile neticelendi. Şirküh onun yerine geçti ve ölümünü ( 22 cemaziülâhır ¡6 4 = 23 mart 1169 ) müteakip, Şalah al-Din vezir nasb­ olundu. Metbuu Nür al-Din ‘in ısrarı üzerine, 567 senesi başında (4 eylül 1 1 71 ) hutbede A b­ basî halifesine dua edilmesi usûlünü vazetti. Bu al-‘Âzid ve umumiyetle Fatimîlerin şeklî olan hâkimiyetlerinin sonu demekti. Bu meşhur ha­ nedanın talihsiz sonuncu uzvu, hal’ edildiğinin farkına varmadı ; çünkü çoktan beri hasta idi ve vak‘adan birkaç gün sonra, öldü. B i b l i y o g r a f y a : İbn Hallikân ( nşr. Wüstenf.), nr. 361 ( tab. Bülâk, 1299, I, 338 ; trc.de Slane, I I , 72 ) ;al-M akrizi, H ita t, I , 357 v.dd.; İbn al-A sir ( nşr. Tornb.), X I { R e c u e i l d e s h is t o r ie n s d e s c r o is a d e s ; H is t. or., I ) ; Abü Şâma, K i t â b a l - R a v é a t a y n ( Kahire, 1287/1288), I , 124 — 203 ( R e c u e il, I V ) ; Ibn Haldün, ' I b c r , I V , 76 v.dd. ; V , 279 v.dd. ; Abu M-Fidâ’, M u h t a s a r , I I I , 575 v.dd. ( R e ­ c u eil, I ) ; H. Derenbourg, O a m â r a d u Ycm en , I —I I ; WÜ3tenfeld, G e c s h , d, F â t m id e n C h a li fe n , s. 325 v.dd.; Stanley Lane-Pooie, H is t o r y o f E g y p t , s. 176 v.dd. ; ayn. mil. ; S a la d in , s. 77 v.dd. ; R. Rohricht, G e s c h . d e s K o n ig r e ic h s J é r u s a l e m , bab X V I I , X V I I I . . (C . H. Dec k er .) A D İĞ E . [ Bk. ç e r k es .] ( 'A D İL . [B k . ÂDİL.] Â D İL . 'A D İL ( a . ; 'adi ile aynı mânada), al-Malik al-'Adil ‘de olduğu gibi, hükümdar un-' vanlarına dahil olur. Tarihte bu unvanla taummış bazı hükümdarlardan aşağıdaki maddelerde bahsedilecektir [ krş. bir de BAHRÂM, R U Z Z ÎK , SALÂMİŞ v.b.J, _ Â D ÎL . AL-‘ADÎL, Eyyubîlerden iki za­ tın unvanıdır. 1. a l -M a l İk a l - 'Â d Il I . A bu B e k r M u h a m ­ med B. A y y ÜB ( 1145 — 1218 ), haçlıların Saphadin dedikleri SAYF A L-D ÎN mahlası ile anılan bu zat, Şalâh al-Din A yyübi'niu kardeşi, mu­ avini ve manevî vârisi idi. Muharrem 540 ( haziran-tcjpgııız 1145 ) ta veya, diğerlerine göre,

1^0

Ad îl .

muharrem 538 ( temmuz-ağustos 114 3) de Şam ‘da veya Baalbekk 'te doğdu; meşhur büyük kardeşinden 6—8 yaş küçük olup, ölümüne kadar onun mutemedi ve mümessili olarak kal­ dı. Kardeşine karşı daima dürüst ve sadık dav­ ranmış olmasına rağmen, onun ölümünden son­ ra, tamamen şahsî, fakat hanedanın ve isi âmin nef'ine olan, bir siyaset takip etti. Hem karada hem denizde iyi bir cengâver olduğunu gös­ terdi ; fakat başlıca muvaffakiyetlerini siyaset adamı ve diplomat sıfatı ile kazandı. Nür al-Din 'in maiyetinde temayüz ettikten sonra, al-‘Âdil, Şa’öh al-Din ile birlikte, Şirküh un kumandası altında Mısır a geld i; fakat ancak 570 (1174/1175 ) te, Şalâh al-Din 'in Su­ riye 'ye hareketinde, Mısır 'da kardeşine niyabet ettiği zaman, pek mühim bir şahsiyet oldu. Bu vazifede 573 (1177/1178) ve 578 (118 2/118 3) de, yerli âsîlere ve frenklerin istilâlarına karşı gös­ terdiği kabiliyet ile, liyakatini isbat etti. 579 (1183/1184 ) da kendisini Mısır 'dan Haleb 'e naklettiler; fakat halefi ve yeğini al-Malik alMuzaffar Taki al-Din 'Omar, kendisine muavin tayin olunan Şalâh al-Din 'in oğlu al-Malik alA fzal [ b. bk. ] ile anlaşamadığı için, 582 (1186/ 1187 ) de tekrar Mısır 'a döndü. Bunun neticesi olarak, her ikisi de azlolundn ve al-‘AdiI, Şalâh al-Dîn 'in diğer bir oğlu olan al-Malik al-'Aziz [ b. bk.] ‘in şeklî otoritesi altında, işleri tedvire memur edildi. Bunu takip eden senelerde, al‘Adil Mısır 'dan kardeşinin siyasetine ciddî bir surette müzaharet etti ve sık sık, bir ordu ve­ ya donanma ile, bizzat Suriye 'ye geldi. Bu su­ retle Y afa ve Karak 'i fethetti, Kudüs 'ün fet­ hinde de bulundu. 'Akkâ 'yı muhasaradan kur­ tarmak için, 585 (1189/1190) te bir teşebbüse girişti ve bilhassa, Şalâh al-Din ile „arslan yü­ rekli“ Richard arasındaki müzakerelerde mühim bir rol oynadı. Kıral Richard ile dostâne mü­ nasebetlerde bulundu; oğullarından birine Ri­ chard tarafından şövalyelik tevcih edildi. Hattâ ( 587 119 1) de al-'Adil'i İngiliz kiralının bir kız kardeşi ile evlendirmek ve ikisini Filistin 'de hükümdar yapmak hususunda eür'etkârane bir plân bile tasarlandı. Aynı sene al-'Âdil Suriye ve Mısır 'daki tımarlarının ekserisinden feragat e tt i; bunu telâfi için, kendisine Irak ve Diyar­ bakır verildi. Suriye 'de diğer mevkiler ile bir­ likte, Balkâ’ ve K a rak 'i muhafaza e tti; zaten Şalâh al-D in‘in ölümü haberi (27 safer 589 — 4 mart 119 3) kendisine vâsıl olduğu zaman, Ka­ rak 'te bulunuyordu. Çok geçmeden, Şalâl) al-Din 'in oğulları olan Şam ‘daki al-Afzal ve Kahire 'deki al-'Aziz ara­ sında, taht için niza’ başlayınca, al-'Âdil önce ara bulucu bir rol oynadı; fakat niyeti fırsat zuhur edince, bizzat iktidar mevkiine geçmekti.

A l-‘Aziz evvelâ al-Afzal 'e karşı yürüdü, fakat al-‘Adil 'in ve diğer Eyyubîleı in müdahalesi ile, sulh yeniden teessüs etti ( 5 9 0 = 119 3 / 119 4 ) . Ertesi sene al-'Aziz yeniden fütuhat hevesine düşünce, al-'Adil al-Afzal ile birleşti, al-'Aziz i Mısır ’a dönmeğe' mecbur ettiler ; orada bir an­ laşmaya varıldı. A l-A fzal Şam ‘a döndü ve al'Adil, al-‘A ziz'in nezdinde vckil-i umur sıfatı ile kaldı ( 59i = 1x94/1195 ). A z sonra mısırlı­ lar tarafından, Şam *1 ele geçirmek için, tahrik edilen harp yeniden başladı. A l-‘Adil, ismen al-'Aziz 'in tâbii olduğundan, Suriye üzerinde de hâkimiyeti ele geçirdi. Bu suretle, haçlılara karşı mücadele için, yeniden serbest kaldı ve Irak 'taki arazisinde emniyet ve asayişi temin etti. A l-'A zız 'in beklenmeyen ölümü ( 27 muharrem 595 = 29 teşrin II. 1198) S u riye’ye dönmesine sebep oldu ve orada, mevkiini muhafaza için, mücadeleye mecbur k ald ı; çünkü Mısır ‘da al'A ziz 'in ölümü üzerine, her nedense, al-Afzal 'i merhumun küçük yaştaki oğluna vasi tayin et­ mişlerdi. A l-A fzal Şam 'a baskın yaparak, al'Âdil 'den intikam alabileceği ümidinde idi. Haleb 'deki kardeşi al-Zâhir de bu hususta ken­ disine müzahirdi. Falcat al-'Adil onlardan önce davrandı; mahirâne bir surette hasımlarının aralarını açmağa, muvaffak oldu ve al-Afzal teslim olmak mecburiyetinde kaldı. A l-'A d il de bu suretle Mısır ’a hâlam oldu. Geniş impara­ torluğu oğulları arasında taksim e tt i: al-Kâmil Mısır 'da, al-Mua'zzam Şam 'da, al-Fâ’iz Irak 'ta onu temsil ettiler. Diğer oğulları ve akrabaları daha küçük vilâyetleri idare ediyorlardı ve' hattâ o zamana kadar müstakil olan aile efradı da al-'Adil ‘i, başbuğ olarak, tanıdılar. Bu su­ retle Şalâh al-Din 'in hemen bütün imparator­ luğu ihya edilmiş oldu. Bu devir, dördüncü ve beşinci haçlı seferleri arasındaki - „çocuklar haçlı seferi“ (1212 ) ile Macar kiralının seferi­ ne (12 17 ) rastgelen, sakin bir devir olduğun­ dan, artık al-'Adil 'in haçlılarla uğraşmasına pek lüzum kalmamıştı. Gerçi frenk devletleri ile ufak tefek çarpışmalar eksik olmuyordu; fakat al-'Âdil her tarafta ye sür’atle sulhü te­ sise çalışıyordu. Venedik ile yaptığı ticaret muahedesi ile malûm olan, ticareti inkişaf et­ tirmek hususundaki gayretleri, bu sulh siyase­ tinin bir eseri idi. Hükümdarlığının sonuna doğru Mısır.-’da D im yat‘a karşı yeni haçlı seferi başladı; fakat Mısır için ordu teçhiz etmekle meşgulken, Dimyat şehrinin sukutundan evvel, 7 cemaziülâhır 615 ( 31 ağustos 1218 ) te 'A lekin ’de öldü. B i b l i y o g r a f a a 1 Recaeil des Historiehs des C roisades; H isi, or., I, II I, IV , V ; İ b n al-Asir ( n ş r . T o r n b . ) , X I ve X I I ; A b u Şâma, Kilâb al-R a vza ia y n ; İ b n Şaddâd, al-

ÂDİL — ÂDİLŞAHLAfe, N avâdir al-Su lfö n iya; Abu ' 1-Fidâ', Muhtasar, vezirin muhafız kıtasına girmişti. Akıl ve kiya­ IV ; İbn Hallikân (nşr. Wüstenf.), nr. 704 (trc. seti ile temayüz eden al-'Adil, bir müddet de Slane, III, 235 ) ; Makrizi, Hitaf, II; aya. sonra, ümera arasına geçti. Bunun üzerine mil,, Su lu k ( krş. Blochet, Revue de l ’Orient halife al-Hâfiz, kendisini İskenderiye ve BuhayLatin, VI, VIII, IX, X ) ; İbn İyâs, T a r ih Mışr ra 'nin idaresine memur etti. Bu mühim mev­ (BüiSiy, «3u), 9. 75 v.dd.; İbn Haldun, 'Ibar, kide al-'Adil Fât.imiya imparatorluğunun en V ; Amari, Diplom i arabi, s. 69; Stanley La­ kudretli adamlarından biri idi. O zamanlar bu ne Poole, S a la d in ; ayn. mil., A H istory 0/ imparatorlukta merkezî hükümetin elinde hiç Egypt, VII, 212 v.dd.; Röhricht, Cesch. d, bir kuvvet yoktu ve nufuz eyâlet vâlilerinin Königr. Jerusalem^ elinde bulunuyordu. Halife teveccühünü kazan­ 2. a l -M a l I k a l - ' A d İl n . A b u B e k r S a y pmış olan İbn Maşâl ’i vezir tayin etmeğe kal­ AL-DÎN ( 12 21—J248), al-Malik al-Kamil [ b. kışınca, al-'Âdil isyan e tt i; İbn al-Maşâl 'i öl­ bk.] 'in oğlu, yukarıda bahsi geçen zatın to­ dürdü ve vezir sıfatı ile Kahire ’ye girdi. Fakat runu ve Eyyubîlerin az tanınmış olanlarından vezirliği uzun sürmedi; zira 6 muharrem 548 biri. 617 senesi zilhiccesinde ( kânun H.-şubat ( 3 nisan 115 3) de katledildi. Bibliyografya'. bk. Wiistenfeld, 12 21), babasının D im yat'taki (renklere karşı Mısır '1 müdafaa ettiği al-Manşüra 'da doğdu. Gesch. d. Falim iden-chalifen, s. 312 v.dd. ve Daha 12 yaşında iken (629 = 1231/1232), ken­ ‘a b b â s b . a b I 'l - f u t u h ( C . H. B e c k e r .) disini, babasının mümessili sıfatı ile, Mısır 'da A D İ L . 'A D L ( A.), „hakkaniyet, doğruluk“ , buluruz. Al-Kâmil 'in ânı ölümünde de ( 21 recep sıfat olarak ^a ( = 'â d il) „hakperest, dürüst“ ; 6 35= 8 mart 1238 ), aynı memuriyette bulundu­ bu sebeple fıkıhta 'adi, „şahitliği muteber olan ğundan, Suriye ve Mısır emirleri tarafından, kimse“ demektir; zıddı f â ş ik ’tır. Krş. Juynboll, babasının halefi olarak, tanındı. 24 cemaziül- Handleiding tot de kenrıis van de Moh. svet, âhır 603 (26 kânun II. 1207 ) te doğmuş olan s . 293 v.dd.; Dozy, Supplem ent, II, 103. — Mesbüyük kardeşi al-Şâlih Ayyüb, tabiî, bundan kûkâtçılıkta 'adi „vezni tam olan“ demektir ve hoşlanmadı; Şam 'da hükümet tesisine muvaf­ bundan dolayı meskukâtın tam vezinli ve geçer fak oldu ise de, çok geçmeden bu şehri kay­ akçe ( 'a d li ) olduklarını göstermek için, bu ke­ betti. Hattâ al-‘Âdil 'in tarafını tutan amca­ lime ( ekseriya e şeklinde kısaltılmış olarak) zadesi al-Nâşir Dâvüd tarafından hapis bile nakit paralar üzerine basılmış bulunurdu. edildi; fakat kısa bir müddet sonra, al-N işir, ‘ D İ L E . [ B k .  D İLE.] Dâvüd al-'Âdil ’e karşı, al-Şâlih ile birleşmeği  D İL E . 'A D İLE H â TUN , Ahmed Paşa ’nın tercih etti. A l-'A dil onlarla karşılaşmak üzere, k ız ı ve osmanlılar devrinde Bagdad ’da vâiilik Bilbis ’e kadar yürüdü; fakat orada bizzat etmiş olan Süleyman Paşa ’nın karısıdır. Koca­ kendi itaatsiz emirleri tarafından, 8 zilhicce sının hayatında vilâyetin idaresine iştirak et­ 637 (.31 mayıs 1240) de tahttan indirildi ve mişti. Muayyen günlerde halkın sunduğu arzu­ al-Şâlih onun halefi ilân edildi. 12 şevval 645 halleri, bir harem ağası vasıtası ile, alırd ı.. ( 9 şubat 1248 ) te, Kahire ’de öldü. Kendi ismini taşıyan bir cami ve bir kervansa­ B i b l i y o g r a f y a - İbn Hallikân (nşr. ray yaptırdı (1 175 = 1761). Süleyman Paşa."nın Wustenf.), nr. 7 0 5 , s. 2 7 v.dd. ( trc. de Slane vefatında nufuzunun sarsıldığını gördü ve onun III, 24.4 v.d d .); A b u ’ 1-Fidâ’ , Muhtasar, IV, yerine geçen A li Paşa aleyhine yeniçerileri, 4 3 2 v.dd.; Recueil dcs Historiens des Croi­ daha sonra kölemenlerin en nüfuzlularından sades; Hist, or,, I, 1 0 8 = 1 2 5 ; Sibt b. al- beşini ayaklandırarak, kendi kayın biraderi Cavzi, Mir ât al-Zam ân ( nşr. Je w e tt), s. Ömer Paşa ’nın vâliliğini temin etti (176 4 ). 4 6 6 — 4 8 5 ; İbn İyâs, T a r ih M işr ( Bulak, Unutulmuş olarak, öldü. Vefatının tarihi ve J 3 1 J ), s. 82 v .d .; Makrizi, Hitat, II, 2 3 6 ; ayn. mahalli meçhuldür. mil., SalB k ( krş. Blochet, Revue de ¡'Orient B i b l i y o g r a f y a : Cl. Huart, Histoire Latin, X ) ; İbn Haldun, '¡ba r, V , 355 v.d. de B agdad dans les temps modernes, s. 153 _ ( C. H. B e c k e r .) v.d .; Niebuhr, Voyage en Arabie, II, 215,  D İL . a l - ’A D İ L b . a l - S a l â r ( ? — 2j>8 v.d. _ ( C l . H u a r t .) 1153 ), vezir. Al-Malik al-'Adil Abu ‘ 1-Hasan 'A li 'A D İL Ş A H L A R . [B k . â d I l ş a h l a r . ] b. al-Salâr Sayf al-Din, söylendiğine göre, kürt  D İL Ş A H L A R . ‘A D İLŞA H LA R, Bicâpür aslındandı. Meşhur Fâtimi kumandanı al-Afzal da, 895— 1097 ( *4^9—*686) arasında saltanat Şâhanşâh, A rtık oğullarından 491 (1097/1098) sürmüş olan hanedanın unvanı. Bu hanedana de Kudüs ’ü aldığı zaman, bunların ücretli as­ mensup olan bütün hükümdarlar, isimlerine kerlerinden bir Kısmı Mısır hizmetine geçti. Bu ‘Adilşâh unvanını ilâve etmişlerdir. Hanedanın askerler arasında al-'Adil in babası bulunuyor­ müessisi olan Yûsuf ‘Adilşâh veya ‘Âdilhân, du ve, ileride oğlunun da yaptığı gibi, kudretli Behmeuîlerden Muhammcd Şâh II. (867—887

M

 d İl ş â h l a r — ÂDUDUDDfeVLE.

= 146*—1432 ).'ıh sarayında bulunduğu sırada, sultanın gözüne girmeğe muvaffak olmuş ve şahın ölümünden sonra, Behtnenî imparatorlu, ğu nihayete yaklaştığı sırada, Bicâpür vilâye­ tinin idaresini eline geçirmiştir. Sarayda nefsi­ ni emniyette görmeyerek, ailesi ile beraber, vilâyetinin merkezine gitmiştir. Bu zat 1489 tarihinde yâh unvanını almıştır. Yeni haneda­ nın itibarını yükseltmek isteyen tarihçiler, müessisin padişah sülâlesinden geldiğini nakleder­ ler ; şöyle ki, türk sultanı Murâd II. 'm oğlu olan Yusuf, annesi ile beraber, kaçmağa mec­ bur kalmış ve köle gibi satılarak, Behmenîlerin hassa askerleri arasına girmiş. Yusuf ‘Adilşâh 9x5 (15x0 ) tarihinde vefat etm iş; fakat hüküm­ darlık makamının ahfadına kalmasını temin ey­ lemiştir. Bunların isimleri ve saltanat tarihleri şunlardır ı İsma il b. Yusuf . . . 916—941 ( 1510—1534 ) Mallü b. Ismâ'il . . . 941—941 (1534 —1535 ) İbrahim I. b. Ismâ'il . 941—965 (15 3 5 —1557) 'A li I. b. İbrahim . , 965—987 ( 1557—1579 ) İbrahim II. b. Tahmasp b. İbrahim . . . 987—1035 (1579 —1626) Muhammed b. İbrahim 1035—1070 (1626—x66o) ‘A li II. b. Muhammed 1070—1083 ( 1660—1672 ) Sikandar b. 'A li . . 1083—1097 ( 1672—1686 ) Muhammed 'Adilşâh zamanında, 'Adilşâhlar istiklâllerini ve kendi adlarına sikke basmak hakkını kaybetmişlerdir. Delhi *deki türk im­ paratoru Şâh Cihan [ b. bk.] 1044 (1634 ) te Dekkûn ‘ın büyük bir kısmını zaptettikten son­ ra, onları da vergiye bağlamıştır. Hanedan bir müddet dahaadevam etmiş ise de, çok kısa bir zaman sonra, kendisine karşı gönderilen asker­ leri mağlûp ederek, kumandanları A fzal Hân ’1 öldüren ve sabık metbuunu ancak vergi muka­ bili Bicâpür da bırakmağa rıza gösteren, Mahratta kabilesinin reisi Sivâci ’nin isyanı dolayısiyle, bütün ehemmiyetini kaybetmiştir. Bu hâl, türk imparatoru Avrangzib 'in Bicâpür üzerine yürümesini intaç e t t i; imparator, bir sene mu­ hasara ettikten sonra, şehri zapta muvaffak oldu (1097 = 1686). Bu suretle hanedanın son ferdi csir_düşmüş ve üç sene sonra, vefat etmiştir. ‘Adilşâhlar, hükümet merkezleri Bicâpür 'u güzel binalar ile süslemiş olduklarından dolayı, takdire şayandırlar. Hanedan efradından bazı­ ları, ilim hâmisi olarak, çok medih ve sena edilir. [ Krş. bir de BÎCÂPÜR ; bibliyografya oradadır.) , ADİM . 'ADN (a.), „Adin bahçeleri“ mânası­ na gelen cannâ(a ' a d n (K u r’an, IX, 73 ) terki­ binde tesadüf olunan bir kelimedir ki, Kitab-ı Mukaddesjten alınma bir tabirdir [ bk. CANNA]. 'Â D ÎY A T . [ Bk. ÂDİYÂT.] . Â D İY Â T . A L-'A D İYA T, „hızlı koşan atlar“ ; Kur'an 'da yüzüncü sûrenin adı.

'A D L . [ Bk. ADİL.] 'A D L . [ Bk. a l - mu' t a z İl a .] 'A D L Î. [ Bk. ADLÎ.] A D L Î. 'A D Lİ, Bayezid H.’in, Mehmed IIL’in ve Mahmud Il.’un mahlâs ve unvanı. Gibb ( f/istory o f the Oitoman poetry, II, 32 v.dd. ) Bayezid II. ’in mahlası ‘A d n i olduğunu tahmin edi­ yorsa da, divanının Upsala ’daki yazma nüsha­ sında bu mahlâs, 'A d li olarak, kaydedilmiştir. 'A D N . J Bk. ADİN.] 'A D N A N . [ Bk. adnan .] A D N A N . 'ADN AN, arap şecerelerine göre, en son olarak hicret etmiş arab-ı müsta'rebenin ( İs m i'ili) ceddi; krş. Wüstenfeld, Register zu den geneal. Tabellen der arab. Stâmme, s. 47! lbn Hişâm (nşr. Wüstenfeld ), I, 5—6 ; Tabari, I, 1112 v.dd.; Caussin de Perceval, Essai sur l'hisioire des Arabes avant l'islamisme, I, 8 v.dd., 175 v.dd. A D R A R . [ Bk. e d r â r . ] A D U D U D D E V L E . ‘AZUD a l - D A V L A , F e n nâ

H o sra v

A

bu

Ş

ucâ

'

b.

R

ukn

a l -D a v l a

( 936—983 ) , Büveyhî sultanlarından biridir, 5 zilkade 324 (24 eylül 936) tarihinde İsfahan’da doğmuştur. 13 yaşında iken ( 337 = 948/949 ), amcası 'tmâd al-Davla tarafından veliaht gös­ terilmiş ve ertesi sene, amcasının vefatı üzerine, babasının vesayeti altında olarak, Fârs eyaletinin başına geçmiştir. İlk defa 357 (968) senesinde, Kirmân ’in zaptı ile, askerî kabiliyetini göstermiştir. Ondan sonra ( rebiülevvel 363 = kânun I. 973 ), 'Omân ’ı fethetmiştir. Ertesi senede (14 cemaziûlevvel 36 4=30 kânun IL 975) V âsit civarındaki muharebede, Alptegin kumandasındaki türkleri ağır bir he­ zimete uğratarak, muzafferen Bagdad 'a gir­ miştir. Türklerle beraber Takrit ’e kaçmış olan halife al-Tâ'i li’llâh ’i, hediyelerle, kendi tarafına celp vc Bagdad ’a dönmeğe ikna eyle­ miştir. ‘Azud al-Davla uzun zamandan beri Irak-t acem ’e, yani amcası oğlu Bahtiyar ‘m ülkesine, göz koymuş ise de, ancak babasından korktuğu için, buraları zapetmekten tevakki etmişti. Fakat türkleri mağlûp eyledikten sonra, çevirdiği entrikalarla Bahtiyar ‘ın makamından feragatini temin ederek, onu aynı yılın 26 cemaziülâhırında ( 13 m art) hapsettirmiş ! fakat Rukn al-Davla ’nin müdahalesi üzerine, kendisi­ ni serbest bırakarak, tahtına iade etmeğe mec­ bur olmuştur. Rukn al-Davla ’nin ölümünden sonra, ( muharrem 366 = eylül 976 ) kuvvetli bir ordunun başına geçerek, Irak üzerine yü­ rümüş ; Bahtiyar ’m kuvvetleri ile yaptığı kanlı bir muharebeden sonra, Basra ’ya girmiştir. E r­ tesi sene de bütün Irak ’1 hükmü altına almış­ tır. Bundan sonra, futuhata başlayarak, birbiri­ ni takiben, 369 (979/980) da kardeşi Fahr

ÂbUDÜDDEVLE — ÂFRİDÎLER. al-Davla ’nin mülkünü elinden?, almış, 371 (981 / 982 ) de hâkimiyetini Curcân ile XabarÎ3tân üze­ rine teşmil eyleyerek, diğer?; biitün Büveyhî devletlerini kendi idaresi altında birleştirmiştir. Daha 367 de halife kendisine1 sultân unvanını vermiş, ertesi sene de ‘Azud al Davla'nin hut­ belerde, kendisinden sonra, şâ'.anşah, malik al-m alük unvanı ile anılmasını, namaz saatle­ rinde kapısı önünde kös çalınmasını emretmiş­ tir. Bu suretle ‘Azud al-Davla İslâm âleminde, ilk olarak, melik unvanını almış olmaktadır. 'Azud al-Davla ile halife arasındaki rabıta, ha­ lifenin onun kızı ile evlenmesi ( 370 = 980/981 ) üzerine, bir kat daha kuvvetlenmiştir. ‘Azud al-Davla; 371 (981/982) de Kâzi ibn al-BâkilIâni yi sefaretle İstanbul 'a göndermiştir. Şark müellifleri buna dair bir çok hikâyeler nakl­ ederler; 369 (979/980) da 'Azud al-Davla sar'a has­ talığına tutulmuş, hastalığı gittikçe şiddetlen­ miş ve nihayet bu yüzden 8 şevval 372 ( 26 mart 983 ) tarihinde, Bagdad’da vefat eylemiştir. V e­ fatı gizli tutularak; muvakkaten oraya gömül­ müş ise de, ertesi sene, iş açığa vurularak, ce­ sedi; K ü fa ’ye nakledilip, orada defnedilmiştir. 'Azud al-Davla yalnız Büveyhîlerin en büyük sultanı değil, aynı zamanda devrin en parlak hükümdarı addedilir. Hüküm ve nufuzunu, mümkün olduğu kadar, yaymak hususundaki bâriz hırsına rağmen, müslüman tarihçileri onu fevkalâde evsafa malik, adalet ve hakikate âşık bir zat olarak tavsif ederler. Bu evsafı hak­ kında bir çok hikâyeler deveran e d e r; msl. sarayının kabul salonunda, yalan söyleyecek olanları ürkütmek maksadı ile, bir sürü vahşi hayvan bulundurduğu rivayet edilmektedir. Şu cihet muhakkaktır ki, bu zat, hayır ve hasenatı ve zamanının şâir ve ediplerine ibzal ettiği in’am ve ihsanlar ile, temayüz etmiştir. Yap­ tırmış olduğu bir çok binalardan, Bagdad ’da kendi adını taşıyan hastahane (368 = 978/979) tarihinde ikmal edilmiştir, 'A li 'nİD mefruz kabri üzerine inşa ettirdiği meşhed, ŞirSz ya­ kınındaki Kur nehri üzerinde, Bend-i Emir namı ile, yapırdığı bend zikre şayandır. Bu işlerde hıristiyan veziri Naşr b. HSrün 'dan kıymetli yardımlar görmüştür. Bir çok şâirler, aralarında Mutanabbi dahi olmak üzere, şanını tebcil etm işler; Kitap a l- îiâ k adlı eserin mu­ harriri Abü 'A li al-Fâıisi gibi, bir çok mü­ ellifler de eserlerini ona ithaf etmişlerdir. 'Azud al-Davla de bizzat şiirler söylemiştir. Bunların b irço ğu , al-Şa'âlibi ’nin Yatimat al-D ahr ’in­ de, mukayyettir. B i b l i y o g r a f y a ' . İbn Hallikân ( nşr. Wustenf.), nr. 543; İbn al-A şir ( nşr. Tornb.), VIU ; Abu ’ 1-Fidâ’ ( nşr. Reigk» II, 401 v.dd.;

al-Makin (nşr. Erpenius), s. 221 v.dd.; Wilken, MirkhoncTs Gesch. der Sultane aus d. Geschl. B u jeh , bab V —V I ; Weil, Gesch. d. Chalifen, III, 23 v.dd. (M . SEUGEÖHN.) A D U D U D D İN . [ Bk. a l -Ic î . J . _ ■• A D U D U D D İN . ‘AZUD a l -DİN, A bu ’ l -F a r a c

Muh am m ed

b.

‘A b d A l l a h ( ? —

117 8 ), ibn Muslima [ b. bk.] oilesindendir. AlMustancid zamanında, astâd dar makamını işgal ediyordu. Bilâhare al-Mustancid’i hamamda katlettirerek, al-Mustazi’ *e bi’at eylemiş ( 5 6 6 = 1170 ) ve onun tarafından vezir nasbolunmuştur. Fakat bir sene sonra azledilmişse de, çok geçmeden makamına iade edilmiştir.'Azud al-Din 573 (1178 ) te, Mekke ‘ye hacca gitmeğe hazırlandığı sırada, tsmâ'ili ler tarafından öl­ dürülmüştür. ibn al-Ta'âvizi [ b. bk.] onun medih ve senasında bulunan şairlerdendir. B i b l i y o g r a f y a : İbn al-A şir ( nşr. Tornb.), XI, 219 v.dd.; al-Fahri ( nşr. Ahlw ardt), s. 367 v.dd. A D V İ Y A . [ Bk. EDVİYE-] A F 'Â . [ Bk. e f ’â .] A F 'A L . [ Bk. EF'ÂL.] A F A M İ Y A . [ Bk. efâm Iy e .] A F Ä R . [ Bk. e f â r .] ' A F E R İN . [ Bk. ÂFERİN-] Â F E R İN . A FE R İN ( F .; = pazend Ä fr'in) , aslen „hayır dua“ ( â fr î+ n a ) , aksi nafrin „bed­ dua“ ( an + d fr în ). Bu kelime, umumiyetle, türkçede kullandığımız „ â f e r î n (halk dilinde: â f e r i m )“ mânasına gelir. Lügatlerde kısal­ tılmış olarak, fa r i de vardır (zend. frınaiti, veda, p rîn â ti). Halk arapçasma da girmiştir. 'afârim (m ısır.), afaram (eezayir.). Calâl al­ Dın Malik Şah müneccimleri tarafından, Fars takviminin ıslahında, beş mütemmim günün bi­ rincisine verilen isimdir. B i b l i y o g r a f y a : J . Darmesteter, Etudes iraniennes, I, 262, 309; P. Horn, Grundr, der İran. Philol., 1, 2, s. 40, 1 25; Völlers, Zeitschrift d. Deutsch. Morgenl. Gesellsch., L, 646 ; Beaussiar, Diction, arabcfr ., S . H. _ (C L . HüART.) A F G A N İS T A N . [ Bk. efgan Ist a n .] A F Ğ A N L A R . [ Bk. e fg a n la r .] 'A F İF a l -DÎN. [B k . af İf OddIn.] A F ÎF Ü D D İN . [ Bk. a l -t İü MSÂnI.] A F L A H . [ Bk. EFLAH.] A F L A Ü L [B k . e f l â k .] A F L Ä T U N . [ Bk. EFLÂTÛN.] A F R A S İ Y A B . [ Bk. e f r â Sİy â b .] Â F R İD ÎL E R . Â FR İD ÎLER , iir efgan veya pathân kabilesi; Safid Köh ’un şark müntehasmdaki dağlık arazide yaşarlar. Bu arazi şi­ malde Kâbil nehri boğazına kadar uzanır; ce­

A F İY D İL E R . nupta ise, Orakzay 'lerin dağlık arazileri ile çevrilir. Bu kabilenin bir kolu olan Oavnki 'le­ rin işgal ettikleri tepeler, daha şarktadır ve silsilenin asıl kütlesinden ayrılarak, bir yarım ada şeklinde temadi eder. Burası üç taraftan Peşâvar ve Köhât denilen düz arazi ile kuşa­ tılmıştır. Bu yarım adanın berzahında Köhât geçidi bulunur ki, Peşâvar ile Köhât T birbi­ rine bağlar. A frid i tepelerinin şimalinde, K a­ bil nehrinin hemen cenubunda, Haybar geçidi vardır. Peşâvar ’den Kabil ’e giden ana yol buradan geçer. Dağ kütlesinin ortasında, bir­ birlerinden tepecikler ile ayrılmış bir çok vadi­ lerden müteşekkil ve deniz seviyesinden 1829 metreden 2134 metreye kadar yükselen, Tirâh adında, bir yayla vardır. Burası A frid i 'Ier ile cenup komşuları Orakzay ‘Ier arasında taksim edilmiştir. A frid i ’lere ait kısmın başlıca vadisi Maydân ismini taşır ve genişçe bir ova halin­ dedir. A frid i ’Ier ile meskûn olan bu vadinin şimalinde, şark istikametine, Peşâvar ovaları­ na doğru akan Bârâ nehrinin vadisi vardır. A frid i ’Ier dağlı insanlardır. Uzun boylu, kuvvetli, çevik, fakat endamlı, elmacık kemik­ leri çıkık, yüz hatları bariz ve kaşları yukarı doğru kıvrıktır. Efgan tipi ile aralarında çok fark vardır. A frid i ‘ 1er, belki efganlılar şimale doğru ilerlerken, onlar ile ihtilât etmiş yerli ve dağlı bir ırka mensuptur. Bir çok müellifler bunların Herodot’un ‘AıragÛTat tesmiye ettiği kavim olduğunu iddia ederler. Yalnız 2400 se­ nelik bir zamandan sonra, başkaca bir delil ol­ madıkça, sadece isim müşabeheti bu husus­ ta kâfi bir delil teşkil etmez. A frid i ismine Kiyâniyân kitabelerinde tesadüf olunmamaktadır. Herodot ‘un, ’A jıaçvtaı ismi ile, elyevm A frid i ’lerin işgal etmekte oldukları mıntakadaki kavmi işaret etmek istediği muhakkak değildir. Hiç şüphe yok ki, Tirâh mıntakası, bir aralık, bugün dahi Tirâhi namı altında ta­ nınan ve yalnız Safid K ö h ’un şimalinde Nangrahâr ‘da konuşulan bir lisanı tekellüm eden bir kavim tarafından işgal edilmişti. Bu lisan, Grierson ‘un da isbat etmiş olduğu vecihle, Hindukûş ’un ârî lisanları ailesine mensuptur. Muhtemeldir ki, Tirâh, peştu dilini tekellüm eden bir kavim tarafından işgal edilmiş olduğu zaman, bu kavim oranın eski sakinlerinin bir kısmı ile ihtilât ederek lisanlarını hâkim kıl­ mış , ılsunlar. A frid i ismi hiç bir orta zaman müverrihi tarafından zikredilmemektedir. Ne cfganlar ile sıkı münasebette bulunan Babur, ne de 300 sene evvel yaşamış olan Ni’mat Allah böyle bir kavimden bahsetmemektedirler. Daha yeni şecerelere göre, A frid i'lerin Karlâni kabi­ lesinin bir kolu olmaları ihtimali vardır. Efsa­ nevi ced, Karrân veya Karlan in oğlu Kahay,

dört erkek evlât babası olarak, gösterilir s Bur­ han, Hugiyâni, Sulaymân ve Şetak. Bilâhare A fridi tesmiye olıinan ‘Oşmân ’ın bu dört kar­ deşten Burhan 'nın oğlu olduğu söylenir. Fakat Mahzan-i A fğ â n V de K a h a y ‘m ahfadından bahsedilmez ve daha yeni bir eser olan Hulâşat al-ansâb ‘da Kahay ’ın ( ki, Dorn ‘un tercü­ mesinde „Gughi" şeklinde görünür ), Sulaymân ve Şetak adında, yalnız iki oğlu mevcut bu­ lunduğu musarrahtır. Bu eserde A fridi 'le­ rin, Karlâni kabilesinin diğer kolunu meydana getiren Köday ’ın sulbünden geldikleri iddia edilmektedir. Denildiğine göre, Köday ‘ m s e - . kiz oğlu varmış. Bunlar arasında birinin ismi Orakzay, bir diğeri ise, A frid i 'lerin ceddi olan Mâni imiş. Müellif Orakzay ’Ierle A frid i Tenn Tirâh 'ta beraberce yaşamakta olduklarını ilâve etmektedir. Bu birbirini tutmayan şecerelerden A fridi 'lere ait kat’î bir neticeye varılamayacağı aşikârdır, ffa g a t-i A fğ â n i adlı eserde A fridi isminin menşe'me ait kısım dahi, hiç şüphesiz, yeni bir uydurmadan ibarettir. Bu eserde 'Osm ân‘ın ava giderken kendisine tevcih olu­ nan bir suale : — »ben de Allahın âferîdesiyim ( yarattığı kulu )“ — dediği ve A frid i adının bn farisî ism-i mef'ûlden geldiği nakledilmektedir. Bu kabil hikâyeler kabilenin hakikî menşe’inin malûm olmadığını ve A fridi ’lerin ( veya kendi talâffuz ettikleri gibi, Apridi 'lerin ) muhtelit bir menşe‘den gelmiş olmaları ihtimalini gösterir. A fridiler, bu gün klanlara ayrılmışlardır. Bunlardan başlıcaları şunlardır: Adam-hel ’Ier klânı ki, Cavâki Teri de ihtiva eder. Bunlar Köhât geçidi civarında ve Hatak kabilesinin hudutlarına dayanan sahada yaşarlar. Akâ-hel ’1er klânı, Akor ’dan Bârâ nehrine ka­ dar uzanır. Bu iki klân, diğer A frid i Ter kadar, cengâver değildirler. Umumiyetle Köhât silsilesinindeki kaya tuzu madenlerinden tuz nakli ile geçinirler. Diğer klanlar şunlardır: Küki-hel, Kambarhel, Zakka-hel, Malikdin-hel, Kamar-hel ve Sipâlı '1ar (ekseriya bunlara, umumuna şamil olmak üzere, Haybari A frid i Teri ismi ve rilir). Yazın Tirâh Maydân ve yukarı Bârâ ’da oturur­ lar. Soğuk mevsimde ise, ovalara — içlerinden bir çokları da Bârâ nehrinin dağlardan çıktığı Kacüri ovasına — inerler. Zâkka-hel Ter Bazâr vâdisine ve Küki-hel Ter ise, Haybar ’in şark müntehasına goç ederler. Bu Haybari klanları Afridi Terin en vahşi ve en serkeş koludur. Çok defa ovalara akınlar yaparlar. İçlerinde en fena şöhreti haiz olan Zakka-hel Terdir. Maydân ‘da ekseri klânların köyleri ve ziraata yarar top­ rakları vardır. Teşkilâtlan çok halkçtdır. Hâili icap eden bü­ tün meseleler için, bir çok kimselerin fikirleri

AFRÎDÎLER. alınmak lâzımdır. Hilekâr ve hunhar olmakla : beraber, cesur ve atılgandırlar. 1897 'ye kadar, hiç bir ecnebi istilâsının kendi dağlık mem­ leketlerine nufuz edememiş olması ile, müftehirdiler. Lâkin bu tarihte, Lockhart 'm idare­ sindeki ingiliz-hind orduları, bu mıntakayı boy­ dan boya katetmişlerdir. imparator Ekber zamanında, A fr id i'le r P ir Röşan ( veya Pir T â rik ) ’in rafızîlik yoluna sülûk ettiler. Bundan bir az sonra onları, Utmânhel 'Ieri şimale doğru kovarak, TirSh ’1 ellerine geçirmiş buluyoruz. A frid i 'ler cenupta Orakzay 'ler ile de harp hâlinde idiler ve neticede Tirâh ’1 onlar ile pay­ laştılar. Hâlen başlıca iki vadiden biri, Mastüra, Orakzay ‘lerin, diğeri, Maydân, A fridi 'lerin elindedir. Bizzat Cihangir dahi bunlar ile harp etmiş ve bir çoklarını beraberinde Hindistan 'a, Dekkan ’a götürmüştür. Oralarda hâlâ bunların ahfadına tesadüf olunmaktadır. Durrâni devleti­ nin zuhûrundan sonra, laf zan Ahmed Şâh ’a teMaiyet eylediler ve onun kuvvetleri arasında sayıldılar. Ahmed Şâh kabilenin o zamanki mu­ harip mevcudunu 19.000 olarak tahmin etmek­ tedir ki, bugün dahi A frid i ’lerin daha fazla muharip çıkarabilecekleri zannedilmez. En eski zamanlardan beri A frid i ’Ierde imparatorların ve racaların ordularına ücret ile asker yazıl­ mak âdet olmuştu. Bu âdeti bu güne kadar muhafaza etmekle beraber, sadakat hususun­ da iyi bir şöhretleri yoktur. 1801 de Şucâ’ alMülk ’e ihanet ederek, onun Mahmüd Şâh ta­ rafından mağlûp edilmesine sebep oldular. 1737 do Nâdir Şâh ’m istilâsı esnasında Haybari lerin onun yolunu kesmek emrini almış oldukla­ rını ve fakat çok az mukavemet gösterdikleri­ ni müverrihler naklederler. Yegâne endişeleri, Haybar boğazından geçen ordulardan ve tiearetten, mümkün olduğu kadar, menfaat temini idi ve umumiyetle oturdukları dağlarda kendi­ lerine kimse dokunmazdı. A ylıı hâl Sikh ’lerin hâkimiyeti devrinde de devam etti. Peşûvar mıntakası Hindistan imparatorluğuna ilhak edil­ dikten sonra da, A frid i ’lerin istiklâllerine ria­ yet olundu; bun lard a kendiliklerinden hudut muhafız kıt’alarına yazıldılar. Memleketlerinde bulunan geçitleri serbest bırakmaları için, on­ lara bir miktar tahsisat verildi. Buna rağmen, dahilî geçimsizlikler yüzünden, ekseriya kapalı olan Köhât geçidi dolayısiyle, karışıklıklar zuhûr ederdi. Bü işi yapan başlıaa Adam-hel klânı id i.'1877/1878 de C a v â k i’lere karşı bir sefer tertip olundu ise de, bu da devamlı bir sulh temin edemedi. Yirmi sene sonra daha mühim bir harp zuhur etti. 1897 de B ritan y a ’ya ait Hindistan hududunda yaşayan efğan kabileleri : ; arasında dinî bir tahrik başladı ve sür’atle ya­ . i blâm A nsiklopedisi

.......... ..........

yıldı. Hada mollalarından biri Şinvüri 'terin ül­ kesinde halkı cihada teşvik etti. A frid i ler ön­ ce bu telkinata, şimal komşuları Mahmand ’ler harbe başlayıncaya kadar, kulak vermediler. Ancak bundan sonradır ki, harp arzusu, Haybar geçidi civarındaki kabileler arasında ve bilhas­ sa hiç rahat durmayan Zakka-hel ’ler nezdinde, kuvvet buldu. O zaman geçidin içinde bu­ lunan Landi Kotal kalesine hücum ettiler. Kale, içindeki A frid i milisleri tarafından sıkı bir müdafaadan sonra, teslim oldu. Harp A frid i ’lerin diğer klanlarına da sirayet etti, Orakzay ’ler de onlara iltihak ettiler ve cenupta, Sa­ mana silsilesi üzerinde, zayıf Sikh kuvvetleri tarafından tutulan mevkilere hücum ederek, kahramanca bir müdafaaya rağmen, buraları ele geçirdiler. Bu hâdiseleri müteakip, Sir W. Lockhart kumandasında küçük bir ordu A frid i dağlarını, çok şiddetli muharebeler neticesinde, işgal etti. Bu ordu efradı büyük zahmetlere katlandılar ; fakat memleketin her noktası ge­ zilerek, haritalar alındı ve âsîler de tecziye edildi. Evvelâ Orakzay ’lere hücum edildi ve bunlar çabucak itaat altma alındı. Sonra hare­ kât A frid i ’lerin merkezî kabîlelerine tevcih olundu. Zakka-hel ve Küki-hel ’ler sonuna kadar mukavemet ettiler. Hareket üssü Köhât olan İn­ giliz ordusu buraya cenuptan girdi. Dargay ci­ varında Sampağa geçidinde, Orakzay 1e r mem­ leketinde ve Mastûra ile Maydân arasındaki A rhanga geçidinde müsademeler oldu. Maydân ’da uzun bir tevakkuftan sonra, ordu derin Bârâ vadisi boyunca aşağıdaki ovalara döndü. Gene­ ral Hart ’m kumandasındaki diğer bir kuvvet, Mastûra ve Varân vadilerini, Bârâ ile birleş­ tikleri yere kadar, takip etti. Haybar ve Bazâr vadilerine yapılan diğer bir sefer ile de A frid i ’lerin mütebâki kısmı yola getirildi. Bütün bu harekât esnasında, Holdich, memleketin her ta­ rafını baştan başa tetkik ederek, haritalar al­ dı. Son on sene zarfında A fridi ’ler sükûnetle­ rini muhafaza ettiler ve harbi müteakip hemen, kendiliklerinden hudut kuvvetlerine müracaatla, asker yazıldılar. Bununla beraber, son zaman­ larda, bilhassa Zakka-hel ’lerde, ayaklanma ema­ releri görülmüş, akıncı Iık ve ovalarda şakavet hâdiseleri vukua gelmiştir. Bu hâdiseler yüzün­ den, büyük Britanya ’nın Hindistan hükümeti 1908 bidayetinde, Zakka-hel ’Ierle mücadele için, BaZâr ve Bârâ vâdilerine bir askerî sefer ter­ tibine mecbur olmuştur, iki hafta süren harekât neticesinde, bu kabileler de itaat altına alınmış­ tır. A frid i ’lerin diğer kabileleri bu mücadele­ lere iştirak etmedikten maadaS-Zakka-hel ’lerin yatıştırılmasında da âmil olmuşlardır. Hindistan hükümeti ile 'Abd al-Rahman ara­ sında akdolunan Durand muahedesi mucibince 10

Î4Ô

AFRRÎDÎLER — AĞA.

( 1893 ), bütün A frid i 'ler Hind sınırları dâhi­ da, aç bırakılarak, öldürülmüştür. — A fşîn un­ linde kaldılar. 1897 de bunlar Kâbil ’e elçiler vanına orta A sya'nın başka yerlerinde de rastgöndererek, boş yere emîrin muavenetine maz- gelinir ; Ya'kübi ( nşr. Houtsma, II, 344 ) Sogdiana hükümdarı âü rak ’in, Kutayba b. Müslim har olmağa teşebbüs ettiler. B i b l i y o g r a f y a : Muhammed Hayât ile yaptığı muahedede, kendine „Soğd ihşid 'i, Hân, H a y â t - i A f ğ â n i ( ingl. trc., A f g h a n i s - Semerkand afşin ’i" adı verdiğini zikreder. B i b l i y o g r a f y a : Belâzori ( nşr. de ta n ,Lahore, 1874 ), s. 2 0 1; Ibbetson, O a tlin e s Goeje ), s. 430 v.d. ; Tabari, I I I , 1314 v.d. ; o f P a n j a b e t h n o g r a p h y ( Caleutta, 1883), s. Bayhaki (nşr, Morley ), s. 199 v.dd, ; Dozy, 214; Elphinstone, C a u b u l ( London, 1842), II, E s s a i s u r T h is io ir e d e l' is la m is m e , s. 229 42 ; Holdich, T h e I n d ia n B o r d e r la n d ( Lon­ v.d. ; Browne, A li t e r a r y h is t o r y o f P e r s ia , don, 19 0 1 ) , bab X V — X V I ; Hutchinson, T h e I, 330 v.dd.; A . Müller, D e r İ s l a m im M o r T ir a h c a m p a ig n ( London, 1898 ) ; Bellevv, g e n - u n d A b e n d la n d , I, 521, v.s. R a c e s o f A f g k â n i s iâ n (Caleutta, 1880 )., bab (W . B a r t h o l d .) L X X V I I ; Raverty, N o t e s o n A f g k â n i s i â n ( London, 1880 ), s. 95. A F T A S l L E R . [ Bk. e f t a s î l e r .] _ ( M. L ongworth D am es .) ' A F U V . [B k . AFOW.] -r' A F R ÎD U N . [ Bk. FERİDÛN.] A F Ü V V . ‘A FU V , kolaylıkla affeden. — A L‘APÜV, Allahın 99 isminden biri [ bk. ALLAH.]. 'A F R l T . [ B k . İFR İT.] A F Y O N . A FY U N ( a . ; yun. öjııov, W oç ‘A F Ş . [ Bk. AFS.fA F S . 'A F Ş (A.), m a z ı ve aynı zamanda „usare“ ’den ism-i tasgir ), üzerleri çizilen ham üzerinde mazının yetiştiği me ş e ağacı ( q u e r c u s haşhaş ( p a p a v e r s o m n ife r u m /.., arap. k a ş k â f ) lu s it a n ic a o r ie n t a lis i n f e c t o r i a ). Araplar, ma­ başlarından akıp donan usare. Afyon, ticaret zının mazı sineği tarafından vücuda getirildiğini metaı olarak, milâdın I . asrından X I L asnna bilmedikleri için, onu meşe ağacının, ya pala­ kadar, galiba, yalnız Anadolu ’da istihsal edil­ mutla aynı zamanda veya sonraları çıkan, bir mişti. Müslümanlar, fütuhat seferleri esnasında, meyvesi addederlerdi. Orta çağlardaki arap haşhaşı oradan alıp, bütün İslâm memleketleri­ tıbbında mazı ilâç olarak kullanılır ve eczaha- ne yaymışlardır. Bugün Hind-i şarkî adalarında, nelerde, ya toz hâlinde veyahut sirkede kayna­ İran, Anadolu, Mısır ve Çin ‘de yetiştirilmek­ tılarak, deri hastalıklarına karşı haricen veya tedir. Dioscorides in tarifinden, onun zamanın­ ishale karşı dâhilen istimal olunurdu. Bal ile da da afyonun, bugün Anadolu ’da yapıldığı karıştırıldığı vakit, arıların hastalığına iyi ge­ gibi, yaprakları yolunan haşhaş başlarını hafif­ leceğine inanılırdı. Bundan maada, mürekkep çe çizerek, ertesi güne kadar o yarıklardan sızıp donan usareyi yuğurmak sureti ile, istih­ imalinde de kullanılırdı. B i b l i y o g r a f y a - , Kazvini ( nşr. Wüs- sal edildiği anlaşılmaktadır. Afyonun, ilâç ve tenf.), I, 259 ; İbn al-Baytâr, a l - C â m ı ( Bu­ bilhassa keyif verici madde gibi, istimali eski lalı:, 129 1), III, 1 27; İbn al-'Avvâm , K it â b çağlardan beri bilinmiş ve tecrübe edilmiştir. B i b l i y o g r a f y a : Kazvini ( nşr. Wüsa l - F a l â h a (trc. Clement-Mullet ), II, 2, s. 265. tenf.), I, 282; İbn al-Bay^âr, a l - C â m ı (B u ­ (H ell .) lak, 12 9 1), I , 4 5 ; Abu Manşür al-Muvaffalf, A F S A N T ÎN . [ Bk. efsan t İn.] K it â b a l - A b n i y a ( nşr. Seligmann ), I, 36 ; ibn A F S O S . [B k . EFSÛS.] al-‘Avvâm , K it â b a l - F a l â h a ( trc. v. CléA F S U N . [ Bk. efsön .] ment-Mullet ), II, I, 128 v.dd. ( bahçede haş­ A F Ş A R . [ Bk. a v şa r .] haş yetiştirmeğe dair). (HELL.) A F Ş ÎN , orta A sya 'da Usrüşana eyaletinin A F Y Ü N . [ Bk. A FYO N .] (takriben Cizak ’tan Hocend ’e kadar uzanan A F Z A L . [ Bk. EFDAL.] . mıntaka ile bunun cenubunda Zarafşân ’ın yu­ A F Z A R Î . [ Bk. e f z e r î .] karı mecrasındaki arazi) islâmiyetten önceki A G A . A Ğ A , şark türkçesinde „büyük erkek yerli prenslerinin unvanı. Son A fşin, Haydar b. Kâvus ( menbalarda, mutad olarak, asıl adı kardeş" demektir ; krş. yakut, a g a „baba“ ( bk. ile değil, yalnız unvanı olan a!-Afşîn diye zik­ Thomsen, I n s c r ip t io n s d e l 'O rk h o n d é c h i f f r é e s , redilir ), halife al-Mu'taşim 'in kumandanı sıfatı s. 98, 17—ıs, a ç a ) , koyb.-karagas. şivesinde „bü­ ile, Bâbek devrinde tehlikeli bir mahiyet alan yük baba, amca ( dayı )“ , çuvaş. „abla". Os­ Hurrami isyanını bastırmasına ve Anadolu manlı türkçesinde a ğ a „reis, eşraf“ , bazen „bü­ ‘da bizanshlara karşı zaferler kazanmasına mü- yük arazi sahibi“ manasınadır. Osmanlı devlet kâfaten, halifenin pek büyük ihsan ve iltifatı­ ricalinin orta tabakasından mühim bir kısmına na nail olmuştur. Fakat 226 (840/841) da ye­ verilen bir unvan idi. İçlerinde mükemmel tahsil rinden atılmış ve irtidatla itham edilerek, aynı görmüş olanlar bulunduğu gibi, görmemiş olan­ senenin şabanında ( mayıs / haziran 841) zindan­ lar da vardı. Meselâ k e t h u d a y - i s a d r - ı â l i olan-

AĞA — AĞA HÜSEYİN PÂŞÂ. 1ar, kalemden gelmiş olsalar da,resmî muame­ lâtta kendilerine ağa diye hitap edilirdi: müte­ sellim ağa, kasap başı ağa, gedikli zaim ağa, cebeci başı ağa, topçu başı ağa, çavuş başı ağa, l müteferrika ağaları v.s. Bu sonunculara „vâcibürriaye ağalar“ denir ve sadrazam bunlara ayağa kalkardı. Bostancı başı, kapıcı başı, imrahor ve diğer bazı ağalardan müteşekkil rilcâb-i hamayan ağaları vardı. Bir de karakulak ağası vardı ki, yüksek bir kuleden tarassut ederek, yangınları saraya haber verirdi. A sâk ir-i mansare teşkilâtından beri, kaymakam rütbesine kadar, okuma yazma bilmeyen zabitlere de ağa : unvanı verilmek mutad id i; hattâ okuma yaz­ ma öğrenirlerse, bu unvan, resmî bir tebKg ile, efendi ye tebdil olunurdu. Bir de y ü z b a ş ı ile b i n b a ş ı arasındaki bir rütbenin ismi de kol ağası idi. Zabitlere verilen ağa unvanı ve bu kol ağası rütbesi, meşrutiyetten sonra, ilga edilmiştir. Mamafih osmanlı türklerinde halk arasında okumak yazmak bilmeyenlere ağa de­ mek âdeti, son zamanlara kadar câri idi. Hükümdar sarayının hadımlarına da ağa un­ vanı verilirdi. Saray hadımları, s i y a h î ağalar ve ak ağalar diye, iki sınıfa ayrılmışlardı. Bun­ ların başlarına kızlar ağası denir ve kendisi teşrifatta sadrazam ve şeyhülislâmdan sonra gelirdi. Yeniçeri ağası, yeniçeri teşkilâtının baş­ kumandanı olup, bütün diğer askerî ümeraya tekaddüm ederdi. Diğer ocak reislerine de ağa denirdi; insi, sipah ağası v.s. Mogullar arasında, hükümdar ailesi çocukla­ rına da ağa diyo hitap edilirdi ( Quatremere, Hist. des Mongols, s. XXXIX, XL). Bir de türk lehçelerinde ağa ve ini tâbirleri vardır Ve »ağabey“ ve „küçük kardeş“ demektir. Iranlılar bu kelimeyi âka şeklinde yazarlarsa da, umumiyetle ağa telâffuz ederler. B i b l i y o g r a f y a ' . W. Radlov, Ver­ i such eines Wörterb., 1, 1 43; H. Vâm biry, Ety; - molog. WSrterb. d. Tarko-tatar. Sprachen, s. 6 ; Barbier de Meynard, Diction, tarc-français, I, 7 4 ; D'Ohsson, Tableau de Vempire . othoman, VII, 14 v.dd.; 54 v.dd.; 313, 353. ( C L . H U ART.)

' [ Bu makale, İsma İl H a k k i Uzunçarşili tara• fından, tashih Ve tadil edilmiştir.] - A Ğ A H A N . A Ğ A HAN, hindli ismâ’ ili ’lerin i;VCyaS Hoca lârtn [ b. bk.] reislerinin unvanıdır. * ı^ ıım ;şehrinin garbında kâin Mahallat şehrine izafetle, Mahallati ismi ile tanılan A ğa Hân, Fatfı ‘A li liân zamanında, !£um ve Mahallat vâlisi idi. Bu zat, İran sadrazamına karşı 1838 de vuku bulan isyan müvaffakiyetsizlikle bitince, Hindistan ’a firar ve ilticaya mecbur oldu. Ma$al!ati ‘mn babası, Şâh Hali! Allah Sayyid Keh. İdi 1817 Yezd şehrinde kajlp^lm iştir. Bunun

da babası, Kirman valisi Abu ’ 1-Hasan idi. A ğa Hân ' 1ar Haşan Şabbâh [ b. bk.] ’tan geldiklerini iddia ederler. B ib liy o g r a f yal S t Guyard, Un gran d maître des Assasstns ( Jo a rn . A s., 1877, I, 3 3 7 ,) v.dd.; R evae da monde masülman, I, 48 v.dd. A Ğ A H Ü S E Y İN P A Ş A . A Ğ A HUSAYN P A Ş A ( 1776— 1849), AĞA P a ş a namı ile de maruftur. Hacı Mustafa adında bir zatın oğlu olup, 1190 ( 1776 ) tarihinde Edirne ‘de doğmuş­ tur ( umumiyetle rivayete göre, ailesi Rusçuk ’tan gelm iştir). Babası ile beraber Bender’e naklettiğinden, orada 9. yeniçeri bölüğüne ya­ zılmış ve 1203 (1788/1789) tarihinde de İstan­ bul ’a gelmiştir. 1807—1812 rus muharebesine iştirakini müteakip, kısa bir zamanda, namdar usta ’1ar sırasına girmiş ve sonra da zağarcı başı 'lığa kadar terfi etmiştir. O zamanlar ye­ niçerilerin lağvım tasavvur edip, etrafına kud­ retli adamlar toplamakla meşgul bulunan Mah­ mud II. ’a, sadrazam Silâhdar A li Paşa onu, işgüzar bir adam olarak, tavsiye etmiştir Mahmud İL kendisini 10 rebiülâhır 1238 (25 kânun 1. 1822 ) de kal kâhyalığı ve aynı sene­ nin 14 cenıaziölâhırında ( 26 şubat 1823 ) da ye­ niçeri ağalığına nasbetmiştir. Bu makamdaki bir kaç aylık faaliyeti esnasında, ocakta tehlikeli bulduğu adamlardan bazılarını vilâyetlere teb’it ve bazılarını da ortadan kaldırmak suretiyle, bu gibi kimselerin iras edebilecekleri zararlara mâni olmuştur. Buna mükâfaten 1238 senesinde uhdesine vezirlik payesi verilmiştir ( A ğa Paşa lâkabının sebebi budur ). Yeniçerilerin kendileri için amansız bir düşman addettikleri bu zatı pa­ dişah, her hangi bir suikasttan korumak için, 20 safer 1239 ( 26 teşrin I. 1823 ) tarihinde yeni­ çeri ağalığından azle mecbur kalm ış; bnna mukabil, el altında bulundurmak için, Bursa ve İzmit valilikleri, Boğaz ve Boğaz ‘a bağlı garni­ zonların kumandanlığı ile tavzif etmiştir. Üç se­ ne sonra, yeniçeriliğin ilgası ile hitam bulan bü­ yük isyanın zuhurunda ( 14—16 haziran 1826 ), Hüseyin Paşa, gerek şahsî şecaati ve gerekse kanlı şiddeti sayesinde, âsîlerin bütün mukave­ metini kırmıştır. Buna mükâfaten padişah ken­ disini yeni teşekkül eden asâkir-i mansare-t muhammediye seraskerliğine nasbetmiştir. 1242 senesi şevvalinde (m ayıs 1827) bu mevkii meş­ hur Husrev Paşa ’ya terkle, kendisi gene Boğaz kumandanlığına geçmiştir. 1828/1829 rus muha­ rebesinde uhdesine başkumandanlık tevdi edil­ miştir. Şumnu istihkâmlarında karargâh kurmuş ve burayı tam muvaffakiyetle müdafaa etmiş ise de, rusların T una ’nııı aşağı kısmındaki istihkâmatı ele geçirmelerine mâni olamamıştır. Bu­ nu müteakip kumandayı sadrazam Reşit Meh-

148

AĞA HÜSEYİN PA$A — ÂĞADIR.

med P aşa'ya bırakarak, Rusçuk muhafızlığına çekilmiş ise de, burada da muvaffak olamamış­ tır. Harpten sonra Edirne valiliğine ve 1832 senesinde de Mısır seferi kumandanlığına tayin edilmiştir. Bu sefer esnasında muavini Mehmed Paşa, 9 haziranda Hama civarında münhezim olmuş, bundan sonra kendisi de, 29 temmuzda, Baylan geçidinde İbrahim Paşa 'nm baskınına uğrayıp, mağlûp olduğundan, 31 ağustosta ma­ kamından azledilmiştir. Sırbistan prensi Miloş ile olan iyi münasebeti dolayısiyle, 17 rebiülevvel 1249 ( 4 ağustos 1833 ) tarihinde Vidin muhafızlığına tayin edilmiş ve şubat 1844 tari­ hine kadar, orada kalmıştır ( krş. Moltke, B rie fe über Zustände und Begebenheiten in der Tü rkei, 2. tab., s. 133 v.d., 427 ). 1262 se­ nesi şevvali ( teşrin I. 1846 ) bidayetinde, aynı vazife ile, tekrar Vidin 'e gönderilmiş ve 2 cemaziütâhır 1265 ( 23 nisan 1849 ) tarihinde orada ölmüştür. B i b l i y o g r a f y a : Cevdet, T d rih , XII, s. 80; Lutfi Ta'rih, I—IV, VIII, 178— 182 Sic ill-i ‘ Osmânİ, II, 226; v. Moltke, D er rus­ sisch-türkische Feldzug in der europäischen Türkei 1828 und 1829', Rosen, Geschischte der Türkei, I. ( J. H. MoRDTMANN.) A Ğ A M UHAM M ED H A N . A Ğ A MU­ HAMMED H A N (1742— 1797), İran 'd aK âeâr hanedanının mücssisi olup, Fath ‘A li H in 'in torunu ve Muhammed H asan'in oğludur, 1 155 ( 1742 ) te doğmuştur. ‘Adil Ş a h 'in emri ile, çocukluğunda hadım edilmişti. V akil Karim Han Zend ölünce, A ste rlb â d ’a çekilmişti. İran 'm igtişaş içinde bulunmasından istifade ede­ rek, Tahran'1 payitaht ittihz edip, 12 0 1(17 8 6 ) senesinin başlarında şahlığını ilân etmiştir. Zen hanedanının son uzvu Lutf ‘A li Hân ile sekiz sene mücadele etmiş ve bir ihanet neti­ cesinde eline geçen şehzade 1209 ( 1 7 9 4 ) da müthiş işkenceler içinde öldürülmüştür. 1 21 0 ( 1795 ) da türkmenleı aleyhine muvaffakiyetli bir sefer, şimal-i şarkî hudutlartnda sükûnu iade etm iştir; Gürcistan tarafına yapılan diğer bir sefer bu memleketi Rusya 'dan ayırmış ve Ağa Muhammed Hân mezkûr devletle muharebeden ancak Katarina II. 'nin ölmesi üzerine, kurtul­ muştur. Nâdir Ş âh 'ın torunu olup, kör olma­ sına rağmen, Meşhed 'de hüküm sürmekte de­ vam eden Şâhruh'u eline geçirerek, ceddinin Hindistan 'i istilâ ettiği vakit oradan getirmiş olduğu elmasları işkence ile almış ve Hora­ sa n 'ı kendi mülküne ilhak etmiştir. 1 21 1 (1797) de, 33 yaşında, idama mahkûm ettiği iki esir tarafından, öldürülmüş ve Necef ( Meşhed ‘A li ) 'te gömülmüştür. Ondan sonra İran tah­ tına. Fath ‘A li Şah unvanı ile, yeğeni Bâbâ Han çıkmıştır. Hunhar ve gaddar A ğa Mu-

hammed'in cebir ve şiddetle kurduğu saltanat hanedanının başlıca meziyeti, İra n 'a son za­ manlara kadar devam eden sükûnu iade etmiş olmasıdır. B i b l i y o g r a f y a ' . P. Horn, Grundr, d. İran. P hilol., II, 594, 604, Zeitscher. d. Deutsch. M orgenl. Gesellsch., II. 4 1 1 ; Brydges, D ynasty o f the K ajars, s. 9—29 = ‘Abd al-Razzâk b. Nacaf Kuli, M a'âşir-i sultaniya, s. 14 v.dd.; Riza Kuli Hân, Ravzat a lS a fü - i naşiri, IX, vâr. 50 v.dd. ( C l . H u A R T .) A G A Ç . A G A Ç , şark türkçesindeki tâlî şekli y ig a ç 'tır. Bir m e s a f e ö l ç ü s ü adı olarak da kullanılır ki, bu hâlde, „aralarındaki bir üçüncü şahsın sesini işitebilecekleri derecede, birbirinden ayrı bulunan iki şahıs arasındaki mesafenin üç misli“ dir aşağı yukarı bir fersah ( p a ra sa n g ) veya mildir. Mir ‘A li Ş ir Navâ’i, beyitlerinden birisinde, bunun 12 .0 0 0 karı (ik i arşın, yani omuz başından orta parmağın ucu­ na kadar olan mesafenin iki misli ) olduğunu sö yler; Mahdum Kuli 'nin bir beyitinde ise, arztn 14 6 .0 0 0 ağaç imtidadında olduğu tahmin edilmektedir. Pietro della Valle ( Voyages, III, 1 4 1 ) bir a ğ a ç ’ın bir İspanyol fersahına ( = 4 İtalyan mili ) müsavi olduğunu hesap eder. E. Flandin ile P. Coste ( Voyages en P erse, I, m ) ise, bunun altı kilometreye (d ö rt İngiliz milinden biraz eksik ) muadil olduğunu kabul ederler. B i b l i y o g r a f y a : Pavet de Courteille, Diction, turc-oriental, s. 334 v .d .; Sulaymân Efendi, Luğat-i çağatâ’i va tu rki'o şm d n i.s. 15 ; Vambery, Cagataische Sprachstudien, s. 33 7 -

( C l . H u A R T .)

A G A Ç E R İ. A Ğ A Ç ER İ „agaç adamı, or­ man adamı“ ; Priseus 'un Axdz ÇtQOi adı ile, bahsettiği insanlar; mordvinler ( rus. mordva, arap. burd-âs, burt-âs / ve diğer fin kabileler­ den biri ( Marquart, Osteurop. u. ostas. Streif ­ züge, s. XXIV, 41 ) olması muhtemeldir. Yu­ nanca kelimenin, türkçe asıldan iştikak ettiril­ mek suretiyle, izah edilmesine ilk defa Hammer-Purgstall ( Gesch. der gold. Horde, s. 16;) ’da tesadüf edilmektedir. Krş. bir de Quatremere, Histoire. des Mongols ( 1836), s. 53, no t; M. Th. Houtsma, Ein türk.-arab. Glossar, 30,2 ( 49 ). ( C l. H u a r t .) A G A D ÎR , arapça sur ( = duvar, kale bede­ ni, kale ve şehir ) kelimesine muadil, berberce bir kelimedir. Bu kelimenin fenike lisanından geldiği zannolunmaktadır; hususiyle Fas 'ın ce­ nubunda bir çok berber köylerine alem olmuş­ tur. Yalnız olarak kullanıldığı vakit, umumiyetle, Fas Süs'unda, deniz kenarında tepe üzerinde, Ağadır Iğir namında, bir ufak şehir murad edi­ lir. Bu şehir az tamnmıştr ( Erckmann, Maroc

A G A D İR —

A G L E B IL E R .

moderne, s. 50 de küçük bir plânı vard ır) ve, sarp bir mevkide kurulduğu için, şehre güçlükle girilir. Kalenin yanında ve deniz kenarında, Fonti namında, oldukça harap bir köy vardır. Limanı, bütün rüzgârlardan mahfuz olduğu için, F a s ’ın Atlantik sahillerinde en emin bir demir yeridir. — Agadir 1500 senelerinde portekizliler tarafından tesis olunmuştur. Başlangıçta, sa­ dece hususî bir teşebbüs eseri olarak, basit bir balıkçı köyü halinde kurulmuş olsa gerek­ tir. O zamanlar Santa Cruz namı ile anılırdı, Yerliler ise, buraya Tiguemmi Rami yahut Dür Ram iya, yani „avrupalılar meskeni“ der­ lerdi. Sonraları, Ager burnu civarında bulun­ ması dolayısı ile, „A ger burnu Santa Cruzu“ adını aldı ( Ager, berberce lğhir ve bundan Gir, Ger, Ger, A g e r). Bu şehir, vaktiyle ispanyollar tarafından kurulan ve bugün tam mevkii meçhul olan. Santa Cruz de Mar Pequeña ile karıştırılmamalıdır. Agadir 'e afrikalı Léon ta­ rafından, Guarguessem namı verilmiştir. Porte­ k iz ’in Fasta mühim bir merkezi haline gelen Santa Cruz A ger, 1536 da Fas sultanı Mülây Muhammed’in taarruzuna uğradı. O esnada şeh­ re Dom Guttierez de Monroi kumanda ediyor­ du. Muhasara uzun ve harekât şiddetli oldu. Portekiz 'den gönderilen takviye kuvvetlerine rağmen, Santa Cruz hücum ile raptedildi ve Dom Guttierez teslim oldu. Damadı Dom lan de Corval öldürülmüş ve karısı Doña Mencia rie Monrói esir edilmişti. Sultan, kadına o dere­ ce meftun oldu ki onunla evlendi. Ona uzun zaman hıristiyan kalmasına ve avrupa âdetleri : üzereiyaşamasına müsaade edildi; nihayet Doña Mencia müslüman oldu veyahut olmuş gibi gö­ ründü;: Bu kadının Mülây Muhammed ile Mülây Ahmed arasında bir harbe sebebiyet verdiği ve iki Sultanın, onu almak için, silâha müracaat ettikleri:de söylenir. Neticede Mülây Muhammed galip geldi ve iki birader birbiri ile uyuş­ tu. Doña Mencia ise, denildiğine göre, sultanın diğer karıları tarafından, kıskançlık saikası ile, zehirlenerek öldürüldü. Sultan kayın babasını azat ederek, bir çok hediye ile Portekiz 'e gön­ derdi. Agadir limanını ve şehrin suyunu temin eden menbaı muhafaza için, 1572 de Mülây ‘A bd Allah bir müstahkem mevki tesis e tt i; bunun etrafında evler yapıldı; bu mahalleye Fonti ( portekizce fonte 'den ) ismi verildi. A ğ a ­ dır sahilin mühim bir ticaret noktası oldu. Fas debilinde; ilk fransız ticaret müessesesi 1670 te orada kurulmuştur. DanimarkalIlar da 1755 se­ nesinde bir kale inşâsına teşebbüs eylediler. Mülây 'A bd Allâh 1773 te Mogador şehrini kurdu ve bütün avrupahları Agadir ’i boşaltıp, yeni şehirde yerleşmeğe icbar etti. O asırdan beri Agadir avrupa ticaretine kapatıldı, Ahalisi

149

bu hususta gayet mutaassıp olmakla beraber, avrupalılara 1882 senesine doğru, kıtlıktan dolayı, zahire ticaretine müsaade edildi. Fakat tacirler hüsn-i kabul görmediler ve sahillerde kumsalda barınabildiler ( Erckmann g ö s t . y e r .) . Portekiz kalesi bugün bile iyi bir haldedir. Üzerinde el’ an kitabeler vardır. [ 1931 senesi istatistiğine göre, şehirde, 1459 avrupalı olmak üzere, 3692 nüfus vardır.] B ibliyografya'. Léon 1 ’Africain, D e s c r ip t io n d e l ' A f r i q u e ) nşr. Schéfer ) , I 176; Marmol Caravajal, D e s c r ip c ió n d e A f r i ­ c a (G rañade, 157 3), 11, 19ü v.dd.; Erckmann. M a r o c m o d e r n e ; Meakin, T h e l a n d th e M o o r s , s. 378—38 2; Castellanos, H is t . d e M a r r u e c o s , s. 203— 220. ( E. DOUTTÉ.) A Ğ Â N İ. [ Bk. EGÂNÎ.] A G D İY E . A Ğ Z ÎY A ( A .), ğ fz S ’n in [b . bk.] cem’idir. A G E L . ‘A K A L yahut ‘ aGÂL, ( A.), keçi kılın­ dan örülmüş ip ; ekseriya siyah renkte olup iki defa başın etrafında dolandırılarak kefiyeyi ( k û f i y a , b. k.) tutar. Umumiyetle bedeviler takarlar. Dozy ( S u p p lé m e n t , II, 154 ) 'ye göre bu kelimenin klâsik imlâ şekli ' i k i l 'd ir ; fakat yeni telâffuzu yukarıdaki gibidir. B i b l i y o g r a f y a - . Dozy, g ö s t . y e r . de etraflı b i b li y o g r a f y a vardır; Oppenheim, V om M it i e l m e e r z u m p e r s i s e h e n G o l f , II. 122. A Ğ L A B Î L E R . [ Bk. a g l e b î l e r . ] A G L E B Î L E R . A Ğ L A B ÎL E R , Bant A ğlab milâdi IX. asır boyunca Ifrik iy a ’ de hüküm sürmüş bir h â n e d â n ı n adı olup, Abbasî emîri Ibn Mukâtil ’i kurtardıktan sonra, idareyi eline alarak, halife Hârün al-Raşid 'den berat alan Zâb valisi İbrahim b. al-Ağlab al-Tamimi tarafından te'sis olunmuştur. Halefleri ile hilâ­ fet makamı arasındaki münasebetlerin başka beratlar ile tayin ve tasrih edildiğine dair, kat'î malûmat yoktur. Vakıa bunlar e m î r unvanı ile iktifa etmişler ve sikkelerini, gayet sade bir ibare ile bastırm ışlardır; Bagdad ile I£ayravân arasında, bilhassa hürmetkârane münasebetlerle te'yit edilen, bir rabıta kalmıştır. Ziyâdat Allâh Bizans imparatorluğunu tehdit eden Sicilya seferi hakkında halife al-Ma’mün 'a malûmat arzetmiş ve biraz sonra onun namına darbedilmiş m i ş k â l 'lan takdim etmiştir; fakat halife aynı emirden hutbede 'A b d Allâh b. T â h ir 'in adının zikredilmesini istediği vakit, emîr ken­ disine karşı küstahça mukabelede bulundu (fbn Haldun ). Al-Nuvayri, haklı olarak, hânedânın veraset meselelerine Bagdad hüküm­ darı tarafından müdahale teşebbüsünün hoş görülmediğini söyler; o halde İbrahim b. A h ­ med'in saltanattan feragatine de al-M u'ta¿id 'in bir nâmesinin tesiri olduğu meşkûktür.

1*0



' .....

........-

-

A G L E B ÎL E R .

Emirler „ İ f r i k i y a " adı verilmek mûtad olan, fakat bududlarını sarih bir surette tayin etmek mümkün olmayan bir sahada, irsî olarak, hâkim idiler. — Bunun garpta Bona 'ya kadar ımtidat ederek, Kotama ’lerin bütün toprakla­ rını ihtiva ettiği muhakkaktır. Nufuzu bugünkü Kabil 'ler memleketi içerlerine kadar dayanarak, büyük bir Kabil camiası teşkil ettikleri anla­ şılan bu berberîler, Bilizma ’de yerleşmiş bulu­ nan arap kolonisi tarafından, Bani A ğ la b ‘in hükmü altında tutuluyordu. Bu arap kolonisi so­ nuncu Ziyâdat Allah tarafından imha edildikten sonra, haricî, belki de şufrî ve nakkârî olan berberîler, 'A bd Allah al-Şi'i ’nin birinci ve en kuvvetli istinatgahı oldular. İfrikiya, cenub-i garbîde, Zâb ’a ve Tâhert ’li Bani Rostem ’in oldukları Abnzi ’ler devletinin hududlarına ka­ dar uzanıyordu; Bağaya ve Tobna Bani Ağlab ’e a itti; fakat buralarda haricî isyanları da eksik olmuyordu. Cenub-i şarkîde Trabulus, haricî mezhebine mensup olan Cebel Nefüsa berberîlerinin akınlarına maruz münferit bir mevki halinde idi. Orduyu ( c a n d ) araplar ve arap1aşmış sünnîlerle meskûn bulunan asıl İfrikiya k ıi’aları teşkil ediyordu. Bunlar, ekseriya kabîle kavgaları ve şahsî ihtiraslar şevki ile tef­ rikaya düşmekle beraber, etraflarını saran ve içlerine nufuz eden ehl-î sünnetten hâriç berberîlere karşı, bir din ve dil birliği teşkil edi­ yorlardı. Bu sünnî camiada dinî bayat, bir takım na­ zarî ihtilâflar çıkmasına meydan verecek dere­ cede, canlı idi. Sonraları, iki asır müddetle, Fâtimi ’ler tarafından ortadan kaldırılmış gibi görünen hanefî ve mâliki mezheplerinin, aynı zamanda, ifrikiya ’de yerleşmesi Bani Ağlab devrine düşer. İki mezhep de, bir aralık, ifrikiya ve sonra Sicilya ’da kadılık etmiş ve aynı za­ manda imam ve emîr bulunmuş olan A sad b. al-Furât tarafından temsil edilmiştir. Sırası ile Medine ’de Mâlik ’in, İrak ’ta Abü Hanifâ ’nin tilmizlerinin ve Kahire ‘de Mâlik ’in en güzide talebesi Ibn Kasım ’m derslerini takip etmiş olan bu âlim, Kayravân ’da iki mezhebi de tâ­ lim etm iştir; fakat mâlikî Sahnûn ile rekabeti hanefî mezhebine meylini arttırmıştır. V efatın­ dan sonra, Sahnûn tek başına meydanda hâkim kalmış ve, anlaşıldığına göre, 232 den 240 ( 846—854 ) ’a kadar ifrikiya ’de dinî kaza saha­ sında mutlak bir kudret sahibi olmuştur. Y a ­ nında rakibinin, Sulaymân b. İmrân gibi, hanefî tilmizleri bulunduğu vakit, geniş fikirli davran­ mış ise de, selefi bedbaht Ibn A b i ’ 1-Cavvâd ’1, Kur’an in mahlûk olduğuna kail bulunduğundan dolayı, değnek darbeleri altında, merhametsiz­ ce yavaş yavaş öldürtmek suretiyle, hakikaten ^addşırkk etmiştir. Ibn Kâsim ’in akidelerine dair

a

te’Iif ettiği Mttdavvana ’si, A sadİya ’yi gölgede bırakarak, Mağrip ‘te mâlikî mezhebinin 'ak a id kitabı olmuştur. Kendisinden sonra, mâlikî mez­ hebi hâkim mevkide kalmış ise de, hanefî mez­ hebine sâlik kalanlar da vard ı; hattâ Kur’an 'ın mahlûk olduğu zihâbı da tamamiyle ortadan kalkmamıştır. A i-Farrâ‘, bu suçundan dolayı, ölümle tehdit edilmiştir. Halbuki emîr, Abu ’1‘Abbâs Muhammed devrinde, Kayravân hâkimi al-Sadini ’ye, bu rafdm açıktan açığa tarafdarı bulunduğu halde, hükümet işlerinin tensiki va­ zifesi tevdi olunmuştu. Emirlerin, hudutlarda kendilerini tehdit eden tehlikeler karşısında bile birleşik kalmak kabiliyetini gösteremeyen arap ailelerinin serazad hareketlerine karşı, fakihleri ahali nezdinde uzlaştırıcı gibi kullanmış olma­ ları melhuzdur. Bununla beraber, arap müver­ rihlerinin müphem ve birbirine uymayan mütalealarından, hu kadar istikrarsız bir siyasî ce­ maatı idâme etmek ve, dirhemler (gümüş pa­ ralar ) yüzünden çıkan iğtişa; kabilinden ba2i malî karışıklıklara rağmen, hakikî bir refah içinde tutmak hususunda emîrler tarafından hayli maharet ve cesaret gösterilmiş bulunduğu anlaşılmaktadır. Ziyâdat Allah I. tarafından başlanıp (212 = 827); halefleri tarafından ve Fâtim i‘ler zama­ nında devam edilen Sicilya seferi, bu adanın cazibesi ile başlamış olan korsan akınlannın intizam altına almmasındau başka bir şey değil­ dir. Nitekim Fas ’ta devlet kuran berberi hânedânları da İspanya’nin cazibesine kapılmış­ lardı. Din gayreti ile clhâd yolunda teşebbüs edilen yağmalardan ele geçirilen ganimetler emirlere, tebaalarını vergi yükü altında fazla ezmeyerek, vücuda getirdikleri inşaat ile şahsî sefahatleri için lâzım olan kaynakları temin et­ miştir. İbrahim b. al-Ağlab zamanında yapılmış olan al-K aşr al-Kadim, Ziyâdat Allâh b. İbrahim zamanında yapılmış olan büyük Kayravân camii ile Süs ribâf ’1, Kayravân sarnıçları, Süs camii, Rakkâda Kaşr al-Fath, Sicilya mimarisine yakın bir san’at eserleri gurubu teşkil eder. Bani A ğlab hanedanı, sefahatten berî olma­ makla beraber, gayet azimkar emirlerden son­ ra, al-Şi'i tarafından vâki olan hücuma karşı, ancak mümeyyiz sıfatlan cebînâne zulüm ve itisaf olan harem ağaları tıynetinde, emîrler çıkarabilmiştir. Sonuncu Ziyâdat Allâh 296 (909) da Fâtimi ‘lerin karşısından, döğüşmeksizin, kaç­ mıştır. Bani Ağlab hânedânından on bir hükümdar gelm iştir: İbrahim b. al-Ağlab b. Sâlim b. 'İkâl a l - T a m i m i ..................................18 4 = 8 0 0 . Abu ’l-’Abbâs ’Abd Allâh b. İbrâhin) , , , , 196 = 812,

ACLEBÎLER — AGRA. : mütemadiyen inhitat etmiştir. Eserini Merâkeş .’ in kurulmasından evvel yazmış bulunan al-BakA bu ‘îljâl b. a!-Ağlab İbrahim . 223 838. ri, iki Ağm ât ayırt eder: Ağmât-Aylan ve A ğmât Varika. Ağm ât Aylan '111, eğer 7 veya 8 >^ÿvS ^ i-i: ;U^ÿ;';:;2'2é ;:;==^'04 r-\ km. mesafede bulunan lğil yahut Aylân değilse, bugünkü Ağm ât olması ve Ağm ât Varika ’nin Abu İbrahim A(imcd b. Muhamde şimdiki Varika olması muhtemeldir. Her hâl­ ¡i^ d | g ® | || f^ § | |ii§ ;^ de tarihî A ğm ât'ın bugün Ağm ât denilen ma­ Ziyâdat Allah b. Muhammed al-halde bulunduğunu gösteren alâmetler vardır ; burada oldukça büyük ve içinde müteaddit me­ ■:g;:p|Abü|;İiĞâî:S aifeMuHamm'cİ^ zarlar bulunan bir eski medrese mevcuttur. İeşo'sş^'8 64^ Belki de, Yusuf b. Tâşfin tarafından Ağmât ’a gSfÎïjÿK'^bttrrit-i^è.fc^^sï-i'ÂbiÎg^-AlisiiV-'Mâ :-v-g'-gVV:;:-'-'.:'-':.-:-"'-: : nefyedilen ve orada geçirdiği esaret hayatı alhammed b. İbrahim . . , . 2 8 9 = 9 0 2 . Marrâkuşi tarafından acıklı bir surette hikâye edilen, Sevilla ve Kortuba 'nm talihsiz son emîri Abu Muzar Ziyâdat Allah b.g:ggV/ggvş-.v A b i’I- 'Abbâs . : ; i- . 290— 296 = 903—909. al-Mu'tamid in mezarını orada aramak gerek­ B i b l i y o g r a f y a .’ lbn ‘A zâri, al-B a- tir. Bu mezar XIV. asra kadar mevcut idi ; fa ­ yân al-M uğrlb, I ; trc. v. FagDan, 1901, I ; lbn kat Hıristiyanların ve yahudilerin medreseye a}-Agir (nşr. Tornb. ), VII ve V III; lbn Hsl- girmeleri şiddetle memnu olduğundan, bugün dnn, '¡b a r ( Kahire ), IV {H ist. des B c r b ., ne olduğunu bilmiyoruz. Medresenin etrafında I ) ; ayn. mil., Hist. de V A frique sous les tuğladan eski inşaat bakiyeleri, bir taş köprü Aghlabitcs et de la Sicile, trc. vc nşr. Noël ve topraktan eski duvarlar görülmektedir. A f ­ des Vergers (1891) ; Amari, Bibliotheca A ra- rikalı Léon zamanında, Ağm ât tamamiyle inhi­ bo-Sieala, (1857); ayn; mil., Steria dei Masul- tata uğramış bulunuyordu ; bununla beraber, mani d i Sicilia, ( 1857 ) ; Fournel, Les B er­ Ağm ât ’tâki evliya türbelerine hâlâ bir çok bers. _ ( G . D e m o m b y n e s .) ziyaretçiler gelmektedir. Mıntaka soğuk suları, ;: :; A G M Â T . [Blc. AGMAT.] gölgelikleri ve Merâkeş pazarlarında satılan A G M A T . A G M A T, Merâkeş ’in cenubunda türlü türlü yemişleri ile meşhurdur. bir mahaldir. Bir hayli tarlaian, bahçeleri ve B i b l i y o g r a f y a : al-Bakri, al-M asSiik kerpiçten; evleri ihtiva eden, suyu bol, muhtelif ( Descr. de l’A friqu e septenir. ), s. 86, 152 : cins ağaçlarla gölgelenmiş geniş bir saha olup, v.dd. ; iörısi, Ş i f at al-M ağrib ( nşr. Dozy ve o mmtakanın en güzel mevkilerinden biridir. do G oeje), s. 29, 61 v.dd. ; İbn Haldun, ‘Ibar ; Ağmât, Masfittna kaidliğine ( İfâ1icat ) tâbidir. Ibn Abi Zar‘, al-Kartâs ; al-Marrükuşi, alAğm ât 'tan iki-üç kilometre ötede, içinde ka­ Ma’cib ; Lcon l’Africain, Description de l ’A f ­ labalık bir yahudi mahallesi ( mellah ) bulunan rique ( nşr. Shéfer ), I, 209 v.dd., 338 v.dd. ; Varilct adında büyük bir köy vardır ki, ayrı bir Marmol Caravajal, Description general de kaidlik teşkil eder. Bu iki mahal de V arika'de A frica (Granada, 1573 ), II, 35 v.dd. A tlas dağından çıkan Vëd ( Va d i ) Ağm ât su­ ( E. D o u t t é .) yu ile sulanır. Filhakika Varika, hemen dağın A G R A , İngiliz Hindistanı ’nda bir şehir olup, eteğinde ve hattâ ilk yamaçları üzerindedir. Cam na’nın sağ sahilinde bulunan aynı isimdeki Vcd Ağır.St bir çok regia ( kol ) ’ya ayrılır ; kazanın merkezidir. Bu şehrin nüfusu, 1901 de, bunlardan biri Merâkeş ’e giderek, şehrin içme dörtte biri müslüman olmak üzere, 188.000 suyunun bir kısmını temin eder. idi [ 1930 sayımına göre, 205.000 kişi ]. K a­ Merâkeş 'in tesisinden evvel, Ağm ât, Nafis zanın ( 1845 murabba m il— 4800 murabba km.) ile beraber, mmtakanın başlıca şehri idi ; Bani nüfusu ise, 1901 senesinde 1.060.546 kişiden idris devletine ait bir memleket olarak, adı ge­ ibaretti. — A gra, türk hanedanı devrinden kal­ : çer. Daha sonraları, Murâbıtların istilâsından ma müteaddit ve muazzam binaları ile meşhur­ : evvel, Mağrava lerin işgali altında bulunduğu dur. Bu binalardan Moti-Mascid ( 1654 te Şâh görülür. Bu hânedânın son emîri, muahharen Cihan tarafından inşa ettirilmiş ), Nagina-MasAbu Bekr al-Lamtüni ve ondan sonra da Mu­ cid ve Mina-Mascid ve bir çok hususî ve umu­ : râbıtlar devletinin müessisi Yusuf b. Tâşfin ’in mî divanlar ( divân-1 'âmm ve divân-ı hâşş ), : karısı olan meşhur Zaynab 'in kocası, Lağüt ya­ Şiş-Mahall Hâşş-Mahall ve Cahângir-Mahall hut Lak üt b. Yusuf idi. Ağm ât 4 4 9 ( 1057/1058 ) namları ile maruf olan saraylar iç kalenin ( 2 1/« da Murâbıtlar tarafından zaptedilmiş ve Lağüt km. muhiti olup, Ekber tarafından bina edil­ T â d la ’Iere iltica etmiştir. 4 5 4 (10 6 2 ) te, Merâ- miştir ) dahilinde bulunurlar. Bu hisarın etra­ keş şehrinin kurulmasından sonra, Ağmât bü­ fında ise, bir hendek ile bir de 70 kadem irtitün ehemmiyetini kaybetmiş ve o zamandan beri faında bir şur meyçuttur ; içerisine iki kapıdan ;i

Abu Mfcitammed Ziyâdat Allah b.

152

AGRA — AĞRI DAGl.

girilir, bir üçüncü kapı ise, nehir taralında olup, kapalı durur. Nehrin karşı yakasında İ'tiroâd al-Davla 'nin [ b. bk.] türbesi vardır. A g ­ ra *nm en maruf âbidesi Tac-Mahall [ b. bk.] dir. Esasen şehrin şimdiki mesahası, türk hanedanı­ nın ihtişam devrindekinin takriben yarısı ka­ dardır. T a r i h i . A gra, Lödi ’ler [ b. bk.] hânedânının orada hâkim olduğu devirden beri malûm­ dur ; fakat A gra ’yı ilk defa payitaht yapan, Ekber 'dir. Ekber burada 1605 te ölmüştür. Ma­ mafih kabri A gra'd a değil, A gra'd an 8 km. uzakta kâin Sikandra [ b. bk.] 'dadır. Şehre, Ek­ ber 'e izafeten, verilen Akbarâbâd ismi, bilâha­ re unutulmuştur. Ekber ‘in halefleri A gra 'da, ancak zaman zaman, ikamet ettiler ve nihayet Avrangzib de payitahtını Dehli 'ye nakletti. Şehir 1770 te Mahratta ‘ 1ar tarafından rapte­ dildi. Mahratta ' 1ar burayı, kısa bir fasıla müs­ tesna, 1803 e kadar ellerinde tu ttu lar; 1S03 te ise, Lord Lake A gra şehrini, ingilizler namına, işgal etti (17 teşrin I. 1803 muharebesi). B i b l i y o g r a f y a : D isir. Gaz. A graO u d h ., VIII ( AilâhSbad, 1905 ) ; Smith, T h e M oghal coloıir decoration o f A g ra (19 0 1) ; A r e k a e o l . S u r v e y o f I n d ia , IV. A Ğ R I D A Ğ I. A R A R A T ( türk. E Ğ R İ d a ğ da denilir ; fars. KÖHÎ-N0 H ; ermen. MASİK ), Şar­ kı Anadolu yaylasının en mürtefi dağıdır. A ğrı kütlesi 440 ve 450 şarkî tül ( Greenw.) ve 390 40' şimalî arz arasında bulunmaktadır. Bu kütle, şimal-i şarkîden cenub-i garbiye doğru giden açık bir kavis ile, kendisini ihata eden düz Aras oyasında, kiiçiik tepeler teşkil etmeden, hemen hemen birden bire yükselir. Yalnız garba doğru bazı yükseklikler (Sinak; krş. Dubois, Voyage, İH, 454) ila Ab ve Bingöl dağlarına bağlanır. A ğrı dağı kütlesi, 128 km. bir çerçeve içinde, n S 8 murabba km. bir saha işgal etmektedir. Şimal-i garbideki büyük A ğrı dağı (5156 m. 1 ) ve cenub-i şarkîdeki küçük A ğ n dağı (3916 m.2] zirveleri en yüksek noktalarıdır. Bu iki zirve, takriben 8 km. aşağıdaki bir menbaın ismine izafetle, Serdar Bulak denilen, hafifçe mîidevver ve dar bir bel ile, birbirlerine bağ­ lıdırlar. Bu belin (2687 m.) uzunluğu 13/14 km. dır. Bu belde bir geçit vardır. Mutlak irtifaı ile A ğrı dağı Avrupa ’mu bütün dağların­ dan yüksektir ve 4363 metreye varan nisbî yüksekliği iie do, arzın diğer kısımlarındaki büyük maruf dağların bir çoğundan mürtofidir. Filhakika Aras vadisi, Aralık civa­ rında, ancak 793 m. yükseldiğinde olduğu için, A ğrı dağı, muazzam Himalaya ve cenubî Ame­ 1 Türlciyo istihsal haritalarıma £Öro, 5165 m etredir. 2 Jü riliy e i&tikşai haritaların a ço re , 3925 m etredir.

rika'daki And dağlarından daha ziyade, etrafına hâkim bir vaziyettedir ve hele, şimalden bakı­ lırsa, bu münferit yekpâre kütle, dünyanın belki en muzzam manzarasını arzeder. Büyük A ğrı dağı ( Cebel al-H âriş) hafifçe lcubbeleşmiş muhaddep bir mahrut şeklindedir. 150— 200 adımlık bir çevre. içinde, muhaddepçe bir satıh teşkil eden ve her tarafı dim dik yamaçlı zirveden, 1000 m, aşağılara kadar, kar sahaları ve glasiyeler iner. Büyük A ğrı dağı şimal-i şarkî mailesinde, yukarıdan aşağıya, de­ rin bir yarık ( Yakup vadisi) vardır ki, hunun yukarıdaki kısmı, etrafı duvar gibi amudî ka­ yalar ile çevrilmiş, geniş kazanvâri bir çukur­ luktur; alt tarafı, evveloe meskûn iken (17 3 7 m. irtifada A rgu ıi köyü ile Yakup m anastırı), şimdi taşlık bir çöl halindedir. Küçük A ğrı da­ ğı ( Cebel al-H uvayriş) sivri tepeli güzel bir dik mahrut ( mahrut-ı ka’im ) şeklindir. Şarkî Anadolu arazisinden yükselen bir çok dağlar gibi, A ğrı dağı da volkaniktir. Geçen asırların en müthiş zelzelesi, 20 haziran 1840 ta vukua gelendir İn, bu carsmtının sebep ol­ duğu dağ kayması (heyelan) yüzünden, mâmur bir yer olan eski Argnri köyü (k rş. Hübsch­ mann, Indogerman. Forsck., X V I, 364, 395), 1600 kadar olan ahalisinin hemen hepsi ile be­ raber vc iki mil kadar üst tarafta kâin Yakup manastırı, keşişleri ile birlikte olmak üzere, ka­ milen mahvolmuş ve Yakup menbaı da kayb­ olmuştur. Bütün A ğrı dağı arazisinde bilhassa su fık­ danı nazar-ı dikkate çarpar. Tepeleri örten büyük kar kütlelerine rağmen, büyük mailele­ rinde ancak iki mühim menba mevcuttur. Bi­ rincisi, yukarıda zikrettiğimiz, Serdar Bulak ( vâdi menbaı) olup, 2290 metre irtifaıncîadır; İkincisi de meşhur Yaknp menbaıdır ki, 1840 tan beri başka bir noktadan çıkmaktadır. Kü­ çük A ğrı dağında menba yoktur. Bu dağın irtifaı, müstemir karlar mıntakası hududuna erecek derecede değildir. Büyük A ğrı dağı ise, bu irtifaa vâsıl olmaktadır (k ar mıntakasmın alt hududu şimal tarafında 4179 metreden, ce­ nup tarafında 3942 metreden başlar). Bu şiddetli su kıtlığının tabiî bir neticesi olarak, nebatî hayat da fakirdir. Seyrek hoş ağaçları istisna edilirse, şarkî Anadolu 'non bütün dağları gibi, A ğrı değinin da vasf-ı fânki, ormandan tamamı ile Mahrum olması­ dır. Nebat azlığının neticesi olarak, hayvan mecmuası da pek fakirdir. Yakup vadisinde insan elinin vücuda getirmiş olduğu tesisatın mahvolduğundan beri, A ğrı dağı, vahşi bir çöl gibi, boş ve ıssız bir yer olmuştur. Orta za­ manlarda böyle değildi. Arap coğrafyacısı İstahri ( n-jr, de Goeje, s. 19 1) orada pek çok

AĞRI BAĞI — AG VAT. orman ve av hayvanı bulunduğunu bilhassa zikreder. Mulfaddasi, A ğrı dağıtım ön yamaç, lan üzerinde, ıooo den fazla küçük köy bu­ lunduğunu ilâve etmektedir. X. asırda yaşamış olan tarihçi Thomas bü havalide, geyik, yaban domuzu, arslan ve yaban eşeği gibi, hayvan­ ların çok bulunduğuna işaret eder ( bk. Thopdşchian, M itte il. d e s S e m in , f . o r ie n t. S p r a ­ c h e n iri D er lin , 1904, 11. kısm., 9. 150 ). Dorpat üniversitesi profesörü Frederic Par­ rot, 9 teşrin I. 1829 da, büyük A ğrı dağının zir­ vesine kadar çıkmağa muvaffak olmuştur. O zamandan beri yirmi defadan fazla ve umumi­ yetle dağın şimal tarafındaki A ralık 'tan hare­ ket edilerek^ zirveye çıkılmıştır (krş. Rickmer-Rickmcrs, Z e its c h r . d . D e a t s c k - O s t e r r . A lp e n v e r ^ X X IV , 315). A ğrı dağına çıkanlar arasında 1834 ve 1843 te Antonomoff, 1845 te Wagner ve Abicb, 1856 da Stuart ve Monteith vardır ve biı havali bakkmdaki tetkikatı ile meşhur: Kafkasya seyyahı Radde de müteaddit defalar çıkmıştır. Bu seyahatlerin en dikka­ te dşayan olanlarından biri rus miralayı Chodsko ‘nun, Kafkasya ‘ntn nirengilerini tayin için, 1850 de yapmış olduğu çıkıştır. Kendisi her iki dâğm zirvelerine kadar gitmiş ve arazi mesa­ haları ile meşgul olarak, büyük A ğrı dağında hemen bir hafta kalmıştır. [ XX. asrın başında A ğrı dağı üç devlet arasında hudut taşı teşkil etmekte idi. Büyük A ğ rı dağının cenup mailesi — Türkiye 'ye, şi­ mal mailesi — R usya'ya ve küçük A ğrı dağı’nın şark mailesi d e — İran’a ait bulunuyordu. Türkiye ve Sovyeiler birliği arasında imzalanan Kars ve Moskova muahedeleri (.1920—19 *1) neticesinde, Türkiye-Sovyet hududunun A reis nehrinden geçirilmesi üzerine, büyük A ğrı da­ ğının şimal mailesi do Türkiye toprakları içine alınmış oldu ve nihayet 1932 senesinde, Türkiye ile İran arasında icra edilen hudut tashihi sıra­ sında, küçük A ğrı dağı zirvesi de tamamiyle Türkiye arazisine girdi. Bugün İran hududu bu zirvenin 5—6 km. şarkından geçmektedir. Bu suretle A ğrı dağı etrafında vukua gelen son hudut değişiklikleri, bu dağı, evvelâ kısmen, sonra tamamiyle, Türkiye dahiline almış bulun­ maktadır.] :■ [A ğ r ı dağı mmtakasında 1930 da bir kürt isyanı vukua gelmiş ve aynı sene eylül 7— 12 ’ye kadar devam eden lcısa ve müessir te'dip harekâtı neticesinde, isyan teskin ve âsîler ten­ kil edilmiştir. Bu harekâta iştirak eden kıtaat A ğrı dağında tâ cümûdiyeler mıntakasına ka­ dar çıkmış ve bu vak'a A ğrı dağı üzerine na*ar-ı dikkati tekrar celbe sebep olmuştur.] a : K . R itte r y E rd k u n -

479—5 14 ;

N o u v e lle g é o g r a p h i e u n iv e r s e lle , V I , A b i c h , G e o lo g . F o r s c h , in d en

R e c lu s ,

247— 252 ; H.

k a u k a s i s c h e n L ä n d e r n ( V i y a n a , . 1882 v .d d .), I I , 4.51 v .d d . ; Iv a n o v i s k i , D e r Ä r a r a t ( Mos­ kova, 1897, r u s ç a ) ; G. Ie S t r a n g e , T h e la n d s 0/ t h e e a s t e r n c a li p h a t e ( C a m b r i d g e , 1905 ) , s.

18 2 ;

Y ä k ü t, M u ca m ,

R e is e z u m A r a r a t

II, 183, 779; P a r r o t , 1834), I , 138 v .

(B e r lin ,

dd.-; F . D u b o i s d e M o n t p é r e u x , V o y a g e a u t o u r

d u C a u c a s e e t c . , en G é o r g ie , A r m é n ie e t c . , (P a r is ,

R e is e s.

1839

v .d d .) ,

III, 358—488 ; M.

n ach d em A r a ra t

163 — 18 6 ; H.

W ag n er,

( S tu ttg a rt,

1848),

A b i c b , G e o g n o s t . R e is e z u m

A r a r a t ( M o n a t s b e r . d e r V e r h a n d l. d e r G e s e lis c h . f . E r d k ., B e r l i n , 1846/1847 ), y e n i s e r . , IV, v e B u lle tin d e l a S o c i ê t é e d e G e o ­ g r a p h . ( P a r i s , 1851 ) , 4. s e r . , I ; a y n . m H ., D ie E r s t e ig u n g d e s A r a r a t ( P e t e r s b u r g , 1849 ) ; P a r m e l e e , L i f e a m o n g th e m o e n t s o f A r a r a t ( B o s t o n , 18 6 8 ); D . W . F r e s b i e l d , T r a v e ls in t h e C e n t r a l- C a u c a s u s a n d B a s h a n ( L o n ­

1869 ) ; M . v . T h i e l m a n n , S t r e i f z ü g e im K a u k a s u s , in P e r s ie n . . . ( L e i p z i g , 1875 ) , s .

don,

152

v .d d .;

J.

B r y c e , T r a n s c a a c a s ia a n d A r a ­

r a t ( L o n d o n , 1877 ; 4. t a b ., 1896 ) ; E. M a r ­ k o f f , E in e B e s t e ig , d e s g r o s s e n A r a r a t ( A u s ­ l a n d m e e m ., 1 889, s . 244 v .d d .) ; J . L e c l e r q , V o y a g e a u m o n t A r a r a t ( P a r i s , 1892 ) ; S e i d l i t z , P a s t a c h o w ’s B e s t e ig , d e s

A r a r a t ( G lo ­

b u s, LXVI, 1894, s . 309 v .d d .) ; R i c k m e r - R i c k m e r s , D e r A r a r a t ( Z e it s c h r . d e s D e u t s c h O ste r r . A lp e n v e r ., XX V I, 1895 ) ; M . E b e l i n g , D e r A r a r a t ( g ö s t . y e r ., XXX, 1899, s . 144 — ■

163

;

162/163

s a h ife le r in d e

k a rto g ra fy a y a

a it b azı

_ A G V A T.

b ib liy o g r a fy a

malûmat

_

( S t r e c k .)

A L-A Ğ V A T

( LA Q U A T ) , c e n u b î

C e z a y i r 'd e , C e z a y i r ş e h r i n i n bunda, o °,

30'

m a l a rz ın d a v e

ş a r k t ü lü

787

ve

v a rd ır).

428

( P a r is ) ,

km . cenu ­

330, 48/

ş i­

m e tr e ir tifa d a b ir ş e h i r v e

â h a . G h a r d a îa „ a r a z is in e " a i t o la n a l-A -ğ v â t, 1.775.000 h e k t a r l ı k v e , 612 a v r u p a l ı o lm a k ü z e ­ r e , 27.486 n ü f u s lu (1926 s a y ım ı ) m u h t e l i t n a h i y e n in m e r k e z i d i r [ m e r k e z i n n ü f u s u , 1931 is t a t i s t i ğ i n e g ö r e , 5.200 k i ş i ] . v

Ş e h i r v e v a h a , C e b e l A m u r ’d a n i n e r e k , V e d C edi

adı

ile ,

K o s ta n tin

e y a le tin in

cen u bu n d a

Ş o t t M e lğ ir 'e k a r ış a n V e d M zi su y u n u n s a ğ s a h ilin d e d ir . A v r u p a h i a r m a ile s in d e v e y e r l i l e r i n

m a h a lle s i, ş im a l-i g a r b ı m a h a lle le ri is e , ş im a l-i

ş a r k î m a i l e s i n d e b u lu n m a k ü z e r e , e v l e r . C e b e l T i s g r a r i n e ’n in

k o n tr fo r la r ı

« Ja n

ik i

k a y a lık lı

te p e n in y a m a ç la r ın d a , s e t s e t o la r a k , in ş a

e d il­

m i ş t i r . T e p e l e r i n ü z e r in d e in ş a e d i l m iş o la n b i r s u r il e i k i k a l e ş e h r i n m ü d a f a a s ı n ı t e m in e d e r . V â h a , y a r ı m d a i r e ş e k l i n d e , ş e & r in ş ı m a l - i g a r ­ b is in d e n

ce n u b -i

ş a r k îs in e

d o ğ ru

u z a n ır;

en

AGVAT



geniş yeri olan şimal-i garbi losm-ında hem hur­ malıklar, hem de ekin tarlaları vardır. Barajlar sayesinde Ved M zi’den getirilen ve Ved Lekhier adını alan kol, bahçeleri salama işine ya­ rar. Takriben 30.000 hanna ağacından, aşağı neviden olmakla beraber, halkın gıdasını teşkil eden hurma istihsal edilir. Cenubî Oran ve cenubî Kostantin arasında, garpta Ulâd Sidi Şayh 'ler mmtakası ile cenupta Mzab ’a ve V argla ’ya şarkta ise, Ziban ’ 1ar mıntakasından Biskra ’ya, giden yolların kavuşan noktası ol­ mak itibarı ile, A ğvât *m vaziyeti şehrin mü­ him bir mübadele merkezi olmasını intaç et­ miştir. T a r i h i . Milâttan sonra X . asırda, Ved Mzi kıyılarında, ahalisi, Fâtimi *lere inkıyat ettikten sonra, Abiî Yazid isyanına iştirak eden, bir kasaba mevcuttu. Civar mıntakada Magrâva aşiretine mensup berberîler dolaşmakta idi. Hilâli 'lerin istilâsını müteakip, bu civara aynı ırktan diğer aşiretler geldi. Bu meyanda, Zâb ’dan koğulan Ksel aşireti, buralarda Ben Buta adında bir köy tesis etti. Diğer kşü r ’larda (B ü Mendala, Nacal, Sidi Mimün, Badla, Kaşbat ben Fotüh ), bir kısmı arap neslinden ( Davâvida, Ulâd bü Z ayyân ), bir kısmı da Mzab ’dan gelen diğer muhacirler tarafından kuruldu. Bütün bu ev kümelerinin heyet-i mecmuasına al-A ğvât denildi. Bu şehrin X V I I I . asra kadar olan tarihi hak* kında pek az şey biliyoruz. X V i. asrın sonların­ da, burası Fas sultanına vergi vermekte idi. 1666 da Badla ve Kaşbat Fotüh k ş ü r 'lan bo­ şaltıldı. 1698 de Tlemsen ahalisinden S i ' 1-Hâec ’ İsa namında bir murabıt, diğer üç k ş ü r halkı ile civardaki Larba‘ kabilesini hükmü altına aldı. Bu zatın idaresinde al-A ğvât ahalisi, Kşar al-A şafya halkına meydan okudular ise de, 1708 de ordusu ile şehrin önüne gelen Fas sultanı Mülây tsmâ'il ’e vergi vermek mecburiyetinde kaldılar. Si’l-Hâcc 'Isâ ’nın ölümünden sonra (1738 ), al-A ğvât tarihi, tagallüp davasında bu­ lunan iki tarafın ( ş a f f ) , cenub-i garbî mahal­ lesinde oturan Ulâd Sergin ’ler ile şimal-i şarkî mahallesinde ikamet eden H allaf ’lerin birbirleri ile mücadelesinden ibaret kalır. Vahayı kana boyayan bu mücadeleler esnasında, türkler hâ­ kimiyetlerini tesis ettiler. Nitekim, 1727 'den itibaren, Titteri beyi, k ş ü r ahalisini vergiye bağladı. Diğer cihetten bahçelerinin bir kısmını ellerine geçirdikleri vâhadan tardedilmiş olan Mzabi ’ler, cenuptan gelen göçebeler ile birleş­ mişlerdi. A l-A ğvât ahalisi, Larba' 'ların yardı­ mı sayesinde, bunların hakkından gelebildiler. X V I I I . asrın sonlarına doğru yeniden meydana çıkan türkler, al-A ğvât ahalisinin zamanla kur­ tuldukları metbuiyeti yeniden ikame etmeğe

AHAD.

çalıştılar. Medea beyi açtığı ilk seferde ( 1784 ) muvaffak olamadı ise de, Oran beyi Muhammed al-Kobir şehri zaptedip, Ulâd Sergin mahalle­ sini tahrip ettirdi ( 1786 ). Halefi ‘Oşmân ise, bilâkis Hallaf ‘lere karşı harekete geçerek, bun­ ları dağıttı ( 1787 ). Birbirine düşman olan bu iki taraf tekrar ken­ dilerini toparlamakta gecikmediler ve Hallaf ’lerin reisi Ahmed b. Sâlim, al-A ğvât ile civar ğ şö r ’lara hâkim oluncaya kadar (1328), birbir­ leri ile kavga ettiler. Fakat bu sulh ve sükûn çok devam etmedi. ‘A bd al-Kâdir ’in yardımı ile Ulâd Serğin 1837 de galip vaziyetine geçti­ ler. Reisleri al-Hâcc al-'A rbi, emîr tarafından „halife" nasbedildi ise de, tutunamıyarak, Mzab ‘a kaçmak mecburiyetinde kaldı. Halefi 'Abd al-Bâki de, 700 muntazam askerle bir topu ol­ masına rağmen, aynı akıbete uğradı. Emîr ‘Abd al-Çâdir ’in emri üzerine, eşrafı hapsettirmek is­ tediğinden, şehirde isyan çıktı ve kendisi de alA ğvât ’1 terke mecbur oldu ( 1839 ). İkinci defa halife nasbolunan al-Hâcc al-‘A rbi, ‘Ayn Mahdi murabıtı Ticâni ile birleşen Ahmed b. Sâlim tarafından mağlûp ve sonra da esir edildi. Y e ­ niden al-Ağvât ’a hâkim olan Ahmed b. Sâlim fransızların himayesine iltica etti. Bunlar da ken­ disini 1844 te halife nasbettiler. Miralay MareyMonge ’un kumandasındaki bir fransız kıt’ası bu münasebetle gelip, al-A ğvât ’ın kapılarında ordugâh kurdu. Fransızlar 1847 de bu civarda yeniden göründüler ise de, ancak 1852 de, kat’î olarak, şehre yerleştiler. Bu sıralarda, Vargla ‘da hâkimiyetini tesis etmiş bulunan şerif Mu­ hammed b. 'Abdallâh, H allaf ’lerden bir kısmı­ nın yardımı ile, şehre girmeğe muvaffak oldu. Şehri istirdat için, general Pélissier ’in kuman­ dasında, bir k ıt‘a göndermek icap etti. A l-A ğvât kanlı bir muharebeyi müteakip, hücum ile zaptedildi. Bu muharebede general Bouscaren ile binbaşı Morand maktul düştüler (kânun L1852). Bunun üzerine al-A ğvât ’a daimî bir garnizon yerleştirildi ve şehir fransızların cenuba doğru harekâtına bir üs teşkil etti. B i b l i y o g r a f y a ' . E. Daumas, L e S a ­ h a r a a lg é r ie n , Paris, 1843; Fromentin, U n é t é d a n s l e S a h a r a , Paris, 1874 ; E. Mangin, N o t e s s u r l' h is t o ir e d e L a g h o u a t , ( R e v . A f r i ­ c a in e , 1893, 1894, 1895) ; Marey-Monge, E x p é ­ d it io n de- L a g h o u a t , Cezayir, 1844 > Moulay Ahmed, V o y a g e s d a n s l e s a d d e l' A lg é r ie , trc. Berbrügger, Paris, 1846. ( G . YVER.) A Ğ Z İ Y A . [ B k . a g d I y e .] A H . [ B k . a h .]

A H . ( a .), kardeş. . A H A D . [ Bk. AHAD.] A H A D . A y A D ( A.), „bir" adedi ; bu kelime Allahın isimlerinden biridir [ bk. VÂHİD ].

AHAD — AHBÂR MECMUA. Yavm al-ahad, haftanın birinci günü, pazar. [_Bk._ÂHAD,] : Â H Â D . A H A D (A.), ahad ‘m cera’idir [ yk. bk.]. M e s a b ilminde „birler“ hanesi mânasını ifade eder. H a d i s ilminde habar al-vâhid 'in cem’i gibi kullanılan bu tâbir, m atavâtir [ b. bk.} tâbirinin zıddı olarak, itimada şayan es­ baptan bir çokları tarafından değil, yalnız bir tek kimse tarafından nakledilen hadiseler hak­ kında kullanılır. H abar al-âhâd denilen hadis­ ler, isti faza tariki ile, muhtelif râvilere isnat edilerek, m uiavâtir derecesine çıkarılabilir. jliabar al-âhâd’ın ne dereceye kadar ihticaca saüh olduğu ve amelde hüccet teşkil edip edemiyeceği gibi meseleler, uşul-i hadîs ilminin en mühim bahislerindendir. B i b l i y o g r a f y a : W. Marçais, L e Taqrib de En-Nazvaevî ( Paris, 19 0a), s. 201; Uşûl meselelerinin mufassal surette tetkiki için bk. L e L ivre de Mohammed ihn Toumart ( Cezayir, 190.3), metin, s. 51 v.dd.; Şadr a l-Ş arfa ve Taftazâni, al- Tavzih ma a 7 - Talvih (Kazan, 1883), s. 361. Ş f î bakımın­ dan tetkiki için bk. Cam âl al-Din al-’AmiH, Ma'âîim al-U şûl (Lucknow, ta.), s. 107. A H A D .

( G o l d z jh e r .)

A H A D Î. [ Bk. A«Aoh] A H A D Î . A H A D Î , H in d

tü rk

im p a ra to rlu ğ u

o rd u su n d a h a s s a s ü v a r i k a f a s ı.

B i b l i y o g r a f y a : H o r n , Das Heer und : Kriegswesen der Crossm oghuls; W. Irvine, The arm y o f the Indian Moghuls. A H Â D Î Ş . [ Bk. AHÂDfö.] A H Â D İS . A H A D ÎS (A.), h a d i s l e r . [ B k . h a d Iş

.]

_

A H A D Î Y A . [ B k . A H A D İY E T .]

A H A D İY E T . A H A D Î Y A ( a . ) , felsefede, doğrudan hoğruya zat-i ülûhiyetin taksim ka­ bul etmediğini ifade için, kullanılan bir ıstı­ lahtır ki, mutasavvıflarca zat-i ülûhiyetin en yüksek mertebesini teşkil eder. Tarifi için krş. Dictionary o f the technical terms ( nşr. L e e s), s. 1463^ A H A L

T E K K E . _[ B k .

ahal

t e k e .]

T E K E . A H A L T E K K E , Türkistan ’da bir mmtakadır. A h â l (yeni zamanlarda or­ taca çıkan bir isim ) Kızıl-A rvat ve Cyaurs demiryolu istasyonları arasında, Küren-Dağ ve Kopet-Dağ silsilelerinin şimal sath-ı mailinin eteğinde kâin vahaların heyet-i umumiyesine verilen: isimdir. İsmin ikinci kelimesi, o havâlinm. ştmdiki sekenesi olan Teke ismindeki türk­ ünsen aşiretinden alınmıştır. Abu ‘ 1-ĞSzı bu aşi­ retin daha X. ( XVL) asırda Balhân dağları ile Darîra şehri (bugünkü Baharden demiryolu istasyotıunun yanında) jarasm daki havalide bulunduğpna kaydeder. A hâl T$ke 18:81 de rusjar A H A L

m

tarafından zaptecükniş olup, 1882 ’den beri M a vera-i Hazar vilâyetinin ayrı bir sancağım teşkil eylemektedir. Sancak 1890 senesine kadar A hâl Teke namını taşıdı. Bugün, merkezine izafeten, Ashabad ( doğrusu Aşkâbâd, b. bk.) tesmiye olunraakiadır. Orta çağ coğrafyacılarında bu memlekete bas belli başlı bir isim yoktur. On­ lar, Parthe 7 ar zamanında bile ehemmiyetli olan ve bu bugün de Ashabad ’in 7—8 kilometre gar­ bında Bagir köyünün yanında iki harabe yığının­ dan ibaret kalan bu şehri, N a s â şehri ile kum çölünün kenarında, Nasâ 'nın üç arap mili şima­ lindeki Ş a h r i s t â n a v e bugünkü Çizil A rvat yakınındaki F a r â v a yahut A f r â v a gibi hu­ dut kaleleri ile birlikte, Horasan ’m eczasından olmak üzere, kaydederler. Memleket, hattâ X. ve XI. (XVL/XVII.) asırda özbeglerin hâkimiyeti altında bulunduğu devirde bile, ekseriyetle Hvâriıra hükümdarlarının tasarrufunda idi. H v'5 rizm yahut Ş u - b o y u (su tarafı ) ‘na mukabil olmak üzere, Ahâl Teke ile A tek [ b. bk.] o zaman­ lar T a ğ - b o y u ( dağ tarafı ) tesmiye edilirdi. Fakat Nasâ şehrinin o devirde dahi mevcut ol­ duğu zannolunuyor; garpta, D a r S s [ yk. bk.] şehrinin de adı geçer. Rus istilâsı devrinde, bu sahada hiç bir şehir yoktu. Ashabad ve K ı z ı l Arvat şehirleri, ancak bu istilâyı müteakip, kuruldu. ( W. BaRTHOLD.) A H A L Ç İH . [ Bk. a k is x a .1 A H A R N A R . [ Bk. a h a r n e r .] A H A R N E R . A H A R N A R , Erıdanus burcun­ daki a yıldızının ( birinci kadirden ) adıdır. B u burca aroplar, eski beyetçiler gibi „nehir“ ( aln a h r) adını vermişlerdi ve bu yıldız bu gru­ bun sonunda bulunduğu için, „nehirde sonuncu“ veya „son nehir“ mânasına arapçada âhir alnahr veya âhir nahr adını alm ıştı; şimdiki i ismi de bu kelimenin bozuntusudur. Krş. ideler, Untersuchungen über den Urspr. u. d. Bed. der Sternnamen, s. 232 _v.d. A H B A R M A C M U 'A . [ Bk. a h bâ r mecmua .] A H B Â R M E C M U A . A H B A R MACMU’A , milâdî XI. asırda yazılmış anonim tarihî bir eser olup, İspanya ’nın Târilf tarafından fethin­ den, ilk valiler zamanındaki vekayiden, dâhilî harplerden ve ‘Abd al-Rahmân I, devrinden mufassalan bahseder; Hişâm I. ile ’Abd al-Rahmân III. arasındaki zamana ait kısım ise, daha ziyade menkıbe, mektup ve şiirleri muhtevidir. Eserin tam adı şudur: A h b â r m a c m â ' a f i ’f i i i â h a l- A n d a lu s v a Z ik r m a n v a l iy a lıâ m in a l- U m a r â ' i l â D u h û l ‘A b d a l - R a h m â n b . M a ' â v iy a v a T a ğ a lla b ' h i ‘a l a y h â v a M u lk 'h i f j h â h a v a v a V a la d uh u v a 'l-H u r û b a l - k a i n e - f i z â l i k a b a y n a h u m . Krş. İhın ’A zâri, a l - B a y â n a l- m u ğ r ib , I, methal, 10—12. — A j b a r M a c h m u â ( C o lv c c io n d e t r a d i e i o n e s ) , c r o n ic a e n o -

A H IJA R

M ECM U A

nima del Siglo X I, dada â luz por prim era vez, traducida g anotada por Don Em ilio Lafuente g Alcántara (—Colección de obras arábigas de historia y geo grafía que publica la R ea l Academia de la Historio, I ; Madrid, 18 6 7 ).

( C . F . S e y b o ld .)

‘ A H D . [ Bk. a h d .) 'A H D . ‘AHD (A.), cemi ‘ uhüd, „emir, mukarele ve ittifak“ dem ektir; bu kelimeye bazı terkiplerde de rastgelinir : vali a l-a h d ^ h ü ­ kümdarın iradesi ile taayyün eden s a l t a n a t v â r i s i ) ; ahi a l-a h d (=zlm nî bir ‘ ahd ne­ ticesinde, müsiümanlar ile birlikte yaşayan h 1r i s t iy a n ve y a h u d i 1 e r, bk. ZİMMA ). Bun­ dan maada ‘ ahd, ittifak ahkâmını ihtiva eden vesikaya verilen bir isimdir ; nitekim a l-a h d al- atik ve al- ahd cadid tabirinde de bu mâna vardır. [K itab-ı Mukaddese nazaran, Allah ile Bani Isrâ’ it arasında bir ‘ ahd vardır. Bu ahde göre, eğer Bani Isrâ’ il Allahın emirlerini icra eder­ se, Allah da onlara arz-ı m av udu verecek ve goyim denilen gayrı musevî komşu akvam üzerine, galebelerim temin edecektir. Binaen­ aleyh Tevrat bir alıddir ( ‘ ahd al-‘atlk). ‘A h d a l-a tik ’deki Tevarih, Mulûk ve Enbiya kitap­ larına nazaran, yahudiler putperestlik ettikleri için, ceza olarak, memleketlerinden tart ve nefyedildiler. Fakat Allah bunlara acıyarak, ye­ niden bir ahd yapmıştır ( ‘ ahd al-cadid, bk. Jeremía, XXX, 31 ). Bu kitaplara avrupa dille­ rinde Testament denilmesi, bu kelimenin dinî tâbir olarak, i t t i f a k mânasına gelmesinden ileri gelmiştir.) A H D A L . [ Bk. e h d e l .) A H D A R İ . a l-A H Z A R İ a l -Ş a d r b . ‘ A b d a l Rahmân YİD

b.

E mÎr

b . a l -V a l î a l - Ş â i .ih a l - S a y -

A L -ŞU Ğ A Y Y İR B. M u HAMMED A L -B N T Y Ö SÎ

AL-MâLİKÎ, arap muharrirlerindendir. Hayatı hakkında pek malûmat sahibi olmadığımız Ahzari, sık sık bahsedilen, iki tâlimi manzumenin müellifidir: 1. al-C avhar al-M aknan f i Ş id k al-şalâşa al-Funün, belagat hakkında olup, müellifin bir şerhini de ihtiva eder ( taş basma, Kahire, 1290), al-Damanhüri ( ölm. 119 2 = 1778 ) *nin şerhi ile ( taş basma, Kahire, 1290 ve matbaa harfleri ile. Kahire, 130S, 13 10 ) ve Mahlüf al-Minyâvi ’nin haşiyesi ile (Kahire, iâos ) basılmıştır. — 2. al-Sullam al-m uravnik f i ’ l-M antik, mantıka dair olup, recez vezninde, 94 beyitten ibarettir; 941 ( 1534 ) de yazılmış ve müellifinin şerhi ve Sa‘ id b. İbrahim alTünisi al-Cazâ’iri Kaddûra (ölm. 106 6= 1656 ) ’nin haşiyeleri ile birlikte basılmıştır ( Kahire, 1 3 1 8 ) ve ayn. esr. al-Bacüri (ölm. 1277 = 1861 i ’ nîn haşiyeleri ile birlikte tekrar tabedilmiştir (Kahire, 1282, 1306 ve 1308). Bir de Ahmed



A H M ïïj.

b. ‘A bd al-Fattâh al-Mollavi ( ölm. 11 8 1= 1 7 6 7 ) ’nin şerhine Muhammed b. ‘ A li af-Şabbân ( ölm. 12 0 6 = 179 2 ) 'm yazdığı haşiye ile birlikte tab­ edilmiştir ( Kahire, 13 10 / 13 11 ) ; al-Hasan al-Der viş al-Kavisani ( ölm. 12 10 = 17 9 5 ) ’ nin şerhi ve H attâb 'Omar ’in kenar haşiyeleri ile birlikte ( Kahire, 1322 ), Muhammed al-Bannâni ( Ölm. 1 2 1 1 = 1796 ) ’nin şerhi ile (ta ş basma, Fas, 1 313 ), K aşşâra ’ nin haşiyeleri ile birlikte ( Fas, 1 315 ) tekrar basılmıştır. Bu manzumeler hak­ kında yazdığı diğer dört küçük risale için bk. Brockelmann, Cesch. d. arab. Litter., Iî, 356. _

( B ro ck elm an n . )

A H D A S . [ B k . a h d â S.)



A“



A H D A S. AH DAŞ

(A .), hadaş ’in [ b. bk.)

cem ’ i. A H F A Ş . [ B k . a h f e ş .)

A H F E Ş . AL-AHFAŞ, gramercilerden bir çoğunun lâkabı olup, al-Suyüti, M u?hir ( 11, 228 ) adlı kitabında bunlardan on birinin ismi­ ni sayar, Şu üçü, en maruflarındandır: 1. a l - A h f a ş a l - A k b a r ‘A b d a l -H a m îd b . ‘ A b d a l -M a c Îd A bu ’l -H a t t â b ( ? — 793),

Hacar ( al-B ahrayn ) de sakin bir kabilenin azatlı bir kölesi olup, bugün ancak onun him­ meti ile malûm olan bir çok lehçe tâbirleri toplamıştır. Gramercilerden ‘ İsa b. ‘Omar ile Abu ‘ U bayda’ nin hocası id i; 177 ( 793 ) de ve­ fat etti. Krş. îbn Tağribardi, I, 485. 2. a l - A h f a ş a l - A v s a t S a 'I d b . Ma s ' a d a A b u ’ L-H a SAN ( ? — 835 ? ), bütün al-Ahfaş adını taşıyanların en meşhuru olup, Bani Ta­ m im ’den Mucâşi‘ b. Dârim ’in azaltısıdır. Balh ’de doğmuştur. Sibavayh 'in şakirdi olup, ondan yaşlı olmasına rağmen, daha fazla yaşamış ve tedrisatı ile hocasının maruf „kitabını“ yaymış­ tır. 321 (835 ) ve diğerlerine nazaran, 215 (8 30) te vefat eyledi. Eserlerinden hiç biri zamanı­ mıza kadar intikal etmemiştir ( F ih rist, I, 52 ) ; fakat al-Şa‘ labi (ölm. 4 2 7 = 10 35 ), Kitâb Carib al-K u r'ân ( Cat. Brit. Mas., nr. 821 ) namındaki eserinden istifade etmiştir. F i Abyat al-M a'âni nev’ i 11den, güç beyitleri tefsir eden Kitâb alm u'âyât’ı dahi, Hizânat al-adab ’de sık sık zikredilmiştir ( I, 391, 15; II, 300. 17 ; III, 36 aş., 5 2 7 .2 0 ).— Krş. İbn Kutayba ( nşr. Wüstenf.), s. 2 7 1; İbıı Hallikân (n şr. Wüstenf.). nr. 250; İbn al-Anbâri, s. 184— 18 8 ; Brockelmann. Cesch. d. arab. Litter., I, 105. 3. a l - A h f a ş a l - A ş ğ a r ‘A l ! b . S u l a y m â n b . a l - M u f a z z a l A bu ' l -H a s a n ( ? — 928), a l M u b a r r a d v e Ş a ' l a b ’in t a l e b e s i n d e n d i r . H e r n e k a d a r m ü e llif o l a r a k t e m e y y ü z e t m e m i ş i s e d e , n a h i v i lim

v e te d ris a tın ı

B a g d a d ’ d a n M ı s ı r ’a

n a k le y le m e k ş e r e fi k e n d in e

a i t t i r . A h m e d a l-

N a h h â s . M ı s ı r ’d a t a l e b e s i i d i . B a g d a d ’ d a

( 928 )

d e v e fa t e tm iş tir .



315

K r ş . B r o c k e lm a n n

AHFEŞAHLAK. Cesch. d. arab. Litter., 1 , 1 2 $ ; her üç al-Ahfaş . için bk. Flügel, D ie granımatishen Şchulen der Araber,_s. 6ı v. dd. ( BRO CK ELM A N N ) Â H İ, AH İ ( ?— 1 517 ), Selim I. devri türk şairlerindendir: Asil adının Benli Haşan olduğu . zannolunuyor. B a b a s ı Seydi Hoca, Ni ğbolu civa­ rında ( T rsten ik ) zengin bir tüccardı. Ahi, y babasının vefatında, İstanbul 'a gelerek, İ l m i ­ y e y e intisap etti. Aradan epey bir müddet nazire olarak Ş îr în v e P ervîz adlı mesnevisi padişahın hoşuna gittiğinden, terfii için Bursa : : 'daki Beyazıt Paşa müderrisliğine tayin edildi ise de, Âhî, bazılarının iğfali ile, bu memuriyeti reddetti ve bu yüzden hep m ü l a z e m e t t e kaldı. Ancak çok sonraları Kara-Ferye medre­ sesine tayin olundu ve bu aralık Manastır 'da, şair Haverî nin kız kardeşi ile evlendi. Ahî K ara-Ferye'do, 923 ( 1 5 1 7 ) te oldü. Şâirin, $ rîn ve P ea viz 'den başka, bir de H üsn-ii D il ( İstanbul, 1277 ) adlı natamam bir eseri vardır ki, Fattâhi Nişâbüri 'nin [ b. bk. ] aynı isimdeki eserine naziredir. Gibb, ( A history o f Ottoman : poetry, II, 296 v.dd. ) bu eserin bir hülâsasını kaydeder. A hî nin bir de d i v a n ı olsa gerektir. B i b l i y o g r a f y a : G i b b . göst. yer.; L a tifi ( Chabert ), s. 105 ; Hammer-Purgstall, Gesck. d. Osm D ichtk., I, 2 0 9 . Â H İR . A H İ R ( A . ) = „ s o n u n c 11“ , Allahın adlarından ( esmâ-i hüsnâ) biridir.—A h ir-i çar­ şamba, safer ayının son çarşambası, Hindistan 'da tes'id edilen bir İslâm bayramıdır. Rivayete göre, Peygamberin rahatsızlığı, son hastalığı, o gün biraz hafiflemiştir. Mamafih Hindistan şiTİeri bu günü uğursuz sayarak, kıyamet gü­ nünde Isrâfil sûrunun üflenmesine telmihan, ona çarşamba-i sâri derler. Bu gün hamur tatlıları pişirilir ve Peygamberin ruhuna fatihalâr okunarak, üzerine üflenir. Başka bir âdet de „7 s a l a m “ yani Kur’an ‘dan yedi âyet ( XX X V I. 58; XXX V II. 77 ; X XXV II. 109 ; XXXVII. 12 0 ; XXXVII. 13 0 ; X XXIX. 73 ve XCVII. 5 ) içmektir. Bu âyetler bir molla ta­ rafından bir p i s a n g yahut m a n g o yap­ rağına veyahut bir kâğıt parçasına yazılarak, mürekkep kurumadan evvel yıkanır. Yıkamak için kullanılan bu sudan kim içerse, istikbalde rahat ve mes’ud olacağından emin olur. Krş. Herklots, On the customs o f the Moosulmans o f In dia,s. 230 v.dd.; Seli, The fa ith o f İslam (2. t a b .) ,s .3 i3 ; Garcin de Tassy, IJislam isme d ’raes le Coran ( 3. tab.), s. 334 v.dd. Â H j R A . [ B k . _ Â H İR ET .]

A H İR E T . A H İR A (A.), âhir kelimesinin müennesi olup, Kur'an 'da „öbür dünya“ mânasın­ da kullanılmıştır. Müfessirlere göre, tam şekli

»57

al-D âr al-ühira „son ikamet mahalli“ olup, aldunyâ „yakın ( ikama t mahalli yani bu dün­ yaya mukabil olarak kullanılır. A H K Â F . ( Bk. a h ç â f .) A H K Â F . AL-AH KÂF i A.) = „kum barkan ları“ . A raplar bu ismi bilhassa Arabistan ya­ rini adasının cenubundaki kum çölüne verir­ lerdi. Bunlar tamamiyle meçhul bir mıntaka olup, hiç bir seyyah tarafından ziyaret edilme­ miştir. Bir de. 46- sûrenin ismidir. A H K A M . [B k . A H K Â M . ] , A H K Â M . A H K A M ( a.), hukm 'ün cemi [ blc.]]./, ’ ■ ■. ■. ' ■ A H L ._ [B k . EHİL.] A H L A F . [ Bk. a h l â f .] A H L Â F . A H L A F (a .), h ilf'in cemi [b. bk.]. A H L Â K . [B k ._ a h lâ k .] A H L Â K . A H L A K ( A.), halk ( „huy“ ) ’ın cemi. Ahlâk, insanın manevî seciyesini temyîz eden hususiyetlerdir. Ahlâk ilmi ( T/m al-ahlâk ) ise, talimî maksatla tedvîn edilmiş ahlâk nazariyesidir. Edebiyatın muhtelif şubelerinden bir çoğunda, geniş mânası ile, ahlâka dair ba­ hislere tesadüf edilir; şiirlerde, darb-ı mesel­ lerde ve masallarda, K u r'an 'd a, Kur’anın tef­ sirlerinde ve hadîs dergilerinde, fıkıh kitapla­ rında fakat bu kabil eserlerde ahlâk bahisleri ahlâkî bir ilm-i hâl ( k a s u i s t i k ) mahiyetini arzeder ve nihâyet sırası düştükçe ahlâkçılık yapan müverrihlerde ve menkıbe muharrirle­ rinde rastlanır. Fakat a h l â k i l m i bunların hepsinden ayrı bir şeydir ; onun kendine has bir mevcudiyeti olup, muhtelif edebî eserler­ den çıkarılmış bir hulâsa değildir. Filvâki ahlâk, gerek Mısır, Suriye, Iran felsefî mektep ve manastırları vasıtası ile ağızdan ağıza nakil suretiyle, gerek m ü t e r c i m l e r i n mesaisi ile idame veya ihya edilen yazılı menkulâtla yunan felsefesine bağlı bir ilimdir. Kâtip Çelebi ahlâk ilmini, ,,hikmet-i ameliye 'nin bir kısmı“ diye, tarif etmiştir ( Flügel, I, 200 v.dd.). Bu ta’rif amelî ve nazarî felsefe arasında bir tefriki tazammun eder İd Eflâtun felsefesinde de mevcut bulunan bu farkı arap­ lar bilhassa felsefî mesleklerin an’ anesinden öğrenmişlerdir. Kâtip Çelebi, vezir Naşüh 'un arkadaşı ve a l-F a vâ 'id al-hâkâniya müellifi K a ii Şadr al-Din al-Şirvâni ( ölm. 1036 — 1626/1627) 'den naklen ilâve eder: „bu faziletler ve onları iktisap, rezîletler ve onlardan içtinap ilmidir. Mutaları, nefs-i natıkaya lâhik olan seciyeler ve müktesep faziletlerdir“ . Bu tarif ahlâk felsefesini faziletlerin ve reziletlerin ( alfa z â 'il va ’ l-razâ'il ) metodik surette tetkikine hasrediyor; bu şekilde ta’rif edilen ahlâk dok­ : trini, me«f a'iyye ( Aristo ) felsefesinin ahlâk | bahsinden ( ethik ) başka bir şey değildir.

AHLÂK. rut, 1896, I, 5 3 ) tarafından Nizâr ‘m ölürken dört oğluna verdiği nasihatleri zikredelim. — y e t v e fe r d iy e tin in te ş k il e t tiğ i, s e c iy e s i f e r t l e ­ Ahlâk ilmi, aslında, bütün insanlara şam ildir; r in t ı y n e t i n d e m ü n d e m i ç t i r v e b i n a e n a l e y h d e ­ bununla beraber bazı zümrelere mensup hususî ğ i ş m e z . B u i t i b a r l a m e v z u u m u h t e li f s e c i y e l e r i şahıslar ile meşgul olan a h l â k kitapları da t a v s i f t e n i b a r e t o la n b i r ilim m e v c u t o l a b i l i r s e vardır. Bu nev'in en ehemmiyetlileri hüküm­ d e , s e c i y e l e r i d e ğ i ş t i r e b i l e c e k b i r f e n v e s a n 'a t darlık mevkiinde bulunan şahısların ahlâkına m e v c u t o la m a z . K â t i p Ç e l e b i , İ b n a ! - Ş a d r a l ­ dair olanlardır. Bunlar, eski filozofların naza­ D ın t a r a f ı n d a n i l e r i s ü r ü le n b u i t i r a z ı n a k l e ­ rında olduğu gibi, arapların nazarında da, d e r ; b u i t i r a z , Y a h y a b . ‘A d i , G a z a l i v e N a ş i r ahlâk ilminin bir şubesi gibi telâkki edilmekle a l - D i n a l - f û s i g i b i , d i ğ e r b i r ç o k a h l â k ç ıl a r d a beraber, ayrıca tetkik edilmeğe değer bir ehem­ d a t e s a d ü f e d i l ir . H a t t â İb n Ş a d r a l - D i n m e z k û r miyette sayılan siyasetin mevzuunu teşkil ederi t i r a z ı ş u h a d i s ( ? ) i le m ü d a f a a e t m e ğ e k a d a r Icrler. Zâhidlerin ahlâkından bahseden kitaplar v a r m ı ş t ı r : „ a h lâ k v ü c u d - ı m a d d iy e t a k a b ü l e d e r da var ise de, bunlar, hakikat-i hâlde, ahlâk v e d e ğ iş t i r i l e m e z .“ 1 B u n u n c e v a b ı ş u d u r k i , b a ­ ilmine teallûk etm ez; zira hadd-i zatında ahlâkı z ı h u y la r f ı t r i v e b a z ıla r ı it iy a t la k a z a n ılm ış ­ zühd ve tasavvuftan ayrı tutmak icabeder. t ı r ; f ı t r î o la n la r s a b i t is e le r d e , itiy a t n e tic e s i Ahlâka dair yunan eserlerinden hangilerinin o la n l a r , d e ğ i ş t i r i l e b i l i r . Y u n a n a n ’a n e s i n e u y ­ araplar tarafından bilindiğine dair sarih bilg u n o la n b u g ö r ü ş P e y g a m b e r i n : „ iy i h u y l a n ğimiz yoktur. Aristo ’nun ahlâka dair yazdığı {m akârlm a l-a h lak ) k e m a l e e r i ş t i r m e k iç in , eseri, K i t â b a l - A h l s i k unvanı ile, 12 kitaptan g ö n d e r il d i m “ m e a lin d e k i s ö z ü i l e t e e y y ü t e d e r , m ürekkejrolarak, Hunayn b. İshâk tarafından i t i r a z v e c e v a p , G a z a l i 'd e d e a ş a ğ ı y u k a r ı a y ­ tercüme edilmiş bulunduğu rivayet edilir. Fakat n ı d ır ; f a k a t d a h a e t r a f l ı v e p a r la k b ir s u r e t t e Aristo ‘nun bu eseri yalnız 10 kitaptan ibaret­ t e ş r i h e d il m iş t ir . tir ; o halde bu tercümeye M a g n a M o r a lia 'nın B u s u r e t l e t a r i f e d i l e n a h l â k , a r a p l a r ı n adab iki kitabının ilâve edilmiş bulunduğunu mu fard e d i k l e r i, i y i t e r b i y e , m u a ş e r e t v e s o h b e t t e z a zetır.cli, yoksa bu malûmat Aristo ‘nun ahlâka r e f e t v e n e z a k e t , h a s ı l ı X V I I . a s ı r d a F r a n s a ‘d a dair eserine Porphyrius tarafından, 12 kitaptan „ h o n n ê t e t é “ k e l im e s in i n i f a d e e t t i ğ i m â n a ile mürekkep olarak, yazılmış olan şerhin (k i, bu­ k a r ı ş t ı r ı l m a m a l ı d ı r . F a z i l e t l e r d e n h â r i ç o lm a s a rada 12 kitap adedine M a g n a M o r a lia 'mu ilâvesi d a , h e r h a ld e b a ş l ı c a f a z i l e t l e r d e n s a y ıl m a y a n ile varılm ıştır) Hunayn b. İshak değil, İshâk e d e b î t e r b i y e y i i h t i v a e d e n adab, a h l â k t a n d a h a b. Hunayn tarafından tercüme edilmiş olduğuna a z d e r i n , f a k a t d a h a g e n i ş b i r m e fh u m d u r . N a dair diğer bir yerde verilen malûmatın başka ş ih a „ n a s ih a t, ö ğ ü t“ v e v a s i y a „ v a s iy e t, t a v ­ bir şeklimidir ? Themistius ‘ün şerhlerinin, Htıs iy e “ a h lâ k a b a ğ lıd ır . A r a p m ü e lle fa tın d a bu nayn b. tshS(ç tarafından, süryanî diline ve belld ik i u n v a n a l t ı n d a , m ü h im ş a h s i y e t l e r e a t f e d i l e n arapçaya da tercüme edilmiş olduğunu biliyoruz. e s e r l e r v a r d ı r ; f a k a t b u n la r a h lâ k ta n m e to d ik Fârâbî Aristo ‘nun ahlâka dair eserini, M a g n a b ir s u r e t t e b a h s e t m e z l e r ; b in a e n a le y h b u k a ­ M o r a lia ’yi ve E a d e m u s ahlâkını biliyordu ; le m t e c r ü b e le r in i d a r b - ı m e s e lle r , h a k im a n e kendisi de bu kitaplara kısmen bir şerh yaz­ s ö z le r ( h ik e m iy a t ) v e b ü y ü k le rin s ö z le r i ( k e mıştır ; daha sonra ibn Ruşd Aristo ahlâkını lâ m -ı k i b a r ) s ır a s ın d a t a s n if e tm e k g e r e k t ir . şerh ve tefsir etmiştir. İbn al-Hammâr namında M is a l o l a r a k a l - A ş m a 'i ( Ma cani ’l - a d a b , B e y biri tarafından tercüme edilmiş bulunan ahlâka dair bir kitap, Wenrieh ‘in fikrine göre, A ris­ 1 Müellifin ibaresi sarih değildir. Şu suretle tasrih ve to ‘nun ahlâkıdır. Kütüphanelerimizde Aristo­ tashih ederiz l İbn al-Sndr al-Din al~Fava*id al~hakani ¡¡o 'de der Ici: burada kuvvetli bir şüphe vardır i ahlâk ilmi­ 'nun ahlâka dair eserinin arapça bir tercümesi nin faidesi, ahlakın kabil-i tebdil ve tağyir olmasına yoktor.1 Tabip Abu 'I-Farac ‘ Abd Allah b. Taybağlıdır. Zahire bakılırsa, ahlâk kabrM tebdil ve tağyir yib ( ölm. 435 = 1043 ) 'in Aristo 'nun ahlâka değildir. Nitekim Peygamberin „insanların kimi altın ve dair eserine bir şerh yazdığı rivayet edilir ; eli­ kimi gümüş madeni gibidir; sîzin cahHiyetteki hayırlıla­ rın » İslâm devrinde dahi hayırlılarmızdır". .ÄN. [ Bk. DAHLÄN.] AH M ED B A B A . AHMED B Ä B A ’l-TImBUKtI (1553—1627), içlerinden bir çoğu ka­ dılık etmiş olan bir ulema ailesine mensup, arap teracim-i ahvâl müellifi. Timbuktuln Abu T-‘Abbâs Ahmed Baba b. Ahmed b. Ahmed b. Ahmed b. ’Omar b. Muhammed A kit b. 'Omar b. ‘A lı b. Yahya ’1-Takrüri al-Şanhâcı al-Masüfi, Aravân köyünde, 21 zilhicce 960, bir pa­ zar gecesi (28 teşrin II. 1553) veya, Muhibbi ve Vafrâni ’ye göre, 963 ( 26 teşrin I. 1556) te doğmuştur (960 ’m veya 963 ’ün 21 zilhiccesi salı veya pazartesiye tesadüf etmektedir). Ba­ basının, büyük babasının ve aileye mensup bir çoklarının nezareti altında, İslâm ilimlerini oku­ muş ve dindaşlarınca, büyük bir mâliki fakihi olarak, tanınmıştır. Faslılar tarafından Timbuktu ’nun işgalini ta­ nımaktan imtina edince, kumandan Mahmüd Zarkün ’un emri ile, kendisi ve aile efradı zin­ cire vurularak, Merâkeş 'e sevkedildi; bu şehre 1002 senesi ramazanının birinci günü ( 21 ma­ yıs 1594) vardı. Bu badirede 1600 ciltten fazla kitap kaybetti ve yolculuk esnasında, deveden düşerek, ayağı kırıldı. 21 ramazan 1004, pazar günü ( 19 mayıs 1596 ), Fas payitahtında ikamet etmek şartı ile, hapishaneden çıktı. Bunu mü­ teakip Cam i' al-şurafa 'de tedrisata başladı ve dersleri çok kalabalık oldu. Dinleyiciler meyanında Fas şehri müftisi al-Racrâci, kadı Abu 'I-Kâsim b. Abi T-Nu‘aym al-Ğassâni ve Cazvat al-ilftibâs müellifi Abu 'I-'Abbâs Alımed b. al-Kâzi v.s. bulunuyordu. Müteaddit defalar hiç hoşlanmadığı müftilik hizmeti ile de tavzif olunmuştur. Mülây Zaydân ’in tahta çıkışında ( 1 0 1 4 = 1603/1606), kendisine ve hayatta bulunan ailesi efradına Timbuktu ’ya dönmek müsaadesini is­ tihsal etti ve hayatının son günlerini, bilhassa fıkıh tedrisine hasrederek, geçirdi. „Adalet mev2u-ı bahs olunca, fakiri zenginden ayırt etmiyor ve doğru bildiği şeyi, emîrlere ve sultanlara aykırı düşse bile, ilândan çekin­ miyordu“.

AH M Ëb ÈA BA —

6 şaban 1036 perşembe günü { 22 nisan 1627 ) ölmüştür; Muhibbi bu tarihi 1032 (6 haziran 1623 ) şeklinde gösteriyorsa da, yanlış olmalıdır. Kırktan fazla eser yazmıştır ki, bunlardan ancak aşağıdakileri bilmekteyiz : 1, N ayl al-ibtihâc bi-tatriz al-dibâc (Fas, 1317 ) ; 2. Kifâyat al-muhtâc li-ma rifat man laysa f i 'l-dibâc, bi­ rinci eserin tekrar gözden geçirilmiş ve ihtisar edilmiş tab'ı ; 3. Halil b. İslı âk ’ın Muhtasar '1 hakkında iki kısa şerh, zekât faslından nikâh faslının yarısına kadar ; 4. yukarıda adı geçen Muhtaşar ın bir çok metinleri hakkında haşiye­ ler ; 5. Haşiyat minan al-rabb al-calil f i mü­ himmat tahrir H alil ; 6. F avâ'id al-nikâh ' alâ muhtaşar kitâb al-vişâh li'l- Ş u y u fi; 7. Tanbih a l-vâ k if 'alâ tahrir va huşşişat niyat al-hâlif ( Halil ’in Muhtaşar 'ında yemin bahsi, s. 69, str. s, tab. Paris, 1883 ) ; 8. Tartib cami' alm ïyâr li 7 - Vanşarişi, bitmemiştir ; 9. al-Nukat al-vafiya bi-şarh al-alfiya li-b n Mâlik, bitmemiştir; 10. al-Nukat al-zakiya bi-şarh al-alfiya, bitmemiştir; 11. Câyat al-icâda f i musâvât al-fâ'il li 'l-mubtadâ f i şart al-ifâda ; 12. al-Nukat al-mustacâda f i musavâlihimâ f i şar{ al-ifâda, bundan evvelki eserin yeni tabı ; 13. N ayl al-amal f i tafzil al-niya 'ala 'l-am al', 14. Şarh al-şuğrâ' li ’l-Sanüsi ; 15. Muhtaşar tarcamat al-SanUsi, bu eser Muljaınmed alMallâli al-Tilimsâni 'nin al-Mavâhib al-kaddüsiya f i 'l-manâlçib al-Sanâsîya eserinin muh­ tasarıdır ; 16. al-Matlab va 'l-m arab f i a'zam asmâ’ al-rabb', 17. al-Tahdiş va ’l-ta'nis f i ’l-ihticâc li ’ bn İdris ; 18. Calb al-ni'ma va d a f al-nilçma bi-mııcânabat al-şalama uli "l-şulma; 19. Mi'râc al-şu'üd, Merâkeş ’te esa­ ret aleyhinde yazılmış bir risale; 20. al-Durr al-nazir ; 21. ifam a1il al-zahr ; 22. Naşr al'abir, bu son üç eser Peygamber hakkında na'tlardır; 23, muhtelif mevzular hakkındaki müteaddit meseleler ; bunlardan üç tanesi Ce­ zayir millî kütüphanesinde bulunmaktadır ; bk. Katalog Fagnan, nr. 532 ( 9°, ıo°, ıı° ) . B i b l i y o g r a f y a - . Muhibbi, Hulâşat al-aşar, 1, 170 v.dd.; al-Vafrâni, Nuzhat allıâdi (Fas, ts. ), s. 8t v.dd.; ayn. mil., Şafvat man intaşar (ayn. yer., ts. ), s. 52—55; alifâdiri, Naşr al-maşâni (Fas, 1310 ), I, 151 —15 3 ; al-Saiâvi, Kitâb al-istikşâ’ (Kahire, 1312 ), III, 63 ; Ahmed Bâbâ, N ayl al-ibtihâc, s< 7ö, 79 ( babasının ve büyük babasının ha­ yatları ) ; ayn. mil., Kifâyat al-muhtâc ( Ce­ zayir medresesi kütüphanesinde bulunan nüs­ hanın sonunda ) ; al-Sa’di, Târih al-Südân ( tab. ve trc. Houdas ), I ( metin ), s. 35—36, 244 ; II ( trc.), 57—59, 374 ; Cherbonneau, Journ. A s., 5. ser., 1, 93 v.dd. ; ayn. mil., Essai sur la littérature arabe du Soudan

À H M E D B E D E V Î.

( A n n u a ir e

de

la

s o c ié t é

a r c h é o lo g iq u e

de

32—42; Bro­ ckelmann, G e sc h . d . a r a b . L it t e r . II, 466 v.dd. C o n s ta n iin e ,

II, (1854/1895),

( M o h a m m e d B e n C h e n e b .)

AH M ED B E D E V İ. AHMED a l-B A D A V Î S İD Î ( 1200—1276) asırlardan beri M ısır’ın en büyük velîsi ; 'A li neslinden geldiği rivayet edilir. Ecdadı, 73 ( 692 ) senesine doğru, o za­ man Arabistan ’da vukua gelen karışıklıklar üzerine, Fas şehrine hicret etmişti. Aîjmed, agleb-i ihtimal, 596 ( 1199/1200 ) da Fas şehrin­ de, Z u lçâ k a l - H a c a r ’de doğmuştur ve, galiba, yedi yahut sekiz kardeşin en küçüğü idi. Ana­ sının adı Fâtima idi. Babası hakkında malûmat yoktur. Tam ismi Ahmed b. ‘A li b. İbrahim v.s. idi ve şeceresi tâ 'A li ‘ye hattâ Ma'add ve ‘Adnan 'a kadar, uzatılmıştır. Ahmed ’in bir çok lâkabı vardı ; bunlardan bazıları menbalarda izah edilmiş, diğerleri ise, izah olunmamıştır. Ona, Afrika bedevileri tarzında, liş â m ( yüzü örten peçe; çifte liş â m hakkında a ş . b k .) taşıdı­ ğından dolayı, al-Badavi deniliyordu. Mekke ’de a l- A t iâ b ( „cesur süvari“ ; bazı menbalar bu mağribî tâbirinin mânasını anlamamışlardır) dahi deniliyordu ; menbalarda söylenilmemekle beraber, onun A b u 'l-F ity â n lâkabının da aynı mânaya geldiği görülmektedir. Bundan başka, ona Mekke ’de a l- G a z b â n („gazup“ ) ; M u h a rriş a l- lfa r b ( „harp kızıştıran" ) ve, bir tahrif neti­ cesi, A b u ’l- F it y â n ‘ın bozulmuş bir şekli olması muhtemel, A b u ' l- A b b â s adı da veriliyordu. Sûfî olması hasebiyle, ona a l- K u d s l, a l- K u fb , S â k it ve daha sonra A b u F a r r â c ( „münci" yani „esir­ leri kurtaran“ ; a ş . b k .) adı da verilmişti. Çocukluğunda, bütün ailesi ile beraber, Mek­ ke ’ye hacca gitti. Dört yıl süren bu seyahat, 603—607 (1206— 12 1 1) yılları arasında yapıl­ mış olarak gösterilir. Bedevilerin bunlara fev­ kalâde hiisn-i kabul gösterdikleri söylenir ; fa­ kat Mısır ’da nasıl karşılandıkları meskût ge­ çilmiştir. Ahmed ’in babası Mekke ’de öldü ve Bâb al-Ma'lât yakınında gömüldü. Ahmed 'in Mekke’de, cesur bir süvari ve keyfine düşkün bir genç olarak, nazar-ı dikkati celbettiği ri­ vayet olunur. Yukarıda zikrolunan a l - A f f â b ve A b u 'l-F iiy â n lâkapları, bundan dolayı ve­ rilmiştir. Sonra, 627 ( 1230) yılına doğru, onda derunî bir tahavvül vukua geldi. Yedi kıraat ( a h r u f ) üzere Kuran okudu ve bir az da şâfiî fıkhı tahsil etti. Kendisini ibadete ( a l'ib â d a ) vakfeyledi ve kendisine yapılan bir iz­ divaç teklifini reddetti. Berlindeki yazmada ( nr. 10104, var. 1 9 b) bu hususta şunlar yazı­ lıdır: „cennet hurilerinden birinden başka, hiç bir kadın ile evlenmemeğe ahdettim“ ( m in a l- lfü r a l - i n ; Kur’an, LVI, 22). İnsanlardan uzaklaştı, dünya kelâmı etmez oldu, mera-

AHMtD BEDEVİ. mmı yalnız işaretler ile: ifade ediyor ve ek­ seriya cezbe ( va la h ) hâline geliyordu. Bazı menbalar, daha Ahmed "in M ekke'ye ilk seya­ hatine, bir vâkıa (vision) neticesi, teşebbüs ettiğini söylerler ; diğerleri ise, Ahmed 'in üst üste üç kere gördüğü bir vakıanın ( şavval 633 = haziran/temmuz 1236) ilhamı ile, iki ne­ silden beri Irak 'ta, en büyük evliya olarak, tebcil edilen Ahmed al-Rifâ'i ( ölm. 5 7 0 = 1 1 7 4 / 1 1 7 5 ) ve ‘Abd al-KSdir al-Gilâni (ölm. 561 = 1165/1166 ) 'yi ziyaret maksadı ile, yola çıktığını ileri sürerler. Ahmed, büyük kardeşi Haşan ile beraber, Irak 'a hicret etti. Bu andan itiba­ ren, onun hakkında verilen malûmat çok menkıbevî ve müphemdir. İki kardeş, zikrettiğimiz iki „kutb" 'un mezarlarından başka, diğer bir çok evliyanın ve bu meyanda al-HaliSc ( ölm. 309 = 921/922) ile 'Adi b. Musafir al-Hekkari Abu ’l-Fazâ’il (ölm. 558 = 1162/1163 ) ‘in kabrini ziyaret ettiler. Bu ziyaretlerden edindiği inti­ balar ile, Ahmed 'in dinî şuuru yeni bir safhaya dahil oldu. A l-Rifâ‘i ile al-Gilâni, ona vakıa­ sında: — »Irak, Hind, Yemen, Anadolu, Maşrık ve Mağrib anahtarları bizdedir, istediğini a l“ — demişlerse de, Ahmed:— „ben bunları sizden değil, Allahtan alırım“ — cevabını vermiştir. Sonra, hiç bir erkeğe ram olmayan Fâtima bint Sarri yi teshir etti ise de, onun izdivaç tekli­ fine red cevabı verdi. Bu kadın ile karşılaşması, Cavâhir 'de ve diğer eserlerde, pek romantik bir tarzda, hikâye edilmiştir. Bir yıl sonra ( 6 3 4 = 1 2 3 6 / 1 2 3 7 ) , Ahmed bir vâkıa daha gördü; bunun üzerine, M ısır’da kâin Tanditâ CfanJS, Ja n ta ) 'ya gitti ve, ölünceye kadar, orada kaldı. Kardeşi Haşan Irak 'tan Mekke 'ye döndü; Ahmed, Tanditâ ’da hayatının son ve en mühim devresine girdi. Yaşayış tarzı şu şekilde tasvir edilmiştir: „Tanditâ’da o, evi­ nin damına çıkar, yüzünü güneşe çevirip, göz­ leri kızarıp bozuluncaya ve iki kor hâline gelin­ ceye kadar, hareketsiz dururdu. Bazan uzun bir sükûta dalar, bazan devamlı sayhalar koparırdı. Hemen hemen 40 gün ne yer, ne içerdi“ . Bu hâlleri Hind târik-i dünyalarının ( yogi ' 1e r ) hayatlarından alınmış olsa gerektir. Ahmed, Tanditâ ve civarında kendine bir çok dost ve düşman edindi. Hasta gözlerine deva ararken, 'Abd al-'Al ile karşılaştı. O zaman küçük bir çocuk olan bu zat, bilâhare kendisinin mahremi ve halifesi ( halefi) olmuştur. Ahmed keramet­ ler ve harikalar ( karâmâi va h avâ rik) gös­ terdi ; bunlardan bir. çoğu kitaplarda, teferruatı ile, hikâye edilmiştir. Ahmed, Tanditâ 'ya gel­ diği esnada, tebcil edilmekte olan mahallî evli­ yayı gölgede bıraktı. Haşan al-îhnâ’i onun kera­ metini tanımak istemedi ve başka yere g itti; Salim al-Mağribi, ona inkıyat ederek, Jandita İslâm Ansiklopedisi

'da kalabildi. Ahmed'in bed duasına uğrayan Vach al-Kamar 'in evi hâk ile yeksan oldu. Muasırı al-Malik al-Zâhir Baybars 'in, kendi­ sine fevkalâde, tâzim göstererek, ayaklarını öptüğü rivayet edilir. Dam üstünde otur­ ma itiyadından, dolayı, Ahmed 'in müridlerine sttiShiya yahut aşhâb al-sath adı verilmiştir. Bu devirdeki Ahmed 'i şöyle tasvir ederler: uzun boylu, kuvvetli, iri kemikli, buğday renkli ( Mısır 'in delta ahalisinin normal rengi; faslılar daha esmer o lu r), kartal burunlu ( a k n a ), yü­ zünde üç su çiçeği nişanesi, burnunun üzerinde iki ben, gözlerinin arasında bir bıçak yarası izi vardı. Kırmızı yünden bir hırka ( b ift) ile bir sarığı ('im âm a) vardı. Hiç yıkanmamış ve paçavraya dönmüş olan bu eşyayı, hilâfet alâ­ meti olarak, halifesine tevdi eylemiştir. Onun yemin tarzı va 'izzat■ rabbî ( „Allahımın izzeti hakkı için“ ) idi. Galiba, hayatının sonuna doğ­ ru, bütün M ısır'ı teshir ettiğinin farkında idi. Ben, Şa'râvi (I, 247, 24 v.d.) 'deki sözünü şöyle tefsir ediyorum : — „benim dolaplarım ummanlarda döner; dünyada bütün dolapların suyu tükense, benimki tükenmez“ . Geceleri Kur’an okumak, âdeti id i; iki imam ile birlikte namaz kılardı. Ruhî hâleti hakkında şöyle denilmiştir: huzâruhu akşaru min ğiyâb'hi „ekseriya aklî melekelerine sahip olup, cezbe hâlleri nâdirdi“. Böylece Tanla 'da, 40—41 sene kadar ömür sür­ dükten sonra, 12 rebiülevvel 675 (24 ağustos 1276 ) te, Paygamberin ölümünün yıl dönümünde öldü. Ahmed, hâl ve tavrı ile hind yogilerini andıran süflî bir derviş olduğu, gibi, tefekkür ve ahlâk bakımından da pek mühim bir şahsi­ yet değildir. Eserlerinden bize kalanlar şunlardır: 1. Evrad ( hizb ) ; Kat.-Berlin, III, 411, 3881. 2. Şalât ’lar ; bunlar hakkında XII. (XVIII.) asrın meşhur sûfîsi 'Abd at-Rahman b. Muşjafa ‘Aydarüs ( 113 5 —1192 = 1722—1778), Faih al-Rahmân unvanlı, bir şerh yazmıştır ( Kat.Kairo,, VII, 88). 3. Hassaten ilk halifesi 'Abd al-‘A l 'e ithaf ettiği manevî vasiyetnamesi ( vaşâyâ ) ; bunun ihtiva ettiği hüküm ve mevizalar o kadar umu­ mî, o kadar az şahsî ve islâmiyetin her dev­ rindeki zühdün ve hattâ kısmen gayr-i. İslâmî zühd ve mistisizmin esaslarına o derece uygun­ dur ki, bunları Ahmed al-Badavi‘nin fikrî ve manevî şahsiyetinin eseri addetmekte bile te­ reddüde düşülür. Başta Kur’an ve sünnete sıkı sıkıya bağlanma nasihati gelir. Geceleyin kılı­ nan namazın her r e k ’a 1 1 gündüz kılınan bin rek’attan daha makbuldür. Bilhassa zikrin kıy­ meti, pek yüksek, tutulmuştur ; fakat buna kal­ bin iştiraki lâzımdır; kalp iştirak etmezse, zikir sadece yaygara ( şakşaka) 'dan ibaret kalır. U

^H M E b BIED EV. Zikrin son semeresi v e c d 'dir, Allah aşkıdır ve şu suretle doğar: Allahın vahdeti üzerinde teemmül ederken, tebcil edenin kalbine, onun tüylerini ürpertecek derecede, nur-ı İlâhîden bir şua düşer. O zaman, onun içinde sevgili ( Allah ) ’ye karşı yakıcı bir arzu doğar ve o, kuvvetle ona sim sıkı bağlanır, tman, en çok kıymeti haiz olan şeydir; en içten inanan, en mükemmel ( en muttaki) adamdır. Onun veya sâliklerinin ahlâkı şu cümlelerden çıkarılabilir: „bizim tarik^timiz, Kuran, sünnet, hakikat aşkı, safvet, doğruluk, iztıraba sabır ve tahammül, ahde sadakat üzerine kurulmuştur". Diğer bir yerde: „başkasının felâketine sevinmemelidir, yakınına iftira ve fenalık yapmamalı, kötülüğe iyilik ile mukabele etmelidir". Şu satırlarda İncil edası vard ır: „öksüze acı, çıplağı giydir, açı doyur, garibe ve misafire lâyık olduğu hür­ meti göster, bu suretle belki Allaha yaranırsın" ve „sirke nasıl balı bozarsa, dünya sevgisi de takvayı öyle bozar". „Ümmeti için Peygamber ne ise, dervişler için şeyh de odur" sözleri ise, s&fîlikteki meratip silsilesini imâ eder. Burada alelâde sûfılere Ifavm, diğer insanlara ise, halk denir. Sûfîlerin mu’tad adı fukara ( fakirler) dır. Ahmed ’e atfolunan şu mülâhaza, vazıh değildir: „fakirler zeytin tanelerine benzer, irili ulaklıdırlar; yağsız olanlara yağım ben", bu söz tncil ( Johanna, X V , 2 ) ’dekinden farklıdır. Ahmed öldükten sonra, çocukluğundan beri onunla tanışan ve 40 yıl beraberinde yaşayan 'Abd al-'A l, kendisine halife oldu ve bu suretle tarikatinin alâmetleri olan kırmızı hıjka, nikap ve kırmızı alem ona geçti. ‘Abd al-’A l, Ahmed ’İn mezarı üzerinde bir mescit yaptırdı; bu mescit zaman ile büyük bir cami oldu. Müridlerini sıkı bir nizama tâbi tuttuğu ve tarikati­ nin zikir ve âyinlerini (a tâ 'lr) tertip ettiği ve 733 ( , 332/I3 3 3 ) te öldüğü anlaşılıyor. Alımed ’in m avlid ’ini tebcil ve tarikatinin tâ uzaklara kadar yayılması hiç de muhalefetsiz ve mücadelesiz olmamıştır. Muhalefet, kısmen, umumiyetle sûfîliğe muarız ulemadan, kısmen de, halkı ellerinden almaları dolayıs’ıyle, sûfîleri çekemeyen devlet adamlarından geliyordu. Bu keyfiyet, al-Badavi ’nin bir halifesinin katlin­ den neden iki kere bahsedildiğini izah eder (ibn İyâs, II, 61, 15 v.d; III, 78, 14). İlkin Ah­ med ‘e düşman olup da, sonradan ona inanan ulema arasında İbn Dakik al-‘ ld (ölm. 702 = 1302/1303 ) ve İbn al-Labbân ( ölm. 739 == 1338/ 1339) zikrolunur. Daha ilk halifeleri zamanında, bizzat al-Badavi ’nin tarafdarları arasında, mü­ cadeleler olduğu rivayet edilir. 850 (1446/1447 ) de, bir aralık ihmal edilmiş olan m avlid "m yeni­ den canlandığı görülüyor ( İbn İyâs, II, 30, s ). Ahmed ’e derin bir hayranlık besleyen Sultan

IÇâ’it Bey, 888 (1483 ) de mezarını ziyaret etti, makamım genişletti, (ayıt, esr., II, 217,7, 301,15 ). Memlûk sultanlarının merasim alaylarında, alBadavi ‘nin halifesi, devletin dinî reisleri ara­ sında bulunuyordu. Osmanlı hâkimiyeti devrin­ de al-Badavi ‘nin tarikati, nufuzlu türk tarikatlerince hoş görülmediğinden, haricî ihtişamını kaybetmişe benziyor. Fakat bu siyasî vaziyet, bu tarikatin Mısır halkı nezdindeki itibarına zarar vermedi. Al-Badavi uzun müddet Mısır ‘m en büyük velisi ve bütün felâketlerden kurta­ rıcısı oldu. Nitekim Ahmed al-Badavi, söylen­ diğine göre, müslüman esirlerini hıristiyanların elinden kurtarmıştır ve bu yüzden kendisine Mucıb al-asârS min bilâd al-naşâra ( krş. yk. Abu Farrâc ) denilmiştir. Mısır ‘da AŞmed alBadavi namına, hürmeten, yılda en az üç mevlid okunması âdettir. Bunların günleri, din tarihi bakımından, dikkate şayandır. Bu âyin günleri­ nin, kıbtî takvimine yahut, daha umumî olarak, güneş senesine göre, tanzim edildiği görülür. Şöyle k i: büyük mevlid, misra ( ağustos ) ‘da, şurunbulâli mevlidi de denilen orta mevlid, barmâde (mart/nisan) ’de, m avlid al-racabl yahut la f f al-imümaAaAA denilen küçük mevlid ise, amşir ( şubat) ’de okunur. 675 te vefat eden Ahmed ’in ölüm gününün Peygamberin mevlud günü ile, diğer taraftan güneş yılının ağustos ayına düşmesi keyfiyeti, alelâde bir tesadüf­ tür. Mamafih al-Badavi ‘nin ölüm tarihinin uy­ durulup nydurulmadığı da düşünülebilir. Bundan maada, bu tarihler, arapların eski ilk ve sonba­ har bayramlarına göre, tesbit edilmiş de olabi­ lir. M avlid al-racabl tabirinin kim olduğu bilin­ meyen bir şeyh Raoab ’in adından geldiği ve orta mevlidin evvelden beri tarihî bir esasa isti­ nat ettiği ileri sürülürse de, bu yukarıkî tahmini bozamaz ( 'A li Mubârak, s. 50, ıs v.dd.). Hadd-i zatında birer bayramdan başka bir şey değilse de, büyük mevlid, ticarî ehemmiyetinden baş­ ka, nezir, dua, ahid, zikir ve va’ızlar ile, gayet muhteşem bir tarzda, icra edilen resmî ve dinî bir âyindir ki, rakbai (yahut ru kü b) alhalifa, yani tarikat halifesinin maiyeti ile 'fan­ ta şehrinde tertip ettiği debdebeli bir alay ile sona erer. Al-Badavi ’nin sâlikleri, Mısır ’da ve Mısır ha­ ricinde „ A h m e d f y a " namı altında hayli ya­ yılmışlardır. Haricî alâmetleri k ı r m ı z ı sarık­ tır. Bayyümiya, Şinnâviya, Avlâd Nü^ ve Şu ayb iya'ler bu tarikatin kollan ( furtt ) sayılır, Ahmed Mısır ’da, öteden beri kifâba denilen ‘Abd al-Kâdir al-Gilânı, Ahmed al-Rifâ’i ve İbrahim al-DasüJjl ile aynı mertebede bir jçuib addedilir. Kendisine hayran olanlar arasında, onun gibi ailesi aslen mağribli olup, Mısır ’da tavat-

 H fo E D

tıin eden ‘Abd al-Vahbâb al-Şa'râvi ( ölm. 973 ===1565 ) ryîzikretm ek lâzımdır. A l-Şa'râvi teberrükenşeyhininismini kendi ismine, al-Ahmedî şeklinde, ilâve etmişti (K at.- Vollers Leipzlğy hr. 353 ). Bir çok defa onun mezarını ziyarete gitti, onu en büyük sOfîler arasında sayıyor ve vakıalarında onun ile konuşuyordu* Bu vakıalardan birinde Ahmed ona: „sen, ( ta ­ savvufta ) henüz sönmeyen yegâne nursun“ de­ miş ve onu tarikatinin en hakikî Daşiri addet­ miştir ; krş. Revue A fricaine, X IV ( 1870 ), 2*9. A l-Şa'râvi gibi bir adamın, zihniyet ve ahlâk­ ça kendisinden çok dûn olan al-Badavı ’nin ca­ zibesine kapılmış olması, dinî hayatın esrarın­ dan biridir (krş. aş.). Hulâsa, Ahmed’in tarihî ehemmiyeti, kendi şahsiyeti ile tamamen izah olunamaz; onu, an­ cak, kendi zamanı ile kendinden evvel ve son­ ra gelen devirlerin icap ve temayüllerinin te­ bellür noktası olan bir sûfî ve velî sıfatı ile mutalea ederek, izah edebiliriz. O, bir çok hu­ suslarda, efsaneleşmiştir. Daha yukarıda, Ah­ med ’in mavâlid tarihlerinin, eski arap bayram­ larının bir bakiyesi olması muhtemel olduğunu söylemiştik. Ahmed ’in Faîima bint Barri ile, yukarıda zikrolunan ve henüz iyice aydınlanma­ yan, mücadelesi, bir bedevi muharip kadının sadece râm edilmesinden daha fazla bir şey ifade ettiği fikrinde bulunmaktayım. Daha ev­ vel, Maspero, Ebers ve Goldziher, tarikatın merasiminde eski Mısır âyinlerinin unsurlarını görmüşlerdi. Bu âyinlerin, Goldziher tarafın­ dan nakledilen, gayr-ı ahlâkî hususiyetlerine, ben de, al-Badavi ’nin mezarına yaptığı ziya­ retler hakkında, al-Şa'râvi ’nin hikâye ettikleri­ ni ilâve edeyim. Henüz bâkire olan genç karısı ile velînin mezarı civarında bulunurken, velî onu, mezarının yanında kızın bekâretini bozmağa davet etmiştir. Bu davet ve fi’Iin derhal icrası, Ai^med ‘in mezhep zihniyetine uygun ise de, cinsî meselelerde pek titiz bir adam olan alŞa’râvi ’nin seciyesi ile tezat teşkil etmektedir. Ahmed 'in, al-Şa'râvi ve diğerleri tarafından, nakledilen çifte nikabmda da, güneş âyini ile alâkadar, bir tabiat mitolojisinin izini hisseder gibi oldum, Ahmed 'in müridi ve daha sonra halifesi olan 'Abd al-Macid, ondan peçesini kal­ dırmasını ve yüzünü göstermesini rica etmişti. Ahmed şu kelimeler ile cevap verd i: k a il nazra bi-racul = „her bakış, bir insanın hayatına mâlolur". 'Abd al-Macid ısrar e tti; o zaman Ahmed yalnız üstteki peçeyi kaldırdı ve 'Abd al-Macid, yıldırım ile vurulmuş gibi, yere yı­ ğıldı. Bunu, mânası ve şekli daha eski araplar için bile karanlık olan, (bn Calâ hakkındaki ef­ saneler ile mukayese etmek lâzımdır: Taban, II, 864, 3, 866, #; Kâm il, I, 128, ıs ; 215, 14 ;

B E D E V İ.

**§

İbn Ya’iş, s. 73, t î ; Bayzâvi, I, 399. ! A rchiv /. Religionsmissensch., IX (1906 ), 177, 183. Mısır 'da Ahmed’in bütün ruhaniyetinden istiradat edildiği gibi, fa n ta haricinde dahi onun şerefine bayramlar yapılır. Ahmediya lerîn Ka­ hire’de, hattâ Berumbâl gibi, en küçük köyler­ de bile âyinleri yapılır ( 'A lî Mubârak, IX, 37, 24). „Al-Badavi" adını taşıyan bütün türbe ve mescitlerin ona ait olduğunu kestirmek çok zordur. Meselâ ben, Asvân civarında, T a r a b a l - ş a h â b a arasında bir „Sayyid al-Badavı" tür­ besi buldum. J . L. Burckhardt ( S y r ia , s. 166) Trablus-Şam yakınında, bu isimde bir velî zikr­ eder ; Ğazza civarında da bir diğeri vardır ( Goldziher, M u h a m . Stad., II, 328 ; Z e iis c h r . d. D e u ls c h . P a lâ s t in a - V e r e in a , XI, 152, 158 ). Ah­ med hakkındaki menkulât, efsanevî bir tarzda süslenmiş olmakla beraber, doğrudur. En eski kaynaklar, Mekke ’de A^med ile beraber bu­ lunmuş ve İrak ’a seyahatten sonra, ondan ay­ rılmış olan, kardeşi Haşan ’ın sözlerine dayanır. Ahmed 'in IX. ( XV.) asırdaki ehemmiyeti, fil­ hakika, al-Malfrizi ve ibn Hacar al-'Askalâni (krş. K a t.- B e r lin , III, 318, 3350, « ; IX, 483, 10101 ) ve al-Suyüti ( H u s n a l - m a h â z a r a , K a­ hire, 1299, I, 299 v.d.) ’nin eserlerindeki tercüme-i hâllerde gösterilmiştir. al-Şa‘r 5 vi'nin Tabakâi (Kahire, taş basması, 1299, I, 245—2 5 1) *ında ona tahsis ettiği bahis, aşk ve şevk ile yazılmıştır. Velînin makamında türbedar bulunan 'Abd al-Şamad Zayn al-Din, 1028 (1619 ) de Ahmed hakkında alâka bahş bütün malûmatı ihtiva eden al-Cavâhir al-aanniya ( sanıya f ) f i 'l-karâmât va 'l-niaba al-ahmadiya adında, bir eser kaleme almıştır ( Gotha, Leipzig, Berlin, Paris ve diğer yerlerde bulunan el. y a z .; Kahire ’de 1305 ’ten itibaren bir çok tab. ve taş basm ası). Bu zat, yukarıda zikrolunan kaynaklardan başka, meç­ hul kaynaklardan dahi, meselâ Abu ‘I-Su'üd alVâaiti, Sirâc al-Din al-idanbali, Muhammed alHanafi ve Ezbek al-Şüfi dahi denilen Yunus ( başka yerlerde Y iîsu f) b. 'Abd Allah ’m şe­ cere ( nisba ) ’sinden de istifade etmiştir. K a­ hire kataloğunda ( V , 167) zikrolunan anonim Nasab al-Badavi (127 var.) *nin müellifi, ihti­ mal bu Ezbck 'tir. 'Abd ai-Şamad, menbalar göstererek, Ahmed ’in hayatını anlatır, bu hu­ susta menbaları zikreder, tilmiz ve halifelerin ona karşı hürmet ve merbutiyetlerini de nakl­ eder. Müellif, Ahmed ’in ölümünden bahseder­ ken, kardeşlerinin ve hemşirelerinin mersiyele­ rini de ilâve eder. Sonra mavlid, keramet ve vaşâyâ ’sini anlatır; nihayette alfabe sırası ile, Ahmed hakkında Şihâb nl-'AIkami, Şams alBakrı, ‘Abd al-'Azîz al-Derini ( ölm. 690 =< 129 1), ‘Abd al-l£âldı ise de, sonraları bu hayata da intibak ederek, zamanını mutalea ve b e s i iç in : k a le m e a ld ı ğ ı H â c e - i e v v e l i l e K ıs s a ­ d a n h is s e ’s in i i lk d e f a b u r a d a b a s t ı r ı y o r d n . yazı yazmakla geçirdi. D ü n y a y a ik in c i g e l i ş , A ç ı k b a ş , A h z - ı s ü r , H a ş a n M e llâ h , hep bu B i l â h a r e İ s t a n b u l ’d a i n t i ş a r e d e n L e t a i f - i r iv â -■.:-yât S e r is in d e ç ık a n h ik â y e le r in in b i r k ıs m ın ı d a devrin mahsulüdür. Bu eserler İstanbul 'a gön­ derilerek, akrabasından. Mehmed Cevdet namına y in e B a g d a d ’d a y a z m ış t ı . B a g d a d a g e liş in d e n b i r b u ç u k s e n e s o n r a , basılmıştır. Bu sebepten Basmacıyan, Ahmed a ğ a b e y i H a f ız P a ş a n ın , B a s r a m u t a s a r r ı f ı ik e n , Midhat ‘ın bazı kitaplarını, Mehmed Cevdet ’in eseri olarak gösterir (bk. B a s m a d ij a n , E s s a i v e f a t e t m e s i ü z e r in e , o n b e ş k iş id e n m ü r e k k e p o la n a ile n in b ü tü n y ü k ü n ü o m u z la r ın a y ü k le n e n s u r l'h ist . d e l a liit. o it o m a n e , Paris, 1910, s. A h m e d M id h a t, a r t ı k İ s t a n b u l 'a d ö n ü p k e n d in i 218). Yine mahpusiyeti esnasında, Rodos ‘ta İbrahim Paşa camii avlusunda, Medrese-i Süleyta m a m e n m u h a r r ir liğ e v e r m e k h e v e s i i l e , M id ­ : h a t P a ş a ’y a g ü ç lü k le i s t i f a s ı n ı k a b u l e t t i r m i ş maniye adı ile bir mektep açarak, çocuklara v e 1871 (1288) s e n e s i b a h a r ın d a İ s t a n b u l 'a yeni usûl ile dersler verdi. g e l m i ş t i r . İ s t a n b u l 'd a k e n d is in e t e k l i f o lu n a n Abdülaziz ’in hal’i üzerine, 1876 ( 1293) da C e r id e -i a s k e r iy e b a ş m u h a r r ir liğ in i k a b u l e d e ­ affedilerek, İstanbul ’a dönen Ahmed Midhat, re k , b ir b u çu k s e n e b u iş te ç a lış m ış , a y n ı z a ­ bütün mesaisini matbaasına hasretti ve bir ta­ : m a n d a T a h t a k a l e ’d e t u t t u ğ u b i r e v d e , u f a c ık raftan mevcudu kalmayan eski eserlerini tek­ b i r m a t b a a t e s i s e t m i ş t i r . B u m a tb a a d a b iz z a t rar bastırırken, diğer taraftan da bir çok yeni A h m e d : M id h a t, e v h a lk ı ile b i r l i k t e , y a z ıl a r ın ı eserler kaleme aldı. Abdülhamid II. ’in. tahta d iz m iş , b a s m ı ş v e f o r m a h â lin e g e t i r e r e k , s a t ı l ­ çıkmasını müteakip, sür’atle birbirini takip eden m a k ü i e r e , a k t a r l a r a t e v z i e t m iş t i r . K a l a b a l ı k hâdiselerin seyrine uyarak, padişahın teveccü­ a i le s in i b u s a t ı ş l a r ı n g e l i r i i l e g e ç i n d ir e m e y e hünü kazandı. Abdülaziz devri vekayiinden ba­ his Ü ss -i in k ılâ b ’1 (1294 ), kendisine T a k v im -i : C cğ ih i g ö r ü n c e d e , y e ’s e k a p ılm a m ış , y in e f a a l i ­ v e k a y i ve Matbaa-i âmire müdürlüğünü kazan­ y e tin e d ev am e tm e k le b e r a b e r , b ir ta r a f ta n da B a s ir e t 'e , s o n r a d a d i ğ e r g a z e t e l e r e y a z ıla r dırdı ( 1 8 7 7 = 1 2 9 4 ) . Bu hâl, tekrar menfaya y a z m ış t ı r . M a t b a a s ı b ü y ü y ü n c e , A s m a - a l t ı ’u d a gönderilen y e n i o s m a n l ı l a r ile arasını açtı G a m lı-h a n ’d a b ü y ü c e k b i r o d a t u t a r a k , b i r k a ç ise de ( Namık Kemal ’in Ahmed Midhat ‘a a m e le ile iş e b a ş la m ı ş v e n i h a y e t B â b ı â l i c a d ­ gönderip de meşrutiyeti müteakip neşredilen iki d e s in d e b ü y ü k b i r d â i r e y i m a t b a a h â lin e g e t i r ­ mektubundan maada bk. Rizaeddin b. Fahreddin, m i ş t i r . B u h u m m a lı f a a l i y e t e s n a s ın d a , d a h a A h m e d M id h at E fe n d i, Orenburg, 1913, a. 60— B a g d a d ’d a ik e n y a p t ığ ı g i b i , a ile s in in ç o c u k la ­ 73), istibdadın şiddetli takibatından kurtulup, r ı n a d e r s v e r m e ğ i d e ih m a l e t m e m i ş t i r . M id h a t müreffeh bir hayat içinde, memleket için pek P a ş a s a d r a z a m o lu n c a (1872 = 1289), A h m e d hayırlı olan mesaisine devam etmek imkânını bahşetti. - M id h a t, b i r m ü d d e t te n b e r i ç ı k a r m a k t a o ld u ğ u D a ğ a r c ık m e c m u a s ı i l e i k t i f a e t m e y e r e k , D e v ir Ahmed Midhat ’ın asıl gazetecilik hayatı, bir â d ı n d a , , g ü n d e lik b i r g a z e t e im t iy a z ı a ld ı is e d e , aralık neşrettiği I t t i h a d gazetesini müteakip, g a z e t e i l k n ü s h a s ın d a k a p a t ıld ı. İm t iy a z ı a k r a ­ 27 haziran 1878 (26 cemaziülâhır 1295) de, b a s ın d a n M ehm ed C e v d e t ’in n a m ın a a lın a n imtiyazı Mehmed Cevdet namına alınan T e r B e d ir g a z e t e s i d e 13. n ü s h a d a a y n ı a k i b e t e c ü m a n -ı h a k ik a t gazetesinin intişarı ile başlar. u ğ r a d ı ( t e ş r in 11. 1872 = ş a b a n 1289). N ih a y e t Saraydan her ay 30 liralık bir yardım gören, D a ğ a r c ık ’t a ç ı k a n b i r y a z ıs ı ( D u v a r d a n b ir bu gazetede 1882—1885 (1299—3302 zilkade) s e d a ) y ü z ü n d e n , İs lâ m a l e y h in e n e ş r i y a t t a b u ­ te damadı Muallim Naci ’nin idare ettiği edebî lu n d u ğ u B a s ir e t g a z e t e s in d e m e v z u -i b a h s e d ikısım, devrin hayli durgun geçen edebiyat ha­ I e r e k , B â b - ı m e ş i h a t ç e t e d i b i i s t e n i le n A h m e d yatında bir hareket teşkil eder. T erc ü m a n -ı h a k ik a t , aynı zamanda, Ahmed Rasim, Ahmed M id h a t, b i r a k ş a m t i y a t r o d a ik e n , B â b - ı z a p t i ­ o la n

m a tb a a

it e

id a re e tm e k tir ,

v ilâ y e t

g a z e t e s in i

( Z ev râ)

>66

AHMED MİDHAT EFENDI.

Cevdet, Hüseyin Rahmi v.s. gibi gençlerin ye­ tiştiği feyizli bir müessese olmuştur. Gazete­ ciliği ve matbaacılığı asla elden bırakmak iste­ meyen Ahmed Midhat, 1885 (1302 ) te karan­ tinalar başkâtibi olmuş, 1893 ( 1 3 1 2 ) te ise, m e o l i s - i u m u r - i s ı h h i y e reis-i saniliğine terfi etmiştir. 1888 ağustosunda, Stockholm ‘da toplanan sekizinci müsteşrikler kongresin­ de Türkiye 'yi temsil etmiş ve bu vesile ile üç buçuk ay Avrupa 'da bulunmuştur ( bk. Ahmed Midhat, A vru pa 'da bir c e v e lâ n , 1891). Abdülhamid I I . devrinde b â l â rütbesini ihraz eden ( hazi­ ran 1889— zilkade 1306) Ahmed Midhat, ikinci meşrutiyette (1908 ), tahdid-i sin kanunu mu­ cibince, tekaüde sevkedilmiş ve bir aralık hayli şiddetli hücumlara maruz kalmıştır. Bu sıralar­ da, epey zamandan beri fi'Ien bıraktığı yazı hayatına dönmek istemişse de, devrin ve zev­ kin değişmesi yüzünden, halktan eski rağbeti göremediğini anlayınca, bundan vazgemiştir. Ancak meclis-i vükelâ kararı ile, Darülfünun ‘da umumî tarih, felsefe tarihi ve dinler tarihi okutmuş ve bir taraftan da Darülmuallimat 'ta pedagoji ve tarih, Medresetülvaizin 'de ise din­ ler tarihi hocalığı etmiştir. Nihayet, fahrî ola­ rak çalıştığı Darüşşafaka ‘da nöbetçi bulundu­ ğu 28 kânun I. 1912 (15 kânun I. 1328), pazar gecesi kalp sektesinden ölmüştür. Fatih türbesi civarında medfundur. Beykoz 'da oturduğu için, bu semt halkına pek çok iyiliği dokunan Ahmed Midhat, iri cüs­ sesi, gür siyah sakalı ve kalın bastonu ile ol­ duğu kadar, babayani hâl ve tavrı ve hayırhahIığı ile Bâbıalî caddesinin de saygı ve sevgisini kazanmıştı. Bir makalesinde (Sabah, t mart >313 ) Dekadanlar adı ile, teşhir ve tehzil ettiği Servet-i fünun üdebası bile, gençlik, heyecanı ile şiddetli cevaplar vermekle beraber, bilâhare kendisine karşı duydukları minnettarlığı izhar­ dan çekinmemişlerdir (krş. Hüseyin Cahit Yal­ çın, Edebt hâtıralar, İstanbul, 1935, s. 14 v.d.). Ahmed Midhat, asıl yüz elli cilt tutan eserleri ile, türk kariinin minnetini kazanmıştır. Mua­ sırlarınca „kırk beygir kuvvetinde bir yazı makinası“ diye anılan bu yorulmak bilmez muharririn en büyük muvaffakiyeti, Seyyit Battal Gazi ile  şık Garip tiryakisi olan hal­ ka, derece derece, yalnız roman zevkini değil, aynı zamanda kültür ihtiyacını da aşılamış ol­ masıdır. O hakikaten D ağarcık ve K ırk anbar ile başladığı bu sistematik hizmetine yarım asra yakın bir zaman devam etmiş ve çevresi millî hudutları aşan bir kari' kütlesinin rehberi olmuştur. Ahmed Midhat, roman, hikâye ve piyesten başka, tarih, felsefe, terbiye, ruhiyat ve diğer müsbet ilimlerde de kalem oynatmış bir poli-

graftır. Her öğrendiğini, kariin seviyesine göre yazmakta istical göstermekle, belki hiç bir sa­ bada orijinal ve kuvvetli bir eser vücuda geti­ rememiş ise de, halkta, bu gibi mevzulara karşı geniş bir. alâka ile birlikte, makul bir tesamuh zihniyeti uyandırmıştır. J. W. Draper 'den N i­ za ’-i ilm-ü din ismi ile tercüme ettiği eseri, İslâm ve ulûm namı ile yazdığı reddiyelerle beraber, neşretmiştir ( 1313 ). Bu eseri ile islâmiyetin, değil ilme, hattâ garp feylesoflarının fikrine bile mugayir olmadığını isbata çalışır; Ben neyim 'i, spiritüalist bir görüş ile, mater­ yalizmin tenkididir. Bundan maada, geniş bir nikbinlik ve beşeriyetçilik hamlesi ile, Schopenhauer’e de hücum etmiştir (Schopenhauer 'in hikmet-i cedidesi ). Daha Hâce-i evvel ’inde ( 1868 ) gösterdiği tarih hevesini, bir cihetten Uss-i inkilâb ve 1293 bozgunluğunu hayli tarafgirâne tahlil eden Zubdat a l-h ak aik ( >295 ) ile, diğer cihetten de bir cihan tarihi mahiye­ tinde olan D Univers tercümeleri ( Kâinat, 14 cüz, 1871—1881 ) ve osmanlı tarihine dair Mu­ fassal ‘1 ( 1880 ) ile tatmin etmek istedi ise de, bu ve diğer eserleri, bugün birer kaynak kıy­ metinde olmaktan çok uzaktır. Fakat halk için yazılan bu eserler, kütlede ilk tarih merakını uyandırmakla kusurlu olmalarını telâfi etmiştir.. Ahmed Midhat ‘in bu geniş yazı faaliyetinin, en esaslı cephesini hikâyeciliği ve romancılığı teşkil eder. Bir kaçı müstesna ( Alexandre Dumas fils ’ten Antonin, B ir kadının hikâyesi, 1298, La dame aux Camélias, 1299 ; Octave Feuillet 'den : B ir fa k ir delikanlının hikâyesi, 1298, Sa n atkâr namusu, >308) fransız halk romancılarından yaptığı tercümeler ( Paul de. Kock ’tan, Üç yüzlü karı, Ebuzziya Tevfik ile birlikte, >294, Kamere âşık, 1303 ; Emile Richebourg, Merdud kız, 1299, Peçeli kadın, Emile Gaborieu, Orsival cinayeti, 1301 v.s.), mevzu itibariyle oldukça âmiyane ve tercüme bakı­ mından da hayli serâzad olmakla beraber, kari’lerin alâka ve rağbetini kazanmıştır. Telif eserlerine gelince, Letaif-i Rivâyât serisinin 2$ cilt hâlinde intişar eden 28 hikâyesi ( 1871 —1894 ; bir kısmı adaptasyon mahiyetinde bu­ lunan bu hikâyeleri P. Horn, Gesch, d. tiirkischen Moderne ’de, Leipzig, 1902 hülâsa et­ miş; E. Seidel ise, bunlardan üç tanesini Tür­ kisches high-life ’ta’ Leipzig, 1898, almancaya çevirmiştir ), modern hikâyeden ziyade, med­ dah ağzı ile yazılmış, ibretâmiz birer masalı andırır. Mamafih, gerek bunlarda, gerek diğer hikâyelerde, eski İstanbul hayatına ait realist tasvirlere de rastgelinir. Ahmed Midhat ro­ mancılığa, daha Rodos ‘ta menfi iken, Alexan­ dre Dumas père ’in Monte-Cristo sunu tanziren kaleme aldığı Haşan Mellâh ( 1291 = 1874).

AHMED MİDHAT EFENDİ - AHMED PAŞA. ile başlamış ve bunu D ü n y a y a i k in c i g e li ş

187

— ya­

h a r r ir le r i, / ) , 1308 ; Rizaeddin b. Fahreddin,

k u t — İ s t a n b u l 'd a n e le r o lu r m u ş , H ü s e y in F e l ­

A h m e d M id h at E fe n d i (Orenburg, 1 9 1 3 ) ; İs­ mail Habip, T a n z im a tt a n b e r i (1940), s. 231— 242, 263 v.d., 303, 312 v.d. î İsmail Hikmet, T ü r k e d e b iy a t ı t a r ih i ( Bakû, 1925 ), II, 508 —524; ayn. mil., A h m e d M id h at ( 1932 ) ; Dr. Kâmil Yazgıç ( Ahmed Midhat Efendi 'nin oğlu), A h m e d M id h a t E fe n d i, h a y a t ı v e h a t ır a la r ı, (940; Ahmed İhsan, M atb u at h a t ır a la r ım , I, 33—37, Sî — 57 5 Halid Ziya Uşaklıgil, K ı r k y ıl, 1936, IV, 79; Hüseyin Cahit Yalçın, K a v g a la r ım (1326 ), s. 119— 218; ayn. mil., E d e b i h a t ı r a la r (İstanbul, 1935 ), s. 14, 82 v.d.; Mustafa Nihad, T ü r k ç e d e r o m a n (1937 ), I, 187—332 ; Ahmed Rasim, M u h a r rir, ş a ir , e d ip (1924), s. 35 v.d., 46 v.d. ve tür. y e r .

l i k ( 1 2 9 1 = 1 8 1 4 ) , F lü tü n B e y ' l e - R a k ı m E fe n ­ d i ( 1292 = 1875 ) , P a r is t e b ir tü rle ( 1 2 93 = 1876 ) , S ü le y m a n M u slt ( 1 2 9 4 = 1 8 7 7 ) , Y er y ü z ü n d e b ir m e l e k

(

1296

=

1879 ) , H e n ü z on

y e d i y a ş m d a , K a r n a v a l, B e li y â t - ı m u th ik e , A m i r a l B in g (1298 = 1880/1 ) , A c ü ib -i â le m , D ü r d a n e H a n ım (1299 = 18 8 1 ) , V o lta lre y ir ­ m i y a ş ın d a , E s r a r - ı c in a y a t , C e ll â d (1301 =

2883/4)» H a y r e t (1302 = 1884), D e m ir B e y , H a y d u t M o n ta ri, A r n a v u d la r — S o l y o t la r (1305 = 1887 ), G ü rc ü k ı z ı — y a h u t — in tik a m , N e d a m e t m i ? h e y h a t I ( 1306 = 1888 ) , M ü ş a h e d a t, P a ­ la s ta k i

esrar

(1308 = 1890), A h m e d M etin

v e Ş i r z a d , H a y a l v e h a k i k a t ( 1309 = 18 9 1 ), G ö n ü llü v ( 1314 = 1897-8 ) v.s. takip etmiştir. Son romanı, meşrutiyeti müteakip, T e r c ü m a n -ı h a k i k a t ’te tefrika ettirdiği, J ö n T ü r k ’tür. Ahmed Midhat, tam mânası ile, bir halk ro­ mancısıdır. Sade ve babayani bir üslûp içinde meraklı vak’aları, bazan mübalâğalı bir ro­ mantizm ve coşkun bir muhayyile ile ( H a ­ ş a n M e llü h , D ü r d a n e H a n ım v.s. gibi), bazan da icada pay bırakmayan bir realist görüşü "de { M ü ş a h e d a t ) , birbirine bağlar ve her roma­ nında, fırsat düştükçe, karilerine türlü mevzu­ lara dair, faydalı bilgiler ve hâdiseler hakkında nasihatler verir. Her ne kadar bu uzun istitratlâr romanın vahdetini ve seyrini bozarsa da, o bu kusuru, okuyucuları ile arasında tesis ettiği samimiyet havası içinde, belli etmemeye çalışır. Mahallî mevzuları işlerken, yarattığı tipler, bazan romantizmin bile hazmedemeyeceği kadar mübalâğalıdır; bazan da cemiyetten yakalanıp romana sokulmuş reel insanlardır. Yaşadığı devrin İstanbul 'u, Selim 111. ve Mahmııd II. za­ manının hayatı, bazı romanlarında çok canlı ve realist bir kalem ile tasvir edilmiştir. A h z - i sü r , A ç ı k b a ş (18 74 ), S iy a v u ş , Ç e r k e ş ö z e n ­ l e r i (1885 ) v.s. gibi piyesleri de vardır. Edebî eser yaratmak iddiasında bulunmayan bu mu­ harrir, türkçülüğün şuurlu bir safhaya geçme­ sinde de âmil olmuş ve türk tarihinin Osmanlılık devrinden ibaret olmadığını ve türkçenin istik­ lâlini elde etmesi lâzım geldiğini müdafaa et­ miştir. Garp klâsiklerinin tercüme edilmesini iltizam etmek suretiyle de, garplılaşmakta olan kültürümüze sağlam bir mesned aramıştır. Te­ siri ve şöhreti millî hudutların dışına taşmış ve eserleri bütün türklük âleminde zevk ve isti­ fade ile okunmuş olan Ahmed Midhat, tanzi­ mat ile başlayan tenevvür hareketinin belli haşlı simalarındandır. B i b l i y o g r a f ^ a : Hayatı hakkında bk. Ahmed Midhat, M e n fa , 1293 ; İsmail Hakkı, A h m e d M id h a t E fe n d i ( X I V • a s r ın t ü r k m u ­

( S a b r I E s a t S I y a v u ş g İ l.)

AH M ED P A Ş A . AHMED P A Ş A ( B u r s a l I ) (? — 1497 ), Şeyhî ile Necati [ b. bk.] arasında yetişen osmanlı şairlerinin en büyüğü olup, XV. asrın ikinci yarısında büyük bir şöhret kazan­ mış ve türk şiirinin tekâmülünde adetâ bir mer­ hale teşkil etmiştir. Daha XVI. asır tezkereci­ lerinden başlayarak H a r ü b ü t sahibi Ziya Paşa ya kadar, onu türk şiir lisanının ilk kurucusu addedenler olmuşsa da, bu mübalâğalı telâkki­ nin yanlışlığı muhakkaktır. Ahmed Paşa, Murad 11. devri ricalinden kazas­ ker Velieddin b. llyas ’ın oğludur. Bursa 'da ya­ hut Edirne 'de — hattâ Faik Reşad ’ın, mehaz tas­ rih etmeden, zikrettiği bir rivayete göre, Dimetoka 'da — doğduğu hakkında muhtelif rivayetler var ise de, Edirne ‘de doğmuş olması ihtimali daha kuvvetlidir! Sehî ve Âşık Çelebi gibi ilk kaynaklar ile G ü ld e s te müellifi Beiîğ ‘m bu ri­ vayeti terviç etmeleri, amcazadesi ve vârisi olup Âşık Çelebi ‘ye Ahmed Paşa hakkında malûmat vermiş olan Nâzır Çelebi 'nin edirneli olması ve Edirne ‘de son zamanlara kadar Velieddin-oğlu adını taşıyan bir mahalle v.e bir mescid bulunması (Osman Rıfat, E d ir n e r e h b e r i, Edirne 1920 = 1336, s. 3 1), kâfi derecede kuv­ vetli delillerdir. Lâtifi ile ona istinad eden  lî 'nin bursalı olduğunu iddia etmoleri — ömrünün büyük bir kısmını Bursa‘da geçirmesi ve orada medfun olması sebebi ile — umumiyetle B u r s a lı diye şöhret kazanmış olmasından ileri geliyor. Murad II. devrine ait muhtelif hâdiselerde ismi geçen Velieddin ‘in şiir ile iştigali hakkında ma­ lûmatımız yokise de, Murad II. devri şairlerin­ den Bursalı Nakkaş Safî ‘nin bir aralık rakiblerinin iftirası ile küfür söylemek töhmetinden hap­ se atıldığını ve ancak kazasker Velieddin‘e tak­ dim ettiği bir kaside sayesinde hapisten kurtul­ duğunu Sehî tasrih eder (Sehî, T e z k e r e , s. 60). Yalnız bu hâdise bile Velieddin ‘in şiire

İS 8

AHMED PAŞA.

■ve san a te karşı alâkasız bulunmadığını anlata* tine yaklaşmayarak, bu vazifede kalan Ahmed bilir. Esasen o devrin terbiye ve tahsil şartları Paşa 17 ağustos 1488 (8 ramazan 893) de düşünülünce, Ahmed Paşa 'nm, daha aile muhi­ Ağaçayırı ‘nda Mısır Memlûkleri ile Hadım Ali tinde, küçük yaştan edebî istidadının inkişafına Paşa kumandasındaki ^osmanlı ordusu arasında­ ki muvaffakıyetsiz harbe, Anadolu beylerbeyi müsait şartlar bulduğu anlaşılır. Ahmed Paşa nın ne zaman doğduğunu sarih Sinan Paşa maiyetinde olarak, iştirak etmiş­ olarak bilmiyoruz. Yalnız 830 (1426/1427) da, ti ( Hoca Sadeddin, T â c a l - t a v â n h , II, 57 ; Murad II. tarafından Edirne 'de yaptırılan cami Hammer, D e v le t- i o s m a n iy e t a r ih i, tere. Ata ve imaret vakfiyesinin Velieddin tarafından tan­ Bey, IV, 20. Bu harp hakkında tafsilât için zim edildiği ve şairimizin memuriyet hayatı hak- bk. Halil Edhem, H e r s e k - o ğ lu A h m e d P a ş a 'nın kındaki kayıtlar düşünülürse, bu tarihten biraz e s a r e t in e d a i r K a h ir e 'd e b ir k it a b e , T O E M , evvel veya biraz sonra doğduğu tahmin oluna­ XXVIII, 1330, s. 214—218). Mamafih bu harbte bilir. O devirlerde çok kuvvetle riayet edilen ai­ onun kayda değer bir hizmeti olup olmadığı le an'anesine ittiba ederek, tahsilini muvaffaki­ belli değildir. 902 (1496/1497 ) de, Bursa 'da yetle tamamlayan genç şair, şüphesiz, babasının vefat eden büyük şair, evvelce Muradiye camii da mevkii ve nufûzn sayesinde, Bursa 'da Mura­ yakınında yaptırmış olduğu medrese civarına diye medresesine müderris ve biraz sonra Molla defnedilerek, üzerine bir türbe yapıldı. Türbe­ Hüsrev yerine Edirne ’ye kadı oldu ( 855 = 2 4 5 1). nin kapısı üstünde Bursa mahkemesi naip ve kâ­ Fikir ve san’at erbabına karşı çok lûtufkâr tibi Eflâtun-oğlu Mehmed 'in altı mısralık arap­ davranan Fatih 'in cülusundan sonra, Ahmed ça bir tarih kitabesi mevcuttur. 16—17 yıl evvel Paşa yeni padişahın büyük teveccüh ve iltifa­ Bursa ‘dan Muradiye tariki ile Çekirge ‘ye gi­ tına mazhar olarak, galiba babasının ölümünden denler, yol üstünde bu çok zarif türbenin ka­ sonra, kazasker ve biraz sonra da kükümdara natları sökük harâbesini görürlerdi ( türbenin musahip ve muallim olarak, vezaret rütbesine bugünkü vaziyeti hakkında malûmatım yok­ nail oldu, ince zekâsından ve ilminden dolayı, tur). Süleyman Nazif, bir mekalesinde, orada sarayda ve orduda ona „sipahî müftisi“ denil­ mektupçu bulunduğu sırada türbenin tamiri için diğini tezkereci Sehî kaydetmektedir. İstanbul muhtelif vâlilere ricalarda bulunmuş ise de, hiç­ muhasarasında hükümdarın daima yanında bu­ bir tesiri olmadığını, yalnız Reşid Mümtaz Pa­ lundu ; muhasaranın son günlerinde Fatih ‘in şa ‘nın valiliği esnasında, onun bu işe başlamak Ahmed Paşa ‘yı, — askerin manevî kuvvetini üzere, bir komisyon teşkil ettiğini, fakat biraz yükseltmek için — orduda bulundurduğu Akbı- sonra bu vazifeden ayrılması ile, yerine gelen yık Sultan ile Ak Şemseddin 'e gönderdiği de vâlinin bu işi bıraktığını teessürle yazmıştı rivayet edilir ( Ş a k a i l ç , tere., î, 242—244 ; — ( V atan gazetesi, 4 eylül, 1924, nr. 502 ). hemen bütün tarihî menbalarda aynı şekilde Ekser büyük şairlerimiz gibi, Ahmed Paşa 'nın kaydedilen bu rivayet, yalnız Ibn Kemal ‘in hususî hayatı ve umumiyetle Velieddin ailesi O s m a n lı t a r ih i 'nde bundan biraz farklıdır, bk. hakkındaki malûmatımız da çok mahduttur. Ş a Faik Reşad, T a r ih - i e d e b iy a t - ı o s m a n iy e , s. k a i l ç tercümesinde bu ailenin Hüseynî seyyid140 J — Evliya Çelebi Ahmed Paşa 'ya serdar lerinden. olduğu tasrih edilir ki, bunun, tarihî unvanını vererek, Yedikule tarafından şehre bir hakikatten ziyade, bir aile an'anesi olması hücum ettiğini söyler ise de, itimada lâyık de­ çok muhtemeldir. Ahmed Paşa bazı yazılarında ğildir, bk. S e y a h a ln â m e , I, 102 ). bu mensubiyetten iftihar ile bahsetmiştir. Onun Fatih'in sarayında büyük mevki ve nufuzu Ebû bekir Çelebi adlı bir kardeşinin 867 (1462) olan, hattâ, hocası Melîhî gibi bazı şairleri hü­ de öldüğünü, paşanın divanındaki arapça bir kümdara takdim eden şairimiz, günün birinde tarih beytinden anlıyoruz. Ş a k a i l ç müellifine hükümdarın gazabına uğrayarak, vezaretten azil göre, Ebû Bekir Çelebi, meşhur Hoca-zfide 'nin ve Kapıcılar Odası 'nda tevkif edildi. Belki de şakirdlerinden olup, Ahmed Paşa *nın kardeşi idam olunacaktı. Lâkin orada yazıp takdim et­ değil, kardeşinin oğludur ( Ş a lç a llç , tere., s. tiği „ k e r e m “ redifii meşhur kasidesi, onu böyle 158 ). Mamafih Belîg G ü ld e s te 'sinde . (s . 270 ) bir akıbetten kurtardı ve yevmiye otuz akçe kardeşi olduğu mukayyettir. Velieddin'in ismini vazife ile, Bursa ‘da Orhan ve Muradiye müte- bilmediğimiz bir kardeşi bulunduğunu ve onun velliliğine tayin edildi. Mütemadî istirhamları Nâzır Çelebi adlı oğlunun Ahmed Paşa 'ya vâ­ ve bazı dostlarının yardımları sayesinde, sırası ris olduğunu  şık Çelebi söylüyor. Yine aynı ile Sultanönü, Tire ve Ankara sancak beylikle­ müellif, şair Meşâmî 'den bahsederken, onun ba­ rine tayin olundu. Nihayet Bayezid II. 'in cülû- bası olup sadrazam Rüstem Paşa 'nın kâhyalı­ sunu müteakip, Bursa sancak beyi oldu. ğında bulunan Mustafa Çelebi 'nin Ahmed Paşa 902 (1496/1497 ) de ölümüne kadar, muhtelif 'nın amcazadesi olduğunu da tasrih eder ki, bu ricalarına, teşebbüslerine. rağmen, saray muhi­ kayda göre, Nâzır Çelebi 'niıı Meşâmî 'den başka

ÂHtofcb M Ş Â . birisi olmadığı anlaşılmaktadır. Yalnız tezkereci Ahdî, Mustafa Çelebi ’yi Ahmed Paşa evlâdın* dan olarak gösteriyor ki, bunun doğru olmadı* ğını, çünkü Ahmed Paşa ‘nın hiçbir çocuğu kal' madiğini şimdi izah edeceğiz: Mustafa Çelebi *nin oğlu Meşâmî, X V I. asrın oldukça tanınmış şairlerinden olup, 993 (1583) te ölmüştür (Aşık Çelebi, Haşan Celebi, Riyazî, Kaf-zade tezke­ relerinde ) ; Meşâmî ‘nin kardeşi Sefâyî ’nin de, ara sıra şiirler yazmakla beraber, şairlikle şöh­ ret kazanmadığını Ahdî söylüyor. Velieddin ailesinde şiir ve san’at istidadını gösteren bu kayıtlardan sonra, Ahmed Paşa ’nın evlenip ev­ lenmediğini araştıralım : muhtelif kaynaklar ve bilhassa Şalfailç, onun 'innîn, yâni erkeklikten mahrum olduğunu ve kadınlardan hoşlanmadığı­ nı, hayatını bekârlıkla geçirdiğini söylerler; hâl­ buki Âşık Çelebi, paşanın, Nâzır Çelebi, Me­ şâm î’den naklen, Fatih Mehmed ’in ona Tûtî isimli bir cariye vererek, Edirne civarında Ek­ mekçi köyünü de bu kaidına bağışladığını ve paşanın Tûtî kadından bir kızı olup, yedi sekiz yaşında öldüğünü ve kızı ile karısının ölümün­ den sonra, bir daha evlenmeyerek, bekâr yaşa­ dığını söyler. Bu iki rivayetten hangisi doğru olursa olsun, şurası kat iyetle söylenebilir ki, Ahmed Paşa ‘nın hiçbir çocuğu kalmamıştır. Ahmed P a şa ’nın ahlâk ve tabiatini lâyikıyle tesbit için elde kâfi vesikalar yoktur. Bazı ta­ rihî kaynaklarda ve bazı eski L e t â i f mecmu­ alarında tesadüf edilen birtakım fıkralar ile Divan ’ındaki küçük kayıtlardan azçok bir istid­ lal yapmak, mümlcün. oluyor (Ş air Lâmiî ’nin [ b. bk.] L e t 6İ f kitabında, Kefevi ’nin [ b. bk.] RâznSme ’sinde ve bazı eski mecmualardaki hikâyelere göre). Bütün bunlardan anlaşıldı­ ğına ^öre^ Ahmed Paşa ince ve keskin bir zekâya malik,: zarif, nüktedan, hazır cevap bir adamdı; Fatih, onun: bu zerâfet ve nüktele­ rine karşı çok : takdirkâr davranıyordu. Lâkin genç ve güzel çocuklara karşı olan za’fı, bü­ y ü k : hâmisi ile arasının açılmasını ve saraydan uzaklaştırılmasını intaç e tti; nediminin, kendi gözdelerinden birine karşı alâkasını hisseden Fatih, hakkında büyük bir takdir beslemesine rağmen, onu bir mütevellilikle Bursa ya gön­ dermeğe mecbur oldu. Bu hususta tarihî menbaların verdiği tafsilât, bâzı küçük farklar ile birbirinden ayrılmasına rağmen, aynı esasa da­ yanmaktadır. Divan ’ında, devrinin güzelleri hakkında, isimler tasrih edilerek, yazılmış birta­ kım gazellere deA tesadüf edilen Ahmed Paşa, bu ahlâkî za’fını hiçbir zaman saklamamıştır. Mamafih, bu, yalnız şairimize ait bir kusur de­ ğil, o devirde müslüman şarkın hemen bütün büyük adamlarında tesadüf edilen psikolojik bir hâl, daha doğrusu, adeta umumî bir' modadır ki,

eski Yunan ve Roma 'da da buna tesadüf edilir. Müverrih  şık Paşa-zade 'nin, şairimizden bahs­ ederken, „mahbupların âh gözü ve kaşı ve zül­ fü ve benleri deyu deyu gitti“ demesi, kuru bir taassup eserinden başka birşey değildir. A h­ med Paşa'nın bu gözden düşmesinde ve saray­ dan uzaklaşmasında, Fatih 'in bütün müverrihlerce tasdik edilen sert, titiz, mağrur tabiatinin de âmil olduğunu düşünerek, bütün ka­ bahati şairimize yükletmemelidir. Aralarında bu hâdise geçmezden evvel, Fatih ’¡n ona olan iltifatı çok büyük ve paşanın da hükümdarına merbutiyeii çok samimî idi. Genç hükümdar onu yanından hiç ayırmıyor, büyük bir edebî ve İlmî kültüre mâlik olan şairin za­ rif müsahebelerinden, nüktelerinden çok hoşla­ nıyor, çok istifade ediyordu. Muhtelif vesileler ile hükümdarına kasideler, gazeller takdim eden, şehzade Mustafa 'nın ölümüne samimî bir mer­ siye yazan, Sultan Cem 'in gazelleri hakkında, takdirlerini ibzâl eden, Bayezid 11. ’e methiyeler yazan, hattâ onun emri ile divan tertip eden Ahmed Paşa, osmanlı sülâlesine karşı daima büyük ve samimî bir hürmet ve merbutiyet beslemiştir. Fatih ’ten Tüsi ve Kâtibi divanları ve Tabari tarihi istediğini gösteren manzfimeIeri, daha bu gibi birtakım manzum istirhamnâmeleri ve lâtifeleri, onun bir zamanlar sa­ rayda ne mühim bir mevki sahibi olduğunu ve hükümdar ile sıkı münasebetlerini göstermek­ tedir. Mamafih bütün zerafetine, nükteciliğine rağmen, çok vakur, haysiyetli, hattâ hususî ha­ yatında biraz sert ve haşin bir adam olduğu da anlaşılıyor. Devrinin Mahmud Paşa, Davud Pa­ şa, Nişancı Paşa, Mesih Paşa gibi ricali, büyük âlimleri ve şeyhleri ile sıkı münasebetlerde bu­ lunan Ahmed Paşa, bilhassa şairler ile çok alâkadar oluyor, onların meclislerinden çok hoşlanıyordu. Fatih devrinde birtakım şairlere muayyen tahsisat bağlanmasında, büyük te’siri olmuştu. Bilhassa Bursa ’da sancak beyi iken, Harirî, Resmî, Mîrî, Çakşırcı Şeyhî, Şehdî gibi birçok şairler onun meclisinde toplanırlardı. Türk memleketlerinin her köşesinden imparator­ luğun bu büyük, zengin ticarî ve medenî mer­ kezine gelen kervanlar, Ahmed Paşa ’nın mec­ lisine eski şairlerin yeni mahsullerini yahut he­ nüz tanınmamış genç şairlerin ilk şiirlerini ge­ tirirdi. Paşa ve arkadaşları, Necâtî adını ilk defa Kastamonu ‘dan gelen bir kervanın getir­ diği „döne döne" redifli bir gazelle öğrenmiş­ lerdi. Yine aynı kervanlar, devrin bu en büyük • şaiirinin yeni eserlerini imparatorluğun her tarafına, hattâ Horasan’a, Hüseyin Baykara sarayına kadar götürüyorlardı. Muasırlan tara­ fından ,,rûm sultanüsşüerâsı" addolunan Ahmed Paşa, bu büyük şöhreti ile mağrur id i; lâkin

W

■y . , . / V .'...

.

â h M İ îd P Â şA .

Bayezid II. tarafından takdir ve himaya edilme­ sine rağmen, Fatih ‘in sarayındaki eski ikbâl ve nufuz günlerini daima hasretle anmış ve o hüs­ ran ile ölüp gitmiştir. Onun emri ile A li Şîr Nevâî 'nin [ b. bk.] bir gazeline yazdığı nazi­ renin sonunda, Nevâî 'nin Hüseyin Baykara sa­ rayındaki mevkiini imâ ederek, „âşıkları hay­ rette bırakacak şiirler yazmak için, hükümdar sarayında yaşamak lâzım geldiğini“ acı acı hay­ kırmıştı. Siyasî hayatındaki bu bahtsızlığa mukabil, edebî hayatında Ahmed Paşa büyük bir tali’e mazhar olmuş; daha sağlığında devrinin en büyük şairi sayılmıştır. XV . asrın son ve XVI. asrın ilk yarısında yetişen birçok şairler, onu kendilerine üstad addetmişler, ona nazire­ ler yazmışlardır. Bayezid II. vezirlerinden, Safî mahlastı Kasım Paşa ona nazireler söylemekle şöhret kazandığı gibi, Selim I. devrinde ölen Edirneli Zemânî, paşanın „ateş“ redifli gaze­ line söylenen nazirelerin en güzelini tanzim etmekle tanınmıştı ; Â rifî Hüseyin Çelebi, pa­ şanın „kasr“ ve „güneş“ kasidelerine yazılan birçok nazireler arasında, en muvaffakiyetlisi­ ni vücuda getirmek şerefine mazhar olmuştu. „Türkî-i basit" denilen [ b. bk.] sade türkç.e gazeller yazmakla maruf Bursalı Visâlî, Me alî, bilhassa Sultan Cem, Mihrî Hatun, Cem Sâdîsi, Konyalı Nizamî, Eğridirli Hacı Kemal, Âhî, Lâmîi, hattâ Neeâtî, Zatî, Bâkî [ bu maddelere bk.] gibi, büyük şairler ona nazireler yazmış­ lar ve onu daima, büyük bir şair olarak, tebcil etmişlerdir. Tezkereci Riyâzî 'nin bir fıkrası tran 'ın son büyük klâsik şairi Câmî 'nin, onun bir gazelini işidmce veede gelerek, raks ve semâ’ ettiğini anlatmaktadır. XVI. asırda Necâtî ve bilhassa Bâlfî 'den sonra, osmanlı şi'ri yeni bir tekâmül merhalesine girerek, Ahmed Paşa 'nin şiirleri eski ehemmiyetini kaybetmişsede, bu asrın sonuna kadar, hemen her şairde onun tesirine azçok tesadüf edilebilir; bu asrın, Gubârî, Enverî, Bursalı Haylî gibi, birtakım şairlerinde bunu açıkça görebiliriz. Aşık Çelebi, Haşan Çelebi, Âli, A tâî, Riyâzî, Kaf-zade gibi tezkereci ve biyograflar, onu Şey­ hî ile Neeâtî arasındaki devrin en büyük şairi saymakta müttefiktirler. Tanzimat ‘tan sonraki edebiyat müellifleri ve münekkitleri de, Ziya Paşa 'dan Muallim Naci 'ye kadar, bu fikre iştirâk etmektedirler. XIX. asrın son yarısındaki osmanlı şairlerinden AH Ruhî, onun „güneş“ kasidesine yazdığı nazîre ile, Ahmed Paşa 'nin son nazîrecisi sayılabilir (Muallim Naci, Sünbüle, İstanbul, 1307, s. 120). Tenkitlerinde ekse­ riyetle isabet eden şair ve tezkereci Riyâzî ‘nin „Rûm 'da şi're âb-ü tâbi evvel bunlar ver­ mişlerdir" ifadesindeki mübalâğaya iştirak eden

Ziya Paşa, şairimizin Neeâtî ve Zâtî ile birlik­ te, „türkî suhane temel koyduğunu" söyler. Namık Kemal 'in bu husustaki tenkidi, kısmen haklı olmakla beraber, Ahmed Paşa 'nin edebî mevkiini — sırf Ziya Paşa 'ya hücum için — haksız olarak, küçültmek istediği ve şairimiz hakkında hiçbir ciddî tetkika dayanmayan hü­ kümler verdiği muhakkaktır. Ahmed Paşa hak­ kında yapılan en esaslı tenkit, Uzun Firdevsî ile H ev esn & m e sahibi Cafer Çelebi ‘nin ve tezkereci Lâtifi 'nin [ b. bk.] onu İran ede­ biyatından aynen tercüme etmekle itham et­ meleridir. Bilhassa Cafer Çelebi, Şeyhî ile Ahmed Paşa hakkında, „hayâl-i hassa çün kadir değiller — hakikatte bular şair değiller" diyecek kadar ileri gittiği hâlde, L âtifî daha insaflı davranarak, „onun üstad şair olduğunu ve kasidelerinin fasihler ve beliğler arasında umu­ miyetle takdir edildiğini itiraf eder. Osmanlı şi'rinin umumî tekâmülü ve bu te­ kâmül silsilesi içinde Ahmed Paşa 'nin eseri ve edebî tesiri inceden inceye tetkik edilince, şu neticelere varılır: Ahmed Paşa, X V . asırda, Şey­ hî ‘den sonra yetişen en büyük osmanlı şairidir. Kendisinden evvel yetişen Ahmedî, Niyazi, M e­ lih i ve bilhassa Şeyhî ve A tâ î gibi şairlerin [ bu maddelere bk.] kuvvetli tesirleri altında kal­ makla beraber, gazel ve bilhassa kasidede mua­ sırlarına tefevvuk etmiş, zarif üslûbu, temiz lisa­ nı, zengin hayali sayesinde, türk şi’rinde yeni bir merhale vücuda getirmiştir. Ondan sonra, türk şi’rinin en büyük iki siması olan Neeâtî ve Bâkî ‘de bile, Ahmed Paşa tesiri kuvvetle ken­ dini gösterir ( msl. Bâkî 'nin „ t a ş la r la d ö ğ ü n ü p y ü r ü r â b - ı r e v a n ı g ö r “ mısraı, aynen Ahmed Paşa 'dan alınm ıştır). Arap ve far.s edebiyat­ larını çok iyi bilen, çok kuvvetli edebî bir kül­ türe mâlik olan, hattâ bu iki lisandan da bâzı manzumeler yazan şairimizin, Selmân Sâveci, Hâfız, Kemal Hocendî, Kâtibî gibi, büyük İran şairlerinden birçok iktibaslarda bulunduğu, on­ ların mazmunlarını tercüme ettiği, hattâ bazı mısraları aynen aldığı muhakkaktır (msl. umu­ miyetle Ahmed Paşa 'ya isnat edilen ve diva­ nında bulunan „ z e k î ta s a v v u r -ı b â tıl, z e h t k a yâl~t mukâl“ mısraı, Şeyhî divanında mevcut olduğu gibi, daha evvel Mevlâna Nizam Yezdî 'nin D iv a n -ı e lb is e 'sinde de mevcuttur; İstan­ bul tab., 1303, s. 127 ). Bu gibi tevarüd ve ikti­ baslar, onun lâtifelerinde bile mevcuttur. Meselâ Ahmed Paşa 'nin hükümdar huzurunda, bir münasobtle, y â la y t a n ı k u h t a t ü r a b a « âyetini oku­ duğu ve bu suretle harfendazlık etmek istediği gencin de âyetin başındaki y a k ü l a l - k â f i r cüm­ lesini ilâve ettiği hakkindaki meşhur fıkra, İran menbalarmda Sultan Muhammed Hudabcnde, huzurunda Ifutb al-Din Şirâzi ile Sa'di Şirüzi

A h m ed arasında geçtiği kaydolunan lâtifenin aynıdır. Fakat o devrin bütün şairlerinde mevcut olan bu gibi tesirler, taklit ve iktibas işini selef­ lerinden daha büyük bir muvaffakiyetle yapan paşayı büyük bir şair olarak tanımaktan bizi menedemez. Lisanında arap ve acem kelimeleri, meselâ XIV. asır osmanlı şairlerine nisbetle, daha fazla görünmekte ise de, bunda da acele bir hüküm vermemek lâzımdır; çünkü şairimizin şiirlerini muhtevi eski mecmua ve divan nüsha­ larındaki türkçe kelimeler, daha sonraki devir Ierde, müstensihler tarafından, zamanın modası­ na uymak için, arapça ve farsça kelimeler ile tebdil edilmiştir. Ahmed Paşa divanının eski nüshalara müstenit tenkitli bir tab’ı vücuda ge­ tirilmeden, bu hususta kat't bir hüküm vermek, tabiî, çok yanlış olur. Ahmed Paşa, osmanlı şiir lisanına İran şi’rinin ahengini verebilmek ve nazım kusurlarından kurtulmak için, büyük bir sân’atkâr itinası göstermiş, bazan çok sâde ve samimî bir dil ile, çok ahenkli manzumeler yazmıştır. Bayezid II. 'in emri ile tertip ettiği Divan 'ında, münacatlar, na’tler, kasideler, ga­ zeller, kıtalar, tuyuglar,lııgazlar, tarihler, ferd1er, bazan zarif bazan oldukça galiz hicivler ve bilhassa çok muvaffakiyetli murabba'lar vardır. Son mısraları tekerrür eden ve beste­ lenip terennüm edilmek için yazılan bu murabbâ'lar — ki, sonraki asırlarda şarkı [ bk. bk.] adını almıştır — türk halk edebiyatındaki koş­ ma [ b. bk.] şeklinin klâsik edebiyata uydurul­ muş bir tarzıdır. Bursa ‘nın meşhur velîsi Emir Sultan, XV . asırdan başlayarak, Bursa ’da çok kuvvetle yerleşmiş olan zeynîye tarikatı men­ suplarından Şeyh Taceddin, Şeyh Vefa [ b. bk.] gibi, mutasavvıflar hakkında yazdığı hararetli medhiyelere rağmen, şiirlerinde tasavvuf tesiri hiç mevcut değil gibidir. Ahmed Paşa hakkında XIX. asır şark ve garp müdekkikleri arasında yayılmış çok yanlış bir mütalaayı düzelterek, bu küçük biyografiyi ta­ mamlayalım: türk edebiyatı hakkındaki malû­ matı, bütiin muasırları gibi mahdut olan Namık Kemal, sırf Ziya P a şa ’ya ta’riz etmek için, Ah­ med Paşa ‘yi tamamiyle bir Nevâî mukallidi olarak göstermiştir. Ona göre, »Fatih zamanında, Buhara 'dan (!) İstanbul a Nevâî 'nin şiirleri gelmiş; Ahmed Paşa, bunları taklit ve tanzir etmek suretiyle, güzel şiirler yazmağa muvaffak olm uş; bunları görünceye kadar şair olamadığını divanının mukaddimesinde yazıyormuş" (!). Bu malûmatın baştan başa yanlış ve esassız olduğu meydandadır. Vaktiyle İkdam gazetesinde (nr. 8573, 23 kfinuü II. 1337 ), bu mesele hakkında Ahm ed Paşa ve N evâî adlı bir makale yazarak, lâzım gelen izahatı vermiştim ( ayrıca bk. Fuad Köprülü, Türk d ili ve edebiyatı hakkında araş­

pà $à.

tırmalar, İstanbul, 1934, s. 264 v.dd.). Haşan Çelebi tezkeresindeki bir fıkrayı, galiba bir Ahmed Paşa divanı nüshasının başında, görmüş olan Kemal, hafızasına aldanarak, bu hatayı iş­ lemiştir. Haşan Çelebi 'nin ceddi olan Mîrî Efendi, Ahmed Paşa 'nın ilk şiirlerinde fazla bir güzellik olmadığını, lâkin sonradan Nevâî ‘nin gönderdiği otuz üç gazele nazîreler yaza­ rak, onu taklit etmek suretiyle, güzel şiirler yaz­ dığını söylermiş. Hâlbuki bu iddianın tamamiyle yanlış olduğu meydandadır: evvelâ, Nevâî ’nin Bayezid II. ‘e gazeller yolladığını ve padişahın da bunları Ahmed Paşa 'ya gönderip nazîreler yazmasını emrettiğini, iptida  şık Çelebi yaz­ mış; lâkin bu hâdisenin paşanın son yıllarına tesadüf ettiğini de tasrih etmiştir. Bu gazellere o zaman ve daha sonra, üsküplü A tâ, A şlf'ı Lâmiî, Sâfî, tbn Kemal, Mesîhî, Sevdâyî, Ulvî, Âzâdî, Zihnî gibi, birçok şairlerin de nazîreler yazdığını biliyoruz. Mamafih Nevâî şiirlerinin bundan daha evvel de osmanlı şairleri arasında meşhur olduğunu gösteren birçok vesikalar vardır. Ancak Ahmed Paşa ‘nın Nevfiî ile mu­ asır ve yaşça ondan büyük olduğu, edebî şah­ siyetinin ve şöhretinin, daha Nevâî eserleri Ana­ dolu ‘ya gelmeden çok evvel, teşekkül ettiği unutulmamalıdır. Sonradan Gibb ve Browne ta­ rafından da tekrarlanan bu iddianın yanlışlığı, her bakımdan meydandadır. Ahmed Paşa ‘nın edebî şahsiyeti üzerinde Nevâî 'nın mühim bir tesiri olmamıştır. Meşhur türk sûfîsi Merkez Efendi ‘ııin [ b. bk.] Ahmed Paşa danişmendlerinden — yani talebesinden — olduğunu ( Lamaçat, hususî kütüp. yazm. arasında) ve Kfişifî adlı bir osmanlı müellifinin, Murad II. 'in 1444 Varna seferi hakkında yazmış olduğu, Gazûnâme-i Rûm adlı, farsça bir tarihin de onun na­ mına ithaf edildiğini ilâve edelim (yegâne nüs­ hası Üniversite kütüp., Yıldız köşkü, hususî nr. 936, tafsilât için bk. Felix Tauer Lee manuscrtta persons hlstoriques des bibliotheqaes de Stam bul, IV, nr. 484, Archtv Orieniâlni, IV, nr. 1, «93 * )• B i b l i y o g r a f y a ' . E s e r l e r i . Ahmed Paşa 'nın eserleri, muhtelif mecmualarda ve divan nüshalarında bulunan türkçe, kısmen de arapça ve farsça şiirlerden ibarettir. Tezkereci Sehî, Leylâ ve Mecnun adlı bir mesnevisi olduğunu ve fakat görmediğini söyler. Diğer hiç bir kaynakta zikredilmeyen bu eserin esa­ sen mevcut olmadığını ve Sehî ‘nin her hangi yanlış bir rivayeti kaydettiğini emniyetle söyleyebiliriz. X V . ve XVI. asırlarda yazıl­ mış büyük nazîre mecmuaları ile sair hususî mecmualarda, paşanın şiirlerine pek çok te­ sadüf edilir. Bunlar arasında, divan nüshala­ rında bulunmayanlar, oldukça mebzûldür. Ah-

ÀhM ËD PAŞA.

■ ' ■

.

;.

'

med Paşa, divanını, Bayezid II. 'in emri ile tertip etmiştir. Elde mevcut divan nüshaları, birbirinden epey farklıdır. 1937/1938 yılında talebemden Davud Zeki ‘ye bu divanın ten­ kitli bir nüshasını vücuda getirmesini mezu­ niyet travayı mevzûu olarak vermiştim. İstan­ bul kütüphanelerinde divanının 14. nüshasını tetkik eden Davud Zeki, bunların kısaca tav­ sifini yapmış ve Ayasofya kütüp. nr. 3875, 394.7 ; Süleymaniye kütüp,, Aşir Efendi, nr. 959 ; Üniversite kütüp., Halis Efendi, nr. 1949 nüshaları ile Cami* al-Nazâ'ir ‘e istinat ederek, oldukça zengin bir nüsha vücuda ge­ tirmiştir ( Türkiyat Enstitüsü kütüp., me’zûniyet vazifeleri, nr. 88). Diğer nüshalar: Millet kütüp. nr. 9—14 ; Üniversite kütüp. nr. 773 ! Topkapı sarayı kütüp., Revan köşkü nr. 776 ; Topkapı kütüp., hazine nr. 1096 ; A ya­ sofya kütüp., 2875» 3947 ! Süleymaniye kü­ tüp., Esat Efendi nr. 2605 ; Bibliothèque Na­ tionale, A. F. 143, s. 374 v.d. (E . Blochet, türkçe yazmaları kataioğu, s. 332 de Ahmed Paşa hakkında verilen malûmat yanlıştır).; W. Pertsch, Berlin yazmalar katalogu, nr. 366 { burada da divanın yanlışlık ile Ahmedî ye isnat edildiğini görüyoruz ) ; hususî kütüpha­ nemizde de bu divanın güzel bir nüshası var­ dır. Sadettin Nüzhet, Revan nüshasında, 3161, Üniversite ( nr. 2949) nüshasında, 3546 beyit bulunduğunu, Ayasofya ( nr. 2875 ) nüsha­ sında, 6$ beyittik arapça ve 138 beyitlik farsça şiirler bulunduğunu söylüyor ( T ü r k ş a ir le r i, I, 310 ). Daviıd Zeki nüshası, şimdi­ lik en zengin nüsha olmakla beraber, Ahmed Paşa'nın bütün manzûmelerini ihtiva ettiği söylenemez. Herhalde bu büyük şairin kabil olduğıi kadar tam ve tenkitli bir nushasını vücuda getirmek, edebiyat tarihimiz için, büyük bir ihtiyaçtır. Ahmed Paşa 'nın arapça şiirleri arasında, Hızır Bey'in meşhur müstezadına yazdığı nazire, bilhassa şöhret bulmuştur (bazı divan nüshalarında ve mec­ mualarda tesadüf edilen bu nazîreyi, müver­ rih Alî, sair nazireler ile ve kendi naziresi ile birlikte, bir kaç defa neşretıniştir : Kunh al-ahbâr, matbu kısım, V , 230 v.d. ; yine aynı müellifin, kendi el yazışı ile yazılmış yegâ­ ne nüshası, hususî kütüphanemizde bulunan R a b i' al-marsSm adlı risalesinde ). Ahmed Paşa'nın şiirlerinden bir kısmı A tâ Bey' in Târih-l enderun 'undan, Sadettin Nüzhet ’in Türk şa irleri'inde ve benim 1336/1337 ders yılında darülfünunda Ahmed Paşa hakkında verdiğim ders ..hülâsalarının sonunda (taş basması ile) neşredilmiştir. Eski ve yeni antoloji kitaplarında da ondan bazı mahdut parçalar alınmıştır.

K a y n a k l a r . Ahmed Paşa hakkındaki kaynaklar X V . ve XVI. asra ait tarih kitap­ ları ile tezkerelerden ibarettir ki, gerek bun­ lar, gerek diğer edebî menbalar ve letâif kitapları, makale içinde zikredilmiştir. Umu­ miyetle çok meşhur olan bu eserler ve mü­ ellifleri hakkında, ansiklopedinin muhte­ lif maddelerinde izahat verilmiş olduğun­ dan, müellif isimlerine ve umumî olarak, osmanlı türk edebiyatı maddesine müracaat ile lâzım gelen malûmat alınabilir. Bunlara ilâve olarak, yalnız T u h /a t a l- a h b â b , 1, İstan­ bul, 1287 zikredilmelidir. Makalede, yazma tezkerelere istinaden, verilen malûmatın mü­ him bir kısmı, onların muhtelif yerlerinden alınmış olduğundan, bu menbalarda yalnız A h­ med Paşa'ya ait kısma müracaat edenlerin o malûmata tesadüf edemeyeceklerini de ilâve edelim. T e t k i k l e r . Ahmed Paşa hakkında şim­ diye kadar yapılan şu tetkikler çok mahdut ve kifayetsizdir: Muallim Nâcî, O s m a n lı ş a ­ i r l e r i (iptida M ecm u a - i m u a l l i m 'de çıkan bu makalelerden bazıları, meselâ Ahmed Paşa hakkındaki makale, aynen Faik Reşad'ın E s l â f adlı eserine de alınmıştır; bk. I, 209—2 17 ) ; Faik Reşad, T a r ih - i e d e b iy a i- t O sm an iye, İs­ tanbul, 1913, s. 137—150; Hammer-Purgstall, G e s c h , d . o ş m a n . D ic h tk u n s t, II, 41 v.d .; Gibb, A H is io r y o f O tto m a n P o e t r y , II, 40—58 ; Sadettin Nüzhet Ergun, T ü r k ş a i r ­ le r i, İstanbul, 1936, I, 305—320; Fuad Köp­ rülü, B u r s a lı A h m e d P a ş a { D e r s a a d e t gaze­ tesi, 1920, nr. 29, 36, 45, 56 ); ayn. mil., me­ tinde zikredilen muhtelif makaleler. — Bu ma­ kale, müellifin B u r s a lı A h m e d P a ş a isimli, henüz basılmamış monografisinden hulâsa edilmiştir. ( M. F U A D KöPROlO.) AH M ED P A Ş A . AHMED P A Ş A (? — 1524), aslen arnavuttur. Sultan Süleyman I. za­ manının kumandanlarından olup, Macaristan *a karşı yapılan seferlere, Rumeli beylerbeyi sıfatı ile, iştirak etmiş ve Sabacz şehrini hücum ile al­ mış (2 şaban 927 = 8 temmuz 1521), Rodos’u mu­ hasara etmek üzere gönderilen ordunun bir fır­ kasına kumanda etmiş, bilâhare başkumandan tâ­ yin olunmuş ve muhasara edilenleri zebun bıra­ karak, teslim olmağa mecbur etmiştir ( 2 safer 929 = 21 kânun I. 1522 ). Şedit ve muhteris ol­ duğundan, sadarete getirileceğini ummakta idi; fakat btı makamı elde edemeyince, Mısır vâliliğini istedi; bu da kendisine verildi. Müstakil bir hükümdar olmak emelinde idi. Memlûkleri ken­ dine celbetti. Kahire kalesindeki yeniçerileri sindirdi. Sultan unvanını gasbetti, keıidi namı­ na hutbe okuttu ve sikke bastırdı (kânun II. 1524 ). Bundan dolayı tü rk . tarihlerinde h ain

 ÜM EÖ PA ŞÂ .

ggı mekteplerde bir kaç sene devam eden ho­

calıktan maada, hiç bir resmî vazife kabul et­ memiştir. Abdülhamid II. zamanında iki defa maarif nezareti teftiş ve muayene encümeni azalığına tayin edilmişse de, bu işten de pek çabuk ayrılmıştır. İlk yazısı Tercüman-2 hakikat ’te intişar eden ve Ahmed Midhat Efendi ‘nin teşviki ile, mat­ buat hayatına atılan Ahmed Rasim, bir müddet sonra hem Cerlde-i havûdis ’te mütercimlik ya­ pıyor, hem de Berk, Envâr-ı zekâ, Güneş v.s. gibi mecmualarda edebî ve fennî tercümeler neşrediyordu, ilk büyük hikâyeleri ile bazı mensureleri, 1891 (1307 ) de intişara başlayan Servet-i fünun mecmuasında çıktı. Bundan ma­ ada Resim li gazete (18 9 1), Mekteb (18 9 1), M aarif ( 1891), Hazine-i fünun (1897 ), ve Musavver fen ve edeb (1899 ) mecmuaları ile İkdam (1894), Malûmat (18 9 5), İrtika ( 1897) ve diğer gazetelerde makale, musahabe, şiir ve tercümeler neşrettikten sonram nihayet Sabah gazetesinde karar kıldı. İstibdatta imzalı, imza­ sız veya nam-ı müstear ile ( Hanımlara mahsus malûmat 'ta, Leylâ Feride imzası ile, makale1 ve şarkıları vardır), suya sabuna dokunmadan yazı yazmak ve her yazdığını sansürün veh­ minden kurtarıp neşredebilmek güçlüğünden başka, bir de gazete patronlarının yazı ücret­ lerini tesviye hususundaki kayıtsızlıkları ile uğ­ raşmak gibi,’ pek çetin manialarla karşılaşan Ahmed Rasim, meşrutiyeti müteakip, yine S a ­ bah ‘ta muharrirlik etmekle beraber, diğer ga­ zetelere ve bu meyanda H acivad'a yazı ver­ mekten geri kalmadı. Hattâ bir aralık, Hüseyin Rahmi ile birlikte, Boşboğaz adında bir mizahî gazete de çıkardı. A yrıca haftalık Şuray-i ümmet, aylık Resim li kitab, Donanma ve diğer mecmualarda da çalıştı. Harb-i umumî senele­ rinde Tasvir-i efkâr'o. yazıyordu. Mütarekede ise, Yeni gün gazetesinin müdir-i mes’ulü idi. Bu gazetede, Mehmed V I. aleyhine yapılan neş­ riyattan dolayı, tevkif edilerek, divan-t harbe verildi ise de, bu vartayı çabuk atlattı. Cum­ huriyet devrinde İleri, Vakit, Akşam , Cumhu­ riyet gazeteleri ile bir çok mecmualarda yazı­ lar neşretti. Hayatının son senelerinde bir lügat hazırlamakla meşguldü. Nihayet uzun süren bir hastalıktan sonra, 21 eylül 1932 de Heybeli-Ada ‘da vefat etti. Heybeli-Ada mezarlığında medfundur. İrili ufaklı eserlerinin sayısı 140 ’a varan Ah­ med Rasim, ilk yazılarında, Ahmed Midhat Efendi ‘nin açtığı çığırdan giderek, okuyucula­ rın kültür seviyesini yükseltecek her mevzua el atmış ve bilhassa lisanını, kendi kendine öğrenip tâkip ettiği fransız neşriyatından iktitaflar ve tercümeler yapmak suretiyle, o devrin tenevvür cereyanına ayak uydurmuştur, İlk eser-

AHMED RASİM. terinden olan Fonograf ( 1302), Elektrikiyei-i sakine (1303), Elektrik (1304), Teşekkül-i cihan (1304) ile müsbct ilim mevzularına, Edebiyat-ı garbiyeden bir nebze (1303) ‘sinde fransız klâ­ sik ve romantiklerinden yaptığı tercümeler ile garp edebiyatına, Arapların tcrakkiyat-ı mede.niyesi (1304), Cizvit tarihi (130 4 ), Eski romanlar (1304), Ezh&r-ı tarihiye (1305) v.s. ile tarihe, Cümel-i hlkemiye-i ecnebiye (1303 )', Cümel-i hikemiye-i Osmaniye (1303), Garaib-i âdâi-ı akvam (1304) ile folklora te­ mas etmiş ve mektepler için bir çok alfabe, gramer, kıraat, tarih, hosap ve hıfzıssıhha ki­ tapları; kaleme almıştır. Onun şimdi bize pek . sathî gelen bu allâmeliğinin yegâne cazip tarafı, üslûbudur. Hakikaten, Ahmed Rasim ‘in daha ilk; eserlerinde bilo, kari i cezbeden sade, munis ve kıvrak bir üslûp ile karşılaşırız. Onun bütün hüneri, iptizale düşmeyen samimî ve sıcak bir ifade ile her mevzuda karii ile hasbıhâl edebil­ mesidir. O, bu meziyeti sayesinde, yarım asra yaklaşan muharrirlik hayatında, eserlerini daima zevkle: okuyan geniş bir okuyucu kitlesi bul­ muştur. : Ahmed Rasiın ‘in büyük ve küçük hikâyeleri ile : mensureleri, Servet-i fünun edebiyatı nes­ rine ve romancılığına ulaşan tekâmülün bir merhalesini teşkil eder. Romantik aşk sergü­ zeştleri ile basit aile facialarından ibaret olan hikâyeleri, bizatihi birer kıymet olmaktan ziya­ de, devrin hassasiyetine uygun bir tarz ve üs­ lûp ile işlenmiş yerli mevzulardır. İçlerinde İstanbul: hayatına dair renkli ve realist tasvir­ ler de bulunan bu eserler, tekrar tekrar basıl­ mış ve zevkle okunmuştur. Bunlardan İlk s:t gi ( *3°7 )» Güzel Eleni ( 1308 ), Meyl-i dil (1308 ), Tecarib-i hayat (130 8 ), Mekteb arkadaşım ( 1 3 u ), Nâkâm (1315), A sker oğlu ( 131 5) ve Ülfet (1316) zikre şayandır. Üç cilt tutan Kita­ : be-i gam {1315—1316 ; şaire Nigâr bint Osman'a ithaf edilmiştir) ile dört ciltlik Omr-i edebi : (1315—1318 ) ‘si, hâtıra, mensure ve tenkitlerden mâada, bazı hikâye ve makalelerini de ihtiva eder. İlk büyük hikâyelerinin mevzuları hakkın­ da bk. Horn, Gesch. des türkisehen Moderne, si 46 v.d. Tercümeleri meyanında Camille Flam­ marion 'dan Ürani (1308), Carmen S y lv a ‘dan Kar pat dağlarında (1314), H. Sienkievv’ıcz ‘ten Mızıkacı Yanko ve Kamyonka ( 1 31 8) , J. Richepin ‘den Uhlan karısı (1318 ), Jules Verııe ‘den Kaptan Jipson ( 1 320) ve D. Lesueur ‘den Madam Hardiher (1 3 21 ) ile Sven H edın‘den Asya kumsallarında ( 1 3 2 3 ) ‘yi kaydetmekle iktifa edelim. Y a z ı h a y a t ın ın i l k s e n e l e r i n d e m u h t e l i f t a r i ­ h î m e v z u la r d a te lif ed en

[ y u k . b k .) e s e r l e r

A hm ed

R a s im ,

te r c ü m e ve

m e ş r u tiy e ti

m ü te a ­

201

kip, tekrar bu sahada çalışmış ve, idadilerde okutulmak üzere, dört ciltten mürekkep R e­ simli ve haritalı osmanlı tarihi ( 1 3 2 6—1328) 'ni neşretmiştir. Terkibî bir görüşün hâkim olduğu bu eserin asıl kıymeti, faid e başlığı ile, sahife altlarına dercettiği eski devirlerin örf ve âdetlerine, askerî ve İdarî teşkilâtına teşrifat usûllerine, tarihî ıstılahlara v.s. dair notlardır. Muhtelif tarihî makalelerini ihtiva eden Tarih ve muharrir ( 1 3 2 9 ) ‘i ile yakın tarihten bahis İk i hâtırat, üç şahsiyet (1332 ) ‘i çok canlı ve cazip birer eserdir, istibdaddan hâkimiyet-i milliyeye ‘sinin ilk cildi (1924), Abdülhamid I. ‘in ölümü ve Selim 111. ‘in hü­ kümdarlığından Kırım muharebesine kadar ge­ çen devrin İçtimaî çehresini belirtmek maksa­ dı ile, kaleme alınmıştır; ikinci cildi ise (1925 ), Abdülaziz ‘in hal'ine ve ilk meşrutiyetin ilânı­ na kadar geçen safhaları tasvir eder. Mukad­ dimesinden de anlaşılacağı vecihle, Türkiye 'nin son tarihî tekâmülünün siyasî vo İçtimaî âmil­ lerini tahlil maksadı ile, kaleme alınan bu eser, Abdülhamid IL devri ile ikinci meşrutiyet ve barb-ı umumiyi ihtiva etmemek suretiyle, an­ cak terkibî bir methal mahiyetinde kalmıştır. Ahmed Rasim, edebî şahsiyetlere dair, bazı monografiler de hazırlamıştır. Bunlardan yalnız Şinasi ‘ye ait olanı ( Matbuat tarihine medhal, ilk büyük muharrirlerden Şinasi, 1927) matbu olup, Akif Paşa, Ziya Paşa ve Namık Kemal 'e dair monografileri henüz basılmamıştır. Ahmed Rasim ‘in müşahede ve tahattur ka­ biliyeti, türk edebiyatına ölmez eserler kazan­ dırmıştır. Abdülhamid II. devrinin İstanbul 'u, bütün renkleri, sesleri ve tipleri ile, onun ma­ kale, kronik ve hâtıralarında canlanır: semtler ve mesireler, bütün o gizli veya aşikâr husu­ siyetleri ile, kenar mahallelerin tulumbacıla­ rından Bâbıâli caddesinin muharrir ve şairle­ rine varıncaya kadar, İstanbul 'un bütün o çe­ şitli ve rengârenk ahalisi, şive ve zihniyetleri ile, velhasıl şehrin bugün tarihe karışan haya­ tı, bütün ânatı ile, ancak onun eserinde beka­ nın sırrına ermiş bulunuyor. Şehir mektubları (4 cilt, 1328/1329) 'nin 218 kroniki, o devrin İstanbul hayat ve zihniyetinden çekilmiş birer enstantane kıymetindedir. Vak’aların ve tiple­ rin tasvirine tempo tutan üslûbun tatlı edası ve mizahî çeşnisi, gizli, fakat derin bir san’at endişesinden hiç de mahrum değildir. Külliyat-ı sa'y-ü tahrir serisinin Makalât ve musahabat (1325 ) ‘ını, Menakib-i İslâm ( 2 cilt, 1325/1326 ) ‘mı ve Eşkâl-i zaman (1334) ‘t, Cldd-ii mizah (1336 ) ‘i, Gülüp ağladıklarım (1340 ) ‘ı ve Mu­ harrir bıi ya (1927) ‘yi aynı kronik nev'ine ithal edebiliriz. İki ciltlik Fuhş-ı atik ( 1340) ‘i, eski zevk âlemlerinin, Beyoğlu hayatının ve

AHMED RASİM — AHMED RESMÎ.

202

baskınların hâtıra tarzında yaşatılmış gayet realist bir panaromasıdır. Falaka (1927 ), â m i n a l a y l a r ı ve sarıklı hocaları ile, eski mahalle mekteplerini, Şair, muharrir, edib (1924) ise, kitapçı dükkânları, gazete idarehaneleri, derbe­ der muharrir ve şairleri ile, Bâbıâli caddesi­ ni canlandırır. Romanya mektublart ( 1332), harb-i umumî içinde Romanya ya yaptığı bir seyahatin nükteli bir lisanla kaleme alınmış, meraklı sergüzeştidir. Ahmed Rasim, aynı zamanda, alaturkanın bütün inceliklerine vâkıf bir bestekârdı. Bir zamanlar bütün İstanbulluların ağzında gezen şarkıları, onun hüzünlü veya şen günlerinin birer hâtırasıdır. Sayısı 65 'i bulan bu şarkıla­ rın notaları, bugün Darüşşafaka kütüphanesin­ de hıfzedilmektedir. A h m e d R a s i m , t ü r k n e s r in d e

o r i ji n a l

( r a s i-

m â n e ) b i r ü s lû p y a r a t m ı ş b i r m u h a r r i r d ir . n a z a rd a ö lç ü lü

ta k lid i

ve

z a rif

k o la y b ir

g ib i g ö r ü n e n

hamour

'u n

şen

İ lk

b u ü s lû p , b i r if a d e

t a r z ı o ld u ğ u n d a n , k o la y b i r m u v a f f a k i y e t l e b e ­ n im s e n e m e z . B ü t ü n v a r l ı ğ ı i l e s e v d i ğ i

İs ta n b u l

'u d o y a d o y a y a ş a m ış v e y a ş a t m ı ş o la n A h m e d R a s im , e d e b î tü rk

e d e b iy a t

d a m g a s ın ı

m e k te p v e t a r ih i n e

v u rm u ş

n â d ir

c e r e y a n la r ın k u v v e tli b ir

d ış ın d a ,

ş a h s iy e t in in

g a z e te c i v e em ­

s a l s iz b i r m u h a r r ir d ir .

B i b l i y o g r a f y a : Eserlerinin tam bib­ liyografyası için bk. Bibliyografya (1932), II, 12 ; Hüseyin Cahid, Kavgalarım ( 1326 ), s. 259—290 ; VI. Gordlevskiy, Oçerki po novoy osmaııskoy iiteraturı (Moskova, 1912), s. 76, 100; M. Hartmann, Unpolitichc B riefe aus der Türkei ( Der islamische O rient; Leip­ zig, 1910), Iudeı;, s. 252 ; İsmail Habib, Türk teceddüt edebiyatı tarihi (1340), s. 567 v.dd.; ayn. mil, Tanzimatianberi ( ı g şo) , s. 358 v. dd., 364 î İsmail Hikmet, Türk edebiyatı tari­ hi ( Bakû, 1925 ), s. 661—667 ; Ahmed İhsan, Matbuat hatıralarım (1930), I, 76 ; İbnülemin Mahmud Kemal, Son asır türk şairleri ( r939 V I I I , 1358— 1362; Reşat Ekrem Koçi, Ahm ed Rasim, hayatı, seçme şiir ve y a ­ zıları (1938). ( S ad rî E s a t Sîyavu şgîl.) A H M E D R E S M Î . AHMED R E S M İ ( 1700­ 1783 ), osmanlı devlet adamı ve müverrihi. Res­ mî namı ile maruf olan Ahmed b. İbrahim, Girid ’de Resmo ( Rethyınno ) ’dan olup ( belki ismi de buradan gelir ), aslen rum olduğu söy­ lenir (krş. J. v. Hammer, G O R , VIII, 202). 1112 (1700) de doğmuş ve 1146 (1 7 3 3 ) da İs­ tanbul 'a gelerek, tahsile başlamıştır. Burada reisülküttap Tavukçu Damadı Mustafa Efendi ’nin kızı ile evlenmiş ve devlet hizmetine gire­ rek, muhtelif şehirlerde, bir çok memuriyetlerde bulunmuştur ( bk. S icill-i 'oşmâni, II, 380 v.d.).

1171 saferinde ( teşrin I. 1757), elçi sıfatı ile, Viyana 'ya gitmiş ve avdetinde şahit olduğu hâdiseler ile intihalarını ihtiva eden bir sefaretname kaleme almıştır. Zilkade 1176 (m ayıs 1763 ) da tekrar Avrupa ’ya, Berlin ‘de Prusya kıralı nezdinc, elçi olarak gönderilmiştir. Bu defa da, Prusya politikası hakkında görüşleri, Berlin şehri ve ahalisinin tasviri ve diğer müşahede ve nıütaleaları ile, daha o zaman­ dan garplıların alâkasını celbeden, mufassal bir sefaretname daha yazmıştır. Ahmed Res­ mî bundan başka bir çok mühim memuriyet­ lerde bulunduktan sonra, 2 şevval 1197 (3 1 ağustos 1783, bu tarih için krş. F. Babiuger, G O W, s. 309, not 2 ) de, İstanbul 'da vefat etmiştir. Mezarı Üsküdar 'da, Selimiye mahallesindedir. . Yukarıda bahsi geçen Viyana ve Berlin sefaretnamelerinden maada, Ahmed Resmî, osmanlı-rus seferi ve Küçük-Kaynarca muahe­ desi (1769—1774) hakkında, Hıılâşat al-i'tibâr adında, bir risale telif eylemiş ve eserine osmanii tarihinin bu çok mühim devrinde yaşayıp, bizzat harbe iştirak eden ve [ muahedeninin akdinde, murahhas olarak bulunan ] bir insan sıfatı ile edindiği intibaları dercetmişti. Tercüme-i hâllere dair te’lifatı ve bilhassa 64 reisülküttabın tercüme-i hâlini ihtiva eden ffa d ik a t al-ruasa (1744 = 1157 de kaleme alınmıştır) 'sı ile darüssaade ağalarının hayatlarından bahs­ eden Hamllat al-kubara ’sı hususî bir kıymeti haizdir. Alay Beyi-zade lâkabı ile maruf Meh­ med Emin b. Hacı Mehmed 'in Vafayat ’ına zeyil olarak yazdığı eser, 1077 (1766 ) de kale­ me alınmıştır ki, bu da aynı ehemmiyettedir. Esere vefat eden meşhur erkek ve kadınların isimlerini, 12 liste hâlinde, dercetmiştir ( bu eserin tam muhteviyatı için krş. J . v. Hammer, G O R , IX, 187 v.d.). Bundan maada coğrafya ve darb-ı mesellere dair bir çok eserleri vardır. Sefareînamelerin bir çok yazma nüshaları mev­ cuttur ( bunların listesi için bk. F. Babinger, G O W, s. 31 1 , buna Ms. Or. 4°, 1502, var. 27b— ^66 (nakıs); Berlin devlet kütüphanesi, Suppl. Turc, nr. 510 [ ? ] ; Paris Bibi. N at.; Paris 'te Clem. Huart kolleksiyonu ilâve edilmelidir). Bu yazmaların matbu ve tercümeleri hakkında bk. F. Babinger, G O W, s. 3 1 1 . Buna Prodroz Resmi Ahmed-Efendego do Polski poselstvıo jego do Prus 1177 ismi ile, J . J. S . Sekowski tarafından Vasıf, Târih, 1, 239 v.dd. göre, ya­ pılan lehçe tercümesini ilâve etmek lâzımdır ( Collecianea z Dziejopisom Tareckich, II , V ar­ şova, 1825, s. 222—289). B i b l i y o g r a f y a : Mehmed Şurayya, Sicill-i 'oşmâni, II , 380 v.d .; Bursalı Mefymed Tâhir, 'Oşmânlı m ü ellifleri, II I, §3 v,dj

AHMED RİFÂÎ. ( eserlerinin listesi ile beraber) ; F. Babinger, G O W , s. 309—312. (F ra n z Babinger.) ■A H M E D R İF Â l. AHMED a l-R İF A 'I, A h ­ med b. 'A ü A b u 'l- ’Abbâs (1116/1118 ? —1183), r i f â î tarikatı m ü e s s i s i , 22 cemaziülevvel 578 ( 23 eylül 1183 ) de, Vâsit bölgesinde, Umm ‘Abida 'de ölmüştür. Bazı müelliflere göre, mu­ harrem: 500 ( eylül 1106 ) de, fakat diğerlerine göre, recep 512 (teşrin I. / teşrin II. 1118) de, Basra bölgesinde, Karyat Haşan köyünde doğ­ muştur. Bu mahaller Batâ’ih denilen mmtaka dahilinde: bulundukları için, al-Ba(â’ilji nısbesi ile de anılır; al-Rifâ'i nesbesinin ecdadından, Riffi'a adında birinden, geldiği söylenirse de, bazıları bunun bir kabîle adı olduğuna zahip olmuşlardır. Bu R ifâ’a adındaki ceddi, 317 de, Mekke’den Endülüs (İspanya) ’te İşbiliye ( S e ­ villa ) şehrine hicret etmiş ve Aijmed ’in büyük babası, 450 de oradan Basra ’ya gelm iş; bun­ dan dolayı, al-Mağribi nisbesi ile de anılır. İbn Hallikân ’da Ahmed R ifâ’i ’ye dair malû. mat kıttır. Târih al-islöm ( Bodleian, yazm.) ’da 680 de Muhyi ’ 1-Din Aijmed b. Sulaymân slHammâmi tarafından, Aijmed Rifâ’i ’ye dair, bir tilmize hikâye edilmiş olan menkıbeler ( Manâlfib) mecmuasından iktibas edilmiş daha çok malûmat vardır. Abu ’1-Hudâ Efendi alRâfi’İ al-Hâlidi al-Şayyâdi tarafından yazılan Tanvır al-absâr (Kahire, 1306) ve Kilâdat al-cavâhir ( Beyrut, 1301) ’de bu eserden bahs­ edilmez. Mufassal bir tercüme-i hâl kitabı olan Kilâdat ’ta, Taki al-Din 'Abd al-Rahmân b. ‘Ahd al-Muhsin al-Vâsiti ’nin ( ölm. 744; Kâtib Çelebi tarafından kaydedilmiştir) Tir­ yak al-muhibbln, Kâsiın b. al-Hâcc ’m Umm al-barâhin, 'İzz al-Din al-Fârüşi *nin (ölm. 694) al-Nafha al-m iskiya unvanlı kitaplarının ve: daha başka eserlerin sık sık adları geçer. ■:Al-Hammâmi ’nin naklettiği menkıbeler, al-Rifâ'i ’ye müezzinlik etmiş olan Y a’küb b. Kurâz adında birinden rivayet mahiyetindedir. Bu gibi malûmatı çok ihtiyatla telâkki etmek gerektir. Bazıları Ahmed Rifâ’i'nin, babasının vefa­ tından sonra doğmuş olduğunu kaydederlerse de; ekseriyete göre, babası 519 da, Ahmed yedi yaşında iken, Bagdad ’da ölmüştür. Ondan sonra Basra civarında Nahr Daklâ 'da ikamet eden dayısı Manşür aI-Ba{â’ihi tarafından büyütül­ müştür. Bu Manşür (bk. Şa’râni, Lavâkih alanvâr, 1, 1 7 8 ) ’un bir tarikat şeyhi olduğu ve .. bu cemaata Ahmed tarafından ( eğer torununun rivayeti- doğru ise ; bk. K ala id, s. 88 ) al-Rifâ‘ıy a : adı verildiği rivayet edilir. Manşür yeğenini B asra ’y a . göndererek, şafiî ulemasından Abu ’ 1-FazI ‘A li al-Vâsiti ile dayısı Abü Bakr alVâsiti den: ders aldırmıştır. 27 yaşında tahsilini bitirip; Ahu ’I-Fail ’dan icâzet aldığı vakit,

dayısı Manşür hırka vererek, anasının mensup olduğu ailenin, anlaşıldığına göre, bazı emlâ­ ke sahip olduğu ve babası Yahya al-Naccâri al-Anşâri 'nin medfun bulunduğu Umm ‘Abida ’ye gidip yerleşmesini tavsiye etmiştir. Bir yıl sonra ( 540) Manşür ölmüş ve tarikatin şeyh­ liğini ( m aşyaha), öz oğlunu bertaraf ederek, Ahmed ’e bırakmıştır. Faaliyeti, Umm ’Abida ile onun civarında bulunan ve adları coğrafyacılarca bilinmeyen köylere münhasır kalmış gibi görünür. Hattâ Umm 'Abida bile, her ne kadar Marâsid aliftilâ' ’in bir nüshasında adına tesadüf edili­ yorsa da, Yâküt tarafından kaydedilmemiştir. Bu hâle nazaran, Abu ’ 1-Hudâ tarafından müridlerinin, hattâ halifelerinin sayıları hakkında zikredilen pek mübalâğalı rakamlara ve bunları muazzam binalarda şahâne bir surette geçindir' diğine dair nakledilen rivayetlere inanmak güç­ tür. Sibt b. al-Cavzi Mir ât al-zamân ( Chica­ go, 1907, s. 236 ) 'da, onların şeyhlerinden biri­ nin, kendisine, bir şa’ban gecesi al-Rifâ'i ’nin yanında 100.000 kişi görmüş olduğunu söyledi­ ğini nakleder. Şazarât al-zahab ’de bunun biz­ zat Sibt b. al-Cavzi tarafından müşahede edilmiş olduğu kaydedilir; hâlbuki bu zat 581 de, R ifâ’ i 'nin vefatından üç yıl sonra, doğmuş­ tur. Tanvır al-abşar ( s. 7,8 ) ’da kendisi gibi büyük babasına da ayni iddia atfedilir. Muakipleri kendisine hiç bir yazılı eser atf­ etmezlerse de, Abu ’ 1-Hudâ âtideki eserleri kayd eder: 1. 577 ( 3 recep ) ve 578 de irad etmiş olduğu iki hitabe ( ınaclis) ; 2. kasidelerinden teşekkül eden bir divân ; 3. dualar ( ad'iya ), virdler ( a v râ d ) ve hizbleri ( akzâb) ihtiva eden bir mecmua; 4. bilvesile söylemiş olduğu bir çok sözler ki, bunlardan bazıları, mev’iza denilebilecek kadar, uzundur ve sık sık teker­ rürlerle şişirilmiştir. Bunlardan r, 2 ve 4 te, 'A li ve Fâtima neslinden geldiğini ve yer yü­ zünde Peygamberin na’ibr olduğunu iddia eder. Fakat tercüme-i hâlini yazanların mahviyetin­ den, kufb, ğavş ve hattâ şayh gibi unvanları istemediğinden İsrar ile bahsettiklerine göre, bu vesikaların sıhhatinden şüphe edilebilir. Şazarât al-zahab ’de (IV , 260) temin edildiğien göre, rifâîler tarafından yapılan (Lane, Mo­ dern Egyptians, I, 305 te tasvir edilen ) kızgın fırına girip oturmak, arslanlara binmek v. s. gibi şeyler, tarikat müessisince meçhul idi ; bunlar tarikata moğul istilâsından sonra gir­ miştir. Her hâlde onun tarafından icad edil­ memiştir ; zira bu gibi şeyler, daha evvel, IV. asırda, Tanuhi tarafından kaydedilmiştir. Zahabi tarafından nakledilen (Subki tarafından tekrar olunan, fabakât, IV, 40) menkıbeler, canlı mahlukları, hattâ bit ve çekirge gibi ha-

AHMED RİFÂÎ - AHMED ŞAH. 50leri bile, tazıp etmek veyahut öldürmekten çekinmek gibi, ahinsâ adlı'hind doktrinine ben­ zer, bir doktrin tezammun eder. Fakirliği, riya­ zeti ve tecavüze mukabele etmemeği telkin et­ tiği de söylenir. Mir ât al-zamân ’da bikaye edildiğine ğöre ve dostları tarafından, karısını bırakabilmek için, mehrine mukabil 500 dinar toplanmasına rağmen, karısı tarafından ateş karıştırmağa mahsus demir değnekle dÖğülmeğe razı olmuştur. ( Bu meblâğın R ifâ’i ’nin fakrine dair rivayetler ile te’lifi güçtür). Muasırı olan ‘Abd al-Kâdir al-Giiâni ile mü­ nasebetlerine dair, birbirini tutmayan, rivayet­ ler vardır. Bahcat al-asrâr ’da al-Rifâ'i ’nin iki yeğenine ve 576 da onu Umm 'Abida ’de zi­ yaret etmiş olan birine mevsuk olarak yapıl­ mış gibi görünen isnatlara nazaran, Bagdad ‘da ‘Abd al-Kâdir ayağının bütün velîlerin boyun­ ları üzerinde olduğunu söylediği vakit, Umm ‘Abida ’de al-Rifâ’i ’nin „benim boynumun da Ü3tünde“ dediği işitilmiştir. Bundan dolayı, ba­ zıları onu ‘Abd al-Kâdir ’in tilmizi sayarlar. Diğer cihetten Abu ’ 1-Hudâ nin zikrettiği müel­ lifler, 555 tarihinde, Medine ’de, Peygamberin yegâne mucizesi olarak, R ifâ'i tarafından Öpül­ mek üzere, sandukasından elini çıkardığını mü­ şahede edenlerden birinin ‘Abd al-Kâdir oldu­ ğunu söylerler; bundan başka al-Rifâ‘i 578 hitabesinde selefleri sırasında, ‘Abd al-Kâdir ’i değil, Manşür ’u zikreder. Binaenaleyh bu iki zatın birbirinden müstakil olarak hareket etmiş olmaları muhtemeldir. Ailesine dair tafsilât, ‘Omar adında bir til­ mizinin torunu al-Fârüşi ’den alınmıştır. Bu za­ ta göre, Ahmed R ifâ'i evvelâ Manşür ’un ye­ ğeni Hadica ile evlenmiştir; onun vefatından sonra, kız kardeşi Rabi'a ’yı almıştır. Onun ölü­ münden sonra da, Muhammed b. al-Kâsimîya 'nin kızı, Nafisa ‘yi nikahlamıştır. Bir çok kızı ve üç oğlu olmuştur. Oğullarından hepsi kendisin­ den evvel ölmüşlerdir. Tarikatin riyasetinde kendisine kız kardeşinin oğlu, ‘A li b. ‘Ogmân, halef olmuştur. B i b l i y o g r a f y a : Kaynaklar makale­ nin içinde zikredilmiştir. ( D . S. M a r g o u o u t m . ) AH M ED Ş A H . AHMED ŞAH , Hindistan ’m bir çok müslüman hükümdarlarının ismidir. En tanınmış olanları şunlardır:

Mahrâthâ 'lardan yardım istedi; fakat bunun neticesi olarak, Mahrâthâ ’1ar kendi ülkesinin eyaletlerini yağma ettiler; bir taraftan da efganlılar Pencâb ’da aynı tarzda hareket eyle­ diler. Ahmed Şâh, şahsen, âciz bir hükümdar­ dı. Ancak kendi zevk ve sefası için yaşıyordu. Nitekim, vezir Şafdar Cang ’in azlinden biraz sonra, saltanatı sona erdi. Ondan sonraki ve­ ziri ‘tmâd al-Mulk Ğâzi 1-Din Hân, kendisine hükümdarlığa ehliyetsiz olduğunu ilân ettirerek, onu hapse attı ve gözlerini oydurdu ( 1167 = 1 7 5 4 ) . Ahmed Şâh 1189 ( 1 7 7 5 ) da öldü. 2.

A hm ed

Şâh

I. b . D â v ü d Ş â h , B e h m e n î-

l e r e m e n s u p tu r . D e lc h a n ‘d a , 8 2 5 t e n 8 3 8 dar

{1 4 2 2 — 1435)

sü rd ü

ve

'e

ka­

m e r k e z in i

£ b k . BEHMENÎLER ]. Afcmed Şâh I. ’m oğlu ve halefidir. 8 3 8 den 8 6 2 ’ye kadar ( 1 4 3 5 — 1 4 5 7 ) saltanat sürdü. Behmenîlerin sülâlesinde, ekse­ riya, 'A lâ' al-Din unvanı ile anılır. Konkan ’1 hâkimiyeti altına aldı ve Handeş ile Gucarât prenslerine karşı muvaffakiyetli seferler yaptı [ bk. BEHMENÎLER ]. B id â r

’a

hüküm

n a k le tti

3.

A h m e d Ş â h IL ,

4.

A hm ed Ş â h

I I I, b . M a h m ü d Ş â h

II ., 9 2 4

ten 9 2 7 ’ye kadar { 1 5 1 8 — 1 5 2 1 ), ancak ismen, saltanat sürdü [ bk. BEHMENÎLER ]. 5.

A

h m ed

Ş

âh

b

. M ah am m ed

Ş

âh

Şams

Bengal prensi ( 835—846 = 1431— 1442 ). [ Bk. R Â C Â HÂN ]. 6 . A tfM E D Ş Â H 1. B . T a t a r H â n , büyük ba­ bası Muşaffar Şâh ’a halef oldu. 814 ( 1 4 1 1 ) te Gucarât tahtına geçti ve 846 (1443 ) ’ya kadar saltanat sürdü. Merkezini, bizzat tesis etmiş olduğu, Ahımedâbâd 'a nakletti. 7 . A h m e d Ş â h II., G u c a r â t h ü k ü m d a r ı; 9 6 1

A L -D In ,

‘d e n 9 6 9 'a k a d a r ( 1 5 5 3 — 1 5 6 1 ) h ü k ü m s ü r d ü .

8. AH M ED ŞÂH veyahut, ekseriyetle anıldığı gibi, Ahmed Nizâm Şâh ( 7 —1508 ), Ni?âm-Şâhlar hanedanının müessisı olup, Behmenî Mah­ müd Şgh 'ın veziri Nizâm al-Mulk Bahri ’nin oğludur. Babası katledildikten sonra, onun un­ van ve mevkiini gasbederek, kendisine karşı Behmenîlerin göndermiş olduğu kıt’aları hezi­ mete uğrattı ( 895 = 1490) ve yeni kurulan Ahmednagar şehrinde, müstakillen hükümdar oldu. Ahmed Nizâm-Şâh 914 (1508) te öldü [ bk. Nİ?ÂM Ş Â H ]. _ AH M ED Ş A H . AFIMED ŞA H D u r r â n T, (1722—1773 )> bir efgan hanedanının müessisı1. A hm ed Ş âh B a h â d u r M u c â h Id a l -D în dir. Ahmed Hân ( ilk önce böyle tesmiye edilir­ A b O N a ş r (1725—1775), Hindistan türk hü­ di ; şâh unvanını sonradan a ld ı), Şâh ‘Abbâs kümdarı olup, Muhammed Şâh ’ın oğlu ve hale­ I. ’ın zamanında, Herat civarında yerleşen A bfidir; 1133 (1725) de doğdu ve 1161 {1748) de dâli ‘lerin reisi Sadözay ailesinden Muhammed tahta çıktı. Saltanatı esnasında fi’lî kuvvet, Zaman Hân 'm oğlu idi. Sadözay ' 1er, Abdâli aşi­ aynı zamanda hükümdar tarafından da vezir retinin Pöpalzay klanı içinde mühiiu ailelerden tayin edilen Oudh navâbı Şafdar Cang elinde biri olarak, tanınmıştır. Bu aile Multâa ‘a nefyidi. Aljmed Şâh, Rohela ’ları te'dip etmek için, edilmişti; 1716 tarihlerinde ise, Herat ’ta bulun*

AHMED Ş A R

makta idiler. Bu ailenin iki kolu arasında bir kavga ç ık tı; bu kavga, Zaman Hân tarafından : 'Abd Allah Hân Vn reislikten atılması ve belki de katli ile, neticelendi. Zaman Hân, kabilenin reisliğine geçerek, onun kuvvetini hayli arttır­ mıştır. A bd âli'!er Horasan'da yayıldılar ve .1722 de Meşhed 'i muhasara etmeğe bile kal­ kıştılar, fşte Ahmed Şâh bu sıralarda doğdu. 'Abd Allâh H ân ’ın oğlu AHâhyâr Hân, men­ fasından Herat "a avdet ederek, Zamân Hân 'ı : oradan atmağa muvaffak oldu. 1728 de Nâdir Şâh Horasan'ı istilâ edince, AHâhyâr ona tes­ lim oldu ; fakat Zamân Hân 'in oğulları, Zu '1-Fikâr Hân ile Ahmed Hân, yeniden isyan etti1er. 1731 de Nâdir Şâh, Herat 'ı aldı ve A bda­ : Ii ’lerin nufuzunu kırdı. Bir çok reisler Multân 'a : nefyedildiler; Zu 'I-Fikâr Hân ile Ahmed Hân Kandahâr Galzay 'lerinin eline düştü. 1737 de Kandahâr‘ı zapteden Nâdir Şâh bu iki prensi serbest bırakarak, himayesine aldı. Abdâli 'terin büyük bir kısmını kendi ordusuna ithal etti ve : onları Kandahâr civarında, Galzay ‘lerin zaptet­ miş oldukları eski topraklarına yerleştirdi. A h m e d F ( â n M â z a n d a r â n 'a v e N â d ir Ş â h 'm o r d u s u n d a k i

v â li t a y i n b e lli b a ş lı

: r a d a n b i r i o ld u , H in d is ta n ‘ 1 i s t i l â s ın d a n

e d ild i üm eso n ra

N â d ir Ş â h , o r d u s u n d a k i ş i ’î u n s u r la r ın d a n , i r a n ­ l ı l a r i l e k ız ı t b a ş l a r d a n

yavaş

yavaş

ş ü p h e le n ­

m e ğ e b a ş la d ı v e ö z b e k le r ile e fg a n la r a v e b il-

A h a s s a A b d â l i 'l e r e k e n d is in in m ü n cer

k a tli

o ld u

te v e c c ü h

ile

g ö s te rd i.

n e tic e le n e n

(1160 = 1747).

Bu

da,

b ir

s u ik a s t a

O rad a

b u lu n a n

A h m e d H â n , A b d â l i 'l e r d e n m ü r e k k e p b i r k ı t ’a i l e , b i r İ r a n n a k l iy e k o l o n a h ü c u m e d e r e k , b ü ­ y ü k b i r h a z în e y i

e le g e ç ir d i.

So n ra,

a d a m la r ı

i l e b e r a b e r , E f g a n i s t a n ‘a d o ğ r u h a r e k e t e t t i .

; ' Kandahâr 'ı kolaylıkla eline geçirdi ve Şâbar Şâh namında bir devrişin tavsiyesi üzerine, başlıca Abdâli melikleri tarafından hükümdar seçildi. Abdâli'lerden maada Balöo'ler Hazâra '1er ve kızılbaşlar da intihaba iştirâk ettiler, yalnız Galzay 'lere mağlûp bir düşman gözü ile bakıldığı anlaşılıyor. Bu aralık takriben 25 yaşında bulunan Ahmed Hân şâh unvanını aldı ve kendine D urr-i Darrân (bazen söylendiği gibi, D nrr-i Davran „asrın İncisi“ değil) ismini verdi. Abdâli kabilesi de bu andan itibaren „Durrâni“ »di ile anılmıştır. Tahta çıktıktan sonra K lb il'e nakletti; fakat Kandahâr, salta­ natı müddetince, yine payitaht olarak kaldı. Nâdir Şâh ‘ın kurduğu Nâdirâbâd'a rakip ola­ rak, yeni bir şehir tesis etti ve bu şehre A şraf al-Bilâd „şehirlerin en güzidesi“ adını ver­ di. Kâbil 'i, hafif bir mukavemetten sonra, iş­ gal e tti; Gazne 'yi tedip etti, G alzay'leri yola getirerek, o havaliye Durrâni 'ierden vâliler ııasbetti ve sonra Hindistan 'a gitti. Şurasını

da kaydetmek lâzımdır ki, Ahmed Şâh kendini, Nâdir Şâh "m şarkta taht-l tasarrufunda bulu­ nan, bütün memleketlerin vârisi addetmekte idi. Sind nehrinin garbında, vaktiyle Muhammed Şâh 'm terketmiş olduğu, bütün arazi buna da­ hildi. Mamafih Ahmed Şâh, fütuhatı ile selefini geçmeği gaye bilmiş ve hiç bir zaman bu mah­ dut Hind eyaleti ile iktifa etmek istememiştir. A rtık Dehli imparatorluğu satvetini kaybetmiş bulunuyordu. Nâdir Şâh 'm istilâsı bu impara­ torluğu temelinden sarsm ıştı; Sikh ‘ler, Pancâb 'da, Mahrâthâ '1ar, merkezî Hindistan 'da hâkimiyeti ellerine almışlardı. Cür’etkâr bir müstevlinin muvaffak olması için, her türlü im­ kânlar mevcuttu. Bununla beraber, Ahmed Şâh ilk istilâ hareketinde (1161 = 1748) mu­ vaffak olmadı. Lahor ‘u aldı ise de, Sarhind ‘de ( mart 1748) vezir IÇamar al-Din ile cesur oğlu Mir Manü tarafından mağlûp edildi; fakat bu vezir muharebede maktul düştü. Az bir zaman sonra, Muhammed Şâh da öldü. Bu hâdise A h ­ med Şâh *1, yeniden taarruza geçmek hususun­ da, cesaretlendirdi. O zaman Pancâb valisi olan Mir Manü, Dehli 'den yardım görmediğinden, Ahmed Şâh 'a inkiyat etti ve Lahor ile Multân eyaletleri Ahmed Şâh *ın hükmü altına girdi. Ahmed Şâh Deracât, Multân, Şikârpur ile Bo­ lün geçidinden geçerek, Kâbil 'e döndü. Ahmed Şâh, müteakip dört sene zarfında, Horasan iş­ leri ile meşgul oldu. Herat '1 al dı; sonra Meş­ hed 'i işgal ederek, burasını Nâdir Şâh 'ın toru­ nu Şâhruh 'a verdi ve 1163 (175 0 ) te, o zama­ na kadar kendisine karşı gelmiş olan Nişâpür 'u zapta muvaffak oldu. Ertesi sene Kâyn hanı Mir 'Alam Şâhruh'u yakalayıp, gözlerini çıkardı. Fakat Ahmed Şâh onu tahtına iade ve Mir 'Alam Hân 'ı, mağlûp ederek, Öldürdü. Aynı sene, satveti artmakta olan Kâcâr *lar ile çar­ pıştı ise de, Astarâbâd ‘da püskürtüldü ve garp istikametinde artık daha ileri gidemedi. Salta­ natının beşinci senesinde Meşhed 'de bastırılmış olan para, bu devreye ait olsa gerektir. 1169 (1755 ) da Mir Manü öldü ve onun dul karısı, Muğalâni Begim, Pancâb 'da mevki-i ik­ tidarı gasbederek, sevgilisi Adina Beg ile bir­ likte, hüküm sürdü. Dehli 'yi eline geçirmiş bu­ lunan vezir Gâzi ' 1-Din, bu eyaleti tekrar impa­ ratorluğa raptetmek için, fırsattan istifade etti. Muğalâni Begim ‘in kızı ile evlenerek, kızı ve annesini Dehli 'ye götürdü ve Lahor ‘u ele ge­ çirdi. A h m e d Ş â h d e r h â l L a h o r 'a y ü r ü d ü (1170 = 1756) v e o r a d a v â l i s ı f a t ı i l e b ı r a k ı l a n A d in a B e g ‘i

ta rd ed erek ,

g i t t i . G â z i ‘1- D i n 1! . h i ç b i r h a k i k î m u ­

D e h li 'y e

i l e b i ç a r e Ş â h 'Â l a m g i r

k a v e m e t g ö s te r e m e d ile r . N a c ib a l-D a v la R o h S la , A h m ed Ş â h ile b ir le ş ti, A h m e d

Ş î h , 'A l a m g i r

A

h m ed ş a h

ile vezirim maiyeti araşma katarak, Dehli 'ye muzafferaııe girdi. Dehli 'de ancak kırk gün kald ı; şehri taraf darları baştan başa yağma ve tahrip ettiler. Bu işgalin hatırası olarak, 1170 (1756/1757 ) tarihli altın ve gümüş sikkeler bastırıldı. Mathurâ dahi yağma edildi ve Ahmed Şâh, Efganistan 'a avdetinden evvel, Nacib alDavla ’yi iktidar mevkiine getirdi. Zaten, oğlu Timur ‘u Lahor ve Multân nizamlığma tayin etmiş ve 'Alamgir II. ’in kızı ile evlendirmeğe muvaffak olmuştu. Bizzat kendisi de müteveffa Muhammed Şâh 'ın bir kızı ile evlendi. Timur 'u, isyan eden ve o devirde hayli kalabalık ve kuvvetli bir kütle teşkil eden Sikh’leri de ayak­ landıran sabık vâli Adina Beg ile uğraşmağa, memur etti. Adina Beg Pancâb ’a yayılmağa başlayan Mahrâthâ ’¡ar tarafından da yardım gördü ve 1173 ( 1759 ) te Lahor'u aldı. Sikh ’1er Amritsar ’1 alıp, Sarhind ’i yağma ve tahrip et­ tiler ; Mahrâthâ ’lar da Multân ’a ve Atak 'ta Sind kıyılarına vardılar. Bu hâdiseler Ahmed Şâh 'ın, Dördüncü defa olmak üzere, Hindistan ’a gelmesine sebep oldu (1174 = 1760). Şâh 'Alam gir II., Ahmed Şâh 'ın harekete geçmesi üzerine, Ğâzi 'l-Din tarafından öldürüldü ve küçük prens 'A li Cavhar ( ki, bilâhare Şâh ‘Alam II. unvanını almıştır) ingilizlerin hima­ yesine iltica etti. Ahmed Şâh Bolân boğazını geçti, Deracât ’tan şimale Peşâvar ’e yöneldi ve oradan Lahor ‘u geçerek, mutad Dehli yolunu tuttu. Karşısında Mahrâthâ ’lar gerilediler ; ken­ disi de Dehli ’yi işgal e tti; fakat cenuptan yak­ laşan büyük bir Mahrâthâ ordusu, onu kuvvet­ lerini toplamağa ve Pânipat ’a çekilmeğe mec­ bur etti. Bu büyük kuvvet, Sadâşev Bhâo ’nun kumandası altında, belli başlı bütün Mahrâthâ reislerini ve Sürac Mal 'in kumandası altında Cât 'lardan mürekkep bir müfrezeyi ihtiva edi­ yordu. Hindu 'lar ile Ahmed Şâh 'ın bayrağı al­ tında toplanan müslümanların ve bu meyanda en cenkçi ırkların böyle karşı karşıya gelme­ si, harbe bir din boğuşması mahiyetini verdi. Mahrâthâ ordusunun nüvesini, avrupaî talim ve terbiye görmüş k ıtalar teşkil etmekte idi. Ayrıca bir hayli süvarisi ve kuvvetli bir topçu­ su da vardı. Ahmed Şâh ‘ın ordusunda ise, asıl kuvveti efganlı süvariler teşkil etmekte idi. Evvelâ bazı müsademeler vukua geldi. Nihayet kat’î muharebe, Mahrâthâ 'ların hezimeti ile neticelendi. Böylece onların şimalî Hindistan ’da bir imparatorluk kurmaları ümidi de suya düştü. Bununla beraber Ahmed Şâh, belki de miidebbirane bir hareket olarak, onların yerine geçmeğî istemedi. Lahor ve Multân ’1 muhafaza etmek güç iken, daha fazla yayılmış bir impa­ ratorluğu muhafaza etmenin büsbütün imkânsız olduğunu anladı. Bu seferin hatırası olmak üze­

.

re, Dehli ’de, Bareli, Murâdâbâd, Aönla ve Sahrind (yahut S arh in d )’de sikke bastırıldı. Ah­ med Şâh Kâbil ’e döner dönmez, Sikh ’ler isyan edip, Amritsar yakınındaki Candiâla ’yı kuşat­ tılar. İşte Ahmed Ş â h ’ın beşinci seferi (1175== 1762), bu Sikh’Iere karşı oldu. V âki'âi-i D u rrâni ’de kendisinin, bir gece ansızın kalkıp yanına bir süvari müfrezesi olarak, Hindistan ’a yürüdüğü ve Candiâla ’ya vardığı zaman, maiyetinde ancak 10 veya 12 kişi bulunduğu hâlde, namının ilka ettiği dehşet sayesinde, Sikh ordusunun kaçtığı hikâye ediliyor. Ahmed Şâh ordusunu toplayarak, Sikh ’teri takip etti ve Ludhiâna nın cenubundaki Gücarvâl ‘a yakın bir yerde, onları kanlı bir hezimete uğrattı. Bu muharebe Sikh ’Jerce ghalüghâra ( „büyük boz­ gun“ ) diye tanınmıştır. Ahmed Şâh Sarhind ’de bir vâli bıraktı ve Lahor ’dan geçerek, memleketine döndü. Bu vâli, az bir müddet sonra, Sikh ’ler tarafından mağlûp edildi. Sarhind şehri yıkıldı (1176 = 2763 ). Bu şehir hâlen harâbe halindedir. Bu hâdiseler Ahmed Şâh ’1, altıncı defa olarak, Hindistan’a getirdi ( 1177 = 1764). Ahmed Şâh Pancâb ‘1 geçti ise de, fazla bir iş görmeden geriye döndü. Üç sene sonra, tekrar bu mem­ lekete girdi ( 2280 = 1767, Hintistan ’1 son isti­ lâsı ) ve Sikh ’ler ile barışmağa ve onların arasında kendisine müzahir bir parti teşkil et­ meğe çalıştı. Sarhin, Pattiâla devleti müessisi, Phûlkian ’a devredildi. Bu devletin maharacaları hâlâ sikkelerinin üzerine Ahmed Şâh ’in ismini hâkkederler. Bununla beraber Ahmed Şâh ’ın askerleri hoşnutsuzluk gösterdiler; bun­ ların büyük bir kısmı kendisini terketti. Kendi enerjisi de artık gevşemeğe yüz tutmuştu. Çe­ kilirken, Sikh ’ler tarafından iz’ac edildi. Sikh ’ler hemen akabinde, Cehlam yakınında, Şer Şâh tarafından bina edilen, gayet müstahkem Rohtâs kalesini aldılar. Hindistan seferleri arasındaki fasılalarda Ah­ med Şâh, bizzat kendi memleketinde vakit va­ kit çıkan isyanları bastırmak mecburiyetinde kaldı. Galzay ’ler 1167 ( 1744 ) tarihlerinde isyan ettiler; fakat kolayca itaat altına alındılar. A h­ med Şâh tâbii bulunan Kilât ’ın Brahoi kabilesi reisi Naşir Hân, 1171 (1758) de istiklâlini ilân etti. Ahmed Şâh Kilât ’1 muhasara etti, fakat ordusu çok sıkıntı çekti ve sonra Naşir Hân ta­ rafından teklif edilen sulh şartlarını kabul etti. Kilât hanları bu andan itibaren, ismen değilse bile, diğer bütün hususlarda istiklâl kazandılar. Bununla beraber, bir çok Balöc ’ler Ahmed Şâh ’m ordusunda hizmet etmekte devam etti­ ler. Aijmed Şâh, kendi Durrâni ’leri ve diğer efganlardan başka, bir çok özbekler de istihdam

A h m ed ş a h -

A h m ed v e f îk p a ş â .

etti. Bu karışık ordu, Herat civarında Aymak Mârın bir isyanını bastırmak üzere, 1176 (1763 ) da beşinci Hind seferinden sonra, cebri yürü­ yüş ile memlekete dönerken, sıcaktan çok izdirajp çekmişti. Ahmed Şâh, Hindistan ’ın, son defa olmak üzere, istilâsını müteakip, Horasan 'da zuhur eden kargaşalığı yatıştırmak maksadı ile, yine cebrî yürüyüş ile o havaliye gitti. Şâhruh ’un oğlu Naşir Allah isyan etmişti. Muhtelif iranlı unsurlardan mürekkep büyük bir ordu Ahmed Şâh 'ın ordusuna karşı çıktı. Ahmed Ş â h ’ın ordusuna, Brahoi'lerin reisi Naşir Hân ‘ın yardımı ile, kepdi oğlu, Timur, kumanda etmekte idi. Iranlılar mağlûp oldular. Şâhruh bizzat onları Meşhed-i Şerif şehrine a ld ı; fakat şehir, uzun bir muhasaradan sonra, zâptecjildi. Şâhruh, Nâdir Şâh ‘a neler borçlu olduğunu asla unutmayan Ahmed Şâh'dan insanca muamele gördü ve Meşhed yine ken­ disine bırakıldı. Şâhruh ordusunun bir müf­ rezesini Ahmed Şâh 'ın emrine vereceğini vaad etti ve kızını da Timur ile evlendirdi» Ahmed Şâh'ın sıhhati bir müddetten beri bozulmuştu. Galiba kanserden muziavipti. Açakzay ’lerin memleketinde, Toba tepelerinde Murğâb ’a çe­ kildi: ve 1184 ( 1773) te, yirmi üç sene hüküm sürdükten sonra, elli yaşında iken, vefat etti. Ahmed Şah fıtraten cesur bir asker ve iyi bir kumandandı. Bununla beraber, Efganistan *ın hudutları ötesinde, daimî bir imparatorluk : : kurmağa muvaffak olamadı. Kendi kabilesi olan Durrâni ’lerce, hattâ Durrâni Mere rakip Bârakzay klânınca pek sevilmişti. Bilâhare bu klanın husûmeti, Ahmed Şâh'm haleflerine mühlik : olmuştur. Ahmed Şâh, Durrâni 'lere Efganistan 'm diğer kabileleri ile tacikler, Hazara ' 1er ve Efganistan Aymak ‘ları üzerinde, bu güne kadar kuvvetle devam eden bir hegemonya temin : etmiştir. Muvaffakiyetinin yegâne âmili, şahsî meziyetleri idi. Hem şiddet, hem de uzlaşma yollarından istifadeyi bilmiştir. Hind seferleri­ nin kendisine teinin ettiği gelir sayesinde, ağır bir: vergi tarhına kalkışmadı. Kabiliyetinin im­ kân ve hududunu bildiği için, Hindistan 'da La­ hor ve Multân ’dan öteye hâkimiyetini tevsi et­ meğe teşebbüs etmedi. Her hâlde, taht-ı tasar­ rufunda bulunan, pek az itimada şayan vasıta­ lar ile, böyle merkezden hayli uzak fütuhatı muhafaza etmenin imkânsızlığını idrâk etmişti. Nitekim, sonra Sikh ’lere karşı takip ettiği hatt-ı hareket, müstakil bir Sikh devleti tesisini tasarlamış olduğunu gösterir. Mamafih bu dev­ le tin , gerek ileride kuvvetten düşecek ve bir­ birlerine girecek olan kendi haleflerinin, gerek can çekişen Dehli imparatorluğunun zararına inkişaf edeceğini tahmin edemedi. Nitekim öl­ düğü zaman, Lahor, Sikh Merin temellüküne geç­

miş bulunuyordu. Fakat Peşâvar, Muliân, Deracât ve Kaşmir, takriben 40 sene, Durrâni kı­ ratlığına bağlı kaldı. Ahmed Şâh zaten Balöcistân ’m fi’lî istiklâlini tanımıştı. Horasan ’a gelince, burası da, Efganistan ’m istiklâli için elzem bulunan Herat müstesna, I£âcâr ’Iarın eline geçmeğe mahkûmdu. Demek büyük bir imparatorluk kurmuş olmamakla beraber, A h ­ med Ş â h ’a hemen hemen bugünkü şekli ile, Efgan devletinin müessisi nazarı ile bakmak icabeder. Ahmed Şâh aynı zaman büyük bir kumandandı. Pânipat ’ta Mahrâthâ Mann ezil­ mesi, birinci sınıf zaferlerden, bütün tarihin seyrini değiştiren muharebelerden biri olmuş­ tur. Gerçi bu zafer, kendi ülkesine arazi ilâvesi bakımından, tesirsiz kalmış ise de, Mahrâthâ tehlikesini bertaraf etmekle, Sikh Meri daha kuv­ vetli bir hâle getirmiştir. Ahmed Şâh, Efgan ırkının yetiştirdiği en yüksek sima olarak, te­ lâkki edilmelidir. Onun yegâne rakibi, Şer Şâh Sür id i; fakat bu sonuncunun icraatı ve mu­ vaffakiyetleri, yalnız Hindistan hudutları içinde kalmıştı. Hâlbuki Ahmed Ş â h ’ın fütuhatı, ta­ mamen kendi öz ırkının ve kendi memleketinin mukadderatına bağlıdır. B ibliyografyam

V â k i'â t-i D a r r â n i

ordu. trc. ‘Abd al-Karim, T â r i h - i A h m e d , Kânpur, 1 2 92 ); Mirza Muhammed 'A li, 7 ar ih - i s u lt a n ı ( Bombay, 1298 ) ; Ferrier, H i s ­ t o r y o f t h e A fg h ä n s (London, 1858), bab. V I / V I I ; Elphinstone, C a u b u l (London, 1842), II, zeyl A ; Cunningham, H is t o r y o f th e S i k h s (London, 1849), s. 100—12 0 ; Keene, F a i l o f M o g u l e m p ir e ( London, 1887 ) , bab. III — V I; Rodgres, C o in s o f A h m a d S h a h D a r r â n i ( J o u r n . o f th e /4 s. S o c . B c n g a l, 1885 ) ; Elliot — Dowson, H is t o r y o f I n d ia (London, 1877), V III ; O . Mann, Q u elle n s tu ­ (

d ien z u r G e s c h . d e s ( Z e its c h r .

A h m ed Ş a h D u rrân i

d . D e u ts c h .

M o rg en l. G e s e lls c h .,

1898). _ ( M. L ongworth Dam es .) AH M ED T A ’SB. [ Bk. tä)b osman-zade.] AH M ED T E K U D E R . [ Bk. tek ü d er.] A H M ED V A S Î F . [ Bk. V Â S IF .] A H M ED V E F İ K P A Ş A . AHMED V E Fİlf P A Ş A ( 1823—1891), türk devlet adamı ve edip. 1823 te doğmuştur. Büyük babası, Divan ter­ cümanı Yahya Naci Efendi, babası hariciye memurlarından Ruhiddin Efendi 'dir. 1831 (1247 ) de İstanbul ’da Mühendishane 'nin ilk kısmına, sonra da 1834 te, babasının Reşid Paşa ile Paris ’e gitmesi üzerine, orada St. Lçuis lise­ sine devam etti. 1837 de İstanbul ’a dönünce, tercüme odasına girdi. 1840 ta Şekip Efendi ’nin maiyetinde, elçi kâtibi olarak, Londra ’ya gön­ derildi. Bu tarihten itibaren rütbesi kademe kademe ilerledi ve kendisine mühim memuri­

ah m ed

v e f îk

yetler verildi. Sırbistan ’da, İzmir 'de ve Memleketeyn ’de muhtelif muvakkat vazifeler gördü. Bu vazifeleri bitirip İstanbul ’a döndükçe, ter­ cüme odasına, rütbesi ve vazifesi terfi ettirile­ rek, tayin edilirdi. Bu suretle 1847 de, rütbe-i saniye ile, mütercim-i evvel olmuştu. Aynı se­ nede devletçe neşri kararlaştırılan S â ln â m e 'nin tanzimine memur olmuş, 1849 da da, fransız şairi Alphonse de Lamartin ’e verilecek çiftlik meselesi dolayısiyle, şairin arkadaşı ve vekili, meşhur seyyahatname sahibi Charles Roland ’m Aydın ’a seyyahatinde kendisine refakat etmiş­ tir. Keza bundan bir sene evvel, Macaristan mültecileri meselesine memur, bilâhare de MemIcketeyn fevkalâde komiserliğine tayin olunmuş­ tu. 1851 de Encümen-i Daniş’e âza oldu; aynı sene içinde, Tahran sefirliğine tayin edildi; Âli Paşa ‘nın sadaretinde, oradan ayrıldı. 1854 te kendisini himaye eden Reşid Paşa onu Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliye âzalığına tayin etti (bilâhare muhtelif memuriyetlerden ay­ rıldıkça, bu mecliste âzalığa tayin edilecektir). 1857 de deâvi nazırı, 1860 da Paris sefiri, 1861 de Evkaf nazırlıklarında bulunduğu gibi, 1862 de Darülfünunda hikmet-i tarih hocası ve yine aynı sene, yurt içinde başlanılan geniş teftiş hareketinde, Anadolu sağ kol müfettişi olmuş­ tur. 1864 te, Bursa halkının şikâyetleri üzerine, azledilmiş ve, Â li Paşa ‘nın ölümüne kadar, açıkta kalmıştır. Bu mazuliyet zamanını bilhas­ sa İlmî mesaî ile geçirmiştir. Filhakika Moliere tercümeleri, F e z l e k e - i ia r ih - i o s m a n i ve M icr o m e g a s tercümesi bu zamanın mahsulleridir; keza bu devirde Vasilâki E fen d i’nin tercüme ettiği D a lk a v u k n â m e ’nin neşrine delâlet et­ miştir. Â li Paşa öldükten sonra, Mahmud Ne­ dim Paşa, sadrazam olunca, selefi tarafından devlet işlerinde kullanılmayan Ahmed Vefik Paşa ’yı mühim memuriyetlere getirdi. Fakat Vefik Paşa ‘nın mizacı bu memuriyetlerde tu­ tunmasına imkân vermedi. Böylece 1871 de rü­ sumat emini, 1872 de sadaret müsteşarı, bir iki ay sonra maarif nazırı ve daha sonra da Şuray-i Devlet âzası oldu. Fakat bir kaç ay sonra, bu sonuncu vazifesinden de azledildi ve bu tarihten 1877 senesine kadar açıkta kaldı. Bu zaman zarfında da L e h c e - i o s m a n i ’nın ilk kısmını vücuda getirdi ve bastırdı. Ayrıca 1875 te Petesrburg ilim akademisine muhabir âza oldu, s şubat 1878 de yeni açılan — ilk — Meclis-i meb’usan reisliğine getirildi. 27 mart­ ta vezir oldu; bir az sonra Edirne vâlisi, daha sonra meclis-i âyân âzası olarak görüyoruz. 4 şubat 1878 de, Hamdi Paşa ’nın yerine dahiliye nazırlığı da uhdesinde olmak üzere, başvekil tayin edildi. Vefik Paşa, osmanlı devletinde b a ş v e k il unvanını alan ikinci zattır. Yazılan

pa şa

.

hatta „meclis-i vükelâ ve heyetçe tezekkür kılman hususatm kararnamelerini ve meclis-i ayanın tasdik edeceği kanunları huzurumuza takdime vesatet ve meclis-i vükelâya riyaset etmek üzere hizmet-i sadaretin bilicab lâğvı ile ona bedel riyaset-i vükelâ memuriyetinin ihdas ve tesisi tasvip kılınmış olduğundan liyakat ve ehliyet ve istikametiniz cihetiyle başvekillik dahiliye nezareti inzimamı ile „uhdesine ihale kılınmış olduğu söyleniyordu. Sadrazam unva­ nını başvekil'e tahvilde bizzat kendisi ısraretmişti derler. 18 nisan 1878 de bu vazifeden azledildi ve 4 şubat 1879 da Bnrsa valiliğine tayin edildi ve 3 zilhicce 1299 senesine kadar kaldı. 30 teşrin II. 1882 de ikinci defa ve yalnız üç gün süren bir başvekilliği daha vardır. 2 nisan 1891 de ölmüştür. B u memuriyetinden sonra hiç bir vazife almadan, Rumelihisarı ’ndaki yalısında, ilim ile iştigal etmiştir. A hm ed

V e fik

P aşa,

b ir

az

h a ş in

ş a h s iy e ti, c e v v a l

z e k â s ı,

iy i

b ilh a s s a a v r u p a î

ta n ım a s ı

ve

d ü rü st

v e g a r ip

a h lâ k ı,

z ın b a ş l a n g ıc ı n d a , M o l i è r e

b a ş ta

fra n s ız

te r c ü m e le r i,

lis a n ın d a n

y a p t ığ ı

g arb ı

e d e b iy a tım ı­ o lm a k ü z e r e , d il v e

t a r i h h a k k m d a k i v u z u h s u z , f a k a t m ü h im n o k t a - i n a z a r l a r ı i l e , s i y a s î v e f i k i r t a r ih im iz in u n u tu l­ m a z s i m a l a r ı a r a s ı n d a d ı r . S i y a s î h a y a t ın ın b a ş ­ l a n g ıc ı n d a , R e ş i d P a ş a 'n ın o n u s e v d i ğ i v e k e n ­ d is in e e m n i y e t e t t i ğ i m u h a k k a k t ır . Â l i v e F n a d P a ş a ' 1a r i s e , o n d a n h o ş la n m a z la r d ı. M ü h im m e ­ m u r i y e t l e r i n d e n a y r ı l ı ş l a r ı Â l i P a ş a ‘ n ın s a d a r e t d e v ir l e r i n e t e s a d ü f ra ğ m e n ,

ed er.

m e m le k e tte

Ç o k d ü r ü s t o lm a s ın a

m azbut

kanunun

hükm ü

t e s i s e d ilm e ğ e ç a l ı ş ı l d ı ğ ı b i r d e v ir d e , i ç i n e ç o k k e y f v e h e v e s k a rışa n a d e tâ

m ü s te b itç e ic r a a t

t a r z ın ı d e v l e t v e h a lk i ş l e r i n e s o k m a s ı, h e r d o ­ kunduğu

m e s e le d e

şah sî

h ü k ü m le r i le h a r e k e t

e t m e s i , h o ş a g itm iy o r d u . G e r e k P a r i s s e f i r l iğ i n d e v e g e r e k i lk b a ş v e k i l l i ğ i e s n a s ın d a ş a h s î d i r a y e ­ t i n e m e d y u n o ld u ğ u m u z b a z ı b ü y ü k m u v a f f a k i ­ y e t l e r i v a r s a d a , ilk M e c l i s - i tılm a s ı

h â d is e s in in ,

m e b ’u s a n ın k a p a ­

z a m a n ın d a v â k i o ld u ğ n v e

b u n d a t e s i r i b u lu n d u ğ u d a u n u tn la m a z . B u n u n la b erab er,

s o n r a la rı

A b d ü lh a m id ’in

is t i b d a d ın a

â l e t o lm a d ığ ı k e y f i y e t i d e i n k â r e d i l e m e z . H e r ­ h a ld e

büyük

İd a rî

y e n i l i k le r d e n

h o ş la n m a d ığ ı

v e m u a s ır la r ın d a n p e k a z ı h a k k ın d a h ü r m e t v e e m n i y e t h is s i b e s l e d i ğ i v e e t r a f ı n a m u a m e le s in ­ d e b a z e n ç o k s e r t v e h a ş in o ld u ğ u m u h a k k a k t r . M e c l i s - i m e b ’ u s a n d a â z a y a , B u r s a ’d a p i y e s l e r i n i o y n a y a n a k t ö r l e r i t e k t i r e d iş in e b e n z e r b i r t a r z ­ d a , m u a m e le e t t i ğ i s ö y l e n i r . A b d u r r a m a n Ş e r e f ,

T a r ih ve

M u s a h a b e le r i ’n d e t a b i a t ı n ı „ m u t l a k i y e t

is t i b d a d a

m a y i i “ d iy e t a r i f

e t m iş tir .

D aha

ç o k e v v e l F u a d P a ş a d a , d e v r in e n z a r if p o r t­ r e le r in i

v eren

o

güzel

c ü m le le r in d e n

b ir in d e ,

„ A h m e d V e f ik P a ş a b in e k t a ş ı c e s a m e tin d e b ir

AHMED VEFİK f»AŞÂ. e lm a s t ır ; n e y ü zü ğ e ta k ılır , n e d e s o k a k ta b ır a k ı l i r “ d iy e t a v s i f e t m i ş t i r . G a y e t tik

b i r y ü z ii v e

fa z la

ö m rü n ü n

g a rip le ş e n

b ir

k a ra k te ris ­

so n u n a d o ğ ru

k ıy a fe t i

y o k s u llu k iç in d e s o n a e r e n

v a rm ış.

daha

H a y a tı

A h m e d V ’e f i k P a ş a

*n ın g a r i p v e ç o k a t a k h a r e k e t l e r i v a r d ı . M e n h i b e l e r l e o n u n h a k ik î ş a h s i y e t i h a y l i t a h r i f e d i l ­ m i ş t i r . B u n u n la b e r a b e r , o , e f k â r - ı u m u m iy e n in b e n i m s e d i ğ i ,1 h a t t â b e lk i d e h a t ı r a s ı n ı i l â v e l e r l e / z e n g i n l e ş t i r d iğ i s o n o s m a n lı

p a ş a la rın d a n b ir i­

d ir.; A r â p ç a y ı , f a r s ç a y ı v e f r a n s ı z c a y ı iy i b i l d i ­ ğ i v e L o n d r a ’d a i k a m e t i

e s n a s ın d a

İn g iliz c e y i

d e ö ğ r e n d i ğ i s ö y l e n ir . F a k a t g a r b ı , d a h a z iy a d e : f r a n s ı z k ü lt ü r ü y o lu i l e t a n ı r . E d e b î fa a liy e ti d e , a ş a ğ ı y u k a rı s iy a s î h a y a tı­ n ın v e b u g ü n e k a d a r g a r a b e t i a n l a t ı l a / b itir ile m e y e n F ilh a k ik a re n

d il

k ıy a f e t in i n

b u fa a liy e tin h u su su nd a

m a n z a r a s ın ı

a s ı l m e k a n iz m a s ın ı v e ­

m uayyen

o lm a m ış , e n b a s i t v e

a n la tıla a rz ed e r.

sad e

b ir

zevk

s a h ib i

tâ b ir le r le en

g a r ip

v e i ş it il m e d ik a r a p ç a , f a r s ç a k e l i m e l e r i , m â n â s ız s e c ile r le

ü s lû b u n a

g e ç ir m iş tir .

D e v r in e

göre,

a v r u p a lis a n la r ın d a n d a e p e y c e k e l i m e k u ll a n ır . B u n u n la

b e ra b er

L e h c e - i o s m a n t 'd e k i

m e s e lâ

n o k t a - i n a z a r ı , ,,li s a n - ı o s m a n î“ d iy e t a r i f e t t i ğ i t ü r k ç e y i m ü s ta k il o la r a k a l ı ş ı , ta r ih i m i z i n m e b d e l e r i h a k k ın d a k i f i k i r l e r i , d e v r in in s iy e tle r in i g e r id e

b ıra k tığ ın ı v e b ir

d iğ e r şa h ­ n e v i m illî

ş u u r s a h ib i o ld u ğ u n u g ö s t e r i r . D ild e d a h a z iy a ­ d e r e a l i s t o la n , a v r u p a lılığ ı v e y e n i l iğ i m e m l e ­ k e t i m iz e g e t i r e c e k d e v ir ,

k e n d is in i

k u ll a n ış l ı b i r v a s ı t a a r a y a n

pek

b e ğ e n m e m iş tir .

A y rıc a

: t ü r k ç e k e l im e l e r in m u a y y e n im l â s ı o lm a d ığ ı v e b i n â e n a l e y h , a s l ı n a g ö r e y a z ılm a s ı lâ z ım b a h a n e si ile ,

b ir e s e rin d e

g e ld iğ i

g e ç e n b i r k e li m e y i ,

; d i ğ e r b i r e s e r i n d e b i z z a t k e n d is in in d a h i b e ğ e n m e y ip , t e r k e d e c e ğ i b i r t a r z d a

y a z m ış o lm a s ı ,

ona

itir a z la r d a n d ır .

k a rşı

y a p ıl a n

b e lli

b a ş lı

H a k i k a t t e i lk b ü y ü k e d e b î

m ü t e r c im le r im iz d e n

b i r i o la n V ’e f i k P a ş a , e s k i n e s r in t e s i r i a l t ı n d a id i v e b ü s b ü t ü n a y r ı y o ll a r d a n o l s a b i l e , — m e ­ s e lâ

C evd et

P a ş a *n ın

e r d iğ i m u v a ffa k iy e tte n

u z a k o la r a k — e s k i n â s ir le r in h a ta s ın ı t e k r a r la ­

S i c i l l- i

m ış tı.;

o s m a n î ’d e k i

şu

c ü m le

onun

li s a n ı i ç in e n v a z ıh v e d o ğ r u h ü k ü m d ü r : „ k i t a ­ : b e ti,

if a d â s i

k a d îm

tü r k îy e

ta tb ik a n

o lm a k la

im lâ v e in ş a s ı t a r z - ı a h e r d e i d i " . N a m ık K e m a l, A b d ü lh a k

H â m i d 'e

g ö n d e r d iğ i

b ir

m e k tu p ta ,

b i l h a s s a g a y r - i m c 'n u s t ü r k ç e k e l i m e l e r k u ll a n ­ m ış o lm a s ı d o l a y ı s i y l e , o n u , ç a g a t a y c a y a z m a k la ith a m e d e r e k , i s t i h z a e d e r . A y n ı ş i d d e t l i t e n k id i V o l t a i r e ’d e n t e r c ü m e

e ttiğ i

M ic r o m ig a s h a k ­

: k ın d a d a y a p a r . Y e n i n i n y a p ılm a ğ a ç a l ı ş ı l d ı ğ ı v e d i l e b i r n iz a m g e t i r i l m e k i s t e n i l d i ğ i b i r z a m a n ­ d a , a y n ı s a h ife d e b ir b ir in e t e z a t t e ş k il e d e n u n ­ s u r l a r ın

b u lu n d u ğ u

b ir

eser,

b e ğ e n il e m e z d i .

B u n u n la b e r a b e r , b u ü s lû p t a v e e s e r d e , b a ş k a L lâ m

A n s ik lo p e d is i

âog

larminkinden daha derin olarak, millî bir çeşni bulunduğu ve V efik Paşa ‘yı bütün hayatında etrafına sevdiren şeyin de bu yerlilik olduğu unutulmamalıdır. Ahmed Vefik Paşa 'nın ilk eseri, 1863 sene­ sinde T a s v ir - i e f k â r ’da tefrika ettiği H ik m e t - i t a r ih ’tir. Bunu Ebülgazi Bahadır Han ‘m eserin­ den naklettiği Ş e c e r e - i e v ş â l- i t ü r k îy e takip eder ( aynı gazete, şubat 1864, nr. 131 den iti­ baren tefrika edilmiştir ). Bu iki eseri, natamam olarak, kitap hâlinde de tabedilmiştir. Tarihe müteallik üçüncü kitabı, rüşdiyeler için yazdı­ ğı, uzun seneler elde dolaşan F e z l e k e - i t a r ih - i o s m a n t 'dir ( ilk tab. 1869 ). Bu eserlerden bi­ rincisinin iyice tetkiki lâzımdır. İkincisi ise, millî tarihin diğer şubelerini hatırlatan bir eser olmak itibariyle, mühimdir. L e h c e - i o s m a n î (birinci kısmın tabı 1293 = 1876; her iki kıs­ mın tabı 1888/89), bu tarih görüşünü dil saha­ sına teşmil eder. Ziya Gökalp kendisini bu mesaisi dolayısiyle türkçülük cereyanının mübeşşirlerinden addeder ( bk. T ü r k ç ü lü ğ ü n e s a s ­ l a r ı, s. 6 v.d .). Belin ile beraber, 1289 da neşr­ ettikleri A li Şir Nevaî 'nin M a h b ü b a l- k u lü b adlı eserini de zikredecek olursak, tarih ve dil sahasındaki mesaisini tamamlamış oluruz. Bunun haricinde Moliere, Le Sage, Fenelon ve Hugo 'dan yaptığı tercümeler gelir. Daha ziyade fransız klâsiklerine düşkün olması, fransız lise­ sindeki tahsilinin ve biraz da mizacının şevki iledir. Herhâlde fransız kültürüne derinden' va­ kıftı. Bu tercümelerin içinde en şayan-ı dikkat olanı, Moliere tercümeleridir. Vakıa şairin bü­ tün külliyatını tam olarak tercüme etmemiştir; fakat imkân bulsa idi, galiba, yapacaktı. Zaten bazı tercümelerinin kaybolduğu söylenir. V efik Paşa bu eserlerin bazılarını manzum olarak tercüme etmiştir. Hece vezni ile yaptığı man­ zum tercümelerde büyük bir muvaffakiyet gös­ terdiği iddia olunamaz. Mensur tercümelerinde asla ve eserin yürüyüşüne sadıktır. Bununla beraber icabında fransızcadaki inşa tarzını kır­ dığı da vâkidir; isimlerde ufak tefek değişiklik­ ler yaparak, adetâ yerlileştirir. En ziyade şayan-ı dikkat olan mesaisi, adaptasyonlarıdır. Örfümüze gelmeyecek olan mevzuları daima doğrudan doğruya tercüme etmiştir. Adaptas­ yonlarda eşhasın isminden başlayan bir dikkat ve anlayış görülür. Ahmed Vefik Paşa ’nın ken­ disinde bir nevi komik icat kabiliyeti vardır. Adaptasyonlarda bu kabiliyet onu sürükler. Vefik Paşa ’nın bilhassa tutunan piyesleri, Z o r n ik â h ı ve Z o r a k i t a b ib gibi adaptasyonlarıdır. Bununla beraber Teodor Kasap ( P in t i H a m i d ) ve Âli Bey ’in ( A y y a r H a m z a ) adaptasyonları­ nın, bunlardan aşağı olmadığı, hattâ dil bakımın­ dan ufak bir faikiyet bile gösterdikleri aşikârdır. 14

 H M EÖ V E F İK P A Ş A

Z o r n ik â h ı ile Z o r a k i ia h ib ’i, 1869 da adapte ettiğine bakılırsa, Molière tercümelerine bu ara­ lık başlamış olduğu kabul edilebilir, Molière ‘den tercüme ettiği eserler şunlardır: l n f i a l - i a ş k (L e Dépit Amoureux), mensur; Z o r n ik â h ı (Le Mariage Forcé), mensur; D o n C iv a n i (Don Juan), mensur; T a b ib - i a ş k (L ’Amour Médecin), mensur ; A d a m c ı l ( Lé Misanthrope ) manzum ; Z o r a k i t a b ib ( Le Médecin malgré lui ), men­ sur; T a r t i i f (T artu fe), manzum; A z a r y a ( L 'A ­ vare ), mensur ; Y o r g a k i D a n d in i ( Georges Dandin ), mensur; O k u m u ş k a d ı n la r (L es Fem­ mes Savantes), manzum; D e k b a z lt k (Les Four­ beries de Seapin), mensur; M e r a k i (Le Malade Imaginaire ), mensur ; K o c a l a r m e k te b i ( L ’École des Maris), manzum; K a d ın la r m e k t e b i ( L ’École des Femmes ), manzum ; S a v r u k ( L ’Étourdi ), manzum ; D u d u k u ş la r ı ( Les Précieuse Ridi­ cules ), mensur. ( Molière tercümeleri 16 kitap olarak, 1933 te Kanaat kütüp. tarafından basıl­ mıştır ). Bundan başka V . Hugo 'dan H e r n a n i ’yi tercüme etmiştir. H ik â y e - i h ik e m iy e -i M ikr o m e g a , ( Voltaire ‘den, 1288 ) ; T e le m a k ter­ c ü m e s i ( Fénélon'dan, 1 298); C il B l a s (Gil Blas) S a n tilla n i ‘n in s e r g ü z e ş t i (L e S a g e 'dan, 1303 )•

Bu saydığımız eserlerden ve yukarıda bahs­ ettiklerimizden maada, Ahmed Vefik Paşa, G ü lista n ile D a lk a v u k n â m e ( Lucins, trc. Vasilâki Ef. ) 'nin tab'ına yardım etmiştir. La Grande Encyclopédie ‘de ayrıca onun Schiller ve Shakespeare ’in belli başlı eserlerini tercü­ me etmiş olduğu kaydı mevcut ise de, ortada bulunmadığı için, bunun bir rivayet olması çok muhtemeldir. B i b l i y o g r a f y a ' . J A . , ser. 6, XX, 268 ; ser. 7, XX, s. 2gş. ve ser. 8, XX, s. 344. ; İbnülemin Mahmud Kemal İnal, E v k a f n e z a r e ti ( İstanbul ; bu kitaptaki biyografik etüt muaharren yazılan eserlere mehaz ol­ muştur ) ; Mustafa Nihad Özon, Z o r a k i ta b ib ( mukaddime ), İstanbul, 1940 ; İhsan Sungu, A h m eh

V e fik v e Z iy a

P a ş a la r ın

T a r t u fe

( T e r c ü m e m e c m ., 2. sene, sayı 4) ; Mehmed Süreyya, S ic ill- i ' o ş m â n i, I, 308 v.d. (Ahmed HamdI T a n p in a r.) A H M ED Y E S E V Î . AHMED Y E SE V Ï ( ? 1166 ), sûfî şair ve tarikat müessisi sıfatı ile, türklerin manevî hayatı üzerinde asırlarca mü­ essir olmuş büyük bir şahsiyettir. ,,Pîr-i Tür­ kistan“ lâkabı ile (Farid al-Din A ttâr, M an tik a l- t a y r , 1287, İran tab., s. 158, H ik â y a t d e r b a y â n - ı a h v â l- i p i r - i T ü r k is ta n ) dokuz asra yakın bir zaman tebcil edilen Yesevî ‘nin şöh­ ret ve nufuztı, yalnız — coğrafî mânası ile — Türkistan sahasına münhasır kalmayarak, muh­ telif türk şubelerinin yaşadığı çok geniş sahat e r c ü m e le r i



ÂH M ÈD

Y E S E V Î.

lara yayılm ış; tarihî şahsiyeti pek çoktan unu­ tularak, türk muhitlerinde asırlardan beri tamamiyle menkıbevî bir hüviyet almış; Yesi 'de türbesi, son yıllara kadar, bütün kazak-kırgız bozkırlarına hâkim bir k ü lt 'ün mukaddes mer­ kezi olmuştur. Türklerin dinî ve edebî tarihin­ de bu kadar geniş ve devamlı bir te’sir icra eden büyük türk mutasavvıfının tarihî şahsi­ yetini, dinî ve edebî bakımlardan icra ettiği geniş ve devamlı tesiri, en umumî hatları ile, tesbite çalışalım. . I. T a r i h î ş a h s i y e t i . Ahmed Yesevî — hvâcegân silsilesine mensup olduğu cihetle buna Hvace Ahmed Yesevî de derler [bk. Hvâce­ gân ] — 'nin tarihî hüviyetini gösterecek vesika­ lar o kadar az ve o derece menkıbelerle karı­ şıktır ki, bütün bunların tenkit ve tahlili neti­ cesinde bile kat’î bir hükme varmak kabil ola­ mıyor. Mamafih, vereceğimiz malûmatın, teferrüat bakımından değilse bile, umumî hatları itibariyle hakikate çok yakın olduğunu söyleye­ biliriz. Ahmed, XI. asrın ikinci yarısında, garbî Türkistan ’da şimdiki Çimkent şehrinin biraz şarkında Sayram kasabasında doğdu, tsfîcâb ve­ ya Akşehir isimleri ile de maruf olup, o sıralar­ da İslâm kültürünün mühim bir merkezi olan bu kasabada türkler ve iranlılar yaşamakta idi­ ler. İbrahim adlı bir şeyhin oğlu olan Ahmed, yedi yaşında babasını kaybetti ve ablası ile be­ raber — sonradan Türkistan adını almış olan — Yesi şehrine gelerek, orada yerleşti. Türk men­ kıbesinde Oğuz Han *ın payitahtı olarak göste­ rilen bu şehirde, o sırada Arslan Baba [ b. bk.] adlı meşhur bir türk şeyhinin temsil et­ tiği bir tasavvuf an’anesi mevcuttu. Ahmed ilk tahsil yıllarını burada geçirdikten sonra, Mâverâünnehr ’in büyük İslâm merkezi olan Buhara 'ya [ b. bk.] geldi. Selçukîleri metbu olarak tanıyan Karahanlıların hâkimiyeti altındaki bu şehir, o sırada İslâm kültürünün çok mühim bir merkezi id i; şehirde Âl-i Burhan [ b. bk. ] adını taşıyan ve reislerine S a d r - i cih a n lâkabı verilen çok zengin ve hanefî mezhebinde bir aile hüküm sürüyor, Türkistan ‘m her tarafın­ dan gelen binlerce talebe şehri dolduruyordu. Ahmed, Buhara ’da, devrin en ileri gelen âlim ve mutasvvıflarından Şeyh Yusuf Hemedanî [b . bk.] ’ye (440—533 = 1048/1049—1140) inti­ sap ederek ( 504 = ıtıo ’dan epey e vve l), onun şiddetle nufuzu altında kaldı ve onunla beraber bir çok yerler gezdi. Şeyhinin büyük teveccü­ hünü kazanarak, onun üçüncü halifesi olan Ah­ med, ilk iki halifeden sonra, 555 (n6o) te Buha­ ra 'da şeyhin postuna geçti; fakat onun eski bir işareti mucibince, biraz sonra Y e s i’ye döndü ve 562 (1166) de ölümüne kadar bu şehirde kuvvetli bir tasavvuf propagandası yaptı. Islâm

ÂHMED YESEVÎ. A sy ası’nm İter tarafında tarikatlerin kuvvetlen­ diği, her köşede tekkeler yükseldiği bu esna­ da, şark? Türkistan 'da, Kulça civarında, Yedi-su havâlisinde yeni ve kuvvetli bir İslâm­ laşma ceryant da inkişaf ediyordu. İşte Ahmed Yesevî bu müsait şartlar içinde, Sır-derya ha­ vâlisinde, Taşkent ve mülhakatında, Seyhun ötesindeki bozkırlarda büyük bir nufuz kazandı. Onun etrafında toplananlar, islâmîyete yeni, fakat çok kuvvetli ve samimî rabıtalarla bağ­ lanmış göçebe yahut köylü türklerdi. Binaena­ leyh İslâm ilimlerini ve İran edebiyatını pek iyi bilmekle beraber, müridlerine dervişlik âdâbını telkin için, anlayabilecekleri bir dil ile hitap etmek mecburiyetinde kaldı ve türklerin halk edebiyatından aldığı nazım şekilleri, hece vezni ve oldukça basit bir dil ile stiffîyane raanzumeler yazdı ki, bunlara, alelâde şiirlerden ayırt etmek için, „ h ik m e t“ derler. Ahmed Yesevî ’nin İbrahim adlı bir oğlu olmuş ise de daha baba­ sının hayatında ölmüştür; son zamanlara ge­ linceye kadar kendilerini Ahmed Yesevî sülâ­ lesinden addeden bir çok kimselerin nesebi ise, onun Gevher Şehnaz adlı kızma müntehi olur. Yesi şehrinde son yıllara kadar Yesevî ailesine mensup bir çok kimseler bulunduğunu bildiği­ miz gibi, gerek Mâverâünnehr'de, gerek os­ manlı imparatorluğu memleketlerinde, meselâ semerkandlı şeyh Zekerı’ya, üsküplü şair Atâ (XVI. asır), Evliya Çelebi, Hvace Hafız Ah­ med Yesevî-i Nakşibendî (XVII. asır) gibi, bir takım şair ve müelliflerin Yesevî ailesine mensubiyet iddiasında bulunduklarını biliyoruz (Fuad Köprülü, T ü r k e d e b iy a tın d a i l k m u ta s a v ­ v ı f l a r , s. 86— 88, 397 ; ) . Bunlara ilâve olarak, XVI. asırda hac maksadiylc, maiyetindeki der­ vişler ile beraber, osmanlı memleketine gelen Şeyh Zengî ile ( E d e b iy a t F a k ü lt e s i M ecm ., IX, sayı 2, s. 41), XIV. asırda Y e s i‘de meşhur Tonguz Şeyh ‘i zikredelim ( R e ş e h â i ter cü m e si, İstanbul, 1269, s. 243). Yine bu asırda Altın Ordu hanlarının sarayında Yesevî ailesinden Mahmud ‘un büyük bir nufuz kazanarak hattâ hükümdarın kızını aldığını biliyoruz ( Barthold, O rta A s y a t ü r k ta r ih i h a k k ın d a d e r s le r , İstan­ bul, 1927, s. 161). Ahmed Y e se v î’nin mezarı üzerinde yapılmış olan türbe ve hâmkahm Timur tarafından - yeniden muhteşem bir şekilde yaptırıldığını ve inşaatın iki yıl sürdüğünü biliyoruz. XIV. asırda, yalnız Mâverâünnehr ’in şehirli halkı değil, boz­ kır göçebeleri arasında da çok mühim bir ziyaretgâh olan: bü mezarın tamiri, Timur ‘un nmnmiyetle takip ettiği dinî siyaset plânına çok uygundur. Mutabassıslar tarafından bu de­ vir mimarisinin en parlak mahsullerinden biri olarak kabul edilen bu türbe, cami ve hânıkah,

¿II

rivayete göre, son Özbek hanı Abdullah tara­ fından tamir ettirilmiştir. Mamafih bu tamira­ tın Şcybanî Han tarafından yaptırılmış olması, tarihî kaynakların ifadesi ile daha iyi telif edi­ lebilir : Şeybanî Han 'ın kazak hanları üzerine yaptığı seferde maiyetinde bulunan ve hüküm­ darın emri ile bu vak'aları M ih m a n n â m e-i B u ­ h a r a adlı eserinde hikâye eden Fazlullah İsfa­ hanı, Şeybanî Han ’ra Yesi ‘de cami yaptırdığını söylerse de, bunun bir tamirden ibaret olduğu tahmin olunabilir. Mamafih bu eserde, nakşi­ bendî Şeybanî Han 'm Ahmed Yesevî hakkında ne büyük bir hürmet beslediğini ve o asırda Yesevî k ü lt ’ünün özbekler ve bilhassa kazaklar arasındaki ehemmiyetini gösteren mühim kayıt­ lar vardır. Bu abidede, en eskileri Timur dev­ rine ait, muhtelif kıymetli eşya bulunduğu gibi, özbek-kazak hükümdarlarına ait tarihî kabirler de vardır. Rus istilâsından sonra bir kaç defa tamirine teşebbüs edilen bu mimari abidesi ve ihtiva ettiği eserler ve kitabeler hakkında muh­ telif tetkikler neşredilmiştir ( İ l k m u t a s a v v ıf­ la r , s. 88—96; orada istifade edilememiş olan bazı neşriyat ile kitabın çıkmasından sonra neşredilen bazı tetkikler için bu mekalenin bibliyografya kısmına bk.). Timur ’dan başla­ yarak muhtelif asırlarda, muhtelif türk hüküm­ darları tarafından ziyaret edilen bn türbe, yakın yıllara kadar, orta A sya ve Volga türklerinin ve bilhassa özbek-kazakların mukaddes bir ziyaretgâhı olmuş, bozkır göçebeleri arasında şiddetle hâkim bir Yesevî k ü lt ’ünün merkezi hâline girmiştir. Bilhassa kış ortasına tesadüf eden muayyen bir zamanda, her yıl burada on binlerce insan toplanır ve bir hafta âyin yapı­ lırdı. Yesevî menkıbelerinin asırlarca yaşadığı bu sahalarda Yesevî müridlerine ait bir çok türbe harabelerine hâlâ tesadüf edilir. Timur zamanında — hattâ daha evvel ve daha sonra — zengin vakıflara mâlik olan bu mukaddes me­ zar civarında gömülmek özbek-kazaklar için bir idealdir. Bilhassa büyük ve orta ordalara mensup özbek-kazak zenginleri, daha sağlıkla­ rında, türbe yakınında bir parça toprak satın alırlar ; bunlar kışın ölseler bile cesetleri keçe­ ye sarılarak bir ağaca asılır ve ilk baharda Y e­ si ’ye götürülerek — kendi tabirlerince — Kara Ahmed, yani Ye3evî 'nin mezarı civarına defnolunur. Rus müsteşriki Gordlevskiy buradaki Yesevî k ü lt 'ünde şehrin tiirkleşmesinden ev­ velki irauî bir k ü lt ’ün devamını görmek isti­ yorsa da, bu iddia hiç bir delile dayanmamak­ tadır : muhtelif mevsimlerde, mahsulün bereke­ tini te'min gayesi ile, yapılan ziraî âyinler bütün kavimlerde müşterek olduğu gibi, Yesevî k ü lt 'ündeki eski türk unsurlarını da kısaca göster­ miştim ( g ö s t . y e r ., s. 96; Yesevî tarikatinde

ÂHM Eb Y E SE V Î. türk paganizminin tesiri hakıoda biraz aşağıda lüman olmakla beraber, islâmiyeti anlayışları, tabiatiyle çok sathî ye şeklî idi; binaenaleyh izahat vard ır). II. T a s a v v u f ! h ü v i y e t i ve t e s i r i . Birazyesevîlik bu göçebe türk muhitinde eski türk aşağıda edebî hüviyetinden bahsederken görüle­ kabîle an’aneleri ile ve paganizm bakiyeleri ile ceği üzere, bugün elimizde Ahmed Yesevî tara­ karışmak mecburiyetinde kaldı : nakşibendî anfından yazıldığı muhakkak hiç bir eser mevcut 'anelerinde bile Ahmed Yesevî 'nin zikir mec­ değildir, ölümünden asırlarca sonra yazılmış lislerinde kadınlar ile erkeklerin bir arada muhtelif tasavvuf kitaplarında yahut menakip bulundukları hakkında rivayetler vardır ( Ç a v â mecmualarında ona isnad edilen bazı sözler, bazı h ir c l - a b r a r ‘dan naklen İ l k m u t a s a v v ıfla r , hareketler, bir takım menkıbeler, Ahmed Yesevî s. 39 v.d. ) ki, türk göçebe hayatının bir zarure­ 'nin mutasavvıf şahsiyeti hakkında bize tam ve tidir. Yine nakşibendî kaynakları eski yesevî doğru bir fikir verebilmekten çok uzaktır. Esa­ an’anelerinde, sığır kurbanı, muhtelif şekillere sen bu eserlerden bir çoğunun orta Asya ‘da girip uçmak, münafıkları hayvan şekline koy­ nakşibendiye [ b. bk.] tarikatinin kuruluşundan mak gibi, kısmen türk paganizminden ve kıs­ ve X V . asırda osmanlı imparatorluğu mem­ men budızmden geldiğini bildiğimiz unsurların leketlerine yayılışından sonra vücuda geldiği mevcudiyetini saklayamamaktadır ( a y n . e s r . ). düşünülecek olursa, bunların, Ahmed Yesevî Bütün bunlar ile beraber, yesevî tarikatindeki 'yi tamamiyle nakşibendî görüşüne göıe tasvir zikir tarzının da tamamiyle türk paganizminden ettikleri kolayca anlaşılır. Mâverâünnehr ‘in bü­ alındığını vaktiyle izah etmiştim ( L 'I n flu e n c e yük İslâm merkezlerinde sünnî İran kültürünün du C h a m a n is m e tu r c o - m o n g o le s u r le s o r d r e s türk-moğul paganizmine karşı bir aksülameli m y s tiq u e s m u su lm a n s, İstanbul, 1929 ). Ahmed mahiyetinde olan nakşibendîlik, bu kültür tesi­ Yesevî 'nin bu zikir tarzını kabul etmesinde ri altındaki türkleri de kolayca nufuzu dairesi­ türk muhitinin kuvvetli tesiri olduğunu, bazı ne almak içiıı, yosevîlikle bazı rabıtalar tesisine eski müellifler de itiraf etmektedirler ( i l k m u ­ çalışmış olmalıdır. Türk e d e b iy a tın d a i l k m u ­ t a s a v v ıfla r , s. 133 ). Bütün İslâm tarikatlerinde mevcut bir usûle t a s a v v ıfla r ‘ı yazarken, gerek Ahmed Yesevî 'nin sûfiyane şahsiyetini, gerek Yesevî tarikati- riayet ederek, Ahmed Yesevî de, daha haya­ nin hüviyetini tamamiyle nakşibendî kaynakları­ tında, bir takım halifelerini muhtelif türk saha­ nın gösterdiği şekilde tasvir etmiştim. Hâlbuki, larına yollamıştır. Bunlardan bir çoğu unutul­ Babaî, Hayderî ve Bektaşî an'anelerinin [ bu muşsa da, asıl büyük şeyhlerin hatırası mah­ maddelere bk.] Ahmed Yesevî hakkındaki riva­ fuz bulunuyor : Ahmed Yesevî ‘nin ilk halifesi, yetleri, şüphesiz, tarihî hakikate daha yakındır. meşhur Arslan Bab ‘in oğlu Mansur A ta ( Ölm. i l k m u t a s a v v ıfla r in neşrinden sonra bektaşî­ 594 = 1197 ) 'dır ki, yerine oğlu Abdülmelik liğin menşeleri hakkında yaptığım araştırmalar Ata, sonra onun oğlu Tac Hoca (ölm. 596 =* ve elde ettiğim yeni vesikalar, bana bu hususta 1199 ) geçmiştir ki, Zengi A ta ‘nin [ b. bk.] kat'î bir kanaat vermiştir. Binaenaleyh burada babasıdır, 615 ( 1 2 1 8 ) te ölen ikinci halife­ Ahmed Yesevî ‘nin tasavvufî şahsiyeti ve ye- si hvarizmli Said Ata hakkında malûmatımız seviye tarikatinin ilk asırlardaki hususî karak­ yoktur. Üçüncü halife Süleyman Hakim A ta teri hakkında verilecek izahat, i l k m u t a s a v v ı f­ [ b. bk.], sûfiyane şiirleri ve menkıbeleri ile, l a r ‘dakindcn tamamiyle farklı olacaktır ( bu türkler arasında büyük şöhret kazanmış ve farka ilk defa şu eserimde kısaca işaret eyle­ S82 ( 1186) de ölmüştür. Hakim A ta W en miştim : L e s O rig in es d e Va m p ir e o tto m a n , Pa­ meşhur müridi Zengi Ata ‘dır. Onun da Mıiridleri Uzun Haşan A ta, Seyyid A ta, Sadr A ta, ris, 1935 3- 1*8 v.d.). Yusuf Hemedanî halifelerinden olan Ahmed Bedr Ata 'dır. Yeseviye silsilesi bilhassa Seyyid Yesevî 'ııin, bir taraftan Horasan melârnetiye Ata ile Sadr A ta 'dan gelir. Seyyid A ta 'nin en ‘sinin [ b. bk.], diğer taraf dan şarkî Türkistan meşhur halifesi, İsmail Ata 'dır. Onun oğlu İsve Seyhun havâlisindeki şi'î cereyanlarının tesi­ hak 'ın küçük bir eseri Upsala kütüphanesi yaz­ ri altında, oldukça geniş ve serbest bir tasavvuf maları arasında 472 numaralı mecmuadadır. Ma­ felsefesine sahip olduğu tahmin edilebilir. Fa­ mafih yeseviye silsilesi, asıl Sadr A ta halifeleri kat buna rağmen bu tarikat, Mâverâünnehr ile şöhretini muhafaza etmiştir. Sadr A ta 'nm ha­ ve H varizm ‘in büyük sünnî merkezlerinde daha lifesi Eymen Bab, onun halifesi Şeyh Ali, onun ziyade „Ortodoks“ bir mahiyet arzetmiş olma­ halifesi de Mevdud Şeyh 'tir ; bunun da başlıca lıdır. Ahmed Yesevî, Yesi 'ye yerleşerek, pro­ iki halifesi meşhurdur : Kemal Şeyh ve Hadım pagandasını daha ziyade göçebe ve köylü boz­ Şeyh. Bu iki şeyhten ayrı ayrı gelen iki silsile, kır türkleri arasında teksif edince, yesevîlik, hemen XVI. asır sonlarına kadar, kaynaklarda ister istemez bu muhitin şartlarına tetabuk tesbit edilmiştir. Mutasavvıfların biyografileri­ mecburiyetinde kaldı. Bu türkler samimî müs­ ne ait eserlerde, Irak, Horasan, Mâverâünnehr

AHMED YESEVÎ. sûfîlerinden ayrı olarak, türk şeyhleri diye zikr­ edilen: mutasavvıfların ( R e ş e h â t ter c ü m e s i, s. n 8 ) hemen hepsi yeseviye tarikatine men­ sup şeyhlerdir. Ahmed Yesevî ’ye ait menkıbeler ile tarihî rivayetleri tenkidi bir şekilde mezcedersek, yeseviye tarikatinin tarihî ve coğrafî inkişafı hakkında şu neticelere varabiliriz: bir türk sûfîsi tarafından hâlis bir türk muhitinde ku­ rulan bu ilk büyük türk tarikatı, iptida Seybun havâlisinde, Taşkent civarında ve şarkî Türkistan 'da kuvvetle yerleşmiş, sonra türk dil ve kültürünün Mâverâünnehr ve Hvarizm sahalarında kuvvetlenmesi ile müterafık olarak oralarda da ehemmiyet kazanmıştır. Seyhun vâdisinden ve Hvarizm 'den bozkırlara ve Bul­ gar sahasına yayılan yesevîlik, galiba moğul istilâsı neticesinde, Horasan, İran, Azerbaycan mıntakalarındaki türkler arasında da mevcudi­ yetini gösterdikten sonra, XIII. asırda Anadolu 'yâ da girmiştir. Yesevî şeyhlerinin, bazen der­ vişleri ile beraber küçük zümreler hâlinde, bu muhaceretleri, yavaş yavaş azalmakla beraber, XIV. asırda da devam e tt i: Hacı Bekta; ve Sarı Saltuk [ bu maddelere bk.] gibi, en maruf Anadolu sûfîlerinden başka, Azerbaycan ve Anadolu sahalarındaki bir çok yesevî derviş­ lerinin an’aneleri XVII. asırda hâlâ yaşıyordu ( Evliya Çelebi 'den naklen İ l k m u t a s a v v ıfla r , 53—55, 395 ). Dersim'deki kızılbaş kürt aşi­ retlerinden mühim bir kısmının, bugün bile, Ahmed Yesevî ’ye mensup olduklarını iddia etmeleri, yesevî propagandasının vaktiyle Ana­ dolu.’da ne kadar mühim bir rol oynadığı­ nı Tzaha kâfidir { V a k i t gazetesi, 1925, 20 haziran). Horasan ’da daha XI1L asırda hay deriye ta­ rikatinin [ b . bk.] doğmasında müessir olan yesevîlik, yine bu asrın ikinci nısfında Ana­ dolu ’da Babaî [ b. bk.] ve Bektaşî tarikatlerinin teşekkülünde de mühim bir âmil oldu. Mâverâünnehr şehirlerinde nakşibendîliğin zu­ hur ve inkişafı, bilhassa X V . asırda, hu sahada ve nakşibendîliğin kuvvetlendiği Horasan mer­ kezlerinde yesevîliğin eski ehemmiyetini azalt­ tı. 'Lâkin, yukarıda söylediğimiz gibi, nak­ şibendîliğin Ahmed Yesevî ile olan alâka­ s ı: onu Nakşibendî tarikatinin büyük pirleri arasına koyduğu cihetle, bu büyük sûfînin türkler arasındaki eski şöhretine hiç halel gel­ medi: X V . asırda Timur ailesine mensup prens­ ler üzerinde iranlı nakşibendî şeyhlerinin bü: yük nufuz kazandıklarını, fakat buna rağmen ; Ahmed Yesevî k ü lt ’ünün de ehemmiyetten düşmediğini gösteren misaller de vardır ( R e ­ ş e h â t te r c ü m e si, s. 332). Mâverâünnehr’de Timur sülâlesinin yerine geçip, hattâ bir aralık

213

kısa bir müddet Türkistan şehrini payitaht it­ tihaz eden Özbek hanları için de aynı mütala­ ayı tekrar edebiliriz. Fakat nakşibendîliğin XVI. asırdaki bu büyük inkişafına ve yeseviye tarikatini kendi içine almasına rağmen, Hora­ san ’da, Efganistan ’da, osmanlı imparatorluğu memleketlerinde yesevî mensuplarına hâlâ te­ sadüf edilmekte idi. Yalnız Seyhun mıntakası ile özbek-kazak bozkırlarında Ahmed Yesevî ’nin ve yesevîliğin nufuz ve ehemmiyeti aslâ eksilmedi ve hiçbir tarikat onun yerini tuta­ madı. Nogayiarın millî destanlarına — meselâ I d ig e destanına — giren bu türk sûfîsine karşı göçebe özbek-kazakların asırlardan beri bes­ ledikleri hürmet ve takdis, çok kuvvetli bir k ü lt hâlinde asırlarca devam etmiştir. Yesevi­ ye tarikatinin âyin ve erkânı hakkındaki ma­ lûmatımızın kaynakları, en eski olarak, XVI. asra kadar çıkabilmektedir ( İ l k m u ta s a v v ıfla r , s. n o—12 2). Nakşibendîlikle büyük bir müşa­ behet gösteren bu âyin ve erkândan bazıları — meselâ z ik r - i e r r e , yani bıçkı zikri — tarikatın ilk kuruluş devrine ait olmakla beraber, diğer bir çok şeylerin XV . ve XVI. asırlar esnasın­ da, nakşibendîlik tesiri ile, değişmiş olduğu muhakkak gibidir. İH. E d e b î . h ü v i y e t i v e t e s i r i . Ah­ med Y e se vî’nin, türkler arasında tasavvuf esas­ larını yaymak için, hece vezni ile türkçe ve halk edebiyatı şekillerine uygun manzumeler yazdığı malûmdur. Diğer şiirlerden ayırmak için, X V .— XVI. asırlardan beri h ik m e t adı verilen bu man­ zumeler bir araya toplanarak, D lv â n -ı h ik m e t isimli şiir mecmuası vücuda getirilmiştir ki, yesevî ve nakşibendî an’aneleri bunu doğrudan doğruya Ahmed Yesevî ’ye isnat etmektedirler. Hâlbuki bugün elde mevcut yazma ve basma D tv â n -ı h ik m e t nüshaları en sathî bir tarzda tetkik edilince, bu manzumelerin muhtelif ye­ sevî dervişlerine ait olduğu derhal anlaşılır. D lv â n -ı h ik m e t ’in eski bir nüshasını bulmak şimdiye kadar mümkün olamamıştır. Gordlevskiy 1929 da Yesi ’ye yaptığı kısa bir seyahatte, bundan altmış yetmiş yıl evvel, türbede deri üzerine yazılı eski bir d iv â n nüshası bulundu­ ğunu, fakat bunun sonradan kaybolduğunu işitmiştir. Herhâlde şimdiye kadar XVII. asırdan evvele ait bir nüshanın malûm olmadığını emniyetle söyleyebiliriz. M ih m a n n â m e -i B u ­ h a r a müellifi, Yesi ’deki türbede Yesevî kita­ bını okuduğunu söyleyerek, bunun türkçe sûfi­ yane bir eser olduğunu, sülük mertebelerini ve usûllerini bu kadar tertipli olarak ihtiva eden diğer bir eser bulunamayacağını bildiri­ yor ve şeyhi ,,Şah-i Yesi Hvace Ata-i Ahmed'1 diye zikrediyor; eserin manzum olduğunu söy­ lememesi ye bilhassa D iv â n -t hikmet adını

214

AHMED YESEVİ.

hiç kullanmaması, yukanki miitalealanmızı kuv­ vetlendirecek mahiyettedir. Bu nüshayı kim tertip etti ? Dîvândaki hikmetlerden hangileri hakikaten Yesevî ‘ye aittir ? Miistensihler elinde manzumelerin lisanî hususiyetleri ne dereceye kadar muhafaza edilebilmiştir ? Eldeki malzeme­ nin bu suallere müsbet bir cevap vermeğe kâfi olmadığını, yani bugün için D iv â n -ı h ik m e t ‘in tenkitli bir tab’ını yapmak imkânı bulunmadı­ ğını söylemek mecburiyetindeyiz. Bugün D iv â n -ı h ik m e t nüshalarındaki man­ zumelerden hiç biri Ahmed Yesevî ‘ye ait olma­ sa bile, şurası muhakkaktır ki, bu büyük sûfî halk edebiyatı şekilleri ile türkçe h i k m e t l e r yazmış ve ondan sonra, yesevî şairleri ara­ sında, bu yolda manzumeler yazmak mukad­ des bir an’ane olmuştur. Bu bakımdan, bugün elimizde bulunan h ik m e t ‘lerin esasen Yesevî ‘ye ait olmamakla beraber, tabiî, dil bakımından değil, fakat şekil ve ruh itibariyle, onların asıl Y esevî‘ye ait olanlardan farksız olacağına hük­ medebiliriz. Çünkü Yesevî muakkiplerinin, ondan asırlarca sonra bile, aynı şekil ve edada, aynı ruh ile aynı tarzda h ik m e t ‘1er yazdığını, tarihî ve edebî vesikalar sayesinde, k a ti olarak bili­ yoruz. Esasen bunu yalnız Yesevî muakkiplerine has bir şey sanmamalıdır. Umumiyetle, sûfiyane halk edebiyatında bu „değişmezlik“ asırlarca de­ vam etmiştir. Bunun sebebini, kısmen eski ede­ biyatın umumî bir derdi olan nazirecifikte, kısmen de bir defa büyük pîrlere istinaden, tekarrür eden şekillere muakkipleri tarafından adetâ kudsî bir mahiyet verilmesinde aramalı­ dır. İşte bundan dolayı, h ik m e t adı verilen bu tasavvufî-ahlâkî şiir nev'i vasıtasıyle, Ahmed Yesevî ‘nin edebî şahsiyetini ve telkin ettiği ideolojiyi — hattâ takribî bir mahiyette de olsa— az çok anlamak kabildir. Tarihî ve filolojik tenkit zihniyetini bir tara­ fa bırakarak, D îv û n -ı h ik m e t ’in nasıl vücuda geldiğini hiç düşünmeyen Avrupa türkiyatçıları Vambery ‘den Melioransk ‘iye, Martin Hart­ mann 'a, Kari Brockelmann a kadar onu XII. asır mahsulü saymışlardır (yalnız Josef Thury, Yesevî hakkındaki biyografik malûmatının yan­ lışlığından dolayı, bu eseri XIV. asra çıkarıyor ). Elimizde bulunan mahlut D tv â n -ı h ik m e t ‘in değil, lâkin asıl Ahmed Yesevî tarafından ya­ zılmış manzumelerin filolojik mahiyetini — şüp­ hesiz takribî bir surette — anlayabilmek için, XII. asırdaki edebî türk lehçelerinin coğrafî sahalarını tayin etmek, Yesevî ‘nin doğup yaşa­ dığı sahanın lehçesini ve o devrin umumî kül­ tür cereyanlarım anlamak lâzımdır. Vaktiyle bu hususta yaptığımız araştırmalar neticesine göre, Yesevî lehçesini „ h â k â n i y a “ dediğimiz ççjebî türkçe dairesine spkmak, şimdilik bize

en makul görünüyor ( İ l k m u t a s a v v ıfla r , 142— ¡6 6 ; ayrıca bk. ayn. mil., T ü r k e d e b iy a t ı t a r i­ h i, s. 229). Bir taraftan Yesevî ‘nin yetiştiği muhiti, hitap ettiği kütleyi, o devrin umumî karakterlerini göz önünde tutmak, diğer taraftan Yesevî muakkiplerinin asırlarca aynı ruh ve şekil ile vücuda getirdikleri taklitleri dikkatle tetkik etmek sayesinde, onun h ik m e t ‘terinde nasıl bir ideolojinin hâkim olduğunu az çok tahmin ede­ biliriz. Dervişliğin faziletlerine ait medhiyeler, sonunda dinî-ablâkî neticeler çıkarılmış meşhur İslâm menkıbeleri, Peygambere ve büyük İslâm mütasavvıflarına ait parçalar, dünya hâlinden şikâyet ve kıyamet günlerinin yakınlaştığını ihtar maksadı ile yazılmış zahidâne şikâyetler, cennet ve bilhassa cehennem ahvâlini anlatan destanlar bu h ik m e t ‘lerin başlıca mevzuunu teş­ kil ediyordu, İslâmiyet! şeklen kabul etmiş ba­ sit bozkır göçebeleri arasında tasavvuf propa­ gandası maksadı ile yazılan şeyler, başka türlü olamazdı. Türk halk edebiyatının ata sözleri ve nasihatler ile dolu mahsullerini hatırlatan bu eserler, halk edebiyatı an’anelerine uygun ola­ rak, bilhassa 4 + 3 = 7 ve 4 + 4 + 4 = 12 he­ celiler ile, dörtlükler şeklinde yazılmış, yarım kafiye ve redif kullanılmıştır. Dörtlüklerden mürekkep bazı uzun manzumelerde her dörtlü­ ğün sonundaki mısraların kafiyeli olması, bnnların umumî toplantılarda muayyen bir beste ile okunduğunu göstermektedir. San’at endişesine tamamiyle yabancı ve lirizmden mahrum olan ve yalnız bir propa­ ganda gayesi takip eden bu h ik m e t ‘1er, yalnız bozkırlarda değil yesevîliğin bütün intişar sahalarında sür'atle yayıld ı; Türkisatan ‘da, Hvarizm ‘de, Volga boylarında, Anadolu 'da bir çok mukallit ve muakkipler bularak, bu suretle bütün türk edebiyatında bir tasavvufî halk şiiri doğdu [ bk. TÜRK EDEBİYATI, HAKİM A TA , MAHDUM KULİ, YUNUS EMRE ]. Anadolu ‘da Yunus Emre ‘den başlayarak büsbütün baş­ ka bir mecra takip eden bu şiir nev‘i, orta A s­ ya, Hvarizm, Volga sahalarında sekiz asırdan beri mahiyetini hiç değiştirmeyerek, devam et­ miş ve yüzlerce muakkip bulmuştur. Bediî bir kıymeti olmayan bn h ik m e t ‘lerin türk kalk kütleleri üzerinde asırlarca böyle müessir ola­ bilmesinin sebeplerini kolayca izah edebiliriz. H ik m e t ‘ 1er başlıca iki unsurdan mürekkeptir: İslâmî, yani dinî-sûfiyâne unsur ile millî, yani eski türk halk edebiyatından alınan unsur. Birincisi ideolojide, İkincisi şekil ve vezinde daha barizdir. Yeni, fakat ateşli müslüman olan Seyhun türkleri, eski halk edebiyatına ya­ bancı olmayan bu h ik m e t ‘lere kudsî bir mahi­ yet veriyorlardı, Yesevî 'pili büyük bir vçiî öl-

AHMED YESEVÎ — AHMEDÂBÂD.

l,S

ması ve tarikatının sür'atli ve geniş inkişafı, ( g ö s i . y e r . •, 1895/1896, XIII, 5 3 °— 537 < 1212 yesevîlik âyinlerinde büyük mevkii bu h ik m e t tarihli olan bu mührün bir isnaddan ibaret ’Ierin asırlarca okunup ezberlenmesini intaç etti. olduğu meydandadır). O rta v e ş a r k i A s y a Anadolu hâricinde Yesevî k ü lt ’ünün asırlarca t e t k ik le r i ce m iy e tin in ru s k o m it e s i h a b e r le r i hâkim olduğu coğrafî sahaların, XX. asra kadar (Petefsburg, 1906), nr. 6, s. 23—25 te Vesfikrî ve medenî bir intibaha mazhar otamayarak, selovskiy ’nin bu mescid hakkında küçük bir bilhassâ X V L asırdan sonra, mütemadi gerile­ makalesi varsa da, pek mühim değildir. M. mesi de şark ve şimal türkleri arasında Yesevî Masson ’un 1930 da Taşkent 'te neşredilen tesirini büsbüntün kuvvetlendirmiş ve müte­ A h m e d Y e s e v î tü r b e s i adlı makalesini göre­ mâdi Yesevî mukallitleri yetiştirmiştir. medim. V . Gordlevskiy ‘nin 1932 . de çıkan H o c a A h m e d Y esev t adlı makalesinde ( F e s t ­ B i b l i y o g r a f y a : a. K a y n a k l a r . s c h r if t C e o r g J a c o b , Leipzig, 1932, 57—67), : Ahmed Yesevî 'ye ve yesevîliğe ait her türlü m eseleler halikındaki kaynaklar T ü r k e d e b i­ Ahmed Yesevî ve yesevîliğe dair i l k m u ta s a v v ı fl a r ' m neşrinden sonra çıkan bütün rus­ y a t ın d a i l k m u t a s a v v ıfla r adlı eserimizde ça makaleler hakkında malûmat verilmiştir. uzun uzun bahis mevzuu edilmiş ve orada Kâşgar 'daki dervişler arasında Yesevî h ik ­ istifade edilememiş olan bazı mühim kayıtlar m et ’lerinin ehemmiyeti hakkında N. Lykochin da bu makale içinde mehazları ile gösterilmiş’den hulâsa edilen T a ş k e n t iş a n la r ı adlı ma­ V tir. Bunlara ilâve olarak, farsça F a v â ' id - i H a kaleye bak ( R M M , XIII, r, s. 134 ). el' B e k t â ş V ali adlı küçük risâlede Ahmed Y e se v î’nin bâzı sözleri mevcut olduğu gibi F. Babinger ’in Ahmed Y e se v î’nin zamanı hakkında Josef Thûry ve J . Nemeth’i tenkidi, ( hususî kütüphanemiz yazmaları arasında; ( D e r İ s la m , 1923,3. 106) hiçbir mehaz gös­ . eser hakkında tafsilât için bk. mad. BEKTAterilmeden, aynen i l k m u ta s a v v ıfla r ' d a n alın­ Ş İY E ), Kemaleddin Hüseyin Hvarizmî’nin fars­ mıştır ; krş. s. 135 not.). ça M esn ev i ş e r h i ’nde de Yesevî 'ye ait bazı ( M . F u a jd K ö p r ü l ü . ) rivayetler vardır (muhtelif kütüphanelerde A H M E D Â B Â D . AHM EDABAD, İngiliz Hinyazmalarına tesadüf edilir). Upsala kütüpha­ nesi yazmaları arasında nr. 472 deki mecmua­ distanı ‘nin Bombay vilâyetinde, Sâbarmati su­ da Ahmet Yesevî ile İsmail A ta ’nin N e s e b - yu kenarında, aynı isimdeki İdarî bölgenin mer­ kezidir. 1901 de şehrin, 1/5 ’i müslüman olmak . : : n â m e ’leri ile Ahmed Yesevî'nin sûfî Mehmed Danişmend tarafından toplanan sözlerini muh­ üzere, 185.899 ve İdarî bölgenin de 3.816 mil tevi M ir â t a l- k u lü b adlı risale vardır ( Le murabbaı = 9883 km. murabbaı arazi üzerinde, M on d e o r ie n ta l, XXII, 1—3, Upsala, 1928). 797.967 nüfusu vardı [1931 de şehrin nüfusu : Paris 'te millî kütüphane türkçe yazmaları 310.000 ]. Ahmedâbâd Hindistan ’ın en güzel arasındaki meşhur Nevaî külliyatı içinde şehirlerinden biri olup, sırmalı ve kılaptanlı :: ( S u p p ., 3x6/317 ) N a s a i m a l- m a lıa b b a adlı kumaşlar ( dibâ-i munak/çcş), ipekli ve pamuk­ N a f a h â t tercüme ve zeylinde, Nevaî, Ahmed lular ile atlas ( kamhâ ) imalâtı, bakır ve tunç Yesevî ile bazı yesevî şeyhleri hakkında ma­ işleri, sedef, lâke ve oymacılık sanayii ( meselâ lûmat vermektedir ki, şimdiye kadar bunlar­ pandan denilen kutular) ile meşhurdur. Şehirde dan hiç istifade olunmamıştır. Ahmed Yesevî XV . ve XVI. asırlardan kalma, cami ve türbe­ ve.- yesevîlik hakkında bu makalemizde bil­ ler gibi, eski İslâm sanatından müteaddit âbi­ hassa istifade edilmiş olan diğer mühim bir deler de vardır. T a r i h . Aljmeöâuâd, eski hindu şehri Asakaynak da, H vace Mevlâna Isfahanı lâkabi ile meşhur Fazlullah b. Revz Bihan ’m 915 te v a l'i kendine merkez yapan Gucarât sultanı yazılmış olan M ih m a n n â m e -i B u h a r a adlı Aljmed Şâh I. [ b. bk.] tarafından, 1411 sene­ çok ehemmiyetli eseridir ki, ilim dünyasına sinde tesis edilmiş ve bir çok binalar ile süs­ : bugüne kadar meçhul kalmıştır (Nuruosmani- lenmişti. Şehir, Gucarât hanedanının ilk asrın­ ye kütüp., nr. 3431). da, çabucak parladı. Ondan sonra inhitat b. T e t k i k l e r . Ahmed Yesevî ve yesebaşladı. Türk-hind hükümdarları zamanında vîlik hakkındaki ilk monografi, T ü r k e d e b i­ yeni bir ikbal devri geçirdi ise de, XVIII. y a t ın d a i l k m u t a s a v v ıfla r ( İstanbul, 1919) ’in asırda yine inhitat etti. 1818 de şehri ingilizler birinci kısımdır (s. 1 —2 0 1). Orada zikredil­ zaptettiler. B i b l i y o g r a f y a : I m p e r ia l G a z e tt e e r miş olan muhtelif tetkiklere ilâve olarak, (1901),!, 492; B o m b a y G a z e tt e e r (1904), IV-B; 0 başlıca şunları kaydedelim; Ahmerov, A h m e d Y e s e v î m es c id in in k i i â b e l e r i ( K a z a n ü n iv ers iie s i a r k e o l o j i , ta rih v e e t n o g r a fy a c e m iy e ti

M u h a m m ed a n

a r c h ite c tu r e

of

A h m ed âbâd

h a b e r le r i, 1895/1896, XII, s. 539—549 ) ; ayn.

A . D . 1412 — 1520 (19 0 0 ); Th. Hope, A h ­ m e d a b a d ; Fergusson, In d ia n a r c h ite c tu r e ',

mil., A h m e d

Şchlagintweit, H a n d e l y n d G e z o er b e in A h '

Y e se v î'n in m iih rü n ü n t a v s ifi,

AHMEDÂBÂD - AHMEDJ. medabad ( Oesterr. Monatsschr. fü r den Ori­ ent, 1884, s. 160 v.d.)._ A H M ED Î. AHM EDÎ (1334 ? - 14 13), XIV. asırda yetişen osmanlı şairlerinin en büyüğü ve meşhuru olup, XV . asrın ilk yarısında Şeyhî ‘nin iştiharından sonra 'bile şöhreti büsbütün sarsıl­ mamış ve bilhassa Isken d ern â m e's'ı, XVI. asırda osmanlı hudutları dışındaki türk muhitlerinde bile okunmuştur. Osmanlı şiirinin X V . — XVI. asırlardaki sür’atii tekâmülü ve yeni şöhretlerin inkişafı Ahmedî ’yi gölgede bırakmışsa da, ede­ biyat tarihi bakımından, Ahmedî ’nin türk şii­ rinde mühim bir merhale olduğu asla inkâr olu­ namaz. Şairin asıl ismi Tâc al-Din İbrahim b. Hizir 'dır. Bazı Iskendernâme nüshalarında ( Rieu, Cat. o f Brit. Mnseum, nr. 1376 ) isimTae al-Din Ahmed b. İbrahim olarak gösteriliyorsa da, doğ­ ru değildir (Nihad Sam i’nin, bibliyografya kıs­ mında zikredilen eserinde, bu kaydın Ş a k a ik ’tan alındığını söylemesi yanlıştır; çünkü ne Şakâ'ifc ’ta ne de muhtelif tercümelerinde şairin asıl ismi zikredilmemektedir ). Ahmedî hakkın­ da en mühim kaynak, öyle görünüyor ki, mua­ sırı olup, Mehmed I. devrinde onun ile görüş­ müş olan lbn ‘A rab şâh ’ın [ b. bk.] ' Uknd al-naşilıa (Kâtib Çelebi "de 'U nknd al-naşiha) adlı eseridir; Talfi al-D in’in meşhur Tabakat-ı )}anafîya'sinde, Manhal al-şâfî 'de bu eserden istifade edilmiş ve Ş a k a ik mütercimi Mecdî de Ahmedî hakkında buradan aldığı bir kaydı tercümesine ilâve etm iştir: Osmanlı m üellif­ leri 'nde de — doğrudan doğruya değilse de — yine aynı kaynaktan istifade edilmiştir ve ismi­ nin doğru şekli ise, bizzat Ahmedî ‘nin eserle­ rini gören Kâtib Çelebi ‘den alınmıştır. Esasen İslâm adları ve lâkabları hakkında tetkikatta bulunanlar pek iyi bilirler ki, hemen pek az istisna ile, İbrahim ismine Taceddin, Mehmed ismine Muhiddin, Ali ismine Alâeddin, Yusuf ismine Sinaneddin, Hüseyin ismine Hüsameddin, Mahmud ismine Bedreddin v.s. lâkabları ilâve olunur. Bundan dolayı, şairimizin asıl isminin İbrahim olduğu için Tâc al-Din lâkabını aldığını, Ahmedî mahlasını da, şairliğe başladıktan son­ ra, kullandığını emniyetle söyleyebiliriz. Ahmedî 'nin hayatı hakkında, lbn ‘Arabşâh ile Taşköprü-zade ve Mecdî de ve ekseriyetle onlara dayanan yahut aynı şeyleri tekrar eden Sehî, Latifî, Âşık Çelebi, Haşan Çelebi tezke­ releri ile  li ‘nin K u n h a l - a h b â r 'ında verilen malûmat, çok az, dağınık ve birbirini naks eder mahiyettedir. Bunlara doğrudan doğruya kendi eserlerinde bulduğumuz sarih kayıtları ve bazı müphem ifadeleri de ilâve etmek sure­ tiyle, şu küçük biyografi taslağını tertip ede­ bildik : şairin nerede ye ne zaman doğduğunu

kat’î surette tayine imkân yoktur. Taşköprüzade, Müstakim-zade ( Macallai al-nişâb ) Âşık Çelebi, Haşan Çelebi, germıyanlı, Latifî ve Âli ise sıvaslı olduğunu söylerler; Osmanlı müel­ lifleri 'nde — galiba lbn ‘A rabşâh ’a istinaden, Amasya 'da öldüğü düşünülerek — amasyalı ol­ duğu kaydolunur. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Uşak köylerinden Sıvaslı köyünde doğmuş olması ih­ timalini ileri sürerek, sıvaslı olduğu rivayetinin belki bundan çıktığını söyler ( Kütahya şehri, s. 217, İstanbul 1932). İlk tahsilini Anadolu’da gördükten sonra, büyük âlimlerden ders görmek üzere, o zamanın umumî bir âdetine uyarak, Mısır 'a giden Ahmedî, orada Hidaye şarihi Şayh Akmal al-Din ’den ders görmüş, Hacı Paşa ve Molla Fenarî ile arkadaşlık etmişdir; Şakâ'ik 'te ve ondan naklen bazı tezkerelerde mevcut bir rivayete göre, bir gün ziyaretine gittikleri bir şeyh kendilerine istikballerini söylemiş ve Ah­ medî ’nin ilim ile değil şiir ile şöhret kazanaca­ ğını bildirmiştir. Doğum yılını sarih olarak bilmediğimiz için, şairin Anadolu ‘ya ne zaman döndüğünü de iyice tayin edemiyoruz. 14:2 de yaşı sekseni geçtiği sırada öldüğünü söyleyen Taşköprü-zade'ye inanırsak, onun 735 ten evvel doğduğuna hükmetmek icap ediyor. Son eser­ lerinde yaşının çok ilerlediğinden şikâyet etme­ sine bakılırsa, bu rivayetin pek yanlış olmadığı anlaşılmaktadır. Ahmedî ‘nin, Anadolu ‘ya dön­ dükten sonra, ne yaptığını ve nerelerde oturdu­ ğunu bilmiyoruz. Muhakkak olarak bildiğimiz şey, onun Kütahya'da yerleştiği ve Germiyan beylerinin hizmetine girdiğidir: 770 ten evvel Germiyan tahtına çıkarak, 7S8 de ölen Süley­ man Şah ‘a takdim ettiği şiirler sayesinde, şairi­ mizin ona intisap ettiği anlaşılıyor ki, tezkere­ lerin ifadeleri de bunu teyid etmektedir. Şiire ve şairlere karşı büyük alâkası olduğunu, bir takjm eserler tercüme ettirdiğini, hattâ, Ahme­ dî ‘den evvel Anadolu ‘nun en maruf şairi sayılan Şeyh-oğlu Mustafa [ b. bk.J ‘ya büyük iltifatlarda bulunduğunu bildiğimiz Süleyman Şah ‘ın Ah­ medî ‘yi de himaye edeceği pek tabiî idi. İskendernâm e’de şair „kendisinin toprak ile inciyi ayıramayacak kadar gafil olduğu hâlde, onun lûtfu, himayesi sayesinde, bu eseri yazdığını" söyler ki bunun Süleyman Şah olduğu muhak­ kaktır. Süleyman Şah ‘a, belki daha Germiyan tahtına geçmeden evvel, intisap ederek, Iûtuflarını gören, gençliğini zevk ve işret meclisle­ rinde ve güzellerin aşkı ile geçiren Ahmedî, şi­ irlerinde daima Şeyh-oğlu aleyhinde bulunmuş, onun eserlerinin artık okunmaz olduğunu tekrar edip durmuştur. Ahmedî ‘nin bu hücümlarını, Süleyman Şah ‘m sarayında büyük mevkii olan Şeyh-oğlu ‘nun genç rakibi aleyhinde bazı ha­ reketlerde bulunmuş olmasına isnad edebiliriz.

AHMEDÎ.

217

Süleyman Şah Karamanlıların taarruzları kar­ d e r O s m a n e n u n d ih r e W e r k e , Leipzig, 1927, s. şısında, bazı mühim mevkiler ile beraber payi­ 176 ) Timur'un Ahm edî'yi bilhassa çağırdığı tahtını ve kızını osmanlılara vererek, Karahi- bile rivayet edilmektedir. Fakat bu hususta sar ‘a çekildikten sonra, onun damadı Yıldırım kat’î bir şey söylemek mümkün değildir. Süley­ Bayezid Kütahya 'da yerleşti. Ahmedî 'nin bs- man Çelebi'nin, askerî muvaffakiyetlerinden maulı sarayına intisabı bu sırada mıdır, yoksa sonra az çok bir istikrar temin edince, Ahme­ Süleyman Şahı ’n ölümünden sonra mıdır, iyi bi­ dî 'yi tekrar yanma çağırttığı, şairin bazı man­ lemiyoruz. Muhakkak olan bir cihet varsa, o da zumelerinden anlaşılıyor. O karışıklık yıllarında şairin osmanlı sarayına intisap ettiğidir. Osman­ türlü zahmet ve meşakkatlere katlandığını, mad­ lı şehzadeleri arasında şiire ve şairlere karşı dî ve manevî bir çok dertlere uğradığını, niha­ çok alâkadar olan Emîr Süleyman bu şöhretli yet her türlü zorluklara göğüs gererek, hüküm­ şairi kendi maiyetine alarak, sarayında ona mü­ dar eşiğine yüz sürdüğünü anlatan şair, onun him bir mevki verdi. Enverî 'nin D ü s tû r n â m c bazı muzafferiyetlerini de memnuniyetle teren­ 'sinde; onun gece gündüz Emîr Süleyman mec­ nüm etmiştir. Bursa '11ın bir aralık Süleyman lisinden ayrılmadığı, şehzadenin büyük tevec­ Çelebi tarafından zabtı üzerine tanzim ettiği cühünü kazandığı, büyük küçük herkesin ona anlaşılan bir kasidesinde, sultanlar durağı olan muhtaç olduğu zikredilmektedir ( D ü s tû r n â m e -i güzel Bursa 'yi methettikten sonra, Süleyman­ E n v e r î, nşr. Mükrimin Halil, İstanbul, 1928, s. 'ın adli sayesinde, şehrin zulme karşı bir mel­ 9 1). Diğer bütün tarihî kaynaklarda zikredilen ce' olduğunu söylüyor ve sonra şehir halkı­ bu nokta hakkmdaAhmedî 'nin eserlerinde de nın şiddetle aleyhinde bulunuyor : yabancılara çok sarih kayıtlar görmekteyiz. D îv â n ■'ında düşman olduklarını, fakihlerinin ve sûfîlerinin Emîr Süleyman hakkında birçok medhiyeler bu­ fesad ve riyalarını, bunlara erkek denilemiyelunan, ¡ s k e n d e r n â m e 'sinin yeni bir nüshasını ceğini, kendisine çok fenalık ettiklerini anlatı­ ona ithaf eden, T a r v ih a l- a r v â h ve C e m ştd -ü yor. Şair aynı şeyleri T a r v ih a l - a r v â h 'ta daha H u r ş î d adlı eserlerini onun namına ve onun kuvvetle tekrar etmiş ( bu parça Sadettin Nüzemri ile yazan ihtiyar şair, şehzadeden gördüğü het Ergun, T ü r k ş a ir le r i, I, 374 de münderiçtir )', lûtufları daima şükran ile yadetmiştir. Bir kasi­ bursalılarda fütuvvet ve mürüvvetten eser ol­ desinde şehzadenin kendisine bir at bağışladı­ madığını, hünersizlikte eşekten geri bulundukla­ ğını, bir manzumesinde onun daveti ile Bursa rını, kibir ve hasetten, hileden başka birşey 'ya geldiğini söyler. Birçok şiirlerinde bursalılar bilmediklerini, hattâ kitabını tamamlatmamak aleyhinde çok şiddetli hücumlara tesadüf olun­ için kendisine türlü türlü şeyler yaptıklarını an­ ması, galiba, orada rakipleri tarafından gördü­ latıyor. Bursalılarm Çelebi Mehmed 'e tarafdar ğü fenalıkların bir cevabıdır. Zarif ve sohbeti olmalarından dolayı, Süleyman Çelebi'nin bunla­ çok sevimli bir adam olduğu bütün kaynaklrdaa rı hoş gördüğü tahmin olunabilir. Öyle görünü­ tekrar edilen Ahmedî, hayatının büyük kısmını yor ki, Ahmedî Edirne ‘ye gitmeyerek, zamanını işret ve eğlence meclislerinde geçiren şehzade­ Bursa ‘da geçirm iştir: Süleyman ‘a takdim ettiği ye hulûskârlık için, şarabı -ve şarab meclisleri­ bir kasidede, kendi arzusuna rağmen, ondan ayrı ni, methetmiş, kendisinin de gençlikte aynı şe­ düştüğünü söylüyor. V atan redifti bir gazelinde, kilde yaşadığını tahassürle yâd eylemiştir. i s - vatanından ıztırarî olarak ayrıldığını söylemesi, k e n d e r n â m e 'sinin bir çok yerlerinde „hüküm­ belki Bursa ’daki bu ikametine işaret etmekte­ darlık ile işret ve sefahatin imtizaç edemeye­ dir. Süleyman ‘ın ölümüne (814 = 1411 başların­ ceğini“ tekrar eden şairin bu tenakuzuna şaş­ da ) samimî bir mersiye söyleyen ihtiyar şair, mamalıdır: ¡ s k e n d e r n â m e ‘yi, Germiyan 'ın ihti­ mersiyenin sonunda Çelebi Mehmed ‘e dua et­ yar hükümdarı için hazırlamıştı; hâlbuki Emîr meği unutmamış ve böylece onun himayesine Süleyman sarhoşluk ile meşhur bir şehzade idi. sığınmak istemişti. Ona takdim ettiği bazı şiir­ Ahmedî bazı kasidelerinde ve T a r v îh a l- a r v â h lerde kimseden kerem görmediğini, garip kaldı­ 'ında, herkesin akıl ve şuurunu kaçıran içkinin ğını, nihayet onun eşiğine yüz sürdüğünü an­ Emîr Süleyman üzerinde tamamiyle makûs bir latmaktadır. 806 (1403 ) da Süleyman ‘ın emri tesir yaptığını" tekrarlamak suretiyle, velini­ ile yazıp tamamladığı T a r v îh a l - a r v â h ’ın mu­ metini müdafaaya çalışmıştır. kaddimesine bazı ilâveler yaparak, yeni hüküm­ Ankara harbini takip eden anarşi devresinde, dara takdim etmiştir. Herhâlde hayatının son Ahmedî'nin ne yaptığını iyi bilmiyoruz. Tarihî yıllarında da bazı mahrumiyetlere, acılıklara kaynaklarda,şairimizin Tim ur’un iltifatına maz- maruz kaldığı anlaşılan ihtiyar şair, 813 {14 13 ) har olduğu zikredilerek, aralarında geçen meş­ sonlarında — rivayete göre, Divan kâtibliği va­ hur bir hamam fıkrası da kaydolunur. Hattâ zifesinde iken — Amasya ‘da vefat etti ( İsmail Rıdvan Paşa-zade tarihinde ( bu eser ve müellifi Hakkı Uzunçarşılı ’nin, şairin Kütahya ’da öl­ hakkında bk. Babinger, Die Gesçhiçhisşçhreiber düğü bakkındaki kaydı, hiçbir tarihî kaynağa

218

AHMEDÎ.

dayanmayarak, sadece mahallî rivayetlere istinad etmektedir). Ahmedî 'nin şairlikten başka hattat ve musavvir olarak da şöhret kazandığı rivayet edilir (Sehî ve Rıdvan Paşa-zade), Ahmedî 'nin kardeşi Hamzevî [ b. bk.] de o devrin oldukça meşhur bir simasıdır. Ahmedî, eserlerinin kemmiyeti bakımından da, tetkike lâyık bir şahsiyettir. Anadolu ‘da ve Mısır 'da kuvvetli bir tahsil görerek, İslâm ilim­ lerine tam bir vukuf hasıl ettikten sonra, fıtrî istidadına tabi olarak, şiir ve edebiyatla meşgul olmuş ve uzun hayatında bir takım mühim ve büyük eserler vücuda getirmiştir. Bunlar hak­ kında ayrı ayrı kısa izahat vererek, mahiyet ve kıymetlerini gösterdikten sonra, Ahmedî ‘nin edebî şahsiyeti ve Anadolu türk edebiyatının umumî tekâmül çerçevesi içindeki mevkiini vazıh bir surette tesbit edebiliriz. i. I s k e n d e r n â m e . Ortaçağda hemen bütün şark ve garp edebiyatlarında mühim bir mevzu teşkil eden makedonyalı İskender kıssalarının mahiyeti hakkında, burada izahata girişecek değiliz. Büyük cihangire ait efsanevî rivayetler İran millî destanında büyük bir yer aldığı ci­ hetle, bilhassa Firdevsî ve Nizamî’nin meşhur eserlerinden sonra, klâsik türk edebiyatının bu mevzua yabancı kalması imkânsızdı. İskender ‘i ideal bir cihangir imparator sayan türk hüküm­ darlarının alâkası da düşünülünce, Ahmedî 'nin, Germiyan hükümdarı Süleyman Şah 'a takdim için, neden bu mevzuu intihap ettiği kolayca anlaşılır. 792 rebiülâhırınm evvelinde tamam­ lanmış olan bu eserin büyük bir rağbet kazan­ dığı, bugün elde mevcut — bazıları hükümdar kü­ tüphaneleri için yazılmış tezhipli ve minyatürlü — müteaddid nüshalardan istidlâl olunabilir. Birbirinden az çok farklı olan bu nüshaların tetkiki sayesinde, eserin kime takdim için yazıl­ dığı hakkında tarihî kaynaklarda verilen müte­ nakıs haberleri düzeltmek kabildir: anlaşılıyor ki eser önce Süleyman Şah 'a takdim için hazır­ lanmış, lâkin, onun ölümünden sonra, Yıldırım 'ın oğlu Süleyman Çelebi ‘ye takdim edilmiştir. Bütün müdakkikler eserdeki: „Ol Süleyman, zade-i şah-ı cihan : Bayezid ibn-i M urad^ibn Orhan" beytinden, Yıldırım Bayezid’in kasdedildiğini zannetmişler ise de (Thûry, Sadettin Nüzhet, Nihad Sam i), beytin a3il manası, ,,şah-ı cihan Bayezid ’in oğlu Süleyman“ demektir ( şair ekser şiirlerinde Süleyman 'ın ismini türkler arasında­ ki halk telâffuzuna uygun olarak, „Sülman" şeklinde kullanmaktadır). Esasen şairin verdiği „Sühendân ve gevherşinas" sıfatları, Yıldırım 'a değil, ancak şehzade Süleyman Çelebi ’ye isnad olunabilir. Ahmedî sonradan eserinin sonuna, ostnanlı tarihine ait, bir kısım da ilâye etmiş; hat­

tâ, orada Süleyman hakkındaki kısım, sırf bir medhiyeden ibaret kaldığı cihetle, „ömrü mü­ sait olursa Süleyman devri hakkında ayrı bir ki­ tap yazmak tasavvurunda olduğunu" da söylemiş­ tir. Mümasil İran mesnevilerinin tertibine uygun olarak, tanzim olunan ve takriben 10.000 beyit­ ten mürekkep olan bu eserde şair, Firdevsî ’ye ve Nizamî ‘ye körü körüne tâbi olmamış, İsken­ der hakkındaki başka rivayetlerden istifade ettiği gibi, muhtelif vesilelerle, ansiklopedik kül­ türünü gösterecek birçok ilâveler ve istitratlar yapmış, vak'aları anlatırken ahlâkî nasihatler vermiş ve böylece eserine didaktik bir mahiyet izafe etmiştir. I s k e n d e r n â m e ’nin güzel bir tah­ lilini yapan Thûry, burada İskender 'e ait bazı vak'alar ile Attila hakkındaki bir takım riva­ yetler arasındaki benzeyişleri tebarüz ettir­ miştir ( M illî t e t e b b u la r m e c m . IV, n6, 124 ). Eserin sonuna, İslâm tarihine ait, ilâve olunan kısmın hiçbir ehemmiyeti yoksa da, osmanlı tarihi hakkındaki kısım, muhtelif bakımlardan, çok ehemmiyetlidir ve ilk osmanlı vakayina­ mesidir ; muahharen yazılan anonim T a v a r ih â l - i ‘o ş m â n nüshalarında ve L û t f i P a ş a T a r ih i ndeki birçok manzum parçalar buradan alınmış olduğu gibi, Nihad Sami 'de, ŞükrüIIah [ b. bk.] ın B a h c a l a l - i a v a r i h ’i yazarken Ahmedî .’yi bir menba olarak kullandığını meydana koy­ muştur. Tezkereci Latifî, I s k e n d e r n â m e 'nin Germiyan beyi Süleyman Şah tarafından beyenilemediğini göstermek için, bir hikâye nakleder ki, bunun sonradan, yani XVI. asırda Ahmedî ’nin eserleri artık zamanın edebî zevkini pek okşamadığı bir devirde uydurulduğu pek açık­ tır. Hâlbuki en eski osmanlı tezkerecisi Sehî ‘nin takdir ile bahsettiği bu eserin, yalnız Ana­ dolu ’da değil, İran ve Türkistan ’da da okun­ duğunu biliyoruz ( bugün bilinen nüshaların bir kısmı XV . ve daha mühim bir kısmı da XVI. asır­ da yazılmıştır: 926 ve 966 da Şiraz ’da yazılmış iki nıısha tezhipli ve miuyatürlüdür. Diğer nüs­ halar arasında da böyle itinalı ve kıymetli olan­ ları vardır; 926 da yazılmış bir nüsha Safevîleriıı Herât vâlisi Durmuş Han ın kütüphanesine aittir). 915 te Şeybanî Han ’ın kazaklara karşı yaptığı sefer esnasında, kendisine bir I s k e n d e r n â m e nüshası hediye edildiğini ve bundan çok memnun olan bu şair hükümdarın ondan tefe’ül bile ettiğini biliyoruz ( Fazullah b. Ravz Bihan, M ih m a n n â m e-i B u h a r a , Nuruosmaniye kütüp., nr. 3431 ). Bütün bunlar, XVI. asır tezkerecile­ rinin ve Ali 'nin şiddetli tenkitlerine rağmen, I s k e n d e r n â m e ’nin geniş ve devamlı bir şöhrete mâlik olduğunu gösterecek delillerdir. XV . as­ rın ikinci nısfında Uzun Firdevsî [ b. bk.] ’nin onun hakkındaki ifadesi, bunun aksine bir delil olarak kullanılamayacağı gibi, Fuzulî ’nin L e y -

AHMEDÎ. lâive Mecnun mukaddimesinde Ahmedî 'yi, Şey­ bezirgân, dünyada eşi olmayan bu güzeli esa­ hî ile birlikte, Türk mesnevîcilerinin en meş­ sen görmüştür : bu tavsif tamamiyle Rum huru olarak göstermesi de bizim fikrimizi teyit kayserinin kızı Hurşîd 'ten başka biri ola­ ■-■eder. Mamafih, bediî kıymet bakımından, bu maz. Mahir bir ressam olan bezirgân onun : büyük eser, şairin Divân ’ından yahut Çemştd-ii resmini yaparak, şehzadeye gösteriyor. Hurşîd ‘in şöhretini evvelce duymuş olan şehzade, ba­ H u rfld 'inden aşağıdır. ■ ■ .o Cemşld-ü H arf İd. Tarihî kaynaklardan basından izin alarak, yanındaki cengâverler ve yalnız Sehî*de ve ona istinaden  l i’de zikr­ Mihrâb ile beraber yola çıkıyor. Binbir zah­ edilen bu eser, son yıllarda Nihad Sami Bametten, mücadeleden sonra, Hurşîd ’i alıp, mem­ leketine dönüyor ve babasının tahtına geçiyor. narlı tarafından meydana çıkarılarak, tetkik ve ] tahlil olunmuştur.  l i’ye nazaran, bu mesnevî Ahmedî bu güzel aşk hikâyesini, büyük bir itina Emîr Süleyman 'in arzusu üzerine yazılmış ise ile ve cidden muvaffakiyetli bir şekilde, yazmış­ de ( K u n h a l- a h b â r , V , 128 ), eldeki nüsha tır. Kâtib Çelebi, Ahmedî ‘nin bu eserinden, Mehmed I. hakkında medihleri ve Emîr Sü­ Lûtfi Bey-zadenin el yazısı ile Ş a k â ' i k kenarı­ leyman ’ın ölümü hakkında bir kaydı ihtiva na yazılmış bir haşiyeye istinaden, bahsediyor ettiği cihetle, bu nüshanın, asıl nüsha olma­ { K a ş f a l- z u n â n , tab. Mısır, I, 304 ). 3. T a r v ih a l-a rv â )}. Ahmedî 'nin bu mesne­ yıp, sonradan üzerinde bazı tadiller yapılmış ikinci bir nüsha olduğunu söyleyebiliriz. Ni- visinden iptida O sm a n lı m ü e llifle r i 'nde — yan­ had Sami, bunu isbat edecek bütün delilleri lışlıkla T a f r i h a l- a r v â h şeklinde — bahsedilmiş, eserin içinden bulup çıkarm ıştır: evvelâ bu sonra Sadettin Nüzhet tarafından bazı parçaları ■:V İ - . v : m e s n e v i n i n 806 da, yani Süleyman hayatta iken, neşrolunmuştur. Ne tarihî kaynaklarda ne de yazılması, sonra, hükümdarın şaire Cemşid-ii K a ş f a l-z u n u n 'da hiç adı geçmeyen bu eser, ı:îd:yŞ;î:;' H u r ş İ d kitabını vererek, türkçesini istemiş ol­ „ m e fâ îlü n m e f â îl in fa û l ü n “ vezninde yazılmış ması ve nihayet ihtiyar şairin şarabı ve zevk takriben dört bin beyitlik bir mesnevidir. Ese­ M /i : ' : ve sefahati methetmesi, bütün bunlar Sehî ve rinin başında tıbba ait bazı kanunlardan, yani ^ ş;:fe S ',:;\:^:;:i.:-Âli.’yi teyit eden delillerdir. Bundan başka, Ah­ bazı tıbbî meselelerden bahsedeceğini söyleyen medî ’nin — sair bir çok türk ve fars şairleri müellif, bunu Süleyman Çelebi namına yaz­ gibi — büyük eserlerinin dîbâcesini tadil ederek, mıştır : Dibace ’de ismi zikredilmeyerek, yalnız muhtelif hükümdarlara takdim ettiğini de bili­ çok şarap içtiğinden bahsolnnan „Sultan-ı civan yoruz. XIV. asır İran şairleri arasında çok sev­ baht“ , ondan başka biri olamaz. Eserin sonun­ diği Selmân Sâvecî [ b. bk .]’nin Cemşid-ü H a r - da, yukarıda bahsettiğimiz gibi, bursalılar aley­ ştd mesnevisini türkçeye çevirmek, Ahmedî için hinde yazılmış olan kısım da bunu teyit eden »'■.■.«■¿i" çok zevkli bir meşgale idi. „ M e fâ îlü n , m e fâ îlü n bir delildir. İran ve türk edebiyatlarında, cinsî : :;i : : fa û lü n “ vezni ile yazılmış olan bu beş bin be­ münasebetlere ve zevk ve sefahate, keyfe ait yittik mesnevi, Selm ân’ın eseri ile büyük bir bir takım meselelerin böyle, tıbba ve hıfzıssıh"v \ yakınlık göstermekle beraber, onun sadece bir haya aitmiş gibi ciddî bir renk verilerek, şiir i: tercümesi sayılamaz. Ahenge bir tenevvu ver­ mevzuu ittihaz edilmesi, eski bir an’anedir. İh­ ; .0 ; mek için, münasip yerlerde muhtelif vezinler tiyar şair de genç ve sarhoş prensin hoşuna git­ ; J:i ; ile gazeller ve kıt'alar koyması, ne İran hattâ mek için, böyle bir mevzu intihap etmiş olma­ nede türk mesneviciliği için, bir yenilik değilse lıdır. Bu, edebî bakımdan, hattâ ls k e n d e r n â m e î; : :: de, yer yer Selm ân’ın mesnevisinden ayrılarak, ile bile mukayese edilemeyecek bir eserdir. A h ­ araya muhtelif didaktik parçalar ilâve etmesi medî ‘nin ,,ilm-i tıbda mesâil-i kanun ve şifayı :: i gibi bazı hususiyetleri, şairi sadece bir mü­ nazm ile bir muteber kitab“ vücuda getirdiğini tercim olmaktan kurtarmış ve esere hususî bir söyleyen Latifî, herhâlde bu eserden bahsetmiş V i i i - ' . k ı y m e t babşetmiştir. ( Selmân 'ın eseri takriben olmalıdır. Bursalı Tahir *in, bu kayda istinat : J; ; 2700 beyitten mürekkep olduğu hâlde, Ahmedî ederek, Ahmedî 'nin ayrıca bir K â n u n v e Ş i f â ’ : ; : ’nin bunu 5000 beyte çıkarması, hemen bir mis- tercümesi yazdığını söylemesi, esassız olduğu ;:y l i ilâveler yaptığını göstermektedir). Nihad gibi, bunu baklı olarak tenkit eden Sadettin Sami bu mesnevide, D e d e K o r k u t , K ö r o ğ lu Nüzhet 'in de, „Ahmedî 'nin K â n îin v e Ş i f â ' ‘dan d e s t a n ı [b u madd. bk.] gibi, türk eserleri istifade ederek, manzum bir kitap yazdığım“ ■ p ■ ile müşterek bazı hususiyetler de bulmuştur. söylemesi de yanlıştır. Çünkü şair T a r v ih a la r v â h 'ında K â n u n v e Ş i f a 'dan istifade etmiş­ M e s n e v in in m e v z u u , İ r a n v e t ü r k e d e b i y a t \ la r ın d a b e n z e r l e r i n e d a im a t e s a d ü f e d ile n , b i r tir. İsmail Hakkı Uzunçarşılı 'mu, hiçbir me­ haz göstermeksizin, Ahmedî 'nin M u n ta h a b â l-i a ş k h i k â y e s i d i r : ç ln f a ğ f u r u 'n u n o ğ lu C e m ş îd , Ş i f â ’ adlı bir eserinden bahsetmesi de, belki ; 'iş/--. : R u m k a y s e r i n i n k ız ı H u r ş îd ‘i r ü y a s ın d a g ö ­ bundan galattır (Muallim Kilisli Rıfat, Şehza­ rü p , â ş ık o lu y o r v e ç o k i z t ı r a p ç e k i y o r . Ş e h de kütüp., Kadı-zade Mehmed Efendi kısminde i.?;1'-i HV1 : z a d e d e n k ız ı n t a v s if i n i d in le y e n M ih r â b a d lı Şd

220

AHMEDÎ.

nr. 349 'da a l - Ş i f a f i a k a d i ş a l- M n ş t a fâ adlı ’nin olarak gösterilen E s r a r n â m e - i ‘A t t â r ter­ bir eserin Ahmedî ye ait olduğunu söylemişti. cümesi de, şairimize ait değildir: hususî kütüp­ Tetkikine fırsat bulamadığım bu eser,acaba bu hanemizdeki nüshada 880 tarihinde yazıldığı mudur ?). tasrih edilen ve aynı mahlâsı kullanan diğer 4. D îv â n . Ahmedî ’nin, tevhid, na'at, terci’-i bir şaire ait olan bu tercümenin, bizim Ahmedî bend, kaside ve gazellerden mürekkep, bir divanı ‘ye ait olmasına imkân yoktur. vardır ki, san'at kudretini ve şahsiyetini en çok G ö r ü l ü y o r k i, e s k i k a y n a k la r ın A h m e d î’y i ç o k burada görebiliriz. 840 da Murad II. namına ya­ y a z m ış b i r ş a i r o la r a k g ö s t e r m e l e r i y a n l ış d e ­ zılmış mükemmel bir nüshadan başka sair bazı ğ i l d i r . B ü y ü k d iv a n ın d a n b a ş k a , m u h te lif m e v ­ itinalı nüshalarına da tesadüf edilmesi, onun XV. z u la r d a m e s n e v i l e r y a z m ış o la n b u ş a i r , İr a n asırdaki şöhret ve ehemmiyetini gösteren bir ş a i r l e r i n d e n b i l h a s a N iz a m î, K e m â l H o c e n d î, delildir. Ahmedî ‘nin XV . ve XVI. asırlara ait S e l m â n S â v e c î ‘n in t e s i r l e r i a l t ı n d a k a l m ış v e muhtelif nazire mecmualarında sık sık tesadüf b u n u a ç ı k ç a i t i r a f e t m i ş t i r . M u h t e l i f v e s i l e l e r edilen şiirlerinden bir kısmı divan nüshaların­ i le „ b a ş k a ş a i r l e r i t a k l i t e t m e d i ğ i n i , y a z d ık l a r ı­ da mevcut değildir. Bazan hayatına ait mühim n ın k e n d in e h a s b u lu n d u ğ u n u , G ü l ş e h r î [ b . b k .] malûmatı da ihtiva eden bu manzumeler, umu­ g i b i , k e n d in i b e ğ e n m iş b i r a d a m o lm a d ığ ın ı " miyetle, mesnevilerinden daha itinalı yazılmış­ s ö y l e r ; z a m a n ın k ıy m e t b ilm e d iğ in d e n ş i k â y e t tır. Ahmedî divanının tam ve tenkitli bir nüs­ e d e r ; f a k a t b u i f a d e l e r e r a ğ m e n , A h m e d î *n in , hasını vücuda getirmek, dil ve edebiyat tarihi­ k e n d i e d e b î k ıy m e t i h a k k ın d a , k u v v e t l i b i r k a ­ miz için, büyük bir ihtiyaçtır. n a a t b e s le d iğ in i g ö r ü y o r u z : k e n d is in d e n e v v e l S- H a y r a t a l - ' u k a l a . Kâtib Çelebi Ahmedî ş ö h r e t k a z a n m ış A n a d o lu ş a i r l e r i n d e n E l v a n 'nin bu isimde türkçe bir kasidesinden bahset­ Ç e l e b i [ b . b k . ] ’y e v e b i l h a s s a G e r m i y a n s a r a ­ mekte ise de, bu hususta başka hiç bir şey söy­ y ın d a k i r a k i b i Ş e y h - o ğ l u M u s t a f a y a k a r ş ı , lemediğinden bunun ne olduğunu anlamak kabil ş id d e tli t e n k i t l e r d e b u lu n m u ş , k e n d i ş i i r l e r i olmadı ( K a ş f a l-z u n ü n , I, 349 ). Kâtib Çelebi, m e y d a n a ç ı k t ı k t a n s o n r a a r t ı k o n la r ın o k u n ­ biraz aşağıda göreceğimiz vecihle başkalarının m a z o ld u ğ u n u id d ia e t m i ş , k e n d is in i N iz â m î, eserlerini yanlışlıkla Ahmedî ’ye mâlettiğinden, E n v e r î v e S e l m â n g i b i İ r a n ş a i r l e r i i le m u k a ­ bunda da bir yanlışlık olduğu hatıra gelebilirse y e s e y e k a l k m ı ş t ır . E s k i ş a i r l e r a r a s ı n d a , h o d b in ­ de, bu eseri zikrederken, şairin adını Mevlânâ liğ in i t e n k i t e t m e k l e b e r a b e r , G ü l ş e h r î ‘y i b e ­ Tac al-Din İbrahim al-Ahmedi diye doğru kay­ ğ e n d iğ i a n l a ş ıl ıy o r k i, e d e b î z e v k in in y ü k s e k ­ detmesi, herhalde bunu gördüğünü gösteriyor. liğ in e bu d a b i r d e l i l d i r . M a m a f ih b ü t ü n id d i­ 6. K a ş i d e - i ş a r ş a r i ş e r h i. Ş a k a i k müter­ a l a r ı n a r a ğ m e n , e d e b î ş a h s iy e t in in te ş e k k ü lü n d e cimi Mecdî, İbn ‘Arabşâh 'tan naklen, Ahmedî G ü l ş e h r î ’n in , H o c a M e s ’u d 'u n , Ş e y h - o ğ l u ’n u n 'nin böyle bir eseri olduğundan bahsediyor. t e s i r l e r i a ç ı k ç a g ö z ü k ü r . B a z ı s û f î y a n e ş i i r l e ­ Kâtib Çelebi de K a ş f a l-z u n ü n ‘da bu ifa d e y i r in d e Y u n u s v e A ş ı k P a ş a t e s i r i d e s a r i h d i r . tekrarlamaktadır (II, 113 ). Ir a n v e t ü r k e d e b i y a t l a r ı n ı ç o k iy i b ild iğ i v e J . M ir k ö t a l- a d a b . İbn 'Arabşâh ’ın bahs­ b u n d a n ç o k i s t i f a d e e t t i ğ i a n l a ş ıl a n A h m e d î ‘y i, ettiği bu eseri gören Kâtib Çelebi, bunun lû- X I V . a s r ı n e n b ü y ü k ş a i r i s a y m a k z a r u r id ir . gata ait farsça manzum bir eser olduğunu söy­ M u h t e l i f ş i i r n e v ile r in d e v e n a z ım ş e k i l l e r i n ­ lüyor. d e , d e v r in e g ö r e , e n b ü y ü k m u v a f f a k i y e t i g ö s ­ Kâtib Çelebi, bunlara ilâve olarak, şairin t e r m i ş t i r . L i s a n ı v e if a d e s i d ü z g ü n , ü s lû b u , türkçe manzum S ü le y m a n n â m e ile C e n k n â - m e v z u la r ın ın i c a b ın a g ö r e , m ü t e n e v v i, t a s v i r l e r i m e adlı iki eseri daha olduğundan bahsedi­ c a n l ı v e r e n k lid ir . E s e r l e r i n d e s ı k s ı k t e s a d ü f yor. C e n k n â m e ’nin Ahmed Dâî [ b. bk. ] ’nin e d ile n n a z ım k u s u r l a r ı n ı , d a h a z iy a d e t ü r k ç e C e n k n â m e ’sinden başka bir şey olmadığı pek n in o z a m a n k i t e k â m ü l d e r e c e s i n e i s n a t e t m e k sarihdir. Diğerine gelince, Ahmedî ‘nin böyle lâ z ım d ır . K e n d in in y a ş lı r a k i b i Ş e y h - o ğ l u ‘n a bir eser yazdığı hiç malûm değildir; hattâ Uzun k a d a r b i r ç o k X I V . a s ı r , h a t t â X V . a s ı r ş a i r ­ Firdevsî, S ü le y m a n n â m e ’sinin mukaddimesinde, l e r i t ü r k ç e n i n , n a z ım d ili o l a r a k , k a b a lığ ın d a n Sultan Murad Tn ( ? ) Ahmedî ve Şeyh-oğlu 'na ş i k â y e t e t t i k l e r i h â ld e , A h m e d î ’d e a s l â b ö y le bu mevzuu yazmalarını teklif ettiği hâlde, on­ b i r d ü ş ü n c e y e t e s a d ü f o lu n m a m a s ı, d i k k a t e d e ­ ların âciz kaldıklarını, yalnız serezli Sa’di ’nin ğ e r b i r n o k t a d ır . U m u m iy e tle ş i i r l e r i n d e t a ş k ın 3500 beyitlik bir S ü le y m a n n â m e yazıp takdim b i r lir iz m d e n z iy a d e , ö lç ü lü b i r s a n ’a t k â r i t i n a s ı ettiğini söylemek suretiyle, Ahmedî ’nin böyle v a r d ı r . Ş e y h î ’d e n b a ş l ı y a r a k X V . a s r ı n — b i l ­ bir eser yazmadığını anlatıyor. Herhâlde Kâtib h a s s a ilk y a r ı s ı n d a y e t i ş e n — b i r ç o k ş a i r l e r i Çelebi ‘nin, sair birçok şeylerde olduğu gibi, ü z e r in d e m ü h im t e s i r i g ö r ü le n A h m e d î h a k k ı n ­ bunda da yanılmış olduğu muhakkaktır. O sm an lı d a , İb n ' A r a b ş â h 'ı n „ t ü r k ç e s ö y l e m e k t e R u m ’un m ü e llifle r i 'pde ve Sadettin Nüzfıet ’te Ahmçdî y e g â n e ş a i r i d i r " d e m e s i v ç o n u b ü y ü k a r a p

AHMEDÎ - AHMEDÎYÊ.

İZİ

' : edipleriyle mukayese etmesi, şöhretine bir de­ c. T e t k i k l e r . Ahmedî hakkında şim­ i lildir. Bir manzumesinde „hükümdarın lûtfu sa­ diye kadar yapılan küçük tetkikler, çok sathî ve yanlışlıklar ile doludur : Hammer ve Gibb : yesinde, Ahmedî, tavrını bırakarak, Selman Sâ’de sonra Faik R eşad ‘ın £ s !â / ’ında (İstanbul, ; ; veci 'ye eriştiğini" söyleyen Ş ey h î’nin bu ifa­ 1312, I, 46— 50 ) , bursalı Tahir ’in O s m a n lı ;; v desı de, Ahmedî 'yi o zamana kadar yetişen ■i ./ türk şairlerinin en büyüğü saydığını anlatabilir, m ü lliflc r i ( I I , 7 3 / 7 4 ) ’inde, Babinger’in yu­ v ' - . M a m a f i h Şeyhî'nin iştiharından sonra, Ahmedî karıda zikredilen eserinde (s. ir—13 ) Ahme­ .’nin ecerleri yavaş yavaş eski ehemmiyetini dî hakkındaki kısımlar, bu arada sayılabilir. Sadeddin Nüzhet E rgu n ‘un T ü r k ş a ir le r i ( I , İkaybetmeğe başlamış ve bilhassa XVI. asırdan 384—399 ) inde verilen malûmat, tenkitsiz ol­ p::i î; v : ; itibaren I s k e n d e r n â m e 'den başka eserleri ade­ makla beraber, daha geniştir ve şairin eser­ tâ unutulmuştur, i ■ ■: : B i b l i y o g r a f y a : a. E s e r 1 e r i . A h­ lerinden istifade edilerek yazılmıştır. Jozef Thûry ‘nin 1903 de macarca neşredilen eseri medî 'nin eserleri, umumiyetle, yazma hâlin( türk. trc., M illi t e t e b b u la r m e c m u a s ı, I V ), ‘ de olup, sadece bazı küçük parçalan antoloji I s k e n d e r n â m e ‘nin iyi bir tahlilini vermek ba­ ; i- ^ mecmularında neşredilmiştir. Sadettin Nüzhet kımından, faydalıdır. Ahmedî hakkında şim­ I ; ; ; ■; : Ergun ’un T ü r k ş a ir le r i ’nde onun muhtelif diye kadar yapılan en etraflı ve en ciddî eserlerinden oldukça geniş parçalar neşredil­ tetkik, Nihad Sami Banarlı ‘nin A h m e d î v e miş olduğu gibi, I s k e n d e r n â m e ’nin osmanlı d â s itâ n - ı t e v â r ih - i m ü lû k -i â l - i o s m û n adlı i - t a r i h i n e ait kısmı da iptida, itinasız bir şe­ monograisidir ( T ü r k iy a t m e c m ., V I , 49—176 ). kilde, Necib Âsim tarafından ( T O E M , I, Mamafih bu makale daha ziyade, I s k e n d e r 19 10 ), son defa da Nihad Sami Banarlı tan â m e 'deki osmanlı tarihi kısmı ile C e m ş îd -ü ;■ ' . ' ' . l i ; ■ rafından, metin tenkidine riayet edilerek H u r ş îd ’e ait, hususî bir monogorafi mahiye­ :: : '( T ü r k iy a t m e c m u a s ı, VI.), neşrolunmuştur. tinde olup, Ahmedî ‘ye ait biitün meseleleri f jş . : : Yazma nüshalara gelince, I s k e n d e r n â m e ’nin mevzuu içine almamaktadır. Ahmedî ’nin dili i !; i f İstanbul nüshaları hakkında Nihad Sami ’nin halikında : C. Brockelmann ’ın A lt o s m a n is c h e J - . eserinde mufassal malûmat vard ır; Avrupa S t a d ie n , t. D ie S p r a c h e A ş ık P a ş a u n d A h i: ;f i ; :: :V kütüphanelerindeki nüshalar ise, Babinger’in m e d is adlı mekalesini zikredebiliriz ( Z D M t | ■ :■ osmanlı müelliflerine dair eserinden alınarak, G , L X X I I I , 19X9 ). P. Wittek ’in, Babinger ’in kısaca zikrolunmuştıır. D iv â n ’m 840 ta yaosmanlı tarihçiliği hakkındaki eserine yazdığı I îi i ;:0 i: zilmiş güzel bir nüshası, Hamidiye kütüp., nr. mühim tenkitte ( D e r I s la m , X X , 197—207 ) : i ; 1082 d e ; 851 de yazılmış ikinci bir nüshası, ve D e u x c h a p it r e s d e l'h is to ir e d e s T u r c s i s ■k - ■ Islâm müzesi, nr. 474 tedir. T a r v ilı a l - a r v â h d e R o u m ( B iz a n tio n , X I , 303 v.d.) adlı ma­ i *':■ ’ın bir nüshası Ayasofya kütüp, nr, 3595 ted ir; kalesinde de Ahmedî ve I s k e n d e r n â m e ' sinin :: : diğer iki nüshanın Fatih ve Revan odası küosmanlı tarihi kısmı hakkında mühim mülâ­ :'İ-: : ) tüphanelerinde bulunduğunu söyleyen Sadet­ hazalar vardır. _ ( M . F uad KöPRÖLÜ.) ;: tin Nüzhet, numaralarını kaydetmemiştir. C e m ­ A H M ED Î. AHM EDÎ, Ahmed b. Tolun 'un İ- i: r ■'■■■; ş id -u H u r ş İd , Üniversite kütüphanesi, nr. 921 ; i; : ) dedir. Eski nazire mecmualarında da Ahmedî [ b. bk.] ismine basılmış bir d in a r kıymetinde ’ ’nin şiirlerine tesadüf edilir (bu mecmualar altın sikke. A H M E D ÎL . [ Bk. m arag a .] ;■^ v e muhteviyatı hakkında bk. Fuad Köprülü, A H M E D ÎY A . [ Bk. ahmedIye.] ' < ■ Z?îz> L 328) ki, bunların Karakoyunlular ile Akkoyunlular olduğu şüphesizdir. İlhanı imparatorluğunun sukutundan sonra, onun enkazı üzerinde birbirleri ile raüçadele eden Celâyir, Çoban ve Sotay hanedanlarının kavgalarına iştirâk eden bu iki oymaktan Karakoyunlular, Irak 'taki Celâyir ailesinin, Akko­ yunlular ise, bu aileye rakip olarak, Musul ve Oiyarbekir hıttalannda hükümet kuran Sotay-

oğullarının hizmetine girmişler ve birbirleri ile karşı karşıya harbetmişlerdir. Sotay-oğüilarmın Musul 'dan: Diyârbekir 'e çekilmeleri ve bilâhare orayı da elden çıkarmaları ve Barımbay ulusu­ nun orta Anadolu’ya hicrete mecbur kalması üzerine, Akkoyunlular Mardin'de hükümran olan Artuk-oğulları ile iş birliği yapmışlar ve Diyârbekir mmtakasında bazı şehirlere ve kalelere hâkim olmuşlardı. Mısır tarihçileri bundan dolayı Kutlu B e g ’i Artuklu devletinin ümerasından olarak gösterirler. Akkoyunlu oy­ mağının gittikçe kuvvetlenerek, diğer boylan ve oymakları kendisi ile birleştirip, büyük bir ulus hâline gelmesi, X V . asrın başından itibaren başlamıştır. Akkoyunlu beyleri garetlerde ve fütuhatta muvaffakiyet gösterdikçe, diğer türkmen boy ve oymaklan da onlara il­ tihak ettiler. Bu suretle Akkoyunlu cemaati gitgide büyüdü ve nihayet hakikaten bir ulus hâline geldi. Ona iltihak eden boylar ve oy­ maklar, kendi hususî adlarını muhafaza etmekle beraber, hep Akkoyunlu oldular. Akkoyunlu oymağı, nisbet iddia ettiği Oğuz ilinin ana uluslarından Bayındırlar ile yine Oğuzların ana uluslarından Bayat, Döger ve Çepni lerin Anadolu ‘nun şark ve cenubunda yaylak ve kışlak hayatı geçiren oymaklarını ve bilâhare Inallı boyu ile ö zer boyunu ve daha sonra Çakırlı, Köpek, Arapkirli, Biçen, Duharlı, Bayramlı, Hacılı, Musullu, Pimek, Hoca Hacılı oymaklarını ve daha sonra, Uzun Haşan ‘ın Karakoyunlulara galebesi üzerine, ana Oğuz uluslarından Avşar 'ların şarkta bulunan boyla­ rı, Cihangirli, Saatli, Alpavut, Ağmalı oymak­ larını, Kaçar ve Ağaçeri boylarını ve Karakoyunlu ulusuna tâbi olan şarktaki Karaman boyu ile diğer bir çok oymakları kendine ilhak et­ mişti. Daha sonra Dulkadır-oğlu Rüstem Beg 'in emaret iddia ederek, birader-zadeleri A ra­ lan ve daha sonra Şahsuvar Beg ' 1er aleyhinde, Uzun Haşan ile birleşmesi yüzünden, Dulkadırlı ulusuna ait boy ve oymakların bir kısmı ile Anadolu 'daki Karaman-oğullannın osmanlılar tarafından tardedilmeleri dolayısiyle, Karaman devletine tâbi boy ve oymakların mühim bir kısmının Uzun Haşan tarafına geçmeleri, zaten büyümüş olan Akkoyunlu ulusunu daha fazla büyütmüştür. Akkoyunluların reisi olan Tur Ali Beg veya Kutlu B e g ‘in oğulları, uluslarının büyümesi sa­ yesinde, Horasan 'dan Fırat 'a ve Kafkas dağla­ rından Umman denizine kadar uzanan geniş bir imparatorluk kurmuşlar ve bu imparatorluğun her kısmını bir oymağa ve bir boya ıkta’ et­ mişlerdi. Şehir ve köy halkına değil, göçebe türkmenlere dayanan ve hâkim sınıfı bu göçe­ belerden ibaret olan bu devlet, büyük fütuhat

*S4

.

àkkgÿ

* yaptıktan ve merkezini Âm id’den kaldırarak Tehriz 'e götürdükten sonra, ulusu teşkil eden bir çok boy ve oymakları, evvelce Karakoyunlu devletinin yaptığı gibi, Anadolu 'dan İran ‘a götürmüş ve bu suretle şarkî Anadolu 'da türk ırkının zayıflamasının ikinci bir müsebbibi ol­ muştur. İşte bu suretle Diyarbekir hıttasını ana yurt olarak tuttuklarını gördüğümüz Akkoyunlular, Trabzon imparatoriçesi İrene zamanında (134 0) bir defa, imparatoriçe Anna zamanında ( 1341 ) iki defa, imparator Mihail zamanında ( 1343 ) bir defa Trabzon imparatorluğuna ve hattâ bazan bizzat şehire taaruz etmişlerdir (Trabzon impa­ ratorluğu hakkında bk. Panaretos 'un vekay¡nâ­ mesi ve Lebeau, Histoire da Bas-Em pire, XX, 483, 486 v.d.). Vukuatın muasırı olan Panaretos Akkoyunlulardan daima Amid türkleri diye bahs­ etmiştir. Aynı müverrih, imparator Yuannes III. zamanında ( 1348 ), Âmid emîri Tur A li Beg ’in Bayburt emîri Mahmud Rikâbdâr, Erzincan emî­ ri İne Beg ile birlikte, Trabzon 'a taarruz ve üç gün mütemadiyen hücum ettiğini, fakat türklerin zayiat vererek, muvaffakiyet kazanamadan, ric’at ettiklerini söyler ( göst. yer., s. 488). İm­ parator Alexis III., müttefik türk beyleri içinde en kuvvetlisi olan Tur A li B e g 'i kazanmak ve bu sayede diğerlerinin taarruzuna mâni olmak emeli ile, hemşiresi Maria Despina 'yı bu beyin oğlu Kutlu Beg *e tezviç etmiş ve bu pren­ ses 135s ağustosunda zevcinin nezdine gitmiştir ( göst. yer., s. 491 ). Yukarıda zikrettiğimiz Abü Bekr Tahranı nin, Kutlu Beg 'in Trabzon im­ paratorunun kızı Despina 'yı esir ettiği yolun­ daki rivayetini, onun, pederi ile birlikte, Trab­ zon muhasarasını yapmış olması ve bilâhare bu izdivacın yapılmış bulunması hikâyesinin ahlafın hatırasında bazı yanlış ve efsaneli kıssaları meydana getirmesi ile, izah etmek icap eder. İşte bu prenses Despina, Kutlu Beg 'in oğlu ve Akkoyunlu devletinin kurucusu Karayülük Os­ man Beg'in annesidir. Trabzon vak'anüvisi bun­ dan sonra Tur A li Beg 'den bahsetmez. Aynı vak'anüvisin 1363 te imparator Alexis ‘in ailesi ile birlikte, eniştesi Kutlu Beg 'i ziyaret etmek istediğinden, fakat türk ülkesini kasıp kavur­ makta olan vebadan dolayı gidemediğinden bahsettiğine bakılırsa (göst. yer., s. 497), im­ paratorun onu, pederinin yerine emîr olduğun­ dan dolayı, tebrike gitmek istediği ve binaen­ aleyh Tur A li Beg'in bu tarihte vefat ettiği istidlâl olunabilir. Tur A li Beg'in nerede medfun olduğuna dair malûmat yoktur. 1365 te Kutlu Beg, zevcesi Despina ile birlik­ te, imparator Alexis 'i ziyaret için, Trabzon 'a gelmiş ve orada 8 gün kalarak memleketine dönmüş, buna mukabil imparator da ertesi se-



j------ ~—---ııi



ne bütün maiyeti erkânı ve müverrihi Panare­ tos da yanında olduğu hâlde, 2.000 kadar at­ lı ve piyade asker ile, dağları aşarak, dört gün­ lük bir yolculuktan sonra, Aşantaka 'da kendi­ ni bekleyen Kutlu Beg 'e ziyaretini iade etmiş ve bir kaç gün kaldıktan sonra, geriye dön­ müştür ( göst. yer., s. 498 v.d. ). Kutlu Beg ’in oğlu Karayülük Osman Beg de imparator Alexis 'in kızlarından birini almıştır (Miller, Trehizond, The last Greek Em pire, London, 1926, s. 48—61 v.d. ; De Murait, Chronogr. Byz., II, 57 *—S 77» 590, 618, 638, 670, 675, 678). Kut­ lu Beg'in bir çok oğulları arasında dördünün adını biliyoruz : Hüseyin, Ahmed, Pir Ali, Kara­ yülük Osman. Kutlu Beg, XIV. asrın ikinci yarı­ sında orta ve şarkî Anadolu 'da zuhûr eden emaret kavgalarının çoğuna karışmış, her hangi bir ücret veya mükâfat veyahut yağma muka­ bilinde, emaret müddeilerinin hizmetine girmiş veya yardımına gelmişti. Trabzon imparatorlu­ ğuna 1348 ve 1361 de taarruz ettiğini ve yine 1361 de Gürcüstan ‘a sefer yaparak, müteaddit kaleler açtığını bildiğimiz Erzincan emîri Gıyaseddin İne Beg 'in ertesi sene vefatından sonra, burası Pır Hüseyin ‘in eline geçmiş ve onun ölümü üzerine ( >378 ), Mutahharten ( b. bk. ; bu isim tarihlerde, yanlış olarak, Taharten ya­ zılm ıştır) burayı zaptetmiştir. Sivas hükümda­ rı Eretne oğlu Ali Beg, veziri kadı Burhaneddin [ b. bk.] ile birlikte, Erzincan 'in zaptına gitmişti. Bu sırada erzincanliların ve Mutahhar­ ten 'in ricası üzerine, Kutlu Beg kendi oğulla­ rından birini onlara yardıma gönderdi. A li Beg şehre imdada gelen Akkoyunlulara karşı üme­ rasından Güneyd’i gönderdi ise de, Akkoyun­ lular galip geldiler. Bu vak’a A li Beg 'in Sivas ‘a dönmesine sebep oldu. Erzincan Mutahhar­ ten 'in elinde kaldı ( 1379 ; bk. 'Aziz Astarâbâdi, Bezm-ü rezm, İstanbul, s. 163 ), Kadı Burhaneddin 'in Sivas ‘ta ilân-i saltanat etmesinden bir müddet sonra, Kutlu Beg ‘in oğlu Ahmed Beg ’in Akkoyunlular ile Sivas ’a yürüdüğünü ve Burhaneddin tarafından müdafaaya gönde­ rilen emîr Yusuf Çelebi ’yi mağlûp ve katlet­ tiğini görüyoruz (göst. yer., s. 292). 1387 de, mısırlıların Malatya vâlisi Mintaş ’ın daveti üzerine, bu şehri tesellüm etmeğe giden Bur­ haneddin ’e Kutlu Beg evlâdlan dehalet ederek, evvelce işledikleri kusurun affını rica ile, arz-ı hizmet ettiler ; Burhaneddin bunları af ve rica­ larını is'af etti. Onlar küçük kardeşleri Kara­ yülük Osman Beg 'i, rehine olarak, bıraktılar (göst. yer., s. 347). Abü Bekr Tahranı ise, Akkoyunlular ile Karakoyunluların mücadele­ leri esnasında, Karayülük 'ün büyük şecaat gös­ tererek, Karakoyunluların inhizamma sebep ol­ duğunu, onun cesaret ve şöhretini kıskanan

ÂtCKÖYUNLULAfc. kardeşlerinin onu hapsettiklerini, fakat, Karakoyunlularm ikinci bir tecavüzü üzerine, hapis­ ten: çıkardıklarını, Karayülük ’ün ikinci defa düşmanları perişan ettiğini ve bundan sonra, kendine haset eden büyük kardeşlerinin şerrin­ den kurtulmak için, onlardan ayrılıp, Kadı Burhaneddin 'in hizmetine girmiş ve onun, güzide ümerasından olarak, mühim işler görmüş oldu­ ğunu nakleder. Mısır ordusunun Sivas'tan çekilmesinden bir az sonra, 1389 tarihlerinde, Akkoyunlu beyi Kutlu Beg vefat etmiştir. Kutlu Beg 'in mezarı Bayburt 'un Smor köyündedir; fakat mezarının kitabesi tarihsizdir. Kutlu Beg'den sonra Akkoyunluların reisliği Ahmed Beg ’in eline geç­ miştir. Ahmed Beg, babasının dost olduğu Mutahharten ile bozuşarak, muharebeye başla­ mış ve onu mağlûp etmiştir. Mutahharten bu­ nun üzerine, Akkoyunluların düşmanı olan Karakoyunlular reisi Kara Mehmed ile birleşti; birlikte Akkoyunlulara taarruz ederek, onları fena bir mağlûbiyete düçar ettiler ve pek çok telefat verdirdiler. Müşkül bir vaziyette kalan Akkoyunlular, başlarında reisleri Ahmed Beg ile kardeşlerinden Hüseyin Beg olduğu hâlde, Kadı Burhaneddin ’e iltica ve onun yapmış ol­ duğu Amasya seferine iştirâk ettiler. Ahmed bu seferde bir kaç defa yeni metbuuna hiyanete hazırlandı ise de, teşebbüsleri hiç bir ne­ tice vermedi. Mamafih Ahmed Beg 'in kabahat­ lerini meydana çıkaran ve yüzüne vuran Kadı Burhaneddin, Akkoyunluların kendine düşman olması endişesinden dolayı, onu tecziye et­ memişti ( ‘Aziz Astarâbâdi, Bezm-ü rezm, s. 369—37S. 381)_ Hâfiz Abru ( Zubdat al-tavarih, Fatih kütüp., nr. 4.371) 1388 de Karakoyunlular beyi Kara Mehmed ‘in Akkoyunlular tarafından öl­ dürüldüğünü ve Tebriz’de bulunan Karakoyun­ luların, bu vak'ayı duyar duymaz, şehri tahli­ ye edip çekildiklerini söyler. Hâlbuki bu vak'anın vukuu zamanında yaşayan arap tarihçileri (İbn al-Furât ve ‘Ayni başta olmak üzere) müttefikan Kara Mehmed 'in 1389 da öldürül­ düğünü, İbn Hâcar ise, Kara Mehmed ile diğer bir türkmen emîri olan Kara Haşan b. Hüseyin Beg arasındaki muharebe esnasında, Kara Mehmed 'in telef olduğunu söyler ( Inbö' al-ğumr, 791 vekayii). Acaba bu Kara Haşan, Akkoyunlu beyi Ahmed Beg 'in kardeşi oldu­ ğunu gördüğümüz Hüseyin Beg 'in oğlu mudur 7 Bu vekayiin içinde yaşamış ve vak’alarm çoğu­ nu gözü ile görmüş olan ermeni vak'anüvisi Thomes de Medzoph ( trc. F. Neve, s. 40) Kara Mehmed 'in, evvelce kendi maiyetinde iker sonradan ondau ayrılmış ve onunla bo­ zuşmuş olan P îr Haşan adlı diğer bir türkmen

beyi tarafından, öldürüldüğünü ifade eder. Abu Bekr Tahrâni ise, Kara Mehmed 'in Pir Haşan tarafından öldürüldüğünü ve Kara Meh­ med 'in oğlu Kara Yusuf 'un, babasının inti­ kamını almak için, Karayülük Osman Beg 'den imdat istediğini ve Karayülük 'ün kendi oğul­ larından İbrahim Beg 'i bir miktar kuvvetle Kara Yusuf 'a yardıma gönderdiğini, P îr Haşan 'ın mağlûp ve esir edildiğini nakleder. İbn Kâzi Şuhba ise, al-D uval al-islâm zeyli olan ta­ rihinde, 791 vekayiinde, Kara Mehmed ‘in Dulkadtrlı beylerinden Elbistan emîri Süli Beg tarafından öldürüldüğünü, İbn Hâcar ise, 793 vekayiinde, Kara Mehmed 'i ortadan kaldıran Kara Haşan 'ın, Hüseyin Beg namında, bir oğlu olduğunu ve babasından sonra beyliğe geçtiğini söyler. ‘Aziz Astarâbâbi, 1394 te Kadı Burhaneddin ’in Mutahharten ile harbetmek üzere, Erzincan *a yürüdüğü esnada, Akkoyunlu beyi Ahmed Beg ’in, aşiretinden bir kısmı ile, imdada geldi­ ğini ve Erzincan ve havâlisinin yağma edildiğini ve Burhaneddin *in Bayburt’a kadar olan o ha­ valiyi Ahmed Beg ’e ıkta’ ettiğini ve biraz sonra Ahmed Beg ’in küçük kardeşi olan Osman Beg 'in, Karayülük ’ün, biraderine muhalefet ede­ rek, ayrıca hareket eylediğini ve Kem ah’a hü­ cuma kalktığını, fakat bizzat Burhaneddin ‘in onun üzerine yürüyerek kaçırdığını, Burhaned­ d in’in Mutahharten’e karşı mağlûp olduğu hu seferde Ahmed Beg *in, onunla beraber, harbe iştirâk ettiğini zikreder ( Bezm-ü rezm, s. 474—480) Ertesi sene, yani 1395 te, Burhaneddin ikinci Erzincan seferinde iken, Ahmed Beg de, aşireti ile beraber, sefere iştirâk etmişti. Fakat Erzin­ can ’da Timur 'un Bagdad 'dan Suriye ’ye gide­ ceğini duyunca, birdenbire bütün aşireti ile birlikte hareket ederek, Âmid 'e döndü ve ora­ dan M alatya'ya geldi. Maksadı, orada yağmacı­ lık edip, ganimet ve servet topladıktan sonra, Sivas ’a dönmekti. Fakat Burhaneddin 'in kendi üzerine yürüyeceğini öğrenince, Malatya ’dan hareketle Burhaneddin 'in maiyetine geldi. Bur­ haneddin onu Erzincan havâlisini zapta memur etmişti ( göst. yer., s. 493 v.d.). Fakat Burhaneddin daima Ahmed Beg 'in hı­ yanetinden endişe ediyordu. 1396 da Karamanoğlu Alâeddin Beg ile hâl-i harpte bulunduğu esnada kendisine iltihak etmeyen bu beyin Ka­ ramanlılar ile birleşmesinden veya kendine ar­ kadan hücum etmesinden korkmuş ve ona göre tertibat almıştı {göst. yer., s. 495—497 )> Aynı senenin son baharına doğru Kadı Burhaneddin 'in Kayseriye valisi olan Şeyh Müeyyed, isyan ederek, Karaman-oğluna tâbi olduğu zaman, Burhaneddin, onu tedip maksadı ile, Sivas 'tan

M

'

ÂKKOYUNLULAR.

Kayseri 'ye yürüyüp, şehri muhasara ve zapt ve Şeyh Müeyyed 'i öldürdü. Bu vak’ada Ahmed Beg Burhaneddin ’in maiyetinde olmadığı için, o esnada onun Burhaneddin 'den ayrılmış oldu­ ğunu anlıyoruz. Ahmed Beg ’in kardeşi Karayülük, Burhaneddin 'in maiyetinde bulunmuştu (göst. yer., s. 506). 1397 de Burhaneddin, Karayülük Osman Beg 'i Melik Ahmed İn hâkimiye­ tinde olan Kügonya Karahisarı (Şebin Karahisar) civarında bir kale yapmağa ve onu tazyik et­ meğe memur etmişti ( gost. yer., s. 534). Abü Bekr Tahrâni 'ye göre, Şeyh Müeyyed, Kadı Burhaneddin 'in hemşire-zadesı olup, Kayseri 'de isyan etmesi üzerine, Burhaneddin onu muha­ sara etmiş ve Karayülük Osman Beg vasıtası ile, teminat vererek, kaleden indirmiş ise de, sö­ zünde durmayarak, onu öldürmüştür. Bu vak’adan sonra Karayülük, Kadı Burhaneddin 'e güce­ nerek, ondan ayrılıp, Divriki kalesine doğru git­ miş ve Burhaneddin mühim bir kuvvet ile onu takip ederek, Karabel mevkiinde yetişip, yanın­ da altı yüz atlıdan başka bir kuvveti olmayan Karayülük, Burhaneddin 'in yirmi bin kişilik kuv­ vetini perişan eylemiş ve onu öldürmüştür. Bu vak’alara muasır olan ibn 'Arabşâh ise, Karayü­ lük 'ün, Burhaneddin 'in korkusundan, sarp yer­ lere çekildiğini, bir müddet sonra Sivas civarın­ da bir yaylağa geldiğini ve bunu duyan Burha­ neddin ‘in, cüz’î bir kuvvet ile, onun üzerine yü­ rüyerek, Karayülük 'ü ric’at ettirdiğini, fakat gece karanlığı basınca geri dönüp, birden bire baskın ile Burhaneddin 'i esir eylediğini, Kara­ yülük, eski hukuka binaen, onu affetmek ve ser­ best bırakmak istemiş ise de, bu sırada evvelce hâkim olduğu Tokat kalesi Burhaneddin tarafın­ dan elinden alınmış olan Şeyh Necip ’in Karayü­ lük ‘ün yanına gelerek, onu Burhaneddin ‘in kat­ line teşvik ettiğinj ve Burhaneddin ‘in katlolunduğunu zikreder ( İbn ‘Arabşâh, *Acö’ib al-maJ^~ dar, Mısır, 1285, s. 83), Bu vak’adan iki sene evvel, Niğbolu muharebesinde, Yıldırım Bayezid tarafından esir edilen ve bu vekeyİi pek yakın­ dan bilen Schildberger, hatıratında bunları uzun uzadıya yazarak, Burhaneddin ‘İn mühim bir kuvvet ile Karayülük Osman B eg ’i takibe çıktığını, fakat onun, evvelâ pişdar kuvvet­ lerinin ve sonra asıl maiyetindeki kuvvetlerin bozulması üzerine, kaçmış ise de, yakalandığını, Karayülük ’ün, Burhaneddin ‘i yanında sürükle­ yerek, Sivas surları önüne gelip, muhafızlara şehri kendisine teslim etmelerini teklif ettiğini ve hattâ Burhaneddin ‘e bile aynı teklifi söylet­ tiğini, fakat şehir ahalisinin bu teklifi reddettik­ lerini, Burhaneddin ‘İn, hayatının bağışlanması ve serbest bırakılması mukabilinde, Kayseri ve havâlisini Karayülük ‘e vermek istemiş ise de, Karayülük ‘ün, hiç bir şey kabul etmeyerek,

Burhaneddin ’in başını kestirdiğini ve cesedini de dörde böldürüp, her parçasını bir sırığa bağlayarak, şehrin muhtelif kapılarına karşı astırdığını, kafasını da bir mızrak ucunda teşhir ettirdiğini söyler ( bk. trc. Hakkı Muhlis, Ali Emîri kütüp. yazm.). Kadı Burhaneddin 139S temmuzunda ölmüş ve ölüm haberi ağustos içinde Mısır 'a varmıştır ( İbn K a il Şuhba, al-D uval al-islâm, zeyl, yazm.). İbn Hacar, Karayülük ‘ün bir mağarada 40 gün saklandığını, yaylaya çıkmış, orada eğlenceye ve işrete dal­ mış olan Burhaneddin ’i ve yanında bulunan adamlarını, ânî bir baskın ile, öldürmüş olduğunu rivayet eder. Badr al-Dih ‘Ayni ise, Kadı Burhaneddin ‘in Bozdoğan-oğulları tarafından katl­ edildiğini söyler. ‘Ayni ‘den İbn Bahadır ‘a geç­ miş olan ve Makrizi ’nin bu husustaki iki rivâyetinden birini teşkil eden bu haber, türkmenlerin büyük boylarından olup, muhtelif oymak­ ları Anadolu ‘nun her tarafına dağılmış ve hattâ Suriye ’ye bile intişar etmiş olan Bozdoğanlıların cenubî Anadolu ‘da bulunan bazı kısımlarının Burhaneddin 'in maiyetinden ayrı­ larak, Karayülük ile birleşmelerinden ve Burha­ neddin ‘in ölümü ile biten vak’ada Karayülük ‘ün maiyetinde bulunmalarından ileri gelmiştir. Bu boyun oymak beylerinden Sa'd al-Mulk ile Ziya1 al-Mulk, daha evvel Burhaneddin ‘in maiyetinde bulunuyorlardı. Zikrettiğimiz men* balarda mevcut olan bu rivâyet, zamanımızın kıymetli tarihçisi ‘Abbâs al-'Azzâvi ‘yi Karayülük ’ün ecdadını Bozdoğan-oğulları addetmek hata­ sına düşürmüştür ( ‘Abbas al-‘Azzâvi, Târih al‘îra k , III; al-ffuknm ât aUiurkmâniya, s. 206). Kadı Burhaneddin ‘in katlinden sonra, onun âyân ve erkân-i devleti, oğlu Alâeddin A li Çe­ lebi *yi hükümdar ilân ederek, Sivas 'ı teslimden imtina ettiklerinden, Karayülük şehri muhasara­ ya başladı. Yeni hükümdar, kayınpederi olan Mogul, yani Kara-tatar beyinden yardım istedi. Karayülük yardıma gelen tatarları bozarak ka­ çırdı ve tekrar şehri kuşattı. Mukavemetten âciz kalan sıvaslılar, şehirlerinin türlcmenler tarafından yağmasından korktuklarından ve ay­ nı zamanda batş-u şiddetini pek yakından bil­ dikleri Karayülük gibi bir göçebe beyine tâbi olmak istemediklerinden, osmanlılardan Yıldı­ rım Bayezid 'e haber göndererek, şehri tesel­ lüm etmesini teklif ettiler. Daha evvel Amas­ y a ‘yı almış olan Yıldırım Bayezid, büyük oğ­ lu Süleyman Çelebi'yi, mühim bir kuvvet ile, Sivas a gönderdi. Schildberger ‘in de içinde bu­ lunduğu bu kuvvet, Karayülük ‘ü mağlûp etti ve şehir şehzadeye teslim oldu ve bu suretle Kadı Burhaneddin ’in arazisinin mühim bir kıs­ mı osmanlıların eline geçti. Bu emareti almak­ tan ümit kesen Karayülük Erzincan ‘a, Mutah-

AKKOYUNLULAR. hartan 'in yanına giderek, onunla birleşti; Mutahharten evvelce Karakoyunluların müttefiki ve Akkoyunluların düşmanı idi; vo zaten Akkoyunlulân Burhaneddin 'ip hizmetine sevkeden yegâne sebep de bu idi. Fakat korkunç rakibi olan Burhaneddin'i ortadan kaldırmış olmasın* dan dolayı, pek fazla memnuniyet duyan Mutahharten, bu eski düşmanını hürmet ile kabul etti ve şarka, yani kendi memleketine, doğru ilerilemesi pek muhtemel olan osmanlı hüküm­ darının kuvvetlerine karşı onu bir istinatgah ittihaz etth Anadolu’da bir emaret tesis etme­ ğe muvaffak olamayan Karayülük, şimdiye ka­ dar ülkesine bazı ziyanlar yapmaktan geri kal­ madığı Mısır sultanına da müracaat ederek, Su­ riye şimalindeki diğer türkmen beyleri gibi, Mı­ sır devletinin hizmetine girmeği talebetti. Sul­ tan Barktık, Karayülük gibi şeci bir beyin bu isteğini memnuniyet ile kabul ederek, ona bir amannâme ile 50.000 gümüş dirhem gönderdi ( Makrîzı, al-Sulnk, 801 senesi vukuatı). Fakat sultan Barkuk 'un pek az sonra vukubutan ölümü ve çocuk yaşında olan oğlu sultan Farae 'in tahta geçmesi neticesinde, Mısır sal­ tanatında karışıklıklar çıkması ve Yıldırım Bayezid 'in mısırlılar elinde bulunan Anadolu şe­ hirlerini alması ve Suriye ‘ye doğru yürüyüşe hazırlanması, Karayülük 'ün Mısır devleti hizme­ tinden beklediği ümitleri kırmış ve onu başka sergüzeşt aramağa sevketmişti. Daha evvelden 1389 da Timur 'a arz-ı itaat etmiş olan ve 1394 te, bizzat arz-ı tazimat ve ubudiyet ederek, ondan emaret menşur ve hil'atini alan Mutahharten 'e müracaat ve onun tavassutu ile, 1399 sonlarında, Karabağ'da kışlamakta olan Timur 'un yanına gitti ve bütün kabilesi ile arz-ı hiz­ met eyledi. Timur, kendine karşı her yerde şiddetli muhalefet ve mukavemet göstermekte olan Karakoyunluların amansız düşmanı Akkoyunluların hizmetini kabul ederek, Kara­ yülük ‘e ikram ve iltifatta ve aynı zamanda vaadlerde bulundu. Karayülük bundan bir az sonra Gürcüstan seferinden dönen Timur ‘un yanına arz-ı tazimata giden Mutahharten 'e re­ fakat etmiş ( 1400) ve aynı sene içinde Ana­ dolu 'ya birinci yürüyüşünü yapan Timur ‘a bü­ tün kabilesi ile Avnik [ b. bk.] te iltihak ede­ rek, ikram ve iltifata nail olmuş ve Öncülük vazifesini görmüştür (A bü Bekr Jahrâni, Diyârbekriya; Hâfiz Abrü, Zubdat al-tavârih ). İkbâl ve emaret ihtirası ile yanıp tutuşan K a­ rayülük, vatan ve milletine ihanet ederek, düş­ manın pişdarlığını yapmış, Sivas muhasarasına iştirâk etmiş, şehrin zaptı, askerlerin katl-i âmı faciasında ve sonra, Timur ile birlikte, Elbistan'm ve daha sonrada Malatya'nın zaptında bulunmuştur. Malatya 'yi osmanlılar elinden İslâm Ansiklopedini

x

*s?

alan Timur, şehri Karayülük'e vermiştir ( Şaraf al-Din, ZafarnSm a, II, s. »73). Timur 'un Suriye yürüyüşünde, Karayülük ve oğulları onun maiyetinde bulundular. Abü Bekr TahrSnı’, Ha­ lep önündeki muharebede Karayülük'ün oğlu İbrahim Beg 'in fevkalâde celâdet ve fedâkârlık gösterdiğinden ve bundan memnun olan Timur 'un evvelce 1396 da Artuk-oğlu Malik £âhir Macd al-Din Isa ‘nın elinden almış olduğu Âmid şehrini, mükâfaten, ona verdiğinden bahseder. Aynı müellif, Karayülük 'ün Şam Önündeki mu­ harebeye iştirâkini, şecaat ve fedakârlığını söyler. Timur 'un bu seferinden bahseden müşahit müelliflerden Hâfiş Abrü ile Şaraf al-Din Yazdi bundan bahsetmezler. Onlar Timur ‘un Su­ riye 'den dönüşünde, Irak 'a gitmek üzere, Bire­ cik 'e muvasalat ettiği zaman, Karayülük 'un istikbale geldiğinden ve iltifata nail olduğun­ dan, Tim ur’un onu yanına alarak, birlikte Mar­ din 'e gidip, şehri kuşattığından, bilâhare ken­ disi Bagdad 'a giderken, emaret havzesi oraya pek yakın olan bu zatı, oranın muhasarasında bıraktığından bahsederler ( Hâfiş Abrü, Zub­ dat al-tavârih, 803 senesi vekayii; Şaraf alDin, Zafarnâme, II, 350, 354). tbn 'ArabşSh ise, 1401 nisanında Timur ’un Mardin 'den ay­ rılırken, Âmid ‘i Karayülük ‘e tevcih ettiğinden bahsettiği gibi, bir az sonra Musul 'u aldığını ve burasını Yar Haşan veya Kara Haşan b. Hüseyin Beg ‘in [ yk. bk.] oğlu Hüseyin Beg 'e tevcih ettiğini zikreder ( s. 123 v.d.). Abü Bekr Tahranı, hemen hemen aynı malûmatı verdik­ ten sonra, Timur ‘un Irak 'a yürüdüğü ve Bag­ dad ‘ı tahrip ettiği bu sıralarda Karayülük 'ün Mardin 'i muhasara ve hükümdarını mpğlûp ve onu, başka bir kale vermek mukabilinde, sulha mecbur ettiğini, sonra yaylaka giderken, oğlu İbrahim Beg ‘i Hişn K ifâ ‘ya göndererek, orayı nehb ve garet ettirdiğini, Hişn K ifâ hükümda­ rı Malik 'Âdil 'Alam al-Din Su ¡ay mSn Ayyubi 'yi itaate ve vergi ve asker vermeğe mecbur ettiğini, Ra’s al-'Ayn *de kışı geçiren Karayü­ lük ‘ün Sulaymani ve Zarifi kürtlerine akınlar yaparak, onların bazı kalelerini aldığını bildirir. Timur 'un 1402 de Anadolu ‘ya yaptığı ikinci büyük yürüyüşte Karayülük, büyük biraderleri Ahmed ve Pîr Ali Beg 'ler ile, onun maiyetinde bulunmuştur. H âfiş Abrü, Timur ile Yıldırım Bayezid arasındaki Ankara muharebesinde Ka­ rayülük 'ün Timur ordusunda, bizzat Timur ta­ rafından kumanda edilmekte olan, merkez kolu­ nun sol gurubunda bulunduğunu söylediği hâlde, Şaraf al-Din onun sağ cenah gerisinde, Emirzade Abü Bekr ve Cihanşah ile, mevzi aldığını ( II, s. 424) ve hücuma kalkarak, osmanlıların sol cenahını perişan ettiklerini söyler ( II, s. 17

ÂkKOYÜNLULAft. 4 30 ).'Abd al-Razzâk Samarkandi, Matla al-sa‘~ d a y n ' inde (I, Ayasofya kütüp., ur. 3086 ),K a rayülük ’ün muharebe mevkiini müphem bırak­ makla beraberi Cihanşah ile birlikte, osmanlılarm sol cenahına kumanda eden Süleyman Çe­ lebi ’nin kuvvetlerine hücum ederek, bozdukla­ rını söyler. Timur, Ankara zaferinden ve bü­ tün Anadolu ’yu istilâ ve garet ve tahripten sonra, bu ülkede kışı geçirdi. Karayülük ile ağabeyleri de burada kışladılar. İlk baharda Timur Anadolu ’dan yağma edilen emval ve emtianın bir kısmını şarka gönderdi. Fakat Osman Beg ’in birader-zadeleri, Mehmed b. Ahmed ile Pilten b. Pîr Ali, maiyetlerindeki Akkoyunlular ile, bu kafilenin önüne çıkarak, emval ve eşyayı zaptettiler. Timur bunu du­ yunca, garetçilerın babalarını, yani Ahmed ile Pîr A li ’yi hapsetti. Bundan sonra bir daha bu iki kardeşten bahsedilmediğine göre, Timur ’un bunları salıvermediği anlaşılıyor ( Abü Bekr Tahrani, D iyârbekriya). 1403 senesi ortala­ rında Anadolu 'yu terkeden Timur, Sivas ’a geldiği zaman, Karayülük ’ü hil’at ile izaz et­ miş ve ona bütün Diryarbekir hıttasınm emaret menşurunu ve memleketine gitmek iznini ver­ miştir. İbn ‘Arabşâh ise, Timur ’un Erzincan a vusulünde bu menşur ve mezuniyeti verdiğini ve aynı zamanda kendi adamlarından Şemseddin ’e Kemah beyliğini tevcih eylediğini ve her ikisine birbirlerine zahir ve yardımcı olmaları­ nı tenbih ettiğini yazar ( Şaraf al-Din, II, 506 v.d .; İbn 'Arabşâh, 3. 1 49) . Karayülük Osman Beg, Timur ’dan ayrılırken, Anadolu yürüyü­ şünde elde ettiği ganimetleri, oğlu İbrahim ile, önceden Âmid ‘e göndermişti; fakat bir az ev­ vel adı geçen birader-zadesi Mehmed önüne çıkarak, mezkûr emval ve eşyayı soymağa te­ şebbüs etti. İbrahim ile Mehmed arasında çar­ pışma başladı. Bu sırada Karayülük ’ün yetiş­ mesi Mehmed ’i çekilmeğe mecbur etti ve ganayim salimen Âmid ’e gütürüldü. 1403 te Amid e gelen ve artık ağabeylerinin emri altındaki di­ ğer Akkoyunlu cemaatlerini de idaresi altında toplamağa muvaffak olan Karayülük Osman Beg, Akkoyunlu devletini tesis etmiş ve Âmid ’de teessüs eden ve sonra Diyarbekir ve Elcezire kıt’alarına, bütün şarkî Anadolu ’ya, daha sonra, Irak-ı Arab ve acem ile Horasan ’dan maada, İran m her tarafına hâkim olarak, koca bir imparatorluk hâline gelen bu devlet, hemen daimî denilecek bir derecede, dahilî mücadele­ ler içinde, 1508 senesine kadar devam etmiş ve Şah İsmail tarafından inkıraza uğratılmıştır. Roma ve İran imparatorluklarının meydana getirdiği ve müslümanlığın daha fazla tesis ve ikmâl ettiği medeniyeti ve İçtimaî nizamı yıkan mogul istilâsının neticelerinden biri olmak üze­

re, şehirlerin zaafa ve harabîye uğradığı ve göçebe unsurların faaliyete geçtiği bu zaman­ larda — Mısır ve Suriye bir dereceye kadar istisna edilirse — bütün A sya ’da gördüğümüz içtimai hastalığı Anadolu 'da da görmekteyiz. Başına haydut çeteleri toplayabilen eşkiya reis­ leri ile aşiret sahibi olan beyler, hem maiyetle­ rini geçindirebilmek ve hem de kendilerine bir emaret temin etmek için, her tarafa garetler yapıyorlar, birbirleri ile çarpışıyorlar, mevcut devletlerin yanına muavin veya ücretli muharip olarak giriyorlar, muasırları olan Avrupa con­ dottiere ’leri gibi, yalnız harp ile geçiniyorlar ve istilâ ordularının öncüsü olarak, geçtikleri memleketleri yağmalıyorlar, yakıp yıkıyorlardı. Bir gün evvel yaptığı ittifakı ertesi gün bozan, maiyetine hizmete geldiği veya müştereken ça­ lışmağa söz verdiği bir hükümdara veya bir diğer beye hiyanet eden, hiç bir ahde ve mu­ kaveleye bağlanmayan, vatan, millet, cemiyet ve aile gibi kayıtlara merbut olmayan ve hiç bir ahlâk ve insaniyet kaidesi tanımayan, harbculuktan ve döğüşmek hususundaki cesaretle­ rinden başka bir meziyetleri olmayan, ancak yağma, tahrip, ganimet ve nihayet yalnız muvafakiyet düşünen bu reislerin ve beylerin faa­ liyetleri zamanında, bütün A sya gibi, Anadolu da harap olmuştu. İşte bu beylerden biri olan Karayülük Osman Beg yukarıda zikrettiğimiz eğri ve fena yollar­ dan geçerek, nihayet emirliğe ve hükümdarlığa çıkmış ve 1433 senesinde vuku bulan ölümüne kadar, ömrünü harp içinde geçirmiştir. Timur *u ve ondan sonra Şahruh u metbu tanıyan ve fakat osmaniı sultanları ile iyi geçinen, hattâ osmanlı ülkesine akın ve garet yapmaması mukabilinde, muayyen bir para ve hediye alan, Mısır sultanlarını da aynı zamanda metbu ta­ nıyan ve bunlardan sultan Farac ve sultan Mu’ayyad Şayh ile dost olan ve sultan Parsbay ile, evvelâ iyi geçinirken, sonra mısırlı­ lara tâbi şehirleri zabtetmesinden dolayı, sul­ tanın düşmanlığını kazanan Karayülük, Timur tarafından kendine verilmiş olan Malatya ’ya hâkim olamamış ve mısırlıların burayı tekrar almalarına ses çıkarmamış ise de, başka mem­ leketleri muntazaman yağma ve garet etmiş ve Urfa ’yı Döger boyundan, Kemah ’1 Timur ‘un muhafız bıraktığı Şemseddin ’den, Erzin­ can ’ı ve havalisini Mutahharten ’in torunu Yar A li ’den, Çemişgezeg ’i Pîr Hüseyin Beg ’den Harput ’u Dulkadır oğlundan, Erzurum ’u Karakoyunluların valisi Pîr Ahmed Beg Duharlu ’dan, son Artuklu prensi Melik Salih Ahmed ‘in 1408 de Karakoyunlu beyi Kara Yusuf ‘a terketmiş olduğu Mardin ’i, uzun mücadeleden sonra, nihayet 1432 de Karakoyunluların bu şehre mı;-

AkKOYU N LU LA ft.

hafız bırakmış olduktan ernîr Nâsır 'dan almış koyunluların tecavüzüne karşı durmağa çalışan, ve bu arada kürtlar üzerine müteaddit seferler diğer taraftan kardeşi Mardin valisi Hamza Beg : ve akınlar yaparak, bir kısmını kendine itaate ile mücadeleye mecbur olan A li Beg emarette mecbur etmiştir. Diğer taraftan bir çok kaleleri tutunamadı ve evvelâ osmanlı padişahı sultan ve bunlardan başka Çoruh havzasını kamilen Murad II. 'a, daha sonra da Mısır sultanı Çakmak zabtederek, hükümetinin hududunu Trabzon im­ 'a iltica ederek, yardım istedi; fakat istediği im­ paratorluğu arazisinden Urfa cenubuna kadar dada nail olamadığından, memleketine dönemegenişletmiş ve bazı arap kabilelerini de ezmişti, yerek, ölünceye kadar Suriye ‘de oturdu ve AkKarayülük bütün bu fütuhatı esnasında kendin­ koyunlu emareti Hamza Beg ( b. bk.] ‘in elinde den daha korkunç bir muharip ve garetçi olan kaldı. Âmid ‘i A li Beg ‘den ve Erzincan’ı diğer karakoyunlu hey i kara Yusuf [ b' bk.] ile ve kardeşi Yakub Beg ‘den almağa muvaffak olan sonra bunun oğlu İskender Beg [ b. bk.] ile ve karakoyunlu hükümdarlarından Isfahan b. müteaddit defalar harp etmiş ve bu harplerde k ara Yusuf ‘a karşı galibâne muharebe yapan ekseriya bozulmuş ve çok telefat vermiştir. Bu Hamza, babasının hâkim olduğu memleketlerin zat Mısır devleti ümerasından olup, Halep'i çoğunu ele geçirmiş, kardeşlerinin ve yeğenle­ merkez ittihaz ederek, şimalî S u riy e ’de istik­ rinin ekserisini itaate mecbur etmiş ve Mısır lâlini ilân ve türkmen beylerinden bazılarını sultanından menşur ve hil'at alınıştı. 1444 te, mahv ve bazılarını kendine itaate mecbur eyle­ Hamza Beg 'in ölümü üzerine, A li Beg 'in oğlu yen, sonra Mardin hükümdarı Malik Zahir Macd Cihangir, daha evvelden hâkim olduğu U rfa‘dan al-DÎn ‘î sa yi da ittifakına alarak, Âmid ’e ge­ gelerek, amcasının memleketine tesahüp etmişti. lip, b u şeh ri kuşatan emir Çikem (yahut Ç e­ Fakat Cihangir [ b. bk.] de, tıpkı babası gibi, kim ) ’i ve Mardin hükümdarını mağlûp ve iki­ bir taraftan karakoyunlular, bilhassa onların sini de katletmiştir. Mumaileyh I421 de Şahruh hükümdarı olan Cihanşah [ b. bk.] ve diğer ta­ 'un karakoyunlulara karşı yaptığı birinci sefer­ raftan amcaları Mahmud, Şeyh Haşan ve k a ­ de, onun maiyetine girerek, Alşkerd muharebe­ sım Beg ‘ 1er ve diğer amca-zadeleri ile uğraşmış sinde İskender Beg 'e ve diğer kara Yusuf-oğul- ve büyük babası Karayülük ‘ün taht-ı idaresin­ larına karşı şecaatle harp edip, 1429 da Şahruh deki memleketleri bir araya toplamağa çalışmış ’un ikinci seferinde de maiyetinde bulunarak, ise de, şimdiye kadar kendine daima yardım­ onun İskender ile yaptığı Selmas meydan muha­ larda bulunan ve muvaffakiyetlerinde âmil olan rebesine iştirak eylemiştir. 1435 te üçüncü defa küçük kardeşi Uzun Haşan [ b. bk.] [452 de (di­ Azerbaycan ‘a gelen Şahruh‘un önünden kaçan ğer bir rivayete göre, 1453 ), ânî bir baskın ile, İskender ’in yolunu kesmiş ve fakat onun ile Âmid ‘i almış ve kardeşleri Cihangir ve Üveys yaptığı muharebede, oğullarından ikisi ve to­ Beg ‘ 1er ile uzun müddet uğraşmış ve bunları runlarından bazıları ile birlikte maktul düşe­ müteaddit defalar mağlûp ettiği gibi, bunlara rek, başı İskender tarafından Mısır sultanı yardıma gelen karakoyunlu hükümdarı Cihan­ Parsbay ’a gönderilip, k ah ire ‘de teşhir edil­ şah ‘in Rüstem Turhan ve Ali Şeker Beg ku­ miştir. Abu Bekr fah râni ‘nin dediği gibi, kara­ mandalarındaki ordusunu perişan etmiş ( 1 457) yülük üç yüz kadar harbe iştirak etmiştir. Yal­ ve kardeşlerini kendisi ile musalâhaya ve kendi­ nız o asrın değil bütün tarihin yetiştirdiği en ne tâbi olmağa mecbur eylemiştir. Uzun Hâşan şeci ve en muharip adamlardan biridir. On 1457 de Hişn K ifâ ‘daki son Eyyûbî hükümetini dördünün adını bildiğimiz oğullarından İbrahim, ortadan kaldırarak, 1458 de Karaman-oğlunun emir Çikem ‘in Âmid’i muhasarası esnasında ülkesine tecavüz eden Dulkadır-oğlu Aralan (1407 ), Murad ise, sultan Parsbay ‘in Âmid ‘i Beg ‘i geri dönmeğe mecbur etmiş ve 1439 da kuşattığı sırada (14 3 3 ) telef olmuş, Hâbil ise, Gürcüstan ‘a sefer ederek, altı kale feth ve ken­ 1429 da U rfa'yı zapteden mısırlılar tarafından dilerinin Selçukîler soyundan olduğunu iddia : esir edilerek, k a h ire ‘ye götürülmüş ve ertesi eden ve bir kaç asırdan beri yaşayan Eğil bey­ sene orada mevkufen vefat etmiştir. Diğer oğul­ lerinin emaretini zapt ve 1460 ta evvelce Aklarından ikisi de, kendisi ile birlikte, telef ol­ koyunluların, Karayülük ‘ün ölümünden sonraki, muştu. Vefatı esnasında yaşı sekseni geçmiş fetretlerinden istifade eden Karakoyunluların : olan karayülük‘ün berhayat olan oğullarından zaptetmiş oldukları şehir ve kaleler ile müs­ her biri ülkesinin bir kısmında hâkim bulunu­ takil bir emaretin merkezi olan Şebic Karayordu. Şahruh, bunların içinde karayülük ‘ün hisarı ‘nı almış, 1461 de koyunluhisar ( Koyul­ veliahdi olan A li Beg "e, pederinin yerine, hisar) ‘ı alarak, osmanlı ülkesine akınlar yap­ emaret menşuru gönderdi. Aynı zamanda Mısır mıştır. Bundan başka Trabzon ‘u fethetmek sultanından da emaret menşuru ve hil'ati alan isteyen Fatih Sultan Mehmed 'in teşebbüsleri­ A li Beg [ b. bk.] ‘in kısa süren emaret zamanı, ne mümaneat [ bk. G E D İK A H M E D ], fakat gön­ karışıklık içinde geçmiştir. Bir taraftan Kara- derdiği kuvvetlerin inhizamı üzerine, sulh ta-

üU

...

ÂkKoYÜN LULÂİt

. ---

tep eden, 1463 de Gürciistan a ikinci defa se­ fer yaparak, bir çok muvaffakiyetler kazanan, 1463 te Gerger kalesini alan Uzun Haşan, 1464 te Karaman-oğlu lshak Beg ’e yardım et­ miş ve onun kardeşlerini tardederek, hükümeti ona temin etmiştir. Fakat bir az sonra sultan Mehmed II. ’in kuvvetleri, İshak Beg ‘i kovarak, rakibi Pîr Ahmed Beg 'i Karaman hükümdarı nasbetmişlerdir. Bundan sonra Uzun Haşan 1465 te Harput ’u Dulkadır-oğlu Arslan Beg ‘in elinden almış ve Arslan Beg ’i mağlûp ederek, onun hükümet merkezi olan Elbistan 'a kadar ilerlemiş ve onu sulh talebine mecbur etmişti. 1467 de Karakoyunlular hükümdarı olan ve Ho­ rasan ’dan maada İran *ın diğer akşamına, Iralc-ı Arab ’a, Erran ’a ve Anadolu ’un son şarkına (V an gölü havzasına) hâkim bulunan Cihan­ şah'1 mağlûp ve telef eden, 1468 de bunun oğ­ lu Haşan A li ‘yi büsbütün bozan, 1469 da Mâverâünnehr ve Horasan hükümdarı sultan Abu Sa'ıd ’i bozup telef eden, 1470 te Horasan ’a kuvvet gönderip, Yadigâr Mirza *yı oraya hü­ kümdar tayin ederek, ona Akkoyunlu hanedânının müverrihi Abu Bekr Jah rSn ı ’nin eser-i inşası olan bir emaret menşuru veren ve aynı sene içinde Cihanşah ’in oğullarını birer birer perişan ederek, bütün Karakoyunkı ülkesini ele geçiren, 1471 de Yadigâr Mirza 'nın yerine Ho­ rasan hükümdarı olan Sultan Hüseyin Baykara ile sulh yaparak, şark memleketlerinde fütuhat­ tan vazgeçen Uzun Haşan, Hazar denizi cenu­ bundaki küçük devletleri kendine itaate mecbur ettiği gibi, Karakoyunlulara tâbi olan bir çok emaretlere de kendi hâkimiyet-i âliyesini kabul ettirmişti. Karakoyunlu imparatorluğunu bir hamlede ortadan kaldıran ve Karakoyunlu ulu­ sunu inhilâl ettirerek, bu ulusa bağlı olan boy ve oymakların çoğunu Akkoyunlu ulusuna ilâve eyleyen ve bn suretle muazzam bir kuvvet ya­ pan Uzun Haşan, artık oihangir olmağa karar vermiş, Mısır ve osmanlı sultanlarının ülkeleri­ ni almak tasavvuruna kapılmış, ateşli silâhlar tedariki için, Avrupa devletleri ile münasebata girişmiştir. Aynı sene içinde Gürcüstan ’a kuv­ vet gönderen, bir taraftan osmanlı ve Mısır sultanları ile dostluk yaparken, diğer taraftan bu iki hükümdar aleyhine sefer hazırlığı gören Uzun Haşan, 1472 de kendine iltica eden Pîr Ahmed ve Kasım Beg 'leri himaye etmiş ve on­ lar ile birlikte, osmanlı ülkesine kuvvetler gön­ dererek, Tokat ’ı tahrip ettirmiş ise de, bilâhare bn kuvvetler mağlûp olmuştur. Uzun Haşan, yi­ ne bu 1472 senesinde, üçüncü defa Gürcüstan ’a sefer etmiş, Tiflis dahil olmak üzere, müteaddit şehirleri açmış ve gürcü prenslerini itaate mecbur kılmış ise le, aynı senede Suriye 'ye paytığı seferde muv ffakıyetsizliğe uğramıştır.

T473 te, Otlukbeli ’ude Mehmed II. ile yaptığı muharebeyi ve bazı kaleleri kaybeden Uzun Haşan, 1476 da, dördüncü defa olarak, Gürcüs­ tan ’a sefer yapmış ve 1478 senesi başında Tebriz ’de ölmüştür. XV . asrın büyük fatih hükümdarlarından biri olan Uzun Haşan, pa­ yitahtını Amid ’den Tebriz ’e taşımış ve Ana­ dolu ’da Akkoyunlu ulusuna merbut olan boy ve oymakların çoğunu da İran ’a götürerek, ge­ niş imparatorluğunun muhtelif bölgelerini bun­ lara ıkta, eylemiş ve bu suretle şarkî Anado­ lu ’da türk ırkının zayıflamasının âmillerinden biri olmuştur. Tebriz ’de muhteşem bir saray teşkilâtı yapan, ulema ve şu’arayı etrafına top­ layan, henüz gayr-i medenî bir hâlde olan Ak­ koyunlu ulusunu medeniyete intibak ettirmeğe çalışan, bir çok dinî ve İlmî veya hayra matuf müesseseler vücuda getiren, osmanlı devletinin teşkilâtını model ittihaz ederek, devletini tan­ zime ve teşkilâtlandırmağa uğraşan ve bu yol­ da kanunlar yapan, başka dillerden türkçeye eserler tercüme ettiren ve hattâ K u ra n ’ı bile türk diline çevirterek, bunu huzurunda okutan Uzun Haşan en şayân-ı dikkat türk hükümdar­ larından biridir. Fakat saltanat veraseti işinin, bütün türk devletlerinde olduğu vecihle, bir kanuna veya örfe bağlanamaması, yaptığı teş­ kilâtın roarkezî olamaması, imparatorluğun her tarafında şehzadelerin ve hanedâna mensup ze­ vatın beylik hakkının tanınması, devletin hâkim sınıfı olan Akkoyunlu ulusunu teşkil eden boy ve oymak beylerinin her birinin muhtelif mmtaka ve bölgelerde kendi boy ve oymakları ile oturarak, bulundukları yerlerde veraset ve ya­ rım bir istiklâl ile hâkim olmaları, velhasıl dev­ letinin kabîle ve aşiretler devleti olması, bu imparatorluğun çok çürük bir temele dayandı­ ğını gösteriyordu. Nitekim bu imparatorluk, saltanatı ele geçirmek isteyen şehzadeler ile, birbirine rakip olan ve her biri bir şehzadenin tarafını tutan beylerin birbirleri ile mücadele­ leri yüzünden, pek az zaman içinde yıkılıp git­ miştir. Uzun Haşan ’in oğullarından Uğurlu Meh­ med, pederinin vefatından biraz evvel, katledil­ mişti. Geriye kalan altı oğlu arasından sultan Halil [ b. bk.] saltanata geçti. Kardeşlerinden Maksud Beg ’i öldürmekle işe başlayan bu hü­ kümdar, 1478 de amcası Cihangir ’in oğulları Murad ve İbrahim Beg ’lerin isyanlarını berta­ raf etti ise de, aynı senede Diyarbekir vâlisi olan kardeşi sultan Yakub tarafından öldürüldü. Saltanat tahtına geçen sultan Yakub [ b. bk.] hükümdarlığının ilk senesinde kardeşi sultan Halil ‘in oğlu Elvend Beg ile Karayülük ’ün oğullarından Şeyh Haşan 'm oğlu Köse Hacı Beg ’in isyanlarını bastırdı. 1480 de^ Mısır sul­ tanı Kayıtbay *ın, Yasin Beg kumandasında,

AKKOYUNLULAR. gönderdiği kuvvetlere karşı, Bayındır Beg, Sü­ leyman Beg Biçen ve Sûfî Halil Beg Musullu idaresinde, ordu gönderip, Mısır ordusunu peri­ şan ettirdi. 1481 de Bayındır Beg isyan etti ise de, mağlûp ve maktul oldu. 1482 de Gürcüs: tan a sefer yaparak, Akıska başta olmak üze: - re, bazı kaleler fetheden ve ondan sonraki se­ nelerini imarât ile şu'ara ve ulema ile müsahabetle geçiren, türk ve fars dillerinin her ikisinde de kuvvetli şair olan sultan Yakub, 1488 de kendine tâbi olan Şirvanşah (Ferruhyesar) ’m istimdadı üzerine, Süleyman Biçen ::: kumandasında kuvvet göndererek, Erdebil şeyhi şeyh Hayder Safevî 'yi öldürtmüş ve kendisi de 1490 senesinde, genç yaşında ölmüştür. Bu sul­ tanın ölümünden sonra, Akkoyunlu devleti, tıpk) llhanî .devletinin sultan Abü Sa'id 'in ölümü akabinde geçirdiği buhrana benzeyen, bir karı­ şıklık geçirmiş ve 18 sene sonra tamamen mün­ kariz olmuştur. Sultan Yakub un ölümünde henüz buluğ yaşma gelmemiş olan üç oğlundan Baysungur, [ b. bk.] Sûfî Halil ve diğer Musullu boyu bey­ leri İle Pirnâk boyu beyleri tarafından tahta çıkarıldı. Diğer boyların beyleri muhtelif yer­ lerde başka şehzadeleri hükümdar ilân ettiler ise de, bu şehzadeler tarafdarları ile mağlûp ol­ dular. Genç hükümdarın atabeği olan Sûfî Halil, şehzadelerin bir kısmı ile kendisine rakip addet­ tiği ümeranın bir kısmını öidürterek, devlete hâkim oldu ise de, onun tahakkümünden usanç getiren beylerin bir çoğu Diyarbekir vâlisi Sü­ leyman Biçen ile birleşerek, onu mağlûp ve katlettiler- Vakıa Süleyman, hükümdarın ata­ beği olarak, devlete hâkim olmuştu; fakat bir âz sonra, ümeranın bir kısmı Alıncak kalesinde mahpus olan Rüstem b. Maksud b. Uzun Haşan 'ın etrafına toplanarak, onu hükümdar ilân ve Süleyman ile Baysungur'u mağlûp ettiler. Bay­ sungur annesinin babası olan Şirvanşah Ferruhye sa r’a, kardeşleri ile birlikte, iltica etti. Diyarbekir e kaçan Süleyman, orada telef oldu. Baysungur'un saltanatı bir sene sürmüştü. 1492 de saltanata geçen Rüstem Beg [ b. bk.] ‘in beş sene süren devri de gaileler içinde geçmiş; bu arada saltanatı tekrar elde etmek isteyen Baysungur, kardeşi Haşan ile birlikte, telef olmuş ve Isfahan vâlisi ile Gilân hüküm­ darının isyanları bastırılmış ve Akkoyunlulara iltihak etmeyen bir çok Karakoyunlu boylarını /kendilerine mürid yaparak, müstakil devlet kur­ mak isteyen Erdebil şeyhi Ali b. Hayder he­ zimete uğratılarak, katledilmiştir. Bir az sonra Uğurlu Mehmed 'in oğlu ve Fatih Mehmed’in :.kızından: torunu ve aynı zamanda sultan Bayezîd II. 'in damadı olan ve, ufak tefek olmasından dolayı, Göde Ahmed tesmiye edilen, Ahmed Beg

[ b. bk.] İstanbul 'dan gelerek, ümerasının hiyanetine uğrayan Rüstem Beg 'i mağlûp edip, öldürttü ve hükümeti zaptetti ( 1496). Osmanlı sistemini kendi memleketinde tesis etmek iste­ yen yeni hükümdar, birbirleri ile hâl-i mücade­ lede bulunan ve ikide birde şehzadeleri isyana sevkeden, bir az evvel bir hükümdarın maiyeti iken, bir az sonra yüz çeviren Akkoyunlu ulusu­ nun büyük beylerini birer birer öldürmeğe baş­ ladı ise de, onlar, daha evvel davranarak, isyan ettiler ve onu bozup, öldürdüler. Ancak bir sene saltanat sürmüş olan sultan Ahmed 'in ölümün­ den sonra, Akkoyunlu devleti büsbütün herc-ü merç içinde kaldı. Uzun Haşan 'ın oğlu Yusuf Beg 'in iki oğlu Elvend ve Mehmed Beg *ier ile sultan Yakub 'un oğlu sultan Murad birbirini sevmeyen ve birbirlerine rakip olan muhtelif ümera tarafından, muhtelif yerlerde hükümdar ilân edildiler. Şiddetli bir dahilî harp başladı ve bunda ümeradan mühim zevat telef oldukları gibi, saltanat davacılarından Mehmed Beg de öldü. Nihayet 1501 de sultan Murad [ b. bk.] ile Elvend Beg [ b. bk.] Irak-ı Arab, Irak-ı Acem, Fars ve Kirman ülkeleri birincisine, A zer­ baycan, Erran ve Diyarbekir kıt’alan da E l­ vend B eg'e ait bulunmak üzere, imparatorluğu iki devlete taksim ettiler. Fakat dahilî harp imparatorluk ülkesini harap etmiş, zaten iki asra yakın bir zamandan beri istilâdan istilâya ve felâketten felâkete uğrayan şehirler büsbütün perişan olmuş, köyler dağılmış, her tarafta korkunç bir şekavet başlamıştı. Dahilî harp yüzünden birbirine düşman olan beyler, kendi boy ve oymakları ile, evvelden hâkim olduk­ ları veya sonradan ele geçirdikleri memleket­ lerde, müstakil bir vaziyette hâkim kesilmişler­ di. Büyük beylerin elinde birer oyuncak hâ­ linde olan iki genç hükümdar da, hazmede para kalmamasından ve ümeralarının merkezi tanı­ mamalarından dolayı, müşkül vaziyette bulunu­ yorlardı. İşte bu müşkül vaziyette Erdebil şeyhinin oğlu olan ve ağabeyi A li 'nin katlinden sonra safevî tarıkatinin postuna geçen ve bilâhare şah unvanını alan şeyh İsmail Safevî ortaya çıkarak, büyük babasının ve bilhassa pederi şeyh Hayder ‘in müridlerini etrafına topladı. Bunlar, Karakoyunlu ulusuna mensup ve o dev­ lete bağlı iken, mezkûr devletin ve ulusun inhilâlinden sonra, Akkoyunlulara i s t i 1h a k ve iltihak etmeyen ve öteden beri Erdebil şeyhlerine bağlı ve binaenaleyh şi’î ve ca'ferî mezhebinde olan bir takım Karakoyunlu ulusu, boy ve oymakları ile, Akkoyunlulara is t i Ih a k ve iltihak etmiş iken, eski devletleri ve hâki­ miyetleri zamanlarındaki vaziyete ve mevkiye erişemeyen ve binaenaleyh ister iştemez Alçko-

*62

AKKOYUNLULAR.

yunlulara açık veya kapalı ibrar besleyen Karakoyunlu cemaatlerinden maada, bizzat Akkoyunlu ulusuna mensup olan ve, dahilî harpler neticesinde, hükümete muhalefet vaziyetine ge­ çen veya dahilî harplerin verdiği perişanlıktan mustarip olan boy ve oymaklar ile, Iran, Irak ve Anadolu ‘nun her tarafına yayılmış safevî tarikatı büyüklerinin propagandaları ile kandı­ rılmış olan, Anadolu 'nun muhtelif yerlerindeki osmanlı ve Dulkadırlı hükümetlerine tâbi, boy ve oymaklar idi. Bu suretle Ustaclı, Şamlı, Rumlu, Musullu, Hindli, Tekeli, Bayburtlu, Çapanlı, Karadağlı, Karamanlı, Dulkadır, Varsak, Avşar ve Kaçar boylarının oymaklarından kuvvet teşkil eden, din ve mezhep heyecanı ile onları ateşleyen Şah İsmail, Erran ve Şirvan ülkesinin bir kıs­ mını aldıktan sonra, Azerbaycan 'a yürümüş ve 1502 de Elvend Beg 'i mağlûp ederek, Diyarbekir e kaçırmıştır. Elvend, hükümetini istirdat için, çalışmış ise de, muvaffak olamamış ve an­ cak Diyarbekir hıttasının bir kısmında tutuna­ rak, 1504 te ölmüştür. Şah İsmail 1503 te sultan Murad 'ı mağlûp ettikten sonra, Fars ‘1 ve daha sonra Irak-ı Arab '1 ve Dulkadır-oğlu Alâüddevle 'yi bozduktan sonrada bütün Diyarbekir ‘i, velhasıl Akkoyunlu imparatorluğunun bütün arazisini almıştır. Sultan Murad evvelâ Suriye 'ye ve sonra osmanlı ülkesine gelmiş ve daha sonra Elbistan 'a giderek, Alâüddevle Beg 'e sığınmış ve onun kızlarından biri ile izdivaç etmiştir ki, bu izdivaçtan Haşan ve Yakub bey­ ler doğmuştur. Yavuz Sultan Selim 'in İran se­ ferinde yanında bulunan sultan Murad, osmanlı padişahı tarafından mevrus memleketlerinin is­ tirdadına memur edilerek, seferden dönüşte Diyarbekir hıttasına gönderildi. Fakat sultan Murad muvaffakiyet kazanamadı ve 1514 te, Urfa 'da, Safevî ümerası ile yaptığı muharebede maktu] düştü. Akkoyunlu devletinin Mardin *de hükümet sü­ ren prensleri şunlardır: 1. Hamza b. Karayülük Osman, 2. Cihangir b. A li b. Karayülük Osman, 3. Kasım b. Cihangir. Bunlardan Kasım, Âmid ele bir cami ve Mardin'de bir medrese yaptır­ mış ve Şah İsmail 'den kaçan Elvend tarafından, 1502—1503 senelerinde, öldürülmüştür. G öd e A h m cd in

o ğ u lla r ın d a n Z e y n e l, E l b i s ­

t a n 'd a , D u lk a d ı r - o ğ l u

A lâ ü d d e v le 'n in y a n ın d a ,

b u lu n u y o r d u . E l v e n d ‘in ö lü m ü ü z e r i n e , D i y a r b e ­ k i r ‘d e k i A k k o y u n lu b e y l e r i t a r a f ı n d a n , h ü k ü m ­ d a r l ığ a

ç a ğ ı r ı l d ı . Z e y n e l, Â m id ‘e g id e r e k

hü­

k ü m d a r o lu r o lm a z , t e d b i r s i z b a z ı h a r e k e t l e r d e b u lu n d u . E p e y z a m a n d a n b e r i D i y a r b e k i r v â lis i o la n E m î r B e g M u s u llu ile d i ğ e r b a z ı ü m e r a y ı h a p is e d ip , M a r d in ‘e h a r e k e t e t t i . O r a d a b i r a z k flld îk ta n

son ra,

H i ş n - K i f a ‘y a

g id e r e k , o r a y ı

alan Zeynel Urfa ‘ya gelip, burasını da hâkimi­ yeti altına almağa çalıştı. Fakat o sırada hapis­ ten kurtulan Emîr Beg Musullu ile arkadaşları kuvvet toplayarak, Zeynel ‘i mağlûp ve esir etti­ ler. Zeynel tekrar Dulkadır-oğlunun yanma döndü. Akkoyunlu hanedânını saltanat tahtına lâyık görmeyen ve onlardan ümidi kesen Emîr Beg, bundan pek az sonra Dulkadır-oğlu Alâüddevle üzerine sefer yaparak, Elbistan ‘a kadar gelmiş olan Şah İsmail ‘e arz-ı tâbiiyet etmiştir. Babasını, kardeşini ve aile efradından bazıla­ rını öldürmüş olmalarından dolayı, Akkoyunlu hanedânına büyük bir gayz ve. kin besleyen Şah İsmail, bu hanedâna mensup veya tarafdar kimi bulabildi ise, öldürmüştü. Hattâ bir rivâyete göre, Uzun Haşan ‘in kızı olan ve onun müfrit ve hunhar hareketlerine itiraz eden vâlidesini bile öldürmüştür. Akkoyunlu hanedânından olup da canını kurtarabilenler Dulkadır-oğluna, Mısır sultanına ve nihayet osmanlı padişahına iltica ettiler, osmanlıla­ rın İran seferlerinde osmanlı ordusunda çalış­ tılar ve Anadolu ‘nun şark kısmının Safevîler elinden alınarak, Selçukîler devrindeki Anadolu birliğinin yeniden tesisinden sonra, İran hudu­ duna yakın vilâyetlerde, nesilden nesile sipahi ve beyzade olarak, ikamet ettiler. Erzincan 'da büyük bir bey ailesi, Elvend Beg ‘in evlâdı olduklarını iddia ettikleri gibi, Elbistan ‘daki Uğurlu-oğulları bir az evvel ismi geçen Uğurlu Mehmed ‘in torunu ve Göde Ahmed ‘in oğlu olan Zeynel ‘den indiklerini, Trabzon 'daki Mu­ rad Han-oğulları da son Akkoyunlu hükümdarı sultan Murad ’m soyundan olduklarını söylerler. Peçevî 'de (I, 13 4 ), 936 daki düğünde ,,diyar-ı şarkın ümera-i kibarından Ferruhşad Beg ve Bayındır oğlu Murad Beg“ ‘in Kanunî Sultan Süleyman ‘m sol tarafında oturdukları yazılı olduğu gibi, aynı eserde ( I, 181) 940 İran se­ ferinde „Akkoyunlu beyzadelerinden Murad Beg ki, ol diyarda bir fütuhata tevfik müyesser olursa, kendüye bir diyarın hükümeti taklit olunmak ümidi ile, ehl-i İslama muin ve kızılbaşa mehin-i hunhar idi" diye zikredilen bu aynı Murad Beg ‘in osmanlı ordusuna çarhacı tayin olunduğu yazılıdır. Murad Han-oğullartnın, sultan Murad ‘dan ziyade, bu Murad Beg ‘in evlâdı olması muhtemeldir. Murad Beg *in şeceresini tayin ve tesbit edemedim. Murad Beg 'in, 1500 senesinde Yezd vâlisi iken, Şah İsmail ‘in tagallübü üzerine, 1304 te Herat ‘a, Timurîlerin nezdine kaçan ve Şeyh Ali Beg ‘in kardeşi olan Murad Beg Bayındır ile aynı zat olup ol-, madiğim tesbit etmek mümkün olmadığı gibi, Ferruhşad Beg ‘in de yine bu 1500 senesinde \ sultan Murad ‘1 tahta çıkaran ve Şiraz 'da hû- : kiimdar ilân eden ümeradan Ferruhşad Beg ;

AKKOYUNLULAR.

a«3

Bayındır — ki sultan Selim I. ‘in maiyetinde üzere, hükümdar olan zat, oğullarını da ülke­ 1514 İran seferine iştirak etmiştir — iie aynı sinin birer kısmına vâli yapar. Bu suretle biz şahsiyet olup olmadığını tayin kabil olama­ Karayülük Osman ‘in açtığı memleketlere oğul­ larını ve birader-zadelerini vâli tayin ettiğini mıştır. ' . Şah İsmail yalnız Akkoyunlu hanedanını im­ görüyoruz. Akkoyunlu ülkesinin büyüdüğü ve ha ve ifna ile kalmamış, Akkoyunlu ulusuna devletin bir imparatorluk hâline geldiği ve ve devletine bağlı olan ve onların tarafdarlığını payitahtın Tebriz ‘e gittiği zamanda devlet ara­ güden bütün boyları ve oymakları da merha­ zisi, saltanatın eyaleti olan Azerbaycan ile metsizce katl-i âm etmiş; Azerbaycan, Diyar- merkezi Âmid olan Diyarbekir, yani bütün şar­ bekir, Irak-ı Acem, Fars ve Irak-ı Arab 'da kî Anadolu, merkezi Bagdad olan lrak-ı Arab, hunharlık göstermiş ve Akkoyunluların kö­ merkezi Şiraz olan Fars eyaletleri ile Isfahan, künü kesmişti. Katl-i âmdan kaçıp kurtula­ Kirman, Kazvin ve Erran eyaletlerine ayrılmış­ bilen Akkoyunlu boyları ve oymakları Suriye tı. Bu eyaletlere, ya doğrudan doğruya hü­ 'ye;D ulkadır ülkesine ve osmanlı arazisine il­ kümdarın oğulları, kardeşleri ve amca-zadeleri tica ettiler, daha sonra kamilen osmanlı teb’a- yahut boy reisleri olan, büyük beylerden biri sı olarak; beyleri ile birlikte, şarkî ve merkezî tayin olunuyordu. Şehirlere ve mmtakalara, Anadolu nun muhtelif taraflarına dağıldılar; yine saltanat hanedânına mensup, prensler veya ekseriya şark eyaletlerindeki korkunç ve çetin diğer beyler tayin olunmakta idi. Hükümdarlı­ osmanlı sipahilerini teşkil ederek, asırlarca ğın intikali, bütün türk devletlerinde olduğu Iran ’in baş belâsı kesildiler. Bir kısmı şehir­ gibi, muayyen bir kanuna tâbi olmadığından, lerde ve kasabalarda yerleşen ve köyler vücu­ hükümdarın ölümünde ekseriya vasiyet ettiği da getiren ve diğer bir kısmı da göçebe haya­ şehzadesi tahta geçıriliyorsa da, bunun aleyhine tını muhafaza ederek, zamanımıza kadar gelen diğer prensler isyan ediyorlar ve dahilî harp bu Akkoyunlular, doğu ve orta Anadolu seke­ çıkarıyorlardı. Binnetice saltanat, muvaffak ola­ nesinin: bir kısmını teşkil etmişlerdir. Öteden nın elinde kalıyordu. Akkoyunlu devletinin de, beri garete v e muharebeye ve, kabîle cemi­ diğer bir çok türk devletleri gibi, çabuk yıkıl­ yetleri olmak dolayısiyle, infiradı hayata alış­ masını intaç eden sebeplerden biri de, işte bu mış olan ve toplu cemiyet hayatına ısınamayan teşkilât-ı esasiyenin kanun ve an’aneye bağlan­ ve kolay kolay bir disipline bağlanamayan, eski mamış olmasıdır. İdarî teşkilâta gelinoe, Uzun Haşan ‘in zama­ devletleri zamanındaki ıkta'lara mâlik olama­ dıklarından dolayı, memnun olmayan Akkoyun- nına gelinceye kadar, Akkoyunlu devletinin İda­ lular, Dulkadır ulusuna tâbi boy ve oymaklar rî teşkilâtı hakkında kat'î bir malûmat yoksa gibi, harp zamanları haricinde, osmanlı devleti da, Karakoyunlu devleti gibi, Celâyir ve Timur için bir çok zamanlar anarşi ve ihtilâl unsuru devletinin teşkilâtını taklit etmiş olduğu anla­ da olmuşlardır. Akkoyunlu beyleri, yeni tâbi şılıyor. Büyük bir fatih olduğu nisbette büyük oldukları osmanlı devletinde, eski devletlerin­ bir teşkilâtçı olan Uzun Haşan zamanında, idari deki ikbal ve rütbeye nail olamayınca, çok za­ teşkilâtın merkezi Mİ y ü k d i v a n idi. Diva­ manlar menfi birer unsur oldular. Sultan Selim nın reisi divan beyi veya sahib-i divan denilen I. zamanındaki coiâlî isyanına iştirak edenlerin zattı. Bunun yanında sahib adını taşıyan vezir­ mühim bir kısmını bunlar teşkil ettikleri gibi, ler ile, her biri bir nezarete tekabül eden ve Kanunî Sultan Süleyman zamanındaki isyan­ b ü y ü k d i v a n a bağlı olan eşraf divanları lara ve bilhassa XVII. asrın kısm-ı âzamini (teftiş, tuğra veya nişan, istîfa, yani maliye) dolduran Anadolu ihtilâllerine geniş mikyasta ile cezaî ve askerî işlere bakan a d i ve a r z iştirfik edenler, yine Akkoyunlular olmuşlar­ veya a r i z î divanlarının nazırları olan zevat, dır. Akkoyunlu devletinin esas teşkilâtı, müs­ k a z a s k e r ve p e r v a n e c i bulunurlardı. lümanlıktan evvel ve müslümanlıktan sonra, Bundan başka saltanat hanedânına mensup ve­ türk ırkına mensup ulus ve boylara istinaden ya boy reisleri olan bazı büyük beyler de, di­ : kurulan bütün türk devletlerinin aynıdır: dev­ vanın tabiî âzâsı idiler. Bu beylerin en büyü­ letin idaresi altındaki bütün memleket, hanedâ- ğüne emtr-i âzam denirdi ki, ekseriya divanın nın mülküdür. Hanedâna mensup prenslerden en nufuzlu şahsiyeti olur ve hükümdarın işti­ biri; diğerlerine reis olur; uluğ beg veya han rak etmediği seferlerde başkumandan vazifesi­ tesmiye edilen bu zat, hükümdardır. Ona res­ ni görürdü. Vilâyetlerde vâli olsun veya olma­ mî unvanı ile, melik veya sultan denilir. Diğer sın, büyük beylerin her biri bir şehzadenin prenslerin hepsi, bu hükümdara tâbi olmak atabeği, hangi şehzade tahta geçerse, onun üzere, ülkenin birer kısmında vâsi salâhiyetle, atabeği de emtr-i âzam oluyor ve devletin bü­ hattâ bazan müstakil denecek derecede, emir­ tün nufuz ve iktidarı — şayet hükümdar zayıf lik ederler. Bu an’anenin tabiî neticesi olmak ise — bu zatın elinde bulunuyordu. Eyaletler« —

iÔ4

AKKOYUNLULAR.

:

.

AKKOYUNLULAR.

265

AKKOYUNLULA* . ŞECERESİ

Tur

Hacci

'A lî

Fahr al-Din Kutlu

Şalbi (Ş ab li) H u say n

Kara Ahmed

Yusuf Sayyidî Ğâzî ( 'A lı)

Hâbil

Murad

| Kara Haşan (P ir Haşan)

r

Şayb Haşan (?)

lskandar

I

1. Fahr al-Din (yahut Bahâ al-Din) Kara-Yülük 'Oşmân ( annesi Mari Komnen ) 1402—1435

Kılıç Arslan

Ahmed

P i r ‘A li

Mûsâ

Kutlu

Nür 'A li

(P ir ?) Husayn

2. ‘A li ( Calâl al-Din ) >435— >438

i

Şams at-Din

Şayh Haşan

Köse Hacci

Bayazid

§ayb t asan

Abu ’ 1-Fath

Bayındır

Yar 'A li

Pîlten

Pir Husayn

3. Nur al-Din Haııızs 1435—1444 I Şah Sultân Hanım

Bâyazid

Ya'küb

İbrahim

u .L

Ca'far

Mahmud

! Yusuf

!

j

j

: 1

11. Mehmed Mirza 1498—1500

Masih

12. Sultan Elvend 1498—1504

r

10. Sul{an Ahmed (G öde) >497

Çâsim

lskandar

C ih a n Ş a h

j

: | " " Nür ‘Ali I Yar ‘A lî

| Ya'küb Cân

4. Cihangir >444—1469

Şayh Haşan Mirza

Yusuf (?)

Uğurlu Mehmed

Husayn

Cihau Şah

Güzel Ahmed

İbrahim Yusuf

Mehmed

Dana Halil

Korkmaz

Şayh 'A li

Uvays

Ca'far

H ıir ş id

Farnıhşad

Husayn

Musa

Kör Mehmed

İbrahim Aşraf ( Aybe Sultân )

5. Uzun Haşan ( Nuşrat al-Din Abu Naşr ) 1453 — >478

Kılıç Arslan

lskandar

Halil

Rustam

Murâd

'

M ak su d

T

Mahmud

Ali Han :

^

6.Sultân Halil i

Zaynal

I478

Murâd

Hamza

Kâsim

H aşan

I 4 7 8 — I49O

9. Sultan Rustam 1492—1497 ‘Ali Mirza

Elvend

Haşan

'A li

7. Sultan Ya'küb

8. Baysungur

13. Sultan Murad

14 9 0 — 149 2

14 9 8 — 150 8

I

Z aynal Y a 'k ü b

lidasan

«66

.: '

AKKOYUNLULAR.

şayet şehzadeler tayin edilmezse — büyük bey­ lerden biri, emir unvanı ile, gönderilirdi. Eya­ letlerde de divanın küçük bir numunesi bulu­ nurdu. Eyalet divanını teşkil eden zevattan ba­ zıları merkezden gönderilirdi. Hukuk-ı şahsiyeye ait meselelere, her vilâyette mevcut olan kadılar ile onların naipleri, yani vekilleri, ba­ karlardı. Uzun Haşan, büyük fütuhattan sonra, saray teşkilâtını da büyütmüş ve hemen İstan­ bul ‘daki osmanlı sarayının azametinde bir teş­ kilât vücuda getirmiştir. Rik&bdar, bekûvul (çâşnigîr), mtrâhâr, muhasib, ayakçı ( şarabJar ), inak, hazinedar gibi unvanları haiz büyük memurlar, saray erkânını teşkil ederlerdi. Uzun Haşan zamanına kadar, Akkoyunlu or­ dusu hükümdarın maiyet hassası — ki, bunlar ekseriya asıl Bayındırlar idi — ile hükümdara bağlı olan diğer boy beylerinin kuvvetlerinden ibaret ve atlı idi. Uzun Haşan fütuhattan sonra, osmanlı imparatorluğunun teşkilâtını taklit ede­ rek, yeni bir ordu yapm ıştı: Bayındırlar esas olmak üzere, ulusu teşkil eden muhtelif boyla­ rın içinden seçilen ve „hassa nökerleri" denilen ve miktarı 30.000 ’e bâliğ olan kısmen piyade hassa askeri ile, tıpkı osmanlılarda olduğu gibi, kasabalılardan ve köylülerden alınan piyade azaplar; doğrudan doğruya vilâyetlerdeki bey­ lerin emri altında ve toprağa merbut tımarlı si­ pahiler ile daima yaylak ve kışlak hayatı geçi­ ren göçebe türkmen kuvvetlerinden terekküp eden çerik ( çeri) adını taşıyan ve ordunun kısm-ı âzamini vücuda getiren kuvvetle, deve­ ci, yamçı ve ra'dendaz gibi, muhtelif vazifeler gören küçük askeri zümreler, Akkoyunlu ordu­ sunu teşkil ediyordu. Uzun Haşan, daha evvel mevcut olan tımarlı sipahi teşkilâtını, bilhassa osmanlı teşkilâtını, göz önünde tutarak, islâh ettikten sonra, Akkoyunlu boy ve oymakları ef­ radından bir kısmını toprağa bağlı, yani tımar­ lı sipahi yapmak sureti ile, yerleşmeğe şevk­ etmiş ve bu suretle göçebelerin bir kısmını temdin etmişti. Uzun Haşan 'ın arazi teşkilâtı ve tımarlı sipahiler hakkmdaki kanunları „Ha­ şan Padişah kanunları“ namı ile meşhur olup, oamanlılar zamanında şark vilâyetlerinin arazi ve tımar kanunlarının esası olduğu gibi, Safevîierin de bu husustaki teşkilâtlarının esası ol­ muştu. Bunlardan hassa askerleri, osmanlılarda olduğu gibi, daimî ve maaşlı idiler. A z a p l a r ile ç e r i k 1 e r, ancak harp zamanında maaş ; alırlardı. Akkoyunlular b e y a z renk ve beyaz ( bayrak kullanmışlardır. Uzun Haşan ile ondan sonraki hükümdarların adlarının evveline sul­ tan, sonuna padişah veya han veya bahadır ve bazan bahadır han unvanlarını getirdikleri, pa­ ralarında, kitâbelerinde, fermanlarında .ve vak­ fiyelerinde görülmektedir. Bütün Asya yi yakıp

yıkan ve nizam-ı İçtimaîyi alt üst eden, mamu­ releri ve medineleri tahrip etmek dolayısı ile, göçebeleri birinci derecede faâl bir unsur hâli­ ne getiren mogul istilâsının bu arada sademesine uğrayan ve tahribatına mâruz kalan Ana­ dolu 'da Selçukî devletinin yıkılmış olması, bü­ tün Asya ‘da olduğu gibi, bu kıt'ada da yeni bir vaziyet husule getirmişti. İstilânın husûle getirdiği tahribat veya İçtimaî ve İktisadî inhi­ tat neticesi olarak, şehirlerin zaafa uğraması, Anadolu ‘daki göçebeleri faaliyete geçirdi. Gö­ çebe reisleri kendi boy ve oymakları iie yay­ lalarından inerek, muayyen mıntakalara hâkim oldukları gibi, başına eşkiya çeteleri toplayabilen bazı sergerdeler de bir takım bölgeleri el­ lerine geçirdiler. Bu suretle Anadolu ‘nun her tarafında daima bir birleri ile mücadele ve mu­ harebe hâlinde bulunan büyük küçük bir çok beylikler teessüs etti. Mogulların istilâ ve tah­ ripten sonra, üzerinde devlet kurdukları ve nisbî bir sükûn ve âsâyiş tesisine çalıştıkları Irak ve İran kıt'aları da, onların devletleri yıkıldık­ tan sonra, bir çok beyler ve emirler veya ser­ gerdeler arasında mücadelelere sahne oldu. Tavaif-i mülûk denilen ve mütemadiyen bir biri ile çarpışan bu devletlerin hâkimiyetleri zama­ nı, gerek Anadolu ‘nun ve gerekse İran ve Irak 'm harâbisine ve medeniyetlerinin inhitatına se­ bep olan korkunç ve uzun bir fetret devresidir. Bu fetreti ortadan kaldırmağa çalışan Timur, hiç bir şeye muvaffak olamamıştı. Bilâkis onun istilâ ve fütuhatı tahribatın daha fazlalaşması­ na ve İçtimaî hastalığın daha ziyade müzmin­ leşmesine sebep olmuş ve nitekim onun ölü­ münden sonra her şey alt üst olarak, anarşi büsbütün büyümüş ve şiddetlenmişti. . Anadolu beyliklerini vücuda getiren reisler ile onların cemaatleri, yerleştikleri ve hâkim ol­ dukları mıntakaların İçtimaî ve İktisadî şeraiti­ ne tâbi olmuşlardır. Ege ve Marmara denizleri kenarlarında bulunması ve tabiatin en feyizli topraklarına ve en mutedil iklimine mâlik ol­ ması dolaytsiyle, İktisadî hayatı, diğer mıntakalara nazaran, çok yüksek olan beylikler, sür'atle zenginleşip, temeddün ettikleri gibi, onların istinatgâhları olan göçebe türkmenler de pek az zaman zarfında hazarî oldular. Diğer taraftan Seiçukîler zamanından beri Bizans ucunda ya­ şayan ve daima gaza ile meşgul olan kimseler olmaları ve müslümanlıkta bir mefkûre olan cihat fikrine inanmaları ve bunu tatbik edecek saha bularak, Bizans imparatorluğu arazisi ile Venedik ve Ceneve cumhuriyetlerinin şarktaki müstemlekelerine karşı tecavüze geçmeleri ve mütemadiyen muzafferiyet kazanmaları, hem bu beylikleri daha fazla zenginleştirmiş ve kuv­ vetlendirmiş hem de hıristiyanlara karşı bir

AKKOYUNLULAR. bayrak altında birleşebilen cemiyetler hâline getirmiştir. İşte bu suretle İcabîlevî asabiyetin yıkıldığı ve gaza mefkuresinin bütün arzuların ve ihtirasların fevkinde yaşadığı batı Anadolu ’daki türkmen beylikleri, pek az zaman zarfın­ da ve hem de pek az müşkülât ile, ortadan kalkmış ve bütün batı Anadolu, cihat ve gaza . hususunda, bütün müstümanlara örnek olan os­ manlı beyliğinin bayrağı altında toplanmıştır. Hâlbuki orta Anadolu'daki beylikler İktisadî hayatı birinci plânda ziraate ve ikinci derece­ de çobanlığa istinat eden ve bir kısmı göçebe bir halka dayandıklarından, temeddün hususun­ da tevekkuf hâlinde kalmışlar ve bittabi, os­ manlılara nazaran, geri ve zaif bir vaziyete düşmüşlerdi. Daha sonra osmanlıların, bütün Rumeli kıt'asını alarak, pek fazla kuvvetlenme­ leri, büyük servete mâlik olmaları dolayısiyle, esaslı ve geniş teşkilât yapmaları, cesim ve muntazam ordular vücuda getirmeleri, aynı za­ manda, mütevâli gaza ve cihatları dolayısiyle, bütün Anadolu 'da manevî nufuz sahibi olmala­ rı* onların orta Anadolu 'daki beylikleri kaldır­ malarını intaç etti. Antıtoros 'ların cenubunda, yani Binboga ve yukarı Ceyhan havzasında, bu­ lunan Dulkadırlı beyliği ile şarkî Anadolu 'da kurulan Karakoyunlu ve Akkoyunlu devletleri ise, İktisadî hayatlarında, birinci derecede, ço­ banlığa dayanan bir halka, yani sekenesinin ek­ serisi göçebe ve yarı göçebe olan ve kabîle ha­ yatı yaşayan insanlara istinat ettiklerinden, bun­ ların devletleri de, cemiyetleri gibi, bünyece or­ ta Anadolu 'dakilerden de zayıf ve çürüktü. Te­ meddün hususunda geri kalan bu türkmen ulus­ tan ve devletleri, müslümanlıktan evvelki türk devletleri ile XII. ve XIII. asırlarda kurulan moğul imparatorlukları gibi, daha fazla fütuhat ve tevessü kabiliyeti göstermelerine rağmen, pek az zaman içinde inhilâl etmişlerdir. Bunlardan Karakoyunluların devletini mahveden Akkoyunlular, Safevîler tarafından, ortadan kaldırılmış ise de, Karakoyunlular ile Akkoyunluların esas yurtları olan şarkî Anadolu osmanlılar tarafın­ dan alındığı gibi, Dulkadırlıların beyliği de yine onlar tarafından ilga edilmiştir. Bu suretle Ana­ dolu birliğini yeniden kuran ve Tavaif-i mülûk zamanı denilen iki asırlık fetret devrine nihayet veren ve Anadolu Selçukîleri devletini daha esaslı ve daha büyük ve geniş bir mikyasta tesis eden ve hattâ bazı sahalarda o devirdeki mede­ niyetten daha üstün bir medeniyet vücuda geti­ ren . ve bilhassa türk dil ve edebiyatını canlan­ dırmak hususunda pek büyük rol oynayarak, türk dilini, yalnız şiir ve devlet lisanı değil, ilim lisanı bile yapmağa çalışan osmanlılar, moğul istilâsından beri ortadan kalkmış olan İçtimaî nizamı. Anadolu'da yeniden tesis etmişlerdir.

Akkoyunlu devletinin bütün hayatı hemen hemen dahilî ve haricî muharebeler içinde geç­ tiğinden ve bu devletin hâkim olduğu ülkelerde bir türlü sükûn ve intizam teessüs edemediğin­ den, bunlar zamanında, medeniyet ve kültür bakımından, şâyân-ı dikkat şeyler göremiyoruz. Her ne kadar bu aileden bazı Mardin beylerinin ilim ve hayır müesseseleri vücuda getirdikle­ rini, Uzun Haşan ile oğullarından bazılarının, bilhassa sultan Yakub 'un ve onun ümerasından bazılarının âlimleri ve şairleri himaye ettikle­ rini ve bir takım resmî, İlmî ve dinî mebâni yaptırdıklarını biliyorsak da, bunlar ancak bu iki hükümdarın zamanına münhasır gibidir. Binnetice Akkoyunluların hâkim oldukları memle­ ketler, osmanlılarmkinin aksine olarak, inkişaf­ tan ziyade inhitat etmiş, intizamdan ziyade asayişsizlik içinde kalmış ve harap olmuştur. B i b l i y o g r a f y a : K i t â b e l e r : Anadolu ve İran kitâbeleri tamamiyle toplanıp neşredilmediğinden, Akkoyunlutara ait olanları hakkında bir liste vermek mümkün değildir. Ancak Abdürrahim Şerif ( Erzurum tarihi, I, İstanbul, 1936 ve Ahtat kitabeleri, İstanbul, 1932), bunlara ait, bazı kitâbeler neşretmişt i r ; kolleksiyonumda da Akkoyunlu hüküm­ darlarına ait bazı kitâbeler mevcuttur. M e s k u k â t : Abnıed Tevhid, Meskukât-1 islûmiye katalogu (İstanbul, 132 1), s. 471— 519. V a k f i y e l e r : Türk ve İslâm eserleri müzesi ile Başvekâlet ve Evkaf arşivlerinde vakfiyeler vardır. S i y a s î m u h a r r e r a t : Topkapı sarayı arşivinde bulunanlar için bk. A r ş iv k ıla v u z u , I. fas., s. 28; R. Rahmeti Arat, F a t ih S u l ­ ta n M e h m ed 'in y a r d ı ğ ı ( T ü r k iy a t mecm., VI, 285—322 ) ; Akdes Nimet Kurat, T o p k a p ı s a r a y ı m ü z e s in d e k i . . . y a r l ık v e b itik le r ( Sul­ tan Abu Said Gurgan in Uzun Haşan 'a bitiği, s. 119— 134).— M ü n ş a â t : de Slane, C a t. d e s M ss. A r a b . ( Bibi. Nat., nr. 4440) ve Blochet, C a t. d e s M ss. p e r s . (Bibi. Nat., S u p p l. p e r s ., nr. 1815 ) ; lbn Huccat al-Hatnavi ( K a h v a t a lin şa ) ve Cami, ‘A li Şir Nevâi, Marvârid, Hvâca-i Cihan ve İdris Bitlisi münşaâtları; Husayn al-Hiravı ( Ahmed al-Hiravi ? ), C a v â m ı a l- in ş a ( Nuruosm aniye kütüp., nr. 4 30 1); Tâci-zâde Ca’far ve Sa'di Çelebi Merin münşaât ve mecmuaları; Husâm al-Din-zâde, Feridun Bey ve Sarı Abdullah Efendi tarafından cem ve tertip edilen ve ettirilen münşeatlar ile toplayıcılarını tesbit edemediğim, IX. ( XV.) asra ait bazı mecmualar; Hâcci Mirza Haşan Fasavi, F â r s - n â m e (2 cild, Tahran, 1313). — Başvekâlet arşivinde bulunan k a n u n l a r için bk. Ömer Lûtfi Barkan, O sm a n lt d e v r in d e

AKKOYUNLULAR.

368

A k k o y u n lu h ü k ü m d a r ı U zu n H a ş a n B e y 'e a it k a n u n la r ( T a r ih î v e s i k a la r d e r g is i, sayı 2,

İstanbul, 1941 ). — Feridun Bey münşaâtmda ( İstanbul, 1274, I, 27.4—278 ) münderiç olan ve Uzun Haşan tarafından Fatih 'e gönderil* miş olduğu bildirilen mektuplara, şimdiye kadar son asır şark ve garp tarihçileri tara­ fından, sahih nazarı ile bakılmıştır. Vaktiyle söylemiş olduğum gibi, münşaâttaki bu mek­ tuplar da maalesef muharreftir. 275. sahifedeki mektup, Uzun Haşan tarafından Fatih e değil, onun oğlu, Amasya valisi, şehzade Bayezid Çelebi ‘ye gönderilmiştir ve muharrem 874 tarihini taşımaktadır. Şehzade Bayezid ‘in Amasya valisi bulunduğu esnada, muhte­ lif hükümdarlar ile ve bilhassa Uzun Haşan ile, bir çok mükâtebelerini ihtiva eden ve Tâci-zâde Sa’di Çelebi 'nin el yazısı ile olan mecmua ve münşeattaki bu mektubun cevabı, diğer mektupların cevapları gibi, TSci Bey tarafından yazılmıştır ki, Feridun Bey münşaâtmda yoktur. Sa'di Çelebi, babası tarafın­ dan kaleme alınan bütün mektupların haşiye­ lerine „ ¿ t -u-j y / j v “ ibaresini yazmıştır. 276—277. sahifelerde bulunan mektup ise, Uzun Haşan tarafından Fatih ‘e değil, Karaman-oğlu Nizâm al-Din Pir Ahmed Bey ‘e gönderilmiştir. Eski münşaât mecmualarında bu nâmenin Karaman-oğluna ve Feridun Bey münşaâtının eski nüshalarında, bilhassa za­ manında yapılıp padişaha takdim edilen nüs­ ha ile Viyana ‘daki Hammer ‘e ait olan nüs­ hada Ahmed Bey e gönderildiği yazıldığı hâl­ de ( bk. Hammer, trc. Mehmed Ata, III, 120, 343), muahhar nüshalarda ve bunlar esas itti­ haz edilerek basılan diğer nüshalarda, A h m e d adı yerine, M u h a m m ed yazılmış ve mürselünileyh tahrif edilmiştir. 278. sahifede bulunan ve Şemseddin Muhammed Bey lâkap ve unva­ nı ile, Uzun Haşan tarafından Fatih ‘e gönde­ rildiği bildirilen meşhur mektuba gelince, bu mektup kat'iyen Fatih ‘e gönderilmemiştir. 874 tarihini taşıyan bu mektup, Niksar beyi Mehmed Bey ‘e gönderilmiştir. Sa’di Çelebi nin mecmua ve münşaâtmda ayniyle mev­ cut bulunan bu mektubun sernâmesi şudur: jı * *lL

j l j ı —1*

AVi j>,

a it

t j— . İ le r id e , A k k o y u n -

v e s ik a la r ı

n eşred erk en ,

m eyd ana

Ijüb zamanlarını ihtiva eden FazI Allah b. Rüzbahjın İsfahâni 'nin, T â r ih - i ‘â la m â r â - i a m in i ‘si ( Fatih kütüp., nr. 4 4 31) ve A k­ koyunlu devletinin merasim ve teşkilâtına dair, Calâl al-Din Davvâni nin ' A r z n â m e ‘si ( M illî t e t e b b a la r mecm., V , 13 3 1) A k­ koyunlu hükümdarları namına yazılmış vekayinâmelerdir. Makelemizin metninde zikri ge­ çen 'Aziz b. Ardşir Astarâbâdi, B e z m - ü R e z m ‘inden ( İstanbul, 1928), Şaraf al-Din ‘A li Yazdı, Z a fa r n â m e ( Calcutta, 1887—1888 ), İbn ’Arabşûh, ‘ A c S ib a l- m a /ç d ö r (Kahire, 1285, türk. trc. Nazmi-zâde, tab. İbrahim Mü­ teferrika) ‘dan başka farsça umumî tarihler­ den: Hâfiz Abrü, Z u b d a t a l- t a v â r i h , 4. kısım (Fatih kütüp., nr. 4 3 7 1 ) ; 'Abd al-Razzâk Samarkandi, M a tla ' a l- s a ' d a y n (tamam nüs­ hası Edirne, Selimiye kütüp,, nr. 1492 ; 1. cildi İstanbul, A yasofya kütüp., nr. 3086; Esad Efendi kütüp., nr. 2098; 1. ve 2. ciltler keza Esad Efendi kütüp., nr. 2 12 5 ) ; Mirhvând, R a v i a t a l - ş a f â ( Bombay, 1264 ) ; Hvândmir, ¡d u lâ s a t a l - a h b â r f i a h v â l a l - a h y â r (A y a ­ sofya kütüp., nr. 3190—3 19 1) ; Hvândmir, H a b i b a l - s i y a r (İran ve Hindistan tabıları) ; Haşan Beg Rumlu, A h s a n a l-ta v â r'ih , hemen hemen Akkoyunlu hanedanının tarihi denil­ meğe şâyân olan bu eserin 1. cildine Abu Bekr Tahrâni ‘in D i y â r b e k r i y a ‘si ile T â r ih - i ' â la m â r â - i a m in i mehaz olmuştur (Nuruosmaniye kütüp., nr. 3317 ; 2. cildi basılmıştır, Calcutta, 1 9 3 1 ) ; Yahya Kazvini, L a b a lt a v â r i h (Tahran, 1314 h icrî/ şem sî) ; G af­ farı, C ih a n â r â ( Veliüddin Efendi kütüp., nr. 2397)> ayn. mil., N ig â r is tâ n (Bombay, İ275); A f ş â h a l- t a v â r i h (mil. meçhûi; A li Emirî kütüp.); Muşlih al-Din Lâri, M ir â t a l- a d v â r ( Nuruosmaniye kütüp., nr. 3156 ) j Molla Ah­ med Tatavi ve A şaf Hân, T a r ih - i a l f i ( var. 429—432, 439—442 j Paris, Bibi. Nat., Blochet, C a t. d e M ss. p e r s ., S u p p , p e r s a n ; nr. 188 ) ; İbrahim Harir, T â r ih - i h u m â y â n i ( var. 275— 280 ; Paris, Bibi Nat., g ö s t. y e r ., nr. 18 4 ); Hay­ dar Râzi, M e c m a a l - t a v â r i h ( var. 229—236 ; Paris, Bibi. Nat. g S st. y e r ., nr, 1330) ; H^âcam Kıllı Beg, T â r ih - i ¡ Ç a p ç a k ¡ f â n i (var. 547— 553; Paris, Bibi. N a t, g ö s t. g e r ., nr. 187 ). F a r s ç a h u s u s î t a r i h l e r : T âr'ih-i t u r k m â n iy a ( L o n d o n , İn d ia O f f i c e L i b r a r y ; b u ­

ç ı k a r a c a ğ ım ı z b u k a t ' î v e s i k a l a r o lm a s a b ile ,

n u n ta r a f ım d a n

F e r id ü n

k a r a ‘d a M a a r i f v e k â l e t i k ü tü p h a n e s in d e d ir ) f

Bey

m ü n ş a â tm m

F a t i h ’o g ö n d e r i l e n h a k ik î y a c a ğ ı, d a h il î

in tik a d

bu

m e k tu p la r ın ın

m e k tu p la r

y a p ılm a k

o la m a ­

s u r e tile d e,

m e y d a n a ç ık a -r tla b ilir . E s e r l e r :

M e tin d e z ik r i g e ç e n A b u B e k r

T a h r a n ı ’n in K it â b -ı D iy â r b e k r iy a ‘s i ile b u n a z e y il o la r a k

y a z ıla n v e s u l t a n H a l i l ile Y a ’ -

T â r ih - i S u lta n

kopya

e d ilm iş

nü sh ası

M u lıa m m ed K u t b ş â h i ( v a r .

9—18 ;

P a r i s , B i b i . N a t ., g ö s t . y e r ., n r .

M u ’ in

a l-D in

( İs ta n b u l,

A n­

A s fa z â r i,

Ü n iv e r s ite

R avzât

k ü tü p .,

174 ) ;

a l- c a n n â t

H a lis

E fe n d i

7472 ; P a r i s , B i b i . N a t s g ö s t . y e r ., nr- 237> v a r . 67—71, 221—2 2 3 ) ; H v â n d m ir , k ıs m ı, n r .

A

k

K O Y U N L U L A İL

D u ş t u r a l- v u z a r â ' (Tahran, 1517 hicrî/şem -

aî), s. 369 v.d., 378 v.dd., 388., 435 v.d. 448 i Davlatşâh, T a z k a r a - i Ş u 'a r a (Leyden, 1901), s. 462,476 v.dd., 525—529, 536; Sam Mirza, T u h f a - i S a m i (Tahran, 13 14 ; bu tabı çok ek­ siktir, yazmalarına müracaat lâzım dır); Ke■ mâl al-Dın Husayn, M a c â lis a l - u ş ş a k (var. *77; Paris, B i b i . Nat., g ö s t . g e r ., nr. 1 424) ; : Zahir al-Din Mar'aşi, T â r i h - i C il a n v a D a y la m is t â n (Reşt, 1330 ), s, 325—346,420— 428, 451 v.dd.; ayn. mil., T â r ih - i f a b a r i s tâh (Petersburg, 1850), s. 144, 532, 537; 'A li b. Şams al-Din, T â r i h - i h â n ! (Peters­ burg, 1274) _ _ A r a p ç a umumî tarihler: Ta^i al-Din b. Kâzi Şuhba, Z a y i duval al-islâm ( Paris, Bibi. Nat., de Slane, Cat des M ss. arab-, nr. *599 ; İstanbul, Esad Efendi kiitüp., nr, 2343) ; Ma^rizi, al-Sulük (Ayaaofva feütüp., nr. 3371—3372 ; M ısır’da basılm akta); ibn Hacar, Inbu al-ğum r (A yasofya kiitüp., nr. 2 9 74 ); Badr al-Din ‘A ynî, ‘îlfd al-cumân, (Veliüddiu Efendi kütüp., nr. *396; Topkapı sarayı, Sultan Ahmed kütüphanesinde mükemmel bir takım mevcuttur) ; Abu ’l-Mahâsin b. Tağriberdi, al-Nucâm al-zâhira ( Ayasofya kütüp., nr. 3498—3499; MiBir’da basılmakta) ; ayn. mil., H avâdiş al-duhur :: ( Ayasofya kütüp., nr. 3385; Amerika tabı, *930—*932 ); Sahâvi, Zayi duval al-islâm, ( Köprülü kütüp., M e h m e d Paşa kısmı, nr. : 118 9 );. ayn. mil., a l - T i b r a l - m a s b a k (M ısır, * 3 1 5 ) ; Alımed b. al-Humsi, H a v â d i ş a l- z a m â n (Feyzullah Efendi kütüp., nr. 14 3 8 ); lbn Dâvüd al-Cavhari, i n b a a l - h a i r (Paris, Bibi. Nat., g ö s t . y er -, nr. 17 9 1) ; Naşr alDin al-Ca'fari, B a h c a t a l - s â l i k v a ’l- m a s l â k (Paris, Bibi. Nat., g ö s t . y e r ., nr. 1607). — Bunlardan başka İbn 'Uzayba ve İbn Fahd gibi, X V . asır arap tarihçilerinin eserleri ile yine aynı asır müelliflerinden İbn Fat|jı Allah al-Bağdâdi, T â r ih a l - ğ i y â ş l ; X V I . asır müel­ liflerinden İbn 'İyâş, B a d â y ı a l - z u h â r (Mı­ sır, 13 11—1312 ; İstanbul 3. ve 4. cüz, 1931— 19 3 6 ); Canâbi, a l - A y l a m a l - z â h i f { Ayasofya kütüp., nr. 3 0 3 3 ); X V I I . asır müelliflerin­ den Abu 'l-'Abbâa Ahmed al-Karamâni, A h b â r a l - d a v .a l ; İbn al-Agir, T â r ih a l - k â m i l (Bülâk, 1290; I V , 87—96, kenarda; ayrıca Bagdad ’da litografya tabı v a rd ır); Kâtib : :: Çelebi, F a z l a k a t a l - t a v â r i h a l- d u v a l a l- is lâ m 'iya ( müellifin el yazısı ile olan biricik nüsha Bayezid umumî kütüp.); Müneccim-başı Derviş Ahmed Efendi, Ş a h â ' i f a l - a h b â r f i v a k â y i' a l - a ' ş â r ( veya C a m i' a l - d u v a l ; Top­ : kapı sarayı, Sultan Ahmed kütüp., nr. 2954, v c ilt; Esad Efendi kiitüp., nr. 2101—2103;

»69

Bayezid umumî kütüp., nr. 5019—5020).—B a ­ ba muahhar devirde yazılmış olan R â v â m iz a l- a 'y â n adlı umumî tarih (Esad Efendi kü­ tüp., nr. 2127—2 12 8 ; Halet Efendi kütüpha­ nesinde başka bir nüsha daha v a r) ile zama­ nımız tarihçilerinden ‘Abbâs al-’Azzâvi, T â ­ r i h a l - ' İ r a k ( Bagdad, 1357 ), III. — Hususî ta­ rihlerden İbn Bahadır, M a cm u 'a f i t a v â r ih a l - t a r k m â n ve İbn AcS, T â r ih - i Y a ş b a k ( her ikisi bir ciltte, Topkapı sarayı, Sultan A h­ med kütüp., nr. 3057 ). — Teracim kitapların­ dan Malfrizi, a l- D u r a r a l - u k ü d a l - f a r i d a f i t a r â c im a l- a 'y â n a l - m a f i d a ; İbn Tağriberdi, a l- M a n h il a l - ş â f i ( Nuruosmaniye kütüp., nr. 3428—3429 ) ; bunun zeyli ve Sahâvi, a l-Z u a l - lâ m i ' (M ısır, 1353 — I35Sj *2 cilt). T ü r k ç e umumî tarihler: Mehmed Miı Za'im, Cami' al-tavârih ( Fatih kütüp., nr. 4306 ); 'A li, Kunh al-ahbâr; ayn. mil., Fuşâl al-hall va ‘l-'a k d ; Lâri, Târih (trc. Hoca Sadettin Efendi) ; Cenâbi tarihinin hulâsatan tercümesi mahiyetinde bulunan Culşen-i tavârih (Nuruosmaniye kütüp., nr. 309 7); Câmi' al-siyar ile Müneccim-başı tarihinin tüıkçeye muhtasar tercümesi. — O s m a n 1 1 tarihleri: X V . ve X V I . asırlarda yazılan muhtelif tak­ vimlerden başka, bk. Dâstârnâme-i Enveri ( nşr. Mükrimin H alil) ve Nişancı Karamam Mehmed Paşa, Â l-i 'aşman tarihi (trc. Mük­ rimin Halil, TOEM, İstanbul, 1924, X I V , c. 2—3 ) ile Aşık Paşa-zade, Neşrî, Oruç Bey, Tursun Bey, Bihiştı, Ruhi tarihleri ve anonim tarihlerden Gize ’nin bastırdığı anonim ile Fatih nâme-i A ba ’l-H ayr ( Paris, Bibi. Nat., Cat. Blochet, A . F , turc., nr. *17 ), Târife-i âl-i 'oşmân (Paris, Bibi. Nat., Cat. Blochei, Supp. turc., nr. 1047 ) ve Dresden kütüpha­ nesindeki anonim, şâyân-ı zikirdir. OsmanlI­ ların hizmetine girmeden evvel, Akkoyunlu devletinin nişancılığını yapan İdris Bitlisi ( Heşt B ih işt), Akkoyunlular hakkında, pek mühim malûmat verir. Bundan başka Şayh Şams al-Din Muljammed, Târih-i âl-i 'oşmân, (biricik nüshası kütüphanemde bulunmakta­ dır ), İbn Kemal, Cemali ve Lûtfi Paşa ’nır A l-i 'oşmân tarihleri ile Hoca Sa'd al-Din ’in T â c al-tavârih ’i, bu husus için, mühim kay­ naklardır. Büyük pederi Akkoyunluların hiz­ metinde olan Hoca Sa'd al-Din, bu devletin inhitat ve inkırazını, muhtasar, fakat müfic olarak, anlatmıştır ( II, 114—126). Şaraf Hân Bitlisi, Ş e r e f nâme (tab. Mısır ve Peters­ burg) ’de, Akkoyunlular zamanında şarkî Anadolu ’nun tarih ve etnografyası hakkında, mühim malûmat mevcuttur. Manâkib-İ Valşani ( Esad Efendi kütüp., nr. 1342 ), baştan başa Akkoyunlu tarihini ihtiva eden malûmat

AKKOYUNLULAR -

476

ile doludur. Almancadan türkçeye çevrilmiş olan K ü r tle r ( İstanbul, 1334. ), Ş e r e fn â m e 'de­ ki bütün malûmatı almıştır. — Zamanımızdaki eserler : Abdürrahim Şerif, E r z u r u m t a r ik i ; ayn. mil., A h la t k it a b e le r i ; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, A n a d o lu b e y lik le r i (İstanbul, 1937, s. 63—69, 74—77, 88 v.dd., 100). Akkoyunlu devrinde yazılmış e r m e n i tarihlerinden, ancak T h o m a s d e M e d z o p h 'u n eseri mevcuttur. Bu müellif bize, zamanında yaşadığı Karayülük Osman Bey hakkımnda, malûmat vermiştir (bk. s. 94, 112, 121, 133 ). XVIIF. asır ermeni müverrihi Çamiçyao ( türk. trc. H. Andreasyan, basılmak üzeredir), bu malûmatı, bazı ilâveler ile, tek­ rarlamıştır. Bu devirde ve Akkoyunlular ta­ rihi için fevkalâde mühim olan mehazlardan anonim bir s u r y â n i vekayinâmesi vardır ( lâtin. trc. O. Behnsch, Vratislav, 1838; E. A. W. Budge tarfından ingl. trc. için bk. T h e C h r o n o g r a p h y o f B a r H e b r a e u s , II, zeyl XXXII — Llll, London, 1932 ). G ü r c ü menbaları da, Akkoyunlular hakkında, biraz malû­ mat vermişlerdir, fakat pek vazıh değildir : bk. H is t o ir e d e l a G é o r g ie , tr a d u ite d u g é o r g ie n p a r B r o s s e t , 1, 686, II, 408—4 10 ; 2. kısım, 1. kitap, s. 12—16, 149, 209 v.dd., 251 v.d., 322—329, 381 v.dd. G r e k menbalarından makalede zikri ge­ çen Trabzon imparatorluğu müverrihi Panaretos 'tan başka, Kritobolus ( türk. trc. Karolidi, İstanbul, 1328, s. 150 —153 ) ; Chalcondiyle ( frns. trc. Vigener Bourbonnois, Paris, 1612 ; s. 276 v.dd.) ; Ducas, H is t. d e C o n s ta n t in o p le (frns. trc. Consin, Paris, 1674, VIII, 613, 6 16). Venedik cumhuriyeti tarafın­ dan Uzun Haşan nezdine gelen elçilerden Barbaro Contarini ve Zeno 'nun seyahatna­ meleri ( Ramusio kolleksiyonunda neşredil­ miştir ). Gerek bunların ve gerekse diğer sefirlerin siyasî faaliyetleri ve uzun Haşan 'ın Avrupa devletleri ile olan münasebet ve mu­ haberatı hakkında bk. Minorsky, L a P e r s e au

X V , s iè c le

e n t r e la

T u r q u ie et V en ise

(Paris, 1 9 3 3 ) ile E n c y c lo p é d ie d e l ’I s lâ m 'deki Uzun Haşan maddesi. Yine aynı zatın A s o y u r g h a l o f Q â s im bin J a h â n g i r A q q o y u n lu ve A c iv il a n d m illta r y r e v ie w

881/1476 ( B S O S , IX, 4. kısım, X, 1. kısım ) adlı tetebbunâmeleri vardır. Bundan başka bk. de Mas Latrie, H is t . d e l ' I l e d e C h y p r e (Paris, 1861), III, 336, 352, 387; ayn. mil.,

in

D o c u m e n ts n o u v ea u x s e r v a n t d e p r e u v e s à l'h is t, d e r l l e d e C h y p r e ( Paris, 1886, s. 413,

477—487 ) > J . Ph. FaHmerayer, G e s c h ic h t e d e s K a S s er tk u m s v o n T r a p e z u n t, 208, 216— 219, 2581-262, 264—279, 281—284, 3*6 > Pfaf-

AKMESCİD.

fenhoffen, E s s a i s u r l e s a s p r e s c o m n e n a ts d e T r e b iz o n d , s. 65 v.d., 69; Miller, T reh iz o n d , T h e la s t G r e e k E m p i r e , ( London, 1926 ) ; Artus Thomas, C o n tin u a tio n d e T h ist. d e C k a lc o n d y le , s. 119—123, 212—224; v. Hammer, D e v le t- i o s m a n iy e t a r i k i ( trc. Mehmed A ta, İstanbul, 1328—1330), II, III, IV. (MOk r ImIn H a l Il Y inanç .) 'A Ç L . [B k . akil .] A K L A . [ Bk. EKLE.] A K M E Ç İT . [ Bk. akmesc İd.] A K M E S C İD . A K MESCİD, başlıca iki şeh­ rin ismidir. 1. Kırım ’ın 1784 ten itibaren hükümet mer­ kezi olan Akmescİd ( Akm eçit), ruslar tara­ fından Simferopol ( Sympheropol ) tesmiye edil­ mektedir. Kırım 'ın eski payitahtı olan Bagçesaray 1 yarımadanın step kısmında yaşayan aşiret beylerinin taarruzundan muhafaza mak­ sadı ile, Kırım hanları tarafından XVI. asırda bina olunmuş ve veliaht ( Ijalğay sultan) bu­ rada ikamet ettiğinden, Akmescİd müstahkem bir kale şeklini almıştı. Daha milâttan önce Skit kıralı Skiluros burada, step tarafından ya­ pılacak taarruzlara karşı koymak üzere, Neapolis kalesini bina etmişti (Strabon, liv. VII, 312 ) ; Kırım hanları zamanında Kirmençik is­ mi ile maruf olan bu kale, Akmescİd kalesi« nin binasından sonra da, bu kalenin yanında bir koy olarak, kalmıştır. 1736 da ruslar tara­ fından tahrif edildiği zaman, 1800 evli bir şe­ hir idi. Kalğayın ikametgâhı olmakla beraber, Akmescİd 'in ahalisi 1783 senesinde ancak 815 kişiden ibaret idi. Akmescİd ismi, Simferopol 'ün türlderle meskûn kısmının ismi olarak, ruslar tarafından da kullanılır; yerli türk ahali ise, Simferopol ismini hiç kullanmaz. Şehrin rus ve türk ahalisinin nüfusu 1931 senesinde 88.000 idi, ( A . Z e k İ V e l Id I T o g a n .)

[K alğ ay sarayının ortasında Mengili Giray camii vardır. Evliya Çelebi'ye göre (bk. S e y a h a t n â m e , VII, 638—6 4 1), Kalğay sarayı şehrin içinde değil, varoşundadtr.] 2. Sır-derya üzerinde, ruslar tarafından 9 ağustos ( 28 temmuz ) 1853 te, hücum ile zaptedilmiş ve aynı sene zarfında, Fort-Perovskiy namı ile, tekrar inşa olunmuş bir kaledir. Çar­ lık rusyası devrinde Perovsk tesmiye olunup, Sır-derya eyaletinin merkezi idi. Hokand hüküm­ darlarının iradesi ile Sır-derya 'nın aşağı mec­ rasında inşa edilen bütün kaleler dahi Akmes­ cİd kumandanına tâbi idiler. Göçebelerin ver­ gileri ile ( z a k â t ) Orenburg ve Buhara ara­ sındaki kervan yolunun müruriye rüsumu Ak­ mescİd 'de tahsil olunurdu. 1852 martında, vâli ve sonradan Kaşgar hükümdarı olan Ya'küb Beg [ b. bk.] kumandasında, Hokand askerleri,

A K M E S C İD ruslara tâbi olan kazaklara karşı sefer açarak, takriben 100 kadar köyü talan ettiler; aynı se­ kenin temmuzunda rus miralayı Blaramberg 'in yaptığı hücum, Ya'lfüb ‘un halefi Batır-Bası ta­ rafından püskürtüldü. Ertesi sene general ( bi­ lâhare kont) Perovskiy ’in kumandasında yapı­ lan harekât, lüzumundan fazla bir teenni ve • ihtiyatla icra edildiği için, boş yere bir çok zayiata sebep oldu. Akmescİd garnizonu, 500 . kişi ile 3 toptan ibaretti; vâli Muhammed ‘Ali : ( Târih-i Şâhrubİ, a. 98; rus menbalarına göre, Muhammed Vali yahut Abdu V ali), kaleyi mü­ dafaa ederken, garnizonun büyük bir kısmı ile birlikte, telef oldu. Ruslar, ekserisi yaralı ol­ mak üzere, ancak 74 kişi esir aldılar; kaleyi istirdat etmek üzere, Hokand 'dan binbaşı Kâsim Beg kumandasında gönderilen ordu, büyük ■zayiat.ile, geri çekilmeğe mecbur oldu. Sır-derya nın aşağı mecrasında ilk rus fütuhatını teş: kil eden Akmescİd 'in zaptı, orta Asya tarihi için kat'î bir ehemmiyeti haizdir; harp tarihin­ de ise, orta A s y a ’da tatbiki lüzumsuz olan bir tabiyeye misal teşkil etmektedir. [Akmescİd ■1924 senesinden itibaren, Kızıl-orda adını al­ mış ve 1928 senesine kadar Kazakistan cümhuriyetinin hükümet merkezi olmuştur. Bugün bir sancak merkezidir.] ( W . BA R TH O LD .) ‘ A IÇ R A B . [ Bk. A K R E B .J ‘A K R A B A ’. [B k . a k ra b â .] A K R A B A . ‘A K R A B A ’, iki yerin adıdır: 1. Yamama hududunda, Hâlid b, al-Valid'in Bani Hanifa ile Musaylima’ye galebe çaldığı kanlı muharebe (12 = 633) dolayısiyle meşhur olan bir yer. Yakınında, duvar ile çevrili, ev­ velce „Rajjmân 'ın bahçesi“ ve bu muharebe­ den sonra „ölüm bahçesi“ denen, bir meyve bahçesi ( hadilça ) bulunurdu. B i b l i y o g r a f y a : Tabarî, 1,19 3 7 —1940; Belâzori ( nşr. de Goeje), s. 88; Yâküt, Mu cam, II, 226; III, 694. 2. Cavlan 'da, Ğassâni prenslerimin merkez-i hükümeti; agleb-i ihtimal, bugün Cadür mmta: kasında kâin ‘Akraba’ bu olsa gerektir. . . B i b l i y o g r a f y a : Yâlfüt, M ucam, III, 693; Nöldeke, ZD M G , XXIX, 430; krş. Z D P V , XII, harita Cebel Havran A B 3. ^

_ A K R Â B A Z ÎN .

( F . B u h l .)

[B k .

A K R A B Â Z ÎN .]

A K R A B Â Z Î N . A Ç .R A B A Z Î N ( a . ; £ â r â b â -

: ■

zin de denilir ), c o d e 2 , p h a r m a c o p ö e . Kelime süryanî dilinde grâfâzin 'den, o da yu­ nanca yoacpiöiov ( „muhtasar kitap“ ) 'dan alın­ mıştır. ,'lsâ b . ‘A li onu rasm al-adviya av nask av macma diye t a r i f eder. ibn. S in a ’nın Kanan ’unda (Mısır tab., III, 309 ; Kânun 'un 5. kitabını teşkil eden Akrabagin, burada başlar) bu mevzu şöyle izah edilir:

A K R A B Â Z ÎN .

* n

„Her hastalığa, hususiyle mürekkep hastalık­ lara, deva olacak basit bir ilâç bulunamaz; eğer böyle bir ilâç bulursak, tercihan onu kul tanırız ; fakat bazı kere belki, hastalığın muhte­ lit mahiyetine uygun, mürekkep bir ilâç bula­ biliriz ; yahut öyle bir ilâç buluruz ki, kendisini terkip eden maddelerden birinin, başka bir ba­ sit ilâç ilâvesi ile, takviyesi icap eder. Meselâ papatya gibi ki, bunda muhallil kuvvet çok, mukabbız kuvvet azdır. Basit bir ilâç ilâvesi ile, bu kuvveti arttırırsın. Bazan da ısıtıcı ( maşahhin) basit bir ilâç buluruz ; eğer bizim muhtaç olduğumuz hara­ ret onun husûle getirdiği miktardan az ise, bir soğutucu ( m ubarrid) ilâç katarız. Şâyet daha çok sıcaklığa ihtiyaç var ise, başka bir ısıtıcı ilâç daha ilâve olunur. Bazan dört cüz'ü de ısıtmak kabiliyeti olaı. bir ilâca ihtiyacımız olur da, ancak biri üç ve diğeri beş cüz ısıtıcı unsuru hâvi, iki ilâç bulu­ ruz ; böyle bir hâlde, bu iki ilâcı karıştırarak, dört cüz'ü ısıtıcı bir ilâç husûle gelip gelme­ diğine bakarız. Bazan da kullanmak istediğimiz ilâç bir hâl­ de müessir ve faydalı, lâkin başka bir hâlde zararlı olu r; bu taktirde mazarratını tâdil ede­ cek bir şey ilâve etmek lâzımdır. Bazan ilâcın tadı fena olur. Tabiata hoş gel­ mez, mide bulanır ve ilâcı çıkarır; böyle ilâç­ lara tadı düzeltecek bir şey katılır. Bazı defa ilâcın vücudun uzak bir nahiyesine tesir etmesi arzu edilir; fakat birinci ve ikinci hazmın onun kuvvetini kırmasından korkulur. Bu takdirde o ilâcı her iki hazmın tesirinden koruyacak ve gitmesi istenilen uzva salimen varmasını temin edecek bir şey içinde ( bi-hâfiçin gayr» m unfa'H'") veririz; afyonun tiryak terkibinde verilmesi gibi. Bazan bir ilâcın, tesir etmesi lâzım gelen noktaya götürülmesi için, bir rehbere ihtiyacı olur. Meselâ kâfur kurslarına, kalbe kadar gi­ debilmesini temin için, safran katılır. Oraya vardığı vakit, ayırıcı kuvvet ( Ituvvat al-mum ayyiza) tesirini göstermeğe başlar ; safranı atıp tesirsiz bırakır ve soğutucu ve teskin edi­ ci ( al-m utfi'âi) unsurların, ayırıcı kuvvetin tahlil ve kabz tesirlerinde yaptığı gibi, kalbe tesir etmelerini temin eder. İlâcın, tabiî olsun müstahzar ( m a'm âl) olsun muhallil unsuru, madde-i marazı halletmek için, hasta uzva te­ veccüh eder ve maddenin kanallarda cereyanına mâni olan şeyi de halleder. Bazan bir ilâcın iyi tesir etmesi için, hasta nahiyeye giderken, yavaşlamasını isteriz; eğer ilâç çabuk nufuz ediyor ise, ona sür'atini ya­ vaşlatacak ( musbit ) bir şey karıştırırız. Mese­ lâ mülâttif ilâçlar, kara ciğerden çabuk g e çer;

*

AKRABÂZÎN — A&RÂ5.

eğer böyle bir ilâcın kara ciğerden yavaş geç­ nufuz ve onları ahlâttan tathir etmesi ve ahmesini istersek, ona, kara ciğerin zıt tarafına, lâtı dışarı alması hassasını, Allah, bu ilâçlara meselâ midenin ağzına doğru çeken, turp tohu­ tevdi ettiği gibi, bunların basitlerinden mürek­ mu gibi, ilâçlar katarız. Bu suretle ilâcın geç­ kep yapılması usûlünü de kendi has kullarına mesi yavaşlar ve kara ciğere kadar faydası ilham eylemiştir.] yayılmağa vakit bulur. 3. Cavarişinât ( fa r s .), müshil olan ve olma­ Bazan bir ilâca rastlarız ki, iki gayeye yarar yanlar vardır ki, bizim hâzım dediğimiz ilâçlar ve bizce onlardan yalnız biri matluptur. Bu da buna dahildir. Cavarişn yahut cuvariş ’ 1er takdirde ona istenilen gayeye sevkedecek bir bilhassa hazım borusu, kara ciğer ve böbrek ilâç karıştırırız. Meselâ müdrir ( m u dir) ve hastalıkları ilâcıdır. mülâttif ilâçlara, onları kan damarları cihetin­ 4. Sa fü fât, tozlar, kuru olarak alınan ilâçlar. den çevirerek, böbrek ve mesane tarafına sevk5. Lu'Bkât, bilhassa öksürük v.s. teneffüs ci­ etmek üzere, kunduz böceği ilâve ederiz. hazı hastalıklarında kullanılır. Malûm ola ki, ilâçlardan bir çoğunun tesir 6. A şriba ve rabâbât, bunların arasındaki ettiği mahal ile gidip oturduğu bir mevkii var­ fark, rubnbât’ın kendi kendine kıvamlandırılmış dır. Eğer mevkiinden, yani gidip durduğu yer­ usareler; aşriba nın ise, tatlı bir şey ilâve edi­ den, daha uzak bir yere tesir etmesi arzu edi­ lerek, kıvama getirilmiş matbuhlar yahut usa­ lirse, ilâca hastalık yerine kadar yolu açacak reler olmasıdır. diğer bir şey ilâvesine ihtiyaç vardır. Şâyet 7. al-Murabbiyat va ’l-ibincât, murabbalar; ilâcın gidip durduğu mevkiden daha yakın bir meselâ ayva ve zencefil murahhası gibi. yere tesir icra etmesi matlup ise, onu giderken 8. A kraş [ b. bk. ], pastiller. hastalık mevkiinde durduracak bir şeye lüzum 9. SulâİçBt va ’l-habüb, matbuhlar ve habbe­ vardır. ler. Malûm ola ki, tecrübe edilmiş bir şey (bir 10. al-Adbân, sürülmeğe mahsus yağlar. ilâ ç ), tecrübe edilmemiş olana müreccahtır. Bir 11. MarShim va-İim 3d 3i, merhemler, yakılar tek maksat için bir çok ilâç yerine, tek bir ilâç ve lâpalar. ( J . LlPPERT.) kullanmak daha iyidir. [ Akrabâztn ’ 1er bizde de yazılmıştır. Bunlar Tecrübe edilmiş şeyin tercihine sebep, her arasında tabip Amasyalı Sabuncu-oğlu Şerefedmürekkep ilâcın terkibine giren basit devalar­ din, Nuh, Salih b. Nasrullah, Hayatî-zade da­ dan her birinin ayrı ayrı tesirleri ile topunun madı Süleyman, Ömer Şifaî ve Bursalı A l i ’ye birden tesirinin bilinmesidir. Tecrübe edilmemiş ait akrabâztn ‘ 1er vardır. Şimdi hekimlerin elin­ olan bir ilâca gelince, ancak mürekkep olduğu de gezen formülerler kıtasında ve hattâ, çizme basit ilâçlar hakkındaki bilgilerimize göre, fay­ arasına sokulmak için, ince ve uzun şekilde dalı olacağına hükmedilebilirse de, o ilâçların ciltlenmiş akrabâztn 'lere kütüphanelerimizde karıştırılmasından husule gelecek neticenin um­ mebzûlen tesadüf olunur.] duğumuzdan daha ziyade mi yahut daha az mı A K R A Ş . [ Bk. AKRÂS.] olacağı kestirilemez. Bazan mürekkep bir ilâcın A K R  S . A K R A Ş ( A.), bugün kullandığ ımız tesiri, onu terkip eden kısımlardan beklenebi­ p a s t i l kelimesinin mukabilidir. Bunun tıbbî lecek neticeden daha müessir olur". mânası hiç bir eski aslî arap lügatinde, hattâ Mürekkep ilâçlar on bir sınıfa ayrılmıştır. Bu İbn Sidn tarafından bile, zikredilmemiştir. İbn sınıflarda sayılamayacak derecede çok ilâç var­ Sînâ ( Kanan, III, 382; BülŞk tabında, kitabın dır ki, her birine, istihzar usûlüne yahut hekim­ metninde bu sahife yanlış olarak, 372 gösteril­ lere, memleketlere ve saireye göre, adlar ta­ miştir), âdeti hilâfına olarak, kursun mânası kılmıştır. hakkında hiç bir izahat vermeden, isim sırası On bir sınıf mürekkep ilâçlar şunlardır ı ile tüflü türlü kursların îmali için tarifnameler I. al-Tiryâkât ve büyük macunlar ( yun. fb]-vermekle iktifa etmiştir. ouucd) panzehirler ki, en makbulleri engerek Müellif evvelâ yıldız şeklinde pastillerden yılanının eti ile hazırlananlardır. Bu şekil altın­ ( akrüş al-kavkab) bahsederek, bu kursların da bazı akras, macunlar ve reçeller de vardır. eski hekimler nezdinde çok makbul olduğunu ve s. îyâracât (yun. U ç a ) ki, bu sınıfta bilhassa bundan dolayı bu ismin verildiğini söyler. Bu meşhur iyâric fîk ra ( yun. U ça au tça) ’da sa- pastillerin tesirinden bahsederken, der k i: „bu rısabur gibi devalar esas olarak bulunur. Bun­ akrâş diğer âzadan mideye doğru vâki olan if­ lar ekseriya ahlât sökmek için kullanılan müs- razat üzerinde tesir icra ederek, zayıf mideye hilât olup, bu şekle dahildir. Bunlara deva-i müessir olur ve bu suretle midenin yanmasını İlâhî de derler. [ Dâ’üd al-Antâki tezkiresi­ ve acılığını defeder; baş ağrısını geçirmek için, ne göre, yunanlılarca her müshile „deva-i İlâhî" alına sürülür; gışa-i muhatî nezlelerinde, diş tesmiye olunur; çünkü bu devanın damarlara ağrılarında faydalıdır ve sakız ile karıştırılarak.

ÀKRÂS -

À KREP.

. karhalara ( gâliba kanserden açılmış karhalara ) düf olunduğundan ve elbise içlerine, evlerde ya­ tatbik olunur. Kulak ağrısına ve kan ziyama, tak ve yorgan gibi şeylerin arasına girdiğinden, seyelanlarai müzmin öksürüklere faydalı oldu­ bu haşere öteden beri şarklıların muhayyilesini ğu gibi, nevbetli hummalarda gümüşlü pyrit meşgul etmiştir. Akrep yıldızlar arasında da yer suyu ile içilirse, iyi tesir eder. Sedef otu au- almış ve mmtakatülburcun 8. ’sine adını ver­ yu ile içildiği takdirde, zehirlere karşı nafi- miştir. Rüya tâbirlerinde büyük bir yeri vardır ; dir.“ İbn Sinâ kursların îmali tarzını şu su­ rüyada akrep görmek, iyi bir alâmet telâkki retle tarif eder : „mürr-i sâfî, kunduz hayası, edilirdi. — Umumiyetle akrep, hakikatte oldu­ rezzen ( sünbül) ruhu, ribas-i esved ( siyah ğundan daha fazla, tehlikeli telâkki edilir; yü­ frenk üzümü), kîl-i mahtum, lüfahülbertî ka­ zük ve bu kabil eşyanın üzerine vefk işaretleri buğu, bunların her birinden s dirhem ; afyon, ( daha sonralar Kur’an ‘dan âyetler ) hâk et­ safran, beyaz frenk asması yaprağı, yer yıldızı mekle, akrep ısırmasına karşı korunma tedbir­ ( kavkab al-arz ), anason, menekşe tohumu, ka­ leri alınırdı ; hadislere göre, Peygamberin ken­ ra günlük yağı, kereviz tohumu, her birinden disi de buna muarız değildi. Akrebin, şiddetli 5 dirhem; bunları zamk ve kokulu şarap ile bir hararetten veya diğer ıstıraplardan, kendi ıslatır ve ilâçları ufaladıktan sonra, bununla kendisini sokmak suretiyle, yani intihar ile, yuğurur ve bundan yarım dirhemlik kurslar ya­ kurtulduğu ve anne akrebin yavrularını sırtında larsın; bunlar gölgede kurutulur ve kullanılır“ . taşıdığı ve sonunda yavrularının ağırlığı altında Bundan sonra 7 tane gül kursu vardır ki, öldüğü hakkında, arap hayvanat âlimlerinin mütepsinin îmal târifnâmesi bu eserde zikrolun- şahadeleri yeni zamanlarda teyit edilmiştir. Or­ aııştur: 1. gül pastili (alelumum), 2. esculape ta zaman arap tababetinde, diğer zehirli hay­ pastili, 3. mahmude pastili, 4. tebeşir gülü pas­ vanlar gibi, akrep de mühim bir yer tutmakta­ tili, 5. danivârda pastili, 6. diğer terkipte gül dır. Bu tababete göre, akrep sokmasına karşı en iyi deva, bu hayvanın ateşte kızartılmış eti­ -astili, 7. sünbüllü gül pastili. Bundan sonra 5 tane kâfuru pastili ve diğer ni yemek yahut eti toz hâline getirip, zeytin ırifnâmelere göre yapılan kâfurulu pastiller, yağına batırarak, yaranın üstüne koymaktır. Y i­ ne bu tababete göre, akrep külü göz zâfiyetine 'ebeşir pastilleri, Emîr Başir pastilleri. Bundan sonra gelen diğer altı sahifede, muh­ ve böbrek ve diğer âzadaki taşlara karşı mües­ alif cinsten pastiller ve onların suret-i îmali sir bir devadır ; hattâ en zehirli akrep olan ka­ ra akrep ( scorpio a f er ) "ten çıkarılan bir ter­ s tesirleri vardır. ( J . L lP P E R T .) [ Afçrâş, yalnız pastil mukabili olmayıp, bu- tip, vücutta indifalara karşı bir ilâçtır. Fakat iinkü tablete de tekabül eder ve buhur mâna­ — eski yunan usûlü üzere — muhtelif şekil­ na da gelir; kurslar, tababetten hariç yerler­ lerde hazırlanan akrep yağma pek hususî bir e, buhur olarak da kullanılmıştır. şifa hassası atfedildi ; bu yağ vahim yaralara Kursların îmali için Topkapı sarayı müzesinde, sırt ve siyatik ağrılarına ve bilhassa saç dökül­ Iekim-başı odasında 14 kadar, „tensuh kalıbı“ mesine karşı bir deva addolundu. — Akreplerin Jenilen, kalıp vardır. Macun hâline getirilen harpte kullanılması hakkında bk. Elliot ve erkip buraya dökülerek, kurutulur. Bunlar bü­ Dowson, H isiory o f India, V , 550 v.d. — Arap zük kıt’adadır ve üzerlerinde besmele, bism edebiyatında akrep ismine sık sık rastlanır. Bu Allak şâfi, tuğra şekli yazılar vardır. Yazılar isim her zaman hain d ü ş m a n ( Ifamâsa, talıba hâkkedildiği cihetle, kursun üzerine çı- nşr. Freytag, s. 105, mısra 1, s. 156, mısra 2 ; ':ar. Bunlar îmal edildiği büyüklükte yutturula- Hudsailian Poems, nr. 2], mısra 34 ; M ufaiia* naz. Eski hekimler bunları parçalayarak ve liyât, nşr. Thorbecke, nr. 19, 13 ; Nâbiğa, nşr. ;uda ezerek içirtirler, tütsü yaptırırlar yahut Ahlwardt, nr. 1, 4 ), i s t i h z a ( 'Urva, nr. 13, 2 ) la hârieen kullanırlarmış. Kurslar kalıplarda ve i f t i r a ( ‘Urva, nr. s, o ; Farazdalf, D ivân, nr. 61, 3 ) timsali olarak görülür. Aynı şekilde -apıldığı gibi, kalıpsız olarak da yapılır.] A K R E P . 'A lfR A B (a .), 450 şimal arz de­ bir darb-l meselde : „akrepten daha sinsi“ denil­ vesine kadar olan yerlerde bulunan ve iğnesi- mektedir ( Freytag, Proverbia, nr. 902 ). Kışın ıin zehiri ile pek ziyade korku uyandıran bu en soğuk üç günü ( teşrin II., kânun I. ve II. haşere, örümcek ( 'anâkib) ailesindendir. A v ­ de ayın ilk göründüğü günler ), „ısırıcı“ so­ rupa 'da ve bazı Akdeniz memleketlerinde bu ğuklarından ( Farazdak, D ivân, nr. 122, 2 ) do­ aileye mensup haşereler, umumiyetle, zararsız layı, „üç akrep“ ismini almıştır ( Calendrier de tarla akreplerinden ( butkus occltanus) ibaret­ Cordoae, s. 10) tir. Buna mıikabil Asya ve Afrika 'da, soktuk­ B i b l i y o g r a f y a : Damiri, 1, 161 v.dd.; ları zaman yalnız felç, humma, bayılma ve gase­ Kazvini { nşr. Wüstenf.), I, 439 v.d. ; ibn alyan değil, ölümü bile intaç eden nevileri var­ B ay{âr,al-Câmı (Bulak, 1291 ) , III, t?8ı ;Dozy, dır. Akrebe sıcak memleketlerde sık sık tesa- I Sapplément, II, 152 v.d. ; Hoınmel, Ursprung, İtlim Aoıiklopodiıi

18

İU

ÂKRRP

• A K SU .

.

■", ■■• y-y-A»-;

und A lter arab. Sternnamen und Mondstati­ onen, ZD M G , X L V , 605. ( Heu.*) ‘A K S . [ Bk. a k s .] A K S . ‘A K S ( A.), „çevirmek“ demektir. Hu­ susî bir mânada ( = 'aks al-kalâm ), belâgatte, muayyen bir san’at şekline delâlet eden bir ta­ bir olarak, kullanılır. Bu da bir cümlenin veya iki cümlenin akşamını o surette tebdil etmektir ki, birinci cümlede evvel gelen İkincide sonra, İkincide evvel gelen de birincide sonra gelir. Arap belâgatçileri belâgatteki bu ifade şek­ line tabdil dahi derler ve bunu mânaya kat’iyet veren en güzel cinaslar ( al-muhsinât alma'naviya ) ’dan biri sayarlar. Onlarca üç nevi 'aks vardır: 1. bir cümle-i ismiyede, müpteda ile ona tâbi olan muzaf-ı ileyhin yerlerini değiş­ tirmek ( msl. ‘âdâf al-sâdâf, sädät a l-a d a t), 2. iki cümle-i ismiyede, müpteda ile cümlenin tâ­ bi kelimelerinden birinin yerini, diğer bir keli­ meye tebdil etmek ( msl. lâ hunna hillun lahum va lâ hum yalfillûna lahunna, Kur’an, LX, 10), 3. iki cümle-i filiycde, fiilin tâbii olan iki keli­ meyi birbiri yerine koymak suretiyle ( msl. man yuhric al-l}ayya min al-mayyit va yuhric al-mayyita min al-hayy (Kur'an, X, 32 ). B i b l i y o g r a f y a : Mehren, Rhetorik, s. 104; Dict. o f techn. terms, s. 978, 3 , aşa­ ğıdan yukarıya, 979, u. (WEIL.)

T.-Jf vs.

ray, bugün çoğu harap olmak üzere, bir çok İslâm eserleri ihtiva eder; bu eserlerin bîiyük kısmı şehrin ortasını işgal eden bir tepecik üzerinde bulunmaktadır. Eski eserler arasında Selçukîler zamanında yapılan ve Karaman-oğlu İbrahim Bey tarafından tâmir edilen Ulu cami ile Zinciriye medresesi, Nakkaş! camii ve mü­ teaddit hamamlar sayılabilir. Aksaray öteden beri oldukça mühim bir ziraat merkezi olmuş­ tur. Civarında hububat ve bahçelerinde meyva yetiştirilir. Halkın bir kısmı da koyun yetişti­ rir ; mahallî sanayi arasında dericilik ve bilhas­ sa kilim ve seccadecilik kayde değer. Aksaray halılarının vaktiyle Hind ve Çin ’e gönderildiği zikrolunmaktadır. Bu küçük şehrin nüfusu 1935 sayımında 8.300 ’ü geçmekte idi. İdarî bakım­ dan Aksaray, Niğde vilâyetine bağlı, 146 köyü ile beraber, 19,000 nüfusu ihtiva eden bir ka­ zanın merkezidir. [ T a r i h için bk. zeyl.J B i b l i y o g r a f y a : Fr. Sarre, Reise in Kleinasien, s. 93 v.dd.; Ch. Tezier, Asie Mi­ neure, 309, 2, 566, 1 i Ainsworth, Travels and researches in Asia Minor, I, 197 ; E. Reclus, Nouv. geogr. univ., IX, 571; Hamil­ ton, Researches, II, 2i t i Gulşen-i m aârif, I, 521, 2 0 , 524, 14; A li Cevad, Memâlik-i osmâniyenin tarih ve coğrafya lügati, s. 2 1; W. Ramsay, Asia Minor, 2 8 4 ! Evliya Çelebi, A K S A Ç T t M U R . [ B k . t İ m u r .] Seyahatnûme, II, 19 1; Genel nüfus sayımı, A K S A R A . [ Bk. a k sa r a y .] 1937, Niğde vilâyeti ( 20 teşrin I. 1936 sayı­ A K S A R A Y . A Ç SA R A Y , türkçe konuşu­ mı ). ( C l. H u a r t .) lan memleketlerde ekseriya tesadüf olunan bu [ Bu madde BESİM D a RKOT tarafından tâdil isim, şehirlere, saraylara yahut hisarlara delâ­ ve tashih edilmiştir.] let eder ; en maruf olanları şunlardır ; 2. 781 ( 1379/1380 ) de H vârizm ’den celbedi1. İç Anadolu 'da, Koçhisar gölüne dökülen,len mimarlar tarafından Şehr-i Sebz ’de Timuı Beyaz suyun ovaya girdiği yerde ve göle tak­ için yapılan bir saraydır. O devrin en güzel riben 32 km. mesafede kurulmuş, suyu bol, âbidelerinden biri olan bu sarayın bakiyesi hâ­ evleri bahçeler içinde küçük bir şehirdir. îslâm- lâ mevcuttur. İsmin Hvârizm *de buna benzer dan evvelki devirde adı Archeiais ( Archelais bir binadan alınmış olması mümkündür. Garsaura ) idi. Kapadokya 'nın son kıratlarından 3. Urgenç yanındaki Aksaray, „Şaybâniye“ Archelaos tarafından inşa edilmiş, Roma kay­ ( nşr. Vambery, X, s. 39*) ’de adı geçer. seri Claudius tarafından müstamere hâline geti­ (W . B arthold .) rilmişti. Aksaray bilhassa Selçukîler devrinde A K S O N K O R . [ Bk. aksungur ;] ehemmiyet kazandı ve şimdiki şehrin ortasında A K S U . A Ç SU, türkçe konuşulan memleket­ harabesi bulunan kale, sultan İzzeddin Kılıç lerde, ekseriya nehir ismi olarak, kullanılır. Bir Arslan tarafından inşa olundu. Evliya Çelebi, nehrin ana yatağında akmakta devam eden kıs­ Aksaray adının bir hükümdar tarafından inşa mına, ak su yahut ak derya ve sun’î olarak bir edilmiş bir saraydan ileri geldiğini söyler. Şe­ kanala akıtılan kısmına kara su yahut kara hir, Kayseri ’yi Konya ’ya ve Ankara ’yı Toros derya denilir. Böyle olmakla beraber, münferit geçitlerine bağlayan yollara hâkim bulunması ırmaklar ve nehirlere dahi çok defa ak su na­ dolayısiyle, ehemmiyet kazanmıştı. Daha sonra mı verilmiştir. Bu isim, nehir ve ırmaklardan Aksaray, bir müddet Karaman-oğulları elinde bazan köy ve şehirlere intikal etmiştir. Bilhassa kalmış ve müteakiben osmanlı hâkimiyetine gir­ şarkî Türkistan'da, ya Yârkend-derya'ya yahut miştir. Sultan Mehmed II. İstanbul ‘u fethettiği Tarım ’a dökülen Aksu ırmağının üzerinde kâin zaman, aksaraylıların büyük bir kısmı payitahta Aksu şehri pek maruftur. Bu şehrin türkçe nakledilmiş ve bugün İstanbul ’da Aksaray adı­ isminin VIII. ( XIV.) asırdan evvel mevcut olup nı taşıyan mahalleye yerleştirilmişlerdi. Aksa- olmadığı tesbit edilememiştir; binaenaleyh De-

ÀKSÜ - AKSUNGU&. : guignes 'deh beri umumiyetle Batlamyus 'un A u z a k i a ’sı ile Aksu'nun aynı şehir olduğuna dair hüküm süren kanaat, nazar-ı itibara almmanialıdır. Çin kaynaklarında ( „E sk i H a n 'la r tarihi“ 'inde bile bahsi geçmiştir; I. a sır) şehir Wen-su ( bu gün de kullanılır), Ta-sh-ı ve Yü-çu tesmiye olunmuştur. İranlılar — muharriri meç­ hul olan flu d â d al-âlam , IV. (X .) asır ve Gardizi, V . ( XI.) a s ır ; metin için bk. Bart­ hold, Otçet o poyezdke tı srednyuyu Aziyu, s. 91 (krş. J . Marquart, Osteuropâische und ostasiatische Streifzüge, mukaddime, s. 20 •) — Bançûl ( imlâ ve telâffuzu şüphelidir) şeklinde yazıyorlar. JZafar-nâme 'nin, daha Timur zama­ nında, Aksu 'da Çin tacirlerinin bulunduğunu kaydetmesinden, şehrin ehemmiyeti istintaç olu­ nabilir. Târih-i R aşidi 'de Aksu, şarkî Türkis­ ta n ’ın başlıca şehirlerinden biri olarak, tavsif edilir. Daha sonra, Yârkend, Kâşgar ve Tur­ fan 'a kıyasen, ikinci derecede ehemmiyeti haiz gibi görülüyor; son asır seyyahları burasını, küçük bir şehir (takriben 2 km. muhitinde) diye, tasvir ediyorlar. On sene müddetle (1867— 1877 ) Aksu, Ya'küb Beg 'in [ b. bk,] elinde bu­ lundu; bu zatın vefatından sonra, Çin hâki­ miyeti, bütün şarkî Türkistan'da olduğu gibi, orada da yeniden tesis edildi. A ksu'da geçmiş asırlardan biç bir bina kalmamıştır. [D iğer AKSU 'Iar için bk. zeyl.] (W . BaRTHOLD.) A K S U N G U R (T.), bu kelimedeki sungur, sunkur, sonkor, sonğor v.s„ d o ğ a n cinsinden bir nevi a v k u ş u d u r ; ak ve kara olmak üzere, iki nevi vardır. A k ve kara sungur türk - büyüklerinin lâkabıdır. : : A K S U N G U R . AK. SUNGUR ( ? - ı o 94), Zengi [ b. b k .j’nin babası ve Malikşâh zamanın­ da türk em îri; kendisine Malikşâh 480 (1087 ) de Halep 'in hâkimliğini ve kasim al-davla unvanını verdi. Sultan, ölümünden bir az evvel, 485 (1092) te büyük plânlar hazırlamıştı. Bu tasavvurlardan biri de Mısır Fatımî halifesini itaat altına almaktı. Bu sefere Tutuş başku­ mandan tayin olunmuş ve Aksungur ile Urfa (al-Ruhâ’ ) hâkimi'Buzân, askerî kuvvetleri ile, ona iltihaka memur edilmişlerdi. Ancak üç ku­ mandan Trablusşam önüne geldikleri vakit, ara­ : :: Iarmda ihtilâf çıktı; buna sebep olarak, bu şeh: rin hâkimi olan İbn 'Amrr.âr [ b. bk. ] ’ın Ak­ sungur ile .veziri Zerrin K am ar’e rüşvet vermiş olduğu söylenir. Hakikat ne olursa olsun, Ak­ sungur geri çekildi ve bundan dolayı Tutuş da .: bu: teşebbüsten vazgeçmek mecburiyetinde kal­ dı. Bundan biraz sonra, Malikşâh öldü; Tutuş, bu fırsattan istifade ederek, sultanlığı ele geçir­ meğe kalkıştı ve bu maksatla derhal Halep üzerine yürüdü. Aksungur, T u tu ş’a karşı bes­ lediği kine rağmen, ona muhalefet etmeği mu­

.

*H

vafık bulmadı ve Büzün gibi, o da itaat etti. Fakat kuvvetler ilerleyerek, Malikşâh *ın meşru vârisi olan Berkiyaruk ile tam çarpışacakları sırada, her ikisi de Tutuş ’tan ayrılarak, Berki­ yaru k ’un tarafına geçtiler. Tutuş, S u riye’ye çekilmek mecburiyetinde kaldı ise de, ihtiraskâr tasavvurlarından vaz geçmeyerek, 487 (1094) de askerî kuvvetleri ile tekrar Halep önünde gözüktü. Ruyân köyü civarında bir çarpışma oldu, Aksungur ’un adamları kaçtılar ; kendisi ise, yakalanarak, Tutuş ’un huzuruna getirildi ve derhal katledildi. B i b l i y o g r a f y a i İbn al-A şir (nşr. Tornb. ), X, 107 v.d. ; Recueil de textes relat. à Thist. des Seldjoucides (nşr. Houtsma), II, 70, 84 ; İbn Hallikân ( nşr. Wüstenf. ), nr. 98. A K S U N G U R - A K SUNGUR a l - A h MEDÎLÏ ( ? —1133 ), Marâğa civarında Ravvadi kürt ümerası neslinden Ahmedil ‘in oğludur. Bunların büyük babaları Vahsüdân b. Muhamtned, Selçukî Toğrul B e y ’in hizmetine intisap etmişti. Emîr Ahmedil,sultan Melikşah ’m oğlu sultan Muhammed ’in hizmetinde bulundu ve onun Hilla arap emîri Şadaka b. Dabis (Dubays) ile olan muharebelerinde yararlıklar gösterdi, m ı senesinde, Şam valisi atabeg Tuğtekin’in Kudüs haçlıları ile muharebesinde Ahmedil, sultan Muhammed tarafından, Tuğtekin’in yar­ dımına gönderilmişti. Burada gösterdiği şecaate mükâfat olarak, Ahmedil, Marâğa hududundaki malikânelerini tevsiden maada, Tebriz üzerinde de bazı haklar kazanmış ve nufuz dairesini ge­ nişletmişti. Ahmedil ’in 1116 da, Batınîler tara­ fından katlini müteakip, yerine oğlu Aksungur, Marâğa vâlisi oldu ve Irak ’ta babası sultan Muhammed ‘in yerine geçen sultan Mahmud ’un hizmetinde bulundu. Sultan Mahmud’un biraderi Toğrul, 1x22 de Erran ’da isyan ederek, Azer­ baycan'a girmişti ; Toğrul ’un atabeği Gündoğdu o aralık vefat ettiğinden, Aksungur bu fırsattan istifade etmek ve Toğrul tarafına geçerek, onun atabeği olmak kararını verdi. Sultan Mahmud onu, Toğrul ’a karşı, ordu ile göndermişti ; o da, Azerbaycan ‘a gelir gelmez, Toğrul tarafına geçti ve Marâğa ’ya geldiği takdirde 10.000 kadar kürt askerini onun emrine vereceğini vaadetti. Bunlar Erdebil şehrini muhasara ettiler ise de, alamadılar. Oradan Tebriz ’e gelirken, sultan Mahmud 'un külliyetli ordu ile Marâğa ’ya gelip, Tebriz üzerine yürümekte olduğunu duyarak, Zencan şimalindeki Honâg ( Hona ) 'a geldiler ve Ahbar 'de bulunan atabeg Anüştekia Ş irgir'in vasıtası ile, sultan Mahmud'a müra­ caat ederek, dehalet ettiler. Aksungur ihanetine rağmen, sultan Mahmud ’un nezdinde çok iti­ barlı ve pek nufuzlu bir emîr oldu ve sultan tarafından, oğlu Davud 'a atabeg tayin edildi.

AKSUNGUR. Her ne kadar Selçulcîlerin, türk olmayan bir kimseyi atabeg tayin eylemeleri, bunlarda türk an'anelerinin artık zaafa uğradığını gösterirse de, bu hâl, hükümdar kardeşler arasındaki dahilî mücadelelerde kürtlerin yardımına muhtaç ol­ maları ile de izah edilebilir. 1 1 3 1 de sultan Mahmud Hemedan 'da vefat edince, oğlu Davud, Aksungur tarafından, sultan ilân edildi ve Irak-ı Acem, Azerbaycan ve Erran 'da tekmil devlet idaresi, atabeg sıfatı ile, Aksungur 'un ve diğer kürt emirlerinin eline geçti. Davud ile Aksun­ gur henüz Hemedan 'da bulunuyorlardı; babası sultan Mahmud 'un biraderleri, Toğrul, Mes'ud ve Selçuk, Irak tahtına talip olarak, birbirleri ile uğraşmağa başladılar. Aksungur ve Davud Hemedan 'dan Tebriz 'e hareket etmişlerdi ; oranın artık Mes'ud tarafından işgal edilmiş ve Mes'ud ‘un kendisini sultan ilân etmiş oldu­ ğunu Öğrendiler. Aksungur gelerek, Tebriz 'i muhasara etti ve nihayet 1131 senesinin sonun­ da, aralarında sulh akdolunup, Mes'ud ordusu ile Hemedan'a çekildi. Aksungur ile Davud Teb­ riz 'i hükümet merkezi yaparak, Azerbaycan ve Erran taraflarını idare ettiler. Sultan Mahmud 'un büyük emirleri de Tebriz 'e gelerek, Davud ve Aksungur 'un yanında toplanmağa başladılar. O zaman Selçukîlerin yaşça en büyüğü olmak ve Mâverâünnehr taraflarını da, halife namına, kendisine tâbi tutmak dolayısiyle, en nufuzlusu olan sultan Sancar Toğrul 'un tarafını iltizam ettiğinden, Aksungur ile Davud 'un işleri karıştı. Aksungur 1132 senesi temmuzunda, büyük bir ordu ile, Hemedan 'da bulunan Toğrul 'un üze­ rine yürüdü. Toğrul 'un ordusu da büyüktü ve başlarında değerli bir emîr olan Karasungur [ b. bk.] bulunuyordu. Davud ile Aksungur 'un maiyetindeki emirlerin bazıları, gizlice Toğrul ile anlaşarak, onun tarafına geçtiler. Bu su­ retle Aksungur ile Davud müthiş bir mağlû­ biyete uğradılar. Bu muharebe, o zamanın şair­ lerinden ‘İmâd Gaznevi tarafından, Aksungur ile Karasungur arasında vâki bir muharebe imiş gibi, tasvir edilir ( 'A vfi, Labâb al-albâb, II, 266 ). Emirlerinden bir çoğunu da esir ve­ ren Aksungur ile Davud, o aralık Irak-ı Arab 'da bulunan, sultan Mes'ud 'un yanına kaçtılar ve Bagdad 'da buluştular. Halife al-Mustarşid bi-’llâh, Toğrul 'un düşmanı olduğundan, Mes’ud 'u s u l t a n ve Davud 'u da ona v e ­ l i a h t tanıdığını ilân ederek, hutbenin buna göre okunmasını emretti. Mes'ud, Davud ve Aksungur Azerbaycan 'a doğru hareket ettiler. Devletin bütün idare işi Aksungur ’un elinde idi. Bunlar Marâga 'ya gelir gelmez, Aksungur etraftan kalabalık bir ordu topladı. Bunu gö­ ren Karasungur ve Toğrul 'un diğer emirleri, bu meyanda menşe’ itibarı ile gürcü olan emîr

Bişkin, Tebriz ’i terkederek, Erdebil 'e can at­ tılar. Bu şehrin yakınında vâki olan .muharebeyi Karasungur kaybetti. Aksungur buradan Heme­ dan 'a yürüyerek, orada Toğrul ’u mağlûp etti ve böylece Irak ve Azerbaycan sultanlığı Mes’ud ’un elinde kaldı ; Toğrul, Rey ’e çekildi. Mes­ 'ud ile Aksungur Hemedan ’da iken, Batmîlerden bir fedaî Aksungur ’u öldürdü ( 5 2 7 = 113 3 ) . İbn al-Aşir ‘in dediğine göre, bu fedaînin A k­ sungur ’u sultan Mes’ud 'un rızası ile öldürdü­ ğüne dair rivayetler deveran etmiştir. Selçukî müverrihi ‘İmâd al-Kâtib, Aksungur ’un veziri idi ; kendi eserinde ondan çok bahsetmiştir. Aksungur ’dan sonra, oğlu Nuşrat al-Din Ars lan Aba Has Beg, sultan Mes’ud 'un hizmetine!’ bulunmuştur. B i b l i y o g r a f y a : Fatjj b. ‘A li al-Bundi ri, Zubdat al-naşra ( ‘İmâd al-Kâtib tarihini: muhtasarı, nşr. Houtsma, Recueil de iexte, relatifs à l'histoire des Seldjoucides, II), s 160 v.d.; İbn al-Aşir (nşr. Tornberg), X, 42­ 461 v.d. ; Kisravi Tabrizi, Şahriyârân-i gùn nâm (Tahran, 1929), II, 115—119. ( A . ZekI VelIdÎ Togan.) A K S U N G U R . A K SUNGUR a l - B uf SUI?T ( î — 112Ô ), tam adı ¡le Abu Sa'id Saj al-Din Kasim al-Davla Alf Sungur al-Bursuk Selçuk sultanlarından Muhammed I. ile Mah mud'un başkumandanı ve vâlisi.-Selçukî emîr lerinden Porsuk (Bursuk) ’un [ b. bk.] bir mem lûkü idi ; bundan dolayı, haçlı seferlerini yaza; garplı müverrihler tarafından, daima bu nisbe ti ile, Burgoldus, Borsequinus, Borssequin vey. Borsses gibi, bozuk şekillerde zikrolunur. Sel çuk sultanlarından Muhammed I ( 1105—1118 onu, sadık bir refiki olmasından dolayı, Bag dad ve bütün Irak 'm muhafızlığına ( şahne ' tayin etmişti. Bu vazifede iken, l~Iilla 'nin ara] hükümdarı Sadaka b. Dubays ve o vakit Muşu ve diğer yerlerde hüküm süren emîr Çavlı İh bir çok defa harp etti. Mavdüd ’un [ b. bk.] ölü münden sonra, 508 ( 1114 ) de Musul vâliliğiı. de aldı. Aynı zamanda haçlılara karşı yapıla; harplerde başkumandan tayin edildi. Urfa ( a! Ruha' ) üzerine yürüdü ve burasını 2 ayda; fazla muhasara etti ise de, bir muvaffakiye elde edemedi. Maraş ’ta daha tâlili çıktı ; bu rada tam o sırada ölen ermeni prensi Kogl Vasil ’in dul kalan karısı kendisine tebeiyet etti. Mamafih Orjuki ’ierden Ilgazi ile yaptığı muvaffakiyetsiz bir çarpışmadan sonra, 509 ( 1115 ) da Musul valiliğinden azledilerek, Muhammed ‘in ölümüne kadar al-Rahaba ’ye çekilip, menkûben yaşadı. Muhammed ’in halefi olan sultan Mah­ mud onu derhal yeniden Bagdad muhafızlığı­ na tayin etti. Bu hükümdar ile kardeşi Mes’ ud arasında vukua gelen saltanat münazaaları es-

AKSUNGUR - ÂL. nasmda tekrar azledildi ise de, 515 (1 1 2t ) te yeniden Musul valiliğine geçti. Ertesi sene, bu valiliğe ilâveten, Bagdad muhafızlığı da uhde­ sine verildiği gibi, Vâsij; şehrinin hâkimliğine ; de tayin olundu. Bu son tayin Şadal^a’nın oğlu :: ve halefi olan Dubays ile yeni bir harbe sebe­ biyet verdi. Dubays, bunun üzerine, haçlılarla ittifak ve Halep ’in muhasarası esnasında Bald.win ( Baudoin ) 'e yardım edince, Aksungur, şehri muhasaradan kurtarmak için, Musul ’dan ilerlerdi (518 = 1125 ). Buna muvaffak olduktan sonra, Halep'te oğlu Mas'üd’u bırakarak, ora­ dan ayrıldı. Ertesi sene (519 = 1125) Kafartâb ’1 zaptetti ise do, ‘A z â z ’ın muhasarasında ağır bir mağlûbiyete uğrayarak, Musul'a geri dön­ mek mecburiyetinde kaldı. Bir az sonra (8 zil­ kade 520 = 26 teşrin IL 1126) orada camide iken, bir kaç Batınî tarafından hançerle öldü­ rüldü. Recueil de textes relat. d ih ist. des Seidjoncides (nşr. Houtsma ), II, 144 v.dd. göre, katiller, sultanın veziri al-Dergezini tara­ fından, bu iş için ücretle tutulmuşlardı. : i B i b l i y o g r a f s a : İbn al-A şir (nşr. Tornb.), X, 307 v.dd.; Recueil de textes relat. à İhist. des Seldjoucides (nşr. lioutsi i y f ; .^ma),y II, 144; Recueil des historiens des croisades ; Hist, or., I, bk. Index; II, 36—58; III, 496 v.dd. ; İbn Hallikân (nşr. Wüstenf. ), nr. 99 ; Wilken, Gesch. d. Kreuzzüge, II, 382 v.dd., 521 v.dd. ; Weil, Gesch. d. Chalifen. Ill, 155 v.dd. :; Â K Ş A M . AHŞAM (F.), suların kararmağa .taşladığından itibaren güneşin battığı zamana kadar olan müddet ; ikindi ile yatsı arasındaki ■■ııaraazin. ismidir. ¿i'£Skşv-:;:yÂKŞEHÎR.- AK. ŞEHR, iç Anadolu 'nun cenub-i garbî kısmında, Sultan dağlarının şark eteğinde, kendi adını taşıyan gölün 8 km. ce­ nubunda, Konya vilâyetine bağlı bir kaza mer­ kezidir. İlk çağlara ait şehirden bugün ancak bazı duvar enkazı kalmış olmasına ve burada rastgelinen bazı kitabe parçalarında da hiç bir vazıh malûmat bulunmamasına rağmen, Akşehir 'in eski Philomelium yerinde kurulmuş olduğu muhakkaktır. Burası, Frikya ile Kappadokya arasındaki işlek yol üzerinde, bir konak olan küçük bir şehirdi. Coğrafî mevkii, bugünkü Akşehir 'e de aynı rolü vermiştir : eski Istanbul­ Bagdad yolunun güzergâhında mevki alan A k­ : şehir, şimdi ise demir yolu üzerinde bulunuyor ( istasyonun rakımı 964). XV L ve XVII. asırlar­ da Akşehir 'den geçmiş olan seyyahların (Gazzi, ^ ■ 936 = 15 2 9 ; Mekki, 965 = 1557 ve daha sonra Evliya Çelebi) ova üzerinde birden yükselen Sultan dağlarının eteğine ve ilk yamaçlarına yerleşmiş, dağlardan inen bol su ile sulanan bahçeler içine kurulmuş bu ağaçlık ve yeşil

277

şehir hakkmdaki tasvirleri, bugünkü Akşehir 'in umumî manzarasına aynen tetabuk etmektedir. Eski eserlerde Akşehir 'in adı, mahallî telâf­ fuz tarzlarına göre, bazan Akşar, Ahşar veya Ahşehir şeklinde yazılmış bulunmaktadır. Şehir, Selçukîlerden sonra, Karaman-oğullavına geç­ miş ve Yıldırım Bayezid tarafından ilhak edil­ miştir. Akşehir, bir ziraat merkezidir ; bahçe­ lerinde bol meyve ve civarında da, hububat ve haşhaş gibi, türlü mahsuller yetiştirilir ve koyun beslenir. San'atları arasında da dericilik kayda şâyândır. Akşehir 'in, 1935 sayımına göre, hepsi de müslüman olmak üzere, 10.335 nü­ fusu vardır ve halkın 98 % ‘inin ana dili türkçedir. Bunların küçük bir kısmını Yunanistan ve Yugoslavya 'dan gelen muhacirler teşkil eder. Akşehir kazasının 6 nahiye ve 90 köyü olup, nüfusu 60.000 dir. — Şehirde Yıldırım Bayezid 'in camii ile Selçukîler devrine ait âbideler : 'İzz al-Din Kaykâvüs L ‘un ( 613 = 1216 ) devr-i saltanatında yaptırılan taş medrese, ‘ İzz al-Din Kaykâvüs IL ( 6 5 9 = 1261 ) zamanında inşa edi­ len eski bir tekke üzerinde bir kitâbe, üstünde sekiz köşeli ehram şeklinde bir kubbe bulunan Sayyid Mahmüd Hayrâni'nin (621 = 1224) tür­ besi ve Nasreddin Hoca [ b. bk.] ’nın son za­ manlarda ( 386 = 996 tarihi yanlıştır ) yapılmış bir türbesi. B i b l i y o g r a f y a : V . Cuinet, La Tur­ quie d ’Asie, I, 803, 818 ; Cl. Huart, Konia, la ville des derviches tourneurs ( Paris, 1897 ), s. 109—117 ; Epigraphie arabe d'A sie Mi­ neure ( Revue Sémitique, 1894 ), s. 28—34 ; Fr. Sarre, Reise in Kleinasien, s. 21 v.d. ; Ch. Texier, Asie Mineure, s. 435, 1 ; Ainsworth, Travels and Researches in A sia Minor, li, 63 ; Hamilton, Researches, II, 185 ; Ali Cevad, Memâlik-i osmântyenin tarih ve coğrafya lügati ; Evliya Çelebi, Seyahatnâme, II, 1 5 v.dd. (BESİM DaRKOT.) A L . [ Bk. e l .] A L . [_Bk. ÂL.] A L . A L (A.), s e r a b , zeminin, bir su biri­ kintisi manzarası alacak kadar, güneş şua’t iie ısınmasından mütevellid, bir optik hâdisesi ; krş. Jacob, Altarab. Beduinenleben ( 2. tab.), s. 9 v.dd. ; Geyer, Zzvei Gedichie von al-A 'şâ ( Viyana, 1905 ), s. 107 v.d. ; al-Hutay’a, nr. 7, 32 ; al-Çutâmi, nr. 3, 2i. — A l ’in müradifi sarâlAtiT. Al, loğusalar için tehlikeli bir cin mânasını ifade eder ; bu hususta verilen tariflere göre humma-i nifasinin müşahhas timsalidir, krş. ZD M G, XXXVI, 85; Goldziher, Abh. zur arab. Philologie, I, 116. (A . H A F F N E R .) Türk kavimlerinin .folklorunda loğusalara vo I tekin olmayan yerlerde uyuyan adamlara mu­

ÂL — ALACA. sallat olan bir cine A l b a s t ı denilir. K ır­ gız ve kazak türklerinin inanışlarına göre, A l­ bastı iki türlü olup, birine k a r a Albastı, di­ ğeri ne de s a r ı Albastı denir. S a r ı A lbas­ tı, hocaların ve kamların okumaları ile, defedilebilir; k a r a Albastı ise, ancak »ocaktan“ olanlardan korkar. Albastı kısa boylu, sarı saçlı, mâvi yahut yeşil gözlü bir kız şeklinde tahayyül edilmektedir. Bazan keçi şekline gi­ rerek, kumsal yerlerde ve ırmak kıyılarında gezermiş. Anadolu folklorunda bu cin daha ziyade A l karısı diye maruftur. Albastı ise, bu cinin se­ bep olduğu hastalığın ( hummayı nifasinin) adıdır. Folklorcuların tespit ettikleri efsaneler­ de bu cin „uzun boylu, uzun parmak ve tır­ naklı, vücudu yağlı, siyah uzun saçlı, dev anası gibi büyük memeli, el ve ayakları gayet küçük, bilhassa loğusa kadınların ciğerleri ile geçinen, al gömlekli, türlü kıyafetlere giren, hulâsa çok çirkin ve dişlek bir kadın“ , bazılarına göre de, bir kocakarı şeklinde tasvir edilmektedir ( bk. M. Şakır Ülkütaşır, A l karısına dair halk inan­ maları ; H alk bilgisi haberleri, sayı, 95, s. 243 ). Bu tavsiften anlaşılıyor ki, şark ve şimal türklerinin mitolojisindeki şöreli, biçura, abası, su anası gibi einlerin vasıfları ile gördükleri işler hep A l karısı hakkında söylenen efsane­ lerde toplanmış ve ona izafe edilmiştir. Bütün türk kavimlerinde Albastı ve A lkarısı ’na dair söylenen efsanelerde bu cinin 1. loğusa kadınlara musallat olm ası; 2. loğusanın ciğer­ lerini çalıp, suya atm ası; 3. tüfek ve aygır se­ sinden korkması, 4. „ocaktan“ olanlar ve demir­ cilerden çekinmesi müşterek motiflerdir. Bu mo­ tifler, efsanelerde, A ltay dağlarından Akdeniz kıyılarına kadar, tekrarlanır. Bazı türk efsane­ lerine göre, Albastı erkeklere de musallat olur ve uyurken basar. Kâbus, Albastı ’u n marifet­ lerinden biridir. Bundan dolayıdır ki, kâbusa „kara basan“ da denir. Albastıya kara kastı ya­ hut kara kara denilmesi, onun kötü olduğunu ifade için olsa gerektir. Malûmdur ki, Altay mitolojisinde cinler zümresine toptan kara de­ nir. Albastı, Al karısı adlarını taşıyan bu cin, menşei ne olursa olsun, türk kavimlerinin mito­ lojisinde mühim yer almıştır. B i b l i y o g r a f y a ' . Miropiev, Demonologiç. razskazı Kirgizov ( Z R C O , 1888, X , s. 10—11, 50) ; A. Divayev, 0 proishojdenii A l­ bastı (Izv. O A IE, Kazan), IV ; J . Meszâros, Osman.-türk. Volksglauben ( K S z , 1906, VII, SS ) ; S. I. Rudenko, Başkirı, Leningrad, 1925, II, 306 ; A . İnan, A l ruha hakkında ( Türk Tarih, Arkeol. ve Etnoğ. Dergisi, 1933, I, 160—16 7 ) ; M. Şakir Ülkütaşır, Albastı has­ talığı. ( A bdO lkacİr İ n a n .)

 L . A L , a i l e , s o y ve en geniş mânası ile a k r a b a . İslâm devrinde anlatıldığına göre, kureyşîler islâmdan evvel, K â’be 'yi ve içindeki mukaddes eşyayı muhafaza ettikleri için, ken­ dilerine A l ( yahut A h i) Allah adını verirler imiş ( bk. Margoliouth, Mohammed, s. 19 ). İslâmda bu kelime âl al-nabî terkibinde ve husu­ siyle Peygamber için okunan „Allâhumm a şal­ lı *alâ Muhammed va 'alâ âlihi" duasında, da­ ha geniş bir mâna alır. A h i al-bayt mefhumu­ nun tarifinde olduğu gibi, şi’îler A l al-nabî ta­ birini de Peygamberin ailesine, 'A li ve Fâtima nin füruuna hasrederler ( Peygamber ailesinin bu en yakın koluna tercihen al-itra denilir). Şi'î temayüllerinden ,uzak kalanlar, bu tabir ile, en geniş mânada, Bani Hâşim'i kastederler, başkaları Peygamberin zevcelerini yahut bütün akrabasını bu tabirin medlulüne sokarlar. A l al-nabi tabirinin, neseb farkı olmaksızın, bütün dindar insanlara yahut umumî surette bilcümle müslümanlara ve bütün ümmete ( um m a) şa­ mil olduğu suretinde tefsirinde, şi'îlerin iddi­ alarının en âşikâr reddi mevcuddur. İbn Hâlüya ( ölm. 3 14 = 9 2 6 /9 2 7 ), yazdığı Kitâb a l-â l’de (krş. Bahrâni, Manâr al-hudâ, Bombay, 1325, s. 200) A l al-nabi ’yi 25 taba­ kaya taksim etmişrtir (bk. Flügel, Die gram ­ matischen Schulen der Araber, s. 231 ). Şi’î fıkıh âlimi Kumm ’dan al-Rayyân b. al-Şalt, sünnîlerin âl tabirine bütün ümmeti sokmak hususundaki temayüllerine karşı olsa gerek, âl ve umma arasındaki farka dair, İmâm al-Rizâ ‘nın bütün sözlerini bir kitapta toplamıştır ( bk. Tüsi, List o f Sh y'a books, nr. 294). Kasidelerde âl hakkında bk. Goldziher, ZD M G , L, 114—117. _

_

( G o l d z ih e r .)

A L İM R A N . [ Bk. â l 1m_rân.] Â L ÎM R Â N . Â L ‘İMRAN ( A . ), K uran 'da III. surenin ismidir. A L A . [ Bk. Â LET .] A ‘ L A . [ Bk. ÂLÂ.] Â L Â . Â 'L A ( a . ) , d a h a yüksek, en yük­ sek ; aynı zamanda bir ıstılahtır [ bk. İS N Â D ]. a l-A ‘lâ, ICur’an ’da LXXXVII. surenin isimle­ rinden biridir. A L A ( T.), b i r k a ç r e n k l i . Coğrafî isim­ lerde ve bazı hayvan ve hastalık isimlerinde sık sık kullanılır. ‘A L Â ’. [ Bk. a l â .] A L Â . ‘A L Â ’ (A. ), y ü k s e k l i k ; ' Al a alD avla,\A lâ ' al-D in gibi unvanlarda görülür. ‘A L A ’ a l - D A V L A . [ Bk. a i . â Od d e v l e .] 'A L A ’ AL-DÎN . [B k. A L Â E D D İ N .] A L A C A . A L A Ç A ( t . ; ala kelimesinin kü­ çültme şeklidir), bir kaç renkli yollu dokuma kumaş ( krş. Yule ve Burneil, Hobson-Jobson, b k mad, Alleja, s. 8, 7^6). Bu kşlime mürekkep

ALACA — ALÂEDDİN HALACÎ.

*79

B i b l i y o g r a f y a - . Raşid al-Din, Cami‘ al-tavârih ve Târlh-l g a z id e ; d 'Ohsson, A L A C A D A Ğ . A L A Ç A D A Ğ, T ürkiye’de Histoire des Mongols, III, 174 v.dd; Browne, ve diğer türk memleketlerinde bir çok dağ sil­ A literary history o f Persia, II, 456 v.dd. silelerine ve kitlelerine yahut zirvelere verilen A L Â E D D İN H A L A C Î. A L A ’ al-D İN Muad. Bunlar arasında en fazla tanınmış olanları ham m ed HALACÎ ( î — 1316), D eh li’de, ilk şunlardır: i. iç Anadolu’da K onya’nın cenub-i müstakil İslâm devletini kuran türk memlûklegarbisindeki Alaeadağ ile (2203 m.) ; 2. Kars 'ın rinden sonra, saltanatı ellerine geçiren ve hâ­ :cenub-i şarkîsinde bulunan ve 16 teşrin I. 1877 kimiyetleri bir asırdan fazla süren Halaç ha­ tarihinde, türkler ile ruslar arasında muharebe nedanının [bk. HALACÎ J en büyük hükümdarı­ dır (697—715 — 1296—1316 ). Bu ismin umu­ sahnesi teşkil eden Alaca dağ ( 2693 m- )• miyetle garp eserlerinde Halci veya Hılcı : ;: :■ ( B e s Im D a r k o t .) şeklinde yazılması, Halaç = Kalaç türk kaA L Â Ç A . J Bk. a l a c a . ] A L A D A Ğ . A L A D A Ğ , Türkiye 'de ve diğer bîle isminin Hindistan ’daki yanlış telâffuzu­ türk memleketlerinde bir çok dağlara, dağ sı­ na istinad eder [ bk. HALAÇ ]. Bu zat, sülâle­ ralarına veya kütlelerine verilen ad. Bunlar ara- nin hakikî müessisi Calâl la-Din Firüz Şâh ’m ■sında başlıcaları şunlardı: 1. Cenubî Anadolu yeğeni ve damadı olup, evvelâ melik unvanı ile ’da, Adana ovasının şimal-i garbisinde yükselen Kara ve Oudh sahalarını idare ediyordu. Karısı Töros dağlarının en yüksek kısm ı; burada Ala- ile ve hükümdar üzerinde çok nufuzu bulunan d a ğ ’lar, birisi D e m i r k a z ı k (3726 m.), diğeri kayin validesi ile arası bozuk olduğundan, mev­ daha cenupta K a l d ı d a ğ ı (37.34 m.) olmak kiini sağlamlaştıracak çareler arayan bu muh­ .üzere, iki mühim zirvede, âzamî irtifaını bulur. teris ve cür'etli prens, Dekkan ‘da efsanevî 2. Anadolu ’nun şimal-i garbisinde. Bolu ’nunzenginliği dillerde destan olan Devagiri ( eski : : cenub-i şarkîsine düşen ve Köroğlu tepesinde metinlerde D ivgîr; bugünkü Devletâbâd ) şehri­ 2378 metre irtifaına varan Aladağ. 3. Şarkî ne karşı küçük bir kuvvet ile muvaffakiyetli Anadolu ’da Fırat nehrinin iki büyük kolundan bir taarruz yaparak, raca Râmâçandra’yı, ağır biri olan Murad suyunun menbalarmı ihtiva şartlar ile bir sulh imzalamağa mecbur etti. edeü ve Van gölünün şimal-i şarkîsine düşen Racanın oğlu Çankara buna razı olmamak is­ A lad ağ (3250 m.). Bu Aladağ, İlhanîler zama­ tedi ise de, A l a ’ al-Din onu da mağlûp etti. nında hükümetin yazlık karargâhı bulunuyordu. Sulh daha ağır şartlarla imzalanmış, çok bü­ Burada Argün Han zamanında bir saray da yük ganimetler elde edilmişti. Orta çağ Hine bina olunmuştu. 4. İra n ’ın şimal-i şarkîsinde, tarihinin en mühim hâdiselerinden biri olan bu Atrek ırmağının cenubunda bulunan Aladağ. vak’a, müslümanlara Dekkan 'daki yerli devle­ 5. Orta Asya ’da, Cungarya ile Balkaş gölü tin zaafını anlatmıştı. Bu büyük zafer ile mad­ havzasını ayıran Aladağ (A latav, 4300 m. ka­ deten ve mânen kuvvetlenmiş olan muhterk dar): 6^ Garbî Türkistan‘ın şimal-i şarkîsinde prens, kendisi ile mülâkata gelen amcasını al­ Issık-köl ile Alma-ata arasında uzanan Aladağ çakça öldürttükten ve veliaht Rukn al-Din ’i firara mecbur ettikten sonra, Dehl? tahtına : ( Alatav, 4800 m.). 7. Sibirya 'da, Altay dağları­ oturdu (695 = 1296). A l a ’ al-Din nufuzunu : nın şimalinde ve, rusların Kuznetsk dağları adını verdikleri ve civarında S ib iry a ’nın en bütün memlekette kolayca tesis ederek, Hind faâl surette işletilen taş kömür havzası bulunan hudutlarını hâlâ tehdit eden moğullara karşı kuvvetli askerî tedbirler aldı. Moğulların büyük Aladağ ( Alatav ). ( BESİM D a RKOT.) ; i A L Â E D D İN . [ Bk. h u sa yn c a h â n sü z , k a y - kuvvetlerle yaptıkları hücumlar kolaylıkla tardKOBÂD B. KAYHOSRAV, MÜHAMMED HVÂRİZMŞÂH olundu. 1298 de Kutlug Hoca kumandasındaki muazzam bir moğul ordusunun taarruzu A la ’ a l -c u v a yn !.] _ A L Â E D D İN . A L A ’ a l -DİN M uham - al-Din 'in bizzat kumanda ettiği ordu tarafından ; MED B. HAŞAN (1210—1253), ismailîlerin [ b. kırıldığı gibi, 1304 te Amroha 'ya kadar ilerle­ bk.] sondan bir evvelki şeyhi. 609 (12 10 ) da yen diğer bir moğul taarruzu da, Dipalpur ve : doğmuş ve babasının vefatından sonra, 618 Lahor ’da vâli bulunau Malik Ğâzi (sonradan (1220) de şeyhlik pâyesini elde etmiştir. Çok Tughık Şah) tarafından, büyük muvaffakiyetle tardolundu. Moğullar bundan sonraki taarruzla­ ( geçmeden, cinsî suiistimal neticesi, melankoli ve cinnete tutulduğu söylenmektedir. Bu se­ rında da daima mağlûbiyete uğradılar. Samana beple bazı kimseler oğlu Rukn al-Din HurşSh’ı ve Dipalpur gibi, mükemmel surette tahkim ve onun yerine geçirmek istediler. Bunun neticesi teçhiz edilmiş ileri mevzilere istinad eden bir okurak, tarikat tefrikaya uğradı ve lcatl-i âmlar müdafaa şeddi ve Malik Ğâzi gibi faâl bir olda. Nihayet zilkade 653 ( kânun I. 1235 ) te kumandanın her sene moğullara yaptığı akınlar sayesinde, artık bu tarafta tehlike kalmamıştı, ® g § :e y f r ^ :; katledildi, ■ isimlerde de. kullanılır [bk. ALACA BAYRAK, ALACA DAĞ ].

280

ALÂEDDİN HALACÎ.

‘Alâ* al-Din, moğullara karşı ilk muvaffaki­ Nusret Han, Alp Han — çahariyâra benzeterek, yetlerinden sonra, Hind fütuhatına başlamıştı: yeni bir din tesisine kalkması da sadece bir Gucarât ve Nahrivala zaptedilmiş, Cambay proje hâlinde kaldı ve fütuhat ihtirasını da an­ tacirleri büyük bir vergiye bağlanmıştı. 1299 cak Hindistan ’daki büyük zaferleri ile' tatmin da meşhur Ranthambhor kalesinin zaptına te­ etti. Dünyanın en büyük müstebid ve zâlimle­ şebbüs edildi ise de, bir takım valilerin muhtelif rinden ve en hayâl-perest muhterislerinden ol­ sahalardaki isyanları sebebi ile, ancak 1301 masına rağmen, çok hilelcâr, basiretli ve ted­ (700) de zaptolunabildi. Dahilî isyanları ya­ birli idi. İnsanlara hâkim olmak, onları idare tıştırmış olan 'A lâ’ al-Din, bundan sonra fütu­ etmek hususunda fıtrî bir kabiliyeti vardı. Ta­ hatına devam ederek, Raçputana 'nın başlıca bine, haklı olarak, güvenmesi, ruhî kudretini mühim devleti olan Mevar ‘1 hâkimiyeti altına son dereceye çıkarmıştı. Hiç kimseye, hattâ aldı. 1305 sonlarına doğru şimalî Hindistan, ailesine karşı bile, zaafı ve şefakati yoktu. hemen tamamı ile, ‘A lâ' al-Din ‘in eline geç­ Devleti ve devlet iradesini her şeyiıı üstünde mişti. Bundan sonra ’A lâ’ al-Din, Dekkan fütu­ tutmak gibi, türk karakterine ve an'anesine tahatına başlayarak, sırası ile Devagiri 'yi, Varan- mamiyle uygun bir esasa şiddetle sadık kalan ga! ’ı ( İslâm metinlerinde Arangâl ) ve Mâbar ’1 ‘Alâ* al-Din buna karşı orta çağ türk-islâm ald ı; 1312 de, Çankara 'nın isyanını bastırmak devletlerinde daima tesadüf edilen iki muhalif üzere, Kâfur kumandasında bir ordu tekrar kuvveti kırm ıştır: 1. şeriati devlet iradesinin muvaffakiyetle Dekkan a yürüdü. A rtık ‘A lâ’ fevkinde gören ruhanî sınıfın devlet işlerine al-Din 'in imparatorluğu en son inkişaf derece­ müdahalesini tamamiyle men’ederek, devletin ve sine varm ıştı; şimalde Multân, Lâhor, Dehli halkın menfaati için lüzumlu gördüğü her ted­ 'den cenupta Dvârsamudra 'ya, şarkta Lahnanti biri — şeriate uygun olsun olmasın — almakta ve Sonârgâon 'dan garpta Thatta ve Gucarât 'a hiç tereddüt etmedi; 2. geniş imparatorluğunun kadar, hemen bütün şimalî ve merkezî Hin­ merkezden çok uzak sahalarında, adetâ müstakil distan Dehli sultanlığına tâbi bulunuyordu. Da­ birer hükümdar gibi, hareket eden ve hattâ res­ hilî tecanüsten mahrum olan ve ancak 'Alâ* men melik [ b. bk.] unvanını haiz olan en bü­ al-Din ’in cürt'etli ve korkunç şahsiyeti saye­ yük askerî-mülkî ricalin isyanlarını bastırdıkta:: sinde tutunabilen bu muazzam imparatorluk, sonra, şiddetli bir merkeziyet usûlü ihdas etti. onun son zamanlarına doğru, sarsılmak alâmet­ Buna, başlıca sebep olarak, şunları bulmuştu: leri göstermeğe başladı ve 1316 ( 71 5) da ölü­ hükümdarın devlet işleri ile inceden inceye meş­ münden sonra da, kolaylıkla parçalanıp yıkı­ gul olmaması, müskirata düşkünlük, büyük dev larak, Dehli sultanlığı Tuglug-şahlar ailesine Iet ricalinin birbiri ile çok sıkı münasebetlerde intikal etti (720 = 1320). bulunmaları ve fazla servet. 'Alâ* al-Din bu 'Alâ* al-Din, türlü bakımlardan, orta çağ türk âmillere karşı şu tedbirleri a ld ı: fazla servet hükümdarları arasında çok mümtaz bir şahsi­ leri ortadan kaldırmak için, bir çok araziyi, yettir. Hiç bir tahsil görmediği hâlde, çok bü­ hattâ vakıfları müsadere ederek, devlete mal yük fıtrî kabiliyetleri ve hayattaki tecrübeleri e tti; büyük bir hafiye şebekesi kurdu ; müski sayesinde, büyük askerî zaferler kazanarak, ratı, evvelâ kendi sarayından başlayarak, şid muazzam bir imparatorluk kurmuş, bir çok detle menetti ve herkesin ancak kendi kendisi İdarî ıslâhat yapmış, Hind müslumanlarma bü­ ne içmesine izin verd i; hususî ve resmî mahi­ yük bir refah ve inkişaf devresi yaşatmağa mu­ yette bütün ziyafetleri yasak etti. Hindularu vaffak olmuştur. Devlet başına geçmek ihtirası bilhassa zengin ve toprak sahibi sınıflarına karş ile ahlâkî ve İnsanî bütün kayıtları bir tarafa gayet ağır malî tedbirler tatbik ettiği gibi, onla­ bırakan 'Alâ* al-Din, ondan sonra bütün kud­ rı ata binmek ve silâh taşımak gibi şeylerden de reti kendi elinde toplamak ve imparatorluğunu mahrum bıraktı. Vergiler her tarafta aynı usûl­ genişletmek için, meşru olsun olmasın, her va­ ler dairesinde almıyor, memurların suiistimali sıtaya müracaattan çekinmedi. Daha ilk büyük en şiddetli bir şekilde cezalandırılıyordu, impa­ fütuhatının temin ettiği muazzam servet ve ona ratorluğu içerden ve dışardan gelecek tehlike­ dayanarak vücuda getirdiği askerî kudret ken­ lerden muhafaza için, kuvvetli ve muntazam bir disinde öyle bir büyüklük hastalığı doğurmuş­ orduya ihtiyaç vardı. ‘Alâ* al-Din muayyen üc­ tu ki, „İskender-i sâuî" lâkabını almakla kalma­ retli büyük bir ordu kurarak, tecrübeli kuman­ yarak, bir aralık, büyük İskender gibi, dünya danların idaresine verdi. Bütün bu büyük mas­ fethine kalkmak ve yeni bir din kurmak hevesi­ raflar gıda maddelerinin fiyatını yükselttiği ci­ ne düştü. Mogul tehlikesi henüz Hind hudutları hetle, buna karşı da İktisadî ve İdarî tedbirler üzerinden kalkmamış iken, böyle bir teşebbü­ ittihaz etti. Meselâ Dehli gibi kalabalık şehirleri sün, tabiî, imkânı yoktu. Kendisini Peygambere besleyecek mmtakalarda toprak vergileri nak­ ve dört büyük emîrini—Uluğ Han, Zafer Han, den değil, aynen alınarak, umumî anbarlarda

ALÂEDDİN HALACl

281

depo edildi. Tacirlerin ihtikâr yapmaları şid­ rine karışmasını kabul etmemekle beraber, geniş detle menolundu. Ziraî istihsalâtın zarurî mik­ halk tabakası arasında büyük şöhreti olan Nizâm tarı çiftçilere terkedilerek, mütebaki kısmı, hü- al-Din Avliyâ ’nın bu nufuzunu, kendi, lehine kûmet kontrolü altında, icap eden yerlere nak­ olarak, kullanmağı ihmâl etmemiştir. Nitekim lediliyor ve satılıyordu. Hükümet büyük taeir- hinduların İçtimaî mevkilerini tezlil edecek ted­ lere bu muazzam iş için muhtaç oldukları ser­ birleri de, daha ziyade müslüman halkın dinî , mayeyi de teminediyordu. Pazarlarda her şey taassup hislerini memnun etmek için, ittihaz muayyen bir tarifeye tâbi idi. Devlet kontrolü ettiği kolaylıkla anlaşılabilir. Ordunun ve halk tabakasının bu müzahareen dürüst bir surette işliyordu. Görülüyor ki, 'Ala* al-Din İktisadî devletçilik sistemini, en tine rağmen, eski ehemmiyetlerini kaybetmiş mükemmel bir tarzda, kurmağa ve işletmeğe olan zengin ve imtiyazlı sınıflar, emirler, raca­ muvaffak olmuştu. Ona düşman olan müver­ lar, ‘A lâ’ al-Din ‘e ve kurduğu yeni sisteme kar­ rihler bile — meselâ Barâni — bunun yer yü­ şı büyük bir husûmet besliyorlardı. En küçük künde misli görülmemiş bir mükemmeliyette ol­ bir şüphe ile yapılan idamlar, müsadereler, eski duğunu itiraf etmekte ve bunu bu zâlim ve ailelere karşı takip edilen tezlil edici siyaset, şeriate düşman hükümdarın istidraçlarmdan bi­ hafiyelik sisteminin suiistimalleri, içten içe bü­ yük bir hoşnutsuzluk uyandırmıştı. Kendisine ta­ ri olarak, izah etmektedirler. ‘A lâ’ al-Din ’in kurduğu idare sistemi büyük mamiyle mutî olmaları için, aşağı tabakalardan, muvaffakiyet ile işledi ve mes’ud neticeler ver­ esirlerden yetiştirdiği yeni devlet ricali, umumi­ di. Ordusu ve kumandanları ona tamamiyle yetle hakir görülüyor, manevî bir hürmet uyan" bağlı oldukları gibi, geniş halk tabakası da, ge­ dıramıyordu. Devletin en yüksek mevkiine çıkar­ rek hindu gerek müslüman, tamamiyle memnun­ dığı kölesi Kâfur, büyük askerî muvaffakiyetler du; Moğul korkusu kalmamış, büyük küçük me­ kazanmış olmakla beraber, hiylekâr ve şeytanî murların halka zulüm etmelerine imkân bırakıl­ siyaseti ile, hükümdar üzerinde mütemadi artan mamıştı; onun İktisadî tedbirleri sayesinde, bir nufuz kazanmıştı. Devlet nufuzunu büsbü­ yaşamak şartları çok kolaylaşmıştı. Dahilî is­ tün kendi elinde toplamak maksadı ile, hüküm­ yanların ortadan kalkması ve âsâyişın temini, dar ailesi arasına nifak ve husûmet tohumları halka geniş bir nefes aldırmıştı. Merkezin emir­ eken Kâfur, veliahd tayini meselesinde bile, leri, imparatorluğun en uzak köşelerinde bile, ‘A lâ ’ al-Din üzerinde müessir olmuş ve asıl : harfi harfine tatbik olunuyordu. Bu umumî vehiahd Hizir Hân 'ın yerine, henüz beş altı refah ve inkişaf fikir ve san’at hayatında da yaşındaki küçük oğlu Şahab al-Din ‘Omar ‘i, bir ■ tesirini göstermişti: 'A lâ ‘ al-Din devrinde, as­ vasiyetname ile, veliahd tayin ettirmişti. İşte bütün bu âmillerden dolayı, ‘A lâ’ al-Dir. kerî ve sivil mimarînin çok güzel eserleri sayılâbilecek, bir takım kaleler, saraylar, sarnıçlar ’in kurduğu muhteşem imparatorluk, kendisinin . yapılmıştır. Müverrih Barâni, ‘Alâ’ al-Din dev­ ölümü ile, birdenbire parçalanıp çöküverdi, rinde yetişen bir çok devlet adamlarını, sûfîleri, ölümünü müteakip, ailesinin uğradığı büyük ; âlimleri, şairleri, münşileri, müzekkirleri [ b. felâketleri, Barâni, manevî bir ceza olarak, bk.], hafızları, musikişinasları, tabipleri, nedim­ telâkki etmektedir. Fakat her ne olursa, olsun, leri, müverrihleri, müneccimleri uzun uzadıya ‘A lâ’ al-Din ’in askerî ve idari dehaya mâlik saymaktadır. Bunlar arasında hükümdarın bazı büyük bir türk hükümdarı olduğu ve Hind harplerine de iştirak ve hattâ onları tasvir eden müslümanlığı tarihinde de türk devletçiliği fik­ büyük şair Husrav Dehlevi ile Haşan Dehlevi rini kuvvetle temsil ettiği aslâ inkâr olunamaz. B i b l i g o g r a f g a : a. K a y n a k l a r : [ b. bk .]‘yi, sûfiler arasında da meşhur şeyh 'Alâ* al-Din devrine ait ilk kaynak, Kabir Nizâm al-Din Avliyâ ( b. bk.] ile şeyh Rukn alal-Din b. Tâc al-Din ‘Iıâki 'nin Barâni ( s. Din 'i saymak kâfidir. Bu devirde, Hind müs3 6 ı) 'de bahsedilen Târih-i A lâ 'i ’sidir. Doğ­ tumanları arasında, büyük bir nufuz kazanan rudan doğruya hükümdarın kontrolünden ge­ : şeyh Nizâm al-Din Avliyâ ya karşı ‘Alâ’ alçen bu tarihin bitaraf bir kaynak olamayacağı Din büyük bir hürmet besliyor, hattâ bazan muhakkaktır. Bundan sonra en mühim kaynak gönderdiği bir ordudan uzun zaman haber ala­ Ziyâ’ al-Din Barâni (684—738) ’nin matbu mayıp, telâşa düşünce, şeyhe adamlar gönde­ Târih-i Firnz Şa k i sidir (bu eser ve müel­ rerek, vaziyet hakkında ondan haber istiyordu. lifi hakkında bk. B A R A N Î). ‘A îâ’ al-Din dev­ Barâni hükümdarın şeyh ile hiç görüşmediğini, rini idrâk eden bu müellif, o devrin bir çok fakat düşmanlarının iftiralarına rağmen, şeyhe ricali ile görüşmüş olduğu gibi, ‘A lâ’ al-Din karşı aslâ itimatsızlık beslemediğini ve bilhassa ’in itimadını kazanmış olan kadı Muğis al-Din hayatının sonlarında bu rabıtasının büsbütün de onun amcası idi. Bu bakımdan, otıun eseri arttığını söylüyor, ö y le görünüyor ki, ‘A lâ’ al­ — şüphesiz, ulema sınıfının ‘A l| ’ al-Din hakP in ; din âlimlerinin şeri at namına devlet işle­

28ı

ALÂEDDİN H A LA CÎ ~ ALÂEDDİN P A Ş A .

kındaki telâkkilerine tercüman olmakla bera­ ber — en mühim kaynaktır ve sonradan yazı­ lan bir çok eserlerde ( msl. Firişta, Târih, I — II, Bombay, 1831 ) ondan istifade edilmiş, tir. Burada bu muahhar eserlerden bahse lüzum görmüyoruz. b. T e t k i k l e r : Hind tarihinin İslâm devri hakkında yazılmış umumî mahiyette eserlerde ‘Ata’ al-Din hakkında malûmata tesadüf edilir. V. A. Smith, O xford history o f India, 1923 ; Elliot ve Dowson, History o f India, III ; Ishwari Prarad, U Inde da VII. au X V I. siècle, Paris, 1930 ; V7. Haig, Cam­ ; bridge History o f India, III, 1928 ; W. H. . Moreland, The Agrarian System o f Moslem • India, Cambridge, 1929 ; bu son eserde 'Ala' ; al-Din-’in İdarî ıslâhatı hakkında malûmata tesadüf edilir. ‘A la’ al-Di ’in idare sistemi ve yaptığı ıslahat hakkında bk. Ishv/ari Prarad, The Journal o f Indian History, II, 164—178. (M. Fuad KöprOlü.) A L Â E D D İN P A Ş A . ‘A L A ’ al-D İN P A ŞA ( ? — 1333 ? ), ilk devirleri henüz aydınlanma­ mış olan osmanlı tarihinin meçhul ve mü­ him cihetlerinden birisi de, Osman Gazi ‘nin oğlu Alâeddin Paşa veya Alâeddin Bey mese­ lesidir. Bazı tarihlerde A li Paşa ve bazılarında Alâeddin Paşa denilen ve hattâ Neşrî tarihinin ( Cihânnumâ ) bir yerinde Alâeddin ve diğer bir yerinde de Ali Paşa diye kaydedilen, Orhan Bey ’den büyük mü, küçük mü olduğu bile kat­ iyetle tesbit edilememiş olan bu zat, osmanlı tarihlerine göre, kendisine teklif edilen hüküm­ darlığı, yüksek bir feragat ile, biraderi Orhan ’a lerketmek ve ilk osmanlı devleti teşkilâtını kurmuş olmakla şöhıet bulmuştur. Bazı Mısır menbalarında (Tağriberdi ve İbn Hacar ) A lâ­ eddin Paşa, Erden Ali diye, zikredilmektedir. İsminin A li ve lâkabının Alâeddin olması da muhtemeldir ; burada, gerek vakfiyesinde ve gerek tapu defterlerindeki kayda göre, kendisi Alâeddin Bey diye zikredilecektir. Alâeddin Bey Osman Gazi ’ni», Orhan ’dan sonra gelen, büyük oğludur. Tarihlerin müttefikan yazdıklarına göre, Orhan ile ana baba bir kardeştir ; anası Mal Hatun ’un Ahilerden şeyh Edebâlî kızı olduğu söylenmekte ise de, Orhan B e y ’in elimizde bulunan 724 (1 324) tarihli vakfiyesine göre, Mal Hatun ’un Edebâlî ’nin kızı olmayıp, Ömer Bey adında birinin kerimesi bulunduğu meydana çıkmaktadır. Eğer Alâeddin Bey ’in, şeyh Edebâlî ’nin kızından doğmuş ve büyük babasının yanında yetişmiş olduğu, tarih­ lerin mütalâaları gibi, kabul edilecek olursa, Mal Hatun ’un oğlu olmadığı tezahür eder. Bu meçhulleri, elde edilecek yeni vesikalar halle­ decektir. Tarihlerin yazdıklarına bakılacak olur­

sa, yaş itibariyle Orhan Bey ’in büyiik oldu­ ğu meydana çıkıyor; nitekim ilk müverrihlerden Aşık Paşa-zade, Kâtib Oruç, İdris Bitlisî, İbn Kemal ve F. Giese tarafından bastırılmış olan A l-i 'osmân tarihleri ile daha sonra yazılmış olan Lârî ve Lûtfi Paşa tarihlerinde ve Ham­ mer ’de ( trc. A ta Bey, I, 109 ) Orhan ’dan kü­ çük olduğu görülüyor ki, yukarıki mütalâamızı teyit etmektedir. Daha muahhar olan tarihler­ den Zaim Mehmed Bey, Â lî, Solak-zade ve Müneccim Başı ise, bunun aksini yazarak, A lâ­ eddin ’in büyük olduğunu beyan ederler. Tabiî olarak ilk devirlere daha yakın olan tarihlerin mütalâaları tereih edilmek zarurî bulunduğun­ dan ve vekayiin tetkiki de bunu gösterdiğinden, Alâeddin ’in Orhan ’dan küçük olduğu kuvvetli ihtimâl dahiline girmektedir. Osman Bey ’in Orhan ve Alâeddin ‘den baş­ ka, Çoban, Melik, Hamid ve Pazarlu isimle­ rinde, dört oğlu daha olduğu Orhan Bey 'in yukarıda tarihini gösterdiğimiz Melcece vakfi­ yesinden anlaşılmaktadır (bk. Belleten, Türk tarih kurumu, sayı 18 ). Bu vakfiyede diğer kardeşlerinin isimleri zilcredildiği hâlde, Alâed­ din Bey 'in isminin bulunmaması nazar-ı dikkati celbetmektedir. Daha sonra izah edileceği vecihle, Hammer, Osman Bey ’in Pazarlu adındaki oğlunu Alâeddin Bey zannetmekle, hataya düş­ müştür. Elde bulunan osmanlı tarihlerinin yazdıkla­ rına göre, Osman Gazi 'nin vefatından sonra, Alâeddin Bey, daha babası hayatta iken, ordu kumandanlığını ele almış olan biraderi Orhan Bey 'in kendisine teklif ettiği devlet reisliğini ve hattâ babasından kalan ve kendi hissesine isabet eden mirası bile kabul etmemiş ve Bur­ sa ile Mihaliç arasındaki Kete mıntakasındaki Kotra ( veya Kudra) arazisinin mülkiyetini almakla iktifa eylemiş ve daha sonra da Or­ han'a müracaat eyleyerek, bazı askerî ve İdarî teşkilât yapılmasında âmil olmuştur. Yine ta­ rihlerin rivâyetlerine göre, Alâeddin Bey ’in hayatı, babasının son zamanlarına kadar Bile­ cik 'te, dedesi şeyh Edebâlî 'nin ve bazan da Yenişehir ’de, babası Osman Bey 'in yanında geçmiştir. Osman Bey 'in vefatından sonra ise, diğer Anadolu mıntakalarında olduğu gibi, burada da geniş nııfuzları olan Ahî [ b. bk.] reislerinin kararları ile, bu küçük beyliğin ri­ yaseti Orhan ’a verilmiştir ; Âşık Paşa-zade, Neşrî ve İbn Kemal bunu açıkça yazmaktadır­ lar ; ilk iki tarihte Ahilerin tesirleri görülüyor ; İbn Kemal ise, ,,ru'ûs-i hadem ve vücûh Uluğoğlu Orhan ’1 riyasete lâyık gördüler,^ittifakla anı saltanat şeririne geçirip, başına emaret tacını vurdular... Kiçi (küçük) oğlu A li Paşa ’yı, yanında vezir çdinmçk istedi.., Kabul etmç-

ALAEDDİN P A Ş A . di ve rıza vermedi, feragat ihtiyar eyledi“ de­ mektedir. İşte müphem olan bu ve buna benzer mütalâalardan, Orhan ile Alâeddin arasındaki münasebet hakkında, sarih bir mâna çıkanlamamaktadır. Alâeddin ’in bu feragatinin ihtiya­ rî mi, iztırarî mi olduğunu kestirmek şimdilik kabil değildir. Burada malûm olan bir şey var­ sa, o da Ahilerin Orhan 'ı tercih eylemeleridir. Chalcondylc 'in tcvsika muhtaç mütalâasına göre, üç evlât bırakmış olan Osman ’m ölü­ münden sonra, kardeşlerinin tehdidine mâruz kalmış olan Orhan, Keşiş dağına (Ulu dağ, Olympus ) çekilerek, tarafdar ve kuvvet tedarik ettikten sonra, kardeşlerini ayrı ayrı mağlûp edip, hükümdar olmuştur. Amasya tarihi mü­ ellifi Hüseyin Hüsameddin, Orhan ile Alâeddin arasında hükümdarlık için mücadele olduğunu, bazı istidlâllerle beyan etmektedir. Yeni vesi­ kalar elde edilinceye kadar, bu kayıtları ihtiyat ile karşılamak mecburiyetindeyiz. Oruç B e y ‘in A l-i 'aşman tarihindeki „O r­ han Gazi kim tam memlekette istiklâli padişah oldiı, karındaşı Ali Paşa dahi beylerbeyliğini terkedip, Orhan ’a ısm arladı; kendusi meşayih yolunu tutup, derviş olmuştu“ ( s . 1 5 ) yolun­ daki mütalâası ve buradaki „istiklâli“ tabiri ve bunun üzerine Alâeddin Bey 'in beyler beyliği, yani ordu kumandanlığını terketmesi bir istif­ ham teşkil eylemektedir. Oruç Bey ’in bu kaydma göre, ilk zamanlarda devlet reisliğinin Or­ han 'da ve ordu kumandanlığının da Alâeddin 'de bulunduğu ve daha sonra da Alâeddin ’in beylerbeylikten çekilerek, uzleti ihtiyar ettiği anlaşılıyor. Hammer 1330 ( 731 ) da Bizans imparatoru Androniko3 ile Orhan arasında vukua gelmiş : olan Maltepe ( Pelekanon ) muharebesinde ordu ' kumandanının Alâeddin Bey olduğunu beyan ederek, müverrih ve imparator Cantaguzene’in, doğru, olarak, Pazarlu diye zikrettiği ismin P a ş a A li B e y ' d e n bozma olduğunu yazmış ve Cantaguzene’i tashih edeyim derken, kendisi hataya düşmüştür ( trc. Ata Bey, I, 146, 321 ) . Hammer’i bu yanlışlığa düşüren şey, Osman Bey ’in, Orhan ve Alâeddin ’den başka, oğulları olmadığını zannetmesidir. Gibbons ’un Osmanlı imparatorluğunun kuruluşu ( trc. Ragıp Hulusî, 1928) isimli eserinde Hammer ’in, Alâeddin Paşa ’yı bir yerde kumandan ve diğer bir yer­ de âlim ve fâdıl bir şahsiyet olarak gösterme­ sindeki tezat dolayısiyle, vâki hayreti de, bu siıretle bertaraf edilmiş oluyor. Şimdi burada hatıra gelen bir nokta var, o da Orhan ’m vakfiycsindeki Pazarlu b. Osman ’ın Alâeddin olup olmadığıdır. Eğer Alâeddin mahlâs ve lâkap ise, Pazarlu isim olur. Fakat bu zayıf bir ihtimâl­ dir; çünkü Alâeddin, kendi vakfiyesinde bile,

'

283

Alâeddin isim veya mahlası ile zikredilmiştir. Oruç ’un yazdığı gibi, Alâeddin ’in Orhan ’ın beylerbeyi olduğu teeyyüt ederse, mesele daha basit bir şekil alır ve daha sonraki beylerbeyilik meselesi ile de bir rabıta teşkil edebilir. Osmanlı devletinin kuruluş zamanında, Çandarlı Kara Halil vezirlik ile beylerbeyiliği bir elde toplayıncaya kadar, bu iki mühim vazife birbirinden ayrı idi. Neşrî, Halil Paşa ’dan bahsederken, „vezir olup, ondan sonra beyler­ beyi oldu“ demekle, her iki işin Halil Paşa uhdesinde olduğunu söylemek istemiştir. A lâ ­ eddin Bey ‘den sonra, Orhan Bey ’in hayatta olan oğullarının büyüğü Süleyman Paşa beyler­ beyi olmuştu; Süleyman ‘ın ölümünden sonra, beylerbeyilik Murad ’a verilip, Rumeli fütuha­ tına memur edilmiş ve az sonra da babasının yerine hükümdar olan Murad Bey, kardeşleri­ nin muhalefetlerini bertaraf ettikten sonra, he­ nüz yetişmiş bir oğlu bulunmaması üzerine, beylerbeyiliği Lala Şahin Paşa ’ya tevcih eyle­ miştir. Bundan evvel osmanlılarda, Osman Bey ailesi haricinde, bir beylerbeyi görülmemektedir. Alâeddin Bey, beylerbeyi iken, diğer Ana­ dolu beylerinin askerlerinden tefrik için, osmanIı - askerlerinin serpuşlarını kırmızıdan beyaza çevirmiş ve Çandarlı Kara Halil ile görüşerek, y a y a teşkilâtı yapmıştır. Sonraları yazılan osmanlı tarihlerinde divan tertibatı ile divan­ da burma sarık giyilmesi ve para bastırılma­ sı da Alâeddin Bey ’e atfediliyorsa da, en eski menbalarda bunları Alâeddin ’in yaptığına dair bir kayıt yoktur. Şimdilik, Alâeddin ‘in bi­ raderi zamanında beylerbeyi olduğunu kabul etmek, ihtiyatsız bir hareket olmaz; hattâ ken­ disinin «333 ( 733) tarihli vakfiyesindeki, am ir kabir mucâhid f i sabil allâh . . . 'avn al-ğuzât oç ) di­ ye yâdedilen bir şato bulunuyordu ki, orta çağ Avrupa kaynaklarında Kandeloros veya Skandeloros şeklinde zikrolunmaktadır. Alâiye şehri, Selçukî devletinin denizcilik sahasında faâl ol­ duğu devirde, bahrî bir üs ve gemi inşaat mer­ kezi olmak bakımından, ehemmiyet kazanmıştı; fakat sonraları inhitata uğrayarak, bir daha kalkınamadı, Filhakika, yalnız Alâiye değil, da-

À L Â iŸ Ë .

:

'.a şimalde bulunan Side ( eski A ntalya) ile !aha cenuptaki Selinus ( Selinti) gibi, bugün ıarâbelerini gördüğümüz bütün şehirler bile, :endilerine hâkim olan gemici ve korsan ka­ dimlerin faaliyeti sırasında inkişaf etmiş ve bu faaliyet sona erince, onlar da sönmüşlerdir; :ira, bu sahil beldelerini iç memleketten ayıran Jağlar dahil ile muvasalayı çok güçleştirdikleri çin, burada geniş hinterlanda sahip ticaret linanları teessüs etmesi imkânsızdı. Bugün bile Alâiye 'yi dahile bağlayan muntazam bir yol /oktur. Karaya alçak bir berzahla bağlı olan Alâiye'nin kayalık çıkıntısı, her ne kadar Ce­ belitarık kayasına benzetilmiş ise de, Alâiye mühim bir deniz yolu üzerinde bulunmadığı çin, müşabehet ancak zavahire inhisar eder. Alâiye 'nin İktisadî faaliyetleri, zarurî olarak, nahallî çerçevenin dışına taşamamıştır. Kayalık /arim adanın büyük bir kısmını işgal eden surar, Selçukî eseri olmakla beraber, bunları inşa ıderken, kadîm Korakesion ‘un sağlam kalmış hıyarlarından da istifade edilmiş olsa gerektir. roSa (1671/1672) de Alâiye'den geçmiş olan .iirk seyyahı Evliya Çelebi, şehrin kalesi hak­ kında, eserine mufassal malûmat kaydetmiştir. Surlar bugün, hemen hemen olduğu gibi, dur­ maktadır ve ayrıca iki dahilî sur mevcut olup, bunlar şehri üç kısma ayırmaktadır; en yüksek­ teki kısım, iç kaleyi teşkil eder. Surlar dahilinde /öze çarpan eserler, deniz kıyısındaki giriş ka­ pısı ve bilhassa liman tarafındaki surların şimal nüntehasında sekiz köşeli yüksek kule (kızıl kule) 'dir. Bu kule Evliya Çelebi tarafından da hayranlıkla zikredilmektedir. Kule beyaz mer­ merden imiş. Evliya Çelebi buna k ı z k u 1 e 'si der. Alâiye ’nin en şâyan-ı dikkat eseri tersane binası olup, üstü kubbeli beş derin gözü ihtiva etmektedir; bu tersane Alâeddin Keykubad I. fevkinde 1229—1236 (626—634) seneleri aratında, inşa edilmişti; gözleri dahilinde gemi inia ve tamir edilir, yahut muhafaza olunurdu, aelçukî hükümdarı kale dahilinde büyük sarnıçfar "ela yaptırmıştı. Şehirde akar su bulunmadığı için, bugün de su ihtiyacı her evde bulunan sarnıçlar ile tatmin olunur. Şehir, sur içinde, dik bir yamaç üzerine, deniz kıyısından itibareji üst üste dizilmiş düz damlı evleri ile, ha­ riçten gayet hoş bir manzara arzeder; sokak­ ları dar ve merdivenlidir. Selçukî eseri olan Hisar camii, osmanlı devrinde tamir görmiiştill'. Ortasında bir avlusu bulunan bedestan, XV.—XVI. asırdan daha kadîm olmayan, güzel bir yapıdır. Evliya Çelebi, kendi zamanında, bu bedestan içinde bulunan dükkânlardan bazılarıpın talebe hücresi olarak, kullanıldığını kay­ deçler.Akşebe Sultan türbesi üzerindeki kita­ hede 628 (12 30 ) tarihi yazılıdır.

iki

A lâ iy e ’de kışlar yağmurlu ve ılık geçer; yaz mevsimi çok sıcak olduğundan, halkın büyük kısmı bu sırada yaylalara çıkar. Geniş limanı, yalnız cenup rüzgârlarından müteessir olur; faaliyeti hemen hemen, civar ormanlardan indi­ rilen odun ve kereste ile bahçelerinde yetiş­ tirilen portakal ve emsali yemişler ihracına inhisar eder. Tarlalarında buğday, mısır, su­ sam, darı v.s. yetiştirilir. Alâiye, Antalya vilâ­ yetine bağlı, bir kaza merkezidir. 1935 nüfus sayımına göre, kasabanın, hepsi de türk olmak üzere, 5112 nüfusu vardır ; 3580 km. -murabba arazisi ve 116 köyü olan kaza dahilinde de 39.855 nüfus yaşamaktadır. B i b l i y o g r a f y a : Alâiye âbideleri hakkında kısa bir tavsif ile beraber, şema ve fotografiler için bk. R. M. Riefstahl, T u r k is h A r c h it e c tu r e in s o u th w e ster n A n a ­ to lia , Cambridge, 1931, s. 53—60 ; Kitabeler için bk. Paul Wittek, a y n . e s r . s. 92—102 ;

bk. bir de Rott, K le in a s . D e n k m ä le r , s. 116; Keil ve Wilhelm, Ö s t e r r e ic h . J a h r e s h ., XVIII, Beibl. 1371 ; Houtsma, A c t e s d u V I. C o n g r . in te r n a tio n a l d e s O rie n ta lis te s, II, kısım 1, s. 381 ; Evliya Çelebi, S e y a h a tn û m e , IX, 294 v.d. ; Ch. Texier, A s ie M in eu re, s. 723 v.d. ; Vital Cuinet, L a T u r q u ie d 'A s ie , I, 867; M. C e­ mal, A n a d o lu , I, 70; Genel nüfus sayımı (1935 ) , nr. 75. (B E S İM D â R K O T.) T a r i h . Anadolu Selçukîleri sultanı ‘Ala* al-Din Keykubad I. 1220 de burayı zaptetmişti. Latin ve greklerin o asırlarda Skandeloros veya sadece Kandeloros tesmiye ettikleri bu kaleyi İbn Bibi de Kalonoros şeklinde kaydeder ve sa­ hibinin adının da Kir Fard olduğunu, fethinden sonra, sultanın lâkabına nisbetle, Alâiye adını aldığını söyler. Aynı müverrih, Anadolu sultan­ larının kış mevsimini çok vakit burada geçirdik­ lerini ve 1230 ( 627 ) da Alâiye dizdarının, hıya­ net ederek, kaleyi Kıbrıs kiralına vermek iste­ diğini, fakat muvaffak olamadığını ve dizdarın cezalandırıldığını söyler ( S e lç u k n û m e , Leyden, 1902, s. 97, 116, 147, 153, 159, 179, 182, 199, 203, 204 ). Alâiye 'nin eski sahibi Kir Fard 'in Kıbrıs kıratlığına mı tâbi olduğu veya Bizans 'tâki la­ tin veya İznik ’takı grek imparatorlarından bi­ rini mi metbû tanıdığı kat’iyetle kestirileme­ mekle beraber, daha ziyade Kıbrıs ‘a tâbi olması lâzım geldiği istidlal olunabilir. Karim al-Din Mahmüd Aksarâyi ( A l- i S e lç u k t a r ih i ) ise, *İzz al-Din Keykävus II. zamanında, uç türklerinin emîri Mehmed Bey ‘in, Antalya ile Alâiye arasında, devlete isyan ettiğini ve gönderilen kuvvetleri bozduğunu, Kılıç Arslan IV. ’ın cülûsn akabinde, bu isyanın bastırıldığını Mehmed Bey ile arkadaşları İlyas ve Salur Bey Terin ve diğer türk reislerinin yakalandık­

A LÂ lY Ë. larım, Alâiye ile Antalya 'ya emin muhafızlar r.asbedildiğini, Giyâş al-Din Keyhusrev 111. za­ manında ise, Antalya ve Alâiye 'den alınmakta olan vergilerin zahmetsizce tahsil edildiğini nak­ leder ( Aksarâyi, Mıı&âmarai al-Ahbâr, yazm., Yeni cami kiitüp., nr. 827, a. 120, 124, 14 1). 1293 te, Kıbrıs kıralı Henri II. 'nin emri ile, Kıbrıs şövalyeleri Alâiye 'ye hücum ettilerse de alamadılar ( G e stes d e s C h y p r o is , s. 261). M ir a t a l- z a m â n kitabına bir zeyl yazmış olan Şams al-Din al-Cazari ( C a v â h ir a l - s u l ö k ), 1293 (692 ) te Karaman-oğlu Mecdeddin Mah­ mud Bey ’in Alâiye 'yi alarak, Mısır sultanı Ma­ lik A şraf Halil namına hutbe okuttuğunu söy­ ler. 1277 (676) de Sevahil emîri Bedreddin Ömer'in aşağı kale camiini yaptırmış olduğunu kitabesinden öğreniyoruz. 1333 ( 73 3 ) te Alâiye ‘ye gelen İbn Batûja, buranın türkmenler ile meskûn olduğunu ve burada Mısır ve İsken­ deriye ve Suriye tüccarlarının ticaret ile meş­ gul olduklarını söyledikten sonra, çok ağaçlık , bir yer olduğundan bahsediyor ve ağaçlarının İskenderiye ve Dimyat ’a ve oralardan da sair Mısır şehirlerine gönderilmekte olduğunu söy­ lüyor. Sultan 'A la ’ al-Din I. ‘in yaptırmış oldu­ ğu kalenin metanetinden bahseden ibn Batü{a, bu şehrin Karaman-oğullarından Yusuf Bey ta­ rafından idare edildiğini ve şehirden 10 mil me­ safedeki sarayında oturan bu bey ile görüştü­ ğünü ve ikramına nail olduğunu söyler ve aynı zamanda şehrin kadısının erzincanlı, CalSl alDin adında, b İT zat olduğunu bildirir ( S e y a h a t nâmc, I, 171, Mısır, 1288). Şihâb al-Din al‘Omari de bu tarihlerde, yani 730—737 sene­ leri arasında, Karaman-oğullarının buraya hâ­ kim olduğunu ve onlar namına Yusuf adındaki zatın burasını idare ettiğini söyler ( M a s â lik a l - a b ş â r , s, 23, nşr. F. Taeschner, Leipzig, 1929 ) . Abu ’l-'Abbâs Kalljaşândi, 1366 (767 ) da A lâi­ ye ’de Fhısam al-Din Mahmüd b. ‘A la’ al-Din adlı bir zatın hükümrân olduğunu ve onun bu sene şevvalinde Mısır sultanına mektup yazdığı­ nı zikreder (.Şubl} a l-A 'ş a , Mısır, 1915, V , 347, VIII, 18). Makrizi, 1427 de Alâiye emîri Kara-, mân b. Savcı b. Şams al-Din adlı zatın mem­ leketini mısırlılara sattığını ve sultan Parsbay ’ın buraya memlûkü ‘A yaş '1 vâli tayin ettiğini söyler (al-Sulük, yazm., 830 sene vek ayii). Bu Karaman ‘ın, aşağıda zikri geçecek olan, Lâtif Bey ‘in kardeşi olduğu şüphesizdir. XV. asrın ilk yarısında Yazıcı-zade Ali Efendi, yazmış olduğu A - li S e lç u k tarihinde, sultan ‘A la’ al-Din Keykubad 1. ’ın Alâiye ’yi, fethin­ den sonra, tamir ettirdiğini zikrederek, sultanın „eğer ve eliyazübillah meşrik tarafından ulu ve kuvvetlü yağı rum memalikine hücum edüp blzüm evlâd ve ahfadımız mukavemet edeme-

yüp hazimet bulacak olursa, bazı bu kaleye ve bazı Sinob ’a iltica kılalar“ dediğini bildirmek­ tedir ki, bu kayıt bize X V . asırda A lâiye bey­ lerinin Selçuk neslinden indiği hakkında bir an‘anenin mevcut olduğunu göstermektedir ( T a ­ r i h - i a l - i S e lç u k , Topkapı sarayı, Revan köş­ kü, nr. 1390 veya 1391). Zaten T ö r i k - i â l - i ‘a ş ­ m a n ’ların bir kısmında da aynı an’aneye rastgelmekteyiz. 136 1 de A ntalya’yı zapteden Kıb­ rıs kıralı Pierre, Alâiye şehrinin beyini de, ci­ vardaki Manavgat beyi ile birlikte, kendine tâbi olmağa mecbur etmişti ( Loredano, H is t. d e s R o is d e C h y p r e , farns. trc. Giblet, I, 392 ). İsmi­ ni bilemediğimiz bu Alâiye beyi, Kıbrıs vak’anüvislerinin Tekke ( Teke-oğlu ) dedikleri, Ha­ mid oğlu Mahmud Bey ’in, Antalya 'yi istirdat için, 1364 te yapmış olduğu muhasaraya ve hücuma iştîrâk etmiştir. Fakat onun, şehri denizden kuşatmak için, gönderdiği gemiler ya­ kılmış ve teşebbüs akamete uğramıştır ( Mâ­ cheras, C h r o n iq u e d e C h y p r e , Paris, 1882, s. 69 v.d. i lorga, P h ilip p e d e M e z ières, Paris, 1896, s. 274 ). Alâiye beyinin bu hareketini affetmeyen Kıbrıs kıralı Pierre, 1366 da bir donanma gön­ dererek, Alâiye ’yi zapta teşebbüs etti. Limanı işgale muvaffak olan kıbrıslıların taarruzu kale önünde kırıldı ve onlar kasabayı tahliye ederek, çekildiler ( Machéras, a y n . e s r ., 94 v.dd. ; lorga, ay n . es r ., 320). İbn Kâzı Şuhba, Zahabi ’nin a lD u v a l a l- is lâ m adlı eserine zeyl olarak, yazdığı büyük vekayinâmede 767 ( 1366 ) vukuatında, ramazan ayında Kıbrıs hükümdarının Alâiye ’ye 22 kadırga gönderdiğini, fakat alâiyelilerin mu­ kavemeti ve Karaman-oğlunun yardıma gelmesi dolayısiyle, kıbrıslıların bozulduğunu ve bir miktarının esir olduğunu ve bu esirlerin surlar üzerine asıldığını, kadırgaların bir kısmının türkler tarafından tahrip edildiğini ve diğerle­ rinin de, perişan bir hâlde, kaçtıklarını söyler. Kıbrıs vekayinâmeleri, 1414 te mısırlıların Kıb­ rıs seferi esnasında, Alâiye beyinin mısırlılar ile birleşmeyerek, bitaraflığını muhafaza etti­ ğini zikrederler (Loredano, a y n . e s r ., II, 152). Makrizi ( a l- S u lü k , 844 = 1440 senesi vekayii ) , sultanın Rodos şövalyeleri üzerine göndermiş olduğu donanmanın Alâiye ’ye geldiğini ve A lâ­ iye emîrinin de, yardım olarak, iki kadırga ver­ diğini ve bu donanmanın Rodos kalesini muha­ saraya gittiğini, fakat hiç bir muvaffakiyet ka­ zanamadığını yazar. 1450 de Alâiye beyi Lûtfi ( veya Lâtif ) Bey ile Kıbrıs kıralı Jean arasın­ da bir dostluk ve ticaret muahedesi aktedildiğini görüyoruz. Dört maddeden ibaret olan bu muahede, Rodos şövalyeleri tarikati üstad-ı âza­ minin kefaleti altına konulmuştu ( De Mas-Lat­ rie, H is i. d e P i l e d e C h y p r e , III, 64 v.dd.). Fakat 1453 te Alâiye beyi, kendi tebeasmdan bazıla-

4I 9

A l İY E — ALAMUT. ' '-•*

---i —

-

-...

--

--

rının kıbrıslılar tarafından fena muamelelere lerde, kurutulmuş ve toz hâline getirilmiş eti­ mâruz kaldığını ileri sürerek, ittifak etmiş nin bir deva olduğu kanaati vardır. Bu hayvana olduğu bazı tiirk beyleri ile birlikte, K ıbrıs'a iyi gözle bakmazlar. Sıçrayarak yürüdüğü için, taarruza hazırlanıldı. Kıbrıs kıralı Jean, kı­ koyun sürülerini ürkütür. Geceleyin keçi ve ratlığın raetbûu olan Mısır sultanına şikâyet koyunları emdiği söylenir. Hakkında bir çok ettiği gibi, Rodos tarikati üstad-ı azanımdan fena efsaneler vardır. da yardım istemişti. Bu. sonuncunun imdat B ib liy og rafy a: Brehm, T ie rle b en , göndermesi, Alâiye beyini teşebbüsünden vaz­ 3. tab., II, 485 v.dd. (H E L L .) geçmeğe ve muahedeyi yenilemeğe mecbur [Bu madde İBRA H İM H A K K I AkYOL tarafın­ etmiştir (Loredano, II, 184 ). Osmanlı tarihçi­ dan tadil ve tashih edilmiştir.] leri Lûtfi Bey 'in Alâiye beyi olan kardeşi ‘A L A M . [ Bk.  L E M .] Karaman Bey ‘i, Karamani-oğlu İbrahim Bey 'in ‘ A L A M . [B k . ALEM .] . teşviki ile, öldürerek, Alâiye 'yi zaptettiğini ve A LA M . [ Bk. a 'l e m .] bunun vefatından sonra da, oğlu Kılıç Arslan A L A M A K . Andromeda burcunun sol aya­ 'm babasının yeı-ine geçtiğini ve sultan Mehmed ğında bulunan (ikinci kadirden) 7 yıldızının II. zamanında, Gedik Ahmed Paşa [ b. bk.] 'nın adıdır. Bu isim arapça 'A n â k a l- a r z „yer keçi­ burayı ondan aldığını naklederler. si“ , yani porsuk (?) kelimesinden müştaktır. B i b l i y o g r a f y a ' . Metinde geçen kay­ Krş. İdeler, U n ier su c h a n g en ü b er d en U rsp r. naklardan başka bk. İsmail Hakkı Uzunçar- u. d . B e d . d e r S te rn n a m e n , s. 126 v.d. şılı, A n a d o lu b e y lik le r i ( İstanbul, 1937), ( M a h l e r .) s. 5 5 - 5 7 . (MükrImIn H a lIl Y i n a n ç .) A L A M B IK [B k. İm b İk .] ‘ A L A Ç . [B k . a la k .] A L A M E D A , İspanyolca: iki tarafına kavak A L A K . ‘A L A Ç ( A.), k a n p ı h t ı s ı ; S ü ­ ağacı dikilmiş y o l , c arap. a l- M a y d a n [ b. rat a l-a lak , X C V I . s u r e n in b a ş l ı ğ ı . bk,]. ‘A L  K A . [B k . ALÂKA.] ‘A L A M G lR . [Bk. ÂLEM GİR]. A L  K A . ‘A L A K A ( A.), gramerde isim ile A L A M U T . ALAMUT, Tahran'dan Kazvin'e fiil arasındaki münasebete ( de Sacy, G r a m ­ giden yolun sağ tarafında, Kazvin 'in şimal-i : m a ir e a r a b e , II, 58Z ) ve mantıkta ise, mefhum­ şarkîsinde, Talakân nehri ile beraber, Şarhüd ların, bilhassa hükümler arasında münasebet ve nehrini teşkil eden Rudhâne-i Alamüt vadisi alâka zarurî olan şartı kaziyelerde, irtibatına üzerinde, dağlar arasında bir sancak ( b ö l ü k ) denir; msl. »güneş doğarsa, gündüz olur“ kazi­ 'tır ki, bugün, Türkân-Fisan, Endic-rud, Atan yesinde olduğu gibi ( D iction . o f tech n . ter m e , ve Bâlâ-rüd isminde, dört nahiyeden ibaret s. 1012 v.dd.). (DEBOER.) bulunmaktadır. Orta çağlarda Rüdbâr ismini A L A K T A G A (moğulca; bir de a la c t a g a , taşıyan bu vadide 50 kadar müstahkem kale a l a k d a g a , a la k d a ğ e n , a l a k d a g a ), a l a c a - t a y . bulunurdu ki (eski fars dilinin Tabaristan şive­ Tavşan gibi kemirici bir hayvan olan alaktaga sinde »kartal yuvası“ demektir), Alamüt kalesi (scirtetes jacutus), yakın akrabası Mısır y a r b u ile Maymun Diz mâruf idiler. Alamüt kalesi, 'una ( haltomys aegipticus ) pek benzer; arka Rüdhâue-i Alamüt'un Talakân nehri ile bir­ ayakları ön ayaklarından 4—5 defa uzun olduğu leştiği yerden iki ve Kazvin 'den sekiz fersah İ£in, bir taraftan da kanguruyu andırır ve onun mesafede, nehrin şimalinde bulunuyordu. Kale gibi sekerek koşar. Avrupa'nın cenub-i şarkî­ 860 ( 2 4 6 )'ta Tabaristan alevîlerinin reisi alsinde, Tuna ile Don nehri ve Kırım arasındaki Dâ‘ i Haşan b. Zayd tarafından bina olunmuş steplerde yaşar; fakat hakikî vatanı Asya 'dır ve 1090 (483) da Haşan Şabbâhı ’m eline ge­ (Y ayık ile Irtış arasında ve İdil kenarlarında; çerek, 1256 da Hulagu tarafından zapt ve tah­ Moğulistan 'da 52° şimal arzına kadar). Bir s in ­ ribine kadar, 171 yıl Batmîlerin merkez kalesi : c a p büyüklüğünde olan bu hayvanın başı, t a v ­ olmuştur. Aynı zamanda onların mezhep ve ş a n başına benzer. Yayık nehri civarında otu­ ilim merkezi idi. Hulagu, kaleyi zaptedince, ranlar ona t o ş k a n ç ık ( „tavşancık“ ) derler; rus- içerisindeki zengin kütüphaneyi de ele geçirmiş 1ar »yer tavşanı“ , moğullar a l a k d a g a , kalmuklar ve bunu veziri müverrih Ata Cuvayni ‘ye tes­ m o r in j a l m a („seker-at“ ) adını verirler. Kuy­ lim etmişti. Cuvayni kitaplardan, kendi fikrince, ruğu, fare kuyruğuna benzer; vücudu 19 cm., faydalılarını, bilhassa hey‘ete ait olanlarını ayı­ kuyruğu 27 cm., kulakları tazı kulağı kadar rıp aldıktan sonra, Ismailî, yani Batınî mezhebi­ uzun; sırtı kumral, yanları ve budları daha açık, ne ait olan tekmil eserleri yakmıştır ( d’ Ohsson, karnı ve ayakları beyaz olup, başından kuyru­ H ie t o ir e d e s M o n g lo s, III2 , 198). Safevîle’ za­ ğuna kadar beyaz bir şerit uzanır. Step halkın­ manında Alamüt; bir daha ihya edilerek, hapis­ ca alaktaganın eti çok makbul olduğundan, mo­ hane şekline sokulmuş idi ( Chardin, V oy a g es, gul çocukları hayvanın peşindedir. Bir çok yer­ II, 267). Çok yüksek bir kaya üzerine kâin İslim Ansiklopedisi

ALAMUÍ - ALAŞEHİR. olan kale bugün harabe halindedir; yanında, kalenin ismini taşıyan, bir kasaba bulunmakta­ dır ( bk. Cuvayni, Cihân-kuşâ, Muhammed Kazvirii 'nin haşiyeleri, IİI, 261, 387—390, 430— 4 31). _ (A . Z e k î V e l í d í T o g a n . ) A L A N . [ B k . a l l a n .] A L A N Y A . [ B k . A LÂ İYE.] A L A R C O S ( tam ismi ile : N u e s t r a S e ñ o r a yahut S a n t a M a r i a d e A l a r c o s ), Ciudad Reai ’den bir İspanyol fersahı {legua = 6,687 km.), garpta, bir tepe üzerinde ziyaretgâh bir kilise ( santuario, ermita ) 'dir. Bu kilise 19 temmuz 1195 te Y a’lçüb idaresindeki Muvahhidlerin, Ras­ tilla hükümdarı Alphonse V I I I . 'a karşı, ihraz et­ tikleri büyük zafer üzerine yıktıkları eski şehrin yerinde idi. Bütün tarihî haritalarda, yanlışlıkla daha uzakta, Sierra Morena 'da gösterilen bu şehrin arapça ismi al-Ark ve al-Arkuh idi. Mu­ harebe meydanına İbn al-A şir (trc. Fagnan, s. 611) Marc al-hadid, 'Abd al-Vâhid al-Marrâkuşi ( s. Z 0 5 ) ise, Fahş al-cadid adını vermek­ tedir. — Krş. Madoz, Diccionario geogrâfico-esta dis tico-histórico, bk. md. ; Seybold, Die geogr. Lage von Zallâka-Sacralias ( 1086 ) und Alarcos ( 1195) ( Revue Hispanique, X V , 1906 ). { C . F . S e y b o l d .)

A L A R IF E , İspanyolca : inşa işleri müfettişi, < arap. al-‘a r if ( „mutahassıs“ , sonra bilhassa: „mimar" ). A L A Ş E H İR . (Ala-şahr, eski çağlarda: PlıiIadelpheia) Anadolu ’nun Ege bölgesinde, Mani­ sa vilâyetinin bir kaza merkezi olan bu küçük şehir, Gediz ırmağına dökülen Alaşehir suyunun ( yahut Kuzu çayı = eski çağ. Rogamos ) geçtiği geniş ova kenarında, eskilerin Tmolus dedikleri İzmir Boz dağlarının şimal yüzündeki ilk tepe­ lerin eteğindedir. Alaşehir, İzmir — Afyonkarahisar demiryolunun Gediz ovası üzerinde bulunan son mühim istasyonudur ( yükseldiği 190 m.). Bu şehir milâttan evvel ikinci asırda, Ber­ gama kıralı Attalos I. Philadelphos tarafından kurulmuştur. Zengin Gediz ( Hermos ) vâdisinin şark ucunu bekleyen kalesi, Anadolu içinden gelip Gediz ve büyük Menderes vâdilerine inen yollara hâkim vaziyette bulunuyordu. Bununla beraber, öteden beri kesif bir nüfusun yaşadığı bu münbit ovada, kadîm şehir kurulmadan ev­ vel, yine az çok mühim bir merkezin mevcut bulunmuş olması çok muhtemeldir. Philadepheia ’dan bahseden Strabon ( X I I , 529 ve X I I I , 628), bu mevkiin sık sık vukua gelen şiddetli zelze­ lelere mâruz bulunduğunu söyler. Kadîm devre ait hisarın izlerine şimdiki şehirden 50 metre kadar yüksekte bulunan bir tepe üzerinde, yığın­ lar hâlinde rastlanıyor. Bizans devrine ait sur­ lar, zamanın tahrip edici tesirlerine mukavemet ederek, bugüne kadar, bazı kuleleri ile bera­

ber, baki kalmışlardır. 1391 ( 794 ) de Yıldırım Bayezid'e dehalet etmiş olan imparator Yuanis ile oğlu Manuel, kaleyi kendi askerleri ile mu­ hasara ve zaptederek, osmanlı hükümdarına takdim ettiler. 1402 de Timur tarafından istilâ edilen ve sonra Cüneyd Bey ’in eline geçen kale Murad II. zamanında, kat’î olarak, osmanlı hâ­ kimiyeti altına girmiş ve 1919 yılma kadar, dört buçuk asırdan fazla müddet, sükûn içinde yaşa­ mıştır. XVIII. ve XIX. asır seyyahları Alaşehir ’i damı kiremit Örtülü, üzeri kireçle badana edil­ miş kerpiç veya ahşap evleri ve yirmi kadar ca­ minin ağaçlıklar arasından yükselen beyaz mi­ nareleri ile, sevimli ve canlı bir şark beldesi olarak, tasvir ederler. Şehrin ziraat ve ticaretle meşgul eşrafına ait evleri, dışardan pek göste­ rişli olmamakla beraber, itina ile döşenmiş idi. Beldenin dış görünüşüne hâkim olan renkler, buraya Alaşehir adının verilmesini muhik gös­ terdiği hâlde, bazı garp müellifleri, A la kelime­ sini Allah ile karıştırarak, şehrin ismini yanlış tercüme etmişlerdir. Alaşehir ’in 1914 harbinden evvelki nüfusuna dair elimizde sarih malûmat yoktur. Ch. Texier, XVIII. asır ortalarına doğ­ ru, 7—8.000 kadar tahmin edilmiş olan nüfusun, bir asır sonra, pek değişmemiş olduğunu kayd­ eder; V. Cuinet'nin resmî kaynaklardan isti­ fade ederek, 1890 tarihine doğru Alaşehir ’de 11.000 nüfus bulunduğunu ve bunun 17.000 'i müslüman ve 4.000 den fazlasının da rum oldu­ ğunu yazar. Baedeker tarafından { 1914 ) kayd­ edilen miktar çok mübalâğalıdır ( 5.000 rum olmak üzere, 35.000). 1919 senesi mayısında, İzmir ’e çıkan yunan kuvvetleri Alaşehir 'i iş-, gal ettiler. Burası üç sene yunan işgali altında kaldıktan sonra 1922 senesi eylülünün ilk gün­ lerinde, türk ordusu tarafından, istirdad edildi; fakat yunan kuvvetleri yerli rumla’r ile bera­ ber çekilirken, şehrin büyük bir kısmı da ya­ kılmış bulunuyordu. Son senelerde Alaşehir ’in yeniden kalkındığı ve haricî manzarasının, ek­ serisi beton ve tuğladan olan yeni inşaat ile, değişmekte olduğu görülüyor. 1935 sayımında Alaşehir ’in nüfusu 8.375 idi ve şehir ile bera­ ber, kazanın 1.310 km1, arazisi üzerinde bulu­ nan 81 köyde yaşayan nüfus 40.163 ’e var­ makta idi. Bu nüfusun hemen hepsi türktür. Alaşehir ovasının münbit toprakları üzerinde buğday, arpa, mısır, darı, tütün, pamuk, susam ve şeker pancarı yetiştirildiği gibi, bağlarından çekirdeksiz üzüm istihsâl olunmaktadır. Kırla­ rında meyan kökü yetişir. Yamaçlardan, koyun beslemek hususunda, istifade olunur. Mahallî san atlar arasında halıcılık, dokumacılık ( tez­ gâh iş i) ve dericilik kayıt edilebilir. B i b l i y o g r a f y a : Ch. Texieı-, Asie Mineure, s. 269 v.dd.; A. Philippson, Reisen

A L A Ş E H İR . und Forschungen im vıestlichen Kleinasien, IV , 31 v.d. ; Vital Cuinet, La Turquie d 'Asie, III, 571 v.d. ; F. Sarre, Reise in Kleinasien, ■ s. 4 v.d. ; W. J. Hamilton, Researclıes in A sia M inör. . . , II, 3 7 5 ; M. Th. Houtsma, Recueil de textes relai. à l ’hisi, des Seldjoucides, III, 8 0 ; Cl. Huart, Epigraphie arabe de l 'A sie Mineure, 3. 6 1; Ş. Sami, Ifamüs ala'lâm, I, 280 ; Genel nüfus sağımı (1 9 3 5 ), XC, 75. (B esIm D a r k o t .) T a r i h . Gerelc eski (ağda ve gerekse Bizans imparatorluğu devrinde pek ehemmiyetli bir Anadolu şehri olan Philadelpheia, VII. asırdan X. asır ortalarına kadar devam eden İslâm ga­ zalarında; bazı defa mücahitlerin taarruzuna uğramakla beraber, fetih ve tahrip yüzü gör­ memişti. XI, asrın ikinci yarısında Selçuk-oğuliarının Anadolu 'yu açışları vo türkmenlerin : oraya yerleşmeleri esnasında, Anadolu fatihi Süleyman Şah b. Kutulmuş tarafından, 1075 yahut 1076 sehelerinde, diğer Firikya şehirleri ile birliktej fethedilmişti. Birinci haçlı seferlerinde büyük Baronlar ordusuuun sultan Kılıç Arslan I. üzerine kazan­ dığı muvaffakiyeti fırsat addeden Bizans impa­ ratoru Alexis Komnen, imparatorluğunun aske­ rî erkânından Yuanis D ucas’1 Eğe adalarının : ve garbî Ahodolu nun istirdadına memur ettiği : esnada, Philadelpheia da 1098 de, İzmir başta olmak üzere, diğer şehirlerin birbirini müteakip zaptından sonra, bu Bizans kumandanı tarafın­ dan alınmıştı. Bundan sonraki senelerde Ana­ : dolu'ÿà; gelen haçlı ordularını perişan eden Anadolu sultanının garbî Anadolu 'yu Bizans 'tan geri aldığını, bu sultanın 1107 de ölümün­ den; sonra, Bizans imparatorunun, Eumathius Philocale’yi buraları tekrar zapta memur etme­ sinden anlıyoruz. 1109 da bu kumandan, Ana­ dolu sultanı Şehinşah b. Kılıç A rslan'm ata­ beği/Hâşân'in, garbî Anadolu’yu geri almak için, yaptığı harekât esnasında, bu şehre kapan­ mış ve müdafaa etmişti. Bu tarihten sonra Bi­ zans eline geçen ve garbî Anadolu ’nun en müs­ tahkem şehri hâline getirilen Philadelpheia, Bi­ zans’ın Anadolu türklerine karşı en mühim mü­ dâfâa merkezi olduğu gibi, Bizans imparatorlaribın türkler aleyhine yaptıkları seferlerin çoğıinda hareket üssü olmuştur. 1112 de buranın kumandanı Constantin Gabras, Şehinşah 'ın garbî Anadolu 'ya yaptığı bir taarruzu durdurma­ ğa muvaffak olmuştu. 1113 te imparator A le­ xis ile sultanın hudut kumandanı Emîr Mehmed arasında vuku bulan muharebede imparatoru ^Philâdelpheia’da görmekteyiz. Sultan Mes'ud I. : ’un saltanatı zamanında, imparator Yuanis Komnen ’in lürklere karşı 1119 da vuku bulan sefe­ ri esnasında, yine bu şehri karargâh ittihaz et­

i 9x

tiğini ve sultanın uç, yani serhat, kumandanı olan Alpkara ya karşı harp eylediğini biliyoruz. XII. asrın Bizans vak’anüvislerinden Nicetas Choniates ve ondan naklen Deguines ’in ( His. Gen. des Huns, III, 3$ ) 1120 de Bizans impara­ torunun bu şehri türklerden aldığını zikretmiş olmasına nazaran, bundan bir az evvel türklerin burayı bir daha fethetmiş olmaları lâzım gelir. İmparator Yuanis ‘in halefi olan Manuel 'in, türklere karşı yaptığı muhtelif seferlerde, burayı hareket üssü yaptığını ve buna mukabil sultan Mes’ud I. ile halefi Kılıç Arslan II. zamanların­ da, Bizans ile hemen her sene yapılmakta olan muharebelerde, Philadelpheia nın daima taar­ ruzlara uğradığını ve havâiisinin yağma ve tah rip edildiğini görmekteyiz. 1176 da sultan Kılıç Arslan ‘a karşı yaptığı muharebede büyük bir hezimete uğrayan imparator Manuel buraya kaçmış ve, aldığı yaraları tedavi ettirmek için, bir müddet burada kalmıştır. 1182 de burada Bizans vâlisi olan Yuanis Vatas, İstanbul ‘da imparator namına idare-i hükümete tegallüp eden Andronik Komnen 'e karşı muhalefet ve isyan edince, burası Bizans ‘ın dahilî harp şah­ nesi oldu. Âsînin ölümünden sonra, oğulları sultana iltica ettiler. Issak l’Ange ( Angelus ) ’ın imparatorluğu zamanında, bu şehir halkın­ dan Théodore Mankaphas burada müstakil bir hükümet teşkiline teşebbüs etti ; üzerine gelen imparatora karşı, şehirde uzun müddet müda­ faada bulundu ve nihayet imparator ile barıştı ( 1 1 89) . Fakat bir az sonra, Andolu sultanı Kılıç Arslan II. 'm memleketinin birer kısmına vâli tayin ettiği on bir şehzadesinden biri olup, Uluborlu’da ikametle Bizans hududunu muhafaza etmekte olan Giyâş al-Din Kayhusrav ‘e iltica ederek, ondan gönüllü akıncı topla­ mak müsaadesini aldı ve bu akıncılar ile Lidya, Frikya ve Karya mmtakalarını yağma ve tahrip etti ; fakat bir müddet sonra imparator, ağır bir meblağ mukabilinde, onun şehzade tarafın­ dan kendine teslimini temin ederek, bu gaileye nihayet verdi. Nisan 1190 da üçüncü haçlı or­ dusu, başında alman imparatoru Fredrik Bar­ baros olduğu hâlde, Philadelpheia 'ya uğramış ve henüz yetişmemiş olan mezruatı tahribe ko­ yulmuştu. Şehir halkı huruç hareketi yaparak, bunlara taarruz ettilerse de, mağlüp olarak, surların içine çekildiler. Maiyetinin tavsiyelerine rağmen, Fredrik, hıristiyanlığın türklere karşı ileri karakolu olan bu şehri zapt ve tahrip etmiyeceğini söyleyerek, oradan ordusu ile yürü­ yüşüne devam etmişti. 1204 te latinlerin İstanbul 'u zaptı ve orada latin imparatorluğunun tesisi ve rum imparator­ luğunun arazi ve meratibinin taksimi esnasında, Bizans rüesa ve zadegânmdan her biri impara

A L A Ş E H İR . torluğun bir tarafına giderek, orada tagallüp etmişlerdi. Bu arada Moro ( „alık“ ) Theodor denilen bir mütegallibe de bu şehri zaptetti ise de, Tznık 'i zapt ve kendisini imparator ilân ile, garbî Anadolu 'daki Bizans ülkesinin ekserisini idaresi altında toplamağa muvaffak olan Theo­ dor Laskaris tarafından, tard ve ihraç edildi. İbn Bibi ( Târih-i âl-i Selçuk, nşr, Houtsnıâ, Leyden, 1902, s. 37) bu Theodor Laskaris ile sultan Giyâş al-Din Kayhusrav I. arasında, 1210 da vukua gelen ve sultanın şehadeti ile neticelenen muharebenin bu şehir civarında cereyan ettiğini söyler ve bu şehrin adını A la­ şehir diye tesmiye ve rum ülkesinin azametli şehirlerinden olmak üzere, zikreder. Sultan G i­ y iş al-Dın 'in şehadetini intaç eden bu muhare­ be, vukuata şahit olan Bizans müelliflerinin kaydına göre, Alaşehir önünde değil, Menderes nehri üzerinde bulunup, bugün harap olan An­ takya şehri önünde vukua gelmiştir. İbn Bibi 'nin Philadelpheia 'ya daha o zamandan Alaşehir adını vermesi, bu mevziin XIII. ve hattâ XII. asır başından beri türkler arasında, bu isimle mâruf olduğunu gösterir. Belki de türkler, Ana­ dolu şehirlerinin bir çoğu gibi, XI. asırdaki ilk fetihleri esnasında buna da türkçe ad vermiş­ lerdir. Yoksa, XV . asır sonunda yazılmış bazı anonim A l-i 'osmân tarihlerinin söyledikleri gibi, osmanlı fethinden sonra bu adı almış de­ ğildir. . 1255 te İznik imparatoru Laskaris II. 'in Ana­ dolu sultanı Tzz al-Din Kaykâvus II. ile evvel­ ce mevcut olan ittifak muahedesini bu şehirde tecdit ettiğini görüyoruz. Selçukî saltanatının son günlerinde, Kütahya valisi ve Bizans hududunun en kuvvetli türk beylerinden biri olan Germiyanlı ulusu reisi A li Şir-oğlu Yakub I. 1309 da Alaşehir 'i şid­ detli bir muhasara altına almış ve şehri açlığa mahkûm etmişti. Fakat Bizans imparatoru And­ ronik II. Paleologos ‘un hizmetine çıkardığı Katalanlar Anadolu *ya çıkmışlar ve Alaşehir ‘in imdadına koşmuşlardı. Yakub Bey bunları kar­ şıladı ise de, mağlûp olarak, çekildi; Katalanlar şehre girdiler ve bir müddet sonra, yağmagerliğe başladılar ve daha sonra, başka taraflarda harbetmek üzere, buradan gittiler. Katalanların Anadolu ‘dan çekilmesinden sonra, 1307 de Germiyan-oğlu Yakub I. ’un gaza arkadaşlarından Mubâriz al-Din Umur b. Savcı bu şehri tekrar muhasara altına aldı ve nihayet şehri haraçgüzar olmağa mecbur etti. Bu bey, Alaşehir 'den alınan cizye ile, Kütahya 'da 714 te bir medrese yaptırmıştı ( İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Kütahya şehri, İstanbul, 1932, s. 72 ). 1324 te Alaşehir tekrar türkler, yani Germiyanlılar, tarafından muhasara edildi ise de, imparator Andronik II.

'in g ö n d e r d iğ i A l e x i s

P h ila n t h r o p e n t a r a f ın d a n

D ü s tu r n â m e -i E n v e r î 'd e ( n ş r .

k u r ta r ılm ış tır .

1328, s . 38

M ü k rim in H a l i l , İ s t a n b u l ,

1335

o ğ lu U m u r B e y 'in e d e r e k , te s l i m

v .d .) A y d ı n -

t e A l a ş e h i r 'i m u h a s a r a

a l d ı ğ ı v e ş e h r in m a l v e s e r v e t i n i

a h z i l e , iç in e m u h a fız a s k e r b ı r a k t ı ğ ı u z u n u z a ­ d ıy a y a z ı l m ı ş t ı r .

E s a s e n b u m ü e llif

r ı n A l a ş e h i r ‘i

a lm a la r ın d a n

fe tih

A y d ın -o ğ lu n a

ş e r e fin i

o s m a n l ı la ­

h iç b a h s e tm e z v e b ır a k ır .

H â lb u k i

b u z a m a n d a y a ş a y a n ik i B i z a n s m ü v e r r ih i, y a n i o e s n a d a i m p a r a t o r lu ğ u n b ü y ü k d o m e s t iğ i o la n , C a n ta c u z è n e ile

G reg o ra s,

le m e z le r . C a n ta c u z è n e lâ fta

b u lu n d u ğ u

b ö y le b ir ş e y s ö y ­

Um ur

B e y 'i h â l - i i h t i ­

a la ş e h ir lile r

ile b a r ı ş t ı r d ı ğ ı n ı

s ö y l e r . G r e g o r a s i s e , C a n t a c u z è n e 'in U m u r B e y ile o la n d o s tlu ğ u s a y e s in d e , b u ş e h r in t ü r k l e r i n t a a r r u z u n d a n m a s u n k a ld ığ ın ı tü r k le r e

h a ra çg ü z a r

o la n ,

v e ş im d iy e k a d a r

bu

şeh ri

v e r g id e n

a f f e t t i r m i ş o ld u ğ u n u s ö y l e r . A y d ı n - o ğ u l l a r ı n m h im a y e s in e g i r m e k s a y e s i n ­ d e , h e m e n b ü tü n A n a d o lu 'd a tü 'r k k u r tu lm u ş o s m a n lı

1391

yegâne

ş e h i r o la n

p a d iş a h ı Y ıl d ır ım

i s t i l â s ın d a n

b u r a s ı,

B a y e z id

n ih a y e t

t a r a f ın d a n

d e f e t h e d i l m i ş t i r . A h m e d î 'd e n b a ş l a y a r a k ,

b ü tü n

o s m a n lı

t a r ih ç ile r i,

bu

fe th i

Y ıld ır ım

B a y e z id 'e a t f e t t i k l e r i g i b i , C h a lc o n d y le , D u c a s v e P h r a n t z e s g i b i , b u d e v r in B i z a n s i m p a r a t o r ­ lu ğ u

v e k a y iin i

aynı

şeyi

yazan

XV,

s ö y le rle r .

f e t h i M u ra d I . z a m a n ın a v e g eri

g ö t ü r m e le r i ,

a s ır

G a rp

m ü e l l i f le r i d e

m ü e l l i f le r i n i n

1379

bu

s e n e s in e k a d a r

h iç b ir e s a s a

ı's tin a d

etm e­

m e k t e d ir . İ lk v e o r t a

çağd a

ş e h ir

o la n

bu

ü lk e s i

a r a s ın d a

çok

b ü y ü k v e m ü h im

m e v z iin ,

b ir

m ah su r

a s ır

k ad ar,

b ir v a z iy e tte

b ir tü rk

k a lm a s ı,

b i z z a t ş e h r in a r a d a s ır a d a m ü lh a k a tın ın d a h e ­ m e n l ie r v a k it a k ın l a r a v e t e c a v ü z l e r e u ğ r a m a s ı ve

c iv a r ın d a

te şe k k ü l

b ü y ü m e s i, b u r a n ın

ed en

tü rk

ş e h i r le r i n i n

is tih s â l v e t i c a r e t

b a k ı m ın ­

d a n k ıy m e t in i d ü ş ü r m ş tü . A h a l i s i d a ğ ılm a ğ a y ü z tu ta n ş e h ir ,

fe th in d e n

s o n r a , b ir v ilâ y e t m e r­

k e z i o lm a k ş ö y le d u r s u n , b i r liv a m e r k e z i b i l e o la m a m ış v e a n c a k K â tib

637 ),

b ir

kaza

( Cihânnumâ,

Ç e le b i

o la r a k İs ta n b u l,

k a lm ış tı.

1145, s.

b u k a s a b a h a k k ın d a h i ç i z a h a t v e r m e y e ­

r e k , A y d ın liv a s ı k a z a la r ın d a n b i r i o ld u ğ u n u v e s u r i l e ç e v r ilm iş b u lu n d u ğ u n u s ö y l e r .

1671

d e A l a ş e h i r ‘e u ğ r a y a n v e u z u n u z a d ıy a

bu k asabad an

bah sed en

E v liy a

Ç e le b i , y a n l ış

o la r a k b u r a n ın A y d ı n - o ğ l u s u l t a n Y a k u b z a m a ­ n ın d a U lu b a ş B e y e li ile a ç ı l d ığ ı n ı v e b i l â h a r e Y ıl d ır ım

B a y e z id

t a r a f ın d a n

z a p te d ild iğ in i

ve

h ü k ü m d a rın v a k f ı o ld u ğ u n u s ö y l e r . Ş e h i r v e e t ­ r a f ı h a k k ın d a ç o k g ü z e l t a s v i r l e r y a p a n E v l i y a Ç e le b i,

A y d ın

s a b a n ın

300

s a n c a ğ ın a

a k ç e lik

d a y e ri v e y e n iç e ri

b ir

m e r b u t o la n btt k a ­ kaza

serd a rı

o lu p ,

k e t h ü ­

m evcu t

o ld u ğ -’r - j

ALAŞEHİR - ALAY. zikir ve : bundan sonra beş kapılı surundan bahseder. Daha sonra şehrin, irili ufaklı, 24 camii bulunduğunu söyleyerek, bunların bazıla­ rını zikir ve bu arada Yıldırım Bayezid eamiini medih ve tavsif èder. Evliya Çelebi, bundan maada, şehrin, medrese, mektep, han, hamam gibi, mebanî ve müessesatından bir az da iletisadî hayatından bahseyler ( S e y a k a tn â m e , İs­ tanbul, 1835, IX, 53 v.d. ). Türk müverrihleri de Yıldırım Bayezid'in A laşehir'i aldıktan sonra, orada cami, medrese, hamam ve bazı diğer bina yaptırdığını ve bu beldenin hâsılatının bir kısmının mezkûr hayrata sarfedildiğini ve fazlasının sultanın Bursa 'daki hayratının ve ima­ retlerinin masarifine tahsis olunduğunu yazarlar. : : B i b l i y o g r a f y a : Makale metninde : zikriv geçen : eserlerden başka bk. Lebeau, H is t o ir e d u B a s - e m p ir e (Paris 1833—1836), XV , 357 v.d., 426 v.d, 442 v.d., 446; XVI, 6 v.d., 184, 285,331 v.d., 41a v.d.; XVII, 253; XVIII, 3 ; XIX, 42 v.d., 76, 316 ; XX, 460 v.d.; D eM uralt, C k r o . B y z a n tin e , II; Chalandon, A le x is I . C o m n in e (Paris, 1900), s. 12, 197, 255, 265 ; ayn. mil., J e a n I I . C o m n è n e e t M a­ n u el C o m n è n e (Paris, 1912 ), s. 37, 217, 305 v.d., 460, 501, 513 ; Moncada, E x p é d itio n d es C a ta la n s ( frans. trc. de Champfeu, Paris, 1828 ), s. 73—84; Chalcondyle, C h r o n . B y ­ : t o n tin e ( frans trc. De Vigenere Bourbonnois, Paris, 1612 ), s. 63; Miehaud, H ¡s t. d es C r o i­ s a d e s ( Paris, 1865 ), II, 8 1; Âşık Paşa-zade, T â r i k (İstanbul, 133* )> s. 56, 64 v.d.; Hoca Sadeddin, T ö c a l- ta v ö r ih ( İstanbul, 1279 ), I, 127 ; Mükrimin Halil, D ü stu rn â m e-i E n v e rİ (İstanbul, 1929), medhal, s. 36, v.d.; İsmail :■■■ Hakkı Uzunçarşılı, A n a d o lu B e y l ik l e r i ( An­ kara, 1937 ), s. to, 28, 107 v.d. ; v. Hammer, D e v le t-i O sm aniye ta rih i ( türk. trc. Mehmed A ta, İstanbul, 1329), I, 262, ( M ü k r I m In H a l Il Y i n a n ç .)

A L Â T . [ Bk. â la .] A L A T A V . [ Bk. ALADAĞ.] Â L A T Ï. [ Bk. ÀI.ÀTÎ.] Â L Â T Î. A LA T İ ( A. ; â lâ t kelimesinden ge­ lir ), cem'i â l â t i y a 'dir, saz çalmağı veya teganniyi san’at edinen musikişinas. Mısır da muganniyelere 'â lim a ( aimée ) denir. Krş. Lane, M a n n ers a n d c u sto m s (1842), 1, 285; II, 7 1 ; alm. trc. Zenker, II, 189. A L Â Ü D D E V L E . [Bk. d u ş m a n z î y â r .] A L A Y , türkçede kalabalık bir zümreye, bir cemaate ve, osmanlı saltanatı devrindeki resmî İstılaha göre, asker* ve mülkî merasimin tertip ve nizamına, tabur ile liva arasındaki askerî bir kıt’aya alem olmuştur. Evveline ve sonuna eklemeler yapılmak suretiyle, bir hayli şekil ye mçdlûllcri vardır,

*93

A la y - ı h u m ay u n , osmanlı padişahı sefere gi­ derken veya seferden avdet ederken yahut se­ fere giden ve seferden avdet eden orduyu teş­ yi ve istikbal ederken, saraydan Davudpaşa 'ya kadar tertip edilen alay. M ev lu t a la y ı , mevlid-i nebevî münasebeti ile, rebiülevvel ayının 12. günü padişahın, mevlut dinlemek üzere, merasimle evvelce Sultanahmed camiine ve sonraları diğer camilere gitmesi ve yine aynı merasimle saraya avdetinde yapılan alay. V â ld e a la y ı, tahta yeni çıkan osmanlı hü­ kümdarının eski saraydaki ( Üniversitenin bu­ lunduğu yerde) vâldesini yeni saraya, yani Topkapı sarayına, getirtmesi münasebeti ile, yapı­ lan alay. S iir r e a la y ı, Mekke ve Medine ahalisine os­ manlı hükümeti tarafından gönderilen para dolayısiyle, saray avlusunda yapılan merasim. Üzerinde sürre bulunan devenin hükümdarın huzurunda dolaştırılması usûldendi. K d ı ç a la y ı, tahta çıkan yeni hükümdarın cülusundan bir müddet sonra, hazan deniz yolu ile gidip karadan ve bazan karadan gidip deniz­ den dönmek suretiyle, kılıç kuşanmak için, Eyyüb 'de, Hâlid b. Zayd Abu Ayyüb al-Anşâri türbesine yapılan alay. B a y r a m a la y la r ı, ramazan ve kurban bay­ ramlarının birinci günleri osmanh padişahının, bayram namazını kılmak üzere, camiye gidip gelmesi merasimi. Gidilecek camii hükümdarın kendisi intihap ederdi. A la y k a n u n u , alay-ı hümayunlarda, sefer­ lerde hükümdar huzuru ile yapılan büyük geçit resimlerinde, hükümetçe tesbit edilmiş olan diğer merasim ve alaylarda, vezir, ulema, dev­ let ricali, ocak erkânı v.s. 'nin tertip ve kıya­ fetlerine dair, mer'î olan kanun. A la y b ey i, her hangi bir eyalet veya vilâyet­ teki tımarlı sipahilerden bir kısmının büyük âmiri. Terfi ederlerse, sancak beyi olurlardı. Her eyalette, o eyaletin büyüklüğüne küçüklü­ ğüne göre, müteaddit alay beyleri vardı. Bir de yakın zamanlara kadar kullanılan ta­ birlerden olup, vilâyet zaptiye alay kuman­ danı demekti. A l a y ça v u şu , iki mânaya gelir: 1. hükümda­ rın bir yere gidişinde, önünden gidip yol açan divan-ı humayun çavuşları; 2. orduda emir ve kumandadan askeri haberdar eden çavuşlar. Bunlar, tellâl gibi, yüksek ses ile bağırarak, verilen emirleri tebliğ ederlerdi. A la y lı, mektepli olmayıp, kıt’ada seferlikten yetişen ve bazan okuma yazması bile olmayan zabit. Bu tabir, son bir asırlık tabirlerdendir. A la y k ö ş k ü , osmanlı hükümdarının, gerek I ordu alayını ve gerek diğer alayları seyretmek

294

ALAY - ALBARRACIN.

için, yaptırdıkları köşk, iptida XVI. asır son­ larında ( Murad III. zamanı ) yapılan bu köşk, Topkapı sarayının Soğuk-çeşme tarafındaki köşesindedir ; XIX. asırda tamir edilmiştir. A la y b a ğ l a m a k , iki mânası vardır; ı. ordunun düşman karşısında, harekete geçmek üzere, emir ve kumandaya intizar etmesi ; 2. merasimde ala­ yın tamamen tertip ve tanzim edilmiş olması. A l a y g ö s t e r m e k , hükümdarın veya serdar-ı ekrem ve seraskerin önünden geçmek suretiyle, teftiş ve muayeneye tâbi tutulmak. Kelimenin, devlet merasimi ile alâkadar olan bu şekillerinden başka, g e lin a la y ı, sü n n et a l a ­ y ı, m e k t e p veya â m in a la y ı gibi, örf ile alâ­ kalı şekilleri de vardır ( bk. zeyl }. B i b l i y o g r a f y a : İsmail Hakkı Uzunçarşılı, O s m a n lı d e v le t i t e ş k ilâ t ı (basılmak­ tadır ) ; ayn. mil., T e ş r ifa t m e c m u a la r ı v e k a n u n la r ı ; ayn. mil. O s m a n lı k a n u n n â m e le r i. ( İ sma İl H a k k i Uzunçarşili .) [Fuad Köprülü ( B iz a n s m ü e s s e s e le r in in o s ­ m a n lı m ü e s s e s e le r in e t e ’s ir i, Türk hukuku tari­ hine dair tetkikler I, İstanbul, 1931, s. 277 ) 'ye göre ; Bizans ’tn osmanlılara tesirini gös­ termek için, daima zikrolunan iki delil, a l a y ve e f e n d i kelimeleridir. Bizans 'm osmanlılarla değil, hattâ daha Selçukîlerle temasından çok evvel, Bizans ’ta mevcut olan a la g io n kelimesi, iptida seferde imparatorun maiyetindeki askere verilen bir isim olarak, malûmdu. XIII. asırda ise, ordunun bir cüz-i tamına bu isim verildiği görülüyor ( bk. Ernest Stein, U n tersu ch , z u r S p a t b y z a n t . V e r fa s s . u. W ir ts c h a fta g e s c h ic h t e , MOG, ¡ 1, i —2, s. 49 ). Bu itibarla Ernest Stein

in türkçedeki a l a y kelimesini bundan alınmış addetmesi pek doğrudur. A la y kelimesi, osmanlı tesiri altında, XVII. asırda rus sarayında da kullanılmıştır ( bk. Dimitrijev, L e s é lé m e n t s d e le x iq u e tu rc d a n s la n o m e n c la t u r e d e s f a u c o n s

du tzar A le x is ; C o m p . R e n d u s d e l ' A c a d . d es Sciences de l ’U R S S ., 1926, s. 14, rusça). ] :A L À Y A . [ Bk. ALÂİYE. ] A L B A C E T E , İspanya 'da bir şehir olup, 700 m. irtifaındaki orta Iberya Meseta 'sının cenub-i şark? mailesinde Mancha ve yeni Castilla 'nın cenub-i şarkîsinde kâin, eski Murcia kıratlı­ ğının şimal-i garbisini teşkil eden, aynı isimdeki eyaletin merkezidir. Şimdiki isim arapça a 1 B a s i t , ( „Iugar ancho y estendido y llano y r a s o “ ) tandır ve ekseriya denildiği gibi, a I B a s i t a ( „ova" ) ’dan değildir. Bu mahal ve isme, ilk defa olarak, 20 şaban 540 ( 11 şubat H46 ) ta Castilla kıralı Alphonse VII. ile ce­ nub-i şarkî Ispanya 'nın kısa ömürlü hükümdarı Sayf al-Davla ( İspanyolca Zafâdola, Çafedola, Çahedola) al-Mustanşir Ahmed b. Hüd arasın­ daki muharebe dolayısiyle, kurtubah al-Zabbi

ve valencialı İbn al-Abbâr 'da, XIII. asırda rastlanmaktadır. — Bu muharebenin mahalli ve tarihi hakkında hıristiyan kaynaklarında hiç bir malûmat yoktur. — Bu hükümdar, müttefiki Valencia vâlisi 'Abd Allah b. Muhammed b. Sa'd ile beraber, bu muharebede ölmüştür. Bu vâli bundan dolayı, arap larca Şâhib al-Basit, yani Albacete ’nin sahibi ( şeh it) diye ta­ nınmaktadır. Muharebeye, Chinchlla civarındaki al-Lucc a izafeten ( tbn al-Abbâr : bi ’l-mavzı a l-m a rü f bi ’l-lucc va bi 'l-basit *ala makraba min cincâlla), al-Lucc muharebesi de denir. Bu al-Lucc, Albacete ‘nin garbındaki Lezuza ma­ halli ( yahut ırm ağı) mıdır, yoksa Sierra de Chinchlla ‘nın şimal mailesinde, Albacete 'nin şarkındaki Alatoz mudur ( bu takdirde al-Latucc okumak icabeder), bu hususta k a ti bir hüküm verilemez; Fahş al-Lucc ‘a hattâ İbn al-Kardabüs 'ta bile rastlanmaktadır (krş. Dozy, Scriptoram arabum loci de Abbadidis, II, 19 ). B i b l i y o g r a f y a : al-Zabbi ( nşr. Co­ dera ve R ibera), s. 33 ; İbn al-Abbâr, a l H u l la a l- s i y a r a ’ ( Dozy, N o t ic e s , s. 215» 219> 2 2 6 ); Codera, D e c a d e n c ia y d e s a p a r ic ió n d e lo s A lm o r á v id e s e n E s p a ñ a ( Zaragoza, 1899), s. 86, 109; Remiro, M u r c ia m u su l­ m a n a ( Zaragoza, 1905 ), s. 179 v.dd.; Seybold, Z D M G , LXII. ( C . F. S eybold .) A L B A R R A C IN , bugünkü Teruel eyaletinde, yukarı Turia ( Guadalaviar ) üzerinde, Aragón 'un cenup ucunda bulunan bir İspanya şehridir. Albarracin ismi, ilk defa olarak, bir berber sülâlesi olan Bani Razin 'lerin ahfadından, daha o zaman hemen hemen müstakil olan bir hü­ kümdarın, bi’at etmek için, yukarı Turia 'nın münbit vâdisi al-Sahla 'den Kurtuba 'ya, 'Abd al-Rahmân III. 'in nezdine gitmek üzere, yap­ tığı seyahat vesilesi ile, İbn 'A zâri tararından, 34b ( 957} senesi vekkayii arasında, zikredil­ miştir. Gayangos (I, 70), şehri kuranın (daha doğrusu yeniden kuranın ) isminin ‘İzz al-Davla olduğunu söylüyor. Bu şehir arapça her za­ man Şant Mariyat al-Şark, Santamaría del Oriente ( al-Algarve 'deki Şant Mariyat al-Garb 'dan ayırt edebilmek için ) yahut Şant Mariyat İbn ( yahut B an i) Razin ki, Albarracin ismi buradan gelmedir; İdrisi (s. 175, 1 8 9 ) ’ de ise, Şant Mariya şeklinde rastlanmaktadır. İspanya, Emevîlerinin sukutundan sonra (4 11 = toio ), şehir, Abü Muhammed Huzayl I. b. Halaf b. Lope b. Razin ‘in hâkimiyeti devrinde, tamamiyle müstakil oldu. Bu hükümdara kardeşi Abü Marvân 'Abd al-Malik I. b. Halaf ‘Abbüd halef olmuştur; bu zatın halefi ise, oğlu Abü Muhammed Huzayl II. ‘İzz al-Davla, bunun da halefi, oğlu Abü Marvân 'Abd al-Malik II. Hu® sam al-Davla ( ölm. 496 = 1102 ; diğerlerinin

ALBARRACİN - ALCOLEA. tarihleri meçhuldür) olmuştur. Bu sonuncunun oğlu Yahya, Zaragoza 'nm rııo da zaptından ev­ vel, Murabıtlar tarafından tardedildi. 1087 de Albárracin emîri, Sid Campeador ile dost oldu ve onun ile birlikte, 1094 te Valencia *yı mu­ hasaraya gitti. Bilâhare bu şehir, onu müslümanlardan almış olan, Don Pedro Rııiz de Azağra'mn eline düştü ve onun sülâlesinden de 1231 de Aragón ’a geçti. B i b l i y o g r a f g at Dozy, Hist. des musalman d'Espagne, IV, 246, 303; ayn. mil., Nolices, s. 179—186; İbn al-Aşir (nşr. Tornb.), IX, 204 (trc. Fagnan, s. 443). V ■ ■■■■ ( C. F. S eybold .) A L B A T E G N IU S . [ Bk. battân î .] A L B lS T A N . [B k . ELBİSTAN.] A L B O H A L I = Abu ‘ Alı. [ Bk. HAYYÂT-] A L B O H A Z E N , A lboacen v.s . = Abu ’I-Hasân. [ Bk. İBN ABİ 'L-RİCAL.] A L B U B A T H E R = Abu Bekr. [ Bk. HAŞAN B. HASİB.] : A L B U C A S IS = Abu ' 1-Kâsim .[Bk. ebû ç â sim zeh râvî .] ■ A L B U F E IR A (etimoloji için yk. bk.), Algar ve 'deki, portekiz sahil şehri. v ( C. F. S eybold .) A L B U F E R A ( portek. ALBUFEIRA, diğer şe­ killeri A lbuhera ve A lbuera ; < arap. al-bühayra, „küçük deniz, göl“ ). Valencia civarında, eskilerin Palus Naccararum dedikleri, sahil gölü (lagbon). Bunun, alüvyonlar yüzünden, kuru­ muş veya sun'î olarak kurutulmuş kısımlarında, pirinç ziraati yapılır. ( C. F. SEYBOLD.) A L B U K A S I S . [B k . ebû kâsim zeh râ vî .] A L B ü M A S A R . [B k . ebû Ma ’ şe r .] A L B U R Z . [B k . elbûrz .] A L C A B A L A , A L C A V A L A , İspanyolca: s a t ı ş h a r c ı , < arap. al-kabâla, g a r a n t i . Á L C A B IT IU S . [B k . kabîsI.] A L C A ID E . [ Bk. alcald e .] A L C A L A (< a ra p . a l-k a ta , „kale, istih­ kâm, h isa r"), İspanya 'da bir çok şehirlerin is­ midir. En meşhurları şunlardır: A l c a l á de H e n a r e s , eski ismi ile Complutum, 1118 de Toledo baş piskoposu tarafından, araplardan : alınmış ve sonradan Muvahhidlerin neticesiz hücumlarına mâruz kalmıştır. A l c a l á 1 a R ea 1, Granada 'nın şimal-i garbisinde olup, arap. lar bu kaleye, âlim İbn S a i d yüzünden şöhret kazanmış olan, yemenli Bani Yahşib ailesine izafeten, Kal'at Bani Yahşib ve Kal'at Bani Sa’id ismini verirler; A l c a l á de l R i o ; A l c a ­ : I â d e G u a d a i r a (Sevilla civarında). [ Krş. CALA . . . CAL(A)TA . . . ] . — Krş. Makkari, I, 681. V ( C. F. S eybold .) A L C A L D E ( < arap. al-kâzî, h â k i m ) , is­ i panyolca: b e l e d i y e r e i s i ; bunu Alcaide

*9 S

( < arap. a l-k a id , k u m a n d a n ), İspanyolca : i s t i h k â m k u m a n d a n ı , k a l e b e y i ile karıştırmamalıdı r. (C . F. SEYBO LD .) A L C A N T A R A ( < arap. a l - k a n t a r a ; bu da belki x evt(jö v= centrum kelimesinden gelme­ dir ), ispanyölca: k ö p r ü ( elcseriyá taş kemerli köprüye denilir), su ke m é r i. Alcántara (arap. K a n t a r a t a l - S a g f ) , Portekiz hududunda, Tajo kenarında olan bir şehrin adıdır; 1156 da mag. ribîler ile harp etmek için kurulan ruhbânî şö­ valye tarikatinin 1213 te merkezi olmuş ve bu suretle şöhret kazanmıştır. 1166 da Leon kıralı Ferdinand tarafından fethedilmiştir. Lizbon’un garbındaki nehir vadisi dahi, üzerinden geçen su kemerine izafetle, Alcantara ismini alır. Vâdi Alba ‘nın Antinio de Crato ’ya karşı, burada kazandığı galebe ile meşhurdur ki, bu galebe sebebinden Portekiz, 1580 den 1640 a kadar İspanya ‘nın hâkimiyeti altında kalmıştır. Alcán­ tara ’nın ( „köprü" mânasına), ism-i cins ola­ rak, istimâli eskimiştir; bunun içindir ki, msl. Toledo *daki Puente de Alcantara ’nm isminde puente kelimesi fazla olarak kullanılmıştır.; krş. Sarağossa, Kurtuba v.s. civarındaki ’ eski „ A l­ cántara“ lar. (C . F. S eybold .) A L C A R A Z A S , A L C A R R A Z A S , İspanyol ve provençal dillerinde r s u y u s e r i n t u t ­ m a k i ç i n t o p r a k t e s t i , < arap. al-karrâz ( — davrak, dörak). A L C A T IF A , İspanyolca (portekizce alqaetif a ; Felemenk Hindistanı ’nda alkatief) : h a l ı ; < arap. al-katifa. ’ A L C A Z A R ( < arap. al-kaşr ), İspanyolca: h i s a r ( portek. A lcace r). Toledo, Segovia, Kurtuba, Sevilla v.s. nin Alcazar ’lan bilhassa meşhurdur. Ekseriya yer ismi olarak da kulla­ nılır, m sl.: Alcazar de San Juan, İspanya ‘nın Ciudad-Real vilâyetinde bir şehir, Alcazar Quivir, İfaşr al-Kabir [ b. bk.] ’in İspanyolca ismi, Fas ’ta bir şehir. A L C IR A , arapça al-cazira „ada" kelimesi­ nin değişmiş şeklidir ( ekseriya tam olarak, Cazirat Şuk(a)r — nâdiren yalnızca Şukr — denilir = Şukr-adası; Şukr = Suero = Júcar ), Valenciaya’nm cenup tarafında, Jû c a r’ın aşağı mecrasında, pek sulak ve münbit ovada kâin olup, Valenciya eyaletinin bir bölge mer­ kezidir. 1242 tarihinde, Aragonlu Don Jaime ta­ rafından, zaptedilmiştir. Şehir, pek çalışkan ve san’atkâr olan mağribîlerin 1609 da çıkarılması yüzünden, çok zarar görmüştür. (C . F. S eybold .) A L C O L E A , diğerlerine göre de, 2,5 milyon müslüman bu yüzden ölmüştü. Her hâlde şurası muhak­ kaktır ki, içlerinde isyanda muvaffak olan kö­ leler, Obolla, Ahvâz, Basra ve Vâsit gibi, zen­ gin ticaretgâh şehirleri basıp yağma ve tahrip etmişler ve bütün ahalisini, feci bir surette, bo­ ğazlamalardır. İşte ‘A lı de, Azraki ‘lerin [ b. bk.] esaslarını benimsemek suretiyle, bu zaliraâne hareketleri tahfife gayret etmiştir. Bu ifratların Önüne geçilmesini son derece müşkül kılan keyfiyet, isyanın cereyan ettiği arazinin avarizi olmuştur. Fırat ’ın aşağısındaki bataklık ve bir çok kanallar ile kesilmiş olan mıntaka, âsîler için, ele geçirilmesi güç bir melce teşkil ettiğinden, tenkillerine gönderilen kıtaların muvaffakiyetle hareketine mâni oluyordu. Nite­ kim bu kıt'alar, ekseriya, ağır zayiat vermek ve bir muvaffakiyet kazanmadan geri çekilmek mecburiyetinde kalmışlardır. Ancak halife alMuvaffak 'ın kardeşi, harbin idaresini bizzat kendi eline alıp, bir plân dairesinde hareket ederek, zencileri kendileri tarafından inşa edil­ miş olan al-Muhtâra kalesine kapattıktan son­ radır ki, uzun süren bir muhasarayı müteakip, bu kaleyi ele geçirerek, elebaşıyı izale edebil­ miştir,

A L İ.

Elebaşının ‘A li evlâdından olmadığı muhak­ kaktır; fakat onun bir arap, hem de 'Abd alKays kabilesinden olması muhtemeldir. : B i b l i y o g r a f y a : Ja b a ri, III, 1742 v. d .; Mas'ûdi ( tab. Paris ), V III; Lang, Z D MG, XL, 607 v. dd.; Nöldeke, Orientalische Skizzen, «SS—*84. A L İ. ‘A L Î b . Muhammed ( ? —10 6 7 ), Yemen'de Şülayhi sülâlesinin müessisi. Karâz (Yemen'de bir bölge) ’ın sünnî kadısının oğlu olan ‘A li, daha genç yaşında iken, Fatimîlerin bir daisi vasıtası ile, ismailî hareketine ka­ tılmıştı. Dainin vefatından sonra, kendisi dc ismailîlere gizlice tarafdar kazanmağa başlamış ve hacc maksadı ile, Meleke ye gitmesi, bu faaliye­ tine iyi bir fırsat ihzar etmiştir. 429 (1037/1038) da Harâz ‘ın en yüksek zirvelerinden biri olan M asâr‘a yerleşti; 452 (1060) de Tihâma emîri Nacâh 'ı, zehirlemek suretiyle, öldürttü ve er­ tesi yıl açıktan açığa harekete geçmek müsaa­ desini almak üzere, Fatimîlerden al-Mustanşir 'a elçi gönderdi. Kendisine izin verilince de, 455 (1063) senesi sona ermeden, bütün Yemcn'i feth ve merkezini Şan‘ 5 ’ ‘ya nakletti. Hattâ aynı sene ziyaret etmiş olduğu Mekke 'de, şerif­ lerden birini şehre hâkim nasbetti. Fakat 473 ( 1080/1081) te yahut, diğer bir rivayete göre, daha 459 (1067) da Nacfilj'ın oğlu Sa'id alAhval tarafından baskına uğrayarak, öldürüldü [ bk. SULEYHİLER ]. B i b l i y o g r a f y a ' . Kay, Yaman, its : mediaeval hisiary ('Om âra bahsi), s. 19— 3 1 ; 145 v.dd.; tbn al-Aşir ( nşr. Tornb.), IX, 422 v.dd.; X, 19, 38 ; İbn Hallikan ( nşr. Wüs: tenf.), nr. 495; Johannsen, Historia Jem anea, s. 127 v.dd. . A L İ. ‘A Lİ b. Muhammed a l-A ş ‘arİ. ı Bk. EŞ’ARİ.] A L İ. ‘A Lİ b . Muhammed a l -K ü şc I. [ Bk. AU ku şç u .] _ : A L İ. 'A L Î. b . Ş âl İh [ Bk. vAsl’ ALlsl.] A L İ. ‘A LÎ b . Ş am s al-DTn, T â r îh - i hânı isminde, 880—920 (1475— 1514) yılları vekayiinden bahis, bir Gîlân tarihi müellifidir. Mu­ kaddimeye göre, bu eserin müellifi sultan AhmedHân imiş; fakat hakikî müellif, ‘Ali olsa ge­ rektir. Eser B. Dom tarafından neşrolunmuştur (M u ham . Q u ellen z u r G e sc h . d e r siid l. K ü s ­ ten lä n d er d e s k a s p is c h e n M eeres, II), krş. mu­ kaddime, s, 15 v.d .; C. A . Storey, P e r s ia n L ite r a tü r e , section ll, 362 v.d.



S ALİ . ‘ALİ B. YÖSUF B. T â ş f I n ( 1084— 1142), Murabıtlar sultanlarından. ‘Ali, Murabitlar

devlet ve hanedanının müessisi Yusuf b. Tâşfın 'in beş: oğlundan biridir ve Septe (Sibta) 'de 477 (10 8 4 ) de doğmuştur. Annesi, Y u su f’un 464 (10 7 1) te ölmüş olan meşhur zevcesi Zaynab

3*5

olmayıp, IÇamra isminde hıristiyan bir eariye idi. Yusuf ‘un 400 (1009 ) de doğmuş olmasında ittifak eden vekayinâmelere bakılırsa, (Yusuf b. Tâşfin ‘in çocuklarının belki ilki olan) bu zatın, babası 77 yaşına varmış iken, dünyaya gelmiş olduğu kayda değer. Babası tarafından kendisine halef gösteri­ len ‘Ali, evvelâ babasının öldüğü I muharrem 500 ( 2 eylül 1106 ) de Merâkeş ‘te sultan ilân edildi ve ayın 3. günü amir al-muslimin un­ vanını aldı. Abbasî halifelerinin manevî üstün­ lüğünü kabul eden bütün Murabıt hükümdar­ ları, amir al-mu’minin unvanını halifelere bı­ rakarak, kendilerine amîr al-muslimın derlerdi. Payitahtında sultan tamlınca, tahta çıkmış olduğunu şehir ve eyalet âmillerine bildirmek üzere, ‘A li bütün ülkesi dahiline ulaklar gön­ derdi. Yalnız Fas âmili, yeni hükümdarın amca-zadesi Yahya b. Abi Bekr, bi’at etmedi, ‘A li, üzerine yürüyerek, onu biate mecbur ettikten sonra, aff, fakat makamından azletti. ‘Ali, babasının siyaseti yolunu tutarak, İspan­ ya ‘da hıristiyanlara karşı harbe devam e tti; bu .harp Afrika ‘daki seferlerden daha kârlı, hem de müslümanlar nazarında daha sevaplı idi. Buna rağmen yeni hükümdar, ülkesini Becaye ’nin şarkına doğru genişletmeğe kalkışma­ dı. Ülke, Afrika cihetinde, Yûsuf b. Tâşfin zamanındaki hudutları dahilinde kalıyor ve Becaye ’den geçen tul dairesi ile A tlas okya­ nusu arasındaki Teli mıntakalarını ihtiva edi­ yordu ; cenub-i garbîde vahaları içine alıyor ve, anlaşıldığına göre, Sudan ’a kadar varıyor­ du ; buna bütün cenubî İspanya ’yı ve Balear adalarını ilâve etmek icap eder. Arap vak’anüvisleri ‘Ali ‘yi, mülkün idaresini ulema sınıfına bırakarak, etrafını saran fakihlere danışmadan hiç bir iş yapmamış gibi, tasvir ederler. Mâliki fakihlerinden başka, hiç kimse hüküm­ darın huzuruna giremez ve ona her hangi bir tesirde bulunamazdı. Böylece o zamanlar, diğer bütün kitaplar kale alınmayarak, yalnız mâlikî kitapları muteber tutulur ve rehber sayılırdı, ö y le ki, Kur'an ve hadisler bile ihmâl edil­ meğe başlanmıştı. Bu devrin tanınmış adamla­ rından hiç biri Kur’an ve hadise vakf-ı nefs etmemişti. Kelâm ilmine temas edenler, adetâ rafd ile itham ediliyorlardı. Hükümdarın etra­ fındaki fakihler bu ilmi hor görüyorlar ve ilk müslümanların onu nefretle telâkki ettiklerini ve ona bir mertebe âşinâ olanlardan çekindik­ lerini ilân ediyorlardı; kelâm ilminin dine so­ kulmuş bir bidat olduğunu ve neticesinin de ekseriya bu dine sâlik olanların imanına zarar vereceğini ilâve ediyorlardı. Bu kabil sözler, llâhiyatâ ve ilahiyat ile meşgul planlara kar.

Ji6

A L İ.

hükümdarın zihnine kin sokmuştu; o derece und Gesch. der Faiimiden adlı eserinde, Mısır ki, ‘Ali memleket dahilinde bu ilmin tahsilini hanedânları bahsinde, bu eserden istifade et­ meneden şiddetli emirler ve, ne çeşit olursa miştir. ‘A li bir de adab kitabı yazmıştır ( B a­ olsun, bu mevzua dair yanlarında kitap bulun­ da i' al-badaih, nükteler, lâtifejer, irticalî şiir­ duranlara tehditnameler gönderiyordu. Abu Hâ- ler v.s. mecmuası, 1287 ve 1316 da Kahire ‘de mid al-Gazâli ’nin eserleri Mağrib ‘e girdiği za­ Ma'âhid al-tanşiş haşiyesinde basılmıştır). 587 man, hükümdar bunları yaktırdı ve kimin elin­ (119 1) de, şairâne teşbih ve istiareleri ihtiva de bu kitapların bir parçası bulunacak olursa, eden, Şalâh al-Din ‘e ithaf eylemiş olduğu ve onu idam ve malını müsadere edeceğini ilân yukarıdaki eserine bir zeyl olan Z ayi al-mae tti; bu hususta şiddetli emirler gönderdi nakib al-nüriya ‘yi telif etti (k rş. H. Deren('A bd al-Vâhid al-Marrâkuşî, trc. Fagnan, bourg, Les mss. arabes de l'Escurial, nr. 425). Histoire des A lm o h a d e s , A lger, 1893 ve Revue [ Müellifin bunlardan başka şu eserleri vardır: africaine, XXXVI, 198 v.d.). Makrümât al-kuitâb, Ahbâr al-şııc'ân, Man Şehirlerde ve eyaletlerde, biri mülkî, diğeri Bşiba'an ismuha ‘altyunt al-D avlat al-munkaaskerî olmak üzere, iki idare teşkilâtı vardı. (ta , al-Taşbihât, Asâs al-stySsa va ahbâr alKadı en yüksek reis id i; askerî vâlilerden biri salfâkiya.] kendisine muavinlik ederdi (tspanya için bk. B i b i i y o g r a f y a : al-Kutubî, Favât alDozy, Hisi Des musulmans d ’ Espagne, IV, vafayât, II, 51 j Wüstenfeld, Die Geschichts248 v.dd.). sehreiber der Araber, s. 309 ; Brockelmann, Umumiyet itibariyle, ‘Ali ‘nin saltanat devri Gesch. d. arab. Lifler., I, 3 2 1.; Suppl., I, 553; parlak oldu; bununla beraber Mahdi tbn TüK. Süssheim, Prologomena za einer A aigabe mart tarafından Muvahhidler cemaatinin tesisi der im B r. Mas. za London vermahrien (515 = 1 1 2 1 ) ve bu cemaatin Murabıtlara karşı Chronik des seldschue/ischen Reiches, Leip­ cihat ilân eylemesi, Muvahhidler hanedanının zig, 19»( B r o c k e l m a n n .) müessisi olan ‘Abd al-Mu’min ’in şimdiki Fas ‘A L İ A K B A R . [B k . ALİ e k b e r .] dahiline büyük seferler yapması yüzünden, ‘ A L İ ‘A Z İ Z . [ B k . AZİZ EFEN D İ.] ‘Ali ’nin ülkesinde karışıklıklar zuhür etti. Bu A L İ B E Y . ‘A L İ B EY (al-Hâce ‘A lî Bey b. seferin nihayetinde Muvahhidler muzaffer oldu­ ‘Oşmân Bey al-'A bbâsi), Badia y Leblich is­ lar, Merâkeş zaptedildi; bu hâdise 541 (1146/ mindeki çok tanınmış seyyahın müstear İsmidir. 1147) de, ‘A li ’nin vefatından takriben dört Bk. Seetzen, Reisen, III, 37;.. sene sonra, vâki oldu. A L Î B E Y . ‘A L Î B E Y ( 17 2 8 - 17 7 3 ) , ‘A lı, kendisinden sonra hükümran olmak üze­ aslen kafkasyalı olup, osmanlı idaresine karşı re, oğlu Tâşfin ‘i tayin etm işti; hâlbuki bazı Mısır 'da, 1185 (1 771 ) te çıkardığı ve muvaffa­ vak’anüvislere inanmak icap ederse, 533 ( 1138/ kiyetle neticelendirdiği isyan ile tanınmıştır. 1139) ten itibaren itikâfa çekilip, namaz, oruç Muasırı ve biyografi bulunan Luisigan ‘ın verdiği ve ibadetle meşgul olmak maksadı ile, ‘A li malûmata göre, ‘AH Bey 1728 de doğmuş ve bir kendiliğinden hükümetten çekilmiştir. ortodoks papası olan babası David, ona Yûsuf B i b l i y o g r a f y a : Bibliyografya için adını vermiştir. Söylendiğine göre, Yusuf 13 ya­ bk. MURABITLAR._ ( A . BEL.) şında, yani 1741 senesinde, şakilerin eline düşü­ A L İ. ‘A Lİ b . Z â fIr a l - A z d î A b u ’L- yor, şakiler de onu Ahmed adlı bir tüccara satı­ H a SAN C a MÂL AL-DİN ( 1 1 7 1 — 12 2 6 ) , arap m ü ­ yorlar. Bu malûmatı veren menba onun sonra v e r r i h ve e d i b i olup, 597 ( 1 1 7 1 ) de doğ­ Ahmed tarafından Mısır ‘a getirildiğini ve bu­ muştur. Kahire ’de al-Kâmiliya medresesiude, rada İbrahim Kathudâ 'nin eline geçtiğini kayd­ müderris sıfatı ile, babasına halef oldu; bir ediyor. İbrahim Kathudâ onu ihtida ettirerek, müddet sonra, 607 (1210 ) den itibaren, Irak ‘ta kendisine ‘A li ismini vermiştir. Bunun üzerine hüküm süren al-Malik al-Aşraf Muşaffar al-Din 'A li, kendisine okuyup yazmağı ve Kuran MüsS ya vezir oldu. 623 ( 1 2 2 6 ) te vefat etti. tilâvetini öğretecek hususî bir muallime tevdi Başlıca eseri olan A l- d u v a l a l- m a n k a f ı a , dört edildi. ‘A li çalışkan olduğu ve yüksek istidat ciltlik, İslâm hanedanları tarihidir ki, bundan gösterdiği için, İbrahim onu, on sekiz ay sonra, ancak Hamdâni, Sâci, Tülüni, lhşıdi, Fanimi ve evinin köleleri arasına aldı. 1750 sıralarında en ‘ Abbasi ’lerin 622 (1225 ) ye kadar tarihlerini mütevazi bir mevkiden k â şif mevkiine yükselen hâvi olan son cildi mahfuz kalmıştır ( trc. Dle 'A li, efendisinin tam itimadına mazhar oldu. a r a b . H s s . . . . z a G o th a , nr. 15 5 5 ; Rieu, S u p p - İbrahim ‘in aynı senede, amir al-hace olarak, le m e n l, nr. 461}. Sâci ’lerin tarihi Freytag tara­ Mekke ‘ye gitmesi icap etti. ‘A li ona refakat fından L o k m a m F a b u la e ( Bonn, 1823 ) ‘de ve etti ve gerek gidişte, gerekse dönüşte, bedevî Hamdâni ’lerinki Z D M G , X, 439 da neşrolun­ eşkıyasını dağıtmakta gösterdiği şecaat ile te­ muştur ; Wüştenfeld, S t a t t h a lt e r v o n A e g y p ie n mayüz ederek, Cin ‘AH lâkabını aidi ye mükâfat

ALİ. olarak da, kendisine bir hil’at giydirildi. Bunun nun üzerine beyler kendisini aşağı Mısır'da üzerine İbrahim« evvelce azad etmiş olduğu kâin al-Nûsât ‘a sürmeğe mecbur oldular. Son­ sadık bendesi ‘A li 'yi Kahire ‘de, valinin riyaseti ra da, buradan Suyfit (A syüt) 'a gönderildi. altında, hükümet divanını teşkil eden ve Mısır Orada, sürgünler ile Bani Havâra ‘den müte­ idaresini aralarında taksim etmiş bulunan 24 şekkil, bir kuvvet vücuda getirmeğe muvaffak bey ( Luisigan „bey" tabirini „sancak mu­ oldu ve nihayet, bazı güçlüklerden sonra, eski tasarrıfı“ karşılığı olmak üzere kullanıyor) düşmanı Şâlih Bey 'i de, kendisi Mısır 'da hâki­ den birinin mevkiine geçirmek için, teşebbüse miyeti eline geçirdiği taktirde, ona yukarı Mı­ girişti. Bazı muhalefetlere uğramakla beraber, sır ‘1 vereceğini vaad ederek, kendisi ile birlikte nihayet buna muvaffak olan İbrShim Kathudâ, harekete ikna etti ve Husayn Bey Kaşkaş 'in bu yüzden, beylerden İbrahim adlı birisini kuvvetlerini yenmek suretiyle, Mısır idaresini kendine düşman e tti; bu adamın tarafdarları ele geçirmeğe muvaffak oldu. 30 cemaziülİbrahim Kathudâ'yı bilâhare 1758 senesinde evvel 1181 (24 teşrin I. 1767) de Kahire 'ye öldürdüler. — Bu vak'alar hakkında Luisigan girdi ve tekrar fayh al-balad oldu. Mağlûp 'in bildirdiği tarihler, al-Cabarti "nin gösterdiği olan reisler, bilhassa Husayn Bey ile Halil, tarihlere uymamaktadır. Bu müellife göre — Ğazza 'ye kaçarak, orada kuvvet toplayıp, 1182 bunun verdiği malûmat da Volney ve Marcel (1768 ) de Mısır ‘1 istilâya kalkıştılar. Fakat bu 'inkilerden farklıdır — İbrahim Kathudâ hacc teşebbüslerinde muvaffak olamadılar. ‘A li 'nin kervanına n j l ( 1 73 8) de emirlik etmiş ise de, Abü Zahab kumandasındaki askerleri tarafın­ 1166 (1752 ) kervanına, kendi yerine, ‘A li Bey 'i dan çenber içine alındıklarını görünce, bir göndermiştir. İbrahim Kathudâ 1168 (1 754) de taraftan da Abü £ahab 'in lehlerinde tavas­ eceli ile ölmüş ve Cin ‘A li ise, daha sonra sutta bulunacağına ikna edilmiş oldukların­ dan, mütareke istediler. Fakat müzakere mak­ sancak beyi olmuştur. Biyograflar, efendisinin ölümünden sonra, ‘Ali sadı ile Abü £ahab 'in evine gidince, katledil­ ‘nin dağdağalı bir hayat devresine girdiğinde diler. Şâlih Bey de yaptığı yardımın mü­ müttefiktirler. ‘Ali, beylerin arasındaki ufak kâfatını bu suretle (yani aynı akibete uğraya­ tefek mücadelelere mütemadiyen iştirak etmek­ rak) gördü. Bu aralık Türkiye ile Rusya arasındaki ger­ le beraber, bir çok köle satın alıp, onları yük­ sek mevkilere çıkarmak suretiyle, kendi nufu- gin vaziyet sultan Mustafa III. tarafından harp zunu arttırmağı ihmâl etmedi; o kadar ki, ni­ ilânına müncer oldu ve recep 1182 sonunda hayet 1177 (1763 ) de eski efendisinin oğlu ‘Abd ( teşrin II. 1768 ) asker gönderilmesi için, İstan­ al-Rahmân Bey, kendi mevkiini muhafaza için, bul 'dan emir geldi. 'A li asker toplamakla meş­ ‘A li 'nin hayırhah yardımının zaruri olduğunu gul iken, aralarında vâli Mııiıammed Paşa da görerek, onu, şayh al-balad (Kahire belediye bulunan düşmanları, Mustafa III. 'ya, onun bu reisi) olmak üzere, başa getirmeği teklif etti. kuvvetleri, hakikatte, Rusya için topladığını yaz­ Buna hepsi razı oldu. Hacc kervanını sevk ve dılar. ‘Ali, bundan haberdar olup, sultan tara­ idareden sonra, ‘Ali'nin ilk işi, memlûkü olan fından başının istendiğini öğrenince, beyleri ve Abü Zahab adı ile de tanınan Muhammed topladı; bunlardan on altısı o mevkilere 'A li al-Hâzandâr ‘1 bey mertebesine çıkarmak ve tarafından geçirilmiş bulunuyorlardı. ‘A li bu ‘Abd al-Rahmân ile diğer bir çok kimseleri beylere açıkça isyan teklifinde bulundu. Divan sürmek oldu. Sürgünlerden birisi olan Şâli(ı buna derhal muvafakat etti ve vâli kovuldu. Bey, bu talia boyun eğmeyerek, aynı akibete Bunun üzerine ‘Akkâ 'da şeyh Zâhir 'e, kendi­ uğrayan arkadaşlarını etrafına toplayıp, yukarı sine iltihak etmesi için, haber gönderdi. Şeyh Mısır ‘da yerleşti. Burada ‘A li 'nin, Husayn Bey bunu kabul etti ve sultanın 'A li 'nin üzerine al-Kaşkaş kumandasındaki, askerî kuvvetleri gönderdiği Şam paşasını ric’ate mecbur etmek tarafından hücuma uğrayarak, çekilmeğe mec­ suretiyle, hakikaten değerli hizmetlerde bulun­ bur oldu. Husayn henüz bu zaferi kazanmıştı du. Abü Zahab askerleri tarafından yapılan ki, kendisinin de nefyedildiğine dair olan emir­ hareketler, ilk önce Mekke 'ye ve şimal hudut­ nameyi aldı. Fakat buna itaat ederek, aşağı larına tevcih edilmişti. Rebiülevvel 1184 (hazi­ Mısır ‘a gidecek yerde, Kahire 'ye döndü. Bu ran 1770)te Mekke zaptolundu ve, şerif Musâ'id andan itibaren, ‘A li ile Husayn, bir birinden 'in ölen kardeşi Ahmed 'in yerine, Abd Allâh '1 kurtulmak için, mütemadiyen uğraşıp durdu­ şerif tayin ettiler. Buna mükâfat olarak, ‘ Abd lar. Neticede 1179 (1765/1766) da 'A li Suriye Allâh da ‘A li ‘ye „Mısır 'ın ve iki denizin sul­ ‘ye sürüldü. İki ay Kudüs 'te kaldıktan sonra, tanı“ unvanını tevcih etti. Rus askerî kuvvetle­ ‘Akkâ ya gitti ve orada, bilâhare müttefiki rinin kumandanı Orlov ile bir ittifak muahede­ olacak olan şeyh ‘Omar al-£âhir ile tanıştı. si aktedildikten sonra, ertesi sene (1185 = 1771) 'A li, 'A k k i 'dan ansızın Kahire ‘ye döndü; bu­ Abü Zabab, Filistin ve Suriye 'yi ihtiva edecek,

3i8

A Lİ -

ALİ EKBEft.

daha geniş bir fütuhat plânı kurdu. Bu plânını fevkalâde bir süratle başardı; Yafa ve Halep'in şimalindeki sahili zaptederek, Şam a kadar iler­ ledi. Abu Zahab ‘in muvaffakiyetlerine mağrur olan 'A li, fütuhatını, mümkün olduğu kadar, genişletmesini ona emretti. Ancak zabitlerinin harpten yorgun düştüklerini gören ve gizlice Mı­ sır 'da bizzat hükümdar olmak plânlarını kuran Abii Zahab, ordu kumandanlarını, bir müzakere için, bir araya çağırarak, kendisi ile beraber, M ısır’a dönmeğe kandırdı. Abu Zahab'in an­ sızın Mısır ‘a gelişi, 'A li 'yi ondan kurtulmağa çare aramağa şevketti. Fakat nasıl bir akibete uğrayacağını anlayan Abu Zahab yukarı Mısır ‘a kaçtı ve orada bir ordu topladı. Bu orduya karşı Ismâ'il Bey gönderildi. Fakat o, düşman iie temasa gelince, Abü Zahab ‘in tarafına geçti. Muharrem 1186 ( nisan 1772 ) da yapılan ikinci seferde ağır bir hezimete uğradı ve 'AH, ikinci defa olrak, Suriye ‘ye kaçmağa mecbur oldu. Orada bir sene kadar kaldı ve bu müddet zarfın­ da, arkadaşı şeyh Zâhir ‘in ve bir kaç rus harp gemisinin yardımı ile, Sayda ‘yi zapt ve Yafa ‘yi muhasara etti. Ancak 1187 (1773.) de, Kahi­ re 'de yine iyi bir kabul göreceği zehabına ka­ pılarak, toplayabildiği 6.310 kişilik bir kuvvet ile Gazza üzerinden Mısır *a yürüdü. Safer 8 ( 1 mayıs ; Luisigan : 13 nisan — 20 muharrem ) de Abu Zahab, Şâlihiya civarında ‘A li 'nin askerleri ile karşılaştı ; ilkin, zafer ‘Ali tarafına meyleder gibi göründü ise de, piyadeleri kaçtığından do­ layı, istilâ ordusu püskürtüldü; Yaralı ve sakat­ lanmış olarak, harp meydanında kalan 'A li, esir edilerek, Kahire ‘ye götürüldü. Orada 8 gün sonra, 15 safer 1187 (8 mayıs 1773; Luisigan: 20 nisan — 27 muharrem ) de almış olduğu ya­ ralardan öldü, belki de zehir ile öldürüldü. Ka­ hire ‘de IÇarâfa mezarlığında, seleflerinin yanı­ na defnedildi. B i b l i y o g r a f g a t al-Cabarti, 'A câ’ib al-âşâr ( Bûlâk, 1297 ), 1, 250—259, 305—309, 354 —337. 35 ° v.d., 364 v.dd., 371, 380 v.dd. ( frans. trc. M e rv e ille s b ib lio g r a p h iq u e s et h is to r iq u e s , Kahire, 1888 ) ; S. Luisigan, A h ir t o r y o f t h e r e v o it o f A l y B e y ( London, 1783 ) ; H. v. Jargow, K u r z e G e s c h ic h t e d e r Mamluken ( Z e its c h r . f . K u n s t, W issen sch , u, G e sc h , d e s K r ie g e s , Berlin, 1831, s. 9 v. dd. ) ; C. Volney, V o y a g e en S y r ie (Paris, 1787), alm. trc. (Jena, 1788), I, 88 v. dd.; J. Marcel, H is t o ir e d e l ’E g y p te ( Paris, 1834), s. 489 v.dd.; S. Lane-Poole, A H is t o r y o f E g y p t ( London, 1901 ) , bk. Index ; Creasy, H is t o r y o f t h e o tto m a n T a r k s ( I. tab., Lon­ don, 1856, 2. tab. 1877 ), bk. Index ; E, Driault, L a Q u estion d 'O rien t ( Paris, 1898 ) , s. 5° v.dd, (N . A . KOENIQ.)

AL! A L İ S İ .]

Ç E L E B İ.

'A L Î ÇELEBİ. [ Bk. VÂSİ' _

_

 L İ E FE N D İ. ‘A L Î EFENDİ. [ Bk. AU.]' A L İ E K B E R . ‘A L I A K B A R HtrÂ’T, 1500 yıllarında Çin ‘e seyahat ederek, İstanbul ‘a av­ detinden sonra, 1516 da yazıp ikmâl ettiği seya­ hatnamesini Yavuz Sultan Selim ‘e, onun vefatı­ nı müteakip, Süleyman Kanunî ‘ye takdim eden osmanlı seyyahıdır. H ita i nâme ismi ile, farsça olarak, tertip edilen bu eserin meçhul biri tara­ fından Murad III. zamanında türkçeye yapılan eksik bir tercümesi, Kânun nâme-i Çİn-u Hi{â unvanı ile, taş basma olarak, Mühendishane matbaasında 1853 (1270) te basılmıştır. Eserin farisî asimin üç nüshası Aşir Efendi kütüpha­ nesinde (Mustafa vakfı, nr. 309, 310 ; Âşir Efendi vakfı, nr. 249, bk. M T M , 1918, V , 354 ) ve bir nüshası da Ayasofya kütüphanesinde ( nr. 3188) bulunmaktadır. Eser, türkçe tercümesine göre, Fleischer ( Kleine Ş eh riften, III, Leipzig, 1888, s. 214—225 ) ve farisî aslına göre de, Ch. Schefer ( Melanges Orientaux, Paris, 1883, s. 31 — 84 ) tarafından tetkik edilmişti; fakat onun İlmî kıymeti, ancak Paul Kahle ‘nin, son senelerde, farisî aslının nüshalarını karşılaştırmak sureti ile, yaptığı tetkikat sayesinde, iyice anlaşılmağa başlamıştır ( bk. P. Kahle, Eine islamische Qu­ elle über China um 7500; Acta Orientalia, XII, Leyden, 1934, s. 91—110 ). A li Ekber, kendi muasırı olan Çin hakanının saray hâdimleri hep müslüman olup, hakanın da gizlice onlar ile hemdem olduğuna ve Ming hanedanının İslâmi­ yet« karşı yakınlık hissettiğine ve müslümanlarin Çin idaresinde pek müh:m bir rol oyna­ makta bulunduğuna dair, tafsilât vermektedir. P. Kahle, A li Ekber ‘in çiniler hakkında verdiği malûmatı tetkik ederken, Ming sülâlesi zama­ nında vücuda getirilen çinilerde İslâm tesirinin pek bâriz olduğunu, A li .Ekber ‘in bu sülâle dev­ rinde islâmiyetin Çin ‘de büyük rolü hakkmdaki sözlerinin de hakikate tavafuk ettiğini ve bu müellifin 1506 da, imparator Clıeng-te ’nin cülûsu esnasında, Pekin ‘de bulunduğunu muhakkak saymaktadır (P. Kahle, Islamischen Qellen zum chinesischen Porzellan, Z D M G , 1934, 88, s. 35 v.d.). Eser, farisî aslî nüshası ( Aşir Ef. kütüp., nr. 610 ) esas olmak üzere, P. Kahle tarafından benim de iştirâkim ile, tab’a hazırlanmıştır. H ifâ'i nâme nin, orijinal bir eser olmak bakı­ mından, kıymeti P, Kahle ‘nin zannettiği kadar olmadığı fikrindeyim ; Ali Ekber, Giyâş al-Din Nakkaş ‘in seyahatnamesinden istifade ettiği gi­ bi, Çin şehir hayatına ait tafsilâtın çoğunu da, şüphe yok, eski eserlerden, Cneselâ 851 de se­ yahat eden Sulaymân Tacir ‘in seyahatnamesin­ den ( G. Ferrand, Relations de voyages et tex­ tes géographiques relatifs ù I 'Extreme-Orient,

ÂLİ EK BER -

Paris, 1913, s. 3S—46) almıştır. Mamafih P. Kahle 'nin bu eser hakkında Ming sülâlesi dev­ rindeki Çin İçtimaî ve beledî hayatı ile orta A s­ ya tarihini iyi bilen zevatın birlikte yapacakları tetkikattan sonra, bir hüküm vermek kabil olaca­ ğına dair fikri doğrudur. Kahle ‘nin mütalâaları­ na ilâveten, Aşir Efendi nüshasındaki (var. 376) şu malûmatı da kaydedelim: Kalmak hüküm­ darı Esen Taygı, büyük fütuhat senesinde ( 834 = 1430 ), Uyguristan ve Mogulistan ı tamamen fethetmiş, Çin ( Hitâ ) hakanı' Çen-hua ile harbederek, onu yenmiş ve hattâ kendisini esir al­ mış ve nihayet Çin ‘e ağır şerait kabul ettire­ rek, sulh aktetmiş ve Çen-hua ‘dan sonra oğlu Tay-han hüküm sürmüştür. Filhakika KalmakOyrat hükümdarı, T450 senelerinde, orta ve şarkî Asya 'nin en kudretli hükümdarı olmuştu ( bk. Grum Grjimayto, Z a p a d n a y a M o n g o liy a , H, S^S ). O, Ming sülâlesi imparatoru Ying-tsung ‘u 1449 da, Pekin ile Kalgan arasında vâki olan harpte, mağlûp ve esir edip, çinlileri ağır şerait ile sulh akdine mecbur eylemişti ( bk. de Meilla, H is t o ir e g é n é r a l e d e la C h in e, X, 210 v.d. ; Delamarre, L ' A s ie C e n tr a le a u x X V I I et X V I II . siec/e^ S; 268 ); Vakıa bundan sonra, A li Ekber 'in „Tay-han“ dediği, Tay-tsung (1449—1468) hüküm sürmüştür. Yalnız Ali Ekber, Tay-tsun ‘dan sonra hüküm süren Hsien-tsung ( 1465— 1488 ) 'un hükümdarlık lâkabı olan Ç e n g -h u a is­ mini, Ying-tsung ( 143s—1449 ) 'un şahsî ismi zannetmiştir. Ali Ekber 'e göre ( var. 91 ), Kal­ mak, yani garbî mogul devletinin, iki merkezi vardır ; bunlardan biri Karakorum, diğeri de Konaruy 'dur. Bu Konar-uy kelimesi, Oyrat hü­ kümdarlarının karargâhlarından biri için, orta ve şarkî Asya türkleri tarafından kullanılan bir isim olsa gerektir. A li Ekber 1300 yıllarında, çinliler ile mogullar arasında, olup biten hâdise­ leri etraflıca anlattığı gibi (var. 12 3 ), bunların sebeplerini de izah etmiştir ; kendisince bu harp­ lerin sebebi İktisadîdir (bk. Zeki Velidi Togan, B u g ü n k ü T ü r k is ta n v e y a k ın m a z is i, Kahire, 1929—1940, s. 6u). Kalmaklar çinliler ile müsavi şartlar içinde harbetmiyorlardı ; kendileri çok cengâver iseler de, harp âletleri, ok ve yay gibi, eski şeylerden ibarettir ; çmlilerde ise, top ve tiifenk vardır. Kalmaklarda demir hiç yoktur ; bu hususta da onlar çinlilere muhtaçtırlar (var. 101). Çinliler kalmakların hayvan sürülerinden ibaret olan servetlerine göz dikmiş değildirler, onların gözü ancak Mogulistan topraklarındadır ( var. 106). Ali E k e r’iu her hâlde etraflı tetkike muhtaç olan seyahatnâmesi, Yavuz Sultan Selim 'in, yalnız yakın şarka değil, uzak şarka karşı da alâkasını gösteren bir delildir; Ali Ekber den başka, Kanunî Süleyman zamanında, yine orta A sya'd a ve aynı kalmaklar memleketinde

ALİ E V l A d İ.

3*9

seyahat ederek, güzel bir eser bırakan Seyfi Çelebi [ b. bk.] zikre şâyândır. ( A . ZekI V

e l Id I

T o g a n .)

A L İ E V L Â D I. 'A lî b. Abı Tâlib ahfadı; aşağıda zikrolunduğu üzere, 'A li ’nin on dört oğ­ lu ve en azon yedi kızı olmuştur: I. Peygam­ berin kızı Fâ(ima ( hayatta bulundukça 'A li 'nin yegâne zevcesi id i) 'dan: Haşan, Ffusayn, kü­ çük yaşta ölmüş olan Muhassin ( iranlı şi'îlerde Muhsin), büyük Zaynab, büyük Umm Kulşûın ; 2. Umm al-Banin bint Hizam ‘dan: al‘Abbâs, Ca'far, ‘Ahd Allah, 'OşmSn (Kerbelâ ’da öldürülmüşlerdir, birinciden maadası ev­ lât bırakmamıştır ) ; 3. Layla b. Mas'üd b. Hâlid ‘den: ‘Ubayd Allah, Abu B ek r; 4. Asma’ bint 'Umays al-Haş'amiya’den : (Hişâm b. Mu­ hammed ’e gö re) Yafcyâ, küçük Mulıammed yahut (V â k id i’ye göre, ikinci doğan Muhammed, câriye oğlu olduğundan) Yalıya, ' Av n ; 5. Halid b. al-Valid tarafından 'Ayn al-Tamr ‘de esir alınmış olup, mahlası al-Şahbâ’ olan Umm Habib bint Rabi'a ’dan: 'Omar, Ruljayy a ; 6. anası Peygamberin kızı Zaynab olan Umâma bint Abi ’l-'A şi b. al-Rabi‘ 'den: or­ tanca Muhammed ; 7. Havla bint Ca'far 'den: İbn al-Hanafiya künyesini alan büyük Muham­ medi 8. Umm Sa'id bint 'Urva b. Mas'üd alSakafi ‘den : Umm al-Hasan, büyük Ram la; 9. Mahyât bint !mru‘ al-I£ays b. ‘Adi ’den: küçük yaşta ölen bir k ız ; 10. isimleri meçhul muhte­ lif analardan: Umm Hâni’, Maymuna, küçük Zaynab, küçük Ramla, küçük Umm Kulşüm, Fâtima, Umâma, Hadica, Umm al-Kirâm, Umm Salama, Umm Ca'far, Cumana, Nafisa ( Taban, I, 3471 v.dd.). Bu oğullarından beşi evlâd bırakmışlardır; bunlar l^asan, Husayn, Muhammed b. al-Hana­ f iy a ,‘Omar ve ‘A b b âs'tır ( Tabari, Vâkidi'ye atfen,!, 3473; Mas'üdi, Murnc,V , 149; ayn. mil., Tanbih, trc. Carra de Vaux, s. 388). Husayn kolu en meşhur olanıdır; doğrudan doğruya ‘A li ‘den inen bu kol, şi'îlerin „on iki imam" koludur: 'A li Zayn al-‘Abidin, Mulıammed alBâkir, Ca'far al-Şâdik, Musa ‘ 1-Kâşim, ‘A li al-Rizâ, Muhammed al-Cavâd, ‘A li al-Hâdi, Haşan al-'Askari, Muhammed al-Mahdi [ bk. madd.]. ‘A li b. A bi Tâlib ‘in evlâd ve ahfadı umumi­ yetle bedbaht oldular; duçar oldukları felâket­ ler İslâm tarihinin sahifclcrini doldurur. ‘Ali evlâdı Emevîlerden zulüm gördüler ( Harran 'da İmâm İbrahim1, Küfa'de Zayn al-'A bidin), İran’da şi'î davasına karşı gösterilen muhabbeti kendi lehlerine çeviren Abbasîler tarafından sukut-ı hayâle duçar edildiler. Medine 'de Ha1 B u İb rah im , ' A l i e v lâ d ın d a n d e ğ il, ‘ A b b S s c viâ d ın dan d ır.

ALİ EVLÂDI.

*

san ve Ca'far al-Şadik Bagdaci 'da Zayd b. Mu­ ( şacara, silsilename) ile az çok sıhhatle tevsik sa 'l-Kâşim, Tüs ‘ta ‘A lî al-Rizâ, Bagdad da Mu­ edilmiştir. Osmanlı imparatorluğunda, vazaifi hammed al-Cavâd gibi aralarından bir çoğu [şi’î Bayezid II. tarafından ihya edilmiş olan nakib rivayetine göre] zehir ile öldürüldüler;diğerleri al-aşrâf (‘A li evlâdı müfettişi) nezareti altında halifelerin otoritesine karşı kıyam ettiler ve bulunurlardı; her büyük şehirde bir nakib var­ döğüşerek veya cellât eline düşerek, can ver­ dı ; şahadetnâmeleri tetkik, neseplerinin tesel­ diler. Bilhassa Haşan kolundan bir çok talihsiz sülünü isbat edenlere şahadetnâme vermek ve saltanat davacıları çıkmıştır: 145 (762/763) te haksız olarak, ş a r if sıfatını iddia edenleri tec­ Medine 'de Muhammed al-Nafs al-Zakiya ( Mağ- ziye etmeğe memur idiler. rib 'de bir hükümdar sülâlesi kuran İdris 'in 'Ali evlâdı hükümdar s ü lâ le le r i kardeşi), Basra 'da bunun diğer kardeşi İb­ [ A li evlâdı sülâleleri nesepleri için ait oldukla­ rahim, 169 (785/786) da Mekke'de Husayn b. rı maddelere bk.]. a. Haşan kolu : 1. Mağrıb 'de ‘A li, Irak ( 199 — 814/815 ) ta Muhammed b. tdrisi ’ 1er, İdris b. İdris b. ‘Abd Allâh b. Haşan Tabâtabâ, Medine 'de Muhammed b. Sulaymân, al-Musannâ ahfadı, 343—364 (954—974) 'e ka­ B asra’da (Zayd b. Musa'I-Kâzim ile aynı za­ dar ; 2. Mekke 'de sonra Yemen 'de Sulaymâni manda ) ‘A li b. Muhammed, Yemen ’de İbrahim 'ler, Sulaymân b. Dâvüd b. Haşan al-Muşannâ b. Musa, Tabaristân dahilinde al-Hasan b. Zayd ( hicri II. asırda ) ahfadı ( al-Suvaydi, Sabâ’ik (250 — 864), Kûfa *de al-Husayn, Mekke'de al-zahab, s. 77 ) ; 3. Mağrib 'de Sulaymâni 'ler, Ismâ'il b. Yûsuf, Tabaristân dahilinde Muham­ İdris b. ‘Abd Allâh b. Haşan al-Musannâ ‘nın med b. Zayd ( 281—287 = 894—900 ), yukarı kardeşi Sulaymân ‘m ahfadı ( ayn. ear.) ; 4. Mısır ‘da Ahmed b. Muhammed, Tabaristân da­ Mekke 'de ve Yemen ‘de Bani Uhayzir, Muham­ hilinde Haşan b. ‘A li (301 — 913/914) v.s. Tak­ med ai-Nafs al-Zakiya ‘nin kardeşi Musa 'l-Cavn vası, velilik mertebesi ve ahlâk safiyeti ile 'in ahfadı, 251—350 'ye kadar ( 865—961 ; krş. temayüz eden Husayn kolundan ise, daha az Müneccim-başı, II, 429 ) ; 5. Yemen 'de Bani Ta­ çıkm ıştır; böyle olmakla beraber, yukarıda adı bâtabâ, 280 ( 893 ) ; 6. Mekke emirleri olan Hageçen Zayd b. Müsâ'dan başka, 200 (815/816) vâşim ( Bani F a lita ), ‘Abd Allâh b. Haşan alde Mekke 'de isyan etmiş olan Muhammed b. Muşannâ kolundan Abü Hâşim b. Muhammed Ca'far al-Şâdik 'in, Medine ‘de al-Husayn al- ahfadı, 460—598 (1067—1202); 7.'Südân dahilin­ Aftas 'tn, Horasau dahilinde (219 = 834 ) Mu­ de Gâna 'de Bani Şâlih b. ‘Abd Allâh b. Müsâ hammed b. Kâsim "in, K ajvin 'd e (250 — 864) ahfadı; 8. Âmul Hasani 'leri, 250—300 ( 864— al-Hasan al-Karki 'nin, Şam ’da tbn Rizâ denilen 913 ) ; 9. Bani Katâda 598 den ( 1201/1202 ) son Muhassin ( Muhsin ) b. Ca'far 'in isimleri de zikr- zamanlara kadar Mekke em irleri; 10. Fas 'ta ölunabilir. ldrisîler muhakkak ‘A li kolundan- Sa'di şerifleri, 957—1070 (1550—16 59 ); tı. Fas dırlar ( al-Hasan kolu ) ; Fatimîler ve Muvah- ’ta Filâli şerifleri, 1075 (1664 ) ten zamanımıza hidlerin ( al-Muvahhidin ) bu husustaki rivâyet- kadar; 12. ve 13. F a s'ta Vazzâni ve Kittâni leri ise, nisbeten şüphelidir.1 Maktulen ölen ‘Ali şerifleri, zamanımıza kadar — b. Husayn kolu: 1 evlâdının bir listesi Mas'üdi, MurSc, VII, 404 te Ca'far al-Şâdik ahfadı, Fâtimi ’ler yahut ‘Ubaybulunur. Peygamber ailesinin haklarından mah­ di ’ler, 297—567 (910—117 1); 2. Tabaristân ve rum edilmiş olmasından dolayı, Emevîler ara­ Daylam Husayni ’leri, 301—318 (9 13 —930 ) ; 3. sında yalnız 'Omar II. b. ‘Abd al-'Aziz bir de­ Curcân dahilindeki diğer kollar 304—356 ( 916— rece mustarip olmuştur ; bu zat, Fâtima 'dan 967 ) ; 4. Medine ’de Bani Muhannâ, 601 den ev­ gelen ve Medine 'de ikamet eden ‘A li evlâdına vel (1204 ; krş. Müneceim-başı, II, 665 ) ; 5. Rassi 10.000 dinar tevzi ettirmiştir ( Marüc, V , 421 ) ; ’ler, Kâsim Rassi ( ölm. 246 = 860) ahfadı, Zayd Abbasîler arasından al-Ma’mün, ‘A li al-Rizâ yi b. ‘Afi b. al-Husayn kolundandırlar, 680 (1281) tahtına teşrik ve kendine halef tayin etmek ‘e kadar Yemen ve Sa‘da ’de idiler ; 6. Tabaris­ istedi; fakat, Kerbelâ ‘da Flusayn 'in kabrini tân Z ayd i’leri, 250—316 (864—9 2 8 ); 7. Kâsim yıktıran, alt üst eden al-Mutavakkii ile beraber, b. Muhammed ahfadı olan Şan'â’ Zaydi ’leri, itisaf yine başladı ve al-Muntaşir zamanına ka­ 1008 (1599 ) ‘den bugüne kadar. dar devam etti. Nesepleri muhakkak olmayanlar: 1. Mekke ve Peygamberin hayli kalabalık olan ahfadı şim­ Medine ‘de Bani Müsâ, 350—453 ( 961—10 6 1); di bütün müslüman memleketlerine yayılm ıştır; 2. Kurtuba ve Malağa da Bani Hammüd, 407 bunlar sayyid yahut şa rif unvanı alırlar. Y e ş i l —449 (1016—1057 ) [Hicaz, Irak ve Ürdün ’deki sarık sarmak suretiyle, ahaliden ayrılırlar. Ne­ ‘A li evlâdı hanedanı için bk. madd.] sepleri bir şehadetnâme yahut neseb şeceresi B i b l i y o g r a f y a : Makalede zikredilen eserlerden başka, bk. Ibn Haldun, fCtiâb al1 M a v a h h îd le r tarik & tin in m u casisi olan M uİıam m od’in 'İbar (tab. Bûlâk), IV ; Halil Edhem, Diivel-I b S y le b ir id d ia sı v a rs a da, M u va h h id le r eüU lesid in den o l s u ‘ A b d al-M u’ m in ’in o ğ u lla rın ın a ro p iık id d ia sı yoktur» islûmiye (İstanbul, 1927). (CL. HUART.)

A Lİ H A N — A Lİ KUŞÇU. A L İ H A N . ‘A Lİ HÂN. [B k . m a h d I ‘ a l I çXn.] _ _ A L İ H A N . ‘A L İ HÂN Ahmed b. MuHAMMED Ma'ŞÜM B. İBRÂhIm ŞADR AL-DIn ALH usaynÎ AL-MADANl ( 1642—1692 ), siyere ait âsâr ile bir seyahatnamenin müellifi olup, Ğiyâş al-Din [b . bk.] ‘in ahfadındandır. 1053 (1642 ) senesine doğru Medine ‘de doğmuştur. 1083 (16 72) te, babası ile birlikte, Idaydarâbâd 'a g itti; babası oraya daha 1034 (1644 ) te hükümdar Şâhinşâh ‘Abd Allah b. Mu^ammed Kutbşâh tarafından davet edilmiş idi. 1082 (1671 ) de hâmisi ve ertesi sene de babası ve­ fat ettiğinden, ‘A li yeni hükümdar Abu ’1-Hasan ‘in gazabına uğradı ve hapse atıldı. Mama­ fih kaçmağa muvaffak oldu ve Avr&ngzeb sa­ rayına dehalet etti. Bu zat, kendisini, ban un­ vanı ile, Burhânpür ’a divdnî nasbetti. 1104 (1692 ) te Şirâz ‘da vefat etti. Bir çok eserleri mey anında, 1074 (1 663) te Mekke ‘den Haydarâbâd ‘a kadar olan seya­ hat hakkında, Sulvat al-ğarîb va usvat ala rib 'i te’lif etti (bk. Ahlvvardt, Verz. d. arab. Hss. d. kgl. Bibi, zu Berlin, nr. 6136 ). Fakat hierî XI. asır şairleri hakkındaki eseri ile daha ziyade mâruftur: Salâfat al-'aşr f i mahâsin ay a n a l-a şr ( tab. Kahire, 1324) ki, al-Hafâci (ölm. 1064 — 1658; b. b k .) ‘nin Rayhâna sine bir zeyil teşkil eden eserdir. B ad î'îy a isimli aserinin şerhlerine ilâve olmak üzere, ilm-i beyan üzerine yazı yazmış olan müel­ liflerin tercüme-i hâllerini bildirdi. Bundan başka şı’î imamîlerin tabakatı hakkında bir eser yazdı. . B i b l i y o g r a f y a : biadîlçat al-alam (ta ş basm., Haydarâbâd, 1266), I, 363 v.dd. ( Rieu, Supplem eni, nr. 9 9 0 ); Wüstenfeld, Die Geschichlsschreiber der Araber, s. 589; Brockelmann, Gesch. d. arab. Litter., II, 421. ( B rockelmann .) A L İ İLÂH Î. ‘A L İ İLÂH Î ( ‘A l I yo ‘llâh I, yani „‘A li ‘ye tapan“ ), bugün de Iran ‘da çok münteşir bir gizli dindir. Başkaları tarafından bn dinin mensuplarına verilen bu isim yanlış­ tır. Bu gizli din hakkında bk. EHL-1 HAKK. i A L İ K U Ş Ç U .‘A L İ 'A l â * a l -Dîn b .M uham MED AL-Küşcl (al-K Ü şi) ( 7 —1474), Mâverâünnehr ‘in hangi noktasında ve hangi tarihte doğduğunu bilmediğimiz, şark ve garp türk ille­ rinin tanınmış astronomu. K u ş ç u lâkabı pe­ deri Muhammed ‘in, Ulug Bey ’in doğancı başısı olmasından ileri geldiği, umumiyetle, kabul edi­ lirse de, zayıf bir rivayete göre de, av esnasmda Ulug Bey ’in doğanını daima Ali ’ye tevdi etmesinden neş’et etmiştir. Şarkta müsbet ilim­ lerin^ inhitat devrine tesadüf eden X V . asrın tahminen ilk rub’unda doğan A li Kuşçu, Timur Itl&ro Antiklopudîsi

-

‘un hafidi Ulug Bey ‘in Türkistan ve Mâverâünnehr emirliği esnasında, Semerkand ‘da ipti­ daî ve dinî tahsilini yaptıktan sonra, bursalı Kadı-zâde-i Rumî [ b. bk.] ‘den ve Ulug Bey ‘in kendisinden riyaziyat ve astronomi tahsil et­ miştir (bk. Taşköprü-zade, Ş a lfa ik al-num ân iya; Vafayât al-ayan kenarında, tab. Mısır, s. 177—181). Ulug B e y ‘in, z i c i n i n mukaddimesin­ de, Ali Kuşçu hakkında farzand-i ercumand ta­ birini ve başka bir yerde, Mirbvând ‘a nazaran, mahram-i mâst sözünü ( bk. W. Barthoid, Ulug Beg und seine Zeit, Leipzig, 1935, s. 165 ) kul­ lanmasından, kendisine talebeden ziyade dost ve evlâd muamelesi ettiği anlaşılıyor ( bk. Z îc-i Ulug Beg, Bayezid umumî kütüp., nr. 4612, s. 1 ) . A li Kuşçu, bir aralık, Semerkand ‘dan gizlice Kirman ‘a gitmiş ve orada tahsilini ikmâl etmiş­ tir. Semerkand a avdetinde, Risâlat hail al-afkâl al-lçamar ismi ile te’lif ettiği bir eseri, Ulug Bey ’in „bize ne hediye getirdin“ sualine ceva­ ben takdim ile, izinsiz Semerkand ’dan ayrılmak kusurunu affettirmişim ( bk. ŞakS'ik al-n u mânlya, göst. yer.). Ulug Bey ‘in Semerkand ’da 1421 (824) de tesis ederek, Giyâş al-Din Camşid [ b. bk.] ile Kadı-zade-i Rumî ‘nin idaresine verdiği meşhur rasathaneye, her iki astronomun da kısa fasıla ile vefatları üzerine, A li Kuşçu müdür tayin edilmiştir. H afif A b rü ’nun Zab­ da t al-tavârirh 'inde, 824 senesi vakayii arasın­ da, zikr ettiğine göre, Ulug Bey bu rasatha­ nede, yukarıda ismi geçen üç âlimden başka, astronom Mu'in al-Din al-Kaşi yi de istihdam etmiştir. A li Kuşçu ‘nun, esasen tertibine başlanmış olan Z ic-i Gûrgöni ‘nin itmamı için, kendisine . yardım ettiğinden, Ulug Bey eserin mukaddi­ mesinde oldukça sitayişle bahsetmektedir ( bk. Z ic-i Ulağ Beg, göst. yer. ). Pederi Şahruh ’un vefatı üzerine, Gürgâni tahtına geçen Ulug Bey'in, 1449/1450 ( 853) de oğlu ‘Abd al-Latif 'in ihaneti ile, katledilmesi üzerine, o ana kadar Semerkand 'ın meşhur medresesinde ders ver­ mekte olan A li Kuşçu, efendisinin bu feci akı­ betinden müteessir ve müteneffir olarak, hacca gitmek üzere, mirzalardan izin alıp, Tebriz ‘e gelmiş ve Akkoyunlular hükümdarı Uzun Ha­ şan ’dan gördüğü büyük iltifat ve ikram üze­ rine, onun nezdinde kalmıştır. Ali Kuşçu, Akko­ yunlular İle osmanlilar arasında sulh temin et­ mek vazifesi ile, elçi olarak osman lı padişahı Mehmed II. nezdine îzam olunmuştur. Tam tarihi bilinmemekle beraber, bu sefaretin, Uzun Ha­ şan ’m şark fütuhatını ikmâl ettikten sonra, gön­ derilmiş olması muhtemeldir. Şarkın ve hattâ garbın ulema ve san'atkârlarını payitahtında toplamağı kendine ş ia r edinen bu padişah, Ali Kuşçu 'ya İstanbul 'da kalmağı ve burada ted­ 21

ÂLİ fCUŞÇÜ. rise devam etmedi teklif etmiş ise de, kendisi sefaret vazifesini, Tebriz’e dönerek, ikmâl et­ tikten sonra, avdetine müsaade olunmasını rica etmiş ve filvaki bir müddet sonra, İstanbul'a dönüp, Ayasofya medresesi müderrisliğine, gün­ de 200 akçe maaş ile, tayin olunmuştur. A li Kuş­ çu 'nun İstanbul 'a avdet senesi, Fatih ’in 1473/ 1474 ( 878) te Akkoyunlulara karşı sefere çı­ karken, bu meşhur riyaziyeciyi beraber götür­ müş olmasına nazaran, her hâlde o tarihten ev­ vel olduğu aşikâr ise de, Uzun Haşan ’n 1469 da payitahtını Tebriz ‘e nakletmiş olmasına göre, A li Kuşçu ’nun, gerek sefaretle ve gerek ika­ met niyeti ile İstanbul *a vürudu, bu sene ile 1474 senesi arasında olması icap eder. Mehmed İL, A li Kuşçu 'nun istikbâli için, tâ hududa kadar bir hey’et göndermiş olduğu gibi, bütün akraba ve taallûkatı ile Türkiye ye avdet eden bu âli­ me, harcırah olarak, günde 1000 akçe tayin et­ mişti. A li Kuşçu, o vakit yabancı sayılan bir memleketten ihtisasına binaen celbolunan üstad gibi, İstanbul 'a girerken, bir kadırga ile kendi­ sini istikbâle memur edilen, zamanın ulemasın­ dan Hoca-zade Muşlih al-Din Muşjafâ [ b. bk.] ile kadırgada, med ve cezir hâdisesine dair, bir münakaşaya girişerek, Hoca-zade 'nin A li Kuş­ çu ’ya karşı İlmî kudretini göstermesi, eğer Şakâ'ik al-nu mâniya ’nin bu rivâyetine inan­ mak lâzım gelirse, mânidardır. Mamafih şurası muhakkaktır ki, Ali Kuşçu İstanbul 'da bulun­ duğu müddetçe, Hoca-zade ile pek iyi geçinmiş ve hattâ kızını Hoca-zade 'nin oğluna verdiği gi­ bi, onun kızını da kendi kızı ile Kadı-zade 'nin oğlunun oğlu Kutb al-Din Muhammed 'e. almış­ tır. Bu son izdivaçtan astronom Mahmud b. Mu­ hammed Mîrim Çelebi [ b. bk.] doğmuştur. Bu­ na rağmen Ali Kuşçu 'nun İstanbul ulemasının hasedini, târizlerini celbettiği, kendilerinden şi­ kâyeti muhtevi eski memleketine yazdığı bir mektuptan anlaşılıyor ( Ali Kuşçu ‘nun Tafâiul kavs al-layl va kav s al-nihâr bahsine Hvgca Muhammed Afzali Buhüri ‘nin yaptığı ilâveler arasında ). Diğer taraftan Sami tarihinde ( Mü­ teferrika tab., var. 90 ) „memâlik-i rumda med­ rese keyfiyetini mukaddima A li Kuşçu tertip idüp, iptida-i hâriç, ikinci hâriç diyerek, tanzim etmişler“ denilmesine bakılırsa, Ali Kuşçu 'nun ilmî teşkilâtta da müessir olmuş bulunması muhtemeldir. A li Kuşçu İstanbul 'da 16 kânun I. 1474 (7 şâban 879) te vefat ederek, Eyyüb türbesi civarında defnolunmuştur. Vefatı tarihi torunu­ nun oğlu Mîrim Çelebi 'nin yazdığı fârisî bir i a r ih - î l a f z t ‘den istidlâl olunmaktadır. A li Kuş­ çu, Salih Zeki ’nin ifadesine nazaran, Türkiye 'nin ilk hakikî astronomi hocasıdır ( bk. Â sû r-i b û k iy e, I, 197). Filhakika bu zatın İstanbul’a

vürudu ile astronomi tahsili canlanmış, hattâ Hoca Sinan Paşa bile, talebesi Molla Lûtfi [ b. b k .]’yi onun derslerine göndererek, bilvasıta istifade etmiş ve Paşa ’nin kürsi-i tedrisinde de XVI. asrın meşhur türk astronomu Mîrim Çe­ lebi yetişmiştir. A li Ekber, n â m e 'sinde (bk. Ch. Schefer, T r o is c h a p it r e s d e C h a t a y ­ n a m a , M é la n g es o rien ta u x , 1883, Publication de l’Ecole des Langues Orientales Vivantes, II, 2. ser., IX. 3 1—84 ), Ulug Bey 'in Ali Kuşçu ’yu Çin'e îzam ve yollarda gördüğü şeyleri yazma­ sını tenbih ettiği zikrolunur ise de, A li Kuşçu ‘nun böyle bir seyahatnâme yazmış olmaması ve diğer menbalarda böyle bir seyahatten bahs­ edilmemiş bulunması itibariyle, kayd-ı ihtiyat ile telâkki olunmak lâzımdır; yalnız Ali Kuş­ çu nun türk kıyafeti ile, Herat ’a kadar giderek, şair Camî 'yi ziyaret ettiğini biliyoruz ( bk. W. Barthold, g ö s i. y e r ,, s. 164 ). Ali Kuşçu 'nun İlmî faaliyetini iki kısma ayır­ mak lâzımdır: daha ziyade kelâm ve lisaniyata ait olan birinci kısımda, Naşir al-Din Jü s i 'nin T a c r id a l - k a l â m ' ma yazdığı şerh — ki, talebe arasında Ş e r h - i c e d id ( tab. Tebriz, 1301 ) namı ile meşhur idi — vardır ki, bu eserini Kirman ’da Abü Sa'id Han 'a ithaf eylemiştir ( Üniver. kütüp., nr. 82016 ). Evvelki şerhlerin mündereçatı hulâsası ile Ali Kuşçu ’nun hususî mütalâa ve fikirlerini ihtiva eden ve oldukça şöhret ka­ zanan bu şerhe Calâl al-Din Davvâni bir haşiye yazmış ve bu haşiye Mir Şadr al-Din Şirâzi 'nin itirazlarına uğramıştır ( H a b i b a l- s iy a r , Tah­ ran, 1278, III, 389 ). Şerhin kazandığı ehemmiyet, Iran 'da Ali Kuş­ çu 'nun Ş â r ih - i t a c r i d diye anılması ile sabittir ( bk. Yahya b. ‘Abd al-Latif Kazvini, L u b b a lt a v â r i h , Tahran, 1314, s. 192 ). Bundan başka sarftan U n lçâd a l- z a v â h ir isminde bir eseri ( A tıf Efendi kütüp., nr. 2678) ve vaz* ve isti’a rat bahsine dair K afi ‘Azüd al-Din 'in, R i s a la - i ' A iu d i y a ’sine Ş a r h a l- A z u d iy a veya Ş a r / f- i r is â la - i v a z i y a ismi ile, diğer bir eseri vardır ki, bunlardan İkincisi Muğiş al-Dın ‘Abd al-Karim Hân 'a ithaf olunmuştur ( Ragıb Paşa kütüp., nr. 1285, Üniver. kütüp., nr. 1532 ). Brockelmann a göre, A li Kuşçu 'nun lügatten a l- R i s â la t a lm u fr a d iy a ve nahivden manzum U n k a d a l- c a v â h ir isminde iki kitabı daha varsa da, bunlar­ dan K a ş f a l-şu n S n bahsetmediği gibi, İstanbul kütüphanelerinin fihristlerinde ( m e c û m ı- i r e s a il hariç) yapılan araştırmalarda da bulunamadı. Bundan başka K a ş f a l- z u n â n ‘da nahivden Ş â f i y a 'ye bir şerhi olduğu da zikrolunuyor. İkinci kısımda A li Kuşçu'nun riyaziyat ve hey’ete dair yazdığı eserler vardır ki, bunların başında, 1457 (862) senesinde vücuda getirdi­ ği farsça R is â la f i ’l- h a y 'a gelir ( Üniver. kii-

A L İ KUŞÇU — A Lİ M ER bA N . tüp;, yazm. nr. 370; Ayasofya kütüp,, nr. 2670); bir mukaddime ve iki makale üzerine tertip edilen bu eser, müellifin astronomiye dair yazdığr başlıca kitaptır. Bunun b ird e arapça nushâsı vardır ki, (Jnın Haşan seferi esnasında : yazarak, zafer günü bitirmiş olduğundan, R is â la t a l-fa tfy iy a adını vermiş ve Fatih ’e takdim etmiştir. Gerek Ş a k a ’lif a l-n u m ö n ig a ve gerek ondan naklen T â c a l - t a v â r i h ve hattâ Salih Zeki ( Â s â r - i b â k iy e , I, 198) bu eseri R i s â l a f i 'l-h a y ’a ’nin tercümesi olmaktan ziyade, ayrı : bir eser gibi telâkki ediyorlarsa da, fârisî nus­ . hanın arapçaya aynen tercümesinden ibaret olduğu ve ancak semavî ecrâmın arzdan uzaklıklarmı gösteren üçüncü bir makale ilâve edil­ . miş bulunduğu, iki eser tatbik edilince, zahir : olur ki, efendi değiştirmekte pek tâlili olan Ali Kuşçu ’nun eserlerinin dilini değiştirerek, adedlerini çoğaltmakta da mâhir olduğu anlaşılır; ( R is â la t a l - f a t h i y a , Ayasofya kütüp., 2733 nu­ , maralı mecmua içinde; İstanbul Rasathane kütüp., nr. 65/8). Nitekim Semerkand’da telif ettiği farsça R is â la f i ' l - h i s â b ’ı da, arapçaya tercüme ederek, R is â la t a l- M u lıa m m a d iy a na­ : mı ile, yine Mehmed II. e takdim etmiştir (bunun müellif hattı ile bir nüshası Ayasofya ; kütüp. 2733 numaralı mecmua içinde). R is â la f i ' l - h a y a 'nin Muşlih al-Din Lâri tarafından fârisî bir şerhi (Ragıb Paşa kütüp., nr. 926 ve Veliyüddin Efendi kütüp., nr. 2307) vardır. R is â la t a l - f a t h i y a 'nin, R i s â le - i M ev lû n a A l i K u ş c i d e r ilm - i h e y e t adı ile, fârisî bir nüshası Pa­ ; ris.'te (Bibi. Nat. F o n d s P e r s a n , 28) olduğunu Wöpke ( J A , 5. ser., XIX, 120) yazıyor ki, bu da bizim iddiamızı takviye eder ( bk. b ird e Pertsch, 3 5 1 ) . R is â la t a l - f a t h i y a ' nin, biri Sinan : ; : Paşa târafından yazılmış ehemmiyetsiz bir şer­ hi ile (bk. M a v z u â t a l - u lu m , nşr. İkdam, I, 404) müellifin hafid-zadesi Mîrim Ç elebi’nin yazdığı diğer bir şerhi vardır (Bayezid umumî kütüp., nr. 4614 ). Bu risalenin biri M olla'Abd Allah Perviz (ölm. 1570) tarafından tevsi’an yapılan M lr k â t a l- s a m â ’ ( Nuruosmaniye kütüp.) isimli ve diğeri de Mühendishane baş ho­ cası Seyid A li Paşa (ölm. 1845) tarafından, M ir â t a l - â l a m namı ile, iki tercümesi vardır (Ragıb Paşa kütüp., Yahya Tevfîk vakfı, nr. 230; İstanbul, 1239). Mühendishane gibi yeni il­ . min memlekete sokulması için açılan bir mektebiiı baş hocası olan zat tarafından XIX, asır­ da bile Batlamyus astronomisinden bahseden F a t h iy a ’nin tercüme edilmesi, bu eserin Tür­ kiye ‘de kazandığı devamlı rağbeti gösterir. A li Kuşçu ’nun Kutb al-Din Mahmüd b. Masud al-Şirâzi ’nin a l - T u h fa t a l- ş â h iy a 'si üze::: rine nâtamami bir şerhi de vardır (Ayasofya : kütüp., nr. 2643).

Bunlardan başka Salih Zeki ( ayrı, esr,, I, 198 ), Ali Kuşçu 'nun en mühim eserinin Z ic-i U lu ğ Beg'e yazdığı farsça bir şerh olduğunu ve bu şerhin yalnız bir. nüshasına „dest-res* olunduğunu yazıyor; hâlbuki bu eser İstanbul Rasathane kütüphanesi . ( nr. 113 ) : ile Ragıb Paşa kütüphanesinde ( nr. 928 ) mevcuttur. Bu şerh hakikaten Z ic-i U lu ğ Beg 'in Mîrim Çele­ bi şerhinden çok farklı ve, Z lc 'in suret-i ter­ tibine dair, o vakit mevcut olan en yüksek nazarî-riyazî malûmatı hâvidir. Yine A sûr-ı bâki­ y e müellifi ( g ö s t . yer.), A li Kuşçu 'nun Hamidiye kütüphanesinde ( nr. 144 ) el yazısı ile yazıl­ mış bir mecmuaya istinaden, atsrolojiye ( ilm-i nücûm) teba’iyetten kendini kurtaramadığına hükmederek, Mehmed II. in onu Uzun Haşan seferinde beraber götürmesinde kendisinden müneccim gibi istifadeyi düşünmüş olduğuna zahip oluyorsa da, bu padişahın bilhassa hakikî ulema ve san'atkârları yanından hiç ayırmak istemediği ve boş vakitlerini onlar ile münaka­ şa ve münazara ederek, geçirdiği düşünülürse, bu ihtimalin zayıf olduğu tezahür eder. B i b l i y o g r a f y a : Tercüme-i hâl için en toplu malûmat Taşköprü-zade, Ş a lc a 'ik a ln u m â n iy a ( V a fa y â t a l - a y a n kenarında, tab. Mısır, s. 177—18 1; türk. trc. Mecdi, s. 181— 184; bundan hemen hemen aynen nakil T â e a l- t a v â r ih , I, 489— 4 9 1 ) ; metinde zikredilen eserler. Eserleri için bk. Kâtib Çelebi, K a ş f a l- ju n S n ; Brockelmann, G e sc h . d , a r a b . L i t ­ ter ., II, 234; Krafft, H s s . K a t a lo g e , s. 139; Dorn, K a to lo g ., s. 304 ; Rieu, C a ta lo g , B r it. M u seu m , 11, 456 ve Pertsch, s. 351. ( A b d Ol h a k A

d n a n .)

A L İ M ER D A N . 'A L Î MERDAN, üç mühim zatın ismidir; 1. ‘ Ali b. Abi Tâlib [ b.bk.J 'e, ' AH ş â h - i m e r ­ d i n ( „Ali, yiğitler şahı“ ) unvanından kısaltıla­ rak, şi'îler tarafından verilen isimdir. 2. Lakhnavati [ Bengale 'nin eski merkezi ] ‘de 'A la ' al-D in unvanı ile mâruf bir Halac [ b. bk.] kiralıdır; velinimeti olan Bahtiyar oğlu Muhammed 'i öldürmüş olmakla itham edildiğinden, Dehli hükümdarı Kutb al-Din Aybeg nezdine iltica ve Gazne seferinde ona refakat etmiş, müstacelen ric'ati esnasında Tâc al-Din Yulduz tarafdarı türkler tarafından esir edilip, Kâşgar 'a ge­ tirilmiş ve oradan kaçmıştır. Aybeg ona Lakhnavaji ( Gavr ) tımarını tevcih eyledi; metbu’unun vefatında, istiklâlini ilân e tti; Halac emir­ lerinden ekserisini kılıçtan geçirdi. Hindistan da­ hilinde ülkesini tevsi etti ve büyük fütuhat plân­ ları kurdu; fakat gaddarlığı, iki yıl kadar süren saltanattan sonra, hayatına hâtime çeken bir kıyam tertibatına sebep olmuştur (604/603 = 1207/1208; bu tarihler muhakkak değildir).

3*4

A Lİ M ERDÂN

-

ALİ PA ŞÂ .

3. Şâh Tahmâsp hizmetinde iraniılar tarafın­Köprülü Mehmed ile, kardeşi Fazıl Ahmed dan osmanlılara karşı muharebe eden bir ku­ Paşa ‘ların topladığı ,,mâl-i karunu“ zaptederek, m ad an (1136 = 1723), Tahmâsp İÇüli Hân (N â­ hâzineye pek az bir şey teslim etti. j dir Ş â h ) tarafından memuriyetinde ipka olu­ A li Paşa, ordunun ihtiyaçlarını mükemmel narak, Kurucan muharebesinde (13 rebiülevvel ve muntazam bir surette temin etmek için, 1144 = ıs eyiûl 17 3 1), İran ordusuna kumanda sadrâzamın Edirne 'de kalması zaruretini ule­ eyleyen Luristân ’lı Bahtiyâri Hân 'dır. 1164 maya kabul ettirmek üzere, sarayında bir meş­ (1750) te İsfahan'ı zaptetti ve Karim Hân Zand veret meclisi topladı. Fakat bu toplantıda ken­ ile uyuşarak, Safevîlerden Şâh lsmâ'il III. 'i tah­ disini sadarete getirenlerin başında bulunan ta çıkardı; sonra Karim ile bozuştu, onun ta­ Rumeli kazaskeri Yahya Efendi 'nin çok ağır rafından Karun kıyılarında münhezim edildi; ve heyecanlı muhalefeti ile karşılaştı. Lâkin Isfahan tahtına, Sultân Husayn II. namı ile, bir pek çok rüşvet vererek, kendisine bendettiği düzme-şah oturttu ise de, Karim 'in karşısında kızlar ağası Karagöz Ahmed A ğa'nın yardımı kaçmağa mecbur oldu ve Muhammed Hân Zand ile, başta Yahya Efendi olmak üzere, bir çok muhaliflerini azil ve nefi ettirmeğe muvaffak tarafından katlolundu (1165 = 175 1). B i b l i y o g r a f y a : Reinaud, Monaments oldu. Padişahın tehditlerine rağmen, bir çok arabes, persans et tarcs, I, 348 ; Justi, Ira­ özürler dermeyan ederek, harbe gitmekten nisches Namenbuch, s. 195 ; Minhâc, fab akâ- imtina ediyordu. Nihayet hâmilerinin yardımları t-i Naşiri, s. 158 i trc. Raverty, s. 576—580 ; ile Ahmed I I . 'i ikna etti. Bu sıralarda Kara­ Hammer-Purgstall, Hist. de VEmpire oito- göz Ahmed Ağa 'nın ölümü ile sarayda kuv­ man, XIV, 100, 453; Târih-i Sâm î-u Şâkir-u vetli bir istinadgâh kaybetti ise de, onun halefi Şubhi, var. 29“ ; Malcolm, Histoire de Perse, Uzun İsmail Ağa 'yi da rüşvetler ile elde et­ III, 168 v.dd.; Rizâ Küli Hân, R aviat al- meğe çalıştı. Fakat şeyhülislâm Feyzuilah Efen­ şafâ’-i Naşiri, IX, 7 v.dd.; Oskar Mann, Mağ- di 'nin tavsiye ve ısrarı üzerine, padişah 28 şubat 1692 (10 cemaziülâhır 1103 ) tarihinde A li mil et-târikh-i badn&dirtje, s. 7. Paşa 'ya bir serdarlık fermanı gönderdi. Sadrâ­ _ ( C l . H uart .) zam, dokuz gün sonra padişahın huzurunda şey­ A L Î P A Ş A . 'A L İ PA ŞA , ARABACI veya KADr (16 2 0 —1693 ), osmanlı devlet adamı. Ah­ hülislâmın da ağır bir hücumuna mâruz kaldı. med II. ‘in sadrâzamlarından olup, Ohrı 'lıdır. Padişahın huzurunda Feyzuilah Efendi 'yi afyon 1620—1622 yılları arasında doğdu. Gençliğinde tiryakiliği ile itham etti ve Uzun İsmail Ağa bâzı büyüklere, bu meyanda Şahin Ağa adında ‘nın da yardımı ile onu azlettirdi. Lâkin şeyhü­ bir zata, imam oldu. Bir aralık Koca Halil Pa­ lislâmı feda eden hükümdarın sadrâzama da iti­ şa, İbrahim Paşa sadaretinde, Edirne 'de arpa madı kalmamıştı. Ali Paşa, yeniçeri ocağındaki emini iken, onun da imamlığında bulundu. O kendi adamları vasıtası ile, kendisinden şüphe­ vakitler A li Hoca denmekle mâruf idi. Bâzı lendiği Süleyman Ağa aleyhine sahte hir fitne yerlerde naiplik etmiştir. Babadağı muhafızı çıkararak, taht endişesine düşen Ahmed II. 'e Köprülü-zade Mustafa Paşa dairesine kapılana­ onu azlettirdi (27 m art); hazinedar Kaba Nezir rak, kethüdalığa kadar yükseldi; onun sadare­ Ağa, kızlar ağası oldu. Fakat Nezir Ağa, Süley­ tinde de kethüdalıkta kaldı. 1689 (110 1) da ye­ man A ğa 'nın azli ile neticelenen fitnenin A li Pa­ niçeri ağası, bir yıl sonra da vezaretle rikâb-ı şa tarafından mürettep olduğunu padişaha söy­ humayun kaymakamı oldu. Mustafa Paşa 'nın ledi. Ahmed II. de o gün Ali Paşa 'yi huzuruna şehadet haberi geldiğinde, Ali Paşa, Rumeli ka­ çağırarak, şiddetle tekdir ve azletti. Ali Paşa zaskeri Yahya Efendi ve şeyhülislâm Ebu Said- idamdan, ancak kızlar ağası ile saray erkânının zade Feyzuilah Efendi 'nin delaleti ile, 30 ağus­ şefaatleri sayesinde, kurtulabildi (28 mart 1692). Taallûkatı ve bendegânı ile kapı arasın­ tos 1691 (6 zilhicce 1102) de sadrâzam oldu. Sadaretinin üçüncü günü tuğları çıkıp kapıya da hapis ve bütün emlâk ve eşyası ( i . 2 q o kese dikildi; 17 eylülde de otağı Hıdırlık bağ­ nakdi, cevahir ve gümüş takımları, bir çok deve larına kuruldu ise de, muasırlarının „vezir-i ve katırları Edirne 'deki evi, Buçok tepedeki âzam namına olan yadigâr“ , „koca mekkâr“ ve bahçesi v.s.) müsadere olundu, kendisi Rodos 'a ,,kelb-i akûr“ diye tavsif ettikleri bu serdarlık sürüldü, yerine Hacı A li Paşa sadrâzam oldu. kıymet ve meziyetlerinden mahrum ve ihtiyar Bir müddet sonra, Edirne ‘de, derbeder kıya­ sadrâzam orduya gitmek niyetinde olmadığın­ fetli bir adam rikâb-ı humayuna bir kâğıt su­ dan, kendisine yukarıdaki ağır sıfatları veren­ narak, ahvâli ancak Ali Paşa ‘nın düzeltebile­ ler tarafından ,,gasb-ı emvâl, nefy-i rical ve ceğini arzetmesi üzerine, ihtiyar vezirin yeni hetk-i ırz“ tabirleri ile Hulâsa edilen icraatına bir fitne ve fesadından korkularak, idamına başladı. Fazıl Mustafa Paşa ’nın hâzinesini mi­ fetva alınıp, hüküm 21 nisan 1693 ŞÛban riye devretti ise de, sabık sadrâzamın babası 1104 ) te Rados 'ta icra edildi. : .

ALİ PAŞA. :

Sadaretinde azil, nefi ve mahvettiği zevatı, nezdine davet edip tekdir ettikten sonra, atını aldırıp, binek taşma bir araba çektirerek, men* taya gönderdiğinden ve eğer idamına, fetva almış ise, onu da arabanın arkasından ulaştır­ dığından „ A r a b a e ı “ lâkabı ile de anılır. B i b l i y o g r a f y a •. R lşid , Târih, II, 166 v.dd., 185 v.d .; 'Oşmân-zâde T â ’ib, Hadikat al-vuzarit, s. 118 v.d .; Fındıklılı Mehmed, Silâhdar tarihi, 11, 596, 599 —60i, 618, 622— 634.

( R e ş a d E k r e m K oçu .)

A L İ P A Ş A . ‘A Lİ P A ŞA , Ç a n d a r u ZÂDE (? — 1407), osmanlı padişahı Murad Bey ( Gazi Hünkâr) zamanında kazaskerlikten vezir-i âzam olan Çandarlı Halil Hayreddin Paşa 'hin büyük oğludur. Halil Paşa bu ilk oğluna babasının adını koymuştur. A li Paşa da, babası gibi kadılık ve kazaskerlik ettikten sonra, vezir'-i âzam olmuştur; osmanlı tarihlerinin ken­ disini, askerlik hariç olarak, devletin diğer İdarî ve malî işlerine bakan ikinci vezir olarak gös­ termeleri yanlıştır [ bk. Hüseyin Hüsameddin, TOEM, sene 7, s. 43, 117 ve 1. H. Uzunçarşılı, Belleten, Türk tarih kurumu, III, 99 ]. Eğer tarihlerin maksadı Ali Paşa ’yı, hem vezir ve hem de ordu kumandanı sıfatı ile, ikinci vezir addetmek ise, doğrudur; çünkü Çandarlı Halil Paşa'ya kadar osmanlı vezirleri yalnız devletin İdarî ve malî işleri ile meşgul olmuşlardı; Halil Paşa ’dan itibaren ise, vezirlik ile ordu kuman­ danlığı birleşmiştir. Bâzı tarihçiler ( msl. Rüstem Paşa ), Ali Paşa ’nın daha babasının sağlı­ ğında vezir olduğunu ve bâzı tarihler de ( Tâc al-tavârih v.s. g ib i), kazasker bulunup, 1387 senesi başlarında, babası Halil Paşa ’nın vefatı üzerine, vezir tayin edildiğini yazmaktadırlar; vakayiin gelişine göre, ikinci şıkkın kabulü icab etmektedir; çünkü Murad Bey ’in şehadeti ile neticelenen Kosova muharebesinden evvel, Ali Paşa 'nın büyük bir muvaffakiyetle Bulgaristan T istilâ eylediği görülmekte olduğundan, vezirli­ ğinin tarihini Halil P a şa ’nın vefatı senesi olan 1387 olarak kabul etmek yanlış olmaz. Murad Bey ’in son veziri olan Ali Paşa, bu hizmete tayin edildikten sonra, babasının tâkip etmek­ te olduğu Balkan fütuhatına devama memur edildi ise de, o sırada Karaman-oğlu Ali Bey ’in, osmanlılann Hamid-oğlu Hüseyin Bey ’den satın almış oldukları memleketleri zapt ve yağma etmesi üzerine, mecburen ve muvakkaten bu fü­ tuhattan sarf-ı nazar edilerek, Karaman seferi yapılmış ve, tabiî olarak, Ali Paşa da bu sefer­ de, padişah ile beraber, orduda bulunmuştur. Ali Paşa değerli bir ordu kumandanı olduğu­ nu, Kosova muharebesine tekaddüm eden gün­ lerde, Bulgaristan istilâsı ile göstermiştir; ter­ tip ettiği sevkülceyş plânları sayesinde ve pek

az bir zaman içinde Bulgaristan ’1 raptederek, osmanlılann Kosova muharebesindeki gâlibiyetlerini temin eylemiştir (1388/1389). Şöyle ki, Bosna taraflarına yapılan bir türk akını esna­ sında vukua gelen mağlûbiyet üzerine, Balkan­ lar ‘da osmanlılar aleyhine hazırlanmakta olan ittifaka bulgarlar da dahil olmuşlardı; bulgar­ ların diğer müttefik kuvvetler ile birleşmeleri­ ne mâni olmak üzere, Çandarlı A li Paşa, 30.000 kişilik süvari kuvveti ile, sür’atle Bulgaristan 'a girerek, ilk hamlede bir biri ardından Pravadı, Tirnova, Şumnu kalelerini ve ikinci bir hamlede de Niğbolu ’dan maada Tuna nehri boyundaki kaleleri zaptettikten sonra, sırplıların ellerine geçmiş olan Şehirköyü 'nü geri almak sureti ile, bir müddet sonra Kosova muharebesinde bulgarların müttefik kuvvetler ile birleşmele­ rine mâni olmuştu. Kosova muharebesine tekad­ düm eden günlerde aktedilen harp meclisinde şehzade Bayezid, Ali Paşa ve Evrenos Bey ‘in mütalâaları tasvip olunarak, muharebe tertibatı ona göre yapılmıştır. Murad ’ın şehadeti üzeri­ ne, yerine hükümdar ilân edilen Yıldırım Baye­ zid ’in saltanatı müddetince A li Paşa vezir-i âzami ıkta bulunmuştur. Ali Paşa, Yıldırım Bayezid tarafından mutlak surette elde edilmek istenilen İstanbul ‘un mu­ hasarası esnasında, mühim siyasî roller oyna­ mıştır ; İstanbul ‘un yalnız karadan muhasara suretiyle zaptının uzun sürmesi ( bu muhasara, bir az fasıla ile, 1391 den 1402 senesine kadar devam etmiştir) ve bu sırada Tim ur’un osmanlı hudutları etrafındaki faaliyeti ve Sivas 'ın zapt ve tahribi, osmanlıların Bizans imparatoru ile anlaşmalarını intaç eylemişti. Bu muhasara es­ nasında A li Paşa, Bizans imparatoruna karşı saltanat müddeisi Yuannis ‘i âlet olarak kullan­ mıştı ; Aşık Paşa-zade tarihi (s. 68) Bizans işlerinde mühim faaliyeti görülen Çandarlı Ali Paşa 'nın imparatordan rüşvet aldığını kaydet­ mektedir. Vezir-i âzam Ali Paşa ile diğer ku­ mandanların reyleri hilâfına olarak ( Hayrullah, Târih, V , 60), Yıldırım Bayezid ile Timur ’un harbe müncer olacak şekildeki muhabereleri üzerine aktedilen harp meclisinde, A li Paşa, meydan muharebesi yapılmayarak, Timur ‘un içeriye çekilip, yıpratılmasını tavsiye etti ise de, Niğbolu gâlibi bunu kabul etmemişti. Ankara meydan muharebesindeki mağlûbiyet üzerine, düşman tarafından ihata edilen Yıldırım Baye­ zid 'in kurtarılması mümkün olamayacağı anla­ şılınca, A li Paşa ile yeniçeri ağası Haşan Ağa, inebeg ve diğer kumandanlar, Anadolu askeri ile osmanlı ordusunun sağ koluna kumanda eden büyük şehzade Süleyman Çelebi ‘yi harp mey­ danından çıkararak, birlikte sür’atle Bursa ’ya kaçmışlardı. Bunlar, Timur kuvvetlerinin Sursa

3*6

a l! pa şa

.

ıSi.4sfisS *yı istilâsından evvel, şehre gele ret, alabildik­ leri kadar kıymetli eşya ile Rumeli 'ye geçmek istemişler ve Bizans imparatoruna, arazi itiba­ riyle, bâzı fedakârlıkta bulunup, şehzade Kasım ile Fatma Sultan 'ı rehin bıraktıktan sonra, Edirne 'ye gelebilmişlerdi. . Ali Paşa, vefatına kadar, Süleyman Çelebi zamanında da, vezirlikte bulunmuştur ; fakat bu seferki vezirliği osmanlı devletinin her tarafına şâmil olmayıp, yâlnız Süleyman Çelebi idaresi altındaki mıntakaya inhisar etmişti; Çelebi Mehmed 'in Süleyman Çelebi 'ye karşı muhale­ feti ve Musa Çelebi 'nin Çelebi Mehmed ile birlikte hareket etmeleri, osmanlı devletinin bütünlüğünü bozduğu gibi, Anadolu beylerine ait olup, OsmanlIlar tarafından zaptedilmiş olan yerlerin tekrar eski beylerine iadesi de osmanlı devletini küçültmüştü; bununla beraber, Ali Paşa hayatta olduğu müddetçe, Süleyman Çe­ lebi, Ankara 'nın şarkından itibaren Ege deni­ zine kadar olan osmanlı memleketlerine sahip bulunmuştur; Çelebi Mehmed'in Emîr Süleyman Çelebi idaresindeki yerleri zaptetmek için, yaptığı harekâta, Süleyman Çelebi ordusuna kumanda eden Ali Paşa, hem siyasi ve hem iğfalkâı- hareketleri ile, galebe çalmış ve sıra­ sına göre, kuvvet, icabında desise ve sahte mektuplar ile Süleyman 'm gâlibiyetini temin eylemiştir. Hammer ( trc. Ata Bey, II, s. 95 v.d.), Çelebi Mehmed’in eline geçmiş olan A nkara’yı zapt ve Çelebi 'yi ric'ate mecbur etmesi dola­ y isiyle, A li Paşa 'dan bahsederken, onu mukdim bir kumandan ve hilekâr bir siyasî olarak tavsif eylemektedir. Üç padişaha vezirlik etmiş olan A li Paşa re­ cep 809 ( kânun II. 1407 ) tarihinde vefat etmiş olup, İznik 'ta babasının türbesinde medfundur. Alim, kudretli bir kumandan ve iyi bir diplomat olmakla beraber, Ali Paşa 'nm Yıldırım Bayezid 'in seciyesi üzerinde müessir olup, onu içkiye ve sefahate alıştırdığını ve bu hususta Bayezid‘in karısı sırp prensesinin de dahli olduğunu tarihler yazmaktadır. Osmanlı sarayındaki i ç o ğ la n ı teş­ kilâtı ile vezirlerin debdebe ve ihtişamı da ken­ disinin icadı olduğu söylenir. Kadıların, şer’î ve hukukî muamelâttan rüşvet almak suretiyle, va­ zifelerini suiistimal eylemeleri yüzünden vâki şi­ kâyet üzerine, Ali Paşa, bâdema kadıların sicil, hüccet, resm-i kısmet, nikâh v.s. den alacakları parayı tesbitle, bir kanun tanzim ettirmiştir. Hayrullah Efendi ( T â r ih , V , 67 ), A lı Paşa'nın hırs ve gururu, ümeraya ehemmiyet vermemesi, gayr-i ciddî hareketi, sözünde durmaması ve hükümette yaptığı bâzı yenilikler dolayısiyle, gerek devlet adamları ve gerek halk tarafından, sevilmediğini ve buna rağmen Bayezid 'in hiz­ met vç liyakatini takdir ettiği bu vezire karşı

gösterdiği müsamaha ve iltifat dolayısiyle, hal­ kın padişaha karşı da infial beslediğini yaz­ maktadır. Ali Paşa 'nın evlâdı yoktur. Bursa 'da ismini taşıyan mahalle, cami ve zaviye vardır. Zavi­ yeyi Ebû lshak Kârzunî için yaptırmıştır. Zil­ hicce 796 ( eylül 1394 ) ve recep 808 ( kânun II. 1406 ) tarihli iki vakfiyesi vardır, ikinci vak­ fiyesinin üzerinde, Emîr Süleyman Çelebi 'nin tuğrası mevcuttur. Bu vakfiyeyi 1406 da Bursa kadılığında bulunan kardeşi Çandarlı-zade İb­ rahim Çelebi ( İbrahim Paşa ) tertip etmişti. B i b l i y o g r a f y a : Aşık Paşa-zade, T â ­ r i h ( İstanbul, 1332), s. 70 v.dd.; Oruç Bey b. Adil, T a v â r i k - i â l- i o s m â n ( nşr. Babinger), Hannover, 1925, s. 28 v.dd.; Neşrî, C ih â n -n u m â ( T a v â r ih - i â l- i ‘ o ş m â n ), Üniver. kütüp., türk. yazm., nr. 2438, var. $6 v.dd.; H. A . Gibbons, O sm a n lı im p a r a to r lu ğ u n u n k u ru lu ş u ( trc. Ragıp Hulusi ), İstanbul, 1928, s. 177 v.dd., 210; Sadeddin, T â c a l- t a v â r ih (İstanbul, 1279), I, 138 v.dd.; ‘Oşmân-zâde Ta'ib, H a d i k a t a l- v u z a r a ( İstanbul, 1271 ), s. 7 ; ‘Ali, K u n h a l - a h b â r (İstanbul, 1277), V , 7 3 ; v. Hammer, D e v le t- i O sm an iye t a ­ r ih i ( trc. Ata Bey, İstanbul, 1329 ) , I, 239, 243 v.dd., 273; Hayrullah Efendi, T â r ih (İstanbul, 1288), IV, 79 v.dd.; F. Taesçhner ve P. Wittek, D ie V e z ir fa m ilie v o n Ç a n d a r lı ( D e r I s lâ m , XVIII, 1929, s. 60—115 ); Hüseyin Hüsameddin, M olla F e n â r î, T O E M , yıl 16, 8. 372 ; İdris Bitlisî, H e ş t b e k iş t (Üniversite kütüp., fars. yazm., nr. 225, var. 211 v.d., 216 v.dd.; M a c a lla t a l- n is â b ( Süleymaniye kü­ tüp., Halet Efendi kısm .); Memduh, İ z n i k ( Bursa, halkevi n şr.) ; A li P a ş a 'nın recep 80S tarihli vakfiyesi; F. Giese, T â r i h - i â l- i 'o şm â n (Breslau, 1922). ( İsm ail H a k k i U z u n ç a r şiu .)

'A L Î P A Ş A , Ç o rlulu veya SİLÂHDAR (16 7 0 ? — 17 11), osmanlı dev­ let adamı, Ahmed III. 'in şadrâzamlarındandır; çorlulu bir çiftçinin yahut bir berberin oğlu­ dur. Ahmed II. devri ricalinden Karabayram Ağa, A li 'yi, zekâ ve güzelliğini takdirle, evlâdlık almış ve Galatasarayına ç ı r a ğ etmiştir. Oradan Enderun-i humayun s e f e r 1 i koğuşu­ na ve bilâhare h a s o d a y a alınmış, Mustafa II. zamanında da (1701) silâhdar olmuştur. A Lİ

PA ŞA .

Ç o r l u l u A l i A ğ a , s i l â h d a r l ı ğ ı n d a b ü tü n s a r a y m e m u r iy e t le r in in

rü tb e

e d e n y e n i b i r n iz â m n â m e a rad a

ken d i

ve

d e re c e le rin i

v ü cu d a

t a y in

g e tir m iş , bu

m a k a m ın ı, E n d e r u n - i

hum ayunun

e n b ü y ü k z a b itliğ i d e r e c e s in e ç ık a r m ış v e o z a ­ m a n a k a d a r , t a v a ş i d e n ile n a k h a d ım la r ın e lin d e b u lu n a n hum ayun

B ab ü ssaâd e

a ğ a lığ ın a t â b i

k o ğ u ş la r ın d a k i z ü l ü f l ü

E n d e r-u -i g ılm a n -

A Lİ PAŞA.

3*7

l a n da silâhdar ağanın idaresine bağlamıştır. ricalarına rağmen, kabul etmedi. A li Paşa 'nın, Bir de sarayda padişab ile sadrâzam arasındaki bu vaziyete sebebiyet vermekle itham ettiği muhabereye Darüssaâde ağaları vasıta olur­ Yusuf Paşa ile Demirbaş Şarl 'a iğbirarı, esa­ ken, bu teşkilâtı müteakip, bu hizmet silâhdar sen nazik olan vaziyeti vahim bir safhaya sok­ ağaya intikal etmiştir [ bk. ENDERUN]. Ali Pa- tu ki, bu da Ahmed III. 'in A li Paşa ’ya itima­ : şâ, 1703 te, ihtilâlcilerin İstanbul’dan Edirne dını sarstı. Çorlulu, Macaristan ahvâline karşı da kayıt­ üzerine yürüdükleri sıralarda, saraydaki nufuzunu çekemeyen şeyhülislâm Feyzullah Efendi sız değildi; daha sadaretinin başlangıcında Ma­ ile sadrâzam Râmi Mehmed Paşa tarafından, car vatanperveri Râkoczy Ferenc ’den, yardım „böyle bir zamanda iş bilir vezire ihtiyaç var“ taleb eden pek dostâne ve hazin bir mektup bahanesi ve vezirlik rütbesi ile, saraydan almıştı. Sarayda Silâhdar A li A ğa (bilâhare / çıkarıldı. Ahmed III.’in cülusunda Halep valisi sadrâzam Şehit A li Paşa), Çorlulu A li Paşa tayin edildi ve padişah ile devlet erkânının 'nın sukutuna çalışanların başında bulunuyordu; İstanbul 'a hareketlerinde, Feyzullah Efendi ile fakat, kızlar ağası yazıcısı ve sadrâzamın dostu evlât ve etbaının gizli mallarını meydana İbrahim A ğa 'nın nufuzu ve himayesi yüzünden, çıkartmağa memur olarak, Edirne’de kaldı. Bu emeline muvaffak olamıyordu. İbrahim Ağa ‘nın, işi bitirip, mansıbına gitmek üzere, İstanbul’a Haremeyn muhasebeciliği ile, saraydan çıkarıl­ geldiğinde, Halep valiliği çerkes Mehmed Paşa ması, A li Paşa ‘yı kıymetli bir müdafiden mah­ ’ya verilerek, Ali Paşa kubbe veziri oldu ( 3 rum bıraktı. Azlettirip Sinop 'a sürdüğü sabık cemaziülâhır 1115 = 5 teşrin I. 170 3). 1704 yılı şeyhülislâm Paşmakçı-zade Ali Efendi, sadrâ­ V başlarında, Enderun-i hümayundaki nufuzunu zama malûmat verilmeden, affedilip İstanbul 'a çekemeyen Kalaylıkoz Ahmed Paşa tarafından, getirildi ve bu suretle Çorlulu ‘nun haysiyetine ::: Trablusşam eyaleti ile İstanbul'dan uzaklaştı­ darbe indirilmiş oldu. Bir kaç gün sonra da, rıldı ise de, bir buçuk ay kadar sonra ( şâban kapıcılar kethüdası A li Ağa eli ile, mühr-i hü­ 1 116) tekrar kubbe veziri, 19 muharrem 11 1 8 mayun geri alınarak, A li Paşa azil ve yerine ( 30 mayıs 1706) de, Baltacı Mehmed Paşa yeri­ Köprülü-zade Numan Paşa sadrâzam oldu (18 ne, sadrâzam ve sadaretinin ikinci senesinde ise rebiülâhır 1 1 2 2 = 1 6 haziran 1710 ). Ali P aşa’ya (170 8), Mustafa II. 'nın kızı Emine Sultan ile Kefe eyaleti tevcih olunarak, kalabalık bir kapı evlenerek, damad oldu. Padişah düğün alayını halkı ile, o havâliye derhâl hareketi lüzumu sadrâzam sarayından seyretti ve A li Paşa 'ya bildirildi ise de, yoldan çevrilerek, Midilli’ye iltifat olmak üzere, iki gün orada misafir kaldı. sürüldü. Orada, bir buçuk sene kadar sonra Sadaretinde devlet hâzinesinin israf edilme­ ( zilkâde 1123 = kânun 1 . 17 11), idam olundu ; ba­ : meşine dikkat, icraatının esasını teşkil etmişti. şı İstanbul 'a getirilerek, Bâb-ı humay un önünde Saray mutbakları masrafının kontrolü usû- teşhir edilip, Çarşıkapı 'daki camiinin mezarlığı­ : lünü koydu, tersane faaliyetine ehemmiyet ver- na defnedildi, ölümünde yaşı kırkı geçiyordu. V :di, bir çok gemi topları ve çapalar döktürerek, Mezar taşında Dürrî ‘nin bir kitabesi vardır. Ali tersane levazım ve silâh anbariarının doldurul­ Paşa ’nın Arnavutköyü 'ndeki yalısı, devrin bo­ masına çalıştı, her sahada ve bilhassa tımar ğazı tezyin eden en güzel binalarından idi. İs­ id tevziatında ve asker ocaklarındaki suiistimaller tanbul’da kendi adını taşıyan iki cami, Tersane ile mücadele etti. Haricî siyasette, R u sya’ya ’de bir hamam ve üç çeşme, Eski A lipaşa’da hırkarşı İsveç ile ittifaka şiddetle tarafdardı. ka-i şerif muhafazası için, kâgir hücre ve ima­ Babadağı muhafızı Yusuf Paşa 'yi, İsveç murah­ ret, Çorlu 'da bir çeşme ve mektep yaptırttı. hasları ile anlaşmak üzere, yarı resmî murah­ Çarşıkapı ‘daki Çorlulu Ali Paşa camiine gelin­ has tayin etli. Yusuf Paşa, Demirbaş ŞarI ce, bu camiin yeri, eski ırgat pazarındaki eski ( K a ri) ile şahsî muhaberata girişti ve ona simkeşhanenin yeridir. Yanında bir tekke ve Rusya ile vukua gelecek muharebede Kırım hücreler inşa edilmişti. Camiin mahfili, kubbe­ askeri ile yardım vaadinde bulundu; fakat bu den asmadır. Tersane 'deki Çorlulu Ali Paşa teşebbüsünden haber alan Ahmed III., bunun camii ise, deniz kenarında, eski tersane zin­ Rusya ile aradaki musalâhanâmeye mugayir danının önünde, fevkanî bir camidir. olduğunu hatırlatarak, sadrâzamı tevbih etti. B i b l i y o g r a f y a : ‘ O ş m â n - z a d e T â ’ib , İsveç kiralına, Poltava hezimetini müteakip, H adikat al-vuzara, II, 10 v .d d .; A y v a n s a Türkiye 'ye ilticasında, padişahın hediyeleri ile r a y lı H ü s e y in , H adikat al-cavâm ı, I, 75 beraber, mükemmel takımlı bir at ve mücev­ v .d .; II, 14; T a y y a r- z â d e 'A t &, Enderun tarihi herli hançer yollayarak, emniyet ve selâmetle ( İstanbul, 1293 ), I, 160 v .d d ., 285 ; II, 76— 83 ; :: , :i memleketine gönderileceğini bildirdi. Kıral, sö­ R â ş i d , Târih, III, ttir, yer.; A h m e d R e f ilr , zünde durmamış görünen Çorlulu’nun hediye­ Memâlik-i osmâniyede kıral Rakoçi ve tevalerini, yakınlarının ve mutavassıtların ısrar ve bü, s. 14 v.d. ( R e ş a d E k r em K o ç u .)

f

A Lİ PAŞA.

3*8 —

'

- •

*

A L İ P A Ş A l 'ALİ P A Ş A , D a m a d ('16677 — 1716 ), osmanlı şadrâzamlarındandır. Bâzı paşaların kethüdalığından mütekait Hacı Hüseyin A ğ a ’nın oğlu olup, İznik gölü civarın­ daki Sölöz ’de, takriben 1667 (1079) de doğdu; 5 ağustos 1716 (16 şâban 112 8 ) da Petenvardein muharebesinde şehit oldü. Ahmed II. *in son zamanlarında enderuna gi­ rip, kiler hizmetinde bulunurken, aynı zamanda iyi tahsil de gördüğünden, Hâlife unvanını alan A li Ağa, Mustafa II. devrinde sır kâtibi, A h­ med I1L ‘in cülusundan sonra rikâpdar, çuha­ dar ve nihayet 1704 ( 1 1 1 6 ) te silâhdar tayin edildi. Padişah üzerinde nufuz ve tesiri müte­ madiyen artarak, devletin en kudretli bir şah­ siyeti oldu ve ölümüne kadar böyle kaleli; hoş görmediği sadrâzamlar bile mevkilerini muha­ faza edemezlerdi. Ahmed 111., süâhdarına vezaret rütbesini tevcih ederek, 14 mayıs 1709 (4 rebiülevvel 1 1 2 1 ) da ona beş yaşındaki kızı Fatma Sultan ’ı verdi. Sadrâzam Çorlulu Ali Paşa bu izdivaca muhalefet etmek istediğin­ den, evvelâ azil ve bilâhare de idam edilmiştir. Vezir-i sâni nasbedilip, haslarına Kıbrıs eyaleti zam olunan, Damad Ali Paşa artık mânen sa­ daret vazifesini ifa etmekte idi. Rikâb-ı huma­ yun kaymakamlığında dahi bulunarak, müteaddit sadrâzamların tayin ve azlinde âmil oluyordu; bunların arasında Köprülü-zade Numan Paşa ve Prut ’ta rus çarı Petro ile karşılaşan Baltacı Mehmed Paşa da vardır. O sırada sadrâzam olan Hoca İbrahim Paşa, Damad Ali Paşa ’dan kurtulmak için, onu bir ziyafet esnasında öldürtmek maksadını göttüğü anlaşıldığından, idam edilerek, mühr-i humayun Ali Paşa ’ya verildi ( 27 nisan 1713 = 1 rebiülâhır 1125). Bilfiil iş başına geçmek arzu etmeyen Ali Paşa, bir müddet imzasını rikâb-ı humayun kaymakamı olarak attı ise de, Ahmed III., dama­ dının sadrâzamİLğında ısrar etmiştir. Damad AH Paşa ’nın sadarette ilk mühim ic­ raatı, Prut 'tan beri sürüncemede kalan sulh işlerini hâlletmek olup, İngiltere ve Hollanda ’nm tavassutu ile, bir müddet cereyan eden müzakerelerden sonra, Edirne ‘de bir müsalâha akdolundu (5 haziran 1713 ). Bu on bir madde­ lik muahede mucibince, Şamara sahilleri türklere ve Orel sahilleri ruslara kalacak, mezkûr iki nehrin menbalanndan Don ve Azak ’a kadar uzayan kısım, ruslarm A z a k ’ı ilk işgalinden evvelki hâle getirilecek ve iki taraf, hâkimiyet­ leri altındaki kavimleri birbirlerinin toprakla rina tecavüzden menedeceklerdi. Ahitnâmenin imzasından sonra, mahsus memurlar vasıtasiyle, osmanlı rus hududu tesbit edilmiştir. Karlofça muahedesi ile arazisinin bir kısmını kaybeden osmanlı devleti, bir istirdat siyaseti

takip etmekte ve Damad A li Paşa da bu siya­ setin mürevviçlerinden bulunmakta idi. Bunun icabatmdan olmak üzere, giriştiği Mora seferi en mühim muvaffakiyetini teşkil eder. İsyan edip, Venediklilerden yardım gören karadağlıları Köprülü-zade Numan Paşa yatıştırm ış; fakat bir kısmı Venedik’e kaçtığı gibi, bu devlete . ait korsan gemileri de, Akdeniz ’de türk gemile­ rine tecavüz etmişti. Mezkûr hâdiseler iki dev­ let arasındaki muahedeyi ihlâl eder mâhiyet­ te görüldüğünden, 8 kânun I. 1714 ( 1 zilhicce 1126) te, sadrâzamın konağında münakit bir içtimai müteakip, sefer ilân olundu. Ali Paşa kara ve deniz kuvvetlerinin teçhizi ile meşgul olduktan sonra, kendisi ordunun, kapudân-ı der­ ya Canım Hoca Mehmed Paşa da donanmanın başında olarak, Selanik’« gittiler. Sadrâzam Yenişehir üzerinden K orent’e inip bu kaleyi zaptederken, Kara Mustafa Paşa kuvvetleri Mora kastelini ( Chateau de Moree), kaptan paşa ise istendi! (Tenos) adası ile Egine ’yi fethediyorlardı. Katolik Venediklilerden müteneffir olan rumlar, türklerin avdetini memnu­ niyet ile karşılamışlardı. . Damad Ali Paşa Korent’ten sonra Anapoli ( Napoli de Romania) ve Argos u alıp, Modon, Koron ve Navarin ’e dört saatlik bir mesafeye geldi. Venedikliler diğerlerini bırakarak, Modon *u müdafaa ettilerse de, Venedik donanması çe­ kildiği gibi, kale de kara kuvvetlerine uzun bir mukavemet gösteremedi. Bu fütuhatı Malvasie ve Çuka ( C erigo) adasının zaptı takip etti. Bundan başka Girit ’te Venediklilere ait Suda ve Spina-Longa, adadaki türk kumandanları tarafından alınmış, Ayamavra adasını düşman tahliye etmişti. Sadrâzam istirdat ettiği yerlerin muhafaza ve idaresi için tedabir ittihaz edip, Mora ’ya vürudundan yüz bir gün sonra, Korent ’ten geçerek, süratle, Edirne ’ye avdet etti. Mora fütuhatı devam ederken, Bosna ve Dalmaçya ’da da Venedikliler ile muharebeler ce­ reyan eylemişti. Damad Ali Paşa ’nın sadaretinde, memleketin muhtelif yerlerinde isyan ve itaatsizlik hâdise­ leri vukubuldu: Suriye ’de Osman-oğlu emîrülhacc Nasuh Paşa tenkil ve, İran şehzadesi olmak iddiası ve sihirbazlık ile başına bir takım insan­ lar toplayan şaki Abbas, Bozok sancağında öldürüldü. Bagdad vâlisi Haşan Paşa, Sencar ’da, âsî yezidîleri mağlûp, ve Huveyza hanlığı dolayısiyle, İran devleti ile çıkan ihtilâfı tes­ viye ve mütegallibeden Mîr Han ’1 bertaraf eyledi. Mısır ’da bir müddetten beri tegallûp eden Kaytas Bey de, vâli Abdi Paşa marifeti ile, idam edildi. A li Paşa "nın son faaliyeti, Korfu ve Avus­ turya seferidir. Venedik devletinin elinde do-

ALİ P A ŞA . ' ' nânina üssü olarak kullanılan Korfu adasının zaptı için 1716 senesinde yeni bir sefer hazırlâmakta iken, Venedik ile tedafüi ve teeavüzî bir ittifak akdeden Avusturya, müdahalede bulunarak, prens Eugen tarafından kendisine, Kairlofçâ muahedesi ahkâmına riayet ihtarını .mutazammm, bir mektup gönderildi- Sadrâzam Eyyub'de valde sarayındaki içtimada, nakz-ı ahd edenin Avusturya olduğunu isbatı istihdaf eden kaimesi ile prens Eugen 'in mektubunu okutarak, mezkûr devlete harp ilân etmek ta­ savvurunda olduğunu bildirdi. Ertesi gün Davud Paşa ordugâhındaki içtimada, şeyhülislâmın sefer hakkında verdiği fetvaya, kazasker Mirza­ :zade Şeyh Mehmed Efendi'nin itirazı ile baş­ layan münakaşadan sonra, kendisi Avusturya üzerine; gitmeğe, Korfu 'ya da ayrıca kuvvet : göndermeğe karar verdi. Yüz elli bin kişilik bir ordu ile Belgrad’a gelân sadrâzam, yeniçeri ağası Hüseyin Ağa 'nın Tamşuvar (Tem esvâr) tarafına gidilmesi reyine mukabil, Rumeli beylerbeyi Sarı A h­ med Paşa'nın Petervrardein üzerine yürümek i: tavsiyesini kabul etti. Bu esnada prens Eugen Avusturya ordusu ile Futak ’ta bulunuyor, Kont Pâlffy de macarlara kumanda ediyordu. Sava nehrinden geçen osmanlı ordusunun, Kurt Mehmed Paşa idaresindeki, ileri kıt’aları kont Pâlffy *yi mağlûp etmiş, prens Eugen ise, Petervvardein 'de vaktiyle Sürmeli A li Paşa 'nm yap­ ıştırdığı mevzilerin gerisine askerini yerleştir­ mişti. Damad A li Paşa düşman kuvvetleri ile 3 ağustos: 1716 (14 şaban 1128) günü karşı­ laştı. Ne o gün ne de ertesi gün, düşman hü­ : cuma geçmedi. Metris seraskeri, Sarı Ahmed Paşa, düşman taarruz etmeyince, askeri çadırlafına iade etmişti. Nihayet s ağustosta sabah­ leyin ansızın prens Eugen taarruza başladı. Muharebe bütün cepheye yayıldığı hâlde, her zamaiı çok ihtıyatkârlık gösteren A li Paşa, ba­ sireti bağlanmış gibi, atıl hâlde kalmıştı. Ancak osmanlı ordusunda ric'at kendini gösterdikten sonra, maiyetindekileri ileriye sevkedip, kendi de düşman üzerine atılırken, alnına isabet eden bir kurşun ile, mühlik surette yaralandı; bir cephane arabası içinde, geriye nakli esnasında vefat etti. Belgrad'da Kanunî Sultan Süleyman camii haziresine, kanlı elbisesi ile, defnedildi. : Şehadetinden yetmiş sene sonra Belgrad 'ı zaptedcn Avusturya kumandanı Laudon, mezarını Viyana 'da Hadersdorf ormanına nakletti ( Hammer, XIII, 313). Damad A li Paşa Avusturya üzerine gider­ ken; Kara Mustafa Paşa kumandasında diğer bir ordu ile Canım Hoca Mehmed Paşa 'mn idare ettiği donanma Korfu seferine çıkmış bulunuyordu, ş temmuz 1716 da, osmanlı kuv­



3*9 ___

vetleri Korfu önünde görününce, Venedik do­ nanması çekilmiş, derhâl karaya asker çıkarıl­ mağa başlanmış ve Pisani kumandasında, ola­ rak gelen bir düşman filosu, bu harekâta mâni olamamıştı. Osmanlı ordusu evvelâ kaleye hâ­ kim iki tepeden birine hücum etti. Müdafaa ku­ mandanı Schulenburg ’un birleştirdiği kuvvetler karşısında muvaffak otamayarak, bir müddet topların vürudunu bekledikten sonra, her iki tepeyi de zaptederek, Korfu 'yu şiddetli bir ateş altına aldı. Bu sırada Petervvardein 'de Damad A li Paşa 'nın şehadeti ve ordusunun inhizamı haberi gelmiş ve osmanlı kumandan­ ları arasında dahi ihtilâf çıkmış olduğundan, Korfu muhasarasında ısrar lüzumsuz görüldü. Düşmanın bir huruç hareketine karşılık son umumî taarruzdan sonra, ağustos nihayetleri­ ne doğru osmanlı kuvvetleri adadan çekildi. Avusturya seferine girişmek ile imparatorluğu felâketli bir maceraya sürükleyen Damad Ali Paşa büyük bir kumandan olmamakla beraber, cesur bir insan ve iyi bir. devlet adamı idi. Adâlet, doğruluk, iktisat ile olduğu kadar son derece rüşvet aleyhdarlığı ile de mâruftu. Zama­ nında mutad hediyelerin bile teatisini menetmiş, silâhdarlığında sarayın masraflarını intizam al­ tına almıştı. Devlet memurlarının nasıl hareket etmeleri lâzım geldiğini bildiren talimatını her tarafa tamim ettiği gibi, malikâneye tahvil edilmiş olan mukataalan da eski hâline irca eylemişti. Emir ve fikirlerine muhalefet göste­ renleri şiddet ile tecziyeden çekinmezdi. Kan dökmeğe fazlaca mütemayil olduğundan, bazı haksızlıklara sebebiyet vermemiş değildir. Ken­ di sadaretine kadar o makamı işgal edenleri pek rahat bırakmamış, sadrazamlığında kethüdası Köse İbrahim A ğa'nın meş'um tesiri altında kalmıştır. Mamafih mârifet erbabını himaye eder, şiir ve ilim ile bilhassa astronomi ile meş­ gul olarak kitaplara büyük bir rağbet gösterir­ di; memleketten harice kitap satılmasını menet­ miş ve Şehzade camii civarında tesis eylediği kütüphanenin fihristi dört cilt tutmuştu. S i l â h d a r ve ş e h i d unvanları ile de yadolunan Damad A li Paşa, bir müddetten beri medrese hâline gelmiş olan Galatasarayını eski şeklinde Enderun mektebi yaptığı gibi, doğdu­ ğu yerde bir cami inşa ve Ayvansaray tara­ fında Çınarlı mescidini tâmir ettirmiştir. B i b l i y o g r a f y a - . Râşid, T â r ih (İstan­ bul ), III, IV, tür, y e r . ; Dilâver-zade Ömer, H a d i k a t a l- v u z a r â ' z e y li ( 'Oşmân-zâde Tâ’ib 'in H a d i k a t a l- v a z a r â ' ‘1 ile birlikte matbu, İstanbul, 1*7 1 ), s. 19—24; Jayyâr-zâde ‘A ta’, T â r ih (İstanbul, 1293 ), II, —100 ■ İD, *°8 v.d .; V , 25—38 ; Ayvansaraylı Hüseyin, H a d ilfa t a l-c a v â m i' ( İstanbul, 1281), I, 74 v.d .;

330

ALİ PAŞA.

Faraizî-zade Mehmed Said, Gülşen-i m aarif (İstanbul, 1252), II, bk. fihrist; Mustafa, Naiâ'ic al-vuJcuât ( 2. tab., İstanbul,. 1327 ), III, 22—26 ; Süleyman Nutkî, Maharebât-ı bahrige-i osmâniye (İstanbul, 1307 ), s. 77 v.d. ; Mehmed Gâlib, Ta'limât-1 Ş e h id 'A U Paşa, TOEM, sene I, s. 140—149 ; Remzi, Damad A li Paşa türbesi, TOEM, sene 7, s. 189—192 ; Ahmed Refik, H icrî on ikinci asırda İstan­ bul hayatı ( İstanbul, 1930), s. 51 v.dd.; A rşiv kılavuza (Topkapı Sarayı), fas. I, İstanbul, 1938; Mehmed Süreyya, Sicill-t ‘oşmânî (İs­ tanbul, 1311 ) ; Hammer, His t. de VEmpire ot­ toman ( Paris, 1839 ), XIII, kitap LXIII ; Jouannin ve van Gaver, Turquie (Univers.), Paris, . 1 840, s. 325 v.dd.; Le Comte Daru, Hist. de Venise ( Bruxelles, 1838 ), II, 163 v.d, ; E. Lavisse ve A . Rambaud, Hist. Générale ( Pa­ ris, 1895 ), II, 853 v.d. ; Abdülhak Adnan, La Science chez les Turcs ottomans (Paris, I939), a- 1*5 v.d.; G. Naradounghian, Recueil d'actes internatinaux de l'Em pire ottoman ( Paris, 1894 ), I, 203—206 ; Zinkeisen, Ge­ sch. d. Osmanischen Reiches in Europa (Gotha, 1856), bk. fihrist; M. Iorga, Gesch. d. Osmanischen Reiches ( Gotha, 1911 ), IV, ki­ tap II. (M ._ C a v 1d B a y s u n .) A L İ P A Ş A . 'A L İ P A Ş A , GO z e l c e veya ÇELEBİ ( ? — 1620), XVII. asır kapudân-ı derya ve sadrâzamlarından olup, G ü z e l c e ve Ç e l e b i lâkapları ile anılır ve Istanköy ’lüdür. 1587 (996) de, Cezayir beylerbeyi iken, Trablusgarb’da ınehdilik davası ile huruç eden Yahya b. Yahya tarafından öldürülen Istarıköy ’lü Ahmed Paşa ‘nın oğlu ve, anasının ceddi Kaya Paşa tarafından, seyidlerden idi. Doğum tarihi malûm değildir. Babası öldüğü zaman, henüz büluga ermemiş bulunuyordu. Adalı ve kaptan oğlu olmak münasebeti ile, çocukluğu ve gençliği denizlerde geçti. Beş yıl kadar Dim­ yat beyi ( 1 5 9 7 ? — 16 0 2 ? ), 1602 de Yemen beylerbeyi olduktan ve on dört yıl içinde de, Tunus, Mora ve Kıbrıs sancaklarında dolaştık­ tan sonra, kubbe vezirleri sırasına geçti. 17 teş­ rin II. 1617 de, öküz Mehmed Paşa nın vezir-i âzamlıktan infisali üzerine, vezir-i âzam olan kapudân-ı derya Halil Paşa ’nın yerine, kapudan paşa tayin edilip, o yılın deniz seferi mevsi­ minde, donanma ile Akdeniz e çıktı. Navarin ’den Dalmaçya sahilleri boyunca yukarı çıkmak istediği zaman, eski gemilerini bu limanda bı­ rakmasını tavsiye edenlere: — »ben kadırga içinde doğmuş, büyümüşüm" — cevabını vere­ rek, donanmanın bütün gemileri ile, 23 ağustos­ ta engine açıldı. O günün akşamı büyük bir fırtınaya tutularak, donanmasından, dördü c e­ b e c i gemisi, ikisi y e n i ç e r i kadırgası ve beşi ■

b e y gemisi olmak üzere, on bir gemi battı ve içlerinden bir can bile kurtulmadı. A li Paşa da­ ğılan douanmayı, ancak yirmi beş gün sonra, Korun ‘da, toplayabildi. A li Paşa Mustafa I. ‘nın cülûsunda azledilip, yerine Kara Davud Paşa ta­ yin olundu ise de, kırk gün sonra, Davud Paşa azledilerek, A li Paşa ikinci defa kapudân-ı derya oldu. 1618 yılı mevsiminde, donanma ile ikinci defa sefere çıkarak, Kefalonya sularında dolaştı. Ertesi yıl da üçüncü seferinde altı tüccar gemisi zaptedip, o sıralarda tahta yeni çıkmış bulunan Osman II. a bu gemilerden aldığı ganaimden, sırtlarında birer kese kuruşla, iki yüz esir takdim etti. Halil Paşa yerine, ikinci defa sadrâzam olan Öküz Mehmed Paşa, A li Paşa ’mn genç hükümdar üzerinde bu su­ retle yaptığı iyi tesirlerden kuşkulandığı için, onu düşürmek maksadı ile, Fransa ve Venedik elçilerini teşvik etti. Elçiler gemilerin muahadata aykırı olarak zaptedildiğini iddia ve bu müsadereyi protesto ettiler. A ii Paşa, sadrâ­ zama beş kese akçe ve bir kaç esir hediye ederek, emniyetini kazandıktan sonra, padişaha da, kızlar ağası Mustafa A ğa vasıtası ile, bir çok kıymetli hediyeler takdim edip, mühr-i humayun kendisine verildiği takdirde, hâzineye yeni gelir kaynakları bulacağını taahhüt etti. Bunun üzerine öküz Mehmed Paşa azledilerek, Güzelce A li Paşa sadrâzam oldu (16 muharrem 1029 = 23 kânun I. 1619 ). Ertesi gün, sadare­ tinin ilk icraatından olmak üzere, selefini, bütün mal, mülk ve paralarını müsadere ettikten sonra, Halep beylerbeyliği ile, payitahttan çıkar­ dı. A li Paşa ’nın vadettiği yeni gelir kaynakları, böyle amansız müsaderelerdi. Mal tahsilinde büyük maharet göstererek, her hafta başında Osman II. *a fevkalâde hediyeler takdim etti. Padişah nezdindeki nufuzu ve sadarette istiklâli o derecede arttı ki, servet sahiplerinden hiç kimse, müsadereler için büyük bir ustalık ile türlü türlü sebepler ibda eden A li Paşa ’nın pençesinden kurtulamadı. Uzun zamandan beri sarayda fevkalâde nufuza sahip olan ve bizzat kendisinin de velini’meti bulunan kızlar ağası Mustafa A ğa azledilip, emvali zaptolunarak, M ısır’a sürüldü. Emekdar ve nufuz sahibi bir vezir olan meşhur defterdar Bâkî Paşa da Yedikule ’ye hapsedilerek, emval, eşya ve paraları müsadere edildikten sonra, Cezayir ’e nefyolundu. Raptedilen bir kadırganın iadesini isteyen Venedik elçiliği tercümanı Borissi, A li Paşa ’nın istediği 100.000 taleri vermediği için, damadı olan Moldavya prensi Gratiani ’nin azlinde fesat ile itham edilerek, idam olundu ( şubat 1620). Uzun zamandan beri yeniçeri ocağının et müte­ ahhidi bulunan rum Skarlati ’den bir gün, o za­ mana kadar kestiği bütün koyunların derilerinin

ALİ PAŞA.

33*

kısmı ile Ağaçayırı 'nda muharebe başladı. Çok kanlı olan bu muharebe, mısırlıların firarı ile neticelendi ise de, A li Paşa 'da ; da takibe kud­ ret kalmadığından, ordu Karaman ’a çekildi (8 ramazan 894 — 16 ağustos 1492 ). A li Paşa 1500 de Mora ’da Modon, Koron kaleleri ile Kefalonya ve Ayamavri adalarını zaptetti; müteâkiben ( 15 0 1) , Mesih Paşa nın yerine, sadrâzam oldu. Transilvanya : harekâtında Thelegd ,’Ii Stephan’a Kızıl-kule’de yenildi. İki yıl süren bu birinci sadaretinden - azlinde, kendisini Hersekoğlu Ahmed Paşa istihlâf etti. 1506 da, ikinci defa olarak, tayin edildiği sadareti, ölünceye kadar muhafaza etti. Tahtın meşru vârisi şeh­ zade Korkud ’a karşı, saltanatı Bayezid ’in ikinci oğlu şehzade Ahmed ’e temin için, çalıştı. Kor­ kud ‘un sancağına yakın sadaret hasları yüzün­ den çıkan ihtilâfta A li Paşa ’nın bu hasları muhafazadaki inadı, 1508 yazında (914 başları) şehzadenin bir kaç adamı ile Mısır ‘a firarına sebep oldu ise de, Korkud ’un haslarını iki mis­ line çıkartan sadrâzam, firarinin avdetini temin etti. A li Paşa, babasından hükümdarlığı zorla almak için, isyan eden şehzade Selim ’e, Çorlu ’da galebe çaldı ( 15 11) . Bilâhare Anadolu ’da Şeytan-kulu ve Şah-kulu adı verilen âsî Karabıyıklı-oğlunun tepkiline memur edildiği zaman, şehzade Ahmed de A li Paşa ‘nın maiyetine ve­ rilmiş ve bu şehzade Amasya ’dan gelerek, Kızılkaya’da sadrâzama iltihak etmişti. A li Paşa, orduyu şehzadenin kumandasına tevdi ederek, ılgar ile ve ancak 2.000 kişi ile Şah-kulu üze­ l' E m p ir e p it o m a n . ( REŞAD EKREM KOÇU.) rine yürüdü; Sivas ile Kayseri arasında, Gökçay mevkiinde vukua gelen çarpışmada, sadrâ­ A L İ P A Ş A . ’A L İ P A ŞA , H a d im ( ? — (511), osmanlı devlet adamı. Bayezid II. ’in sad­ zam bizzat âsîler üzerine yürüdü ise de, bun­ râzamlarından olan bu zat, Babüssaâde ak ağa­ lar kendisini kılıç üşürüp öldürdüler; fakat larından idi. Bayezid ’in cülûsunda, Karaman Şah-kulu da, aldığı yaralardan, öldü ve adam­ beylerbeyiliği ile, çırağ edildi. Rumeli beylerbeyi ları dağıldı (*5*l). Hadım Ali Paşa harp iken, 1485 (890) te Boğdan voyvodasının Ak- meydanında ölen ilk sadrâzamdır; ölümü, şeh­ kerman ‘1 geri almak istemesi üzerine, Eflâk zade Ahmed için, bir felâket olmuştur, Osmanlı imparatorluğunun kuruluş devrinde seferine memur edildi ki, bu seferi zamanın müverrihleri, parlak bir askeri cevelân olarak, muvaffakiyetleri ile halkın itimadını kazanmış tasvir ederler. A li Paşa 1486 da vezir oldu ve olan Ali Paşa, cesur bir asker, âlim ve fadıl mısırlılar ile Toroslar ‘in ötesinde vukua gelen bir devlet adamı idi. İlim ve san’at müntesipmuharebelerde, osmanlı kuvvetlerinin mağlûbi­ lerini himaye ederdi. Şair Mesihî ’yi, derbeder­ yeti üzerine, 1487 baharında muzaffer Rumeli liğine rağmen, kâtipliğinde kullandı ki, bu şairin askerleri ile, sadrâzam Davud P a şa ’ ya iltihak: A li Paşa hakkmdaki mersiyesi XVI. asır divan etti. Adana ve Tarsus kalelerini tâmir ve tah­ edebiyatının en güzel parçalarındandır. Vak’akim, Payas ve Sis kalelerini zaptetti. Asker- nüvis tayin ettiği İdris Bitlisi de meşhur tariarasında hastalık çıkması üzerine, ümeranın gerii hini ona ithaf etmişti. : dönmek kararına karşı, Hadım Ali Paşa, Mısır■ İstanbul ’da, divan yolunda Atik A li Paşa ordusu ile çarpışmakta ısrar etti. Fakat erza­■ camiini (1496), ve civarında medrese, mektep, kının, çete muharebeleri yapan mısırlılar tara­• imaret, Karagümrük ’te Zincirlilcuyu camii ile fından yağma edilmesine, bilhassa Rumeli as­■ k a r ş ıs ı n d a b i r ç i f t e h a m a m y a p t ı r t t ı . H o r a keri arasında da, iklimin değişikliği güzünden,, ( X < i> ç a ) m a n a s t ır ı k ilis e s in i c a m iy e ( K a ’r i y e ) hastalık çıkmasına ve buna yorgunluğun da in­■ t a h v il e t t i , Y a s s ıö r e n ’d e d e b i r c a m i in ş a e t ­ zimam etmesine rağmen, Mısır ordusunun büyükc t i r m i ş l i r .

hesabını sordurdu ve kendisini muazzam bir meblağı ödemeğe mahkûm ettirdi. On yıl içinde üç yüz metropolit tayin etmiş bulunan rum patriki de, 100.000 duka talebi ile karşılaştı ise de, 30.000 duka vererek, kurtuldu, Hersek-oğlu A h ­ med Paşa ahfadından bir zat da hapsa atılarak, hayatını ancak 30.000 duka vermek suretiyle kurtarabildi. Padişahın hocası Ömer Efendi, silsile-i ulemaya müdahale suçu ile, Hicaz 'a sürül­ mek üzere, Üsküdar'a geçirildi. Lehistan sefe­ rine padişahı teşvik eden kendisidir; bu sırada, mesane taşından mustarip olan A li Paşa öldü (15 rebiülâhır 1030 — 8 mart 1620). Beşiktaş 'ta, Yahya Efendi türbesi yanındaki türbesine defnedildi. Güler yüzlü ve herkese karşı muhabbet izhar eden bir zattı. Vezaretinde ne yaptı ise, kur­ banlarının yüzlerine karşı huşunet göstermeden yaptı, bundan dolayı Ç e l e b i lâkabını aldı. Hayratından Boğaziçi 'nde, Yeniköy 'de bir cami vardır ki, paşanın ölümünden bir müddet sonra yanmış ve vakfı da münderis olduğu için, bir hayır sahibi tarafından, yeniden inşa ettirilmiş­ tir. Bir cami de Sakız ’da yaptırmıştı. B i b l i y o g r a f y a : Na’imâ, T a r ifi, II, *53» *73» *86; Peçevî, T â r ih , II, 371, 375; Ayvansaraylı Hüseyin, H a d i k a t a l c a v â m t , II, 114, 13 9 ; Kâtib Çelebi, T u h fa i a l - k ib â r f i ... a s f a r a l- b ih â r , 105 v.d.; ‘Oşmân-zâde Tâ’ib, H a d i k a t a l- v ıız a r a ( İstanbul, 12 7 1 ) , bk. mad.; 'Abd ai-'Aziz, R a v z a t a l- a b r â r , s. 532 v.d., 536, 538 v.dd.; v. Hammer, H ist. d e

33*

A Lİ PAŞA.

B i b l i y o g r a f y a ' Aşık Paşa-zade, 7 ar l h - i â l - i ‘a ş m â n , 1 1 3 —229; ‘OgmSn-Zâde Tâ'ib, H a d i k a t a l- v a z a r a (İstanbul, 1271), I, 20; Ayvansaraylı Hüseyin, f f a d i k a t a l-

ovasında ağır bir mağlûbiyete uğrattı ( 11 ağus­ tos 1552). Vaç ( V â c ) peskoposunun maktul ve bizzat Teufel 'in de, diğer bil' kumandan olan Pallavicini ile birlikte, esir düştüğü bu c a v â m ı (12 8 1), 1, 119, 15 0 ,15 9 ; Şamdâni-zâ- harp Mohaç ‘tan beri türk ve artık avusturyalı de, M arT a l - t a v â r ih ( Bayezld IL devri) î v. kumandanlar idaresi altında harp eden, macar Hammer, D e v le ti O sm an iye t a r ih i (tre. M. kuvvetleri arasında ilk büyük çarpışma idi A ta ), İstanbul, 1330, V I; Şolak-zade, T â r ih , ( krş. Szekfü, III, 60). Bundan sonra A li Paşa s. 299 v.dd.; Tursun Bey, T â r ih A b u ’l- F a t h Solnok ( Szolnok) kalesini muhasaraya başla­ ( T O E M , ilâve), İstanbul, 1330; Muhyi Çele­ mış, Tam şuvar’ı zapta muvaffak olan Ahmed bi, T a v â r ih - i â l - i 'o şm â n . Paşa da, kendisine mülâki olduktan sonra, bu w (R e şa d Ekrem Koçu.) kaleyi fetih ve birlikte Eğri ( Eger, Erlau ) üze­ A L İ P A Ş A .* A L Î P A Ş A , Hadim ( ? rine yürümüşlerdir. A li Paşa, gerek askerî gerek 1557), yanyalı bir arnavuttur (krş. Iorga, G e so h . İktisadî bakımdan, ehemmiyetli olan Eğri ka­ d. Osm. R e ic k ., III, 37 ; Busbecq, T ü r k m e k tu p ., lesini zapt ile bu mıntakayı kendi eyaletine s. 156 ), Rumeli kethüdalığından sancak beyiliği ilhak etmek istemiş ve serdara da, bu işi kolay ile ayrılmış, 1537 (944.) de Dıyarbekir valisi göstermek sureti ile, fikrini kabul ettirmişti olmuş; fakat üş sene sonra, azledilmiştir. 1551 ( krş. Hammer, V , 5 1). Fakat, kırk beş günlük (959) de, Kasım Paşa ’nm yerine, Budin bey­ muhasaradan sonra, buna muvaffak olunamayalerbeyi olduktan sonra, Macaristan ’in fethedil- rak, geri dönülmüş ve serdar da, kendisini böyle mesinde çok faâl bir rol oynamıştır. Rumeli bir muvaffakıyetsizliğe ve bacâlete sürüklediği beylerbeyi Sokullu Mehmed ve Serdar Ahmed için, A li Paşa ’yı muabaze etmişti. Bunun üze­ Paşa ' 1ar ile iş birliği yaparak, muvaffakiyete rine A li Paşa gözden düşmüş, Budin vâliliğini eriştirdiği 1552 seferlerinde, evvelâ, başlarında Tuygun Paşa 'ya terketmiştir. Kanunî 'nin İran kalenin eski muhafızı Toth Mihâly ’nln bulundu­ seferine (1554 = 961), Karaman beylerbeyi ğu, haydular1 tarafından muhasara edilen, Se- olarak, iştirakten ve Gürcüstan hudutlarında bir gedin ( Szeged) sancağı beyi Mihal-zade Hızır çok yararlıklar gösterdikten (krş. Ali, Ktınh Bey 'in, serhatlerden topladığı yeniçeriler ile, im­ al-ahbâr, basılmamış kısımlar, Üniver. kütüp., dadına koşmuş ve, muhasayı terkederek kendisini türk. yazm., nr. 2292; Mustafa Nişancı Celâlkarşılayan, adeden faik düşmanı ağır bir mağlû­ zade, fab akât al-mamâlik f i daracât al-masâbiyete uğratmıştır ( krş. P e ç e v t , I, 288 v.d .). Bu ilk, Üniver. kütüp., türk. yazm., nr. 1584) sonra, muvaffakiyet haberi serdar vasıtası ile padişaha bilâhare gene Budin beylerbeyiliğine tayin ( şubat arzedilmiş, padişah da bundan memnun olarak, 1556) ve o havâlinin emniyetini tehdid ve bir kılıç ve kaftan ihsan etmek suretiyle, ona tevec­ çok çapulculuk ve baskın hareketine (krş. Ali cüh göstermişti. Sonra, düşmanın bâzı tecavüzü Paşa 'nın Pallavicini ve Konaârom kumandanına ve bir kısım türk ümerasını, ahde mugayir ola­ gönderdiği mektuplar, A Bud. bas. magy. nyelv. rak, şehit etmesi üzerine bunların intikamını al­ level., s. 5 v.dd.) merkez teşkil eden, Siget maya karar vererek, kolaylık ile Vesprim ( Ves- (Sziget) kalesinin zaptına memur edilmiştir. zprem, Weissbrunn ) ’i almış ( nisan 1552 ), Ahmed Kaleye ilk hücumda (m ayıs 1.556) muvaffak Paşa 'nın Tamşvar ( Tem esvâr) muhasarasına olmadığı gibi, macar büyüklerinden Nâdasdy başladığı vakit de, Dregely kalesini zaptetmek Tamâs 'm bir kısım avusturyalı ve macar kuv­ üzere, Budin 'i terketmiştL Bu kale kumandanı veti ile muhasaraya teşebbüs ettiği Baboça Szondy György ’nin kahramanca müdafaası ( bk. (Babocsa) kalesini de kurtaramamış, bilâkis Szekfü, III, 60), A li Paşa ’nın cesareti, azmi ve Rinya ırmağı kenarında vuku bulan çarpışmada askerî mahareti karşısında, bir semere vermemiş, mağlûp olmuştur ( temmuz 1556 ). Tekrar Siget kale zaptedildiği vakit ise, paşa, bu mağlûp fa­ muhasarasına koyuldu ise de, artık kuvvetleri kat kahraman düşmanı defnettirmek ve mezarı­ azaldığı için, bir netice alamayarak Budin ‘e nın üzerine bir mızrak ve bayrak diktirmek su­ dönmüştür. Çok geçmeden de, bu muvaffalcıreti ile, bir hürmet eseri göstermiştir. Müteaki­ yetsizliklerin verdiği teessürden (krş. Hammer, ben bu civardaki bir çok kaleleri, Szecseny, VI, 114 ; Busbecq, Türk mek., s. 158 ), vefat Hollökö, S&g, Gyarmat, Bujâk ‘1, zapt ve Avus­ etti ( şubat 1557 ). turya kuvvetleri kumandam Erasmus Teufel 'in A li Paşa hadımdı, çirkindi; fakat çok cesur idaresi altındaki düşman ordusunu da Pal&st ve büyük bir askerî kudret sahibi idi. Ferdinad ’m elçilerine macarları kılıç ve tüfek ile değil, 1 O zaman Macaristan Ma bulunan ve bâzan çapul­ baston ve değnek ile itaat altına almak istedi­ culuk yapan bir nevi milis kuvvotlnin taşıdığı addır. Bunlar, XVII. asır başında, Erdel beyi Boeskay latvan ğini söylemişti. Alicenaptı ve musikiyi fazla tarafından, Dcbrecen ınıntakaaına yerleştirilmişlerdir. severdi (krş. Takâts, R ajzok, I, 114, 313, 4 2; ).

,

İ A li PAŞA. -------- _ — .------

v

...

,

i:,:-..:’...-..--.;-------

. m :---------------

sinden affını rica eden Abdullah Paşa yerine, şark serdarı ve Tebriz muhafızı tayin edildi (temmuz 1726). : Kapısı halkı, 700—1000 kişi arasında bir kala­ balık teşkil ederdi. Bâzı etbaına „kemâl-i meyi ve müsaadesi“ ile meşhurdu. Adamlarının ilti­ zam ettikleri mukataatta reayaya zulmettikleri hakkında vâki şikâyetleri üzerine, 1728 mayı­ sında kendisi Şehr-i Zor eyaletine nakil, ket­ hüdası, divan efendisi ve bir kaç adamı da, teftiş olunmak üzere, İstanbul 'a celbolundu. Aynı yılın eylülünde, Sivas vâlisi Abdurrahman Paşa ile becayiş edildi; 1729 da Diÿarbekir vâlisi oldu. Nadir Şah 'ın zuhuru ile şark harekât-ı askeriyesinin kötü bir safhaya girmesi üzerine, ikinci defa serdar tayin edildi ( 1730 ). Bu sırada cülûs eden Mahmud I., A li P a şa ’ya elmaslı bir kılıç ve bir samur kürk göndererek, iltifatta biılundu ( kânun II. 1731 ). A li Paşa Tahmasp III. ’a karşı Kuzıcan zaferini kaza­ narak ( 15 eylül 1731 ), Hemedan '1, Urmiye ’yi, Tebriz ’i istirdat etti. Şah Tahmasp ’ın sulh talep etmesi üzerine, »Ahmed Paşa musalâhası" akdolundu [ bk. Ahmed Paşa, s. 199 b ]. 4 3 » S>» S2 ( T a y y I b G ö k b İlg IN .) A L İ P A Ş A . ‘A Lt P A Ş A , H e k İMOğ LU 12 mart 1732 (13 ramazan 1144) çarşamba günü, (1689—1738 ), Mahmud I. ve Osman III. 'ın sadrâ­ sadrâzam Topal Osman Paşa ’nın azli üzerine, zamlarından olup, babası hekim başı, Venedikli sadaret hattı, kızlar ağası Beşir Ağa ’nın tavsi­ mühtedi Nuh Efendi ’dır. 4 haziran 1689 ( 1 3 şa­ yesi ile, Hekim-oğlu A li Paşa ‘ya gönderildi. ban 1100) da doğarak, Ali  li tesmiye ve tahsil A li Paşa, sadaret hattını Revan civarında Sul­ ve terbiyesine itina edildi. Ahmed III, zamanın­ tan tepesi denilen yerde alıp, derhâl Istanbul ’a da, hassa silâhşorluğu ile saraya alınıp, bir müd­ hareket ve 9 haziran 1732 de Üsküdar ’a muva­ det sonra da dergâh-ı âli kapıcı başıları arasına salat etti. Üç buçuk yıl süren bu birinci sada­ katıldı. Akranı arasında zekâ, zerafet ve terbi­ reti Avrupa ’da Lehistan veraseti buhranına yesi ile temayüz ederek, padişahın dikkat ve r&stlaT. Avusturya'ya karşı Lehistan veraseti alâkasını celbettiğinden, Silâhdar A li A ğa ( Şe­ harbini açmış olan Fransa ’nın İstanbul 'daki hit A li Paşa) tarafından, kendi nufuzu için elçisi Marquis de Villeneuve, Rusya 'nın Lehis­ müstakbel bir tehlike gibi görülerek, 1713 te tan işlerine müdahalesi ile Prut muahedenameZile voyvodalığı ile, saraydan çıkarıldı. 1719 da sinin naks ve osmanlı imparatorluğu menfaat­ Nevşehirli Damad İbrahim Paşa sadaretinde ve lerinin ihlâl edildiğini tebarüz ettirerek, Avus­ onun himayesi sayesinde, b e y l e r b e y i pa­ turya ’nın zahiri olan Rusya ‘ya karşı, rus düş­ yesi ile türkmen ağası, 1722 de R u m e l i pa­ manlığı ile meşhur Hekim-oğlu ’nu, harbe teşvik yesi ile Adana vâlisi oldu; ilk şöhretini, Adana ediyordu. A li Paşa, iki tuğlu vezir yaptığı fran­ ve Kilis havalisindeki mütegallibeyi tedip ile sız mühtedisi kumbaracı başı Ahmed Bonneval kazanmıştır. Okça-özenli, Amiki, Musabeyli, Paşa [ b. bk.] 'nın telkini ile, iki taraftan biri­ Cirigânlı, Kulaksız, Gücekli, Avşar, Kılıçlı, Bek- nin münferit bir sulh yaparak, harpten çekilme­ taşlı v.s. aşiretlerini de sıkı bir nezaret altı­ sini gayr-i mümkün kılan bir ittifak mnahedesi na ald ı; uzun zamandan beri devlet otoritesi­ akdetmek şartı ile, harbe girebileceğini bildirdi ne karşı kayıtsız yaşayan bu aşiretlerin ihtiyar ise de, Kardinal Fleury 'nin taassubu, islâmlar ve büyükleri, boğazlarına destimallerini takarak, ile böyle bir anlaşmağa mâni oldu. Djğer taraftan şark harekâtı, osmanlı. impa­ AH Paşa ’ya gelip emân dilediler. 1724 te Halep vâlisi oldu. Aynı yıl, serasker ratorluğu aleyhine sür’atle inkişaf ediyordu: Köprülü-zade Abdullah Paşa maiyetinde, şark „Ahmed ' Paşa musalâhası" nı tanımayan Nâdir, seferine memur edilmiş ve Tebriz ’in muhasara Tahmasp ’1 hal’ ve Abbas IIL ’1 Iran tahtına iclâs ve zaptında, meTdane hareketleri ile, temayüz ederek, Bagdad ’a hücum etti. Bagdad ’1 kurtar­ eylemiştir. 1723 teşrin I .’de, vezaret rütbesi ile mağa muvaffak olan Topal Osman Paşa, Ker­ taltif, bir kaç gün sonra da, Anadolu beyler­ kük civarında bir baskına uğrayarak, şehit ve beyi, ve bilâhare hastalığından ötürü, vazife- ordusu perişan oldu ( 1733 ). Sarayda toplanan

Çatalca'da bir camii ve diğer bâzı yerlerde medreseleri vardır ( bk. A rşiv kılavuzu, I, 37 ). B i b l i y o g r a f y a ' , Â li, Kunh al-ahbâr, IV (tabedilmemiş kısım, Üniver. kutup., türk. yazm., nr. 2 29 2 ); Peçevî, Târih ( İstanbul, 1283), I, 36, 288 v.d., tür. y e r .; Mehmed Mazhar Fevzi, Mabar-i şahih ( İstanbul, 1293 )» V , 205 v.dd., 210 v.d .; Mehmed Süreyya, S icili-i ‘oşmânl (İstanbul, 13 lı) , III, 498; A rşı« kılavuzu (Topkapı sarayı), İstanbul, 1937, 1, 37; A badai basâk magyar nyelvü levelezese, 1353—1589 (Budapest, 1913 ; tertip edenler Takâts Sandor, Eckhart Ferenc, Szek fü G yula), s. 5 v.d .; Busbecq, Türk mek­ tupları (turk. trc. Hüseyin Cahid Yalçın), İstanbul, 1939, s. 136 v.dd.; Takâts Sândor, R ajzok a tSrok vildgbol, Budapest, 1913; H6man-Szekfü, A Magyar Tortenet, Budapest, 1939, 111, 6o;Hammer, Hiatoire de l ’Empire Ottoman, ( Paris, 1836), IH, 21, 107 v.dd.;' Zinkeisen, Cesch. d. Osm, Reich. ( Gotha, 1856), I—VII, bk. fihrist; Iorga, Gesch, d, Osm, Reich. (Gotha, 1910), III, 37, 40, 42,

İU

A Lİ PA$A.

bir harp meclisinde, padişah tarafından reha­ vet ile itham olnnan Ali Paşa, azil ve Midilli 'ye nefyedilai. Bir sene sonra, Bosna valisi oldu. Burada, üç sene, büyük Avusturya kuv­ vetlerinin şiddetli hücumlarına karşı kahramanca mukavemet etti. „Travnik nefîr-i âmi“ adı verilen bir davet ile, eli silâh tutan bütün bosnalıları gönüllü olarak topladı. Banyaluka surları önünde, mareşal Hildburghausen 'e karşı, 4 ağustos 1737 de, parlak bir zafer kazandı. 1740 ta, asayişi ihlâl eden mütegallibe kölemen beylerine karşı, müdebbir ve şedit bir vâli şöhreti ile, Mısır 'a gönderildi. Bir sene sonra Mısır, damadı Tevki'î Yahya Paşa ya verilerek, Hekim-oğlu, Anadolu beylerbeyi oldu. 21 nisan 1742 ( 15 safer 115 5 ) de de Hacı Ahmed Paşa *yı istihlâf ederek, ikinci defa, sadarete geldi. Bu sırada, Nâdir Şah, sulhu bozarak, Irak 'a tecavüz etmişti. Bagdad valisi Ahmed Paşa 'nın, Nâdir Şah a dehşet vermek için, sadrâzamın or­ du ile gelmesi lüzumundan bahseden bir mektu­ bunun sadrâzam tarafından padişaha gösterilme­ si, kendisinin serdarlık unvanı ve istiklâl-i tam ile şarka gitmek maksat ve arzusuna hamlolunarak, azline ve Midilli 'ye sürülmesine sebep ol­ du. 1744 te tekrar Bosna vâlisi, 1745 te Halep valisi, aynı yıl içinde, Nâdir Şah 'm Kars üze­ rine gelmekte olduğu öğrenilince, Anadolu eya­ leti ile, şark serdanlığına nasbedildi. Şahsî düşmanı olan Tiryaki Mehmed Paşa 'nın sadaretinde, üç dört defa idamına teşeb­ büs edildi ise de, Mahmud I. tarafından hima­ ye olundu. Hattâ Tiryaki Mehmed Paşa 'nın, Ali Paşa 'ya olan kini, kendi sukutuna sebep oldu ; Sultan Mahmud, Mehmed Paşa 'yi azlederken, Hekim-oğlu hakkındaki hissiyatını da „kırk se­ neden beri bu kadar hizmet-i cemile ve gazevât-ı celilede bezl-i vüeud eden dilâver ve nâmâver bir vezirim vardır, bu mel'un onun ile iddia-i akrâniyete düşüp telefine say‘eder. Bu kadar îma ettim kat'a haber anlamaz“ sözleri ile ifade etmiştir. İran ile musalâhanın akdinden sonra (1746), Anadolu'da eşkiya tenkiline me­ mur edildi; karışıklık çıkması üzerine, üçüncü defa, Bosna vâlisi oldu. Mütegallibeyi tedip etmek üzere, tayin edildiği Trabzon vâliliğinde, Karadeniz derebeylerini tenkil etti. 1 7 5 4 te de, Anadolu beylerbeyliğine naklolundu; fa­ kat henüz Trabzon 'dan hareket etmemiş iken, 16 şubat 1755 (4 cemaziülevvel 1168) te, Osman 111. tarafından, sadrâzam tayin edildi. Hekimoğlu Ali Paşa 'nın üçüncü sadareti, ancak elli üç gün sürdü ; silâhdar Ali Ağa 'nın ( Bıyıklı A li P a şa ) entrikaları ile, yeni hükümdarın gö­ zünden düşürüldü ve Ayvansaray yangın yerin­ den, padişahtan evvel avdeti temin edilmek sureti ile, bir hataya düşürülmesi üzerine, azil

ve Kızkulesi 'nde bir gün bir gece, bir rivâyete göre de, ancak iki saat hapsedildikten sonra, Kıbrıs 'a . sürüldü. K ıb rıs'ta Tuzla ya muvasa­ latında, umûm ahali tarafından, istikbal olundu. Adada bulunan konsoloslar, ziyaretine gelerek, hediyeler takdim ettiler ve „İstanbul'da olan balyozlarımızdan size hürmet ve hizmete emir aldık" dediler. Bu menkûbiyetinde, himaye ede­ rek yetiştirdiği vüzera ve ümeradan, o kadar çok hediyeler ve para yardımları geldi ki, üç ayda, Kıbrıs fukarasına 100.000 kuruştan fazla tasaddukta bulundu. Bu menkûbiyet, aynı sene içinde, oğlunun padişaha yazdığı bir arize üze­ rine, hitama erdi. Az sonra da, yine aynı sene­ de ( *755 )> Mısır vâliliğine tayin edilmiştir. Hekim-oğlu A li Paşa, 1 7 5 6 da, Anadolu bey­ lerbeyi oldu ve aynı yıl içinde, hizmetkârları tarafından zehirlenerek (oğlunun kaydına göre ise, müptelâ olduğu mesane illetinden), eyalet merkezi olan Kütahya 'da vefat etti (14 ağus­ tos 1 7 5 8 = 9 zilhicce 1 1 7 1 ) . ölürken, İstanbul 'daki camii yanında bulunan türbesine defnedil­ mesini vasiyet etmişti. Kütahya 'da vâli sarayı yanında, Saray camii civarında, bir arsada mu­ vakkat bir kabre gömüldü ve sonra, bir ferman ile müsaade verilerek, nâşı İstanbul 'a getirildi ve türbesine defnedildi. Muasırları arasında, bilgili, cömert, zarif, san'at muhibbi, adamlarına karşı sonsuz itimadı olan, fakat küçük bir suç üzerine de, kan dökmekten çekinmeyen, kanlı ve gazaplı bir vezir şöhreti bırakmıştı. Bütün işlerinde ciddî, sert ve dürüst olup, maiyetin­ den hiç kimsenin halka zulüm yapmasına mü­ saade etmez ve bu gibi hâllere cesaret eden­ leri, derhâl te'dip ederdi. Bosna 'daki fevkalâde hizmeti, devletin ve kendisinin yüzünü ağartmıştı. Âli mahlası ile şiirleri olup, Fatin tez­ keresinde bir gazeli vardır. Otuz seneyi müte­ caviz vezareti zamanında, başta padişah olarak, bütün devlet adamlarının hürmetini cetbetmiş, vekar ve şerefini, her şeyin fevkinde muhafaza eylemiştir. Koca Ragıb Paşa 'yi yetiştiren ken­ disidir ; Paşa efendisine karşı minnettarlığını her vesile ile izharden geri durmamıştır. Kendi­ sinin valilikte kullandığı mührünün yazısı, ,,Bihabib-i hüda-yi lem yezelî — Ola âli İlâhi kadr-i A li" şeklinde, hâk edilmiştir. Hayratından, İstanbul 'da, Davud Paşa civa­ rında, Atlamataşı denilen yerde, bugün kendi adını taşıyan ve zamanında Câmi‘ al-Nûr tesmiye edilen, büyük bir camii vardır. Bu camiin ye­ rinde, mîr-i mîranlığmda, ahşap bir mescit yaptırm ıştı; birinci sadaretinde, onu taştan bir cami olarak, ihya etti. İnşasına 1732 de baş­ landı ; 1734 (1147 ) yılının miraç gecesinde, ilk ezanı, henüz bitmemiş olan minaresinden, ken­ disi okuyarak, resm-i küşadını yaptı. Kütüpha­

ÀLt PAŞA - ÂLİ PAŞÂ. nesi, sebili ve civarında da kendi tSrbesi, ca­ miin karşısında da bir zaviye vardır. B i b l i y o g r a f ç a : Hekim-oğlu A li Paşa­ zade İsmail Ziyaî, Matalı a l-â liy a f i ğurrat al-ğâliya ( Hekim-oğlu A li P aşa’ntn mu­ fassal tercüme-i hâli, Üniver. kütüp., türk. yazm., nr. 448 6); Şalâlıi, ?abf-ı vakâ'i'-i yavm iya-i fakriyâri (Üniver. kütüp., türk. yazm., nr. *518 ), tür. yer. ; ‘Omar, Kitâb min dl-târih (Mahmud I. 'un hayatına dair vuku'âi-ı yevmiye defteri ), Fatih kütüp., türk. yazm;, nr. 658 (yen i) ¡Bosnalı Ömer, A hvâl-i ğazavât der diyâr-ı Bosna yahut Târih-i Bosna der zaman-: Hekim-zade AU Paşa (İstanbul, 1293), tür. yer', Küçük Çelebi-zade Asım, Târih ( İstanbul, 1282 ), s. 301, 403, 566, 598; V âşif, Târih (İstanbul, 1219), !, 50, 55, iür. yer. ; Dilâver-zade Ömer, ftadifçat âl-vuzarâ' (İstanbul, 1271), zeyl 1, s. 42—5 1; Ayvansaraylı Hüseyin, H adikat al-cavâmt ■ (İstanbul, 1281), I, 81—8 5; Fatin, Tazkara (İstanbul, 1271), taş basm., s. 274/275; İbnülemin Mahmud Kemal, Matalı a l-â liy a f i ğurrat al-ğâlîya, TTEM , sene 16, sayı (9 3 ) 16, s. 197—210; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanldar zamanında kollanılmış mühürler ■ hakkında {Belleten, 1940, sayı 16, s. 5 1 3 ) ; Mehmed A rif, Kumbaracı Ahmed Paşa ( TOEM , sene 4, XIX, s. 1222/1223); Comte de Bonneval, Mémoires (Paris, 1806), I I ; Hammer, Histoire de VEmpire Ottoman ( Pa­ ris, 1856), XIV, 223 v.d., 254 v.d., 256, 261, 276 v.d., 298, 300 v.dd., 397 v.dd., 416, 425, 449; XV, 51, 58, 97 v.dd., 275 v.dd.; XVI, 13, 28 v.d. ( R eşad E krem K oçü. ) Â L İ P A Ş A . ‘Â L Î P A ŞA , Mehmed EmİN (1815—1871 ), XIX. asır osmanlı sadrâzam­ larından ve diplomatlarından olup, Abdülmecid ve Abdiilaziz devirlerinde, küçük fasılalar ile, bir çok defalar hariciye nezareti ile sadaret ma­ kamlarını işgal etmiştir. İstanbul 'da Mercan 'da Mercan A ğa camiine bakan bir evde doğmuştur (şubat 1815 = 23 rebiülevvel 1230 ). Mısır-çarşısi aktarlarından olan babası A li Rıza Efendi, fakrı dolayısiyle, ücretle Bahçe-kapısını da açıp kapamakta olduğu için, sonraları muhalif­ leri kendisini Kapıcı-zade diye tezyife çalış­ mışlardır ( meselâ bk. Ali Suavî, Â li Paşa 'nın siyaseti ). Mahalle mektebinde okuduktan sonra, Bayezid camiinde bir müddet arabî dersi görmüş ; fakat hayatını kazanmak mecburiyeti ile, icazet almağa muvaffak olmaksızın, divan-ı humayun kalemine girmiştir ( 1 eylül 1830 = 12 rebiülâhır 1246 ). Kalem hayatında bir taraftan resmî kitabet ve muamelâtı öğrenmeğe çalışmakla beraber, fransızca tahsiline de başlayan Mehmed Emin,

ya dikkati çekecek kadar kısa olan boyu dolayısiyle ( Kamus al-a'lâm ) veya, daha gâlip bir ihtimal ile, çalışkanlık, kabiliyet ve neza­ ketle temayüzü sebebi ile, o zaman mutad ol­ duğu •vecihle bir temenni ifade etmek üzere ( İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Osmanlı dev­ rinde son sadrâzamlar, s. 4 ), kendisine A li mahlası verilmiştir ki, siyasî hayatında hep bu mahlası ile şöhret kazanmıştır. Divan-ı humayun tercümanlığı işlerinin çoğal­ ması üzerine, tercüme odasına kendisi de me­ mur edilince ( I833 = s a f e r 1249), bu oda hulefasına verilen fransızca derslerini Âli Efendi de, devamlı olarak, takip etmiş, daha sonra Avus­ turya imparatoru Ferdinand I. 'ın cülûsunu teb­ rik münasebeti ile, sefaretle V iyana'ya gönde­ rilen (1835 = 12 5 1) asâkir-i hassa feriki Ahmed Fethi Paşa ( Lütfi, Târih, V, 6 ) maiyetinde ikinci ser kitabet vazifesi ile gittiği zaman ar­ tık diplomasi mesleğine iyiden iyiye intisab etmiş bulunmasına binaen, orada kaldığı bir buçuk sene içinde yine fransızcasmı lâyıkiyle ilerletmeğe çalışmıştır (A li Fuad, Ricûl-i mühimme-i siyasiye, s. 56). Bununla beraber Âli Paşa, vaktiyle camide ilerletemediği arapçasını kuvvetlendirmek için, arada çalışmış ve birinci sadaretinden infisali üzerine, kısa süren mazuliyeti devrinde, Cevdet Efendi ( Paşa ) 'den ders almıştır ( Fatma Aliye, Ahmed Cevdet Paşa ve zamanı, s. 95). Ailesinin fakrı ve zamanında muntazam tah­ sil müesseseleri bulunmaması yüzünden, Âli Paşa, yetişmesini hususî derslere ve bilhassa kendi çalışmasına borçlu olup, Avrupa 'da tah­ sil ettiği doğru değildir. Türkçe resmî kitabeti selis ve derli toplu, fransızca siyasî yazılan da oldukça kuvvetli olan  li Paşa, güzel hatta da mâlikti. Fakat manzum yazıları o derece ehem­ miyetli olmadığı gibi (Fatin, Tazkara, s. 276 v.dd.) mahcup tabiatı dolayısiyle, söz söyle­ mekte de güçlük çekmesine mukabil, bâzan za­ rif nükteler yapabilirdi (A li Fuad, göst. y er , s. 58). ^ ^ Âli Efendi, yine Ahmed Fethi Paşa maiyetin­ de (1837 = rebiülâhır 12 53) Petersburg'a da gidip geldikten sonra, divan-ı humayun ter­ cümanlığına tayin olunmuş (1837 = 19 şâban 1253 ), rütbesi de saniyeye terfi edilmiştir. Bir müddet sonra, hariciye nezareti uhdesinde kal­ mak üzere, Londra büyük elçiliğine tayin olu­ nan Mustafa Reşid Paşa ile beraber, divan-ı humayun tercümanlığını muhafaza etmek üzere, sefaret müsteşarı olarak, Londra ‘ya giden (1838 = cemaziülevvel 1254) Âli Efendi, Reşid Paşa ’nın Paris ’e gitmesi üzerine, Londra ’da maslahatgüzar olarak kalmış ve Abdülmecid 'in cülüsunu müteakip, İstanbul 'a dönen Reşid Pa­

ÂLİ PAŞA. şa ile birlikte avdet ederek, divan-ı humayun tercümanlığına devam eylemiştir. Reşid Paşa, daha evvel kendisine intisabı üzerine, hariciye mesleğinde yetiştirmeğe baş­ ladığı  li Efendi 'nin meziyetlerini Londra 'da daha ziyade takdire fırsat bularak, itimat ve teveccühünü arttırdığı cihetle, pek genç olma­ sına rağmen, maslahatgüzarlığı kendisine tevdide tereddüt etmemiş ve bundan sonra da, onu süratle terfi ettirerek, hakikaten çok kısa bir zaman içinde, diplomasi mesleğinin en yük­ sek derecelerine çıkarmıştır. Filhakika hariciye müsteşarı Sadık Rıfat Paşa 'nın, Mısır meselesi hakkındaki Londra mukavelesi hükümlerini, pa­ dişah namına, Mehmed A li Paşa 'ya tebliğ için, M ısır'a gönderilmesi (ı840=cem aziülâhır 1256) üzerine, bu vazifenin vekâletine tayin olunan Âli Efendi 'ye, Sadık Rifat Paşa *nın sadaret müsteşarlığına nakil ve tayini dolayısiyle, rütbe-i ûlâ ile beraber, hariciye müsteşarlığı tev­ cih edilmiştir. Bir kaç ay sonra  li Efendi, Şekip Efendi yerine, Londra büyük elçiliğine tayin olunmuş (1841 = zilkade 1257 ) ; ve üç seneden fazla bir müddet bu elçilikte kaldıktan sonra, oradakimemuriyetinin uzamış olduğu ileri sürülerek, azledilmiştir (1844 — 1260 ; Lût'fi, VII, 26, 92 ). İstanbul ’a dönünce meclis-i vâlâ âzalığına tayin olunan  li Efendi, Cebel-i Lübnan ‘da çıkan karışıklığı bertaraf etmek ve oraları tanzim ve ıslah eylemek memuriyeti ile gönderilen (1845 = şaban 1261) hariciye nazırı Şekip Efendi [ b. bk.] 'ye ve bir müddet sonra, Şekip Efendi ’nin infisali ile bu nezarete nasbolunan (1845 = 26 şevval 1261) Paris sefiri Reşid Paşa 'nın İstan­ bul 'a gelmesine kadar, ona vekâleten hariciye nezareti işlerini idare eylemiş ve bu arada haiz bulunduğu ûlâ sanisi rütbesi de sınıf-ı evvele terfi olunmuştur ( göst. yer., VIII, 31, 72). Reşid Paşa ‘nın, yine hariciye nezaretine tayin olunmak suretiyle, iktidar mevkiine gelmesi, ken­ di yetiştirmesi ve mutemedi olan  li Efendi ‘nin de hâriciyede daha geniş hizmetine ve te­ rakkisine imkân hazırlamış oldu ve Zaten mec­ lis-i vâlâ âzasından olan  li Efendi, ilk önce divan-ı humayun beylikcilik memuriyeti inzima­ mı ile, hariciye müsteşarlığına (1845 = 16 zil­ hicce 1261) ve bir müddet sonra Reşid Paşa 'nın birinci defa olarak sadrâzam olması üzerine ( 1846 — 7 şevval 1262 ) de, rüfbe-i bâlâ ile, ha­ riciye nezaretine esaleten tayin olunduğu gibi, gördüğü hizmetlere ve gösterdiği liyakate bi­ naen, kendisine vezirlik ve müşirlik rütbesi tev­ cih edijdi ( 1848 — 29 muharrem 1264 ). Dine kar­ şı uıübalatsızlığı ileri sürülerek yapılan tezvir­ ler *ve bilhassa serasker Damad Said Paşa 'nın taassup şevki ile padişah huzurundaki ısrarı

üzerine, Mustafa Reşid Paşa 'nın sadaretten infisâli (1848 — 24 cemaziülevvel 1264) icabedince, arkadan Âli Paşa 'nın da, yerine Rifat Paşa ta­ yin edilmek üzere, hariciye nezaretinden azlolunduğu ve fakat kısa bir mazuliyetten sonra, Reşid Paşa mecalis-i âliye 'ye memur edilir­ ken, Âli Paşa 'nın da akkâm-ı adliye riyasetine getirildiği (1848 - ■26 recep 1264 ) görülür. Ikbal ve iktidar mevkiine avdetin alâmeti olan bu memuriyetler kısa sürmüş ve (1848 = 13 ramazan 1264) Reşid Paşa, ikinci defa olarak, sadarete getirilirken,  li Paşa'da, ikinci defa olarak, yine hariciye nezaretine tayin olunmuş­ tur (Lûtfi, VIII, 85, tıs 154, 159, 160). Kendisine karşı yapılan tezvirlerin muvaffakıyetsizliği, Reşid Paşa 'nın nufuzunun artmasına sebep olduğundan, bu defa iktidar mevkiinde tarafdarları ve bu meyanda Âli Paşa ile bera­ ber daha uzunca kalabilmiş ve bu sayede, o sırada 1848 ihtilâlinin serpintisi olmak üzere, Memleketeyn ‘de de baş gösteren harekete kar­ şı, Rusya sevkiyat yaparken, Bâbıâlice de asker şevki sureti ile, ciddî tedbirler alınabil­ miş bulunduğu gibi, macar ihtilâlcilerinin Avus­ turya ve Rusya kuvvetleri tarafından mağlû­ biyeti üzerine, hududumuza iltica eden siyasî suçluların iadesi bu iki devlet tarafından ısrar ile istendiği ve devlet ricalinin çoğu da bu ısrara karşı mukavemeti tecviz etmediği hâlde, devletin haricî siyasetinin mes'uliyetini deruhte etmiş olan Reşid Paşa ile  li Paşa tarafından, mültecilerin iadesinin reddi hususunda, metanet ve sabat gösterilmiş ve Avrupa muhitlerinde devletin şeref ve itibarının yükselmesi neticesi elde edilmiştir.  li Paşa 'ya, bu defaki hizmeti devam eder­ ken, imtiyaz nişanı ile mecidî nişanının ikinci rütbesi verildiği gibi, Encümen-i daniş 'in kurul­ ması münasebetiyle bir çok rical arasında ken­ disine de dahilî âzalık tevcih edilmiştir ( I851 = 19 ramazan 1267). Sadrâzam Reşid Paşa ile tophane-i âmire müşiri Fethi Paşa 'u n , geçim­ sizlik ve mücadeleleri sebebiyle, her ikisinin azli vuku bulunca, Âli Paşa, ilk defa olarak, daha 38 yaşında olduğu hâlde (1852 20 şevval 1268 ), sadarete getirilmiş ( Rifat Efendi, Vard al-hadâ'ilf, s. 46), ertesi günü de hariciye ne­ zaretine Fuad Efendi tayin olunmuştur. Bu zamana kadar liyakatlarını sezip yetiştir­ diği  li Paşa ile Fuad Efendi, Reşid Paşa ’nın en değerli yardımcıları ve muhaliflerine karşı en sadık tarafdarları iken, bu tebeddül üzerine Âli Paşa ile Fuad Efendi, birbirine bir kat da­ ha yakınlaşarak, karşılıklı müzaheret ile iş bir­ liği yapmağa başlamışlar ve velinimet saydık­ ları Reşid Paşa 'dan, isteyerek istemeyerek, az I çok uzaklaşmışlardır. Bu suretle, Tanzimat ve

teceddüt cereyanıma en değerli rükünleri iki : zümreye ayrılarak, birbirlerini tamamlayan şah­ s iy e tle r az çok zaafa uğramışlardır (Fatma A liye, A km ed Cevdet Paşa ve gamam, s. 88 ). Gerçi Ali Paşa belki de, velinimet dediği Reşid Paşa üzerine sadarete gelmek istemediğinden dolayı, gençliğini ileri sürerek, itizar etmiş ise de, padişahın ısrarı ile bu makamı kabul edince, sadaret alayını müteakip hemen Reşid Paşa ’nm evine hürmetini izhara koşmuş ve Reşid Paşa da bundan pek memnnn olmuştur; fakat bâzı ara bozucuların tezvirleri ve tabiatı ile başlayan rekabet yüzünden, bn iki şahsiyetin arası git­ tikçe daha çok açılmıştır ( A li Fnad, Ricâl-i mühimme-i siyasiye, s. 6 ı). 1853 (28 zilkade 1268) de-kendisine mecidî nişanının birinci rütbesi tevcih edildiği hâl­ de ertesi ay, ihtimâl mukaddes makamlar meseleşinin ehemmiyet peyda etmesi üzerine, A li Paşa infisal etmiş (1852 = 1268 zilhicce) ve sadarete geçen Damad Mehmed A li Paşa ‘nın teklifi ile, İzmir vâliliğini kabul (1853 — 6 rebiülâhır 1269) eylemiş ise de, İzm ir’deki Avusturya konsolosunun eski macar mültecile­ rinden birini cebren kaçırması yüzünden çıkan hâdiseler, kapitülâsyonlar dolayısı ile de pek karışık bir şekil almış olduğundan, Avusturya elçisinin ısrarı üzerine, azledilmiştir. Bir müd­ det sonra Hüdavendigâr vâliliğine tayin olunan (1854 = 21 recep 1270)  li P a ş a ‘ya, vâlilik uhdesinde kalmak üzere, yeni kurulan M e c 1 i s - i â l î - i t a n z i m a t reisliği de verilmiştir. Bu sıralarda, mukaddes makamlar meselesi ve bunun doğurduğu Kırım muharebesi safhadan safhaya geçiyor, sadarette de tebeddüller de­ vam ediyordu. Reşid Paşa 'nın, dördüncü defa olarak,. sadarete nasbi (1854 = 2 rebiülevvel 1271) üzerine, muhaliflerine karşı o sıralarda barışmak lüzumunu hissettiği eski şakirdlerinden Ali Paşa da, meclis-i tanzimat reisliği inzamı ile üçüncü defa olarak, hariciye nezaretiue tayin olunmuştur. Bir müddet sonra, Kırım harbini neticelendirecek olan musalâhanm mukaddematını müzakere etmek üzere, Viyana 'da başlayan konferansa iştirâk için murahhas . tayin olunan ( 1855 = 28 cemaziyelâhır 1271) : A li Paşa, Süveyş kanalı imtiyazının verilme­ sine tarafdar olmayan Ingiltere'yi gücendir­ mekten çekinerek, hususî bir mektup yazdır­ mak suretiyle, bu işi önlemeğe çalışan ve key­ fiyetin Fransa maslahatgüzarına ihbar ediimesi ile müşkül bir mevkide kalan Reşid Paşa ’nın istifası üzerine, ikinci defa olarak, sadarete ■.'■ytayin edilmiştir (1855 = 16 şâban 12 71). Bir : mnvaza’a olarak kısa bir zaman için sadarete getirildiği zannı ile, istifaya hazırlanan  li Paşa ; (Mahmud Kemâl İnal, ayn. esr., s. 1 3 ) , bu d ,U m

A n sik lo p ed isi

defa bir buçuk seneden fazla bir zaman, bn makamda kalmış ve bu müddet zarfında Paris 'te toplanan kongraya da osmanh devletinin bi­ rinci murahhası sıfatı ile giderek, 30 mart 1856 Paris muahedesinin imzasına iştirâk eylemiştir. Kongraya Reşid Paşa, murahhas olarak iştirâki arzu ve buna İngiltere de müzahşret etmiş ol­ duğu hâlde, Fransa muhalefet eylemişti. Â li Pa­ şa Viyana sulh mukaddematmda kararlaştırılan' esaslardan biri olan hıristiyan ahalinin imtiyaz ve muafiyetleri meselesini de halletmiş olmak için, İslahat hatt-ı humayununu ( şe rif) neşir ve ilân eylemiştir ( ¿8 şubat 1856 = cemaziülâhır 1272 ; Engelhardt, Türkiye ve Tanzimat, s. 1 1 2 ) . Âli Paşa, murahhaslık vazifesini muvaf­ fakiyetle ifa ettiğinden ve bilhassa kapitülâs­ yonların İslahı vaadini istihsâl eylediğindea do­ layı, tarafdarlarınca medh ve takdir olunmasına karşı, devletin hak ve menfaatlerini lâyıkı ile müdafaa edemediği ileri sürülerek, muhalif ve hattâ bitaraf bâzı kimselerce tenkit olunmuş ve bu arada bilhassa İslahat fermanı hakkında Re­ şid Paşa 'ca yazılıp, Abdülmecid 'e takdim olu­ nan bir lâyihada şiddetle hücum ve itiraza uğ­ ramıştır. Paris kongrasınca kat’î bir şekle bağ­ lanamayan meselelerden Eflâk ve Boğdan ida­ relerinin birleştirilmesi keyfiyeti, bir müddet sonra tekrar ehemmiyet kazanıp, Fransa ve İn­ giltere arasında da görüş ihtilâfı çıkması ve İngiliz elçisinin, hâriciye nazırı Fuad Paşa ile sadrâzamdan şikâyet etmesi üzerine, Â li Paşa sadaretten infisal eylemiş ve yerine Reşid Pa­ şa tayin olunmuştur. Bununla beraber bu defa da hâriciye nezaretine tayin olunan Âli Paşa, Reşid Paşa ‘nın tenkitlerinden zaten müteessir olduğu için, bu vazifeyi kabul etmek istememiş ve Reşid Paşa 'nın ricasına rağmen, istifada ıs­ rar eyleyerek,, neticede Fuad Paşa ile beraber mecalis-i âliyeye memur edilmiştir ( Ali Fuad; R icâl-i mühimme-i siyasiye, s. 7 1). Fakat Boğ­ dan intihabatı neticesinden bu defa da fransız elçisi memnun olmayarak, fesh talebinde bulun­ muş ve Bâbıâiice reddi üzerine, İstanbul u ter­ ke kalkışmış olduğu cihetle, Reşid Paşa yerine Mustafa Nâilî Paşa ve hâriciyeye de Âli Paşa tayin olunmuşlardır ( 1857 = 11 zilhicce 1273 ). A li Paşa, Reşid Paşa 'nm yeniden sadarete gel­ mesi üzerine, artık hâriciyeden tekrar çekilme­ ğe kalkışmamış ve onun vefatına kadar aynı vazifede kalarak, nihayet, üçüncü defa olmak üzere, tekrar sadarete nasbolunmuştur ( 1858 = 25 cemaziyelevvel 1274 ). . Kırım muharebesinin mucip olduğu masraf­ larla sarayın gittikçe artan israfları mâlî müzayekayı arttırmış olduğu için, Âli Paşa 'nın, bu defa hususî bir arizası üzerine ( A li Fuad, ayn. esr., zeyil 2 ), padişah da çare aranmasını '

22

ALİ PAŞÂ. emredince, sarayın masraflarını tahdit ve ta­ sarrufa riayet zarureti bulunduğunu îma eyle­ meğe kalkışması, azline ( 1859 = 21 rebiülevvel 1276) sebep olmuş ve bir az sonra meclia-i âlî-i tanzimat reisliğine (1859 = cemaziülâhır 1276 ), sadrâzam Kıbrısiı Mehmed Emin Paşa ’nın teftiş ve ıslahat için Rumeli 'ye gidi­ şinde, ilâve olarak, sadaret kaymakamlığına, hâriciye nazırı Fuad Paşa ’nın fevkalâde me­ muriyetle Şam ‘a gitmesi üzerine de, yine ilâve olarak, hâriciye nezareti vekilliğine ve nihayet asil olarak hâriciye nezaretine tayin olunmuştur ( 1 8 6 1 — 6 muharrem 1278 ). Abdülaziz 'in cülusundan bir müddet sonra, Kıbrısiı Mehmed Emin Paşa *nm azli üzerine, sadareii, dördüncü defa olarak, ihraz eden A li Paşa (18 6 1 = 29 muharrem 1278) teennisinden do­ layı, sür’atli icraat isteyen yeni padişahı tatmin edemediği cihetle, azledilerek (1861 = 1 9 cemaziyelevvel 1278 ), yerine Fuad Paşa getirilmiş ve fakat onun ısrarı ile de A li Paşa tekrar hâriciye nezaretine nasbedilmiş ve Fuad Paşa ’nın iki sadareti ile Yıısuf Kâmil ve Mütercim Rüşdü Paşa ’ların sadaretleri zamanında hep aynı makamda kalmıştır. Bir taraftan Girid isyanının, diğer taraftan Sırbistan 'da türklerin işgalinde bulunan kale­ lerin sırplara terki talebinden doğan meselenin ehemmiyet peyda etmesinden ürken Mütercim Rüşdü Paşa istifa edince, Âli Paşa, beşinci de­ fa olarak, tekrar sadarete getirilmiştir (1867 = 6 şevval 1283; Ali Plıad, ayn. esr., s. 75). Aynı zamanda inkişaf eden iki meselenin hallin­ de sırplar ve yunanlıların müşterek hareket et­ mesi ve zâhiren sâkit bulunmasına rağmen, Rus­ ya 'nın da tahrikât yaparak, bunlara müzaharet eylemesi ihtimallerini ileri süren Fransa 'nuı ve ona ittiba eden Ingiltere *niıı nasihatlerini naza­ ra alan ve diğer devletlerin de farklı bir hare­ ket tarzını ihtimal dahilinde görmeyen Âli Paşa, daha ehemmiyetli gördüğü Girid isyanını daha müsait bir hâl tarzına bağlayabilmek için, kale­ ler meselesinde müsamahakâr davranmağı tercih etmiş ve meseleyi meclis-i vükelâda tezekkür ettirerek, „kaleler kemâkân kılâ-ı hakaniyeden olarak kalıp ve burçlarına saltanat-ı seniye ve sırp bayrağı çekilip, hıfz ve idarelerinin sırp beyinin zatine ihalesi ile müstahfız askerinin kaldırılması“ keyfiyetini takarrür ettirmek sure­ tiyle, intaç eylemiştir (1867 = 10 şevval 1283 ; bk. Belgrad kalesinin sırplıya terki hakkında bir vesika, TOEM, sayı 31, s. 285 )* Girid isyanına gelince, asker şevki suretiyle, âsîlerin tenkiline ve yunanlıların yardımlarına sed çekebilmek üzere, adanın ablokasına çalışıl­ makla beraber, yunanlıların milliyet prensip! na­ mına ileri sürdükleri diğer taleplere Rusya ve

Fransa müzaharet ettiğinden, iş ehemmiyet ka­ zanmış ve adanın dağlık olması ve denizden ka­ çakçılığın devam etmesi yüzünden, bir türlü kat'î neticeye vardırılamayan askerî hareketler­ den başka, siyasî tedbirler de alınmasına lüzum görülmüş ve bunun için mahallinde tetkikat yapı­ larak, icap eden tedbirler alınmakla beraber, devletlerce teklif edilen müşterek teftiş ve tah­ kikin da önüne geçilebilmesi için, Âli Paşa 'nın kendisi memuriyetle Girid ‘e gitmiş ve oradan yazdığı lâyihalarda müşterek teftişin fena neti­ celer vermesi ihtimalinden dolayı, meselenin halli için, „hıristiyan tebeamn ıslaha muhtaç denile