Şu Dağın Ardı İran
 9786054183470 [PDF]

  • 0 0 0
  • Gefällt Ihnen dieses papier und der download? Sie können Ihre eigene PDF-Datei in wenigen Minuten kostenlos online veröffentlichen! Anmelden
Datei wird geladen, bitte warten...
Zitiervorschau

Cumhuriyet * rtfll K itaptan j

cf&Lc¿c ZfoasL

Yıllar yıllar öncesi b ir varmış, bir yokmuşken, Kanım deli deli akarken, Aşk için ve aşk ile ben dağları deldim. Şirin idim berbat’tan bekleneni yüklendim. Şu dağın ardı İran’a Aşkımın savaş ve kargaşa içindeki ülkesine, babam ın sırça köşkünden, Anamın sıcak kanadından Ardıma bakmadan çıkıp gittim. Kadın, eş, gelin ve Türk olarak kendi masalımın ejderhalarıy­ la çarpıştım, perilerinden güç aldım. Galip mi mağlup mu olduğu­ mu bilmesem de, vatanımın, ocağımın, atamın, otağımın kıym eti­ ni bilerek dokuz yüz gün sonra sılama kavuştum. Yorgun, kırgın ama kararlı geçen bunca yıl boyunca Farsça ko­ nuşmam gerekmedikçe bu masalı anmamaya ve ammsamamaya özen gösterdim. Ta ki, “Türkiye İran olur mu?” sorusuyla irkilene kadar... Meltem Vural m eltem vural@ gm ail.com

T ehlikenin farkın dalığıyla; Ö yküm ü sabırla dinleyip yazm am için ben i yüreklendiren candostlarım a ve ailem e, Y üreğim deki kitabı sayfalara dökebilm em i sağlayan, UMAG Sem inerlerinden sevgili hocam Sayın Çiğdem Ü lker e, Yıllar önce İran uçağından ben i karşılayan ve değerli desteğini hiç esirgem eyen baba dostum Sayın Cüneyt A rcayürek’e Yürekten teşekkü rlerim i sunuyorum.

GİRİŞ “Bilseydim böyle olacağını, o meydanlarda karnım burnum ­ da bağırır mıydım? O yıl doğan kızıma Azade ismi verir miydim?” diye feryat ediyordu Meryem Öğretmen. Acem gözlerine hüzün çökmüş, nasıl kandırıldıklarını anlatıyordu. Bir oda dolusu kadın Meryem’i destekleyen anılarını heyecanla anlatırken, sözlerini hep aynı cümle ile bitiriyorlardı: “Ah Hanım! Sen bizi Şah zamanı gö­ recektin ! ” Devrimin üzerinden üç yıl geçmişti. Tahran’da medeniyet adı­ na ne varsa, Şah zamanından kalmıştı. Artık çoğunlukla yerli ara­ baların üzerinden geçtiği geniş otobanlar; devrimden beri kadınerkek belirli bir mesafe ile gezilebilen parklar; kapalı tutulan mü­ zeler; sadece îslami devrime dair oyunlar sergilenen tiyatrolar; marş dinletileri yapılan gösteri salonları; devrim filmleri gösteren sine­ malar; modern ve şık mimarisiyle devlet daireleri, petrol şirketle­ ri... Bir zamanlar Acem abartısı ve Şark’ın şıkırtısıyla bezeli bina­ lar, sokaklar, parklar kaderlerine boyun eğmiş, inzivaya çekilmişti. Evlerin çoğunda dram yaşanıyordu. Dört-beş yaşında kızlar anaokuluna başlarına lastikle tutturulmuş lacivert eşarplarla gidiyor, evdeki İslami hayat hakkında sorgulanıyorlardı. Anne ve babala *

rını ihbar eden çocuklar ödüllendiriliyordu. Çocuklarına basit bir nedenle çıkışan anne-babalar kendilerini tehlikeli bir oyunun için de buluyor, devrim muhafızlarınca, evde namaz kılıntnadığı ve dev

I(

rmı karşıtı konuşulduğu ihbarıyla sorguya alınıyorlardı. Islami dev­ rini karşıtı oğlunu idam ettiren annenin heykeli dikiliyor, evladın idam öncesi annesine yalvarışı, annenin sözde vakur duruşu gün­ lerce televizyonda izlettiriliyordu. Saç dibi görünen seksen yaşın­ da kadına, bıyıkları bile terlem em iş devrim muhafızı pastar silah doğrultabiliyor; gazete manşetlerini Islami giyinmeyen kadınların yüzlerindeki kezzap yanıkları ve jilet yaraları süslüyordu. T u tu k­ lu kızlar ailelerinden sadece doğum kontrol hapı istiyor; bakire­ ler cennete gideceğinden, idam edilmeden evvel tecavüz ediliyordu. Islami devrimi gerçekleştiren Humeyni üç yıldır iktidarda ve her gece en az iki saat televizyonda idi. Sürekli molla izleyen ço ­ cuklar televizyona “sakallı pencere” diyorlardı. Buna rağmen, hâ­ lâ şehrin sadece mahalle baskısı olan belirli kesim lerinde başör­ tüsüyle geziliyordu. Bir sonraki yıl arabalarda örtüsüz, sokaklar­ da örtülü gezilebilir oldu. Daha sonraki yıl ise salt T ah ran ’da de­ ğil tüm İran'da beş yaşından itibaren tüm kızların, kadınların baş­ ları örtüldü. Humeyni, İran Kom ünist Partisi’nin büyük desteği ile faşist Şah’ı devirmiş, Islami devrim yapmış ama bir gecede de­ ğil, tam altı yıllık uğraş sonunda tüm kadınları başörtüsü altına so­ kabilmişti. Ö n ce Komünist Partisi üyelerini, sonra kravatlı devlet adamlarını bir bir yok etmişti. “Kadının yeri evidir” diye şimdi iş­ lerinden çeşitli bahanelerle el çektirilen kadınlar, altı yıl önce ‘Kur­ tarıcı Humeyni’nin Fransa’dan gelmesi için günlerce gösteri yap­ mış, yollara dökülmüştü. Çoğunluğu kadın olan kalabalıklara el sallayarak uçaktan inen Humeyni, altı yıl sonra Allah’ın aziz ya­ ratıklarını sıralarken hamamböceğini sekizinci sıraya, kadını on dör^ düncü sıraya yerleştiriyordu^ Onları sokağa döken nedeni sorduğumda aldığım yanıtı hiç unutamam: “Bizim her türlü refahımız ve özgürlüğümüz vardı. Tek eksiğimiz, Şah’ın kararlarını eleştirebileceğimiz siyasal özgürlük-

tii. Bize vaat edilen bu özgürlüğü alacağız derken, yemek, içmek ve giyim özgürlüğümüze kadar tüm özgürlüklerimizi elimizle tes­ lim ettik. Aldatıldık!” Doğrusu, aldatılmaları için ortam çok uygundu. Toplumda­ ki ahlaki çöküntü hepsini canından bezdirmişti. Bana uzun uzun, Şah’ın kız kardeşinin düzene başkaldırmasın diye gençleri uyuş­ turduğunu; İran’ın eski Çin’e benzediğini, bakkallarda dahi uyuş­ turucu bulunabildiğini; rüşvetin yolsuzluğun en küçük kurumlara kadar girdiğini; muhaliflere değil konuşma, yaşam hakkı bile ve­ rilmediğini acı bir tebessümle anlattılar. Şah’ı devirip Ayetullah Humeyni’yi iktidara taşırlarsa bütün sancıların son bulacağına, büyük güç olan dinin, ahlakı düzelteceğine ve toplumu olması gerektiği gibi düzenleyeceğine tüm benlikleriyle inanmışlardı. Oysa, üzeri-^ Jerindeki baskı ve örtüden başka hiçbir şev değişmemiş, şartlarda^ ha da kötü olmuştu. Uyuşturucu hâlâ vardı, sadece el değiştirmişti. Havyar fabrikaları devletin olmuş, havyar elde edilen mersin ba­ lığı yemenin bile cezası, meydanda 25 kırbaç olarak biçilmişti. Ce­ zalar kırbaç sayılarıyla ifade ediliyordu. Devrime kadar yalnızca no­ ter hizmeti gören mollalar artık tüm devlet kesimine yayılmıştı. Mad­ di anlamda sen mollayı görmezsen, o da seni görmüyord^. ıMuhaliflerden çıkabilen tek ses ise hapishanelerden yükselen çığlık­ lardı. Şah gitmiş, ‘Büyük Kurtarıcı’ gelmişti. Ama bu yeni düzen­ de —meşhur fıkralarında söyledikleri gibi—camiler bakkal gibi sa­ tış yapıyor, üniversitelerde cami gibi toplu namaz kılınıyor, bilini adamları üniversite yerine zindanlarda haykırıyor, zindanlardaki katiller ise mecliste memleketi yönetiyordu. Bu korkunç manzara karşısında kanım donmuşken Mervem Öğretmenin sorusuyla irkildim: “Ya Türkiye'de ile dinciler iktı dara gelirse ne yaparsın?” Kendimden ve millerimden ö\leşine emin

dini ki “İm kânsız!” diye kestirip attım. Meryem titreyen sesiyle “O kadar emin olma! İran da bu şartlarda bir ülke değildi vc bu ha­ le geleceğini hayal bile edemezdik. Bizler Avrupa’yı atlamış, Amerika’yı bile beğenmez olmuştuk. Bir an için farz et ki, T ü rk i­ ye’de mollalar başa geçmiş. Farz et ve beni anla! ’’dedi. “Bak Meryemean! Ben altı yaşında alfabemi açtığımda, üzerinde kırmızı çar­ pı işareti olan çarşaflı kadın resmiyle Atatürk’ün kılık kıyafet devrimini öğrendim. Bizim ülkemizde ve mezhebimizde ‘Ayetullah’ gibi İslam kardinalleri yok. Noterlik yapan molla hiç yok! M olla kıyafetiyle biri sokağa çıksa, inan, mahallenin çocukları çığlık çığ­ lığa peşine düşer, palyaço görmüş gibi gülüp eğlenirler! ” diye abar­ tılı bir tepki verdim. *

*

*■

Meryem’le yollarımız, kaderlerimiz ayrılalı tam yirmi beş yıl olmuştu. Ankara’da Genelkurmay kavşağından Büyük Millet Meclisi’ne doğru yürüyordum. Ansızın M eclis’in Dikmen nizamiyesinde ba­ şında sarık, yeşil entarili, kalın kuşağından tespih sallanan, çem ­ ber sakallı bir “molla” belirdi. Cüppesini savura savura G enel­ kurmaya doğru yürüyor, sanki üzerime geliyordu ama arkasında ne bir çocuk, ne de bir çığlık vardı. Arkasında görkemli binasıy­ la Meclis vardı.

BİLİNMEYENE GÖÇ

O to b ü s, 5 Mayıs 1981 gecesi sokağa çıkma yasağının boşalttığı Ankara sokaklarında sessizliği bozmaktan korkarcasına yavaşça iler­ liyordu. Üniversiteyi bitirip bir daha dönmemek üzere Ankara'dan ayrılan İranlı altı yolcu da en az benim kadar buruktu. Biri aske­ ri darbe, diğeri İslami devrim yaşayan iki ülke çocuklarının bi­ linmeyene göçü, derin bir sessizlik ve hüzünle başlamıştı. O ge­ ce, kahraman ya da kurban olmanın keskin çizgisinde ve içimiz­ de umut kırıntılarıyla güneşin doğacağı vöne ilerliyorduk. Otobüsün tek kadın ve Türk yolcusu bendim. Henüz anne­ min sıcak kokusu burnumda, babamın endişe dolu bakışları göz­ lerimde, sıkıyönetim yasalarını hiçe sayarak gece yarısı bizi Tahran’a uğurlamaya gelen can dostlarımın duaları kulağımdaydı. Bir daha onları görememek kuşkusuyla ayrılık acısı boğazımda dü­ ğümleniyordu. îranlı yolculardan hangisi Fars, hangisi Azeri, hangisi Kürt bi lemeyecek kadar İran'ın yabancısıydım. Gözyaşlarını Ankara’nın karanlık sokaklarına gizlemek için sürekli dışarı bakan, üç vıllık eşim İranlı Ahmet’in de benden farkı yoktu. Lisenin ilk yılımla gel diği Türkiye’den on bir yıl sonra diş hekimi olarak ülkesine do nüyordu. Birçok aydın İranlı'nın İran’dan kaçtığını bile hile İran

İslam Cumhuriyeti'ne Türk eşiyle birlikte kesin dönüş yapıyordu. Son bir yıldır İran’a dönmek için sıraladığı nedenler ya da baha­ nelerle aslında beni değil kendini ikna etmeye çalışıyordu. Ölüm haberini duyduğunda “Şeytan ölür m ü?” diye tepki verdiği bas­ kıcı Şah'ı devirip, özgürlükçü devrimi gerçekleştirdiğine inandı­ ğı Ayetullah Humeyni’nin Irak’la süregelen savaşta yaraları sara­ cak İranlı doktorlara ihtiyacı olduğunu söylüyordu. “Ülkemde dev­ rim oldu, benim de tuzum bulunmalı,” diyordu. Annesinin şeker hastalığı, babasının yaşlılığı, yaşamlarının son yıllarında onların ya­ nı başında olmak isteği de her fırsatta sıraladığı bahanelerdi. O y­ sa ikimiz de çok iyi biliyorduk ki, bir yabancı olarak Türkiye’de muayenehane açamaması ülkesine dönmesindeki en önemli etkendi. Askerlik sorumluluğu da üzerinde ayrı bir baskıydı. Ortaokulu bitirdiği yıl İstanbul’da ziyaretine gelip yıllarca göl­ gesinde yaşadığı ağabeyi Yusuf, on beş senedir Türkiye’de oku­ yor ve İran'a dönmemek için her türlü okul uzatma taktiklerini uy­ guluyordu. Küçük kardeşi Mahmut da İslam devriminden hemen sonra bin bir zorlukla, kaçarcasına İstanbul’da tıp okumaya gel­ mişti. Onlara göre de, yurtdışında okuyan üç erkek kardeşten ilk mezun olan Ahmet olduğu için biz İran’a dönmeye mecburduk. İkimiz için de gönüllü değil, zorunlu bir yolculuktu bu. Parlamentosunda memur olarak görev aldığım ülkemde as­ keri darbeyi çok yakından yaşamış, ‘askerlik yaptım’ diyecek ka­ dar disiplinle çalışmıştım. Siyasi yasaklı bir parlamenterin kızı ve yabancı uyruklu bir öğrencinin eşi olarak görevime devam etm e­ me izin verilmesine mucize gözüyle bakan arkadaşlarım, istifa edip İslami devrim yapmış bir ülkeye gitmeme akıl sır erdirememişti. Benim için kaygılanan ailem ve dostlarım, eşimin İran’a yalnız gi­ dip ‘yaşanabilirlik’ durumuna bakmasını ya da benim ücretsiz izin-

li gitmemi önermişti. Ben ise ardımdaki köprüleri yakmazsam ile­ ri devam edememek korkusuyla istifa edip, yatak-yorgan tüm çe­ yizimle eşimin ülkesine göçüyordum. Kervan yüküyle uçağa binemediğimiz için Tahran’a kadar iki gün bir gece sürecek otobüs yolculuğuna da razı olmuştum. * îranlı Ahmet’i yaşamıma Ankara’nın ılık Eylül akşamlarından biri getirmişti. Arkadaşlarla arkası yaz, önü kış bir sonbahar gü­ nünün geç saatlerinde yürüyüşe çıkmıştık. Gruptan biri îranlı Ahmetlere uğramayı önerdi. îran sözcüğü çağrıştırdığı anılarla beni gülümsetti. Birkaç ay evvel dil eğitiminden döndüğüm Londra’daki oda arkadaşım G oli de îranlı idi. Goli bana İran yemekleri pişi­ rir, ‘sizin Ajda’nız’ dediği Guguş’un şarkılarını dinletirdi. Israrla îranlı arkadaşlarının toplantılarına götürür ve Müslüman bir kız­ la odasmı paylaştığı için her fırsatta mutluluğunu dile getirirdi. G o ­ li İran’a dair bana öğrettikleriyle, aylar sonra ülkemde tanışacağım diş hekimliği öğrencisi, kızların îranlı’dan çok İtalyan’a benzetti­ ği ve hatasız Türkçe konuşan esmer, lacivert gcizlü, yakışıklı Ah­ m et’i böylesine etkileyeceğimi tahmin edemezdi. Oysa şimdi An­ kara’da, gurbette öğrenciliğin acı-tatlı tadı henüz damağında bi­ ri olarak, yakışıklı delikanlıya ülkesinden, şarkılarından, yemek­ lerinden, tanıdığım îranlı ünlülerden söz ediyor ve Acem gözle­ rindeki şaşkınlığı keyifle izliyordum. Daha sonraki günlerde, ay­ nı sokağın iki ucundaki evlerimizden bitişik binalardaki fakülte lerimize birlikte gidip gelirken, kaderimizin ağlarını ördüğü ko­ caman bir yumağa gitgide daha çok dolanıyor ve birbirimizden ko­ pamaz hale geliyorduk. Ahmet’e âşık olmak o kadar kolaydı ki... Romantik sürpriz leriyle şaşırtan, sınav kapımda saatlerce bekleyecek kadar sahip

lenen. koruyan, kayıran yakışıklı masal kahramanımdı benim. D a­ ha ilk günden ev sahiplerine “anne” ve “baba" diye hitap eden bu hiperaktit Doğulu çocuk, ailemin ilgi odağı olmayı da kısa süre­ de başarmıştı. Ben ise tüm gücümle onların duygularını söm ürü­ yor; ev yemeklerine ve aile ortamına hasret bu sevimli arkadaşı­ mı nerdeyse her gün yemeğe davet etmelerini sağlıyordum. Turist olarak geldiği Türkiye’de öğrenci olarak kaldığı için evine gide­ memesinden ben sorumluymuşum gibi, kendimi ve ailemi onun gurbetteki mutluluğuna ve başarısına adamıştım. Hani evin küçük kızı eve sevimli bir kedi getirir, aile “Olm az! ” diye ayaklanır ama öyle şirindir ki, kendini zorla sevdirir ve bir süre sonra sorum lu­ luğu kızdan çok ebeveyn alır, kedicik evin baş tacı olur ya! İşte b i­ zim hikâyemiz de böyle başlamıştı. M erhamet ve aşkı ayrıştıramadığımdan -k en d im ce- dünyanın en yakışıklı ve sevecen erke­ ğiyle doludizgin bir aşk yaşıyordum. k

k

k

Evlat gibi benimsemelerine rağmen, evlenmek istediğimizi ba­ bama söylediğimde nasıl da karşı çıkmıştı. “Uzak. Ayrı kültür, ay­ rı dil. Çok zor, hatta imkânsız!” dedi. Ben başımda kavak yelle­ riyle, “Ama babacığım, karşı apartmanda oturup mutsuzluğumu mu izlemek istersin, yoksa Japonya’dan mutluyum diye kart atmamı mı? Hem neresi uzak? İran dediğin şu dağın ardı,” dedim. Babamın yanıtı çok net ve anlamlıydı: “O dağın ardı ama unutma ki, babanın evine pasaportla gelip gideceksin?” k

k

k

İran sınırına yaklaştıkça babamın sözleri kulaklarımda çınlı­ yor, dönülmez bir yolda olmanın heyecanıyla huzursuzlaşıyordum. Başımı otobüsün camına dayamış, derin düşüncelere dalmıştım ki; sonsuz gibi görünen ovanın utkunda karlı zirvesi ve tüm heybe-

tiyle muhteşem Ağrı Dağı belirdi. Ak sakallı, nur yüzlü dede mi­ sali, apansız! Tanrısal bir andı Ağrı ile ilk göz göze gelişimiz. Y o ­ lumu kesmek, gitmeme engel olmak ister gibi karşıma dikilmişti. Yücelerden yüce Ağrı sanki dile geldi: “Vatanını, aileni, dostları­ nı bırakıp nerelere gidiyorsun?” diye hesap sorarken gözleri bu­ ğulu, başı dumanlıydı. Karlı yamacına başımı dayamak geldi içim­ den. “Beni koynuna alsa, bırakmasa, gitmeme izin vermese,” de­ dim ve pişmanlık yangınıyla yüreğimin kavrulduğunu ilk kez o an hissettim. G ece konakladığımız Erzurum’dan yola çıktığımızdan beri al­ dığımız yolcularla sayımız epeyce artmıştı. Doğubeyazıt Gürbulak sınır kapısından geçerken gözüm karşı kapıda Türkçe ve Fars­ ça yazılmış “İran’a hoş geldiniz” tabelasında ve ortasından kanatlı aslan figürünün çıkarılıp yerine “Allah” yazısının konulduğu yeşil-beyaz-kırmızı İran bayrağındaydı. Türkiye sınırından çıkış ser­ best denecek kadar kolay olmasına karşın, İran tarafındaki Bazergân kapısında uzun bir süre bekletildikten sonra, yaya olarak sınır po­ lisinden geçmek üzere otobüslerden indirildik. Tek katlı gümrük binasına girdik. Büyük bir depoyu andıran salon tam ortasından bel hizasında beton bir duvarla ikiye bölünmüştü. Duvarın sağ ve sol yanındaki kapılardan karşılıklı girişler yapılıyordu. Biz sorgu­ suz sualsiz karşı tarafa geçerken, İran’dan bin bir güçlükle çıkıp telaşla Türkiye’ye girmek isteyenlere titiz bir kontrol yapılıyor, ön­ celikle kahve aranıyordu. O sıralarda Türkiye’de ne I ürk kahve­ si ne de yabancı kahve bulunabiliyor, kahve karaborsada satılıyordu. Etrafı dikkat ve merakla inceleyerek diğer yolcularla, eşimin ar dından karşı tarafa geçtim. Karşılıklı duvarlara asılı, birbirlerine bakan şapkalı Atatürk ve sarıklı Humeyni resimleri, her iki yanı birbirinin iki/ivmiş gı

hi görünen bu salonda özde olan derin ayrılığı vurguluyor gibiy­ di. Ağlamak korkusuyla ardımda kalan ülkeme göz ucuyla bile dö­ nüp bakamıyordum. Eşimin Farsça bilmememden yararlanarak, onu bırakıp geri dönmemem için, bana yurtdışında doğmuş ¡¿anlı kim liği’ aldığı­ nı çok sonra öğrenecektim ama şimdi İran polisinin incelediği kah­ verengi İran pasaportumdaki resmim kadar şaşkın ve sessizdim. Farsça konuşamasam da, herkesin yurtdışına kaçtığı İran ’a evlilik birliği adına ve onların şartlarında giriş yapıyordum. Buna benden çok polis şaşırmış gibiydi. Eşime onlarca Farsça soru sordu. G i­ riş mührünü basar basmaz, ne sorduğunu bile öğrenem eden, k o ­ şar adım otobüse ulaştık. Hareket edip karayoluna çıktığımızda, herkes aynı anda de­ rin bir nefes aldı. Bu gevşemenin biraz da İran’a girmesi yasak eş­ yaları geçirebilmenin rahatlığı olduğunu uzun yolculuğumuz b o ­ yunca arkadaş olduğumuz ikinci şoförden öğrendim. K oca otobüs onca yolu beş-on yolcu için kat etmiyormuş. Sınıra yakın yerler­ den yolculuğa katılanların hepsi bavul ticareti yapıyorlar ve o to ­ büs şirketinin payını cömertçe ödüyorlarmış. Savaşan bir ülkey­ le ticaret çok riskli, ama bir o kadar da kârlıymış. İran topraklarına geçince inanılmaz bir hızla değişen gri-bej coğrafyada çatısız, kerpiç evler arasından M ako şehrine doğru ilerliyorduk. Taş ağırlıklı doğası, solgun renkleri ve ölüm sessizliği ile sanki başka bir gezegene ışınlanmıştık. O tobüsün camından geçtiğimiz yerleri merakla izlerken birkaç ay evvel Ankara’da yaz­ dığım mısraları, korkmuş bir çocuğun duası gibi mırıldanıyor­ dum:

Toplar şarapneller mi? Yaşam sunan kadehler mi? Beni bekleyen. Çırpınan yüreğim mi? Yaklaşan askerler mi? Böyle gümbürdeyen. Tanrıya açılan ellerime Nur mu yağar nötron mu? Bilemem. Yalnız benim değil Tüm insanlığın korkusu bu: BİLİNMEYEN.

KISIR GELİN

Ira n topraklarındaki Azerbaycan eyaletinin başkenti Tebriz’i, iki yanı ağaçlar ve çiçeklerle bezeli bulvarlardan transit geçerken, kentin T ü rk ve Fars özelliklerini ayırt edebilm ek mümkün değil­ di. Aslında gerek de yoktu. Ankara’da Tebrizli öğrencilerin ken­ dilerine Azeri, bizlere Türk-i İstanboli dediklerini öğrendiğimde, aramızdaki farkı çoktan fark etmiştim. Aynı dilin farklı lehçeleri­ ni konuşsak da, Iranlı Azerilerin yaşam biçimleri bizden çok Fars kültürüne yakındı. O gece yüzümde tebessümle, Ankara’da tanıştığım Tebrizli öğ­ renci Soheyla’nın kentinden geçiyordum. Soheyla, Türkçesine gü­ venip okumaya geldiği Ankara’da lehçe farkı nedeniyle kırdığı pot­ larla ünlüydü. Kasaptan ‘kemiksiz et’ isteyeceğine Azeri lehçesiy­ le ‘sümiiksüz et’ istemiş ve sümüğün anlamını kasabın gazabıyla öğ­ renmişti. Başka bir gün, kırılan ayağının röntgenini çektirmeye gi­ den ağabeyini soran arkadaşlarına “Kıçı kırıldı, resmini aldırma­ ya getti,” demiş ve kopan kahkahalara önce çok kızmış ama durum açıklandığında mahcubiyetten kıpkırmızı olmuştu. Bu arada ben de, dilimizde ‘o kadar çok gezeceğine, kırsın kıçını otursun’ küf­ rünün gerçekte ne kadar masum bir söz olduğunu anlamıştım. T e b riz ’i Soheyla’nın hoş anılarıyla geride bırakırken bir yan­ dan da A hm et’ten Tebriz halılarının güzelliğini dinliyordum. H a ­

lâ. pem beden bordoya ya da maviden laciverde dağ p e k le riy le b e­ zeli, düğüm düğüm göz nuru o güzelim halıları nerede görsem, oto­ b ü sle içinden geçtiğim o 1 ebriz akşam ını yâd ederim . U zıın sohbetim iz sonrası güneş yükselirken otobüsüm üz de T ah ran a yaklaşıyordu. A hm et kentin dış m ahallelerindeki fabrikalann Farsça kocam an tabelalarını bana okuyor ve bilgi veriyordu A klına b ir şey takılm ış gibi, ansızın ciddileşti ve gözlerimin içine b akarak , “Senden çok önem li bir ricam o lacak ,” dedi. Elini tutup tüm sevecenliğim le “E lb e tte c a n ım !” dedim . Sağır-dilsiz gibi ol­ duğum , en basit tabelaları bile okuyam adığım bu ülkede benden ne isteyebileceğini m erak ediyordum . — Sana, on altı yaşındayken İstanbu l’da çok güzel bir kızdan hastalık kaptığım ı, utanıp geç tedavi olduğum u ve belki çocuğu­ m un olam ayacağını söylem iştim ya. H atırladın m ı? N asıl unutabilirdim ki? N işanlıyken söylemişti. D onup kal­ mıştım. Aklımı ve gözümü bağlayan aşk mıydı; eksikliğini itiraf eden b ir insanı yarı yolda bırakam am a fedailiği miydi bilemiyorum ama, hem en toparlanıp “O lsu n ! ‘B e lk i’ diyorsun. Belki de o lu r !” diye bard ağın dolu yanıyla yanıtlam ıştım . D aha sonra bu sırrı paylaş­ tığım ız annem “İyi düşün! Ç ocukları deli gibi seviyorsun. Sonra­ dan pişm an o lm a !” diye tepkisini gösterdiğinde Ahm et çok gücenm işti. H atta evliliğimizin ikinci yılında A hm et’in ihanetiyle sar­ sılm ış, b ab am a ayrılm ak istediğimi söylemiştim de, saydığım hiç­ b ir ned en babam ı ikna etm eyince, çocuğunun olmadığı gerekçe­ sini elim d eki son kurşun olarak harcam ıştım . İkna olan babama o akşam annem , “Kızın daha nişanlıyken biliyordu bu gerçeği,” deyince, eksik bilgi verdiğim için babamın tüm destek ve güvenini kaybetm iştim . Ailem in desteği olmadan hiçbir radikal karar alam atlığım dan her şeyi sineye çekip evime geri dönmüştüm. Bu olay­ dan yaklaşık bir yıl sonra T ahran’a yaklaşan otobüste el ele ve göz­

lerimin içine bakarak sorduğu soruyla bana ilk mağlubiyetimi anım­ satıyordu. — Elbette hatırlıyorum. Hiç unutmadım ki. Bak canım! Bizim toplumumuzda çocuğu olmayana er­ kekliği yok gibi bakarlar. Kadınlar için hiçbir sorun yok. Aksine acıma duyguları ve sempatiyle yaklaşırlar. Ama benim için gurur ve onur meselesi. Anlıyor musun? Benim için bunu yapar mısın? Soranlara senin çocuğunun olmadığını söyler misin? Kist ameli­ yatı da olduğun için ailemin de inanması kolay olur. — Sorun değil. Benim çocuğum olmuyor derim. Merak et­ me. O an kendimden son derece emindim ve aklımca bağnaz DoJju toplumunda eşimin erkekliğinin savunmasını yapacaktım. Bu kadar teslimiyetin ve iyi niyetin sonuçlarını tahmin edemeyecek ka­ dar genç ve deneyimsizdim. (Hoş, hayatımın sonraki yıllarında da farklı davranamadım ya!) # * * Bender-Enzeli’den bizi karşılamak için iki günlüğüne Tahran’a gelen anne ve babası, ablası Meryem ve eşi Huşeng otobüse heye­ canla el sallıyorlardı. Sarmaş dolaş oldukları oğullarıyla hasrer gi­ derdikleri daha o ilk dakikalarda Farsçanın ne kadar ritimli bir dil olduğunu fark ettim. Bu dilin yeryüzüne edebiyat için indirildiği­ ne o anda inandım. Sanki düz cümle değil şiir dizeleri dökülüyor­ du dudaklardan. Arabayla evlerine giderken bana Azade Mey danı’ndaki anıtı gururla gösterdiler. Eyfel Kulesi nin geniş beton kop yası izlenimi veren anıtın çevresindeki meydan, Şah a karşı düzen­ lenen büyük mitinglere ev sahipliği yapmıştı. Ailenin o günleri an latmaya başladığını neşesi kaçan ses tonlarından anla\abili\ordum Halk pişman ve çaresizdi ama İrak savaşı nedeniyle karşı harık*. te geçemiyordu. Sözlerin arasından seçebildiğim

cenk ı İt ak

Vİrak savaşıl “cenk-i dahili (iç savaş)” “peşimani (pişman)” “biçare (çaresiz)' gibi sözcükler benim için yeterli ipuçlarıydı. Ara sıra Ah­ met tercüme yapıyor ve tahminimde yanılmadığımı anlıyordum. Ai­ lesi daha ilk günden Şah zamanı İran ’ın ne kadar modern olduğu­ nu, İran'ın bu hale düşmesinden duydukları pişmanlığı, suçluluğu ve utancı anlatmaya çalıştılar. İran da kaldığım sürece her kesim­ den insandan en sık duyduğum sözlerdi bunlar. Tahran'in kuzeyi ne kadar zenginse güneyi o kadar fakirdi. Tek ortak özellik evlerin yüksek bahçe duvarlarının ardına saklanmasıydı. Bu duvarlar kuzeydeki havuzlu bahçeli zenginliği de; gü­ neydeki tozlu topraklı fakirliği de gizliyordu. Ağrı D ağı’nın ikizi, başı karlı Demavend Dağı eteklerindeki Tahran kalabalık, gizemli Ve m odern görünümlü bir şehirdi. Meryem ve Huşeng’in Tahran’ın merkezine yalan üç kadı mü-* tevazı evinde bizi çocukları H uşm end, Huşyar ve Azade, baba­ anneleriyle birlikte karşıladı. İkram lar eşikten girer girmez başla­ dı. Sofralar bu ülkedeki bir başka şaşkınlığımdı. M odern yemek masalarına rağmen kurulan yer sofralarında ekmek yerine pilav tü­ ketiliyor, her sofrada en az üç çeşit bulunan “horoşt” dedikleri su­ lu yemekler pilava karıştırılarak yeniyordu. Yedi çeşit sebzeden ya­ pılan yemekleri de epey zahmetli ama bir o kadar da lezzetliydi. ‘Çöleh kebap’ dedikleri kıyma şiş veya ‘cuceh kebap’ dedikleri ta­ vuk şiş, ortasına kırılan çiğ yumurta ve tereyağın buharında piş­ tiği sıcak sade basmati pirinç pilavlarıyla yeniyordu. Sofradaki ab (su), gaşuk (kaşık), çagu (bıçak), çengel (çatal), boşgap (tabak) söz­ lerini duyunca cebimde kelimelerle başladığım Farsçayı çabucak öğreneceğim i anlamıştım. Ertesi gün Hazar kıyısındaki evlerine dönecek olan annebaba sözü dönüp dolaştırıp çocuğa getirmişti. Bir an evvel torun istiyorlardı. Hararetli bir konuşma sonrası Ahmet tüm ciddiyetiyle bana, “Tahran’da çok ünlü bir kadın hastanesi varmış. Kısırlık te-

davisinde Ortadoğu’da birinciymiş. İstersen senin için randevu ala­ cak ablam,” dedi. Otobüsteki anlaşmamız gereği şaşkınlığımı bel­ li etmeksizin teklifi kabul ettim. Meryem kalkıp hastaneye telefon edince her şey şaka gibi gelişmeye başladı. İki hafta sonrasına ba­ na kontrol randevusu alınmıştı. İlk hamlenin böylece savuşturulduğunu sandım. Oysa anne-babayı yolcu ettikten sonra da bu ko­ nu bitmedi. Hemen her gün aile baskısıyla tek konumuz bebek ol­ muştu. Benim için de bir kontrolün iyi olacağını savunan Ahmet, hastaneye gittiğimiz gün kendi yalanına iyice inanır olmuştu. Ra­ him röntgeni çektirmeye kadar uzanan bu tuzak oyunun, sonuç­ ların normal çıkmasıyla son bulacağını zannederken işin psikolo­ jik boyutu gündeme geldi. Çok çocuk istediğim için çocuğumun olmadığına ailecek karar verildi. Artık kısırlık yafta gibi boynuma asılıydı. Benimle ilgili her konuşmada çocuktan bahsettiklerini se­ ziyordum. Eve gelen konuklardan biri ne kadar cana yakın (mih-

riban) olduğumu söylediğinde, ablasının verdiği cevabın olum­ suzluğunu yüzünden anladım. Ahmet’e ablasının ne dediğini sor­ duğumda soğukkanlılıkla tercüme etti: — iyi kız ama götürmediğimiz doktor kalmadı, maalesef ço­ cuğu olmuyor. Kan beynime sıçramış bir şekilde akşama kadar zor sabrettim. Akşam eniştesine bütün gerçeği İngilizce olarak anlattımsa da, Ah­ met dahil üçünün dudak kenarlarındaki alaycı tebessüm kısır ge­ line inanmadıklarının kanıtıydı. Ailesi onurumu, gururumu kurtarmak için bu hikayeyi uy­ durduğumu düşünürken, Ahmet sırrımıza ihanete kalkışmamın lvdelini alaylı tavrı ve sessizliği ile ödetiyordu. Gönüllü kısırlığımdan kurtulmam artık olanaksızdı ama baş ka tuzaklara düşmemek için I'arsçanm, bir an önce kuşanmam ge reken bir silah olduğunu iyice anlamıştım.

KAFES KAFES İÇİNDE

T a h r a n ’da Ö zgürlük A nıtı’na yakın, kapısından K u r’an altından geçip ağzımızda şekerlerle ve dualarla girdiğimiz, minik bah­ çesi yüksek duvarlarla çevrili, yeşil badanalı küçük bir evde otu ­ ran görüm cem in yanına sığınmıştık. Ben yer yatakları, yer sofra­ ları, dışarıda tuvalet sadece gecekondularda vardır sanırken, m o­ dern mobilyalar ve eşyalarla döşeli bir evde karşıma çıkmıştı. K om ­ şu evleri ziyaret edince anladım ki, bu şartlar yokluktan değil, ya­ şam alışkanlıklarındandı. Ben de şikâyetçi değil şaşkındım sade­ ce. Bir biyoloji mühendisi ile bir öğretmenin Tahran’ın merkezindeki evlerini daha başka türlü hayal etmiştim. Tezatlar ülkesi İran’da daha çok şaşıracaktım . Türkiye’den tanıdığımız diş doktoru Ali, Kürdistan eyaletindeki ailesine T ü rk eşini tanıştırabilm ek için şehirden ayrılmış, muaye­ nehanesi ve hastalarını iki aylığına Ahmet’e bırakmıştı. Y ard ım ­ cı olmam, evde sıkılmamam için beni de çoğu zaman yanında gö­ türse de, bazı bölgelerde ve bazı hastalar geldiğinde başörtüsü tak­ ma m ecburiyetim canını sıkıyordu. Nereden ve ne zaman gelece­ ği belli olmayan baskıların şiddetini anlatan olaylar o kadar çok ve yakınımızdaydı ki, bir kumaş parçası nedeniyle başımızın dev­ rim muhafızları pastarlarla veya şeriatçılarla derde girm esinden, benim zarar görmemden korkuyordu.

1 abran m on işlek caddelerinin kavşağındaki muayenehane pa­ ra m akinesinden tarksızdı ama reçete yazmak biiyük sorun olu­ yordu. Ali adına kayıtlı reçeteleri kullanamamak hasta kaybettir­ meye başladığında, Ahmet iki ay için de olsa reçete bastırmaya ka­ rar verdi. Sıcaktan bunaldığımız Temmuz günlerinden biriydi. Sabah reçete işlemleri için gittiği Tabipler O dası’ndan Ahmet hâlâ dön­ memişti. B ir aksilik olması olanaksızdı. Ülkede doktor sayısı o ka­ dar azalmıştı ki, her biri kahraman muamelesi görüyordu. H ele de devrimden ve Irak savaşından sonra ülkeye dönen vatansever dok­ torlar değer biçilem eyen kutsal varlıklar gibiydi. Öğle yemeği hazırlıkları yaparken, elimde çatal-bıçaklarla mut­ faktan yemek odasına yöneldiğimde koridorun sonunda açılan ka­ pıdan eşim içeri girdi. Tam karşımda hazır ola geçip asker selamı vererek, “Yarın sabah birliğime teslim oluyorum,” dedi. Elim de­ k iler şangırtılarla etrafa yayıldı. Ayaklarımın dibindeki merdiven basam ağına yığılırcasına oturdum. “Olamaz! ” sözcüğünü kaç kez tekrarladığımı anımsamıyorum. Benim ‘olamazlarımın arasına açık­ lam alarını sığdırmaya çalışıyordu Ahmet: — Biliyorsun hayatım, askerlik yapmadan muayenehane açam am . Türkiye’de bile askerlik yüzünden kalamadım. Bir an ev­ vel bitirmeliyim ki, hayatımızı kurabilelim. Belki burada, belki T ü r­ k iye’de! Am a önce askerlik bitmeli. Ben olmayınca sen de daha çab u k dil öğrenir, buralara daha kolay alışırsın. Hem, ilk eğitim­ den sonra sık sık izinli geleceğim. Hadi benim akıllı karıcığım, güç­ lü ve sabırlı o l! M idem bulanıyor, başım dönüyordu. Tek başıma, henüz ta­ nım adığım , alışamadığım ve anlaşamadığım insanlarla en az iki yıl geçirecektim . Boğazım a takılan hıçkırığı yenmeye çalışarak, “M a­ dem hem en askere gidecektin beni neden getirdin buralara? Bem

kafes içind e kafese koyup gidiyorsun. İran bir kafes, Tahran bir

kales, ev ayrı bir kafes! Hiçbirinde özgürlük yok, huzur yok. Ben yaşayamam üç kafes içinde, ölürüm Ahmet! Ne olur beni bırakıp gitm e!” diye umutsuzca yalvardım ve artık yutamadığım hıçkı­ rıklarıma sel gibi gözyaşlarımı da kattım. Meryem’in küçük kızı Aza­ de gürültüye koşup geldi. Minik elleriyle yerdekileri toplamaya ça­ lışırken bir yandan da beni avutmak için elindeki oyuncağını ba­ na uzatıyor ve “Gerye nekotı zendayıcan, ” (ağlama yengeciğim) di­ yordu. Anlayamadığım bu sözler İran yıllarımda çocuklardan en çok işittiğim cümlelerden biri oldu. Ev halkı merakla eşimin ba­ şına toplaşırken, “gelmeseydin” dercesine beni göz ucuyla süzü­ yor hatta odada yok sayıyorlardı. Kardeşleri savaşa giderken, şef­ kat ve ilgiye muhtaçken, yabancı gelini düşünecek halleri yoktu. O an derin bir özlemle ailemin sesini duymak istedim ama hemen santrale uluslararası görüşme kaydı yaptırsam, en iyi ihtimalle üç gün sonra bağlanabilirdim. Oysa benim varın nerde olacağım bi­ le belli değildi ki! Nitekim o akşam ailenin büyük oğlu Huşmend ile Hazar De­ nizi kıyısındaki Bender-Enzeli’ye, eşimin baba evine gönderilme­ me karar verildiğinde yanılmadığımı anladım. Bavullarımızı birlikte toplarken, Ahmet geleceğe dönük umut dolu sözlerle beni avutuyor, gözlerime bakmadan konuşa­ rak kendi kaygılarını gizlemeye çalışıyordu. Tıpkı Ankara dan bi­ linmeyene doğru yola çıktığımız o gece gibi. O^sa ikimiz de bili­ yorduk ki, yarın o askere, ben sürgüne gidiyordum. Beni bir tür­ lü gelin olarak kabullenemeyen, oğlunun Türkiye’den sırtlayıp ge­ tirdiği kocaman bir yük olarak gören ve başka Türklerle görüşmemi asla onaylamayan annesiyle küçük bir kasabada aynı evi paylaşa­ caktım. Kayınvalidemin Türk geline sempati duyulmasına bile ta­ hammülü yokken, benim için üzüldüğünü bakışlarında gördüğüm kayınpederimden de destek beklentim olamazdı.

M

O geceyi misatir odasında, geldiğimiz günden heri yere seri­ li yatağımızda ağlayarak gelirdim . Eşimin uyur gibi yaptığından emin olsam da, konuşacak gücüm yoktu. Kimi suçlayacağımı ve­ xa kimden hesap soracağımı bilemiyordum. 11er şey bizim dışımızda gelişiyordu. Ahmet ne devrim yapmıştı, ne de savaş çıkarmıştı. Bü­ tün suçu okulunu bitirip karısıyla ülkesine dönmekti. Üstelik er­ tesi sabah, anne ve babasına sarılıp veda edemeden savaşa gide­ cekti. Belki o da aile ve askerlik sorumluluğunun altında eziliyor, sessizce gözyaşını içine akıtıyordu. Ailesi ve komşularla bahçe kapısının önünde, Ahmet sokağın köşesinde kaybolana kadar ardından baktık. Köşede durup son bir asker selamı daha verdi ve yok oldu. Kadınlar ağıtlarla ağlaşarak ve erkekler onları azarlayarak içeri girerlerken ben oracıkta kalakalmıştım. Yalnızlığı, bir başınalığı hiç bu kadar ağır ve acı his­ setmemiştim. Bilmediğim bir ülkenin bilmediğim bir sokağında, “şeriat” denen, her gün biraz daha daralan kapkara bir çemberin tam ortasındaydım. Evde ailesine, sokakta şeriatçılara karşı beni koruyan eşim artık yoktu, ülkesini korumaya gitmişti. Yalnızlık han­ çeri yıllarca yerinden kıpırdamamacasına, o gün derin bir sancıy­ la saplandı yüreğime. Birkaç saat sonra, dokuz yaşındaki Huşmend ile Hazar D eni­ zi kıyısındaki Gilan bölgesine giden otobüse binerken, her türlü kont­ role karşı eve ulaşana kadar başıma sıkıca eşarp bağlamam gerek­ tiğini yan Azerice, yan işaretle anlattılar. Bölgeye yaklaştıkça yeşillenen doğa, keskin virajları ve tepeleriyle Karadeniz’i anımsatıyordu. Ka­ radeniz, benim güzel ve aydınlık memleketim! Ben daha küçük bir kız iken, Türk Kadınlar Birliği Başkanı kimliğiyle annem, konferans bahanesiyle küçük şehrimize gelen ünlü bir şeriatçı kadın yazara kar­ şı hukuk savaşı vermiş ve İstanbul’dan postalanan mektuplarla de­ falarca ölümle tehdit edilmiş ama asla yılmamıştı. Şimdi, aşk uğruna

dil olsa, kızını böyle şeriata boyun eğmiş, örtünmüş görse kahrolurdu kadıncağız. Ona layık bir evlat olamadığımı düşündükçe yüreğimde saplı hançer daha bir derine batıyordu. Yemek molası verdiğimiz yerden birkaç kilometre uzaklaşmıştık ki, otobüsümüz aniden durduruldu. Camdan, muavinin indiğini ve nerdeyse boylarınca kalaşnikof taşıyan, bıyıkları yeni terlemiş ço­ cuk yaşta dört pastalın talimatıyla bagajı açtığını gördüm. Bagaja bir süre göz attılar ve benim bavulumu seçip yol kenarına koy­ durdular. Muavin telaşla otobüse çıkıp aşağı inmemi işaret etti. Yü­ reğimdeki tüm acılar ve korkular birbirine karışmıştı. Dağın başında şeriatçı eli silahlı pastarlar beni bavulumla birlikte otobüsten in­ diriyorlardı. Vücudum korkudan uyuşmuştu ama beynim ışık hı­ zıyla çalışıyordu. Ahmet gitmeden sıkı sıkı tembih etmişti. Bir gün kontrol için durdurulursam, şeriatçıların Amerika hariç tüm dün­ yaya şirin görünme çabalarından yararlanmalı ve hemen yabancı Müslüman olduğumu belli etmeliydim. Artık işaret dilini bile an­ lamazlıktan geliyordum. Bavulumu açmamı istediler, boş boş baktım. Bağırarak ve ta­ ne tane anlatmaya çalıştılar, kıpırdamadım. Çaresiz eğilip kendile­ ri açtılar ve açar açmaz telaşlandılar. İran’da yazılarını okuyabildi­ ğim tek yayın olan İngilizce Time dergisinin, İran İslam Cumhuri­ yeti tarafından matbaa mürekkebi ile sayfalarının tamamına yakını sansürlenmiş bir sayısını son anda bavuluma koymuştum. Giysile­ rimin üzerinde duran derginin kapağından gülümseyen ABD Sa­ vunma Bakanı Casper Weinberger’in resmi patlamaya hazır bom­ ba etkisi yaptı. Bir anda ortalık kanştı. ‘Büyük Şeytan dedikleri Ame­ rika’nın casusuymuşum gibi davranmaya başladılar. Hakaret ettikleri ve aşağıladıkları o kadar belliydi ki... İzlediğim filmlerdeki otobüs­ ten indirilip kurşuna dizilme sahneleri ve Tahran da anlatılan şehir efsaneleri beynimde uçuşuyordu. Namlu ucuyla işaret ettikleri bi­ linmeyen bir yöne doğru beni götürmeye çalışırlarken, otobüsten

son anda inmeye cesaret edebilen orta yaşlı tranlı bir adam, "Hamini

hana cst Olanım yabancıdır)” diye bağırarak imdadıma yetişti. Ter içinde kalmış olan bu iyi yürekli adam pastarlarla hararetle konu­ şuyor. camda panik içinde ağlayan Huşmend’i işaret ediyordu. B i­ raz önce telsizle olay yerine çağırdıkları yirmili yaşlarındaki komu­ tanları yanıma gelerek kurtarıcıma dergiyi nerden bulduğumu İn ­ gilizce olarak sordurdu. Korkudan ağzım kurumuş, dilim tutulmuştu. Konuşamıyordum. Dergiyi ters çevirip arka kapağın alt köşesinde zor görülen Sansür Komitesinin Farsça vize damgasını gösterebil­ dim. Komutan bu kez iki misli bir hırsla pastarlara kızdı ve bana “Be­ ben d (kapat)” diyerek yerde açık duran bavulumu kapatmamı söy­ ledi. O ana kadar işaretlerini bile anlamazdan geldiğim için, açık ver­ memek adına yine boş gözlerle baktım. Kurtarıcımın “Close, close! ” diye bağırmasıyla yeni anlamış gibi “Haaaa! Okey! ” diyerek ba­ vulumu kapattım ve bagaja geri verdim. Otobüsteki yerime dizle­ rim titreyerek geri döndüğümde hâlâ ağlayan Huşmend’e sarıldım. Küçük kız kardeşi Azade’nin bana öğrettiği ilk Farsça cümleyi tek­ rarlayarak saçlarını okşadım: “Gerye nekon (ağlama)!” Korkudan mı, sevinçten mi bilmiyordum ama artık ben de onunla birlikte ağlıyordum. Otobüs hareket ettikten saniyeler son­ ra diğer yolcular ellerinde meyveler ve Iran fıstıklarıyla başıma top­ landılar. Kimi İngilizce, kimi Azerice, kimi ise sadece gözleriyle pastarlar adına benden özür diliyorlardı. “Biz eskiden böyle değildik hanum. Keşke Şah zamanı İran’a gelseydin,” gibi açıklamalarla be­ nim kadar kendilerine de acıyorlardı. Eski adını Şah sülalesinden alan Bender-Pehlevi’ye -yeni adıyla- Bender-Hnzeli’ye yaklaşırken otobüste sessizlik yeniden hâ­ kim olmuştu. Yüreğim özgürlük için çırpınsa da, bir kafesten çıkarılıp başka bir kafese konulan yabancı, egzotik bir süs kuşundan fark­ sızdım.

MADER VE PEDER

Sedighe Hanım, kahvaltı sofrasında oturanlara aldırmadan elbisesini sıyırıp karnını açtı ve ensülin iğnesini parmak uçlarıyla kaldırdığı deri parçasına batırdı. Feri kaçmış iri yeşil gözleriyle en­ jektörün boşalmasını izledi. Alkollü pamukla pansuman yaptı ve eteğini indirip torunu, kocası, gelini masada değilmiş gibi iştahla kahvaltı yapmaya başladı. Büyük bir şaşkınlık içinde duygularımı gizlemeye çalışırken mideme kramp girmişti. “Fedakâr anne, has­ talığından dolayı her türlü söz hakkı ve özgürlüğe sahiptir" me­ sajı taşıyan bu ilk gösteriyle, yabancı gelinine aile içindeki gücü­ nü vurguluyordu. Otuz yıldır çektiği şeker hastalığından arta kalanlar bu sarı­ şın, yeşil gözlü kadının duruşundaki vakarı gölgeleyemiyordıı. Onu izlediğimi biliyor amajoenle göz göze gelmemeye özen gösteri) ordu. Gilan eyaletinin ünlü cerrahı Golaga’nın biricik kızı, gümüş çanlı beşiklerde büyümüş Sedighe Hanım, Azeri dadısından öğren diği Türkçe ile bana yaşamı hakkında ipuçları veriyor, evindeki ku rallarını koyuyordu. — Dört tane çocuğumdan en kıymetlisi Ahıııedinulir. Onu bulana kadar yedi tane çocuk düşürdüm. Şeker hastası olduğum anlaşılınca tedaviyle doğurup kırk yatırdan alınmış kırk vamalı zı bınla büyüttüm. İlk gelinimi de Ahmedim getiıdi bana. Bu arada.

hana el gibi Setlige Hanım değil, mader (anne) demen gerekir, baba\ a da peder! Peder dememi istediği Halil Bey ise G ilekçe denilen yöresel dilde söyleniyor, mimiklerden anladığım kadarıyla bana bu tiir bas­ kılar yapmasını onaylamıyordu. O evde kaldığım sürece tek k o ­ ruyucum Halil Bev’di. Akşam eve gelmesini dört gözle beklerdim. Sedige Hanım gün boyu yarım yamalak Türkçesiyle kurallar k o ­ yar, emirler yağdırırdı. Komşunun Türk gelini ile yalnız görüşmem, telefonu kullanmam bile yasaktı. T ü ccar olan eşinden hayal kı­ rıklığıyla söz ederken, üç oğlunun kendi babası gibi doktor olması için yıllardır büyük fedakârlıklara katlandığını her fırsatta dile ge­ tirirdi. Şimdi geriye kalan tek arzusu, üç oğluna da doktor gelin almaktı! Bu da başka bir gözdağıydı. Ne de olsa îslami rejimde oğ­ lu isterse birden çok eş alabilirdi. Ayağımı denk almalıydım. H er baş başa kalışımızda bu konuyu açar ve bana başardı bir öğrenciysem neden doktor olmadığımı sorarak, kendince küçümserdi. Beni birçok konuda yargdadığı ve yadırgadığı için kendimi yete­ rince savunabdmek adına öyle gayretlenmiştim ki, bir yandan hız­ la Farsça öğrenirken, bir yandan da yerel dillerini, konuşamasam da, anlamaya başlamıştım. Eşim haklıydı. Onun yokluğunda da­ ha çabuk dd öğreniyordum ama dillerini anlamak kolay adapte ol­ maktan çok, İran’a ve ailesine yabancılaşmama neden oluyordu. Çarşıdan her döndüğünde iyi ki kendisiyle gitmediğimi, yine meydanda birinin hayvar balığı yemek gibi saçma bir nedenden vah­ şice kırbaçlandığını ve herkesin izlemek zorunda kaldığını anlatırdı. Beni ne kadar çok korkutursa, o kadar çabuk kurtulacağını düşü­ nüyordu. Balkona bile çıkdmayan bu yağmurlu şehirde kara bu­ lutlardan çok korkular yüreğimi daraltıyordu. Bazen odamın ıslak kızıl kirem itlere bakan penceresinden uzaklara dalıp saatlerce ağ­ lıyor, aileme özlem dolu uzun mektuplar yazıyordum. “Rengârenk

biı ak\ aryumda gibiyim ve ancak bir akvaryum balığı kadar öz­ gürüm” gibi sözlerle biten, adresine ulaşması haftalar alan mektuplar. Babası göz aydınına gelen akrabalarına “Oğlumun diploma­ sının iki kenarı kendisinin ise, iki kenarı gelinimindir,” diye beni överken, Sedighe Hanım’ın bu övgüye kızıp intikamını er ya da geç alacağını düşünerek sevinemiyordum bile. Nitekim ertesi gün evde yalnız kalır kalmaz odamın kapısına dayandı: — Sizin çocuğunuzun ismi kesinlikle Farsça olacak! Türk is­ mi istemem. — Farsça ve Türkçe isimler çok benzer, mader. — Benzemeyenden bir isim seçerim o zaman. — Türkçe bir isim neden seçmiyorsunuz? — Senin erkek kardeşin bir Ermeni ile evlenip Ermeni ismi seçse, hoşuna gider mi? — Eğer mutluysa ister Ermeni ister Çinli seçsin, fark etmez! Ayrıca ortada ne oğlunuz var, ne de bebek! En az iki yıl daha da olamayacak. Amacınız ne sizin mader? — Ben şimdiden söyleyim de sorun olmasın ilerde. Ha, sen akşam pederine bunu söyleme sakın! Sen geldiğinden beri her gün kavga ediyoruz zaten. Ahmet ile ancak haftada bir telefonla konuşabiliyorduk. An­ nesinden bana kalan sürede sadece ne zaman geleceğini soruyor, gözyaşlarıma engel olamıyordum. Telefon kapanınca evde ayrı bir olay patlıyor, mader tarafından askerdeki çocuğa ağlayarak eziyet ve işkence yapmakla suçlanıyordum. Ne yaparsam yapayım madere yaranamazken, peder tam ak­ si şefkat doluydu. Beni kötülüklerden koruması için akik bir kol­ yeyi boynuma takarken, “Biz tranlılar için akik çok önemlidir. Sağ­ lığında takamayanın mezarına atılır. Ciçireceksin bu kolye seni bii

tün üzüntülerden, sıkıntılardan koruyacak,” demişti. Çoğu zaman bana üzüntüyle bakarken yakalardım onu. Gözleri dolu dolu, yap­ tığımın büyük bir fedakârlık olduğunu her fırsatta dile getirse de, anaerkil İran toplumunda beni takdir etmekten fazlasına gücü yet­ miyordu. Olumsuzluklara rağmen çaresizce aileye uyum sağlamaya ça­ lışırken peder bana en güzel müjdeyi verdi: Ahmet ay sonunda bir hafta izinle eve gelecekti. Bir hafta! Beklerken ne çok, yaşarken ne az bir süreydi. Bir hafta her şeyi anlatmaya ve dinlemeye yet­ mezdi ki! Olsun! Gece-gündüz konuşabilirdik. Artık Sedighe Hanım’a bile kızmaz olmuştum. *

*

Saatlerdir pencerede bekliyordum. Evin önünde taksinin dur­ duğunu görünce kapıdan fırladım. Merdivenleri atlayarak inerken bir yandan da küçük şehir baskısıyla eşarbımı bağlamaya çalışı­ yordum. Ağır demir kapıyı açtığımda, kocaman gülücükle saçla­ rı asker tıraşlı eşimi ilk kez Farsça karşıladım; — Hoşamedişoheriazizem! (Hoş geldin sevgili eşim.) Şaşkınlık ve sevinçle sımsıkı sarıldı. El ele eve çıktığımızda ka­ pıda annesi ağlıyordu. Sarmaş dolaş olup saatler sürecek Gilekçe sohbete başladılar. Ev kısa sürede şenlendi. Göz aydınına gelen­ lere semaverler dolusu çaylar yetişmedi o gece. Sabahın ilk ışık­ larına kadar süren sohbet sonrası konuklardan arta kalan bulaşıkları toplayıp odama gittiğimde yatağımın boş olduğunu gördüm. H er­ kes uykuya dalmıştı. Yan odanın aralık kapıdan annesinin yanın­ da yatan eşimi görünce, hasret gideren ana-oğul tablosuyla duy­ gulandım. Küçücük bir çocuk gibi annesine sokulmuş uyuyordu Ahmet. O kavuşma gecesinde yalnız yatmak garip gelse de, annem ve erkek kardeşim arasındaki sevgi bağını düşünüp anlayışlı olmaya çalıştım. Sonraki günlerde de annesinin hiç büyümeyen çocuğu her

i irşatta dizine yatıyor, saçını okşatıyor hatta anılarını anlatırken uyııyakalıyordu. Scdighe Hanım oğlunun hâlâ tek şefkat kaynağı ol­ duğunu, savaş kazanmış bir komutan edasıyla bana da hissettir­ mekten ilahi bir güç alıyordu.

İki gün durmaksızın süren yağmur mola verip güneş çıktığında, deniz kıyısındaki bağ evine pikniğe gidildi. Hazar kıyıları Kara­ deniz’in ikiz eşi gibiydi. Kumsalda hırçın dalgalan izlerken arka­ mı dönsem fındık bahçeleriyle karşılaşacaktım sanki. Ahmet de­ nize girmek için hazırlanırken, ben de yüzmek istediğimi söyledim. Herkes bir anda susup birbirine baktı. Eşim tedirgin bir şekilde, kıyıda kontrollerin sık olduğunu ve ancak üzerimdeki kıyafetler­ le denize girebileceğimi söyledi. Deniz özlemine daha fazla daya­ namayıp kot pantolon ve gömlekle atladığım suda giderek ağır­ laşmaya, zor hareket etmeye başladım. Başımdaki eşarbı zapt et­ mekse hepsinden zordu. Her şeye rağmen, suyun içinde çocuksu bir neşeye kapılmıştım. Ancak eşimin üzüntüyle baktığını görün­ ce eğlenceli bir oyun oynamadığımın bilincine vardım. Daha bir yıl önce Fethiye körfezinde gezen teknede bikiniyle salınırken, şim­ di su çektikçe ağırlaşan giysilerimle batmamaya çalışıyordum, (re­ nde kalan ülkemde arkadaşlarım ve ailem özgürce denizin tadını çıkarırken, benim denize girmek için tek şansım, suda vücut çiz­ gilerimi belli etmeyen kalın kumaşlara bürünmek ve dibe batma­ mak için çırpınmaktı. Oysa ruhumun derinliklerinde çoktan bat­ makta, boğulmaktaydım. Ahmet ailesiyle öyle haşır neşirdi ki, ancak beşinci gün ona yokluğunda olanları anlatma fırsatım oldu. Ben anlattıkça yüzü ka­ rardı ve beklediğim desteğin aksine, beni her şeyi abartmakla suç­ ladı. Oıtada kalıvcrmiştim sanki. Benden intikam altrcasına o ge

w

ce aile soh 1x1 inde 1 ürkiye yi yerden yere vurup Türklerle alay eder­ ken, sahip olduğum tüm delerleri avucuna bıraktığım, her şeyimle güsendiğim eşimden duyduklarıma inanamıyordum. Daha fazla da\ ananvayıp çıkıştım: — Sen tam on küsur yıl ekmeğini yediğin bir ülkeye nasıl bun­ ları söylersin Ahmet? — Yedim se tıkır tıkır dolar ödedim. Bedava mı yedirdiniz? Scdighe Hanım'ın gözleri hiç görmediğim kadar ışık saçıyordu. Babası elindeki çay bardağından gözlerini kaldırmadan oğluna ayıp ettiğini söylediyse de, o duymazdan geldi. O gece dünyaya bakış açılarım ızın ayrıldığını vurgularcasına sırt sırta yattık. Ertesi sabah kahvaltı sonrası, birliğine dönerken beni Tahran’a ablasının yanına götüreceğini, ablası çalışırken çocuklarıyla ilgi­ lenmemin daha doğru olacağını söyledi. Sonraki yıllarda, ablası ve annesi arasında, onların verdiği kararlar doğrultusunda mekik se­ ferleri yapacak, bana sadece bavulumu toplamam için aldıkları ka­ rarlar bildirilecekti. * Bitişik evde, kayınvalidesiyle oturan Türk gelin Esin, Şah za­ manı oraya yerleşmiş, İran’ı ve îranlılan iyice benimsemişti. Bu­ rada annelerle asla ters düşülmeyeceğim, onlara hizmetin eşin sev­ gi ve desteğini kazanmak için en önemli şey olduğunu söylediğinde ciddiye almamıştım. Farsçayı ilerletip bir an Önce kendimi ve ül­ kemi korumak telaşındayken, savaşı baştan kaybettiğimi fark ede­ memişim. Türkiye'ye döndükten yıllar sonra, Ankara’daki ailesini ziyarete gelen Esin ile buluştuk. Bender-Enzeli’de anlatamadıklarını ve son­ rasını anlattı. îranlı kayınvalidelerimiz dost ama bir o kadar da hasımlardı. Esin'i yalnız ziyaret etmeme asla izin vermeyen Sedighc Hanım, İran’a gelirken benim çeyizimi uçakların almadığını, ka-

rayolundaıı tırların taşıdığını söyler, Acem abartısıyla böbürlenilmiş. Birkaç yıl sonra nerdeyse sadece terliğimle Türkiye’ye döndüğü­ mü duyan Esin’in kayınvalidesi telefona sarılıp Sedighe Hanım’a alaycı bir ses tonuyla sormuş: — Gelinin bir küçük çantayla Türkiye’ye kaçmış. Tırlardan boşalttığınız çeyizlerini ne yaptın, Sedighe Hanım? Ocakta yemeğinin olduğu bahanesiyle telefonu kapatan mader uzun bir süre komşusuyla konuşmamış. Türk gelininin ülke­ sine gidişiyle gelen mutluluğu, Ahmet'in bir doktorla evlenmesiyle katlanarak çoğalmış. Ancak Sedighe Hanım’ın evine gelmesini ni­ kâhtan kısa süre sonra yasaklayan doktor gelin ancak yedi yıl son­ ra kendisiyle barışmış. Barışmış barışmasına da, ağrılarına inan­ madığı için hastaneye kaldırılmasını uygun görmediğinden, mader Sedighe Hanım doktor gelininin evinde dayanılmaz acılar için­ de can vermiş. Esin’le vedalaşırken evladına hastalık derecesinde düşkün o hırslı ve güzel kadının en azından ölmeden önce beni tak­ dir ettiğini hissediyor, hakkımı helal ediyordum.

İRAN’DA TÜRK OLMAK

M ery em ’e yardımcı olmak bahanesiyle Tahrana bırakılmak, düşündüğümün aksine beni -göreceli olarak- daha da özgürleş­ tirmişti. Yanımda Ahmet olmadan yaşamak çevremi daha iyi göz­ lemlememi ve değerlendirmemi sağlamıştı. 1639 yılında imzalanan Kasr-ı Şirin antlaşmasından beri de­ ğişmemiş sınırımızla, İran en eski komşumuz olmasına rağmen biz iki ülkenin insanları birbirimizi doğru dürüst tanımıyorduk. O r­ ta Asya’dan Anadolu’ya geçerken ilk kez karşılaştığımız İran hal­ kıyla yüzyıllar boyunca dilden sanata birçok konuda karşılıklı et­ kileşim içinde olsak da, birbirimizden çok farklı ve habersiz ol­ duğumuzu gözlemliyordum. Türkiye’de genellikle Fars ve Arap kültürleri birbirinden aşırt edilmiyordu. Bir İranlı’yla evlendiğimi duyan birçok kişi Arapça öğrenip öğrenmediğimi sorarken, yıllardır savaştıkları ve küçüm­ sedikleri Araplarla karıştırılmanın bir îranlı için hakaret olduğu­ nu bilmiyordu. Ben de evi karıştıran çocuklara bağıran Meryem’in “Burayı Arap evine benzetmişsiniz,” demesiyle bu nefretin ilk iz­ lerini görmüştüm. Diğer yandan, şeriat taraftan olsun olmasın, tüm tranlıların Türkiye’ye bakış açıları ‘Bizden batıdasınız ama para­ sal ve kültürel anlamda bizden fakirsiniz’ şeklinde özetlenebilir­ di. Yıllarca İran’da kurulmuş birçok devleti yöneten Azeri v o llo -

-D

rasaniı 1 ürkler bile kendilerini bizden çok, üstün gördükleri Fars kültürüne yakın hissediyordu. Ailenin tek damadı Huşeng Abbasi de Horasan Türklerindendi. Kızıl çilli yüzünde hep muzipçe gülümseyen kısık kahve­ rengi gözleriyle bu tıknaz ve komik enişte sürekli duruma uygun fıkralar anlatırdı. Devrim öncesi Amerikalılarla biyolog olarak ça­ lıştığından akıcı bir İngilizcesi vardı. Ev halkının pek hoşuna git­ mese de, benimle İngilizce konuşmayı yeğlerdi. Şeriat yanlıları ve solcuların şeytan-ı bozorgh (büyük şeytan) dedikleri Amerikalılar başta olmak üzere tüm yabancılar kovularak ya da korkarak İran’ı terk ettiğinden, İngilizce öğretmeye çalıştığı çocukları ve kendi pra­ tiği için beni gökten inmiş bir şans olarak görüyordu. Otuzlu yaş­ larındaki hoşsohbet eniştemiz, derin bilgisi ve genel kültürüyle İran konusunda tek güvenilir bilgi kaynağımdı. îranlıların Türklere kar­ şı genelde olumsuz yaklaşımının sebebini kendisine sorduğumda, aslında bir Türk hanedanı olan Safevilerin, halifeliği ele geçiren Osmanh’ya karşı açtığı savaşta, kan ve din kardeşleriyle savaşacak as­ ker bulamayınca Şiiliği kabul ederek Sünniliğe ve Osmanlı’ya kar­ şı aşırı kışkırtıcı bir politika yürüttüğünü uzun uzun anlatmıştı. O tarihten itibaren iki asır süren Osmanlı-Safevi çekişmesiyle aslın­ da günümüze kadar uzanan Sünni-Şii çekişmesinin tohumlarının atıldığını söylüyordu. Ülkemdeki Şiileri hoşgörülü, eline, beline, diline sahip ta­ hammüllü insanlar olarak tanıdığımdan, Sünni Halife Hazreti Ö m er’in ölümünü kırmızılar giyip sokakları süsleyerek kutlayan İranlı Şiiler beni büyük hayal kırıklığına uğratmıştı. Çocuklarına asla Öm er ve Ayşe isimlerini vermiyorlardı. Kinleri öyle büyüktü ki, Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hasan’ı zehirleyerek öldürdüğüne inan­ dıkları ‘Ayşe’nin ismini hafifmeşrep kadınlar için kötü bir lakap olarak kullanıyorlardı. Bu nedenle, diğer ülkelerden gelen Ayşe ge-

ünler daha ilk günden başka bir isim almak zorunda kalıyorlardı. Hz. Hüseyin Kerbela’da savaşarak aç susuz ölürken, kardeşi Hz. Hasan’ın Ayşe’ye zaaf gösterip öldüğüne inandıklarından, Humeyni’nin Fransa’da sürgündeyken Şah’tan gelen görüşme tekli­ fini “Ben Hasancı değil Hüseyinciyim,” diyerek geri çevirdiği ve zaaf gösterip anlaşmak yerine mücadele etmeyi seçtiği söylenirdi. Türkiye’deki Şii Kürtlerle sınırdaş olan Iranlı Kürtlerin ço­ ğunluğunun Sünni olması da düşündürücüydü. Sanki bulunduk­ ları ülkeyle ters düşmeleri başka güçlerle özellikle sağlanmış gibiydi. Nitekim idam edilen İranlı komünist bir genç "J3u mollaların sa­ kalını kazısan altından ‘Made in England’ yazısı çıkar. İngiltere yüz­ yıllardır bu bölgede büyük bir din oyununu yönetmektedir/’ de-„ mişti. Şah zamanında bile Şiiler siyahlara bürünüp mumlar adar­ ken, dinimizce resmetmek yasakken Hz. Muhammed’in ve Hz. Ali’nin madalyonlarını boyunlarında taşırken, anne olanlara ku­ cağında Hz. İsa ile tasvir edilen biz. Meryem kolyesi takılırken ve Ayşe’ye gelen haksız yasağa rağmen Helen ve Shila isimli İranlı kız­ larla tanışırken, komünist gencin son sözleri ister istemez aklımı karıştırıyordu. Çevremdeki insanlar Türkiye’ye ve Türklere karşı olumsuz ta­ vırlar içindelerdi. Henüz acıkmadığı için yemek istemeyen on ya­ şındaki Huşmend sofraya çağrıldığında, “Ben bir Türk ile aynı sof­ raya oturmam,” bahanesiyle direnmiş, büyükler bu saygısızlığa sa­ dece gülümsemişti. Sümerbank yaftali pazeni bana Türk kadife­ si diye satmaya kalkan esnafa yanıldığını söylediğimde Bu Türkler de adam oldular kumaş beğenmiyorlar, tepkisiyle karşılaş­ mıştım. İğne ipliği bile üretemeyip petrol geliriyle dışardan ithal ettiklerini hatırlatıp, başkalarının eliyle yükselenlerin o eller çekilince yere çakılacağını söylediğimde ise aynı cümle belki yüzüncü kez karşıma çıkmıştı; “Hanım, sen bizi Şah zamanı görecektin.

4*>

Aslında îranltların genelinde üstün ırk duygusu yaygındı. Ar­ yan ırkından gelmenin ayrıcalığı özellikle Şah zamanı her fırsatta \ıırgulanmış, Parsların milli egoları epey şişirilmişti. Yıllar sonra kürklere karşı olumsuz tavırlarını anlattığım, İsviçre’ye kaçmış zen­ gin lranlıları yakından tanıyan İsviçreli bir arkadaşım, “H iç şa­ şırmadım. İranlılar İsviçre’de İsviçrelileri, Amerika’da Amerika­ lıları beğenmezler. Kişisel alma olayı,” demişti. Edebiyat sanatı ile halıcılık, cam ve gümüş işlemeciliği gibi zanaat şaheserleri bezeli Fars kültürüyle ne kadar övünseler azdı ama bunu benim ülkeme ve değerlerime basarak yaptıklarında en derin milliyetçilik duy­ gularımı kamçılıyorlardı. Ayetullah Humeyni bile televizyonda İran’dan kaçmış olan Batı yanlılarına çatarken, “Ben Türkler ve Atatürk gibi ‘garpzede’ (Batı çarpmış, Batı hayranı) değilim. Bursa'daki sürgün günlerimde Türkiye’de Atatürk’ün heykellerini gör­ düm. Parmağıyla Batı’yı işaret ediyordu. Ben halkıma Batı’nm yoz değerlerini değil, kendi îslami değerlerimi işaret ederim,” diyerek en hassas değerlerimize fütursuzca saldırmıştı. Iranlıların “Perslerin fethettiği toprakların yanında Osmanlı’nın toprakları bahçe kadar kalır” veya “Türkiye’de teknoloji bizden geride. Renkli tel­ evizyon bile yokmuş. Hem de tek kanalmış” ya da “Türkiye’nin yıllık bütçesi kadar bizim sadece petrol gelirimiz var” şeklindeki küçümsemelerini sineye çekiyor, yetersiz Farsçamla yanıtlayamamanın azabını çekiyordum. İran’da Türk gelin olmak gerçekten zor zanaattı. Hem Türk, hem gelin olarak kendimi savunmak için hırsla ve hızla Farsça öğ­ reniyordum. Osmanh atalarım sayesinde cebimde onlarca sözcük vardı. Ancak bu edebi dili öğrendikçe, birçok kelimenin devşirilırken yanlış ceplerimize yerleştirildiklerini fark ettim. Bir süre son­ ra, devşirme sözcükleri bulmak, söyleniş farklarını veya anlam kay­

malarını saptamak benim için bir oyuna dönüştü. Gölge anlamı­ na gelen saye ile ‘sayenizde’ derken gölgenizde’ veya konuk an­ lamındaki mihman ile ‘mihmandar’ derken ‘misafiri olan’ dediği­ mizi fark ettim. Misafir ise harsça konuk değil yolcu demekti. Hasta=yorgun, hastahane=yorgunevi anlamına geliyordu ve ikisi de Farsça olan sözcüğe rağmen Parslar hastaneye “Bimamtan” diyordu. ‘tenha=yalnız’ gibi örnekler arttıkça şaşkınlığım da artıyordu. Haf­ tanın günleri de Tiirkçeyi çözerek Farsçayı daha kolay öğrenme­ mi sağladı. Bir çocuk şarkısının sözleri şöyleydi:

Şembe, Yekşembe, Doşembe, Seşembe, Çaharşembe, Pençşembe, Cumeh tatile.(*1 Demek ki, bilmeden dördüncü gün çarşamba, beşinci gün per­ şembe diyorduk. Bize uymasa da, İran’da hafta sonu perşembe ve cuma günleri olduğundan hesap doğruydu. Sadece hafta değil ay­ lar da farklı günlerde başlıyordu. 21 Mart’ta Nevruz’la başlayan yıl boyunca Türkiye’de ay ortasıyken İran’da yeni bir ay başlıyordu. Her şey böylesine altüst olmuşken çocuklardım birinin doğum gününde duyduğum kudama şarkısıyla çok eğlenmiştim. Bütün dün­ yadaki doğum günleri gibi büyiik bir telaş vardı evde. Pn güzel gi\ siler giyildi. Rengârenk paketlerle hediyeler geldi. Marş ve ilahi dı­ şında müzik yasak olduğu için ‘Şah zamanı gibi eğlenceli bir paı-

(*) C u m artesi, pazar, pazartesi, salı, çarşam ba, perşem be, cum a tatildir.

47

ti yapılamadı ama pastada yanan beş mumu bir solukta üfleyen Huşyar'a küçük büyük tüm konuklar doğum günü şarkısını büyük bir heyecanla söylediler: “Tcvellüd, tevelliid, tevellüde t mobarek!

Mobarek, mobarek, tevellüdet mobarek Türkiye’de yaşlılara takılmak için kullandığımız “Tevellüt kaç?” sözünün beş yaşında bir çocuğun doğum gününde karşıma çıka­ cağı hiç aklıma gelmezdi. Farsçada da en sık kullanılan Türkçe sözcük ‘omid var’ (ümit etmek) idi. Humeyni geleceğe dönük bütün nutuklarına ‘Omid varem ke’ (ümit ediyorum ki) diye başlıyordu. Ben de her fırsatta “Umutlu olmayı bizden öğrenmişsiniz demek ki,” diyerek tek bir sözcüğümüzün bile gururunu yaşıyordum. Bu arada, her akşam televizyonda ana haber bülteninden sonra halka hitap eden ve çok yavaş bir tempoyla sürekli aynı cümleleri tekrarlayarak konuşan Humeyni Farsça öğrenmeme epey yardımcı oluyordu. Humeyni’nin şehrin duvarlarını kaplayan veciz sözlerini ezbere bilen hatta tak­ lit eden Türk gelin olarak epey sempati topluyordum. Konuşma ve yazı dilleri ayrı olduğundan yabancılar Farsça ya­ zıyla pek ilgilenmiyorlardı. Haklıydılar. Konuşma ve yazı dilleri ay­ rıydı. Konuşurken mirem (gidiyorum), yazarken darimirem (gi­ diyorum) oluveriyordu. Bir öğrencinin ancak beşinci sınıfta yan­ lışsız Farsça okumaya başladığını öğrendiğimde iyice umutsuzlu­ ğa kapılmıştım. Yine de ilkokul dördüncü sınıftaki Huşmend’le birlikte her gün dikte ödevleri yaparak birkaç hafta içinde en azın­ dan gazete başlıklarını okuyacak hale gelmiştim. Benim kocaman gazete başlıklarını hecelemem çocuklara çok komik geliyordu. Sa-

( * ) D o g ıım , doğ u m , d oğ u m u n kutlu olsun / K u tlu , ku tlu , d o ğ u m u n k u t ­ lu olsu n!

48

dece harfleri tanımak ve hecelemek yetmiyordu. Sesli harflerin ço­ ğu yazılmadığından, okuyabilmek için kelimeyi tam olarak bilmek gerekiyordu. Arapçadan geçen sözcüklerin, Farsçadan farklı olan Arapça yazım kuralıyla yazılması da ayrı bir zorluktu. Üniversite mezunlarının bile diktede başarılı olamadıklarını, aynı kelimeyi her­ kesin ayrı yazdığını söylüyorlardı. Yanlışlarla da olsa, bu sutaşı gi­ bi yazıyı öğrenmekten haz alıyor, şifre çözercesine eğleniyordum. Bununla birlikte İranlıların yabancı dil öğrenirken l^atin harfler?

H

i ^

'yazmakta çektikleri tarifsiz sıkıntıları gözlemledikçe; gıvim, kuşam, ialfabe, takvim, hak, hukuk farklılıklarının farkındalığıyla Atatürk’ün yüceliğini, eşsiz devrimlerinin anlamını daha bir özümsüyor, kim ne derse desin, O ’nu yürek dolusu minnet, gurur ve hayranlıkla , anıyordum.

AŞKIN EN AĞIR BEDELİ

A h m e t’in çok uzaklarda asker oluşuna, sadece cismen değil ruhen de benden hissedilir şekilde uzaklaşması ve ailesinin beni kabullenmez tavırları da eklenince Iran da kalmak benim için an­ lamını yitirmeye başlamıştı, p zgü r yetiştirilmiş bir kadın olarak p i­ kenin şeriatçı koşullarına kadanmak git gide işkenceye dönüşjn ü ştü . Bir yolunu bulup İran’dan çıkmalı ve askerliği bitince Tür­ kiye’ye yerleşmesi için Ahmet’i ikna etmeliydim. Ülkesinin zor ko­ şulları bu hayalimi gerçekleştirmemi kolaylaştırabilirdi belki ama daha ilk günden beni kaybetme korkusu taşıyan eşime, ülkeme te­ melli dönmek istediğimi söylemeye cesaret bir türlü edemiyordum. Güçlükle izin alabilen ve izinleri Irak’ın hava saldırıları ne­ deniyle sık sık ertelenen Ahmet’i uzun süredir göremiyordum. Her telefon açışında, ailesine yük olacağıma, kısa bir süre için de olsa Türkiye’ye tatile gitmemin daha doğru olacağını ısrarla söylüyor­ dum. H iç beklemediğim bir anda “Tahran’a izinli gelince halle­ deriz,” diye olumlu bir tepki verince gözyaşlarına boğulmuş, kar­ şılaşacağım zorluklardan habersiz, sanki daha o anda ülkeme ka­ vuşmuş gibi sevinmiştim. Bana Ankara’da işimin başında kalmaeşimin askerliğinin bitmesini kendi ülkemde beklemem ge­ rektiğini söyleyen bütün tanıdıkları bir bir ziyaret edeceğimi ve Korktuğunuz kadar yokmuş, bakın ne kolay geldim, diyebile

ceğimi hayal etmiştim. Özellikle de, onlara şeriatla yönetilen bu ülkeyi tüm ayrıntıları ile arılatacak, Atatürk devrimlerini savunmanın haklılığını birebir yaşadığım olaylarla ispat edecektim. En önem ­ lisi, ancak haftada bir telefon bağlantısı kurabildiğim sevgili ülkemde anneme, babama, aileme sımsıkı sarılacaktım. Bütün rüyalarımın en fazla bir hafta on gün içinde gerçekleşeceğini sanan yüreğim, meğer yalancı bir bahar yaşıyormuş. Nitekim bahar çok kısa sürmüş, olumsuzluklar aksilikler art arda yağmaya başlamıştı. Ö nce askerlerin ev izinleri hava saldırı­ larının sıklığı nedeniyle bilinmeyen bir tarihe kadar kaldırıldı. Son­ ra da ailesi, savaş ortasında eşimi bırakıp Türkiye’ye tatile gitme­ mi ve olabilecek masraflan gereksiz bulduklarından seyahatime onay vermediler. H er şeyden önemlisi ise eşimin bu seyahat için bana şahsen noter huzurunda seyahat izni vermesi gerektiğini öğrenmemdi. Kocasının noter huzurunda vereceği seyahat izni olmadan bir kadın için bilet ayırtmak bile olanaksızdı. Gidiş-dönüş bilet­ lerinin rezervasyonu olmadan da, başbakanlık ülkeden çıkış izni vermiyordu. Öylesine mutsuzdum ki, sessizliğimden ve suratsızlığımdan tüm aile sıkılmıştı. Kapana kısılmış yüreğimde ince bir sızı ile do­ laşır olmuştum. Her sabah kalktığımda o sızının geçtiğini umuyor ama olanca derinliğiyle yüreğime tekrar batışıyla irkilerek güne baş­ lıyordum. Düştüğüm durum için kime kızacağımı bilemedikçe ken­ dime kızgınlığım artıyordu. Bir sabah, çaresizliğin bana hiç yakışmadığına ve elimdeki son kozla başımın çaresine bakmam gerektiğine karar verdim. Evde kim­ se yoktu. Hemen Ankara’dan tanıdığım İranlı kız arkadaşım Şadi’yi aradım. ODTÜ mezunu olan Şadi eve kadar gelip beni bir gece mi­ safir etmek üzere izin istedi. Şadi ile Tahran sokaklarında yürümek

bile hasret kaldığım özgürlüğün tadını anımsatıyordu. Kafkas asıl­ lı aydın bir aileye mensup Şadi’nin annesi ve kardeşi ailemle An­ kara da tanışmıştı. Entelektüel insanlarla sohbet etmeyeli ne kadar uzun zaman olduğunu o akşam fark ettim. Ahmet askerdeydi ve yan unda olduğu o kısacık zamanlarda ise benim eşim olmaktan çok, Sedighe Hanım’ın oğlu olan yabancı bir erkekti sanki. O gece Fuzuli’den Nâzım Hikmet e, Monet’den Renoir’a kadar uzanan do­ yulmaz sohbetimiz, çölde bir vaha misali ruhumu serinletiyordu. Ailemi ve ülkemi tanıyan, takdirle söz eden insanların arasında hu­ zur bulmuştum. Şadi, gecenin sonunda bana maddi ve manevi her türlü yardımı yapmaya hazır olduklarını söylediğinde duraksama­ dan tek şey istedim: “Yarın beni Türk Büyükelçiliği’ne götürür mü­ sün lütfen?” Orada bir çıkış yolu bulacağımdan emindim. Ertesi sabah, babamın İran’a gelirken gizlice elime tutuştur­ duğu ve yakından tanıdığı Türk sefirine hitaben yazdığı mektubu çantamın gizli bölmesinden çıkarıp bir kez daha kontrol ettim. Firdevsi ve İstanbul Caddelerinin köşesinde yükselen siyah demir par­ maklıklarla çevrili görkemli büyükelçiliğimize ulaştığımızda, da­ ha önce burada görev yapmış bir Türk konsolosun Ankara da söy­ lediği sözler kulaklarımda çınladı: “İranlılarla evlenen kızlarımız, bir süre sonra üzüm salkımı gibi büyükelçiliğin bahçe demirleri­ ne asılıp ‘Ne olur bizi Türkiye’ye gönderin’ diye yalvarıyorlar. Yal­ la kızım, eğer İran’a gidersen, terliğinle kaçarsın Türkiye ye, ka­ rışmam! ” İşte şimdi o demirlerin tam önünde, Türk topraklarının kıyısındaydım ve diğer kızlar gibi terliğimle de olsa ülkeme ka­ vuşmak için her şeye razıydım. Elimde, eski bir parlamenter olan babamın, büyükelçi dos­ tuna ismen yazdığı mektupla içeri kabul edilmem kolay oldu. Ma­ kamına girdiğimde masa lambasının ışığında dosya incele)en bü­ yükelçi beni samimiyetle karşıladı. Kendimi tanıtıp uzun zaman

dır Ahmet'ten bile gizlediğim zarfı nihayet sahibine verdim. Sa­ nırım mektupta babam beni, söz dinlemez biricik kızını, savaşan bir ülkedeki tek dostuna emanet ediyordu. Mektubu dikkatle oku­ yan büyükelçi: — Sizinle açık konuşacağım. Türk pasaportunuz olmadan hiç­ bir şey yapamam. Eğer savaş daha çok kızışır ve vatandaşlarımı­ zı kurtarmak için Türk devleti Tahran’a uçak yollarsa, sizi kızım olarak tanıtsam bile o uçağa bindiremem. En iyisi siz babanıza te­ lefon açıp benim adıma taahhütlü posta ile Türk pasaportunuzu yollamasını söyleyin. Pasaportunuz gelince gerekli işlemleri burada yaparız ve İran’dan rahatlıkla çıkabilirsiniz. Her şey kontrolümden çıktıkça sanki beynim de duruyordu. Panik içindeydim ve en basit şeyleri düşünemez olmuştum. O an­ da büyükelçiye, neden bana yeni bir pasaport çıkartmadıklarını sor­ mayı akıl edememiştim. Basiretim bir kez daha bağlanmıştı. Büyükelçiliğimize gittiğimi söylemediğimden evdekilerin te­ lefonda konuştuklarımı anlayabilecekleri kaygısıyla, babama uzun bir mektup yazıp durumu anlattım. Yaklaşık iki hafta sonra da ba­ bamdan pasaportumu postaladığını müjdeleyen telefon geldi. Türk pasaportumu alıp İzne gerek kalmadan serbestçe İran’dan çıka­ bileceğimi söylediğimde eşim bana kızacak mıydı yoksa becerik­ liliğim karşısında gurur mu duyacaktı, kestiremiyordum. Ancak bek­ leme döneminin heyecanıyla geceleri bir türlü uyuyamıyordum. Sa­ baha kadar terasta oturup yıldızları izliyor, aynı gökyüzünün gü­ zel ülkemi de örttüğünü düşlüyor, kendimce dünyayı ve hasreti­ mi küçültüyordum. O uykusuz gecelerimden birinin sabahında karşı evde oturan ve bir savaş pilotunun eşi olan Efser’in görümceme anlattıkları, yal­ nızlığımı bir kere daha yüzüme çarpıyordu:

“Sabaha karşı küçük kızım 'Bahaa’ diye ağlayarak sıçradı uy­ kusundan. Kesin babasının uçağı düştü ve kızım hissetti diye pa­ nikledim. Kalbim küt küt atarak dualar okudum. Bir yandan kor­ ku, bir yandan çocuğun ağlamasıyla boğulurcasına pencereye koş­ tum. Kadersizinim e ve yalnızlığıma ağlarken dua etmek için başı­ mı göğe kaldırdığımda, terasta sizin Türk gelini eli çenesinde san­ ki donmuş gibi yıldızlara bakarken gördüm. Kendi kendime ‘Nan­ körlük. etme Efser, ya bu biçare kız ne yapsın? Senin iki sokak iler­ de ailen var, çevrende arkadaşların var’ diyerek avundum ve ra­ hatladım. ” Savaş pilotlarının aileleri bile bana bakarak hallerine şükre­ diyorlardı. Sevinmeli miydim? Yoksa daha mı umutsuzluğa ka­ pamalıydım? Gerçekten bilemiyordum. Öğle yemeği yerken, caddeden gelen uğultularla kapıya çık­ tık. Devrimden sonra halkın oylarıyla seçilen ilk cumhurbaşkanı Ben-i Sadr ülkeden kaçmıştı. Sokakları dolduran şeriatçı kalaba­ lık sloganlarla, liberal lideri faşistlikle suçluyorlardı: “Ben-i Sadr-ı Pinoşe, İran Şili ne mişe (Pinochet Ben-i Sadr, îran Şili olmaz).” Ben-i Sadr İran İslam Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanıydı ancak liberal görüşüyle kısa sürede Islami Şûra ile ters düşmüş­ tü. Yaklaşık bir ay önce, Islami Cumhuriyet Partisi nin bomba­ lanması sonucu Ayetullah Humeyni’nin sağ kolu olan Ayetııllah Beheşti ve yetmiş iki partilinin ölümünden ‘Büyük şeytan Ameri­ ka nin işbirlikçisi’ dedikleri Ben-i Sadr sorumlu tutulmuş, bir an­ lamda ölüm fermanı imzalanmıştı. Televizyonu aceleyle ve merakla açtığımızda dini liderlerden Ayetullah Rafsancani’nin açıklaması başıma bomba gibi düştü.

Ben-i Sadr Türk sefirinin yardımıyla 1tirkiye ye kalmıştır.

Anladığım kadarıyla Türk büyükelçisinin postaları da kont­ rol edilecekti artık. Ben-i Sadr’ın Paris'e Kıbrıs üzerinden kaçtığı ve Türk bü­ yükelçinin bu işte bir dahli olmadığı açıklanana kadar kaç gün geç­ tiğini hatırlayamayacak kadar ağır bir şoka girmiştim. Hem aile­ ye, hem de İran hükümetince yakalanmak korkusuyla büyükelçi­ liğe teleton bile açamıyor, onların beni aramasını dualarla bekli­ yordum. Babamın yolladığı Türk pasaportuma kavuşma umudumu iyi­ ce yitirdiğim günlerde Ahmet de izinli gelmişti. En saf halimle îranlı’yla evli ama evini çok özlemiş bir Türk gelin olarak yaptığım ko­ nuşma ve savaş pilotunun eşi Efser’in sözlerini anlatmam onu ye­ niden ikna etmeme yetmişti. Kısa bir süre Türkiye’ye tatile gitme­ nin bana iyi geleceğine o da inanmıştı. Seyahat iznim için birlikte notere gittik. Şah zamanından beri İran’da nikâh memurlarının ve noterlerin mollalar arasından atandığını bilmediğimden, karşımda takım elbiseli noter yerine cüppeli, sarıklı bir molla görünce, zor­ luk çıkaracağı kaygısıyla boğulacak gibi oldum. Onayladığı izinden pek hoşnut olmasa da, ‘Noter-M olla’ savaş zamanı ülkesine dönen eşime büyük bir ilgi gösterdi. Ahmet dışarı çıktığımızda gülümse­ yerek “Molla bana savaş dullarım ikinci eş olarak alıp sevaba gir­ memi önerdi,” dedi. Savaş bakanlığından evlere bu tür yazılar gön­ derildiğini duymama rağmen, beni kıskandırmak ve tatile gitmekten caydırmak için böyle söylediğinden emindim. Aldırmadım. O an­ da, nasıl olsa Iran kimliğimle başbakanlıktan çıkış izni alamayaca­ ğımı bildiğini ve beni oyaladığını elbette tahmin edemezdim. Uçak biletimi ayırtıp kısa izninden daha fazla zaman harca­ mak istemediğini ve gerisini benim halledebileceğimi söyleyen Ah­ met, tatilin tadını çıkarmaya başlamıştı. Yani özlediği ev yemek­ lerini yiyip bol bol uyuyordu.

O birliğine döner dönmez, ben dosyamı kapıp yurtdışına çı­ kış izni için evden yürüyüş mesafesindeki başbakanlığa gittim. İran pasaportum, gidiş-dönüş bilet rezervasyonum, kimlik belgem, no­ terden eş için seyahat iznim, başörtülü fotoğraflarım, hepsi hazırdı, ilk gün beş saate yakın bekledim ama sıra bana gelmeden başvu­ ru masası kapandı, ikinci gün sabah okul çocuklarının hevesiyle erkenden kalkıp yedide sıraya girdim ve ancak öğleden sonra sa­ at üçe doğru dosyamı pasaport görevlisinin masasına koyabildim. Görevli, yorgun ve isteksiz bir tavırla dosyama göz attı. Ba­ na ‘Iran vatandaşı olduğum için ziyaret amaçlı da olsa yurtdışma çıkamayacağımı’ söylemesi bir dakika bile sürmedi: — Hanım, nereye gidiyorsun? ister Ankara’da doğmuş ol, is­ ter Paris’te. îranlı kadınların yurtdışına çıkışı yasak! Bilmiyor mu­ sun? — Bir yanlışlık olmalı, ben Türk vatandaşıyım. Ana ve baba adıma baksanıza. Hiç bu isimlerde Îranlı gördünüz mü siz? — Ben anlamam. Bak nüfus kâğıdının üzerinde “Yurtdışında doğan îranlılara mahsus kimlik belgesi” yazıyor. Belgelerine gö­ re sen Iran vatandaşısın ve İran’dan çıkamazsın! Tam sekiz saattir beklediğim kuyruğun sonuna gelmiş olma­ nın sevinci, pasaport görevlisinin belgelerime bir göz atışı kadar kısa sürmüştü. Dizlerim çözülüyor, ayakta durmakta zorlanıyor­ dum. Karnıma yumruk gibi inen bu büyük yanlışlıkla, bu haksız­ lıkla bir başıma nasıl baş edebilirdim? Böylesine tatsız sürprizler daha ne kadar sürecek ve daha da önemlisi ben bunlara daha ne kadar dayanabilecektim bilmiyordum. İran’a hareketimizden bir hafta önce, Ankara da Iran Büvükelçiliği’ne benim için vize almaya giden Ahmet, devlet yeniden oluşturulduğundan kimsenin işini doğru dürüst bilmediğini, \ize yerine bana da İran pasaportu verdiklerini söylemişti. I asapoıt-

la biılıhu Î Kinli ile evli okluğunu gösteren belge’ di ve verdiği Fars­ ça Nasılmış kağıdın aslında yıırtdışında doğan hanlılara verilen kim­ lik belgesi olduğunu aylar sonra, yurtdışma çıkış izni için başMirduğum İran ın başbakanlık binasında en acı şekilde öğren i>ordum. Oysa Ankara’da evlenirken İran Büyükelçiliği ve İçişle­ ri Bakanlığı başta olmak üzere çeşitli makamlara “kendi uyruğu­ mu muhataza ettiğimi" belirten dilekçeler vermiştim. Her iki ül­ ke de darbe ve devrimle öylesine karışıktı ve bir sürü seçimler ara­ sında ben öylesine şaşkındım ki, hiç bilemediğim birtakım işlem­ lerle vatandaşlığım benden çalınmıştı. Tuzağa düşürülmüş yaralı b ir hayvandan faksızdım. itirazlarım ve çırpınmam boşunaydı. Bütün çıkış yollarım ka­ panmıştı. Bir an evvel eve gidip bağıra bağıra ağlamak için ko­ şarcasına çıktını başbakanlık binasından. Yarı yolda mideme sap­ lanan sancıyla iki büklüm olmuştum. Bütün ömrüm boyunca ya­ kamı hiç bırakmayacak olan mide spazmının ilkini geçiriyordum. Devriye gezen pastarların sorularına muhatap olmamak için bir du­ vara dibine yığılmadan eve ulaşmak çabası hayatımın en zor ve en sancılı anlarıydı. Evde İngilizce konuştuğum enişteyi görünce der­ dimi anlatabileceğim birini bulabilmenin rahatlığıyla gözyaşları için­ de bağırmaya başladım. — Ahmet beni kandırmış Huşeng Bey. Ülkemi, ailemi, işimi, sevdiklerimi, her şeyimi onun için terk ettim. Yetmemiş. Vatan­ daşlığımı da çalmış benden. İran Sefareti’ne beni İranlı olarak kay­ dettirmiş. Bana yalan söylemiş. Bu ülkeden bu şartlarda çıkama­ yacağımı bildiğinden öyle kolayca izin vermiş demek ki... Bu ne vicdansızlıktır? — Sakin ol! Ahmet gitmeden her şeyi anlattı bana. Hepsini seni kaybetmekten korktuğu için yapmış. İran’ın şartlarını görünce onu bırakıp gitmenden korkmuş. İran’a gelince pişman olmuş ama

5H

iş işten geçmiş. Beceriklidir, belki yabancı olduğunu ispat eder, baş­ bakanlıktan izin alır diye umuyordu ama... O da pişman, inan. — Ben şimdi ne yapacağım? Ah babacığım, görüyor musun, artık pasaportla gelebileceksin dediğin evine pasaportla bile ge­ lemiyorum. Sevginin, aşkın bedeli bu kadar ağır mı ödenir Muşeng Bey? Daha ödeyecek bedel, çekilecek ceza kaldı mı? Ne suçum var­ dı benim? Ne kötülük yaptım Ahmet’e? Mideme sardığım kollarımla dizlerimin üzerinde iki büklüm sancı çekerken ruhumun ve bedenimin acısını birbirinden ayırt ede­ miyordum. Ama bu acı sarmalı yüreğime saplı bıçağı daha çok bi­ liyor, özgür vatanıma ve vatandaşlığıma yeniden kavuşmak için bey­ nimin her kıvrımında, her hücresinde çaresizlikler içinde bir ça­ re arıyordum.

V)

AYNALI DÜĞÜN SOFRASI

Sevdiğim ve güvendiğim eşim tarafından, hile ile İran vatandaşı flarak belgelere kaydettirildiğimi öğrendiğim günden beri kapata kıstırılmış bir hayvandan farksız yaşıyordum. Yardım etmek iseyenlere bile artık kuşkuyla bakıyor, öfkeyle tepki veriyordum, yi niyetim kötüye kullanılmış, aptal yerine konulmuş, kandırıl­ mıştım. Ruhum un yaralarından kan yerine kızgın lav akıyordu. Ah­ met telefon açtığında odam a kapanıp konuşmuyordum. Artık her nlamda kafes içinde olduğumu, bin bir yalanla kandırıldığımı düündükçe de, akıl sağlığımı yitirmekten korkuyordum. Vücut diencim de iyice düşm üştü. Basit bir soğuk algınlığıyla bile nefesim [aralıyor, krize giriyordum. Doksan dört yaşındaki komşu nine gi>i, başu cum da ‘kalp dam lası’ dedikleri sakinleştirici ilaç duruyor, loktor önerisiyle sabah akşam suya damlatıp içiyordum. Ü zerin­ le kırmızı mavi damarlarla kaplı kalp resmi olan ilaç kutusuna bakıkça, yirmili yaşlarım ın başında kalp ilacı kullanırsam otuzlu yaş­ arımı asla görem eyeceğim i düşünüyor ve kahroluyordum. Ö n ü m e geleni ısırıp arkam a geleni teptiğim o hırçın günleri­ me denk gelen b ir tatilde M ervem lerle, bizim Şahın benzeri Pey-

■#n m arka yerli otom obillerine sığışarak Bender-Enzeli ye h are­ ket ettik. Aile büyükleriyle bir araya gelinecek, sofralar konup kal­ kacak, sem averlerle çay dem lenecek, akrabalar ziyaret edilecekti.

61

aşa \ u -e çisi Ahmet in, baba dostu turizm bakanı benim şac m ı o m uştu. T akılan Atatürk ve Pehlevi altınlarını daha sonra m b ir zincir bileziğe birbiri ardına dizdirmiş, aklımca iki ülkenin b irlik teliğ in i simgelemiştim. G ece Marmara Oteli’nde şarkıcı, tür­ k ü c ü ve dansöz eşliğinde eğlenmiş; ertesinde Foça Fransız Tatil K öy ü ne halayına gitmiştik. Kaldığımız odanın adı Panache’tı (Şa­ ta fa t). O ysa bana her şey çok sade ve olağan geliyor, bu çelişkiye gülümsüyordum. Yıllar sonra Hazar kıyısında yapılan bu süslü, zen­ gin am a sessiz düğünde, o günlerin gerçekten her anlamda şata­ fatlı olduğunu geç de olsa anlamıştım. Güzel koşullarımızın değerini o n ları kaybetm eden bilmenin ne büyük bir erdem olduğunu fark etm iştim . G özlerim özlemle buğulanırken kalabalık hareketlendi. Siyah sarıklı ve cüppeli bir molla nikâh kıymaya gelmişti. Siyah sarıklı mol­ lalara ‘Seyit’ dendiğini ve onların peygamber sülalesinden geldiği­ ni o anda çocuklardan öğrendim. Bu arada bazıları hocadan çeki­ nerek başörtüsü taktılar. Şeriatın Hazar kıyılarını tamamen kapla­ m asına daha zaman vardı ve o gün birçok genç kız başörtüsüzdü. Aile üyeleri ve yakın arkadaşlar nikâh kıyılacak odaya geçti. G e­ linle damat tütsüler arasında Kuran’ın altından geçerek odaya ge­ lip, aynalı düğün sofrasının kenarına konulan iki kişilik alçak pu­ fa oturdular. Aynı anda iki bekâr kız, gelinle damadın iki yanına geçip, şal gibi uzun beyaz bir örtüyü başlarının üzerinde tutarak bir tür tente oluşturdular. Seyit Hoca nikâhı kıymaya başladığı anda başka bir bekâr kız, iki elinde tuttuğu kelle şekerleri gelinle damadın başının üzerinde birbirine sürterek, beyaz tentenin üzerine tozşe­ ker dökülmesini sağlıyordu. Böylcee çiftin hayatının tatlı geçece-

ğine inanılıyordu. Gelin, yedi renk iplik geçirilmiş yorgan iğnesi ile beyaz örtünün bir ucunu dikmeye başladığında kalabalık bir ağız­ dan ne yaptığını sordu. Gelin, “Kaynanamın ağzını dikiyorum,” di­ ye yanıtladı. Daha sonra antika makasla, su dolu kâsede yüzen por­ takal yapraklarını kesmeye başladı. Odadakiler yine sordu: “Ne ya­ pıyorsun gelin hanım?” Yanıt bir kez daha benim için komik, Sedighe Hanım için can sıkıcıydı: “Kaynanamın dilini kesiyorum.” “Ben bu törenle evlenmediğimden mi kayınvalide sorunu yaşıyo­ rum acaba?” diye düşünmekten kendimi alıkoyamadım. Her nikâh memuru gibi, Seyit Hoca da geline evlenmek isteyip istemediğini sordu. Gelin önüne bakıp soruya yanıt vermedi ama arkadan bir arkadaşı gülüşmeler arasında “Gelin çiçek toplama­ ya gitti,” diye bağırdı. Hoca tekrar sordu: “Evlenmeyi kabul edi­ yor musun?” Gelin yine sustu. Üçüncü kez sorduğunda ise gelin babasının iznini istedi. Doktor baba izin verdiğinde ise Allah’ın ve ana-babasının rızasıyla kabul ettiğini söyledi. Aynı soru dama­ da sorulduğunda kimsenin rızasını sormadan hemen kabul etti. Şa­ hitler huzurunda deftere imzalar atılırken daha önce içi boşaltıl­ mış ve konfeti doldurulmuş yumurtalar çocuklar tarafından tavana fırlatıldı. Kırılan yumurtalardan dökülen konfetiler kar gibi tüm odayı kaplarken, gelin ve damat bal kadehinden serçe parmakla­ rıyla bal alıp birbirlerine yedirdiler. Şah zamanı olsa o anda şar­ kılar ve alkışlarla kıyamet koparmış. Oysa şimdi gülümseyen du­ daklardan sadece belli belirsiz “mübarek olsun” sözleri dökülü­ yor, Seyit Hoca ise “Allahu ekber” diye mırıldanarak tekbir geti­ riyordu. Alkış yerine tekbir getirmek, İran İslam Cumhuriyeti’nin en belirgin kurallarından biriydi. Gece boyunca yenen yemekler ve edilen sohbetlerle Yusuf ile Vida muratlarına eriyorlardı. Etrafa bakınca neşeli bir düğünde miyim, sessiz bir cenazede miyim, anlamak zordu. Sosyoloji der-

> ¡1 lımun kutlandığım ancak doğuma ağıt yakıldı-

k i l T v n m i, n m a n ' a ' cain ü cn yÜzyı,llk adedr ona yakınlaşırken kendime iyice uzaklaşıyordum. Sanki sad e ce

v a ta n d a ş lığ ım ı

değil, kişiliğimi de yitirmiştim. Yüreğimde-

k i düğün sofrasının aynasında gördüğüm bu ikiyüzlü kadın ben olam azdım .

MUTLULUK MÜCADELE GÜCÜDÜR

D ü ğ ü n sonrası Meryemleri ve yeni evlileri bir an önce Tahran’a dönme telaşı sardı. Vida’nın pasaport işlemleri yaptırılacak ve en kısa sürede eşi Y usuf la İstanbul’a gidecekti. Hiçbir şeyi bu kadar çok kıskanmamıştım. Ülkeme gitmek onlardan önce benim hakkımdı. Ailesine karşı duyduğu vicdan yüküyle beni İran’a hi­ le ile getiren eşim çoktan askeri birliğine döndüğünden, karşım­ da bu konuyu tartışacağım tek kişi bile yoktu. Ahmet’in önerdi­ ği gibi, bir an önce dışişleri bakanlığına başvurup nüfus kayıtla­ rımdaki yanlışlığı düzelttirmek ve ülkeden çıkış izni almak iste­ diğimden, Bender-Enzeli’den Tahran’a dönmek konusunda en az onlar kadar sabırsızdım. Umudun insanı nasıl sakinleştirdiğini ve mutluluk verdiğini yaşayarak öğreniyordum. Yeni evli çiftle birlikte iki arabaya do­ luşup Tahran’a doğru yola koyulduğumuzda Bender-Enzeli so­ kaklarında daha önce hiç görmediğim renkleri görüyor, iyotlu de­ niz kokusunu içime sanki ilk kez çekiyordum. Yağmuru bol ken­ tin kırmızı oluklu kiremitleri üzerinde oynaşan serçeleri, taşlı taş­ ra sokaklarında düşe kalka bisiklete binen, top oynayan çocukla­ rı, yeşilinden ödün vermeyen narenciye ağaçlarını, kapı üzerleri­ ne tırmanan yaseminleri ve hanımelileri, gölge duvar diplerinde mor pembe gülümseyen ortancaları yeni fark ediyordum. 1 latra arka-

69

tnızdan sıı döken kayınvalideme bile içten gülücükler göndererek ol sallıyordum . Sokağın iki yanında yükselen avlu duvarlarından dışarı uzanan dallar bile sanki bana el sallıyor, iyi şanslar diliyor­ du. \ üksek duvarlar evleri ardına saklasa da, bizim Laz fıkraları­ nın benzerleri yakıştırılan, çoğunluğu zayıf, uzun boylu ve sivri bu­ runlu Ç ilek ailelerden yükselen neşeli sesleri duyar gibiydim. Her şeye rağmen, Hazar’ın insanları sevecen, yol boyunca suyun ve ye-, şilin kucaklaştığı manzaralar muhteşemdi. Meryem “Şu güzellik dünyanın hiçbir yerinde vok,” dediğinde “Türkiye’de v a r!” diye itiraz etmedim. Burası da onun vatanıydı ve onun için eşsizdi. Uzun zamandır ilk kez mutlu olduğumu hissediyordum. Arabanın ca­ mını açıp ^iizıımü rüzgâra verdim. Ne güzel söylemişti babam: “Mut­

luluk insanın yüreğinde mücadele gücünü hissetmesidir. ” * Büvükada Anadolu Kulüp’te ailece geçirdiğimiz bir yaz tati­ linde, Ahmet bizleri ziyarete gelmişti. Benimle evlenmek isteğini koşullar uygun olursa babama açıklamak istiyordu. O yıllarda Şah henüz devrilmemişti ve Ahmet o gece babama asla İran’a dönmeyi düşünmediğini söylemişti. Babam gülümseyerek “Nereye gider­ sen git, ineceğin son havaalanı Tahran olacaktır. Bunu hiç unut­ m a,” demişti. Nitekim sonraki yıllar babamı bir kez daha haklı çı­ kardı. Gece ilerledikçe sohbet koyulaşmış, söz dönüp dolaşıp mut­ luluğun tanımına gelmişti. Ahmet yirmi üç yaşının verdiği deli­ kanlılığın ve kulübün şık atmosferinin etkisiyle olsa gerek, m ut­ luluğun tarifini hep varsıllıkla yapıyordu. İtiraz eden babam , dün lüks eşya sayılan bir buzdolabının günümüzde en sıradan eşya ol­ duğunu ve mutluluğu parayla satın alınabilecek şeylerde arayan­ ların mutsuzluktan kaçamayacaklarını söylerken, benim için asla unutamayacağım bir mutluluk tanımı yapmıştı. Muduluk m üca­ dele gücünde gizliydi.

Akşam yemeği boyunca Ahmet sadece babamın sözlerinden değil, ilk kez bulunduğu kulüp ortamından da etkilenmişti. T e le ­ vizyonda ve gazete haberlerinde izlediği siyasetçiler, gazeteciler, sa­ natçılar ve işadamlarıyla çevriliydik. Çoğu masalarından babamı ve bizi selamlıyor, iyi akşamlar diliyordu. Kulübün ünlü mantarlı flaminyonuyla Fransız şarabı içtiğimiz ve peşmelba yediğimiz, ikimiz için de unutulmaz olan yemek sonrasında büyükler oyun salonu­ na geçerken önce eski bir bakanın, daha sonra ünlü bir şarkıcının yanımıza gelip şakalaşmaları, hatta kendisiyle tanışmaları Ahmet'i çok heyecanlandırmıştı. Biz de kulübün diğer gençleri gibi kule asan­ sörle deniz kenarındaki terasta canlı müzik dinlemeye inmiştik. O yıllarda nişanlı olan Nilüfer ve Rıza Silahhpoda’nın enfes müziği eş­ liğinde dans ederken, Ahmet benden çok çevremizdeki ünlülerle ilgiliydi. Ben o güzelim yaz akşamında romantik bir çift söz bek­ lerken o lacivert gözlerinden yansıyan heyecanın ışıltısıyla “Şura­ da, Abdi îpekçi’nin masasında oturan Ajda mı yoksa kız kardeşi m i?” veya “Sakın aniden dönüp bakma ama tam arkamızda dans eden Ayhan Işık değil m i?” gibi sorularla kendince harikalar ül­ kesinde dolaşmıştı. Birlikte olduğumuz yıllar boyunca o geceyi kâh neşeyle, kâh özlemle en ince detaylarına kadar sık sık anımsayacaktık. Ahmet aşırı heyecandan bütün gece boyunca babama evlen­ me konusunu açamamış, ancak yüreğinde büyük bir mücadele gü­ cüyle, son vapura ucu ucuna zor yetişmişti. *

*

*

Tahranda büyük şehrin kargaşasıyla öyle bir koşturma içine girildi ki, ortalık yatışana kadar nüfus kâğıdı işlemlerimi ertelemek zorunda kaldım. Öncelik, kısıtlı bir zaman için İran da olan \ ıısuFun karısının pasaport işlemlerindeydi. Ancak başvurulan ya­ pıp pasaportu birkaç hafta beklemek gerektiğinden tatil süresi yet­ meyen Yusuf tstanbul a yalnız ve üzgün döndü.

B ek lem e süresini T ah ran d a geçirecek olan V idayla çatıda ba­ na v erilen oda\ ı paylaşmaya başladık. Artık geç saatlere kadar V i­ da de so h b et ediyor, terasta gökyüzünü hüzünle seyrederek saBahlam ıyordum . Kumral saçlarını ensesinde küçük bir topuzla top­ layan ela gözlü Y id a’nın ses tonu da kendisi gibi incecikti. Karşı­ sın d ak in i kırm aktan korkarcasm a sakin ve yumuşak konuşuyor­ du. İsta n b u l’u çok m erak ediyor ama benim durumuma da üzül­ d üğünden fazla söz etm em eye çalışıyordu. Y in e de sık sık İstan­ bu l da birlikte gezeceğimiz günlerin hayalini kurarken moralim yük­ seliyordu. İstan b u l’u gören bir arkadaşı V id ay a, bazı semtlerde kadınların pencereye koydukları minderlere abanarak saatlerce so­ kağı seyrettiklerini söylemiş. Bana bunun gerçek olup olmadığı­ nı sordu ve ‘evet’ yanıtıma çok şaşırdı. Sebebini sordu, bilemedim. O zaman fark ettim ki, süslü sütunlarla balkonlu ve geniş pence­ reli evler yapsalar da Iranlıların balkonda otunnak, pencereden dı­ şarıyı izlem ek gibi âdetleri yoktu. Bize bu âdet, belki de cumba­ larda sevdiklerinin yolunu gözleyen Osmanlı ninelerimizden kal­ mışa. Türk kadınının bir sürü özelliğini ve güzelliğini îranlı kadınlan tan ıd ık ça keşfediyordum . Sokağa birlikte çıkıp sayesinde özgürce gezebildiğim Vida, be­ ni hiç bilm ediğim bir Tahran ile tanıştırdı. Aynalarla bezeli şık ve lüks lokantalar; adını Paris’in mahallelerinden alan Fransız stili kafeler; inanılm az güzellikte ince işçilikli îran el işleri ve halılar sa­ tılan pahalı pasajlar; son yıllarda dünya sinemalarından sansürlü de olsa devrim filmleri gösteren ve kenar koltuklarında sigara içilebilen büyük ve çok salonlu sinemalar beni hayrete düşürdü. Tür­ kiye’de gördüğüm sinemaların hepsi tek salonluydu o yıllarda. Vi da ile T ah ran ’i gezerken, bir şehrin farklı semtlerini görmeden ve çeşitli sosyal sınıflardan insanlarla tanışmadan yargıya varmamak g erek tiğ in i anladım.

Yemyeşil doğayı bozmadan adeta doğanın içine sızmış modern fakülte binalarından oluşan yerleşkesinde mutlu öğrencilik anıla­ rının olduğu ünlü Tahran Üniversitesi ni gösterirken Vidanın göz­

leri buğulandı. Görkemli ana giriş kapısı aslan pençeleri üzerin­ de açılmış kanatları andırıyordu. Eski bir Sasani mühründeki iki kartal kanadından esinlenilmiş üniversite ambleminin Öyküsünü anlatırken Vida, cuma namazlarının cami ✓verine üniversitesinde kılınmasını ve okulunun siyasete böylesine bulaştırılmasını ka­ bullenemiyor, bu durumun geçici bir süre için olduğuna beni ve kendini inandırmaya çalışıyordu. Üniversitenin karşısında yer alan Bazan Bozorg (Büyük Çar­ şı) ise İran’m ticaret merkeziydi. ıMimarisi ve işlevi İstanbul’daki Kapalı Çarşı’nın aynısıydı. Şah zamanı, çarşının her kepenk in­ dirmesinde bir hükümetin değiştiğini duymuştum. Şeriat karşıt­ ları, savaş bitiminde çarşının en az üç gün kapanacağma ve reji­ mi değiştireceğine dair şehir efsaneleri anlatıyorlardı. Tanıştığım îranlıların çoğu asla gerçekleşmeyecek olan bu umu­ da o yıllarda yürekten inanıyordu. Şehir efsanelerine göre, yüzlerce üniversiteli Tahran sokaklarında gösteri yapıp Şah’ın oğlunun yö­ netimi geri almasını istemişlerdi. Bizim cumhuriyet altınımızın İran’daki karşılığı Pehlevi altınıydı. Şehir, sokak, meydan, okul isim­ leri değiştirilmiş olsa da, altın henüz Şah’m soyadıyla Pehlevi ola­ rak anılıyordu. Güya göstericiler “Nim Pehlevi (yarım altın) iste­ riz” diye bağırmışlar yani Şah’ın oğlunun geri dönmesini istemiş­ lerdi. İran’da tarih yazdıran önemli siyasi hareketler üniversiteden başlıyor olsa da, bu ‘efsane’ gösteriyi şahsen gören veya duyan kim­ seyle karşılaşmadım ama söylenti kulaktan kulağa hızla ve umut la yayılıyordu. Başka bir söylenti de, cuma namazına katılan kıra para yardımı yapıldığı ve savaş zamanı işsiz olan insanların ııuv-

-ü p

som ' *fm",nn,eycn in' ^

b

-

ra tıl olan cum a günü üniversite çevresinden arabayla geçmek /on. ıı. 1 ıısetlerindekı veya kucaklarındaki çocuklarıyla, ter­ m os ara e torbalarıyla akın akın cuma namazına giderken ü n iv e r s ite çev resin d e tratığı altüst eden insanların hiç de zorlanıyormuş gi­ b i b ir halleri yoktu. Bir cuma günü aralarından geçerken onları ara­ b ad an izleyen M eryem 'in çocukları, adam başı para hesabı yapa­ rak gülü şü nce babaları tarafından abartılı bir şiddetle azarlan­ m a la rd ı. O ku ld a sorguya çekildiklerinden çocukların yanında ko­ nu şm ak ço k tehlikeliydi. Birkaç hafta evvel pastarlar vaşlı kom­ şularının kapısına dayanmış, okulöncesi eğitim gören altı yaşındaki toru n ların ın , taguti (İslam karşıtı, günahkâr) oldukları ve namaz kılm adıkları için kendilerinden şikâyetçi olduğunu söylemişlerdi, iy i b ire r Müslüman olduklarım gözyaşları içinde ispat etmeye ça­ lışan zavallı insanlar epey korkmuşlardı. Irak hava saldırılarını yaşadıkları için her büyük gürültüde masa altına kaçacak kadar ürkek olsalar da, Tahranlı çocuklar dün­ yanın bütün çocukları kadar saf ve tehlikeden habersizdiler. Oy­ nadıkları m uhbirlik oyununun sonuçlarını düşünemiyorlardı. As­ lında büvükler arasında da durum farklı değildi. Aile üyeleri birbirleriyle ters düşmeye görsün, ilk tehdit ‘devrim komitesine ih­ b ar etm ek ’ oluyordu. Kendinden başka kimseye güvenemez ha­ le gelen îranlılar bir yandan savaşın zor şartlarına, bir yandan re­ jim değişikliğinin sarsıcı baskısına katlanmaya çalışırken ülkede büyük b ir kargaşa yaşanıyordu. * *

*

Vida ertesi gün beni dışişleri bakanlığına götüreceğini söyle­ yip yattığında heyecandan sabaha kadar uyuyamadım ve dudağım uçukladı. Sabah Meryem ve 1 luşeng işlerine, oğlanlar okullarına

gittiler. Biz de kiiçük Azade’yi komşuya emanet edip bakanlığa doğ­ ru yola çıktık, f aksi dolmuşla kalabalık Tahran caddelerinde kağ­ nı hızıyla ilerlerken bir sorun çıkmaması için bildiğim bütün dua­ ları okuyordum. Bir yandan da, kara çarşaflarını dişleriyle ısırarak sımsıkı tutmuş ve iki eliyle direksiyona yapışmış kadın sürücüle­ ri gördükçe güleyim mi, ağlayım mı bilemiyordum. Bizim başımız da saç diplerimiz görünmeyecek şekilde eşarpla örtülüydü. Res­ mi dairelere böyle örtülü gitmenin ötesinde, her gün gazetelerde yer alan kezzaplı veya jiletli saldırılar yüzünden başı açık sokağa çıkmaya cesaret edemez olmuştuk. Her an, her yerden gelebile­ cek korkunç saldırılar konusunda artan söylentiler ve gerçekler bir­ birine karışıyor, dehşet içinde sokağa çıkarken tehlikelere karşı nerdeyse gönüllü olarak başımızı örtüyorduk. İranlıların 'çador' dediği çarşaflar bizdeki gibi iki parça değil yarım daire şeklinde ve tek parçaydı. Siyah olması da şart değildi. Minik çiçek desenli, genelde mavi veya gri ya da pastel renklerde çarşaflar vardı ama çarşaf giymeyi asla içime sindiremediğimden 'm-

puş’ denilen pantolon, tunik ve başörtüsünden oluşan kıyafeti mec­ buren tercih ediyordum. Açık mavi kot pantolon üzerine aldığım koyu lacivert bir tunik ile mavi, lacivert ve bordo desenli ince bir eşarp sokağa çıkarken giydiğim üniformam olmuştu.

Çador ve rııpuş İran İslam Cumhuriyeti’nin kadınlara mecbur kıldığı iki tip üniformaydı. Resmi dairelerin kapılarında fotoğraf­ lı örnekleri asılıydı. Tutucu kadınlar boneyle kapattıkları saçları­ nın üzerine siyah çador örtüyor ve bu halleriyle Müsliimandan çok Ortodoks rahibelere benziyorlardı. Rupuş giyen tutucular da yi­ ne boneyle saçlarını dibine kadar kapatıyorlar, tepelerini yüksel­ tecek ekleme malzemeler kullanıyorlar; boyun ve omuz girintisi­ ni kapatacak şekilde örttükleri büyük eşarpların uçlarını şakak hi­ zasında renkli topluiğneyle tutturuyorlardı. Tunikleri ise pardö-

75

n c a * 1.! r ' l " XCVUCUt h;ltlannı belli etmeyecek kadar boldu. Ay­ ları l'|-C>a mpUŞİU hl,tun tutucu kadınların yaz-kış taktıkar, s yah eld ivenler, onlar, ılımlılardan ayıran başlıca aksesuardı. >ı ard a T ü rk iy e'd e örtünen uzun pardösülıi kadınlar ne bone, ne tep elik, ne de eldiven kullanıyorlar, çene altlanndan sade ve gös­ terişsiz b ir şekilde eşarplarını bağlıyorlardı. Bir gün benim ülkemde d e b u üniform aların giyileceğini o günlerde hayal etmem bile olanaksızd ı. * D ışişleri bakanlığının kapısında heyecandan dizlerim titriyor, b aşım dönüyordu. N e kadar görkemli olurlarsa olsunlar, büyük taş bin aların soğukluğu sinmiş resmi daireler her ülkede birbiri­ nin aynı gibiydi. Vida dirseğimden tutup beni içeri yönlendirdi. K ap ıd an girer girmez kara çarşaflı kadın güvenlik görevlisinin ol­ duğu camlı bölmeye alındık. Vida hem kontrol ediliyor hem de Tür­ kiye masasının yetkililerini nerede bulabileceğimizi soruyordu. Gü­ ven lik ve îslam i kıyafet kontrolü yapan kadın onu duymamış gi­ biydi. Y a n ıt vermeden, sadece işine yoğunlaşmış ve kaşları çatık b ir şekilde V id a’yı kendi etrafında evire çevire vücudunu iyice ara­ dı. îşi bitince eliyle sağdaki koridoru gösterdi ve onu itercesine uzak­ laştırıp benim üzerimi aramaya başladı. Fabrikada hareketli bant­ ta ürün kontrolü yapan işçilerin otomatikliğiyle, aynı tavır ve ifa­ deyle beni ararken, kadının cımbız değmemiş kara kalın kaşları­ na ve ağız kenarlarında yoğunlaşmış bıyıklarına bakıyordum. Hiç göz göze gelmediğimiz halde baktığımı görmüş ya da düşüncele­ rimi okumuş gibi “Lebitora pak kon! (Dudağını temizle!)” diye hağ,rinasıyla irkildim. Dudağıma sabah sürdüğüm parlak uçuk m erhem ini ruj sanmıştı ve inancına göre Müslüman bir kadın er­ kekleri baştan çıkarmamak için kaşını, bıyığını almaz hele ruj hiç ezdi. Ürkek bir sesle, “Malik nişte. Deva zedem (Ruj değil. HaÇ sürme;

sürdüm)” dedimse de yüzüme bakmadan üzerimi aramaya devam ederek, “Pak kon migem (Temizle diyorum)” diye daha sert bir ifa­ deyle bağırdı. Dudağımdaki merhemi silmekten başka seçeneğim yoktu. Beni olduğum yerde evirip çevirirken, kâğıt mendille uçu­ ğumu kanatırcasına acıtarak hırsla dudağımı sildim. Daha içeri gir­ meden sorunlar başlamıştı. Omzumdan hafifçe iterek beni de ko­ ridora yönlendirdi. Vida, karşımda gözlerini bir kez sıkıca kapa­ tıp açarak ‘boş ver’ anlamında gülümseyince o anda yalnız olma­ dığıma çok sevindim. Bu arada Türkiye masasından sorumlu ki­ şinin adını ve odasını da öğrenmişti. Uzun koridorun iki yanındaki odaların çoğunun kapısı açıktı. Lambrili, kitaplık gibi odalardan birinde şık rupuşlar giymiş güler yüzlü iki kadın memur sohbet edi­ yordu. Vida onlara aradığımız diplomatı sordu. Bir hafta izinde ol­ duğu söylenince, benim durumumu anlattı, ikisi de bana sevecen gözlerle bakarak ve gülümseyerek Vida yı dinliyorlardı. Her hal­ lerinden örtünmek pahasına da olsa çalışma hayatından kopma­ mak için direndikleri belliydi; değil gülümsemek, konuşmak bile istemeyen kapıdaki kara çarşaflı robotumsu kadından çok fark­ lıydılar. Bana ancak izindeki Eraghi Bey’in yardımcı olabileceği­ ni söyleyip haftaya tekrar gelmemi önerdiler. Yeniden her şey ters gitmeye başlamıştı. Ya haftaya Vida pa­ saportunu alıp İstanbul’a gitmiş olursa ne yapacaktım? Yolu öğ­ renmiştim ama yalnız gelebilir miydim acaba? Kafamda bir sürü düşünce ve gözpınarlarımdan dökülmeye hazır yaşlarla bakanlıktan çıkıp caddede bir süre yürüdük. Vidanın konuşma girişimlerine ağlamak korkusuyla yanıt veremiyor, boğazımdaki düğümleri yut­ maya çalışıyordum. Ansızın kolumdan tutup beni kendine çevir­ di. Yanında getirdiği ruj şeklindeki merhemi uçuğuma sürerken kaşlarım çatıp sesini iyice kalınlaştırarak “Dudağını temizle di yorum,” diye taklit yapınca, aylardır lime lime olmuş sinirlerim ani-

don boşaldı. H iç beklemediğim bu taklitle katılarak gülmeye baş­ ladım. Artık tutamadığım gözyaşlarım da özgürce akıyordu ya­ naklarımdan. Gülmenin ve ağlamanın birbirine kanştığı bir tür kriz geçiriyordum. Yanımızdan cüppesini va da çarşafını savurarak ge­ çenlerin tepkisinden çekinen Vida, yaptığı taklitten bin pişman ol­ muş, susmam için yalvarıyordu. Eşarbımı nerdeyse çeneme kadar çekip yüzümü örterek ve yere bakarak yürümeye, güçlükle de ol­ sa kıkırdamalarımı engellemeye çalıştım. Sokakta sesli gülmenin hele de kadınların gülmesinin günah kadar yasak olduğu bu ülkede ilk defa başımdaki eşarp işime ya­ ramıştı; bahtsız gelinin bohçası gibi gözyaşlarımı ve sinir krizimi onun içine saklamıştım. Ağlama sonrası gelen dinginlikle yüreğim yıkanmış, ruhum arın­ mış gibiydi. Önüme çıkan engeller beni yıldıracağına mücadele hır­ sımı ve kendime güvenimi artıyordu. Beni ülkeme dönmekten hiç­ bir güç alıkoyamazdı. Haftalar hatta aylar sürse de, bir gün mut­ laka beni Türkiye’ye götürecek ııçağa binecek, aşk uğruna terk et­ tiğim vatanıma, sevdiklerime ve tüm değerlerime kavuşup sımsı­ kı sarılacaktım. İran’daki tek mutluluğum, yüreğimde dolu dolu hissettiğim mücadele gücünün verdiği umuttu.

78

GERİ GİTME KIZIM

Çatı katındaki aydınlık odamda çok erkenden uyanmıştım ama kalkmaya hiç niyetim yoktu. Nerdeyse iki saattir gözlerimi açma­ dan yatak keyfi yapıyor, geçmişten ve gelecekten uyanık rüyalar görüyordum. Karşı duvara bitişik yatakta uyuyan Vida kalkmadan, aşağı inmek ve kahvaltı telaşına katılmak istemiyordum. Sabah .sessizliğinde Huşmend’in en alt kattan çığlık çığlığa ses­ lenişiyle Vida yataktan fırladı. Yeni zendayısı (yengesi) Vida’yı te­ lefondan istiyorlardı. ‘Bu saatte ancak pasaport için ararlar’ diye düşünürken yüreğimi sanki bir alev yaladı geçti. Konuşmalara ku­ lak verince yanılmadığımı, korktuğumun başıma geldiğini anladım. Vida’nın pasaportuyla çıkış izni hazırdı ve bunun manası açıktı: Vida birkaç güne kadar İstanbul’a uçacaktı. Demek ki haftaya dış­ işleri bakanlığındaki kimlik sorunumu halletmeye ben tek başıma gitmek zorunda kalacaktım. Bencilliğim tüm duygularımın önü­ me geçmiş, bir kız kardeş gibi beni sahiplenen Vida için hile sevinemez olmuştum. Oysa eşimin ablası Meryem bile bana onun ka­ dar yakın davranmamıştı. Meryem, kardeşinin başına sarıp gittiği Türk gelini ilk gün den beri pek içine sindirememişti. Türk kızım Iranlı kızlara ter­ cih etmesini eleştirir, otobüste ya da caddede yabancı gelinleri dö­ ven, ülkeden kovan İran kızlarının hikâyelerini inanmaz bakışla

nma rağmen anlatmaktan zevk alırdı. Ailenin üzerinde ağır bir yük olduğumu hissettirmekten de geri kalmazdı. Belki de haklıydı. Bu sa\ aş ve yokluk zamanı evine bir boğaz daha eklenmişti. 1 latta ateş­ li bir hastalık geçirip penisilin tedavisi gördüğümde doktor ve ilaç masraflarımı o karşılamıştı. Ancak bunun benim değil kardeşi Ah­ m et'in sorumluluğu va da suçu olduğunu düşündüğümden, has­ talandım diye bana kızmasını anlayamazdım. Yine de üç katlı evi­ nin merdivenlerini halı kaplamak dahil en ağır ev işlerine yardım eder, çocukların sorumluluğunu şefkatle paylaşır, beni sevmesini ve yakın davranmasını boşuna beklerdim. Boğazım iltihaplanıp ateşim yükselince Meryem beni mahalle­ deki sağlık ocağına götürmüştü. Küçük bir evin alt katındaki bakımsız ocakta bir kadın doktor ve iki hemşire sadece kadın hastaları kabul ediyordu. Koridoru dolduran hastalar ve görevliler halime acımış ola­ caklar ki, kocası askerde olan hasta ve zavallı yabancı geline baktı­ ğı için ne kadar büyük sevaba girdiğini söyleyerek Meryem’i takdir ettiler. Bir azize edasıyla, insaniyet namına bana sahip çıktığını söy­ leyen görümcem ise eve döner dönmez “Ben yemek hazırlayacağım sen de şu girişi süpür,” diye elime süpürgeyi tutuşturuvermişti. Dur­ duk yerde bir sürü masraf çıkardığım için bana iyice kızmış olma­ lıydı. Başımı öne eğdikçe boğazıma vuran sancılı baskıyı sol elimle hafifletmeye çalışırken diğer elimle koridoru süpürüyor, düştüğüm duruma lanet ediyordum. Onun evinde kalmaktan zaten son dere­ ce tedirgindim. Ailecek son Bender-Enzeli ziyaretimizde kayınvali­ demin bir arkadaşına telefonda ‘Meryem’in genç ve yalnız Türk ge­ lini evinde istemediğini, haklı olarak kocasından kıskanabileceğim Gilekçe fısıldadığını duyduğumdan beri, evdeki hareketlerime, sözlerime hatta giysilerime iki misli dikkat eder olmuştum. Belki bu kayınvalidemin her zamanki tatsız yorumlarından biriydi ama tüm çabalarıma rağmen yine de Meryem’den en ulak bir yakınlık göre-

miyordum. Bu konuyu her açışımda Ahmet, ablasının babası gibi her­ kesle mesafeli olduğunu ama aslında beni çok sevdiğini savunurdu. Oysa babası tüm ciddiyetine ve mesafeli duruşuna rağmen, İran’a gelmek için yaptığım fedakârlıkları takdir ettiğini ve bana sevgisini her fırsatta hissettiriyordu. Bir gün evin kapısında kendisini karşı­ ladığımda, bir kutu siyah havyan bana uzatarak, “Biz buna siyah al­ tın deriz. Bu siyah altını sarı altın gelinime hediye ediyorum,” diye­ rek alnımdan öpmüştü. Aynca her fırsatta Ahmet’in başansında be­ nim ve ailemin payının büyüklüğünü vurgulardı. Evin babasının böylesine sevgi ve takdirini kazanmam ailenin diğer bireylerini rahatsız etmiş olabilirdi. Evrensel bir soğuk savaşla karşı karşıyaydım ama benim savaşım, mücadelem bambaşka bir alandaydı. Bir an önce kim­ liğime ve vatanıma kavuşmak zorundaydım. isteksizce aşağı inip aileyle günün telaşına katıldım. Vida se­ vincini belli etmemeye çalışıyor ve benimle göz göze gelmemeye özen gösteriyordu. Ben Türk olduğum halde îranlı kabul edilip İran’da sıkışıp kalmışken, o îranlı olduğu halde çıkış izni alıp Tür­ kiye’ye gittiği için adeta suçluluk duyuyordu. O akşam Bender-Enzeli’den kendisini Türkiye'ye yolcu etmeye gelen ailesi ile Vida, her gelişlerinde otelde kalmamak için Tahran’da boş tuttukları evlerinde kalmaya gittiler. Giderken bana her zorluğu aşabileceğime inandığmı söylemesi, iyi dileklerle ve içtenlikle ku­ caklaması Vida ile bir ön vedalaşma gibiydi. Ahmet'in gidişinden sonra kendimi bir kez daha terk edilmiş ve yalnız bırakılmış hisse­ diyordum. Odama çıktığımda karşıdaki boş yatağa bakmaya da­ yanamadım ve uzun bir aradan sonra yine terasıma çıkıp yüzümü gökyüzüne çevirdim. Yaşlar yüzümden süzüldü. Gücümü kaybe­ dersem buralardan asla kurtulamayacağımı düşündüm ve yanan yü­ reğime, içime çektiğim derin nefeslerle serin rüzgârlar gönderdim.

8i

A im ci !c b irlik te traıı’a gelm e kararımla yitirdiklerimi ve b a^olonlon «-lüşünürken kendim e acıyor, üzülüyor, hıçkırıklarla b o zu lu y o rd u m . A zlarken yüreğime bıçak ııctı gibi sinsice ve derin ce saplanan sızıyı duyum sadıkça güçlü olmanın ilk şartının in­ sanın kendine acım am ası’ olduğunu öğrendim. Kendine acıyan iinsan gücünü küçümsüyor, içten içe bütün kalelerini teslim ediyordu B ir daha asla kendim e acım amaya, gücümü yitirmemeye, kalele­ rim i teslim etm em eye, o gece gökyüzüne bakarak ve T an rıy a sı­ ğınarak söz verdim . “Esirgeyen ve bağışlayan A llah’ın adıyla” başlayan emirlerle, yasalarla insanlara acılar yaşatılan bu karanlık günlerde Yüce Tanrı’m n dualarım ı kabul edeceğine ve yolumu aydınlatacağına bü­ tün ben liğim le inanıyordum . B irk aç gün önce “Din iman buysa, b en yokum ” diyerek namazı bıraktığını söyleyen, İslami devrim ko­ m itesinin kararıyla kız torunu idam edilmiş İranlı yaşlı kadına Tan­ rı inancının yalnızca din adamlarının tekelinde olmadığını anlat­ maya çalışm ıştım . A cısı o kadar büyük ve benim Farsçam öyle ye­ tersizdi ki, b en i dinlem iyordu bile. Terasta gökyüzüne bakarken T a n rı’nm b en i de böylesi büyük acılarla sınamaması için dua edi­ yor, h er şeye rağmen halime şükrederek yüreğimi güçlendirmeye çalışıyordum . Sabah V ida havaalanına gitmeden önce kapıdan uğradı ve he­ pim izle son bir kez vedalaşarak Türkiye’ye uçtu. Yüreğim de onun ardı sıra m em leketim e uçmuştu ama sanki hayatımıza hiç girme­ m iş, o güzel düğünü yaşamamışız, ya da onunla Tahran da hiç do­ laşm am ışım gibi hayat kaldığı yerden devam ediyordu. K üçük Azade hariç herkes okuluna ve işine gidiyordu. Kız öğren cilcre öğretm enlik yaptığı için Meryem’in işini kaybetmek gi­ bi bir kaygısı yoktu. Uzman ve seçkin İranlıların yurtdışına kaç-

masıyla ülkede yabana dil bilen azaldığından, eşi Huşcng de da­ ha önce Amerikalılarla çalışmasına rağmen, çevre bakanlığında el üstünde tutulduğunu söylüyordu. İş ortamlarında onları hiç görmedim ama dinci bir devletin kurumlarında çalışmakta epey zorlandıklarından emindim. A k­ şamları çocuklarına duyurmadan, gün boyu yaşadıkları olayları eleş­ tirirlerdi. Başörtülerini zapt edemedikleri için azar işiten ve k o r­ kudan altına kaçıran küçük kız çocuklarına nasıl üzüldüklerini; si­ yasi tutukluların bulunduğu Evin Hapishanesi’nde işkence gö­ renlerin özellikle gece yükselen çığlıklarıyla yanı başındaki lüks Hyatt O teli’nde kalanların uyuyamadıklarını anlatmışlardı. Çok buna­ lınca da son çıkan rejim aleyhtarı fıkralarla havayı yumuşatırlar­ dı. Ünlü fıkralarını da o akşamlardan birinde dinlemiştim: “ Yurt-

dtşında uzun yıllardır okuyan îranlı genç devrimden sonra ülkesi­ ne döner. Bir kilo pirinç almak için bakkala gittiğinde bakkal, pi­ rincin artık camilerde satıldığını söyler. Genç; ‘ Cami pirinç satar mı? Benim bildiğim camilerde namaz kılınır der. Bakkal 'Namaz artık üniversitede kılınıyor diye yanıtlayınca genç 'Olur mu öyle şey? Üniversitede öğrenciler, profesörler olur der. Bakkal acı aa gülümser ve 'Senin bildiğin profesörler ve öğrenciler artık Evin Hapishane­ si'nde’ diye cevap verir. Şaşkın genç 'Ne diyorsunuz siz? Peki, ha­ pishanelerdeki hırsızlar katiller nereye gitti?' deyince bakkal ‘Ha onlar mı? Onların hepsi mecliste oğlum' diye yanıtlar." İlk anda çok acımasız diye düşünsem de bu fıkra ülkenin ha­ lini özetliyordu. Gerçekten pirinçten buzdolabına, et hariç, her şey camilerden alınıyordu. Üstelik savaş gerekçesiyle tüm ihtiyaç mad­ deleri kuponla veriliyordu. Ne kadar paranız olursa olsun, aylık kuponunuzdan fazlasını alamıyordunuz. Binlerce tomeıı (Iran pa­ ra birimi) verseniz bile kupondaki aylık pirinç miktarından bir gram fazlasını alamazdınız. Oysa pirinç pilavı bu ülkede ekmek verine

yenirdi. Savaşan her ülkede olduğu gibi karaborsacılık çok yaygm ve karlıydı. E lb ette cezası da o denli ağırdı. Halk arasında karaorsanın mollaların elinde olduğunu söyleyenlerin sayısı da az de­ ğildi. Benim yaşadığım çevrede her ‘kara’ olay mollalardan biliniyordu.

Tahran a izinli geldiği günlerden birinde Ahmet, ablası için bölgedeki camiye buzdolabı almaya gitmişti. İran’a yeni geldiği­ mizi ve evimizi kurduğumuzu söyleyerek bizim buzdolabı hakkı­ mızı kullanacaktı. Henüz bir evimiz ve gerekli kuponlarımız ol­ m adığı için camiden buzdolabı alamayacağını bile bile, ablası için şansını denem ek istiyordu. Ahmet o gün ablasının evine iki kapı­ lı buzdolabı ve altı çekmeceli kocaman bir dondurucu ile dönünce şaşkınlıktan dilimiz tutuldu. Camideki molla, devrim ve savaş son­ rası ülkesine döndüğünden üstelik askere gittiğinden dolayı Ah­ m et'e büyük bir ilgi ve saygı göstermiş. Üstelik istediği bütün mal veya malzemeyi kuponsuz istediği kadar alabileceğini söylemiş. O lanları anlatırken, cebinde yeterli parası olmadığından kupon­ suz üstelik yarı fiyatına olan diğer beyaz eşyalardan alamadığına dövünüp duruyordu. Eniştesi ise her zamanki muzipliğiyle, bu ye­ ni alış-veriş sistemine, komünizmi çağrıştırarak *kupon izni adını veriyor, bizi güldürüyordu. Dondurucunun temel ev eşyası sayıldığı İran’da evde yiyecek stoklam ak eski bir âdetti. Devrim ve savaş öncesinde de kesilmiş hayvanlar bütün olarak alınıyor, evlerde parçalanıyor ve aylarca don­ durucularda saklanıyormuş. Evde et parçalamak ve mutfağı hor­ tumla yıkamak eski bir âdet olduğundan birçok mutfağın köşesinde suyun akıp gideceği ızgaralar vardı. Bu âdetlerini bilmediğimden, Bender-Enzeli’deki düğün öncesi, Yusuf ve Huşeng kaçak olarak buldukları donmuş bir Arjantin danasını garaj kapısından gizlice

eve soktuklarında çok şa şm u ştm ı. İki erkek k o ca dana) bir ustalıkla parçalayıp poşetlemişler ve derin d ond urucuya > leştirmişlerdi. Kadınlara sadece mutfaktaki kanı akıtm ak kalm ıştı. İran’da elbette kasap dükkânları da vardı ama çoğu de\e eti sa tıyordu. Şükürler olsun ki, bizim evde deve hiç y en m iy o rd u am a tavuk bol tüketiliyordu. Tahran’da aylık tavuk kuponunu camiden almaya giden Meryem'e ailedeki kişi sayısına göre hesaplama yapılmış ve b ir k i­ lo sekiz vüz elli gramlık kupon verilmişti. Meryem kuponu ve p a ­ rasını verip köşedeki kasaptan tavuk almamı söyledi. Ancak et d a­ ğıtımı yapılan günlerde açık olan kasap, kuponuma baktı ve iki ta­ vuğu buzdolabından çıkarıp tartının üzerine koydu, iki kilodan fazlaydı. Bıçağını eline alıp önce bir kanat, sonra bir but kesti. Ta^vuklar hâlâ iki kiloydu. Bir kanat daha kesti. Tam bir kilo sekiz yüz elli gram olana kadar tavukları epeyce doğradı. Eve getirdiğim ta­ vuk paketini açan muzip enişte karısına seslendi: “Meryem, savaş tavuklarımızı bile vurdu. Senin kasap iki gazi tavuk yollamış.” Ben gülünce de ciddi bir ifade takınarak “Sanma ki mollalar da böy­ le kanatsız bacaksız tavuk yiyorlar. Bak televizyona hepsi ne ka­ dar şişman,” dedi. Gerçekten de çoğu kiloluydu ama bu her za­ man tavuk yediklerinden değildi elbette. Yine de canlarının kıy­ metini bildikleri her hallerinden belliydi. Törenlerde ve toplantılarda dikkatimi çekmişti. Dinsel slogan lar atılırken ya da ilahiler okunurken srnebezen (göğüs dövmek) ya­ pılırdı. ( .emaat özellikle cenazelerde veya l lumeyni’ye te/ahiirat yu parken kendilerini kaybedercesine zıplayarak iki elleriyle ve tiim göy lcriyle göğüslerini tempo tutarak döverdi. Canları yandığı için mt, transa girdikleri için mi bilemem ama, "Ruhun,cne1hmeyn,. can,

meneHomeyni(Ruhum Humeyni, canım Humeyni)” dive tüm güç

eriyle bağırırken gözlerinden yaşlar akardı; ancak her zaman ön sal­ arda ver alan mollaların kendilerini hiç o kadar kaybettiklerini ve göğüslerine o güçle vurduklarını görmedim. Bir elleriyle tespih çe­ kerken diğer ellerini dirsekten bileğe kadar göğüslerine yaslarlar, bi­ lekten el ne kadar geri gidebilirse o kadar küçük bir açıyla ‘sinebezen yaparlardı. Kendini parçalayan ve ağlayan onca insan arasında sanki canlarının acımasından korkar gibi bir görünüm sergilerlerdi. B ed ene acı vermek Şiiler için ta K erbela’dan kalan bir gele­ nekti. H azreti Hüseyin’in aç susuz öldüğü K erbela’yı anmak için M uharrem ayında zincir, kırbaç ve bıçaklarla yapılan ‘vücudu ka­ natana kadar dövme’ törenlerini ilk gördüğümde dehşete düşmüş­ tüm . Y ıllar evvel ülkemde duyduğum ve inanmadığım ‘Şiiler ken­ dini zincirlerle döver!' söylentilerinin kanlı canlı bir gerçek olduğunu görüyordum . Aylar sonra tanışacağım bir Türk gelinden, beş ya­ şındaki oğlunun bu törenleri izledikten sonra odasına saklanıp, ba­ basının jiletini çenesine ve omzuna vura vura kanlar içinde kaldığını duyduğumda dehşetim ikiye katlanmıştı. Biricik oğlunu İran’da bu şartlarda yetiştiremeyeceğini ama Türkiye’ye götürmesine izin verilmediğini anlatan anneyi dinlerken, İran’da çocuğum ol­ madığı için şükretmiştim. Çocuk özlemimi ve sevgimi Meryem’in çocuklarıyla fazlasıy­ la gideriyordum. Hele Azade neşe kaynağımdı. “Hadi bulutları tu­ talım ” “Hadi Demavend’in ziıvesinden kar alıp gelelim” “Hadi annene gidelim” gibi istekleri hayatı onun kadar kolay algılama­ ya özendirirdi beni. Azade esmer, üzüm karası Acem gözleriyle cin gibi, konuşkan bir kızdı. Huşyar kumral, ela gözlüydü ve bana ben­ zetirlerdi. Beni öpmeden uyumazdı. Hatta öğretmenine benim ger­ çek annesi olduğumu bile iddia etmişti. Huşmend ise beni uzak­ tan izler, fazla yanıma sokulmazdı. Ancak Farsça söyleyiş hatala­ rıma kahkahalarla güler, sesimi teybe kaydedip eğlenirdi.

1 luşyar’ı anaokulundan almaya Azade ile el ele giderdik. Tahran’daki birçok caddede olduğu gibi, okul yolumuz olan N avabı Safavi Caddesinde de kaldırımla caddenin birleştiği yerde yaklaşık yetmiş santim genişliğinde doksan santim derinliğinde su kanal­ ları vardı. Zirvesi on iki ay karlı Demavend Dağı ndan gelen kar suları bu kanallardan şehre dağılır, serinlik ve temizlik sağlardı. Ağ­ rı’nın ikizi dediğim Demavcnd’den şehre koşan sular şehrin ku ­ zeyinde ‘Derbent’ denilen yerden çağlayan gibi akardı. D ebisi o l­ dukça yüksek, gürültülü ve coşkun suyun üzerinde geniş bir k ö p ­ rü gibi yapılan platformda kebaplarıyla ünlü bir lokanta vardı. S ı­ cak yaz günlerinde orada yemek harikaydı ama suyun coşkulu se­ sinden yanınızda oturanı bile duymanız olanaksızdı. Ben sebebi­ ni bilmediğim bir şekilde evhamlanır, Azade suya düşecek diye ne yediğimi anlamazdım. Azade’yi kendi kızım gibi benimsediğim­ den, Navabı Safavi Caddesi’nde de aynı korkuyla minicik eline da­ ha sıkı yapışırdım. Oysa Derbent’in kükreyen azgın sularıyla, bu sokak kanallarından akan cılız sakin sular kıyaslanamazdı bile. Sa­ nırım, sorumluluk duygusu bozuk ruhsal durumumla birleşip fo­ bilerimi iyice tetiklemiş, ürkek bir kadına dönüşmüştüm. Huşyar’ı okuldan aldığımız bir gün ısrarla dondurma istedi. Cüzdandan para çıkartmak için Azade’nin elini bıraktım. D on­ durmayı aldığımda Azade’nin benden epeyce uzaklaştığını görüp paniğe kapıldım. Eve doğru gitse de, yanıma gelmesi ve elimi tut­ ması için seslendim. Kocaman siyah gözleriyle muzipçe gülüyor, yanına gitmemi bekliyormuş gibi yaparak, yüzü bana dönük geri geri giderek benden uzaklaşıyordu. Arkasına bakmadan geri g e­ ri giderken takılıp düşmesi an meselesiydi. Dondurmasını huşu için­ de yiyen Huşyar’ı kolundan çekiştirerek yetişmeye çalışırken, ar­ kasında beliren uzun boylu bir molla Azade’yi omuzlarından tu­ tup gideceği yöne doğru çevirdi ve işaret parmağını ders verirce-

sine sallayarak “Asla geri geri gitme kızım, asla! İran yeteri kadar geri gitti. Sizler bu ülkeyi ileri giderek kurtaracaksınız,” dedi ve başıyla beni selamlayıp cüppesini savurarak uzaklaştı. Çocuklar bir şey anlamamıştı ama ben gördüklerime ve duyduklarıma inanamıyordum. Azade ile tane tane konuştuğundan yanlış anlamam ola­ naksızdı. Sanki hayali bir halk kahramanıyla karşılaşmıştım. Eve gelir gelmez mollayı ve söylediklerini heyecanla Meryem’e ve eniş­ teye anlattım. Bana inanmayacaklarını düşünürken, az sayıda da olsa böyle aydın ve ilerici mollaların Şah zamanından kaldığını, an­ cak dönen çark içinde onların da sindiğini ve düzeni kabullen­ diklerini söylediler. Zaten Irak savaşı yüzünden ülkenin birliğe ve bütünlüğe olan ihtiyacıyla güçlü bir muhalefet yapılamıyordu. Tek tük yükselen seslerle yapılan cılız muhalefet de devlete başkaldı­ rı olarak kabul edilip ölümle cezalandırılarak susturuluyordu. İran’da en yetkin ve etkin dönemlerini yaşamalarına rağmen bir molla, büyüklere söyleyemediği isyanını belki de İslami dev­ rimden en çok zarar gördüğüne inandığı küçük bir kız çocuğuna söylüyordu: “İran yeteri kadar geri gitti. Sen geri gitme kızım.”

i

88

İNCt SARAYI

Y a rın dışişleri bakanlığına gitmeliyim. Akşam yemeği boyunca söylemek için fırsat kolladığım söz­ cükler, üç küçük çocuğun gürültüsü içinde nihayet bir nefeste du­ daklarımdan dökülüverdi. Meryem çocuklara uzanabildiğince bi­ rer fiske vurarak “Susun!” diye bağırdı. Enişte sanki “Beni karış­ tırmayın,” der gibi tabağına biraz daha gömüldü. Tahran’a kış ge­ liyordu ama odada esen soğuk havanın nedeni mevsim değil ansı­ zın çöken sessizlikti. Meryem’in sesi buz gibiydi: — Bir hafta oldu mu? Ne çabuk geçti zaman. Vida söylemişti gideceğini. — Haberiniz var yani. Sevindim. Ben de size derdimi nasıl an­ latacağımı düşünüyordum. Eşimin ailesi, îranlı dünürlerinde ‘Türk geline eziyet ediyor­ lar’ izlenimi bırakmamak için ellerinden geleni yapıyor hatta on­ ların yanında bana farklı davranıyorlardı. Dolayısıyla, Vida’nın be­ nimle ilgili her türlü isteğini olumlu karşılıyorlardı. Aslında sadece onlara karşı değil tüm çevrelerine bana ne kadar iyi davrandıkla­ rını gösterme çabasındaydılar. Gerçekleri anlatırım korkusuyla da başkalarıyla yalnız görüşmemi pek onaylamıyorlardı. Neyse ki bu

89

deta uzun anıklamalar yapmadan, yine Vida sayesinde, evden ba­ kanlığa gidiş iznimi kolaylıkla almıştım. Bakanlığa nasıl gidileceğini bildiğimden iyice emin oldukla­ rında, akşam görüşmek üzere Meryem ve eşiyle vedalaştık. Aslında yolu bilsem de ilk kez tek başıma bu kadar uzak mesafeye gide­ ceğim için heyecanlıydım. Şah zamanı adı Khıyaban-ı Kennedy (Kennedy Caddesi) olan Khıyaban-ı Tovhid'den (Birlik Caddesi) dolmuşa binip bakanlı­ ğa doğru yola çıktığımda ezberimde kalan yerlerin çokluğuna ben bile inanamıyordum. Kaybolmak korkusuyla olsa gerek, kendi ül­ kemde dikkat etmeyeceğim ayrıntıları belleğime kaydetmişim. Anımsadığım yollan geçtikçe kendime güvenim artıyordu ama ba­ kanlığın kapısında beni bekleyen kara çarşaflıların kontrolünü dü­ şündükçe kış günü ter basıyordu. Fakültede bir hocamız “Kapısında kontrol olan yerlere ne kadar ürkek girerseniz o kadar başınız ağrır,” demişti. İşte şim­ di bu sözün doğruluğunu test etme zamanıydı. Eşarbımı düzel­ tip çenemi daha bir yukarı kaldırdım ve omuzlarımı geriye doğ­ ru dikleştirdim. Ana kapıdan girer girmez tek kaşım havada sa­ ğa yönelip bir hafta önce azarlanarak arandığım kabine durak­ samadan girdim. “Sobbekheyr (günaydın)” diyerek daha görev­ li kadın hamle yapmadan, aranmak üzere kollarımı kaldırdım. Bir­ birinin aynı kara çarşaf içinden çıkan elleriyle üzerimi arayanın geçen hafta beni azarlayan kadın olup olmadığını anlamak ola­ naksızdı ama ben kesinlikle geçen haftaki ürkek yabancı değil­ dim. Kendinden emin bir ziyaretçi izlenimi bıraktığımı, kadının araması bitince kibarca koridoru göstererek “Befermayid (Bu­ yurun)” demesinden anladım. Belki de bu kez daha kibar bir gü­ venlik görevlisine düşmüştüm.

90

Koridorda ilerlerken geçen hafta bize yardımcı olan güler yüz­ lü iki kadın memurun odasını bulmaya çalışıyordum. Hepsi birbirine benzemesine rağmen odayı kolayca buldum ama kapı kapalıydı. İçe­ ri girmek için hamle yaptığımda arkamdan gelen bir ses kimi ara­ dığımı sordu. Sesin sahibi; çember sakalı, boğazına kadar sıkıca düğ­ melenmiş yakasız beyaz gömleği, yelekli koyu gri takım elbisesi ve elinde tespihi ile tipik bir kravatsız tranlı memurdu. Kalın siyah kaş­ larım şaşkınlıkla çatmış yanıtımı bekliyordu. “Agha-ı Hraghi (Eraghi Bey)” dedim. Türkiye masasına bakan birini aradığım için du­ raksamadan sordu: “Şoma Tork-i Estanboli hesti? (İstanbullu Türk müsünüz? )” Şehir farkı gözetmeksizin Türkiyeli Türklere İs­ tanbullu dendiğini bildiğimden lafı uzatmadan yanıtladım: “Beğli (Evet)”. Bana koridorun sonundaki odanın kapışma kadar eşlik et­ ti ve arkasına bakmadan yanımdan uzaklaştı. Açık kapıdan başımı içeri uzattım ve Eraghi Bey’i sordum. Yüksek tavanlı, uzun dar pencereli oda sokağa bakmasına rağ­ men oldukça loştu. İki masa karşılıklı yerleştirilmişti ve koyu renk lambrilerin içine oyulmuş gibi duran camekânlarda kalın ciltli ki­ taplar lacivert klasörlerle birlikte dizilmişti. Duvarda Ayetullah Humeyni yaldız çerçeveli resminden odayı denetler gibi bakıyordu. Dolunay üzerindeki karaltıları bile Humeyni’nin siluetine benze­ tenler vardı bu ülkede. Fanatiklerine göre o, gece gündüz her yer­ den İran’ı denetleyen insanüstü bir varlıktı. Sağ tarafta oturan ince yüzlü, kıvırcık siyah saçlı ve gözlük­ lü adam soran gözlerle “Buyurun,” dedi. Tam karşısına geçtim ve geliş nedenim olan hikâyemi anlatmaya başladım. Yüzüme bak­ madan beni dinlemeye çalışsa da kaçamak bakışlarını yakalıyor­ dum. Aynı kalıptan çıkmış kadar kendine benzeyen ve tam kar­ şısında oturan diğer adam odadan çıktığında, yüzüme daha rahat bakmaya başladı. Ne de olsa, herkesin birbirini jurnallediği dev

^1

um £ u n ^ 'n vaş.u m oıd u . Sözümü kesmeden kıtın nefes -ılm , ı » , ^ ‘'"iımian ugm ç hıkavem i dinledi. Şah /amanı Türkiye'de evlendiğimizi, Islami devrim sonrası \nkara daki Iran şetaretinden vize almaya giden eşimin hana İran pasap ortu ve kimlimi getirdiğini, İran'a geldikten sonra onun as­ ken,' alındığım, benim kimliğimde yapılan yanlışlığı ancak yurtdışma çıkış izni verilm eyince tark ettiğimi ve hakanlığa geçen hafta baş­ vurduğumda sadece kendisinin yardımcı olabileceğinin söylendiğini noktasız virgiilsüz anlattım. Tam hiı* haftadır anlatacaklarımı Fars­ ça çalışıyordum . Ezber gücüm bir kez daha imdadıma yetişmişti. Gözlüklerini çıkarıp camlarını temizlerken vereceği yanıtı he­ yecanla bekliyordum. Kalbim öyle hızlı atıyordu ki, bir an odanın sessizliğinde duyulmasından korktum. Gözlüklerini takıp elleri­ ni sum enin üzerinde kavuşturdu ve sordu: — Yani İran’a geleli daha iki yıl bile olmadı, öyle mi? — Olmadı. — Farsçayı nerde öğrendiniz? — Burada öğrendim. Hatta biraz yazma öğrendim. Adımı fi­ lan yani. — Okuyabiliyor musunuz peki? — El yazısı okuyamıyorum ama büyük harfli gazete ve kitaplan yavaş yavaş okuyorum. — Bakın, size yardım edeceğim. Çünkü on yıllık evli ve İran da yaşayan Türk hanımlar sizin kadar Farsça konuşamıyor. Nasılsa herkes İngilizce veya Azerice biliyor diye eşlerinin anadillerini öğ­ renmiyorlar. Sizin gayretinizi takdir ettim doğrusu. — Moteşekkirem ( Teşekkür ederim). — Şimdi siz elinizdeki belgelerin fotokopisini bir dilekçe ile bana bırakın. Dilekçeyi ben yazarım, siz imzalayın. Okuma bili­ yorsunuz nasıl olsa. Biz Ankara’daki sefaretimizden dosyanızın ın-

92

evlenerek yanlışlığın düzeltilmesini isteyeceğiz. Onlardan yanıt ge­ lince size vereceğimiz yazıyla yıkış izni alabilirsiniz. — Ne kadar sürer yanıtın gelmesi? — En az bir ay. Telefonunuzu bırakın biz size haber veririz. — Ben de sizin telefonunuzu alabilir miyim? — Elbette. Siz de arayabilirsiniz bir ay sonra. Caddeye çıktığımda yağmur başlamıştı. Öyle mutluydum ki eve kadar koşmak geldi içimden. Kendimce büyük bir zafer ka­ zanmıştım ve coşkumu paylaşmak için sabırsızlanıyordum. Bir ay daha beklemek zordu ama kimliğimdeki yanlışı düzelttirmek uğ­ runa katlanacaktım. Ankara’dan yanıt gelince de, ver elini Türkiye! înanamıyordum. O sevinçle uçaktan inince toprağı öpebilirdim. Eve ulaştığımda şemsiyeme rağmen sırılsıklam olmuştum. Azade’yi komşudan alıp Meryemlerin yolunu gözlemeye başladım. Ha­ va kapalı olmasına rağmen içim günlük güneşlikti. Azade ne der­ se yapıyordum. Kucağıma alıp şarkılar söyleyerek, çınlayan kah­ kahası eşliğinde döne döne dans bile ettim. Şarkı söylemeyeli ve dans etmeyeli ne kadar uzun zaman olmuştu. Oysa ben kapı tı­ kırtıyla bile kalkıp dans eden ya da horon tepen Karadenizli ne­ şeli bir aileden geliyordum. Mutlu oldukça yavaş yavaş aslıma dö­ nüyordum. Daha bahçe kapısı açılır açılmaz yere kadar uzanan pence­ reden gördüğüm Meryem’i yüzümde gülücüklerle evin girişinde karşıladım. O rupuşunu ve ayakkabılarını çıkarırken ben heye­ canla olanları anlattım. Yemek hazırlayacağını söyleyip mutfağa gitmesiyle heyecanım havada asılı kalsa da birilerine becerimi ve başarımı anlatmak çok hoşuma gitmişti. Duyduğum gurur ken­ dime güvenimi artırıyor ve beni bu ülkede hiç olmadığım kadar mutlu ediyordu.

SK

crşe m b c öğleden sonra başlayan ve cumartesi sabahı biten batta sonu tatillerini çoluk çocuk olabildiğince gezerek geçiriyorduk. K ış iyice bastırm ad an, B end er-E nzeli’den torunlarını bir kez da b a görm eye gelen kayınvalidem ve kayınpederimi de alıp, Tahran yakınlarındaki K ereç kentinde bir aile dostlarını ziyarete gittik. Her ikisi de eczacı olan bu kan-koca bizi bakımlı bir bahçenin içindeki evlerinin verandasında karşıladı. Tavandan sarkan saksılardan, mer­ diven kenarlarına kadar çiçekler, soğuyan havaya rağmen dört ya­ nım ızı sarm ıştı. Beyaz saçlı çiftin gülen yüzleri, tatlı dilleri gözb eb ek lerin d ek i gizli hüznü saklayamıyordu. Evin içinde ceviz mobilyalar, değerli porselen biblolar, gümüş süslem eler, ipek şantuk perdeler, yere en az üçer kat serilmiş her b iri servet değerinde halılar zenginliklerini fazlasıyla gözler önü­ ne seriyordu. İran ’daki bazı evlerde boydan boya halı döşeli ol­ m asına rağmen el dokuması halıları da üst üste serme âdetini ilk gördüğüm andan beri çok yadırgamıştım. Sebebini sorduğumda, en saf yüz ifadeleriyle, halının yere serilmek için alındığını ve çiğ­ nendikçe güzelleştiğini söylediler. Bu kadar basit bir yanıt bekle­ m em iştim doğrusu. Biraz sonra evin genç kızı Perastu geldi yanımıza. ‘Perastu’ Fars­ ça kırlangıç demekti ve güvercin anlamına gelen ‘Kebuter’ kadar yaygın kız isimlerindendi. Devrimden yıllar önce, sanki gelecek­ te İranlı kadınlara biçilen kısıtlayıcı yaşam tarzı bilmiyormuş gi­ b i, kızların çoğuna özgürlük simgesi olan kuş isimleri konmuştu. Siyah gür saçları, beyaz teni, dolgun dudakları ve iri siyah Acem gözleriyle Perastu bir İran minyatüründen fırlamış gibiydi. Hay­ ranlıkla güzel Acem kızını izlediğimi gören kayınvalidem ilk tırşatta kulağıma eğilip “İki aile de Ahmet ile evlensin istedi ama kıs­ met değilmiş,” dedi ve keyifle arkasına yaslandı. Ailenin acıklı öy

94

küsünü bilm eden, “A hm er’i bekledikleri için m i İran ’dan k a ç madılar?” diye alaylı bir soruyla yanıtladım. Benim tanıdığım İran köpüğü kaçmış kahve, krem ası sıyrıl mış pasta gibiydi. Islami devrimden iki buçuk yıl sonra geldiğim bu ülkede yükseköğrenim görmüş, modern, kafası ve kasası d o ­ lu, zengin ve entelektüel İnanlıların tamamına yakını yurtdışına kaç­ mıştı. Aydın kesimden kalanların mutlaka geçerli nedenleri ya da engelleri vardı. Bu ailenin nedeni de, yanımıza dahi getirm edik­ leri, herkesten gizledikleri özürlü kızlarıymış. Onunla kaçm aları zor olduğundan, ölene dek ülkelerinde kalmaya karar vermişler. O anda gözlerindeki hüznün sadece İran’ın karanlık günlerinden kaynaklanmadığını acıyla anladım. Çaresizliği ve kapana kısılmışlığı benden iyi kim bilebilirdi? Bütün İran evlerinde olduğu gibi, eşikten içeri girer girmez başlayan ikram bombardımanı biraz olsun hafiflediğinde, Şah’ın kız kardeşi Şems Pehlevi’nin Kereç kenti yakınlarındaki yazlık sa­ rayını hep birlikte gezmeye karar verildi. *

*

*

Kah-ı Morvarid (inci Saray) adındaki yazlık saray, bir koru­ luğun içine gizlenmiş cennet kadar yeşil ve düz bir alanda üç kat­ lı doğum günü pastası gibi yükseliyordu. Sarayı çepeçevre saran kocaman lacivert bir halka görünümündeki suni gölde yüzen ku­ ğular, saray muhafızları gibi etrafında dolaşıyordu. İnci Saray’da akla gelebilecek her şey inci gibi yuvarlaktı. Köşeli hiçbir eşya ve merdiven dahil hiçbir mimari detay kullanılmamıştı. Kapıda verilen naylon torbalara ayakkabılarımızı koyup her tarafı halı kaplı sarayı çoraplarımızla gezmeye başladık. Giriş ikin­ ci kattandı ve binaya girince kat kavramı kayboluyordu. Merdiven yerine, girişin sağından başlayan basamaksız eğimli yol sarmal şek­ linde en üst kata kadar tırmanıyordu. Ortada oluşan boşluk, en alt

katta binanın tam ortasındaki yuvarlak havuzda yüzerken tepedeki cam k u b b ed en gökyüzünü izleyebilme olanağı veriyordu. Girişin sol tarafından yine basamaksız ve aşağı doğru sarmal eğimli bir yol­ la inilen havuzun etrafı yapay çim ve palmiyelerle kaplıydı. Hasır koltukların ve hamakların arasında gezerken birkaç canlı papağanın çiğlığıyla kendimi tropik bir adada hissettim. Birçok değerli eşyanın ve aksesuarın talan edildiğini söyleseler de, yıl boyunca belki bir­ kaç hafta kullanılan yazlık sarayda kalan eşyaları şaşkın bir hay­ ranlıkla izliyordum. İkinci katta oturma ve toplantı salonları vardı. Acem abartı­ sı yine dört yanı sarmıştı. İpek döşemeli yaldızlı koltuklar, en az kırk kişilik yemek masaları, kristal aynalar, aklınıza gelebilecek her şey devasa boyutta, daire veya elips şeklindeydi. Tek parça do­ kunmuş ve duvardan duvara serilmiş ipek halılar basmaya kıyamayacak kadar güzeldi. Mavinin en güzel tonlarının kullanıldığı ikinci katta Prenses Şems’in Los Angeles’daki malikânesinin ma­ keti de camekân içinde sergileniyordu. Pehlevi ailesi mi, yoksa İran Devrim Komitesi mi oraya yerleştirmişti bilinmiyordu ama maket bile olsa nasıl masalımsı bir lüks içinde yaşandığı gözler önüne se­ riliyordu. Üçüncü ve son katta, kadife kaplı kapitone kapılardan birbirine geçilebilen yatak odaları vardı. Günbatımı renklerinde kadifeler­ le bezeli yataklar, dinlenme koltukları, kristal aynalı şık tuvalet ma­ saları, puflar da yuvarlaktı ve altın yaldızlı işlemelerle çevriliydi. H er odanın bir duvarı boydan boya kapitone kadife kaplı kapı­ lan olan gardıroptu ve özel banyoları vardı. Odaların bahçeye ba kan duvarlarına binanın dış yapısına uygun olarak boydan boya yerleştirilen ve içe bükülmüş gibi duran camlardan ufuktaki ko ruyu. bir zamanlar ceylanların tavşanların koşturduğu söylenil yemyeşil çimenleri ve sürmeli kuğuların hâlâ sabırla yüzdüğü g

Jeti izlemek olasıydı. Elbette pembe turuncu akşam güneşi re n k ­ lerindeki kadife perdeler açık olduğunda. Yazlık sarayı gezerken Pehlevi ailesinin bildiğim üyeleri b i­

rer birer gözlerimin önünden geçti. Çocukluk günlerim de Hayat mecmuasının sayfalarından tanıdığım Şah Rıza Pehlevi yi, züm rüt gözlü bahtsız Süreyya’yı ya da Iranlıların vurgusuyla Soraya’yı, Şah a evlat verdiği için Pers İmparatorluğu’nun 2500. yıl kutlam aların­ da imparatoriçelik tacı giydirilen Farah D iba’yı ve dört çocuğu R ı­ za, Farahnaz, Ali Rıza ve Leyla’yı düşündüm. Sarayı bize gezdiren eczacı dostlar ve kızları Perastu, gezi b o ­ yunca bana Pehlevi ailesi hakkına detaylı bilgi verdiler. Şah Muhammed Rıza Pehlevi önce Mısır Prensesi Fevziye ile kısa bir ev­ lilik yapmış. Sonra da Alman anneden doğma melez güzel Süreyya ile büyük bir aşkla evlenmiş. Kısa bir süre sonra bu aşkı kıskanan ve îranlıların ‘kara şeytan’ dedikleri Şah’m ikiz kız kardeşi Pren­ ses Eşref, Süreyya’yı tedavi ettirmek bahanesiyle yumurtalıkları­ nı aldırarak kısır kaknasına ve Şah’ın uzun süre direnmesine rağ­ men sonunda ikna edilerek zümrüt gözlü prensesin saraydan uzak­ laştırılmasına sebep olmuş. Paris'te mimari öğrenimi gören üçün­ cü eş Farah Diba ise Şah'a veliaht doğurmasına rağmen Süreyya'yı unutturamamış. “Farah estetik ameliyatlarla ancak bu kadar gü­ zelleşti ama deve gibi yaylanarak yürüyüşünü bir türlü düzeltemedi,” yorumlarından hâlâ birçok Iranlı için gerçek imparatoriçenin Sü­ reyya olduğu anlaşılıyordu. Çocuğu olmayan bir kadın olarak Süreyya’nın hikâyesi beni derinden etkiledi ama Farah’m mutsuzluğuna da üzüldüm. Aslında üzüldüğüm, erkek egemen toplumlarımızda en üst düzeyde bile olsalar kadınların yaşadığı çaresizlik ve mutsuzluktu. Yoksa evin den ve eşinden uzak, nüfus cüzdanına bile sahip çıkamamış, sa

07

hip olduğu her şeyi yitirmiş bir kadın olarak elbette bir prensese ve bir imparatoriçeye üzülecek halde değildim. İnci Sarayı’nın sahibi Prenses Şems halkın önüne pek çıkmaz ve bunca şaşaayı gözden ırak yaşarmış. Şah’ın yıllar önce uçak ka­ zasında ölen bir de erkek kardeşi olduğunu o gün öğrendim. Özel­ likle onun ölümünden sonra veliaht yokluğu hanedanın, dolayı­ sıyla İran’ın en önemli meselesi haline gelmiş. H er şeye rağmen, Iranlıların ‘Şehinşah (Kralların kralı) ’ ve 'Sa­

ved Khoda (Allah’ın gölgesi)’ diyecek kadar çok sevdikleri Şah Muhammed Rıza Pehlevi’yi devirenin, kendi halkıymış gibi görünse de, bir zamanlar öz babasını tahttan indirmeleri için işbirliği yap­ tığı Ruslar ve Ingilizler olduğundan emindiler. Dünyanın ikinci bü­ yük donanımlı ordusuna sahip olmayı başaran Şah’ın gücüne pet­ rol varlığı da eklenince diğer süper güçler için büyük bir tehlike oluşturmuş. Çok çeşitli etnik kökenlileri barındıran İran’da, refb mi değiştirmek için birleştirici tek ortak nokta olarak ‘din’ kullaBu elbette karanlık güçlerin hedeflerindeki ülkede ilk kez kul­ landığı bir taktik değildi ve ne yazık ki sonuncu da olmavacaktı. •k

it

ic

Uğradığı talana rağmen görkemini koruyan inci Sarayı’ndan ayrılırken arabadaki hüzünlü sessizliği, muzip eniştenin Horasan Türkçesiyle söylediği tekerleme bir anda dağıttı:

“Kiminde vardır kasr-ul kerâma Kimi hasrettir bir isli dama”n N e derin anlamlar taşıyordu bu güzel tekerleme! Yaşam herkese eşit davranmasa da, Şah’ın muhteşem kasır­ ları ve sarayları olsa da, kanımca sürgünde yorgun, hasta ve mutt.

Kiminin muhteşem kasrı vardır / Kimi dumanı türen bir eve hasrettir.

suz ölürken vatanında dumanı tüten küçük bir eve bile razıydı. T ıp ­ kı benim gibi... 1979 yılının soğuk bir Şubat günü tekrar dönmek umuduy­ la İran’ı terk eden Şah Muhammed Rıza ve Şahbanu Farab Pehlevi çocuklarıyla önce Mısır’a daha sonra sırasıyla Fas. Bahama ve Meksika’ya kısa sürelerle sığınmışlardı. Şah’ın sürgünde yakalan­ dığı lenf kanserini tedavi ettirmek için Ekim ayında A B D ’ye git­ mesiyle İslamcı militanlar Tahran’daki Amerikan Biiyükelçiliği’ni işgal etmişler ve Şah’m derhal İran’a iadesi isteğiyle elli Amerikalı’yt rehin almışlardı. Dünyada büyük yankılar uyandıran bu işgal sonucunda, te­ davisini yarım bırakıp ABD’yi terk etmek zorunda kalan Şah, yak­ laşık on beş ay süren elçilik işgalinin sekizinci ayında Mısır’da öl­ dü. Tıpkı İngiliz ve Rusların desteğiyle tahttan indirip yerine geç­ tiği ve Güney Afrika’da sürgünde ölmesine neden olduğu baba­ sı gibi. Yabancı devletlere sırtını dayayan Şah’ın baskıcı yönetimi, giz-' li polis örgütü Savak’ın işkenceleri, petrol gelirlerinin dengesiz ve haksız dağılımı İran’da küçümsenemeyecek bir muhalefet oluş­ masına neden olmuştu. Aslında bu Şah’ın İran’dan ilk kaçışı, ilk sürgünü değileli. Yak­ laşık yirmi beş yıl önce de petrol şirketlerinin ulusallaştırılmasını sağlayan Başbakan Mosaddıg’a karşı verdiği mücadeleyi kaybet gıjş ve İran’dan kaçmıştı. Ancak çok kısa bir süre sonra İran pet­ rollerinde söz sahibi olmak isteyen büyük devletlerin operasyonu ile tahtına güçlenerek geri dönmüştü. Büyük devletlerin şımarttı­ ğı Şah, ülkesinde ve bölgesinde güçlendikçe kendine güveni art­ mış, yanlış taşlarla yanlış hamleler yaparak sonunda mat olmuştu. Henüz Türkiye’de olduğumuz o sabah Ahmet i heyecanla sar­ sarak uyandırmıştım:

— Uyan Ahmet, kalk. Şah ölmüş. Şah ölmüş. Ahmet dirseklerinin üzeride doğrulup kaşları çatık uykulu göz­ lerle söylediğim sözleri anlamaya çalıştı. Sonra alaycı bir tavırla “Ölmemiştir. Saklanmak için öyle diyorlardır. Estetikle suratını de­ ğiştirip çoktan bir ülkeye yerleşmiştir. Şeytan bir gün ölürse, Şah da ölür,” demiş ve arkasını dönüp yatmıştı. Oldukça emin konuşan Ahmet’in sözleriyle kafam karışmış­ tı. Ölmek için bile bir yer bulamayan Şah’m akıbeti konusunda kuş­ kuya düşsem de, onun bir gün ülkesine dönüp tekrar tahtına otu­ racağına inanan dünya üzerindeki tüm îranlıların o Temmuz sa­ bahı umutlarını tamamen yitirip sonsuza dek suskunluğa gömül­ düklerinden hiç kuşkum yoktu.

TAHTEREVALLİ

İra n ’a gelmeden önce Tahran’ı çöl iklimli sıcak bir kent ola­ rak diişlemiştim. Iranlı arkadaşlarımın bana övgüyle gösterdiği Tah­ ran fotoğrafları bilinçaltımdaki palmiyeleri, kumları hatta develeri bir bir yok edip modern bir Avrupa kentinin siluetini oluştursa da, iklimi düşlerimde hep çöl olarak kalmıştı. Sanırım gençliğim ve ca­ hilliğim önyargılarımın bozulmasına inatla direniyordu. Tahran’daki geçirdiğim kış günlerinde yağmurla ve karla nem­ lenen soğuk iliklerime kadar işlerken, bu ülkenin bana daha ne ka­ dar sürpriz hazırladığını merak ediyordum. O günlerde merak ettiğim diğer bir önemli konu da, dışişle­ ri bakanlığından beklediğim telefondu. Son günlerde telefon ina­ dına daha sık çalıyor ama üçer beşer atlayarak indiğim basamak­ lardan hayal kırıklığıyla nerdeyse sürünerek odama çıkıyordum. Aghayi Eraghi’nin bana vaat ettiği bir aylık bekleme süresi çok­ tan dolmuştu. Sabırsızlık etmemek ve yardımcı olmaya çalışan in­ sanları bunaltmamak için biraz daha beklemeye karar verdim. Tür­ kiye’den mektup bile bir hafta, on günde gelirken resmi yazı bu kadar çabuk gidip gelemezdi. Takvim farklılığı da aklımı iyice ka­ rıştırıyordu. Aylardan ‘Azer’ bitmiş ‘Dey’ başlamıştı. Bizim ayla rın yirmi ikinci gününde burada yeni bir ay başladığına göre Ara lık ayının son haftasında olmalıydık.

101

Tüıktye de yılbaşı hazırlıklarının başladığını ve birkaç gün son­ ra doğum günüm olduğunu düşününce yüreğim burkuldu. An­ kara da kış sabahları pencereden doğudaki bulutlara bakarak ya­ nıma aldığım şemsiyemle işe koşturmalarımı, erken kararan ak­ şamlarda yağmur damlalarından yansıyan 1ar ışıltılarıyla eve dö­ nüşlerimi ve yılbaşı öncesi vitrinlerin kışkırtıcı süslerini, hediye te­ laşını düşleyip özledim. Tahran’da mevsimler değişse de, ben bir­ birinin aynı günlerde kök salmıştım; her sabah umutla çiçek açı­ yor ve her gece hüzünle soluyordum.

Ö ğle üzeri çalan telefona merakla kulak kabarttım. Meryem cevap verdi ve bir süre resmi bir şekilde konuştuktan sonra beni telefona çağırdı. Aşağı heyecandan titreyerek ve basamaklardan zıp­ layarak inerken belleğimdeki tüm Farsça sözcüklerle minnetimi di­ le getirecek kibar cümleler kurmaya çalışıyordum. Odaya girdiğimde Meryem ahizeyi telefonun yanına bırakıp gitmişti. Titreyen elim­ le ahizeyi kulağıma götürdüm ve derin bir nefes alıp ‘alo’ dedim. Bakanlıktan Aghayi Eraghi’nin tok erkek sesiyle resmi bir selam­ lama beklerken, karşıdan neşeyle çınlayarak gelen kadın sesi öz­ lediğim güzelim Türkçeyle beni daha çok heyecanlandırdı. — İyi günler, ben Nilay. Eşlerimiz Ankara’dan tanışıyorlarmış ama biz hiç tanışmadık. Eşim îranlı, göz doktoru Parviz. Ha­ cettepe’den mezun. Ben de Ankaralı’yım, Bahçelievler’den; ama beş senedir Tahran’da oturuyoruz. Kusura bakmayın, Tahran da olduğunuzu ve telefonunuzu yeni öğrendim. G eç de olsa size hoşgeldiniz demek için aradım. — Te...te...teşekkür ederim. Hoşbulduk Nilay Hanım. Çok naziksiniz gerçekten. Sevinçten ve şaşkınlıktan söyleyecek söz bu lamadım bir an, asıl siz kusura bakmayın.

— Göriimccnize de söyledim, sizinle ilk fırsatta görüşmek, ta­ nışmak isterim. Önümüzdeki hafta uygunsa bana buyurun. — Çok isterim ama göriimcem çalışıyor. Bazen sabah bazen öğleden sonra gidiyor okula. Bilemiyorum ki... Bir türlü kaldığım eve davet edememenin sıkıntısıyla kıvra narak tereddütlü konuşmam halimi anlatmış olacak ki, Türk ge­ lin Nilay anlamlı bir vurguyla: — Anlıyorum. Cîöriimcenizin söylediğine göre önümüzdeki hafta sonu eşiniz Tahran’da olacakmış. Birlikte gelirseniz çok se­ viniriz. — inanın bilemiyorum. Savaş hali malum. Saldırı oluyor ve son anda izinler iptal ediliyor. Artık hafta sonları beklenti içine gir­ mek istemiyorum. Gelirse elbette ben de sizinle yüz yüze tanışmak, özellikle Ankara’dan konuşmak isterim. Aradığınız ve dav etiniz için çok ama çok teşekkür ederim. Beklediğim telefon olmasa da Tahran’da bir Ankaralı bulmanın sevinci içindeydim. Hem de Bahçelicvler’dcn, okul yollarımdan ve yıllarımdan gelen bir yurttaşımdı arayan. Yeniden çiçeklenmiş, kı pır kıpır olmuştum. Sokağa çıkmak avlunun taş duvarlarının öte­ sinde amaçsız ve özgürce dolaşmak istedim ama bakanlıktan te­ lefon gelir kokusuyla mesai saatlerinde eve mıh gibi çakılıp kal­ mıştım. Gün boyu Nilay’ın nasıl bir kız olduğunu düşündüm. ( â vıltılı sesinden minyon olduğuna karar verdim. Balıçelievler lise yıllarımın karşılığı olduğundan mıdır bilmem, neşeli ufak telek bir sınıf arkadaşımla özleştirdim Nilay’ı. Beş senedir Tahr.m'da ol duğuna göre şu dillerden düşmeyen ‘Sah zamanını’ iyi bilivor (»1 malıydı. Lüks içinde masalımsı bir hayatın bedelini şimdi İran'da kalarak mı ödüyordu acaba? Bir an önce Nilav’la tanışmak \e İran’da bir Türk gelin olarak kendime pay çıkaracağıma inandı ğım öyküsünü dinlemek için can alıyordum.

10*

Akşamüstü telefondan umudu kesip kapı ünündeki biraz daa geni* alanda nefes almaya çıktım. Bu mahallede kapıdan başı­ mızı sokağa uzatırken bile eşarp takmak zorundaydık. Kuzeyde­ ki lüks semtlerde henüz böyle bir zorunluluk olmadığı söylense de, şeriat uygulayıcıları akkor lavlar gibi yavaş, yakıcı ve kaplayıcı bir şekilde tüm kente yayılıyordu. Birini bekler gibi yapıp geleni ge­ çeni, üç taş oynayan küçük çocukları izlerken ansızın sokağın ba­ şından yükselen mekanik tınılı ilahiyle irkildim. Sokakla caddenin kavuştuğu yerin tam ortasında her yanı ya­ ban m ersini yapraklarıyla kaplanmış, içine iki-ıiç kişinin zor sığa­ bileceği küçük bir kameriye konulmuştu. Tam tepesindeki me­ gafondan mahalleye tekbirler ve ilahiler yayılıyordu. G enç bir ço­ cuk fotoğrafı asılıydı dört yanında. Yanından geçenler dua ediyor, kam eriyenin ortasındaki tabaktan bir şeyler alıp yiyerek yollarına devam ediyorlardı. Sesi duyup kapıya çıkan komşu kadın başını iki yana sallayarak hayıflanırken meraklı bakışlarımı yanıtladı. Ev­ lenm eden şehit olan erkek çocuklar için düğün yerine kurulan bu kam eriyede kasetten ilahi yayını yapılır, dualar okunur, hurma ve tatlı dağıtılırmış. Şehit çocuğu yakından görmek için sokağın başına kadar ür­ kek adımlarla yürüdüm. Başını hafifçe sağa eğmiş, kaşlarım çat­ mış, kısılmış kara gözleriyle ‘Neden?’ diye sorar gibi bakıyordu res­ m inden. Dudak üstü ve çene kenarlarındaki seyrek tüylerle en faz­ la on yedi gösteriyordu. Eşimin amcasının oğlu asker Hamit gel­ di aklıma. Bender-Enzeli’ye ilk gittiğimde Türk gelinlerine hoş gel­ din dem ek için uğramış ve izinli geldiği cephede boş fişek ko­ vanlarından yaptığı ilginç bir kül tablası hediye etmişti bana. G ö ­ züm o kül tablasına her iliştiğinde cepheye gönderdiğim dualar yet­ memiş olacak ki, ziyaretinden birkaç ay sonra Hamit in şehit düş tüğü haberi Tahran’a kadar ulaşmıştı. Evinin sokağında ona da bc >

le kameriye kurulmuş muydu acaba? Cesedi siperde mi kalmıştı, doğduğu şehre mi gömülmüştü; bu sorulan şimdiye dek hiç sor­ madığımı o an fark ettim. Iahran’da şehitler 73eheşti Zehra (Zehra’nın Cenneti}’ me­ zarlığına def nediliyordu. Ordu gibi düzgün sıralarla göz alabildi­ ğince dizilmiş, her biri fotoğraflı mezar taşlarına yapışmış feryat eden anaları ve aileleri televizyonda, gazetelerde görüyordum. Şe­ hitleri ve dökülen kanları unutturmamak adına, Beheşti Zehra’da çok katlı beyaz bir fıskiyeden gece gündüz kan kırmızı su fışkırı­ yordu. Ekranda her gördüğünde küçük Azade korkmuş gözleri­ ni kocaman açarak bana o fıskiyeden kan aktığını söylerken sesi­ ni kalınlaştırıyor, çocuk aklıyla beni de korkutmaya çalışıyordu. Ona gerçeği anlatsam da aksanla konuştuğum Farsçamla inandı­ rıcı olamıyordum. Devrim komitesinin korkusundan ailesi de doğ­ ruları söyleyemiyor ve İran’ın çocukları bin bir gece masalları ye­ rine mezarlıklarından kan fışkıran şehit hikâyeleriyle büyüyordu.

■k -k -k Uzun bir aradan sonra, Ahmet’in izinli gelebilmesiyle evin ha­ vası şenlendi. Askerliğinin geri kalanım Bender-Abbas kentinde ya­ pacağından dağıtım sonrası on günlük izinle gelmişti. Hayatından oldukça memnun görünüyordu. Bize detaylı bir şekilde BenderAbbas’ı anlattı. ‘Bender’in liman anlamına geldiğini o zaman öğ­ rendim. Bender-Enzeli gibi bir liman kenti olan Bender-Abbas, İran’ın güneyinde Basra Körfezi’nin Hint Okyanusu’na açılan ka­ pısı Hürmüz Boğazı'ndaydı ve Hürmüzgan eyaletinin de başşeh­ riydi. Şehirde lüks otel olarak kullanılmak üzere Şah zamanı sa­ tın alınan Macellan isimli on dört katlı dev transatlantiğe devrim sırasında el konulmuş ve bekâr askerler için orduevi olarak kul­ lanılmaya başlanmış. İtalyanların inşa ettiği bu şehir gemi de ka-

105

lan Ahmet, terforje asansörlerden altın kaplama musluklara kadar yaşadığı lüksü anlatırken gözleri ışıldıyordu. Ayrıca, Hürmüzgan eyaletinin sağlık müdürü Cerrahpaşa Tıp Fakültesinden ağabe\inin arkadaşı olduğundan kendisine ayrıcalıklı davranıldığını söy­ lüyordu. Savaşa rağmen artık rahat bir askerlik geçirecek ve isterse öğleden sonraları izinli sayılacaktı. Bunun anlamı; bir muayene­ hanede çalışabilecek ve para kazanacak olmasıydı. Ahmet beni sım­ sıkı kucaklayarak büyük sürprizini ailesinin önünde sevinçle açıkladı; “Bender-Abbas’ın en güzel evini kiraladım.” Nihayet bir yuvamız olduğunu söylediğinde cennet ve cehennemi aynı anda yaşadığımı hissettim. Türkiye’ye dönmenin mücadelesini verirken yüzlerce kilometre daha uzaklaşmak fikri bile beni altüst etmişti. Kısa bir ziyaret bahanesiyle Ankara’ya dönersem Ahmet’in de as­ kerliği bitince, ayrılığımıza dayanamayıp yanıma geleceğinden öy­ lesine emindim ki... Hatta vatandaşlığını değiştirip Türkiye’ye yer­ leşeceğini bile umuyordum. Oysa beni Bender-Abbas’a götürür­ se uğruna büyük bedeller ödediğim ‘aile birliğimiz’ kurulmuş ola­ caktı. Bu en azından bir yıl daha Türkiye’ye gitmek için bahanem olmayacak demekti. Ayrıca ne Türk Sefareti’ne ne de Iran Dışiş­ leri Bakanlığı’na kolayca ulaşamayacak ve belki de ömrümün so­ nuna kadar İran’da kalacaktım. Yüreğim daraldı. Sahte bir mem­ nuniyet gösterisinden sonra konuyu değiştirip Nilay’ın telefonundan ve davetinden söz ettim. İran’da temelli kalmak fikri aklıma ilk onu getirmişti. Ahmet son gelişmelerle öyle umudu ve muduydu ki her isteğimi olumlu karşılıyordu. Nilay’ın eşinin kendinden yaşça çok büyük bir göz doktoru olduğunu, Hacettepe Tıp Fakültesi’ni bitirdiği­ ni T ah ran’a Şah zamanı gelerek oldukça iyi para kazandığını, gü­ zel bir hayat kurduğunu, ayrıca ne zaman istersem ziyaretlerine gi debileceğimizi söyledi. Asıl ziyaret etmek istediğim dışişleri ba

kanlığındaki Eraghi Bey e de hemen gidip şahsen konuşacak, kim ligimdeki yanlışı düzelttirecekti. Daha ne isteyebilirdim ki? Eşim henüz farkında değildi ama benim istediğim yaşam onu, onun istediği yaşam beni mutsuz ediyordu. Bir tahterevallinin iki ucuna oturmuş iki çocuk gibiydik. Birimiz İran’da birimiz T ü r­ kiye’de ayaklarımız yere bassın istiyorduk. O gece coşkulu bir aşk­ la birbirimize olan hasretimizi dindirsek de, bu evliliğin dengede kalmasına artık olanak olmadığını anlamıştım. Duygularımın ve mantığımın canhıraş mücadelesi her geçen gün daha çok canımı yakıyor, yüreğimi hatta benliğimi darmada­ ğın ediyordu.

ELE KARIŞAN YERE KARIŞIR

K ü ç ü k bir kızken babam ın neşeli ıslıklar eşliğinde tıraş o l­ masını izlemeye bayılırdım. A h m et’in tıraş oluşunu d a aynı h a y ­ ranlıkla izlerken sorular beynim de dans ediyordu: “Bu güzel g ö z ­ lü adam a duyduklarım aşk m ı, alışkanlık m ı? A rd ım d an g e lm e z ­ se onu hayatım boyunca görm em eye dayanabilir m iyim ? N e fre te dönüştüğünü sandığım duygularım en ufak bir ilgisiyle neden yok olu veriyor?” — N e düşünüyorsun hanım-ı hoşgel (güzel hanım )? — Ben de gelsem bakanlığa, diyorum . Belki A n k ara’dan c e ­ vap gelmiştir. İm zam filan lazım olur. — G erek yok canımen. Ö nce ben Aghayi Eraghi ile bir tanışıp sana yardım ları için teşekkür edeyim , sonrası kolay. Y azı gelm iş­ se yarın seninle tek rar gideriz. A celen ne? “Acelem ; sen beni daha da uzaklara götürm eden çıkış izni alıp vatanım a dönm ek ve senin ardım dan gelmeni b ek lem ek ,” diye­ m edim . Aslında duygularımı saklamak, hele de hayatı bölüştüğüm insandan saklamak, hiç bana göre değildi. Ö nce kendime sonra eşi­ m e ihanet ediyor gibiydim. Sustum ve tıraşını bitirm esini d u dak kenarım a asılı bir gülüm sem eyle izledim. *

*

*



met b X t i l i b d k i d e v 0 ' “ birbirini Ahb irk a ç « 1 . em ve doğru kimliğimi getirmeve gideli b . U , saat olmuştu ki telefon uzun uzun çaldı. Evde teiefona y İ rccc imse olmadığını anlayınca koşarak yetiştim. Türk aksanıyla Farsça konuşan bir ses: — Ruz be kheyr hanım (İyi günler bayan). Men ezSefaret-i Tor-

kıye teljonmikonem. (Türk Sefaretinden arıyorum) A buyurun. Türkçe konuşabilirsiniz. Pardon hanımefendi, idari ataşemiz Tuğrul Bey görüşecekti. Bağlıyorum .

— İyi günler hanımefendi. Büyükelçimin talimatlarıyla sizi arı­ yorum . T ürkiye’den pasaportunuz gelmiş... Yalnız kendileri bu­ günlerde çok yoğun. Pasaportunuzu ne zaman isterseniz gelip ben­ den alabilirsiniz. — Ç ok teşekkür ederim. Sanırım bu hafta içinde eşimle uğ­ rayabiliriz. Sayın büyükelçiye de teşekkürlerimi ve saygılarımı ile­ tin lütfen. Büyükelçinin benimle tekrar görüşmeye niyeti yoktu anlaşı­ lan ama bu pek de sorun değildi, asıl sorun, onunla görüşmem­ den habersiz olan eşime olanları nasıl anlatacağım ve Türk Biıyükelçiliği’ne gitmeye nasıl ikna edeceğimdi. Gerçi kumrular gi­ bi olmamız işimi epey kolaylaştıracaktı ama konu ‘Türkiye ve Türk kim liğim ’ olunca elimde olmadan tedirginleşiyordum. Dünya ku­ ruldu kurulalı kadınların hedef şaşmaz silahlarını bir an önce kuşanmalıydım: Biraz bakım, ilgi ve işve... Ahm et’i kapıda karşıladığımda sevdiği mavi çiçekli elbisemi giymiş, uzun saçlarımı serbest bırakmış ve hafif makyaj yapmıştım. Eşim bendeki olumlu değişikliğin sebebini hemen anlayacak kadar zekiydi.

— Beh... beh... beb... İn banumu ghaşeng ez men (ibah ed mı-

bnt? (Vav... vay...vay.. Bu güzel hanım benden ne istey ecek .) — Önce sen anlat! Ankara'dan yazı gelmiş mi? — Valla o işte bir gariplik var canı men. Ankara yolladık di­ yormuş, hatta bakanlığa evrak girişi de yapılmış ama yazını bir tür­ lü bulamadı Agahvi Eraghi. — Nasıl olur? Başka bir masaya gitmiştir belki. İvice araştır­ dınız mı? — Türkiye masasına teslim edilmiş ama yazıyı dosyanda bu­ lamadılar. Tüm dosyalara bakıp bulunca telefon edecekler. — O l yaaa... Yarın birlikte yine gidelim, ne olur Ahmet? — Yarın Doktor Parvizlere gidiceğiz. I lamını seninle tanış­ mak için can atıyormuş. Merak etme, ben gitmeden tekrar uğra­ rız bakanlığa. Nasılsa yazı gelmiş, elbet çıkar bir yerden. Sen asıl bu güzelliğin sebebini anlat bakalım. — Ne güzelliği, dalga mı geçiyorsun! Biraz moralim düzeldi, hepsi bu. — Peki neye borçluyuz bu moral düzelmesini? — Anlatacağım ama lütfen sözümü kesmeden dinle! — Tamam söz! Dinliyorum. — Biliyorsun, Vida ailenize gelin olana kadar, sizinkiler beni nerdeyse eve hapsetmişlerdi. Delirecek gibiydim. Sen yoktun, hars­ ça anlamıyor, derdimi anlatamıyordum. Kimsesiz, mutsuz ve ça­ resizdim. Kendimi hapsolmuş hatta kaybolmuş gibi hissedi\ordıım. Mimiklerinden ve ses tonlarından ailenin benden netıvı ettiğine ivi ce inandığım günlerden birimle Ol Y it J’Iü Sadi aradı. Sana telefondu söylemiştim, bir gece beni evlerinde misafir ettiklerini. () gece hc ni, ailemi ve ülkemi bilen insanlarla birlikte olmaktan ö\le ımıthı oldum ki anlatamam. Birden Tahratı’da yalnız ve sahipsiz olma dığıma inanmak için Türk Sefareti'ne gidip kendimi tanıtmak ve

111

b ab an ım arkadaşı olan sefirle tanışm ak istedim. Bir daha böyle bir fırsatım olm az düşüncesiyle Şad i've ertesi gün beni T ü rk Sefareti’ne g ö tü rm esi için yalvardım , in an , onun hiçbir suçu yok. O kadar ıs­ rar ettim ki beni kıram adı. N eyse uzatmayım, sefirle görüştüm . B a­ na 1 ü rk pasapo rtu m u A n k a ra ’dan m utlaka getirtm em i, T ü rk pa­ sap o rtu m olm azsa savaş şartları kötüleştiğinde İra n ’dan çıkam a­ yacağım ı söyledi. B abam a m ektup yazıp pasaportum u sefir adına postalam asın ı istedim . B abam pasaportum u postaya verdiğini bil­ d ird iği gü nlerde ise kötü b ir tesadüf oldu. Ben-i Sad r İran ’dan kaç­ tı v e T ü rk sefiri suçlandı vesaire, hikâyeyi biliyorsun. B in b ir tür­ lü k o rk u y la pasaporttan üm idim i iyice kesm iştim ki, bu sabah sen evden çıktıktan sonra sefaretten aradılar. T ü rk pasaportum sefir b e­ ye n ihayet gelm iş ve bu hafta içind e gid ip alm am ı bekliyorlarm ış. B u p asap o rta sadece kendim için değil, senin için d e ihtiyacım var. G erçek ten savaş kötüleşirse birlikte sefarete sığınır, T ü rkiye’nin gön­ d e re c e ğ i u çakla kaçabiliriz. N e o lu r bana yardım cı ol A h m et! B ir­ lik te g id ip p asap o rtu m u alalım . L ü tfen !

B a b a m ın b ü y ü k elçiye yazdığı gizli m ektu ptan bahsetm eksizin an lattığım h ikâyem in h er cü m lesin d e daha b ir şaşıran A hm et b ir an su su p kald ı. B aşın ı iki yana sallarken gü lü m seyerek “ K ad ın m ille tin d e n k o rk a ca k sın a ziz im ,” ded i. G ü lü m sem esin d en cesa­ re tle n ip “ H a y a tım sen d e b en i, b en im ü lk em d e k an d ırd ın . U n u t­ m a ki, T ü rk iy e ’deki sefaretinizden ban a İran pasaportu ve İran n ü ­ fu s k â ğ ıd ı alm a k y erin e, T ü r k p asap o rtu m a vize istem iş olsaydın b ü tü n b u n la ra g e re k kalm ayacak tı. B e n c e ö d e ştik ,” d edim ve b a ­ ğışlam a sırasının o n d a oldu ğun u vurgulam asına olanca içtenliğim le y a n a ğ ın d a n ö p tü m . S o k u lg a n halim h o şu n a gitti. A y n ı içtenlikle b e lim e sa rıld ı v e “ T a m a m , b ü y ü k b ir hata yap tım am a artık sen d e y ü z ü m e v u rm a k ta n va z g e ç . B e n ne y ap tım sa seni kayb etm ek

ten korktuğum için yaptım. Hem baksana, hatamı düzeltmek için elimden geleni yapmıyor muyum? Bakanlığa kadar gittim, değil mi?” dedi. “Tamam canım, uzatmayalım ne olur. Senden gizlim saklım olmasın diye anlattım her şeyi... Şimdi söyle bakalım varın kaçta gidiyoruz Nilay Hanım’la tanışmaya?” diye konuyu değiştirdimse de hâlâ kendime sakladığım sırlarım vardı. Türkiye savaş ne­ deniyle vatandaşları için uçak gönderse bile îranlı eşimi yanımda götürmem olanaksızdı. Ayrıca İran pasaportumla ülkeden çıkış iz­ ni alma çabalarım da, zannettiği gibi, sadece birkaç haftalığına Tür­ kiye’ye tatile gitmek için değildi. Eğer bu ülkeden çıkabilirsem as­ la geri dönmeyecek ve onun yanıma gelmesi, Türkiye’ye yerleşmesi için uğraş verecektim. Bütün mutluluk çabalarımın boşa çıktığı, kadınların baskı al­ tında inletildiği, ait olmadığım ve asla olamayacağım bu ülkeden arkama bakmadan kaçıp gitmek istiyordum. Beni yeteri kadar se­ viyor ve istiyorsa o da ardımdan gelirdi. Tıpkı benim onun ardından İran’a geldiğim gibi... İşin acı yanı; aramıza samimiyetsizliğin çe­ lik duvarını ilk ören eşim olduğu için ona yalan söylemekten en ufak rahatsızlık duymuyordum. Özveri ve samimiyetin olmadığı dünyasına karışıp, onun kurnaz ve hesapçı kurallarını benimsi­ yordum. İlk duyduğumda bir anlam veremediğim Anadolu deyi­ şinin 'Ele karışan yere karışır sözlerini yaşayarak anlıyordum. * * * Tahran’ın kuzeyindeki lüks semtlere giden Afrika Expressvvay’de ilerlerken şehrin bakımına ve mimarisine hayran kaldım. Ahmet, eniştesinden ödünç aldığı arabayı kullanırken, Tahran da böyle on bir tane daha otoyol olduğunu söylüyordu. Ankara ve İs­ tanbul’un yollarını anımsayınca içim burkuldu ama Acemlerin yol­ ları bile abarttığını düşünerek avundum. Asıl abartının beni lüks evlerin içinde beklediğinden henüz habersizdim.

11 \

Çevre yolundan çıkıp ara sokaklara saptığımızda gördüğüm insanlar kentin günevdekilcrden çok farklıydılar. Başlarındaki eşarp­ lardan ayakkabılarına kadar kadınlar moda dergilerinden fırlamış gibiydiler. En az onlar kadar bakımlı erkekler ise kravatsız da şık ve klas olunabileceğinin kanıtıydılar. Yüksek duvarlarla çevrili, en fazla üç katlı beyaz evler ince cephe işlemeleriyle yeşillikler ara­ sından başını uzatan zambaklar gibiydi. Burası hiç görmediğim “Şah’ın Iranı” olmalıydı ve şimdiye dek gördüğüm İran’dan çok farklıydı. Sokağın en güzel evinin uzaktan kumandayla açılan bahçe ka­ pısından girip bakımlı çimlerini ve firuze rengi yüzme havuzunu geçtik. Evden çok tapınak kapısını çağrıştıran m otif işlemeli gör­ kemli beyaz kapı altın gibi parlayan pirinç süslemeleriyle açıldı. Azeri D oktor Parviz ile Türk eşi Nilay yüzlerinde kocaman gülümsemeyle bizi içtenlikle karşılayıp adeta boynumuza atıldılar. Çok merak ettiğim Nilay nihayet karşımdaydı. Narçiçeği rengin­ de rujuyla kocaman gülümsemesi beyaz tenine ve topuz yaptığı kuzguni saçlarına çok yakışmıştı. Işıklar yansıyan gülen gözleri Acemlerin gözlerini hiç aratmıyordu. Tavrı, tarzı ve tipi çok tanıdık, çok dosttu. T ah ran ’da nihayet yaşı yaşıma, başı başıma uygun bir can yoldaşı bulduğumu daha o ilk anda hissettim. Eşlerle tanışma faslından sonra görkemli salona geçtik. Salonun tam ortasına dev bir fanus gibi yerleşmiş kış bahçesinden, asıllarından ayırt edilemeyen palmiyelerden ve tropik ağaçlardan sıcak bir görüntü yayılıyordu. Daha sonra Tahran’da konuk edileceğim tüm lüks evlerde dışarıdaki bahçeyle yetinilmeyip salonların ortasına şık kış bahçeleri yapıldığını gördüm. En modern zamanlarda bi­ le tüm güzelliklerin yüksek duvarların arkasına gizlendiğini fark ettim . Bu ülkenin evleri sokaklara küs yaşıyordu. Büyük Acem halıları ile kaplı salona dört ayrı koltuk takımı

bile az gelmişti. Alçı, ayna ve yaldız süslemeleri ile değerli tablo­ lardan dikkatimi kurtarıp Nilay ile sohbete nihayet başlayabildim. Aynı liseden ve yaşıt olmamıza rağmen hiç karşılaşmamıza şaşır­ dık. Yine de kırk yıllık dost gibiydik. İçtenlikle ve durmaksızın ko­ nuşuyorduk. Ankara’da devlet memuru olan babasının biricik kızma yaşatamayacağı kadar şatafatlı bir yaşam sunan doktor eşi Nilay’dan on beş yaş büyükmüş. Şah zamanı Tahran’daki hayatın masalım­ sı büyüsüne kapılıp mutlu memnun yaşarlarken, bir avuç molla­ nın ülke yönetimini ele geçireceğine asla ihtimal vermemişler. Hâ­ lâ geçici bir süre için olduğuna inandıkları İslami devrimin ilk gün­ lerinde eşi Tahran’dan gitmeyi ve meydanı mollalara bırakmayı is­ tememiş. Bu arada ülkeden kaçan aristokratların, milyarderlerin yok pahasına sattığı ev, araba ve lüks mallarına, tıpkı diğer kalanlar gibi, çok az bir ödemeyle sahip olmuşlar. Oturdukları bu evi de, bir gecede İran’ı terk etmek zorunda kalan Yahudi asıllı ünlü bir halı tüccarından almışlar. Gururla evlerini gezdirirlerken yaban­ cı dekorasyon mecmualarının sayfalarım çevirir gibiydim. Demek ki; bir ülkede devrim olduğunda kaçanlar kalanlardan çok olur­ sa, cepte para ile lüks evlerin kapılarına dayanmalı diye muzipçe düşünmekten kendimi alıkoyamadım. Tahran’da bizim gibi birçok Türk gelin yaşadığım ve beni de onlarla tanıştıracağını söyleyen Nilay’ın her şeye rağmen tek so­ runu özlemdi ve bu nedenle biricik kızına ‘Hasret adım vermiş­ ti. Bir gömme dolabın kapağını açıp içindeki rengârenk paketle­ ri gösterirken “Bütün yıl buraya yazın Türkiye ye götüreceğim he­ diyeleri biriktiriyorum. Moralim bozuk olduğunda hep bu dola­ bı açar ve paketleri sahiplerine vereceğim günleri düşlerim, de diğinde zengin hayatından memnun görünse de, aslında mutlu ol mak için çabaladığını hissettim.

lis

Türklerle evli îranlı arkadaşlarıyla akşamlan toplanmak Nilav ve eşinin ellerinde kalan tek eğlenceleriymiş. Ayda bir, iki kez de öğleden sonraları Türk gelinler toplanırmış. Aralarında İstan­ bullu eski bir diplomatın kızından, Adanalı bir dansöz kızına ka­ dar her çeşit insan olduğunu söylediği hemdertlerim ve hemşerilerimle tanışmak için sabırsızlanıyordum. Nilay neşeli bir çığlıkla müjdeledi: — Aaa.. Yarın öğleden sonra İstanbullu bir arkadaşın evin­ de toplanıyoruz. Türkiye’den biber salçası getirmiş, bize kısır ya­ pacaktı. Sen de gel, hepsiyle hatta çocuklarıyla bile tanışırsın. Ahmet’in bakışlarından onay aldıktan sonra seve seve katı­ lacağımı söyledim. Aralarında benim gibi îslami devrim sonrası İran’a gelen olmadığı için onların da beni çok merak ettiklerini söy­ ledi. Güzelim ülkesini bırakıp darmadağın olmuş ve kadınlar için hiçbir gelecek olmayan yabancı bir ülkeye gelen akim sahibini me­ rak etmekte haksız da sayılmazlardı. İranlı erkeklere gönül vermiş bir sürü Türk kadın Tahran’da sıkıca kenetlenmiş, ülke çapındaki kasırgadan korunmaya çalışı­ yorlar ve birbirlerine destek oluyorlardı. Eşlerinin ve çocuklarının toz duman olmuş ülkesinde ‘ele ve yere karışmadan’ tutunmaya çabalıyorlardı. İran’a sıkışıp kalmış Türk gelinleriyle tanışmak, İran a dair en önemli deneyimlerimden biri olmuştu.

116

TAHRAN’DAKl TÜRKİYE

^iyah demir parmaklıkların açılmasını sabırsızlıkla bekli­ yordum. Dışarıda olmama rağmen benim için özgürlük içeride ol­ maktı. Tahran’ın en işlek bölgesindeki İstanbul ve Firdevsi cad­ delerinin köşesinde, Türk Sefareti’nin kapısında ve ilk kez Ahmet’in önünde duruyordum. Çünkü burası benim topraklarımın sınırıydı. Yıllar önce okuldan eve yürürken Ankara'nın önemli sefa­ retlerinin önünden geçer; büyük ve bakımlı bahçelerden oluşan bu toprakların Türkiye’ye ait olmamasını yadırgardım. Hatta bi­ raz da kızarak durumu alaya alır “Şimdi Amerikan topraklarını geç­ tik, Almanya’ya yürüyoruz, birazdan İtalyan topraklarından teğet geçerek Bulgaristan ve Macaristan topraklarını göreceğiz,” diye yol arkadaşlarımı güldürürdüm. Oysa şimdi Tahran’ın göbeğindeki bu görkemli bina ve bahçe ülkeme ait olduğu için şükrediyordum. Metalik bir çat sesiyle irkildim. İçerden alınan izinle, ağır de­ mir kapı nazlı nazlı sağa doğru süzülmeye başladı. Kalbim iyice hız­ landı. Bir kulaç kadar açıldığında sabırsızca içeri daldım. Ahmet koşar adım bana yetişmeye çalışırken, bir yandan ila kapıdaki gö­ revlilere teşekkür etti. Türkiye sınırını geçmişçesine heyecanlıydım. Birazdan Türk pasaportumu alıp bu bahçeyi, Türk topraklanın tek­ rar terk edeceğimi düşünmek bile istemiyor, anın tadını çıkarı­ yordum. Diplomatik plakalı arabaları geçip binaya yaklaştığımda

117

aniden durdum. Derin bir nefes alıp başımdaki koyu lacivert eşar­ bı omuzlarım a indirdim. Bu küçücük hareketin benim için anla­ mı çok büyüktü. Bu, özgürlüktü... Ayrıca hiçbir vatandaşımın be­ ni başörtülü görmesine tahammül edemezdim. Ahmet’in huzur­ suzca tıslayarak “Kapıdaki görevliler!...” uyarısına omuz silktim. G örü ş mesafelerinden oldukça uzaktaydım ve hızla binadan içe­ ri süzüldüm. B ir gün evvel telefonda görüştüğüm idari memur Tuğrul Bey kum ral, güleç yüzlü, kırk yaşlarındaydı. Tanışma faslından sonra çekmecesinden pasaportumu çıkardı. “Dilerim gerek kalmaz,” di­ yerek bana uzatü. Aylardır bin türlü aksiliklere rağmen umuda bek­ lediğim ay-yıldızlı pasaportuma nihayet dokunabilmek heyecan ve­ riciydi. Sayfalarmı açarken ellerim titriyordu. Üniversite diplo­ mamdaki fotoğrafımın bir başka eşiyle göz göze geldiğimde bo­ ğazım düğümlendi: Saçlarım omuzlarıma dağılmış, perçemimin göl­ gesindeki gözlerimde umut dolu bir bakış, parlatıcıyla ışıldayan du­ daklarım gülümserken sağ yanağımı gamzelemiş... Tuğrul Bey’in sesiyle gerçek dünyaya döndüm. “Bu pasaportta giriş damganız olmadığı için normal şartlarda İran sınır kapılarından çıkamazsınız. Sefir beyin de size söylediği gibi ancak savaş Tahran’a sıçrar, bombardımanlar artar ve Türk hükümeti vatandaş­ ları için uçak yollarsa işinize yarayacaktır,” diye sözlerine devam ederken eşimin o uçağa binemeyeceğini açıklamasından korkup ayağa fırladım. Türkiye’den gelebilecek uçakta birlikte kaçabile­ ceğimiz yalanıyla eşimi sefarete gelmeye ikna ettiğimi bilmeyen Tuğ­ rul Bey’e aceleyle teşekkür ederek ülkemin topraklarma yaptığım ziyareti kısa kesmek zorunda kaldım. Siyah beyaz karolarla döşeli geniş antreyi geçip kapıdan çı­ karken Ahmet eşarbımı omuzlarından kaldırıp başıma çekti.

Hırsla geri indirdim. Gözlerinde ateş çakarak, “Senden önce b e­ ni yakarlar, ört şu başını! Kapıdakilerin ajan olmadığı ne malum! Aptal mısın sen?” diye söylendi. Haklıydı ama Türk topraklarında olmak ve özgürce başımı aça­ bilmek duygusu bu riski almaya değerdi. Kapıya iyice yaklaşana kadar eşarbımı inatla örtmedim. Korku ve tutsaklık bu kez demir parmaklıklı kapının ters tarafında, dışındaydı... Caddeye çıktığımızda Ahmet, söylenerek arabaya doğru hız­ la yürümeye başladı. Ardından seğirtirken yaşadığım kısacık key­ fin tadını çıkarıyor, çantamdaki pasaportu sevinçle avucumda sı­ kıyordum. Arabaya bindiğimizde sesi iyice yükseldi: — Ne işine yarayacak bu pasaport? Tahran o hale gelir mi? Bırakırlar mı sanıyorsun? Bunun için başımızı yakmaya değer mi? Ben seni akıllı biri sanırdım. — Değer! Üzerinde ay-yıldız olan her şey için değer! — Sen delirmişsin gerçekten. îyice kafatasçı oldun! — Delirdiysem sayenizde delirdim. Ayrıca bu şartlarda bir ka­ dın olarak her şeyden yoksunken Türk pasaportumu getirtebilmek, böyle zor bir işi başarmak benim için her şeye değer! Başardımm! Anladın mı? Artık ben de sesimi kontrol edemiyordum. Sinirlenmem Ah­ met’i sakinleştirdi. Yumuşak bir sesle; — Sadece şanslıydın. Her yanımız mollalarla, pastarlarla, ajan­ larla çevriliyken şansını fazla zorlama. Neyse, seni Nilaylara bıra­ kacağım değil mi? — Evet, dün bahsettiği Türk gelinler toplantısına gideceğiz. Dönüşte onlar beni eve getirecekmiş. Olmaz. Sen telefon aç ben gelir seni alırım. Meryemlerin evine gelmelerini istem iyorum . G elm elerini mi, görm elerini mi istem iyorsun?

1W

Hem sinirlendirmesinin acısını bu iğneli soruyla çıkartmıştım. Ge\ abını iyi bildirim den, ters ters bakmakla yetineli. Derin bir ne­ fes alıp arkama yaslandım ve sustum. Konu 1 ürkiye olduğunda kavga etmemiz kaçınılmazdı. Ar­ tık alışmıştım.

Nilav'ın içten tavırları beni öylesine rahatlatıyordu ki, onu Tahran’dan ayrılmak üzereyken tanıdığıma üzülüyordum. Ankara’ya veya Bender-Abbas'a... Her halükârda bir süre sonra bu şehirden ayrılacaktım. Odasında hazırlanırken salondan seslendim: “An­ kara’ya geldiğinde mutlaka görüşelim N ilay!” Şaşkın bir yüz ifa­ desiyle yanıma geldi. Yeşil turuncu tonlarında uçucu ipek elbise­ si vücut siluetini gölgeliyor ama gizlemiyordu. Geniş dekoltesine taktığı zümrüt pandantif ve küpeleri göz kamaştırıyordu. Bu dişi haliyle değil Tahran’da, dünya üzerindeki birçok ülkede yolda yü­ rümesi olanaksızdı. Kirpiklerini kırpıştırarak “Ankara’ya mı gidiyorsun?” dedi. ‘"Hemen yarın değil ama bir gün mutlaka gideceğim. Ben asla bu­ ralara yerleşmek niyetinde değilim ama lütfen aramızda kalsın!” derken sesim titredi. Sahip olduğu her türlü lükse rağmen onun da buralardan gitmek istediğine o kadar emindim ki, sırrımı te­ reddütsüz paylaştım. “Elbette aramızda kalır,” derken inanmaz göz­ lerle gülümsüyordu. ‘Gitmek’ herkesin, hatta frankların çoğunun, hayaliydi ama ‘gidebilmek’ nerdeyse olanaksızdı. Yere kadar uzanan koyu gri pardösüsü, şal kadar büyük si­ yah eşarbı ve siyah gözlükleriyle evden çıkarken Nilay artık tanınmaz haldeydi. Ben pantolon-tunikten oluşan ‘rupuş’ ve başımdaki la­ civert ‘ruseri’ ile saçlarımı bir de vücuduma oturan gömleğimi sak­ lıyordum. Nilay ise bu haliyle, siyah matbaa mürekkepleriyle boy dan boya sansürlenen ithal moda dergilerinden farksızdı.

120

On dakika kadar araba kullandıktan sonra şık bir apartma­ nın garajına park etti. Kv sahibimiz Filiz bizi üçüncü kattaki evi­ nin kapısında ince askılı kırmızı elbisesiyle karşıladı. Sarı boyalı saçları omuzlarına dökülmüş, elbisesinin renginde ruj sürmüş, uzun boylu, topluca hoş bir kadındı Filiz. Elimi sıkarken “Gurbete, ara­ mıza hoş geldin” dercesine şefkatli bir hüzün vardı gözlerinde. Üze­ rimizdeki pardösü ve rupuştan sıyrılıp, Nilay’ın evi kadar olma­ sa da, son derece şık döşenmiş bir salona geçtik. Biz ilk gelen k o ­ nuklardık. İngiliz stili maun yemek masasının üzerinde kısırdan, zeytinyağlı yaprak sarmasına kadar çeşitli Türk yemekleri vardı. Filiz benim hakkımda bilgiyi akşam telefonla Nilay’dan almıştı. Ken­ disi İstanbul’dan on beş yıl önce gelmiş. Bir oğlu varmış. Eşi ai­ leden kalma ticaret işiyle uğraşıyormuş. Devrimin ilk yıllarında ‘Şah mutlaka geri dönecek’ umuduyla kurulu düzeni bozup gideme­ mişler. Daha sonra erkek çocukları ülkeden çıkarmak yasaklan­ dığından iyice saplanıp kalmışlar.”Yine de Tahran’ın en güzel yıl­ larını ben yaşadım, en eski gelinlerdenim,” diye övündü. Sözleri övünmekten çok avunmak gibi geldi bana. Kapı her çalındığında ikişer üçer salona giren Türk gelinleri matruşka bebekler gibiydi. Pardösü ve çarşafların içinden inadı­ na açık saçık kıyafetlerle çıkıyorlardı. Şaşkınlığımı fark eden Nilay kulağıma, “Bunlar bir şey değil. Iranlı taguti (İslam karşıtı, gü­ nahkâr) kadınları görsen inanamazsın. Astarsız, iç çamaşırsız şi­ fonlarla oturuyorlar karşımızda,” diye kıkırdadı. Arzu, Belma, Leyla, Mine, Asuman, Deniz ve diğerleri...Ad­ larını aklımda tutamasam da şefkatli bakışlarını asla unutamaya­ cağım Türk gelinlerinin arasındaydım. Hepsi 1 ¿'ırkiye ye okuma­ ya gelen Iranlı ¿öğrencilerle evlenmişler; İstanbul dan Adana ya ka­ dar, büyük kentlerimizden İran’a gelin gelmişlerdi. Kısacık da ol­ sa, tek tek hikâyelerini anlattılar ve benimkini dinlediler. I iepimizin ortak paydası aşk uğruna ¿özveri ve sıla ¿’izlemiydi.

121

Aralarında îranlı ailelere uyum sağlayanlar kadar kocasının ha­ tırına katlananlar da vardı. E n akıl almaz gelin-kaynana öyküleri­ nin sonu gelecek gibi değildi. Hepsinin yüreği kelimelere sığma­ yacak kadar doluydu. Birbirlerine sıra vermeden konuşuyorlar, ye­ ni gelen geline içlerini döküyorlardı. Yabancı gelinlere kısıtlı da olsa İran dan çıkış izni vardı ama özellikle erkek çocuklarının yurtdışına çıkarılması engelleniyormuş. Türkiye’ye gitmek şart oldu­ ğunda oğullar babanın ailesine emanet ediliyormuş ama dönüşünde oğlunu kendine karşı doldurulmuş, nefret içinde bulan Türk ana­ lar da varmış. Kız anneleri bu açıdan daha rahat gibi görünse de, kızlarını kendi gençliklerini yaşadıkları modern dünyadan uzak şe­ riat hükümleriyle yetiştirmek canlarını yakıyordu. îranlı kadınlann eşlerine ve ailelerine hiç yüz vermediğini, ken­ dilerini ağırdan sattıklarını, bu nedenle kayınvalidelerin saygılı Türk gelinlere kolay diş geçirdiklerini savladılar. Şeriata karşı kendile­ rince âsi bir dünya kurmuş olan îranlı kadınlardan yüreklendik­ lerini; dört duvar arasında canlarının istediği gibi giyinip dışarı­ da kapandıklarını söylediler. Birisi “Türkiye’de giymeyeceğim açık­ lıkta elbiseler giyer oldum,” deyince, bir diğeri “E , kocan ve biz de göz banyosu yapıyoruz,” diyerek kahkahalar attı. Tutucu ko­ casını “Hani bizde bir laf vardır: Sabah Kur’an, akşam Kur’an, gâ­ vurun kızı olsun bu evde duran,” diyerek şikâyet eden bir gelini b ir diğeri “At önüne pilavı, al parasını, İstanbul’da tüm erkekler senin şekerim,” sözleriyle avuttu. Sohbet ilerledikçe cinsel espri­ lerin dozajı artıyordu. Nilay bir kez daha açıklama yapmak gere­ ği duydu: — Bunlar iyice îranlı oldu şekerim. — Nasıl yani? îranlı kadınlar böyle mi konuşuyor? — Valla modem geçinen Tahranlı kadınlar bunlardan da be­ ter. Hanım toplantılarında porno kaset takıp anormal bir durum

yokmuş gibi sohbet edenleri bile gördüm. Dediği gibi; bu ülkede kadınlar kocaların önüne pilavı atıp paralarıyla gönüllerince ya­ şarlar. Aksini savunacak kadar taguti İranlı kadın tanımamıştım ama yine de bana uç örnekler verildiğine inanıyordum. Sohbet esnasında dikkatimi çeken en önemli ayrıntı Türkçe leriydi. Çocuklar aralarında Farsça konuşurken, anneleriyle Türk­ çe konuşmaya gayret ediyorlardı. Yıllarca ortak kelimelerle dolu Farsçayı dinleyip konuşmak Türk gelinlerin aksanlarını iyice bozmuştu. Artık hangisinin Türkçe hangisinin Farsça olduğunun ayırtında olmadan ortak bir dil oluşturmuşlardı. Sadece dil değil ortak bir yaşam şekliydi oluşturdukları... Bir aradayken kurallara kafa tutup coşsalar da, çaresizlik içinde kaderlerine boyun eğ­ mişlerdi. Onlar için İran’dan çıkış yoktu. Şatafatlı zenginlikleri içinde, kadın olarak manevi yoksulluk çeken Türk gelinleri her şeye rağmen İran’daki yalnızlığımın acı­ sını almıştı. Onlar da benimle aynı suçu işlemişler, bir Iranlı’ya gö­ nül vermişlerdi. Yarı açık hapishanemde yalnız değildim artık.

12'

BENDER-ABBAS

Ü lk e büyüklüğünde bir hapishanede yaşadığımı d ü şü n ecek kadar mahkûm ve mutsuzdum. Türkiye’ye dönm ekten başka ö z ­ gürlük şansım yoktu ama Ahmet elinde iki uçak biletiyle k arşım ­ da gülümsüyor; üç gün sonra B ender-A bbas’a, ‘yuvamıza g id e­ ceğimizi kendince müjdeliyordu. Benim olmayan bir kaderi ülkesindeki kadınlarla paylaşmam, şeriat hükümleri altında her türlü özgürlükten yoksun yaşamam olağan bir şeymiş gibi davranıyor, kendisi için katlandığım fed a­ kârlıkları görmezden geliyordu. Ona göre; bol paramız olacağı için çalışmamaya, başımı örtmeye, ev dışında bir yaşamı unutmaya kat­ lanabilir; diğer Türk gelinleri gibi yılda bir Türkiye’ye giderek kra­ liçeler gibi yaşardım. Bu adam A nkara’da âşık olduğum kişi ola­ mazdı. Özgürlük umutlarımla birlikte ona olan aşkım da gitgide azalıyor, Bender-Abbas’a gidiş benim için daha uzak bir hapishaneye nakilden başka bir anlam taşımıyordu. Tahran’da on günlük izin süresi hızla tükenirken hiç olm az­ sa Türk vatandaşı olduğumu belgelem ek için çabalıyordum. B e n ­ der-Abbas’a gitmeden son bir kez dışişleri bakanlığına gitm ek is­ tediğimi Ahm et’e söylediğimde sinirlendi. — Yine mi pasaport sorunlan... Bıktım artık. Elinde T ü rk p a ­ saportun var işte. Daha ne istiyorsun?

1 U n u m kızm a ne olursun? Biliyorsun .ıncak yabancılarla ev U trcm hhu.ı vıırtdışına çıkış ı/nı var. b en v a b a ıu ı o ld u ğum u hel g elem e/ sem , askerliğin b ilin c e sen d e y ıııu lış m a çıkam azsın. Men vlor A b h a s ç o k uzak ve bir daha kim bilir ne zaman gelebiliı iz Tah ran a O i t m e d e n şu işi d e h alledelim işle. N asıl h a lle d e c e k s in ? B ir h a b e r olsa ararlardı b a k an lık tan .

— Bilnm orum . Sen de ‘Doktor Bey diye herkes önümde iki buklıim oluyor’ divorsun ama torpil yapacak kimseyi tanımıyor­ sun — Ya aslında Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’ndan bir amiralle tanışmıştım. Ankara’da askeri ataşelik yapmış. On yılı aşkın Tür­ kiye'de okuduğumu ve bir Türkle evlendiğimi söyleyince epey il­ gilenmişti. Kartını verip, bir işin olursa beklerim demişti. İyi ki ak­ lıma getirdin. — Ciddi misin? Hadi ne olur kalk telefon et. Sadece üç gü­ nümüz var. Randevu al konuş. Yalvarırım. Lütfen. 11er şeye rağmen, benim için bir şeyler yapabilmek Ahmet’in keyfini yerine getirmişti. Çocukların gürültüsünden uzak konuş­ mak için çatı katma çıktı. Ben aşağıda kalıp çocuklarla ilgileni­ yordum ama heyecandan kıpır kıpırdım. Aklım yukardaydı ve dur­ maksızın içimden dua ediyordum. Biraz sonra merdivenlerden iner­ ken yüzü gülüyordu. — Gözünüz aydın hanımefendi. İkimizi yarın sabah kahve­ sine evine bekliyor. — Lvine mi? ... Beni de mi? ... — Evet canımen. Uzun yıllar Türkiye’de kalmışlar ya, seni de tanımak, ailesiyle tanıştırmak istedi. Zaten kendi de fiirk asıllı ve Türkiye’ye hayran.

Kiiçük. f>ir şato diyebileceğim konuta pastarların kontrolün ık*n geçerek girebildik. I iizmetJiJerin yol göstermesine rağmen, arni rai ve eşi bi/i salonun kapısında karşıladılar. Sanki bir akrabala­ rını karşılar gibi güleç ve içten... Türkiye’den gelen konuklarıyla Türkçe konuşmak IranJılar için en büyük ikram dı. Horasan Türklerinden olan amiral “HoşgcJdiniz,” derken kendisine uza­ nan elimi sıkmamak için, bir adım geri giderek hafifçe eğildi ve ba­ na uzatmasını beklediğim elini göğsüne yapıştırarak selamladı. Bir an İran kurallarını unuttuğum için kendime kızdım ve kızardım. Utandığımı fark eden eşi saçının ön kısımlarını açıkta bırakan eşar­ bını düzelterek, amiralin havada bıraktığı elimi sıkarak kendine çek­ ti ve sıkıca beni kucakladı. Sıcak karşılanma töreninden sonra girdiğimiz salonda bir an donakaldım. “Şatafat ve İran” ayrılmaz İkilisi bir kez daha karşımdaydı. Sağ yanımda tavana kadar döşenmiş yapay kaya parça­ larına üç dev istiridye kabuğu basamak gibi yatay olarak yerleşti­ rilmişti. Tepeden inen ince bir çağlayan görünümündeki su. bir istiridye kabuğundan diğerine dökülerek yeşillikler arasından sa­ lona akıyor, ikiye ayırdığı salonu küçük bir çay gibi geçip, sürgü­ lü cam kapı altından daha derine inerek sol yanımızdaki bahçeye ulaşıyordu. Salonun karşı yakasında kalan yemek bölümüne ise min­ yatür bir Japon köprüsüyle geçiliyordu. Yine yaldızlı, abartılı mo­ bilyalara rağmen yeşillikler ve su sesi huzur yansım ordu dört bir yanımıza... Sohbetimiz Türkçe cümlelerle başlasa da Farsça devam etti. Amiral, Şah zamanı Ankara’da askeri ataşelik >aprığını ve Türki­ ye’ye olan “muhabbetini” uzun uzun anlatırken sözlerini şöyle bi­ tirdi: “Küçük kızımın adı bile Türkçedir. Bmıik kızıma Farsça Der­ ya adı verince, kız kardeşine de Türkçe Deniz adını verdik. Tür­ kiye bizim en eski dost ülkemizdir. Karşılıklı dostane sözlerden

sonra Ankara daki İran Sefareti’nden gönderildiği halde bir tür­ lü dışişleri bakanlığında bulunamayan nüfus bilgilerimi ve nüfus kâğıdı sorunumu detaylı anlattık. Konuyla ilgileneceğini ve bizi ara­ yacağını söyledi. Sohbetimizin geri kalanı ise Bender-Abbas ve as­ kerlikle ilgiliydi. Gerçekten bu ülkede tıp mensuplarına inanılmaz bir saygı vardı. Diş doktoru olmasına rağmen Ahmet ‘Agha-ı Dok­ tor (Doktor Bey)’ ben ‘Hanum-u Doktor (Doktor Hanım)’ olarak abartılı bir saygı görüyorduk. İki saat sonra karşılıklı davetler ve iyi dileklerle amiral ve ai­ lesinin konutundan ayrıldık. Eve dönerken kafama takılan soru­ ları bir bir Ahmet’e sordum. — Hani Şah’m ordusu dağıtılmış ve subayları tek tek idam edil­ mişti? — Hepsi değil tabii ki. Humeyni’ye bağlılık yemini edenler kur­ tuldular ve hatta gördüğün gibi önemli mevkilere bile geldiler. — Anladım... Şah’ın bütün subayları idam edildi lafı da pa­ lavra o zaman... — Savak gizli servisinde çalışanlar ve Şah’a yakın subaylar idam edilmiştir. Düşünsene, hepsini yok etse din adamları savaşa han­ gi orduyla girecek? Sonuçta her devletin düzenli ve tecrübeli bir orduya ihtiyacı vardır. Hele de bu coğrafyada... — Sen de fark ettin mi? Bence evdeki hizmetlilerden çeki­ niyorlardı. Hanım başını yalandan şöyle bir bağlamıştı. Onlar oda­ ya girdikçe eşarbım düzeltiyordu. Amiral de elimi sıkmamak için geri çekilirken göz ucuyla kapıdaki korumaya bakıyordu. — Ben de Humeyni’yi kalpten desteklediklerini sanmıyorum ama ne yapsınlar? Bir asker olarak ülkesi savaşa girmiş, belki de ordudaki en yakın arkadaşları asılmış, kurşuna dizilmiş ya da kay bolmuş. Elbette isteseler kaçarlardı ama ipin ucunda ya da bıçak

sırtında da olsa İran'da yaşamayı göze almışlar. Allah yardımcıla­ rı olsun! — Sence arayacak mı bizi? — Kesinlikle arayacak. Seni çok sevdiler fark etmedin mi? He­ le sen Farsça konuşurken birbirlerine “çegadr barneze sohbet mi-

kone (ne tatlı konuşuyor)” dediklerini duymadın mı? — Bence de arayacaklar o zaman... *

*

str

Tahran’daki son günüm bavul toplamakla geçti. Meryem, Enzeli’de kalan çeyiz eşyalarımı daha sonra gönderebileceklerini söy­ lediğinde, Bender-Abbas’a saplanıp kalmak korkusuyla, zahmet etmemelerini söyledim. “Gidip geldikçe yavaş yavaş taşırız,” derken yalan konuşmanın utancıyla göz göze gelmemeye çalışı­ yordum. Ben daha gitmeden geri dönmenin hatta Türkiye’ye kaç­ manın planlarını yaparken, ailesi nihayet kocamla aynı evde ya­ şamaya başlayacağım için sevindiğimi sanıyorlar, bir an evvel çe­ yizimi yollamaya çalışıyorlardı. Onlar da omuzlarından büyük bir sorumluluk ve yük atmanın haklı rahatlığı içindeydiler. Mehrabad havalimanından Airbus tipi uçakla havalandık. İran Havayollarının amblemi olan mavi Pegasus formu duvarlara, ha­ lılara ve koltukları kaplayan kumaşa işlenmişti. Bu tür süslemeler Şah zamanından kalmaydı. Bugüne ait olan hostesler ise uzun la­ civert üniformalar giymiş, başlarını tıpkı firavun gibi üçgen şek­ linde kapatmışlardı. Az sayıda da olsa hâlâ hosteslik yapan kadınlar görmek sevindirdi beni. Tahran’a bin küsur kilometre uzaktaki Ben­ der-Abbas’a uçuş süresi normalde iki saatten fazlaydı ama savaş zamanı kesin bir süre verilemiyordu. Bölgeye İrak tan ha\ a saldı­ rısı olduğunda uçaklar rota değiştiriyor ve ilaha uzun siırede iniş yapıyorlardı.

129

o g ü n e k a d a r b in d iğ im

en b ü y ü k vc lüks u çakta, füze saldı-

n sı k o r k u s u y la B e n d e r -A b b a s ’ a d o ğru yol alırken A h m et'in sözle ıi h e r tü rlü teh lik eyi b ir an da unutturdu. G ö n ü l alıcı uzun cüm ­ le le rin in a ıd ın d a n b o m b a y ı b ir kez daha b ırakıverd i yüreğim e... 'K ir a la d ığ ım ' d e d iğ i evi b aşk a b ir evli çiftle paylaşacaktık. K o c a ­ m an açılm ış gözlerim e bakm am aya özen göstererek açıklam alar ya­ park en , b en im kulaklarım uğulduyor midem bulanıyor, ilk kez uçak tu tu y o rd u .

— Bak sen akıllı bir kadınsın. Beni anlayacağını ve hak ve­ receğini biliyorum. Geri kafalılıkla itiraz ederler diye bunu aile­ me bile söylemedim. İnan bana ev arkadaşlarımız çok iyi insanlar. E m ir de benim gibi deniz kuvvetlerinin hastanesinde askerliğini yapıyor, tıp doktoru. Eşi Minu’ya bayılacaksın. Bizim gibi çocuksuz ve çok modern bir çift. Tahran’ın köklü ailelerinden. Birlikte şeh­ rin en güzel evini kiraladık ama iki aile tutarsak ancak maaşımız yetecekti. Şimdi sana çok ters geliyor ama seni yanıma almak için başka çarem yoktu, inan bana ne olur canımen! Aslında onlar için de zor bir karardı. Şimdi bana kızsan bile, onları tanıyınca hak ve­ receğine eminim. Hem düşünsene, ben işe gidince evde yalnız kal­ mayacaksın. Ayrıca sen bu kadar mutsuzken seni ailemin yanın­ da daha fazla bırakamazdım. Ben ne yapıyorsam seni sevdiğim için yapıyorum. — Tıpkı bana, benden habersiz ve bin türlü yalanla, İran nü­ fus kâğıdı ve pasaportu aldığın gibi mi? Daha bu konudaki hata­ larını düzeltememişken şimdi de ‘ikimiz için yuva kurdum, ev ki­ raladım’ yalanıyla karşıma geliyorsun. Öyle bir yalan ve yanlış ki; ailene bile söylemekten çekiniyorsun. Peki, bu sevginin bana, hat­ ta bize ne kadar zarar verdiğini görebiliyor musun? Her yalanın la senden biraz daha kopuyorum Ahmet.

130

Y ü reğ im d e güven ve sevgiden eser b ırakm ayan kocam la bin kilom etre daha uzağa, daha güneye, daha dibe doğru gidiyordum . G ö k yü zü n d e uçaktaydım ama ruhum sanki b ataklığa saplanıyor , boğuluyordum . D akikalarca aptallığım a kızarak, k en d im e a c ıy a ­ rak sessizce ağladım . Ahm et ise pencereden dışarı b a k ıy o r - iç in ­ den gelse d e - şeriat kurallarınca elimi tutamıyor, beni avııtamıyordıı. Savaş bölgesine doğru binlerce metre yüksekte uçarken beni, uzak­ lardan fırlatılan bir Irak füzesi değil, aşkı uğruna her şeyden vaz­ geçtiğim yanı başım daki kocam yalanlarıyla param parça etm işti.

H!

İP E K KOKUSU

U ça ğ ım ız inişe geçtiğinde klim alardan kabine dolan b u h a r, dışarıdaki korkunç sıcağın habercisiydi. M erd iven lerd en in erk en fırın kapağı açılmışçasına yüzüme vuran sıcak, yapışkan n em iç i­ mi daha da bunalttı. Tanım layam adığım garip bir koku vard ı h a ­ vada. Biraz nem, biraz baharat, biraz deniz, b iraz... B iraz da b i­ linmeyen... D oktor E m ir bizi karşılamaya yalnız gelmişti. A h m et’le selamlaşmaları ev arkadaşı sam im iyetinden ço k m eslektaş resm i­ yeti taşıyordu. Alçak ses tonuyla gözlerini k açırarak konuşan bu çekingen, saygılı genç adamın her halinden iyi yetişmiş biri o ld u ­ ğu belliydi. Kapısmı açar açmaz ferahladığım klimalı arabasıyla ‘o r­ tak evimize’ doğru ilerlerken arka koltuktan etrafı inceliyordum . Ufuk çizgisinin toz ve hararet bulutlarıyla kaplandığı, en ufak b ir yükseltinin olmadığı kum rengi bir çöl coğrafyasındaydık. G eniş ve sakin bulvarların iki yanındaki ağaçlar bu şehirdeki en d eğ er­ li şeyi sağlıyorlardı: Gölge... Kaldırımlarda bezgin yürüyen insanlar zayıf ve koyu tenliydiler. Dizlere kadar uzanan yakasız göm lek ile şalvardan oluşan ince “Benderi” giysileriyle erkekler Iranlı'dan çok Pakistanlı’ya benziyorlardı. Kadınlar ise kara çarşaflarından arta kalan yüzlerini “şikaf” denilen deri siyah maskelerle kapatıyorlardı. Yalnızca çeneleri görünse de çölde yürüyen çadırlar gibiydiler. Ol-

konin on güncv ucuıula Parslardan yok Araplara ve PakistanlIla­ ra şakın b aşka b ir İran’daydım. Tek katlı, çatısız küçiik evlerin arasında kırmızı tuğlalarla örü­ lü yüksek ve geniş apartman kale suru gibi duruyordu. İç avluda pembe zakkumlarla çevrili yüzme havuzunu, sadece erkeklerin ve küçük çocukların kullandığını bildiğimden, içim burularak gör­ mezden geldim. En üst kattaki evin kapısında Doktor Emir’in eşi Minu bizi karşıladı. O kadar tanıdık ve güzel bir yüzü vardı ki, ba­ kışlarımdaki soruyu anlamışçasma elimi sıkarken “Jacklyn Kennedy” diye göz kırparak gülümsedi. Gerçekten ikizi kadar benziyordu. İlk karşılaşma anındaki gülüşmeler güzel bir dostluğun haberci­ siydi. İngilizce başlayan sohbetimiz Farsça devam ederken kur­ duğum her düzgün cümlede şaşkınlıkla beni kutluyor ve takdir edi­ yorlardı. Buz gibi alkolsüz biralarla kadeh kaldırırken hepimizin yüreğinde rahatlama, yüzünde gülümseme vardı. Cumartesi yani “şembe” haftanın ilk çalışma günüydü. Ahmet ve Em ir erkenden hastaneye gittiler. Öğleden sonra da muayene­ hanede çalışacaklarından bütün gün görüşemeyecektik. Minu ile o sabah kahvaltı sofrasında başlayan sohbetimiz akşam saatlerin­ de son bulurken birbirimiz hakkmda iki eski dost kadar bilgiye sa­ hiptik. Yıllardır aynı evde yaşıyormuşçasına, garip durumumuzu hiç yadırgamadan hem sohbet ediyor hem ev işleri yapıyorduk. Em ir ve Minu Tahran’da doğup büyümüşler. Minu nun ba­ bası Şah’ın ordusunda albay rütbesindeyken devrim olmuş ve bir süre tutuklu kalmış. Arkadaşlarından bir daha haber alınamazken babasının hayatı, geçmiş yıllarda iyilik yaptığı bir pastar şefi tara­ fından bağışlanmış. Hapishaneden döndükten sonra hemen he men hiç konuşmayan babasını anlatırken gözleri doldu. Minu, lesi kadar ülkesini de seviyordu. İran dan kaçanlara, ülkeyi lalara ve pastarlara bırakanlara kızıyordu. Emir ile aynı h-

de çalışırken devrimden bir yıl önce tanışıp evlenmişlerdi. O gün­ leri anlatırken dalgınlaştı, sesi buğulandı: “Devrimden sonra hastanedeki kadın personel merakla başımı örteceğim günü bek­ ledi. Her fırsatta kadın hakları ve özgürlüğüne dair konuşmalar yap­ tığımdan benim başımı örtmem onlar için son noktaydı. Sözde bas­ kı yoktu ama öyle olaylar anlatılıyordu ki, daha ilk günlerden iti­ baren birçok kadın başını örttü. İşlerini kaybetmek katlar can kor­ kusu da taşıyorlardı. Manevi baskılara birkaç av dayandım hatta uzun bir süre başını örtmeyen tek kadın bendim hastanede. Has­ talar bile tiksinerek bakıyorlar, tehdit dolu laflar atıyorlardı. Bir sabah çok şık giyindim, kapıdan çıkmadan aynaya baktım. O an artık boşuna direndiğimi, hastaneye başörtüsüz gidemeyeceğimi, baskılarla baş edemeyeceğimi anladım. Ağlayarak istifa mektubumu yazdım ve günlerce eve kapandım. Emir Tahran’da da askerliği­ ni yapabilirdi. O kabul etmiyor ama eminim direnişim yüzünden buralara gönderildi. Ben maddi sorunum olmadığı için ödün ver­ medim ama işlerini hatta canlarını kaybetmemek için boyun eğen, onlarca çaresiz kadın tanıyorum.” Sohbetimiz kapı ziliyle bölündü. Ahmet ve Emir kapıdan gi­ rer girmez iki kadının anlaştığını anlamış, rahatlamışlardı. Has­ tanedeki komik olaylar, nasıl tanıştığımız, nasıl evlendiğimiz gibi neşeli konulardan konuşularak akşam yemeği yendi. Yemek son­ rası çaylarla televizyon izlemeye oturulunca şaşırdım. Propagan­ da programları dışında bir şey olmadığından bu ülkede televizyon izlemeyi unutmuştum. Açılan ekranda karşı kıyıdaki Dubai tele­ vizyonunun İngilizce yayınını görmek benim için günün sürprizi oldu. Diziler, filmler, yarışmalar, reklamlar ve ülkemde bile olmayan renkli bir televizyon... Mutsuzluktan öylesine yorulmuştum ki, ar­ tık çocuklar kadar şen olmaya ve küçük olanaklardan büyük mut­ luluklar yaratmaya kararlıydım.

IV5

.dip ^ m î^ k T -ı v a n s ı r a s n u 'n ı,ava haa sıraktı- «m s o / ()c ■

. . , '

’ " 1 ,“ lu l« a n o t u , d ereced en fazla .s.yla akan

■ıınk ■ C :U V p en cere altlarındaki klim alar önüne ko• • • ^ .t u t u lu y o r d u . G ü n e ş te altm ış dereceyi bulan ısı nedeniy-

,U U

Veya arallıuia kûma lüks değil. zorunluluktu. En büyük te-

a et ha\ a saldırısında karartma nedeniyle elektriklerin kesilıme­ sı. yanı klimaların çalışmamasıydı. Bütün gece hava saldırısında... neler yapmam gerektiğini anlattılar. Pek sık olmasa da savaş uçak­ ları görüldüğünde sirenler çalar, anında elektrik kesilirmiş. Minu \anım da oldukça sorun yoktu ama her ihtimale karşı yalnız ya­ kalanırsam hemen gömme dolaba girmemi ve ikinci sirene kadar sakin nefesle mümkün olduğunca az oksijen harcamamı önerdi­ ler. \ üzümdeki endişeyi fark eden Minu hemen konuyu değiştirdi. — \ arın seninle şehrin çarşısına gidelim ama hava sıcak ol­ duğu için ancak dörtten sonra çıkabiliriz. — İyi olur. Ben de şehri merak ediyorum. Ya, hep soracağım unutuyorum . Sokaklardaki o garip sıcak koku ne Minu? Baharat, deniz, rutubet... Ne bileyim, buraya özgü tanımadığım değişik bir k oku , beni çok rahatsız etti. — H aa.. İpek kokusuuu... Daha doğrusu, buraya özgü ipek ağaçlarının kokusu. Ben de ilk günlerde çok yadırgamıştım ama artık alıştım. Senin kadar keskin almıyorum. İsm i kadar hafif olmayan ipek kokusu alışılacak bir koku gi­ b i değildi ama biliyordum ki; insan baş edemediği her şeyi yaşam içgüdüsüyle kanıksıyor, yok sayıyor ve bir süre sonra algılamıyordu. Ertesi gün şehrin çarşısına giderken Minu ipek ağaçlarını gösterıli. Ihlamur ağaçlarından tek farkı, ipek ip demeti gibi salkım saçak sarkan çiçekleriydi, ipek Farsça 'ibrişim' demekti. Heybet­ li ağacın, zarif inci kolyeler dizilmiş ibrişim gibi duran çiçeklen

lift

kuşunu dn kaclan.l.r k,l,yordu. I Iclc g eni, gölgesine paha b içile ­ mezdi. BU güzel aüacm ag.r kokusunu algilamadıgrm gun, artık Bender-Abbas’a alıştığımı anlayacaktım. Çarşı bir cadde üzerindeki tek veya çok katlı pasajlardan olu ­ şuyordu. Böylesine sıcak bir şehirde doğrusu akıllı bir çozum du. Güneşte çalışmanın ücreti gölgede çalışmaktan iki kat fazla olan bu bölgede insan ömrü ortalamasının sadece kırk yaş olduğunu söy­ ledi Minu. Az sayıdaki kadınların çoğu kara çarşaflıydı. Minu, Çar­ şaf ve şikaf zaten güneşten korunmak için Arap ve Afrikalı M üs­ lüman kadınların giyinme biçimi. Dikkat edersen bizim gibi dışar­ dan gelenler rupuş (pardesü-eşarp) kullanıyorlar,” diye açıklarken sanki çok üzüldüğü kıyafet konusunda bir savunma yapıyormuş gi­ biydi. Tanıdığım diğer îranlı kadınlar gibi giyimine ve bakımına özen gösteren Minu için başkalarının emriyle giyinmek, daha doğrusu, örtünmek, örtünmediği için işini kaybetmek tam bir işkenceydi. H e­ le de kendi ülkesinde istediği gibi giyinebilen yabancı bir kadının yanında... Ona göre, yaptığım en büyük fedakârlık ülkemi, ailemi, işimi, gücümü terk etmek değil, emirle ve zorla örtünmekti. Ahmet ve ailesi tarafından böyle takdir edilmediğimi; hatta beni sık sık “Ya bir gün Türkiye de İran gibi olursa?” sorusuyla huzursuz ettiklerini söylediğimde Minu, büyükbabasının ilginç söz­ lerini anlattı. “Büyükbabam, ‘lranlılar buğday tarlası gibidirler. Kuv­ vetli rüzgârla eğilir, sabırla bekler ve fırtına dindiğinde hiçbir şey olmamış gibi başlarını dimdik kaldırırlar. Osmanlı ise çınar ağa­ cı gibidir. Fırtınaya bütün güçleriyle direnirler. Dalı, yaprağTkırçlsa da güçlü kökleri sayesinde yeniden kendini onarır ve yeşerir’ derdi. Dilerim böyle bir fırtına sizi de vurmaz, vursa da eminim bizden farklı baş edersiniz.” Bunaltan sıcağa ve siyasi sohbete ilaha fazla d ay an am ay ıp , b i ­ raz alış-veriş ederek b ir saat içinde eve d ö n d ü k . K lim a la rın ö n ii-

M7

no evden çıkmadan bıraktığımız ‘serinletilmiş sularla’ dıış alma­ mıza \\' klimayı sonuna dek açmamıza rağmen ferahlamamız epey zaman aldı. Kskiden otuz dereceden fazla sıcağa tahammül ede­ mediğimi söylerdim ama artık her konuda tahammülü ve konuşmamayı öğreniyor, yana yana pişerek olgunlaşıyordum.

ADA RÜZGARI

A ylar birbirini kovalarken, günler birbirinin aynı da olsa kar­ deş kadar yakınlaştığım Minu ile yaşam oldukça kolaylaşmıştı. K i­ tap, dergi gibi şansımız olmadığından televizyon tek ve büyük eğlencemizdi. Dubai’nin Amerikan programları yayınlayan İngiliz­ ce televizyonunu izlerken sesini fazla açmamaya özen göstersek de, ‘devrim muhafızları elektronik aletlerle bizi tespit ederler mi?’ kor­ kusu taşıyorduk. Sadece İngilizce değil, tüm Körfez ülkelerinin saz­ lı sözlü Arapça şarkılarını alçak sesle de olsa izlemekten hatta “haliciye” (körfezli) danslarına eşlik etmekten kendimizi alamıyorduk. Gençtik, kanımız deli akıyordu. Her baskıcı, düzende olduğu gibi, gerçek ile asılsız söylendik ri birbirinden ayırmak olanaksızdı. Daima en kötü olanına inanmak +



daha çok heyecanlanmaktan, yasağa ilgiden başka işe yaramıyordu. Evlerden videoların baskın yapılarak toplatıldığım, izleyenlerin kır­ baçlandığını duysak da; el altından bulunabilen ünlü HolIywıxxi film­ lerinin video kasetlerini izlemek en büyük zevkimizdi. Kedersiz, kay­ gısız çocukluk günlerimizde sinemalarda ailelerimizle izlediğimiz o güzel filmlerle yeniden mutluluğa dokunuyorduk. Annelerimizin sev­ diği artistler bile aynıydı: Audrey Hepburn, Gregorv Peck, Doris Day, Rock Hudson... “Roma Tatili", “Yastık Kavgası”, “Kazablanka" derken bir gün film tutkumuzu bilen ve giriş katında oturan c\ sa-

139

bibimiz doktor hanım yardımcısıyla bir kaset gönderdi: “Doktor finago

Bu, çocukluktan genç kızlığa geçerken izlediğim en güzel aşk

t'.İmiydi. Neredeyse sahne sahne ezberimde kalan unutamadığım fil­ min kasetini sabırsızca videoya taktım. Buzdan kristalleşmiş evde­ ki aşk sahnelerini, steplere rengârenk balların gelişini, “Lara’nm Şar­ kısı 'nı, balalayka nağmelerini tekrar izleyecek, dinleyecektim. Y ü ­ zümde kocaman gülümsemeyle başladığım film sona yaklaştıkça yü­ züm asılmış, hüzünlenmiştim. İçimde yeniden çiçekler açtıran “D oktor Jivago” bir zamanlar algıladığım gibi büyük bir aşk filmi değil, aslında acıklı bir devrim filmiydi. Devrim komiteleri, el ko­ nulan aristokrat evleri, yasaklar, baskılar, marşlar, dağılan aileler... îlk izlediğimde göremediklerim yaşam deneyimlerimle el ele karşıma dizilmişti. Film bittiğinde şaşkındım. îlk kez izleyen M inu’ya duy­ gularımı anlatıp, "H er on yılda bir filmler, kitaplar yeniden elden geçirilmeli demek k i,” dedim. Benim gibi, henüz yirmili yaşların­ daki dert ortağım, can yoldaşım beni o an anlamasa da daha son­ raki yıllarda hak verdiğine ve beni andığına eminim.

Sadece kitaplar, filmler değil ilişkiler de belirli zaman dilim­ lerinde gözden geçirilmeli diye düşünüyordum. Uzun bir bekle­ yiş Ve sabrın ödülünü almıştım. Aylardır eşimle aynı evde huzur içinde yaşıyordum ama hâlâ yerine oturmamış, adlandıramadığım bir şeyler vardı. Sakin bir yaşam olmasına rağmen A hm et’i fazla göremiyordum. Tatil günleri bile ya hastane nöbeti, ya da mua­ yenehane randevuları vardı. Salonda ortak sohbetlerin dışında baş başa kaldığımızda sadece paradan, hastalarından konuşuyor; b e­ nim anlattıklarımı aklı başka yerde dinliyordu. Şikâyet hakkım ola­ mazdı, ikimiz için eşşek gibi çalıştığını söylüyordu. O nu sık sık ya­ tağın üzerine döktüğü, benim için kâğıttan öte anlamı olamayan paralan savarken buluyordum. Böyle anlarda istemesem de ilişkimizi

aklımın süzgecinden geçiriyordum. “Bir eylül akşamı karşıma çı­ kan romantik sevgili bu adam olamaz,” diye düşünürken için için beklediğim müjde önemsiz bir haber gibi dudaklarından dökiiliiverdi: “Tahran’dan, önce amiral, sonra da bakanlıktan Eraghi Bey aradılar. Resmi yazıyı bulmuşlar. Türk vatandaşı olduğun is­ patlanmış ve yeni kimliğin hazırmış.” Bir an nefesim kesildi, ku­ laklarım uğuldadı, yüreğim hızlandı ama sakinliği inanmamı en­ gelliyordu. Birkaç yemin sonrası emin olduğumda sevinçten de­ liye dönmenin ne demek olduğunu anlamıştım. Elimi ağzıma ka­ patıp çığlıklarımı tutmaya çalışırken yatağın üzerinde zıplıyor, say­ dığı para destelerini dağıtıyordum. Durup durup boynuna sarılı­ yor, öpücüklere boğuyordum. Minu eşiyle odasına çekildiğinden ancak sabah bu mutluluğu paylaşabilirdim. Ahmet yıllardır ilk kez beni bu kadar mutlu görüyor ama içtenlikle paylaşmıyordu. Sitem dolu bir ses tonuyla; — Eh artık annenleri ziyarete gidebilirsin. Kafeste, hapiste de­ ğilsin hanımefendi. — Ne zaman gidebiliriz Tahran’a? Tatilin, iznin ne zaman? Bu aralar resmi tatil filan yok mu? Bak bir sürü paran, muayene­ hanen var artık. Emir ve Minu da var, yalnız değilsin. Beni gön­ derebilirsin Türkiye’ye. Gönderirsin, değil mi? — Gönderirim tabii ama iznime daha iki ay var. Hastalarımı da ayarlamam lazım. Çok yorgunum, hadi yatalım artık. Sabah er ken kalkacağım, biliyorsun. İçim içime sığmıyordu. İran’a geldiğimden beri ilk kez o ge­ ce kocamla sevişmeyi bu kadar yürekten istedim. Bedenimin, ru humun teşekkürü, belki de vedasıydı bu... Arzuyla sokuldum ama o çoktan uykuya dalmıştı.

Minu'ya müjdeyi verdiğimde abartılı bir sevinç göstermedi. Benim için sevindiğini ancak ayrılacağımız için üzüldüğünü söy­ ledi. Bu, aylardır dertleştiğim can yoldaşımdan beklediğim bir tep­ ki değildi. Sanki bana söyleyemediği başka şeyler var gibiydi. Bel­ ki de bir daha dönmeyeceğimi sezmişti ama o an hiçbir şey key­ fimi bozamazdı. Şarkılar mırıldanarak ev işlerine daldım. Öğlene doğru gelen telefon neşemi daha da artırdı. Minu, ev -daha doğ­ rusu apartm an- sahibemiz doktor hanımın hafta sonu tüm kira­ cılarını havuz kenarında mangal partisine davet ettiğini söyledi. Ka­ rı-koca doktor olan ev sahiplerimiz sadece kendi gibi düşünen tıp mensuplarına evlerini kiraladığından bir tür lüks lojmanlarda otu­ ruyor gibiydik. Yani partiye başı bağlı kimse gelmeyecek, kendi aramızda eğlenecektik. Nihayet boş zamanlarımda elimde dikti­ ğim kırmızı çiçekli elbisemi giyip bu şehirdeki tek etkinlik olan man­ gal partisine gidecektim. Havuz başı mangal partisini hemen oturup annemlere yazdım. Aylardır onlara mutluluk masalları ile süslü mektuplar yazıp, olay­ ların pembe yüzüyle avutuyor, aldığım kararların yanlışlığını bile bile savunuyordum. Ben yeterince pişman ve mutsuz olmuş, bur­ numu sürünüştüm. Onları da mutsuz etmeye hakkım yoktu ama artık yazacak gerçek ve güzel haberlerim vardı. Türk vatandaşı ol­ duğuma dair kaybolan resmi yazı bulunmuştu, iki ay sonra kavu­ şacaktık ve kırmızı çiçekli elbisemi giyip bir havuz başı partisine gidecektim. Mektubu adadaki yazlık eve yazdığımdan sonuncu mut­ luluğumu pek idrak edebileceklerini sanmıyordum doğrusu. Zarfı kapatırken, aileme hiç söz etmediğim, elektriklerin ke­ sildiği günü anımsadım. Mutfakta bulaşık yıkarken savaş filmle­ rinde ve 10 Kasım larda işittiğim acı siren sesiyle irkildim. Bulut­ suz mavi gökyüzünde uçaksavar ateşinin çizgi çizgi verev ışıkları çakıyordu. Minu sakin görünmeye çalışarak “Korkma, ayrı göm­

me dolaplara girelim ki oksijen yetsin,” dedi ve odalarımıza dal­ dık. Dolabın içinde ne kadar kaldığımı anımsamıyorum ama su­ san klimalarla insanların tenleriyle de nefes aldığını anladım. Do­ labın kapısı yarı açık olmasına rağmen, sıcak ve azalan oksijenle sanki kollarıma, yüzüme ince bir çimento tabakası yayılıyordu. Be­ denim gitgide ağırlaşıyor, güçlükle nefes alıyordum. Dualarla da­ yanma gücü dilerken, bahçedeki havuzdan kulaç sesleri gelmeye başladı. İkinci sirene kadar sabredemeyen bir erkek vüziiyor ol­ malıydı, zira bu ‘kurtarılmış’ apartman avlusunda başlarını açabilseler de havuza girecek kadar özgür değildi kadınlar... Sıcak­ tan boğulup erirken suyun şapırtısını dinlemekten büyük bir iş­ kence olamazdı. Kulaklarımı ve gözlerimi kapatıp annemleri dü­ şündüm. Bu saatlerde adada denizden yeni çıkmış, pülür püfür ba­ dem ağacının altında sabah kahvelerini içtiklerinden emindim. Be­ nim de orada olmam gerekirken, neden bir dolabın içinde ölü­ yordum? Bu kadar cezayı hak etmek için ne yapmıştım? Ağlamak oksijeni tüketebilir diye hıçkırıklarımı yutmaya çalışırken ikinci si­ ren sesi şehri, evi, dolabı doldurdu. Kendimi yatağa atıp bağıra bağıra ağlarken yanıma gelen Minu gözleri dolu dolu saçlarımı okşuyor “Şiişşşt, tamam, geçti, bit­ ti, ağlama ne olur?” diye beni avutuyordu. Duş alırken, okyanus ve okyanus kadar güzel bir havuzun kıyısında yaşamama rağmen susuz çöllerde kavrulduğumu, hayatımın çelişkiler yumağı oldu­ ğunu düşündüm. Elektriğin gelmesiyle çalışan klima sanki ada rüz­ gârı gibi içimi serinletti.

ALDATMA

B e k le n e n havuz başı m angal p artisin e h a z ırla n ıy o rd u k . A h net aynada hayran hayran saçlarına, bıyıklarına şekil v erirk en ,

B i-

iyor m usun hastanedeki h an ım lar araların d a an k et y a p m ışla r. E n /akışıklı beyaz göm lekli beni seçm işler. E e e , şu g ö z le rim y e t e r î ’ ledi. G ülüm sem eye çalıştım am a kıskançlık ateşi y ü zü m ü ç o k ta n uzartmıştı. Aslında ayna karşısında ve evden uzak ta d ah a tazla varit geçirm esinden şü p h elen iyord u m am a on u n u ğ ru n a vazgeçt­ iklerim den sonra beni b aşka b ir kadınla a ld a ta b ile ce ğ im d ü şü ıemiyordum^ H em en unutmak mutluluğun sırlarından biriydi. B u n :a zam an dayanabilm em in n e d eni ü zü ld ü ğü m olayları u n utm ak^ 'aşanm am ış saym aktı. K ö tü d ü şü n celeri k afam d an k o v u p k ırm ı:ı çiçekli elbisem in aynada keyfini çık ard ım . H ep birlikte evden çıkarken birden korkuyla, v ü cu d u m a b in ­ erce iğne b atarcasın a irkildim ve elim b aşım a gitti. E şa rb ım yoku. K üt kesilmiş siyah saçları ve açık bej k eten elbisesiyle b ir m eek kadar güzel M inu ile göz g öze gelin ce ne k ad ar dalgın o ld u ­ ğumu anladım . Avluya iniyor olsak da, evin kapısından eşarp taknadan çıkm anın lüksünü yaşıyorduk. Paniklem iş h alim e b en b ie güldüm . (Bu refleksten ülkem e d ö n ü n ce de uzun b ir sü re k u r ­ ulam adığım ı itiraf etm eliyim .)

145

A\ luya inçliğimizde apartman sakinlerinin dışında hastaneden de birkaç doktorun davetli olduğunu gördük. Kale surları gibi dört­ gen apartman bizi dış dünyadan koruyordu. Müzik çalmadıkça sorun \oktu. F„v sahiplerimizle bir süre konuştuktan sonra Ahmet benimle tanışmak isteyen bir meslektaşını yanıma getirdi. Üniversite mezunu bütün İranlılar gibi, ben Farsça konuşmakta ısrar ettik­ çe o İngilizce konuşmakta direniyordu. Ülkelerini dini rejime terk edip kaçmayan İranlılar tanışır tanışmaz adeta savunmaya geçiyor, yakında bu karanlık günlerin biteceğini, eski çağdaş İran’ın yeni­ den canlanacağını, hatta Şah’ın oğlunun geri döneceğini söylü­ yorlardı. Bütün bunları İngilizce anlatırlarsa, yabancıların daha iyi anlayacağını sanıyorlardı. Benimle tanışmak isteyen diş doktoru da bu tür konuşmalar yapacak diye beklerken, uzun ve güzel cüm­ lelerle takdirlerini dile getirdikten sonra anlatmaya başladı: “Biz küçük bir aileyiz. Annem, babam, kız kardeşim ve ba­ baannem var. Bütün akrabalarım yurtdışına, daha önce yerleşen­ lerin yanlarına kaçtılar. Kardeşimin ve benim geleceğimiz için biz de gitmek istiyorduk ama babaannemi bir türlü razı edemiyorduk. Türkiye sınırına yakın bir şehirde olduğumuzdan dağlardan ka