141 117 4MB
Turkish Pages 112 Year 2019
AHMED YÜKSEL ÖZEMRE
ÜSKÜDAR’DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
26.BASKI
KUBBEALTINEŞRİYÂTI - 42
1. Baskı: 1996 2. Baskı: 1997 25. Baskı: 2018 26. Baskı: 2019 Kubbealtı İktisâdi İşletmesi Peykhâne Sk. No: 3 34126 Çemberlitaş - İstanbul Tel: (0212) 516 23 56-518 92 09 Faks: (0212)638 02 72 © Bu kitapta yayımlanan yazıların bütün haklan Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfi’na aittir. Tamamı ya da bir bölümü izin alınmadan, fotokopi dâhil, optik, elektronik ya da mekanik herhangi bir yolla kopyalanamaz, çoğaltılamaz, basılamaz, yayımlanamaz.
info@kubbealti. org. tr www.kubbealti.org.tr Dizgi
Kubbealtı Dizgi Merkezi Kapak Tasarımı
Burcu Kayalar Çizimler
Dr. İ.Aydın Yüksel Baskı
Arı Matbaası, Sertifika No. 31900 Ocak-2019 ISBN 978 -975 -7663 - 2 6 - 3
İÇİNDEKİLER Müellifin Takdîmi .................................................... 7 Takrîz ....................................................................... 9 Aktar Hocalar ......................................................... 13 Attâr Dükkânı ......................................................... 18 İrfan Meclisi Olarak Dükkânın Müdâvimleri ..................................... 23 Attârlık Erkânı ........................................................ 27 Babam İle Sâim Efendi Arasındaki Muhabbet ........................................ 38 Sâim Efendi Amca ve Mustafa Ağabey ................................................ 45 Düzgünman’lar ve Fakîr ........................................ 51 Eşref Efendi Amca ................................................. 57 İskele Câmii Baş İmamı Nâfız Uncu Hoca ............................................... 65 Ahmed Celâleddin (Baykara) Dede ....................... 69 Mortucu Salih ........................................................ 73 Sükûtî Dede ve Arap Hoca .................................... 77 Takunyacı Kemâl .................................................. 81 Eşref Efendi Amca’mn Fakire Himmeti’nin Semeresi ...................................... 83 Düzgünmanlar’ın Âile Hayâtında Değişiklikler .................................... 87 Eşref Efendi Amca, Mustafa Ağabey Fakîr ve Efendilerim Hazerâtı ........................... 90 Mustafa Ağabey’in Son Yılları .............................. 95 Attâr Dükkâm’nın Son Demleri ........................... 107
MÜELLİFİN TAKDİMİ Üsküdar'da, sâhipleriyle ailem arasında hasbî bir dost luk ve derin bir muhabbetin mevcûd olduğu bir "Attâr1 Dükkânı" vardı. Bu dükkân sâdece ihtivâ ettiği envâ'ı çeşit metâ' ve sâhiplerinin müstesnâ şahsiyetleri bakımından de ğil, fakat pekçok ehl-i irfân ve ehl-i san'atin de bir toplantı ve sohbet mahalli olması bakımından ilgi çekerdi. Üskü dar'a has bâzı meczûbîn dahi, uğradıklarında, hüsn-i kabûl gördükleri bu dükkâna nev'i şahsına münhasır bir başka ha va verirlerdi. Üç yaşımdan îtibaren tam 53 sene bu "Attâr Dükkânı nın sâdık bir müdâvimi, sâhiplerinin ise üç nesil boyunca dostu oldum. Bu dükkân nice mânevi sohbetlerin, nice dostlukların, nice himmetlerin, nice hayırların, nice tefek küre şâyân ibretlerin, nice rahmânî füyûzâtın, nice irşâdların sebebi ve mihveri, benim de mânevî eğitimimin ve kül türümün en mühim kaynaklarından biri olmuştur. 1994 senesi Ramazan’ında, içimde, bu "Attâr Dükkâ nı" ile ilgili olarak yaşadıklarımdan hâfızamda yer etmiş olanları yazıya geçirmek hususunda bir heves doğdu. O sı ralarda bir kültür ve san'at dergisi yayınlama hazırlıklarıyla
1
Attâr:Güzel kokular (yâni "ıtırlar =ıtriyyat) ve bunların yanında şifalı otlar, ba harat... vesaire satan.
8
/ ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
meşgûl olan dostum Rahim Er de beni bu istikâmette cesâretlendirince, 17 gün ve 17 gece kendimi bu işe öylesi ne kaptırdım ki zevcem bile günlerce: "Hû! Akşam ezanı okundu. Hadi artık attâr dükkânından çık da gel iftar et!" diye latife yollu târizde bulunur olduydu. Bu hâtıratın bugünkü hâlini iktisâbında pekçok dostu mun izhâr ettiği yakın ilgi büyük rol oynamıştır. Bunların başında ise isâbetli müdâhale ve hatırlatmalarıyla lûtufkâr himmetlerini esirgememiş olan Ahmed Düzgünman, Ali Haydar Düzgünman, neyzen Niyazi Sayın ve Uğur Derman dostlarım gelmektedirler. Hepsine ve kezâ bu hâtıratı ya yınları arasına almaya karar veren "Kubbealtı Akademisi Kültür ve San'at Vakfı"na ve kitaba o güzel, buğulu çini kalemi çizgileriyle bir başka hayâtiyet bahşetmiş olan Ay dın Yüksel Beyefendi'ye hâssaten minnettârım. Ahmed Yüksel ÖZEMRE
TAKRİZ5 Üsküdar ki, beşyüz küsûr yıl evvel Feth-i Mübîn'i sey redebilmiş yegâne belde olmakla müftehirdir ve o zaman dan beri Âsitane karşısına hüsn ü ânıyla yerleşmiş bir "ha yâl şehir"dir; hem de kırk yıl öncesine kadar bu câzibesini azçok muhâfaza edebilmiştir. Üstelik, hükemâsı, üdebâsı, şuarâsı ve esnâfıyla kendine yetmeyi de bilmiştir. İslâmbol ise, Kâbe toprağı Üsküdar'ın dost bakışlarıyla, beldetün tayyibetün6 olmayı hakketmiştir, denilse yeridir. İşte azîz Üsküdar'ın bir aziz evlâdı, kadîm dost Ahmed Yüksel Özemre'nin, neredeyse iki yıl önce, postadan çıkan latîf bir sürpriziyle karşılaştım: Üsküdar'da Bir Attâr Dükkânı. Büyük bir hazz ile okumaya başladığım bu met ni, sonunu bulmaksızın, elimden bırakamadım. Nasıl bıra kabilirdim? İçinde geçen isimlerin bâzıları ile nâçizâne ül fet etmiş biri olarak hangi yıllara gitmedim ki... Burada anılan zevât arasında kaybettiklerimiz, sâdece vücûdlanyla değil, şahsiyetleriyle de yerine konulmaz kimselerdi. Bü 5
Eskiden, bir kitabın başına, müellifinin arzusu ile, konunun yabancısı olmayan bir başkası tarafından yazılan takdim yazısına bu isim verilirdi. Şu hâtırat, 1950'lere kadar devam eden bu geleneğin ihyâsına belki vesile sayılır.
6
Rivâyet olunur ki, Akşemseddin Hazretleri, "bir güzel belde" mânâsına Kur'ân-ı Kerim'de (XXXIV/15) yer alan bu ifâdenin ebced değeriyle 857'yi göster diğini; bunun ise o devir için "güzel belde" tarifine uyan Kostantaniyye'nin hicri târihle- fetih yılı olacağını Sultan II. Mehmed'e hatırlatarak, mânevi tebşâratta bulunmuştur.
10 / ÜSKÜDAR'DA BÎR ATTÂR DÜKKÂNI
yük bir vukufla ve kelimelerle çizilen portreler arasında, -dünyâ hayâtındayken bile ebedî âlemin rüzgârıyla solukla nan o velî tabiatliler bahsimizin fevkinde- meselâ bir Sâim Efendi Amca bugünün insanı için "yaşadığına inanılmaz" gibi görünebilir.Ama otuzbeş yıl öncesine kadar, Üsküdar' ın dünyevî ve mânevi hayâtına, kendi çapında, ağırlığını koyabilmiş ve meziyetlerini çocuklarına da aktarabilmiş iş te böyle bir zât mevcûddu. Mustafa Ağabey ise, dükkânda kendisinden, kıymet taşıdığı o yıllarda, 50 kuruşluk çekil miş karabiber almak isteyen -buraya dikkat: tanımadığı- bir müşterisine, bayatlayınca kokusunu kaybedeceğini hatırla tarak, 25 kuruşluk vermeyi teklif edebiliyor; kasasına daha fazla girecek paranın câzibesine kapılmıyordu! Aklımdan hep geçirmişimdir: Yahyâ Kemâl'in Üsküdar'ı anlatan "Hayâl Şehir"indeki: Ebedî mağfiretin böyle bir ikliminde, Altının göz boyamaz, kalpı kadar hâlisi de! beyti, acaba şâirin bu attâr dükkânına -hiç bir zaman vuku bulmamış- hayalî bir ziyâretinden sonra mı kâğıda dökül müştü? Çünkü târif edilen iklîm sanki burasıydı... Özemre kardeşimin, yarım asırlık ahvâlini gönülden kaleme aldığı attâr dükkânı -ne yazık ki- artık yok. Batı'mn yüzyıllara göğüs gerebilmiş böyle müesseselerini görüp de, buna gıpta etmemek mümkün değil... "Bizde, müesseselerin devamlılığı niçin korunamaz?" sorusunun cevabını "Ya radan 'dan başka herşeyin tükeneceği" (Kur'ân-ı Kerîm, XXVIII/88) inancının getirdiği bir "dünyâ malını umursa mazlık" keyfiyetinde aramak, kanaatimce hakkın çok uza ğına düşmek olur. Ancak, toprağımızın insanlarında sıkça yara alan kıymet hükümlerinin, bu tükenişteki tesiri mu hakkak ki pek büyüktür.
TAKRİZ / 11
Târih şuûruna erişmiş her okuyucunun da Üsküdar'da Bir Attâr Dükkânı'm, bencileyin, böyle buruk duygularla bitireceğini zannediyorum. M. Uğur DERMAN İstanbul, 5 Ocak 1996
12 / ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
Ahmed ve Mustafa Düzgünman Attâr Dükkânında (1974)
AKTAR HOCALAR Babamla Sâim Efendi7 Amca'mn hangi vesile ile tanı şıp dost olduklarını bilmiyorum. Ama dost olmalarını ge rektiren pekçok ortak hasletleri bulunduğunu beş yaşımdan beri berrak bir biçimde idrâk etmeğe başlamıştım. Her iki sinin de İslâm'ı dolu dolu yaşayan samimî birer müslüman, hâfız ve Hazret-i Peygamber muhabbetiyle meşbû' olması nın bu dostluğun temelini teşkil ettiği âşikârdı. Babamın ondan, en az on yaş daha küçük olması muhtemeldi. Ba bam ona "Sâim Efendi", o da babama "Hâfız Bey" veyâ "Nûrullah Bey" diye hitâb ederdi. Sâim Efendi Amca (Sâim Düzgünman) nûrlu vechini gür ve diri bir sakalın çerçevelediği, geniş alınlı, hafif çıkık elmacık kemikli, ince ve kavisli kaşlı, nâfız nazarlı, ortaya yakın uzun boylu, zayıf fakat kavi yapılı bir zâttı. Dâimâ yakasız gömlek, mes ve onun üzerine de lâstik pabuçlar gi yerdi. Zaman zaman kendisini rahatsız eden, ama hizmet şevkinin önünü asla kesemeyen astım illetine müptelâ idi. Üsküdar Mahkemesi başkâtibi merhûm Ahmet Şâkir Efendi'nin oğlu olan Sâim Efendi Amca, Mimar Sinan Ha 7
Bu yazıda "efendi" kelimesinin sıkça yeraldığını gören okurlarımız şaşırabilir. Eskiden dinî ve kazâî ilimleri meslek edinenler "ilmiyye sınıfı" olarak adlan dırılır, mânevî ve tasavvuf! konularla uğraşanlar da bu zümreye dâhil edilerek, topluca hepsi "efendi" unvanıyla anılırdı. Daha sonra gayrı müslimlerin dok torları da "efendi" diye anılır oldulardı.
14 / ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
mamı'mn güney cephesine paralel, ama şimdi artık mevcûd olmayan Boyacı Sokağı'nda, refikası Şükriye Hanım ve üç çocuğu ile birlikte iki katlı, mütevâzı', ahşap bir evde otu rurdu. Şükriye Hanım Teyze son devrin en büyük ta'lîk hat ve ebrû üstâdı, Üsküdar Gülnûş Vâlide Sultan Camii (Yeni Câmi)'nin baş imâmı Hezârfen8 Necmeddin Okyay Hoca nın (1883-1976) anne tarafından yeğeniydi. O da dayısı gi bi nûr yüzlü, sakin, sessiz ve pek muhterem bir hanımdı. Oğullan Ahmed Ağabey Sultanahmed Akşam San’at Okulu'na ve Mustafa Ağabey de Devlet Güzel San'atlar Akade misine devam etmekteydiler. Kızlan Sâime Abla ise anne sine çekmişti; sessiz, sâkin, nûr yüzlü, peri gibi güzel bir kızdı. Ahmed Ağabey'in devam ettiği Sultanahmed San’at Okulu’nun kurucusu, Sultantepesi'ndeki Özbekler Tekkesi meşâyıhinden, büyük ebrû üstâdı (o da "hezârfen" lâkabıy la meşhûr) Şeyh Edhem Efendi’dir (1829-1904). Bu tekke, Üsküdar'ın mânevi kültürüne yön vermiş olan dört büyük tekkeden biri olduğu gibi, Şeyh Atâ Efendi'nin (vefatı 1936) zamanında da İstiklâl Harbi'ne katılmak için Anado lu'ya kaçanlara irtibât merkezi rolünü oynamıştır. İsmet İnönü, Mehmed Akif Ersoy, Hâlide Edip Adıvar ve daha niceleri hep Özbekler Tekkesi aracılığıyla Ankara'ya inti kâl edebilmişlerdir. Bu dört tekke arasında, kıdem bakı mından, Aziz Mahmüd Hüdâyî Dergâhı ilk sırayı işgal et mekteydi. Diğer ikisi ise Tabutçulariçi’ndeki Sandıkçı Der gâhı ile Doğancılardaki Nasûhî Dergâhı idi. Sâim Efendi Amca, kardeşi Bekir Efendi ile, Hâki mi yet-i Milliye Caddesi'ndeki 104 numaralı dükkânda attârlık 8
Birçok san'atta behre sahibi olanların, "bin san'at" mânâsına gelen '‘hezârfen" tâbiriyle yâd edildikleri bilinir. XVII. asırda, taktığı kanatlarla Galata Kulesi'nden Üsküdar'da Doğancılar semtine kadar uçmayı başaran Hezârfen Ahmed Çelebi de bunlardan biridir.
AKTAR HOCALAR / 15
etmekteydi. Ben doğmadan önce, şimdi yerinde yeller esen eski Üsküdar Merkez Karakolu'nun karşısındaki bir dük kânda imişler. Hattâ babam, işsiz olduğu bir gençlik döne minde, bu dükkânda bir müddet çıraklık bile etmiş. "Attâr" kelimesini "aktar" diye telâffuz eden Üsküdar ahâlisi, onla rı kısaca "Aktar Hocalar" diye anardı. Bekir Efendi, görü nüş olarak çok benzediği ağabeyinden biraz daha uzun boylu, fakat celâllice bir zât idi; Sultantepesi'nde Özbekler Tekkesi'ne yakın bir yerde otururdu. Sâim Efendi'nin fîsebîlillâh hizmete teşne ve âmâde oluşundaki lâtif cezbe, kendisini kardeşinden ayıran bir başka önemli husûsdu. Babam, Sâim Efendi'den dâimâ, maddî ve mânevi sı kıntıda olanların hizmetine gizlice yâhut âşikâre koşan müstesnâ bir zât olarak bahseder ve hattâ, Birinci Cihan Harbi sırasında İstanbul'da gassâl fıkdânı ortaya çıkınca, yıllarca Üsküdar'ın bütün mevtâlannı fîsebîlillâh gasletmiş olduğunu anlatırdı. Attârlığının yanında, Sâim Efendi imamlık da yapıyor du. Önceleri Sultantepesi'ndeki Abdülbâkî Câmii imamlı ğında bulunduktan sonra, Paşalimanı Câmii hatipliğine ge tirilmiş ve en son olarak da Azîz Mahmûd Hüdayî Câmii’ne imam olmuştu. Bu arada Necmeddin Hoca'ya Yeni Câmi’de vekâlet ettiği de olurdu. Gerek Necmeddin Hoca, ge rekse Sâim Efendi mûsikîye vâkıf, güzel sesli hâfızlardı. Hele Necmeddin Hoca'nın o lâtif, pürüzsüz, ince, tannân ve edâlı sesini bugün dahi duyar gibiyim. Kur'ân'ı, babam gibi "Üsküdar ağzı Kur'ân tilâveti"ne uygun okurlardı. Necmeddin Hoca da, Sâim Efendi Amca da, kendi ye tişme çağlarının en büyük Kur'ân tilâvet mürebbîsi sayılan Kaptanpaşa Câmii İmamı Ahmed Nazif Efendi'nin (18611931) talebelerinden olan babamın tilâvetindeki şiveyi, tavrı ve mûsikîye vukûfunu çok takdir ederlerdi. Nazif
16 / ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
Efendi’nin diğer bir müstesnâ talebesi de, uzun yıllar Ye raltı Câmii başimâmlığı vazifesinde bulunmuş olan mer hum Hâfız Ali Üsküdarlı’dır (1885-1976). Hâfız Ali Efendi'nin müstesnâ talebelerinden biri de, Allah ömrünü tezyîd etsin, Hâfız Kâni Karaca'dır.
Hezârfen Necmeddin Okyay Hoca
AKTAR HOCALAR / 17
İmamların, kıldırdıkları namazın tavrına göre, cemaati fevkalâde tesir altında bırakabildiklerini, çocukluğumda Necmeddin Hoca ile Sâim Efendi Amca'nın arkalarında kılmış olduğum namazlardan, ve bilhassa terâvih namazla rından, bilmekteyim. Kıldırdıkları namazla cemaate onlar kadar inşirâh, neş'e ve letâfet bahşeden imamlara, maale sef, bir daha hiç rastlayamadım. Onların arkasında namaz kılan bir insan, namazın bittiğine hayıflanırdı.
ATTÂR DÜKKÂNI Aktar Hocalar'ın dükkânı, o târihlerde metrûk ve harap bir durumda bulunan Mîmar Sinan Hamamı'nın Hâkimiyet-i Millîye Caddesine bakan batı cephesine bitişik, ama aynı sıradaki diğer dükkânlara nisbetle caddeden içerlek olan üç dükkânın tam karşısına tesâdüf etmekteydi. Attâr dükkânına baktığınızda, ona bitişik dükkânlardan soldaki Mehmed Bey'in, sağdaki ise Celâl Bey'in berber dükkân larıydı. Berber Mehmed Bey'in dükkânının yanında, Gülfem Hâtûn Câmii'ne giden sokağın köşesinde bir başka attârın, attâr Edhem Efendi’nin ikinci dükkânı bulunurdu. Edhem Efendi'nin diğer dükkânı da Merkez Karakolu'nun hemen bitişiğindeydi. Üsküdar'daki sonuncu attâr dükkânı ise, gene aynı cadde üzerindeki attâr Fâik Efendi'nin dük kânıydı. Fakat çeşit bakımından en zengini Sâim Efendi Amca'nınkiydi. Yarım asır öncesinin Üsküdar'ı gürültüsüz, âsûde bir belde idi. Nüfûsu ancak kırkbin kişi civârındaydı. Sabahla rı hemen her mahallede önce bülbüller şakır; akabinde de horozlar öterdi. Hâkimiyet-i Milliye Caddesi'nin kat'ettiği çarşı dahi günün büyük kesiminde sessiz olurdu. Hele bir yaz günü Sâim Efendi Amca'nın dükkânından etrâfı dinler seniz, öğleden sonrasının o rehâvet bahşeden sessizliğinin ancak: zaman zaman caddeden geçen Kadıköy tramvayla
ATTÂR DÜKKÂNI / 19
rıyla, Şekerci Güzeli9 Haşan (Alptekin) Bey'in odun depo sundaki hızarın muttarid vınlamalarıyla ve bir de, İş Ban kası Üsküdar şûbesinin şimdiki yerinde bulunan Taşçıbaşı Kıraathânesi'nin karşısındaki kurukahvecinin dibeğinin rit mik darbeleriyle ihlâl edildiğini fark ederdiniz. Sâim Efendi'nin dükkânı, cephesi 3 metreyi bulmayan iki katlı kârgir bir yapıydı; derinliği de herhâlde 5-6 metre vardı; taş olan zemîni kaldırımdan birbuçuk veya iki karış kadar yüksekti. Buraya girenler, sıralarını camekânlı bir tezgâhın önünde beklerlerdi. Dükkânın harîmine ise bu tez gâhın sağında, bir insanın ancak yan dönerek geçebileceği bir aralıktan duhûl edilebilirdi. Bu aralık, tezgâhın kenarına menteşelerle rabtedilmiş olan ve onun uzantısını teşkil eden yatay bir kapakla kapanmış olurdu. Mevsimi ise, tez gâhın üstünde solda iki büyük sülük10 kavanozu bulunurdu. Sülüklerin sudaki ritmik hareketleri, cama yapışmaları, ka vanozun temiz bir mermerşâhî bezle kapatılıp sicimle bağ lanmış ağzına doğru tırmanışları; hele Sâim Efendi Amca'nın onları teker teker çıkarıp biraz su ihtivâ eden bir şi şeye hapsederek müşterilere vermesi ne kadar da ilgimi çe kerdi. Bu arada, zavallı sülükler hapsedilecekleri şişenin dar boğazından geçmemek için Sâim Efendi Amca'nın baş ve işâret parmaklarına nasıl da yapışıp emerler, o da bun ’ Gerek şahsı, gerek Üsküdar İtfâiyesi’nin yanındaki güzel konağının büyük bah çesinde yetişlirdiği güller, gerekse dükkânında satılan mâmûlleri dolayısıyla bu lâkabı kazanmış olan Haşan Beyin lâtilokum ve akide şekerleri o devrin meşhur ve ikiyüz yıllık şekercisi Hacı Bekir'inkilerini aratmayacak güzellik teydi. Merhumun ayrıca odun deposu da vardı, çünkü o zamanlar sobalarda kömürden çok odun yakıldığı için odunculuk da kârlı bir ticâretti. 10
Sülük: Eski tıb geleneğine göre, her bahar mevsiminde kan aldırtmakla sağlı ğın devamı sağlanır ya da bozulmuş olan sağlığc kavuşulurdu. Bu maksadla, kan emici bir hayvancık olan sülük vücûdun belirli bölgelerine yapıştınlırdı. Buna "sülük tutmak" denilirdi. Sülük, emdiği kan dolayısıyla iyice şişince de emdiği kanı kusması için küle yatırılırdı.
20 / ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
lardan ne kadar zor kurtulurdu! Bütün bunları tezgâhın ar kasında sülük kavanozlarının hemen yanındaki arkalıksız, kısa, hasır iskemleden merakla seyrederdim. Camekânlı tezgâhın içinde ise neler yoktu ki: kutulara sırayla dizilmiş çeşitli uzunluk ve kalınlıkta yâsemin ağız lıklar ve zıvanaları, şimşir kaşıklar, çengelli iğneler, toplu iğneler, dikiş iğneleri, çuvaldızlar, çeşitli kalınlıkta yassı ve yuvarlak çamaşır lâstikleri, sapan lâstikleri, topaçlar, ren gârenk teneke kumbaralar, açılır-kapanır tahta metreler, duvarcı şâkûlleri, erkek ve kız bebekler için sübekler11, yün örmek için iğler, jiletler, traş makineleri, sabun ve fırçaları, dış fırçaları, misvâkler, Radyolin marka diş mâcunları, kü çük yuvarlak "Krem Pertev" kutuları, nazar boncukları, üzerinde "Mâşâallâh" yazılı nazarlıklar, katlanabilir makas lar, çakılar, bağ çakıları, fırdöndüler, ayakkabı çekecekleri, tencere kazımak için teller, gaz lâmbası fitilleri vesâire... Camekânın altındaki bölmede ise gaz lâmbası gömlekleri, ardıç katranı ibriği ile zift ve balmumu blokları bulunurdu. Camekânın üstünde, ona paralel olarak tavana asılı bir so padan da çeşit çeşit İngiliz sicimi yumakları, tahta kaşıklar ve büyük cam nazarlıklar sarkardı. Tezgâh ile kapı arasında kalan duvarlar da lebâleb do luydu. Solda çeşitli uzunluk ve kalınlıkta çamaşır ipleri ve halatlar, mandal demetleri, elekler, köpekler ve koyunlar için zincirden yapılmış ya da sarrâciye işi tasmalar, çocuk lar için çıngıraklı tekerlekler... vesâire asılı olurdu. Sağda ise altalta, camekânlı, dar, iki dolap vardı. VYlttakinde hintyağı, sabunlar, teşbihler, haşarat ilâçları, elbise fırçaları bu lunurdu. Üstteki ise nâne ruhu, kekik yağı, karanfil yağı, acı elma yağı, gül yağı... vesâire gibi tabiî ıtrıyyâta ve bir 11
Sübek: Bebeklerin çişlerini,altlan ıslanmadan, beşiklerinin altındaki lâzımlığa aktaran, tahtadan boru.
ATTÂR DÜKKÂNI / 21
de gıdâlarda kullanılan sun'î parfümlere hasredilmişti. Dolapların hemen yanında, müşteri kısmında, uçurtma yap mak için envâi çeşit çıta, balık tutmakta kullanılan kamış lar ve incir toplamak üzere hazırlanmış kamış lâleler yer alırdı. Bu tezgâhın arkasındaki bölümde duvarlar tavandan zemîne kadar raflarla kaplıydı. Orta yerde dükkânın boyu na doğru yerleştirilmiş bir masanın üzerinde terâzi, terazi nin gramları, çeşitli eb'adda kesilmiş küçük ambalâj kâğıt ları yer almaktaydı. Masanın altındaki iki rafda Sâim Efen di Amca'nın kurşundan bizzat döktüğü envâi çeşit balık zo kaları, çeşitli boyda oltalar, mantarlar, mesina makaraları ile büyük ambalâj kâğıtları, kesekâğıtları ve gerektiğinde kullanılmak üzere hassas bir el terâzisi bulunurdu. Bir iki gramlık nesneler bununla tartılırdı. Sonraları bunların yeri ni daha hassas sâbit terâziler alacaktı. Masanın tek çekme cesi ise, kilidi olmayan bir kasa vazifesini görmekteydi. Fakat Aktar Hocalar biriken banknotlan bu çekmecede de ğil de, iki veya üç ayrı kutu içinde saklarlardı. Raflardaki diğer kutular arasına yerleştirilen bu kutular, görünüş bakı mından farklı olmadığından, kimsenin dikkatini çekmezdi. Dükkânın müdâvimlerinin de ancak bir bölümü bunun far kındaydı.
22 / ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
İRFÂN MECLİSİ OLARAK DÜKKÂNIN MÜDAVİMLERİ Bu dükkâna gelenler yalnızca müşteriler değildi. Aktar Hocalar'm dükkânı zamanın bâzı meşhûr san'atkârlannm, âriflerinin, sırlı sofilerinin ve meşâyihinin sohbet ve mu habbet etmek üzere sürekli uğradıkları bir yerdi; âdetâ Akademi gibi bir şeydi. Bilhassa cumartesi günleri öğleden sonra bu birkaç metrekarelik yere 7-8 kişinin toplanıp sohbet ettiği olurdu. Bu muhterem zevât arasında Rufai şeyhi Sarı Hüsnü Efendi'yi, bir Rufai tekkesi olan Sandıkçı Dergâhı'nın son şeyhi Haydar Efendi'yi, Rufai şeyhi Hayrullah Tâceddin (Yalım) Efendi'yi (1883-1954), Celvetî-Bektâşî şeyhi Yusuf Fâhir (Ataer) Baha'yı, son derece sırlı bir zât olan Hamzavî-Melâmî meşreb Eşref (Ede) Efendi'yi (1876-1954), özbekler Tekkesi'nin son şeyhi Necmeddin (Özbekkangay) Efendi'yi (1903-1971), Nasûhî Dergâhı'nın son şeyhi Kerâmeddin Efendi'ye bağlı olan Üsküdar İskele Câmii baş imâmı Nâfîz (Uncu) Efendi'yi (1890-1958), Necmeddin Okyay ile kendisi gibi eski tarz cildde ve ebrûda güzel eserler vermiş olan oğlu Sâcid Okyay'ı, Osmanlı hânedânmın son müezzinbaşısı ve Dümbüllü İsmail Efendi'nin (1897-1973) am cası olan Hâfız Muhiddin (Tanık) Efendi’yi (1878-1952),
24 / ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
Öz Söz9 başlıklı ârifane bir risâlenin müellifi Fehim Tandaç’ı ve Muhammed Nûrü'l-Arabî'ye mensûb kaymakam emeklisi Melâmî Abdullah Bey'i zikretmek gerekir. Res sam Üsküdar'lı Hoca Ali Rıza Bey'in (1858-1930) de "Ak tar Hocalar"ın müdâvimlerinden olduğu söylenmekle bera ber, ne yazık ki, ben bu zâta yetişemedim. Daha sonraları ise, neyzen Niyâzi Ağabey (Niyâzi Sa yın; doğ. 1927), ilk mûsikî meşkini gene bu dükkânda Sâim Efendi Amca'nın küçük oğlu Mustafa Ağabey'den al mış; ebruculuğa da gene Mustafa Ağabey'in teşviki ve eği timiyle başlamıştır. Niyâzi Ağabey neydeki perdeleri fev kalâde titizlikle kullanmak, nefesine kudretle hâkim olmak ve kendine has eşsiz bir üfleyiş üslûbuna sâhip olmak sûretiyle tecellî eden ustalığını, sabırla ve kanaviçe işler gibi geliştirmiş olan hocası ressam ve neyzen merhûm Halil Dikmen'e (1906-1964) borçludur. Bu arada, bu Attâr Dükkânı'nın müdâvimleri arasında, Halvetiyye'nin Sinânîye kolundan Üveysî meşrep bir zât olan bankacı Turgut Çulpan'ı (1914-1990), Fâtih Türbedârı Ahmed Âmiş Efendi'nin (1807-1920) halîfesi Ahmed Tâhir Efendi'nin mürîdlerinden ve Ayaş’lı Arabacı İsmâil Ağa di ye bilinen tasarruf ehli ârif bir zâtın oğlu olan Albay Müh. Vehbi Güloğlu'yu, Abdülbâkî Gölpınarlı'yı (1900-1982) ve Hâfız Âmâ Tevfık'i de unutmamak gerekir. Âmâ Tevfık iri yapılı, gür ve pürüzsüz sesli, mûsikîye âşinâ, hadîs bilen bir zât idi. Yeni Câmi’nin minâresinden sabah ezânını sabâ makamından okuduğu zaman Üsküdar ayağa kalkar; bu gür sesi huşû içinde dinlerdi. Kızı Nurhayat, Ayazma 21. İlkokulu'nda sınıf arkadaşımdı.
Fehim Tandaç: Öz Söz-Din Bilgilerinin Özünden Söyler, Doğu Yayınevi, 54 sayfa, İstanbul 1944.
İRFAN MECLİSİ OLARAK... / 25
Daha yakın zamanlarda da, Necmeddin Hoca'nın son ve kıymetli tilmizlerinden Prof. Dr. Ali Alpaslan ile Uğur Derman da (Cerrahpaşa Tıp Fakültesindeki isim benzeri, merhûm tabib Prof. Dr. Uğur Derman değil!), Prof. Dr. Güngör Şatıroğlu da, gazeteci-yazar-mûsıkîşinas Nezih Uzel de bu dükkânın gönül ehli müdâvimlerinden olmuş lardır. Ancak, buranın en sürekli müdâvimleri, sanırım, en azından 54 yıllık (belki de daha fazla) bir sadâkatle rah metli babam ve 53 yıllık bir sadâkat ile de fakir olmuşuz dur.
Niyâzi Sayın
26 / ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNf
Aslında dükkânda oturmak için yalnızca 5 kişilik yer vardı. Dükkânın dibinde, yukarı kata çıkan yüksek basa maklı, fevkalâde dar ahşap merdivenin yanına yerleştiril miş bir sandığın üstüne ancak iki kişi sığışabiliyordu. Bu sandığın içi, bâzı bahârat için ikmâl deposu vazifesi gör mekteydi. Merdivenin ikinci basamağına da bir kişi ilişebi liyordu, ama çok dikkat etmesi gerekirdi; zira birinci basa makta gülsuyu ve sirke asidi damacanaları bulunmaktaydı. Arkalıksız, alçak iki hasır iskemleden biri sülük kavanozla rının arkasına; diğeri de öküzlerin boynuna asılan boy boy çıngırakların dizi dizi sarktığı yer ile ıhlamur ve kırmızı bi ber çuvallarının biribirlerine yaslandıkları yerin arasına tesâdüf etmekteydi. 7-8 kişi bu dükkâna zar zor sığıyordu; ama, bu irfân meclislerindeki sohbet ve muhabbetin lezzeti herkesi uhrevî bir âleme ref ettiğinden, kimse bu sıkışık lıktan müşteki olmuyordu. Kışları ise dükkân, ortadaki ma sa ile üzerine oturulan sandık arasına yerleştirilen "Alattin" marka borusuz bir gaz sobasıyla ısıtılabildiği kadar ısıtılır dı.
ATTÂRLIK ERKÂNI Sağdaki rafların önemli bir bölümü toz boyalara ve bahârata hasredilmişti.. Boya kutulan dört köşe olur ve üze rinde, genellikle, "Imperial Chemical Industries" ibâresinin baş harfleri olan kocaman bir 1CI yazısı ile İngiltere Kırallık âilesinin armasındaki stilize aslan resmi bulunurdu. Bo yalar iki çeşitti. Boya ile ne iş yapacağını ifade etmeden boya isteyen müşteriye, mutlaka ne için kullanacağı sorulur ve boya ona göre verilirdi. Eğer kumaş için boya isteniyor sa bu türden boyalar, genellikle, "anilin" boyalar oldukla rından pasta ve şâir gıdaların hazırlanmasında kullanılmaz dı; çünkü anilin boyalar zehirli olurdu. İpeklilerin ve yün lülerin boyalan ise aynydı. Bu türlü açık kumaş boyası alanlara, onlar sormasalar bile, iyi sonuç alabilsinler diye boyanın nasıl kullanılacağı mutlaka tarif edilirdi. Boyalar da, bahârat da ayrı tahta ka şıklarla alınıp tartılırdı. Anilin boyalar ile gıdâ nizâmnâme sine uygun boyaların kaşıkları da ayrı idi. Kokulan diğerlerininkine karışmasın diye, bâzı bahârat için de ayrı kaşık lar kullanılırdı. Boya ve bahârat raflarının en altında üstü açık kutularda çeşitli eb'adda çiviler bulunurdu. Öküz çan larının asılı olduğu yerden dükkânın dibine kadar olan raf larda’da kutular içinde envâi çeşit kapı mandalı, çengeller, sürgüler, kulplar, çeşitli boyda menteşeler, vidalar, tornavi dalar, büyük makaslar ve ufak kavanozların içinde de cıva, zırnık vesâire gibi bâzı kimyevî maddeler vardı.
28 / ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
Bahârat, genellikle, kapağı üzerinden geçmeli üstüvânî teneke kutularda bulunurdu. 1980’li yıllarda bu tenekeler yerlerini özel cam kavanozlara terkedeceklerdi. Bunlar ara sında Sâim Efendi Amca'nın bizzat hazırladığı dolma bahârı, köfte bahân ve tarhana bahârının terkibine giren bahara tın oranları büyük bir sır olarak korunurdu. Bu oranlar öy lesine isâbetli ve İstanbulluların damak zevkine o kadar uy gundu ki, Şile'den Fâtih'e kadar İstanbul'un dört bir buca ğından ahâli, sırf bunun için, Üsküdar’a Aktar Hocalar'a akın ederdi. Bahâratı ve yemeklerin terkibine giren diğerlerini sıra larsak, yukarıda zikredilenlerden başka: toz ve tâne karabi ber (karabiberin "akbıyık" diye mâruf olan türü pek aranır dı), yeni bahar, toz ve kabuk tarçın, toz ve kök zencefil, kimyon, kırmızı biber (bunlar çuvallarda bulunur ve acı, tatlı, pul biber olarak üçe ayrılırdı), sumak, karanfil, havlican, kişniş, mahlep, sâlep (sahlep), çörek otu (karaca ot), susam, hindistan cevizi, anason, dolma fıstığı, kuş üzümü, damla sakızı, rezene (râziyâne, mayana yâhut da şumra), karbonat, limon tuzu, nöbet şekeri ve kabartma tozunu sa yabiliriz. Safran ise birer gramlık paketler hâlinde teneke bir kutuda saklanırdı. Bunların altındaki rafta da kitre ve üstübeç ile ismini şimdi hatırlayamadığım daha bir sürü maddenin kutuları bulunurdu. Müşterinin hakkının geçmemesi için, malın ambalâjland.ğı kâğıdın aynısı terâzinin ağırlık kefesine dara olarak konur ve, daha da garantili olsun diye ayrıca, tartılan malın birkaç gram daha ağır çekmesine özen gösterilirdi. Aktar Hocalar'da herşeyin çok cüz'î bir kârla satılmasına rağmen, kul hakkına hürmet ve riâyet titizliğinin lütfettiği bereket dolayısıyla bu dükkândan iki âile, yâni cem'an 9 kişi, kim seye muhtaç olmadan geçinirlerdi.
ATTÂRLIK ERKÂNI / 29
Dikkate değer bir başka husus da, müşterinin içinde baharat veyâ kokulu başka bir yâhut da birden çok madde bulunan birkaç kalem nesne satın alması hâlinde, kokulu olanlarının, mutlaka, kokularını dışarıya vurmayacak ikinci bir kâğıtla ambalâjlanması ve bu türlü ambalâjlanmış ko kulu maddelerin bir arada ayrı, diğerlerinin de bir arada ay rı ambalâjlandıktan sonra hepsinin beraberce paket edilme siydi. Soldaki rafların en üstü şahdere, kısa-mahmûd otu, pa patya ve benzeri şifalı kuru otlara hasredilmişti. Ayrıca şer betçilerin pek itibar ettikleri demirhindi de satılırdı. Şifalı diğer bitkiler olarak hatmi çiçeği, adaçayı, kırmızı kanta ron, sarı kantaron, kiraz çöpü, mısır püskülü, mürver çiçe ği, karabaş otu, nâne, kekik, ıhlamur, reyhân (fesleğen) ve sinâmekiyi de zikretmek gerekir. Attârlık, yalnızca bu maddeleri satmak değildir. Attârlık, aynı zamanda, şifâ veren bitkiler aracılığıyla insanların rahatsızlıklarını gidermeyi hedef alan bir nevi pratik he kimliktir de. Kuru öksürükten, kabızlıktan, idrar tutuklu ğundan, hâlsizlikten, çıbanlardan, nefes darlığından, mide gazından, iştahsızlıktan, dolamadan, kapanmayan yaradan, adale ağrılarından ve daha pekçok illetten muzdarîb olanlar çâreyi Attâr Dükkânı'nda ararlardı. Bunlar arasında doktora ve ilâca verecek parası olmayan fakirlerin, o zamanlarda, Sâim Efendi Amca'nm Attâr Dükkânı'ndan başka başvura cak yerleri yoktu. Filvâki, 1943 yılından îtibâren Kazan Türklerinden Dr. Sıbgatullâh Devletgeldi10, Uncular Cad 10
1940'ların başında Dr. Sıbgatullâh Devletgeldi'nin ve bir başka hâzik hekim olan Dr. Amon Efendi'nin muayenehanelerindeki ücretleri 50 kuruştu. Hasta nın ayağına gittikleri zaman bir lira ücret alırlardı. Fakat bu ücret, onların has ta iyileşinceye kadar her sabah ve her akşam hastayı ziyaret edip ateşini, nab zını, tansiyonunu ölçme ve gerekirse sırtını dinlemelerinin bedelini de ihtiva ediyordu. Her ikisi de ve onlardan bir 10 sene kadar sonra, çok sevilen hâzik bir çocuk doktoru olan Sıtkı Murat Özferendeci de gecenin hangi saatinde
30 / ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
desinin girişinde, sağdaki ikinci binânm üst katında sah günleri sabah 8.00 den akşam 20.00’ye (ve hattâ bâzı kere ler 24.00'e) kadar, fîsebîllillâh, ücretsiz hasta bakmaktaydı ama, millet ufak tefek rahatsızlıkları için gene de Attâr Dükkâm'na koşardı. Sâim Efendi Amca, bu gelenlerin her birine, derdine dermân olması umulan çârenin terkibine giren ot ve bahâratı verirken bunların nasıl hazırlanacağını, ne mikdârda, hangi zamanlarda ve ne kadar bir süre kullanılması gerekti ğini de ayrı ayrı anlatır ve hattâ hâfızası zayıf olanlar için, inci gibi bir rık'a yazısıyla da, târifîni kâğıda dökerdi. Bu reçetelerden şifâ bulup da dükkâna kadar gelerek "Allah senden râzî olsun, Sâim Hoca!” diyen nice insana şâhid ol muşumdur. Kol ve bacak kırıkları için de yağ mumu, havacıva ve muşamba satılırdı. Bu yağ mumu 30 cm kadar uzunlukta, bir ucu dört parmak kadar kırmızı boyalı, gerisi koyu por takal renginde vıcık vıcık görünümlü bir mum şeklindeydi. Bunları daha çok kırık-çıkıkçılar yahut da onlara gidecek olanlar alırdı. Muşambayla birlikte bunlar, usûlüne göre, hazırlanıp da kırığın etrafına sarıldı mıydı, bu tedbîrin, kol veya bacağın alçıya konulmasına eşdeğer bir tedâvi değeri olurdu. olursa olsun, hastaya çağırıldıkları zaman davete derhâl icâbet ederlerdi. Dr. Sıbgatullâh Bey'in Sultantepesi'ndcki konağında bu iş için atlı arabası ve ara bacısı vardı. Bu konağın her odasını doktorun Rusya’dan getirdiği tavana kadar yüksek çini sobalar süslerdi. Dr. Sıtkı Bey'in ise 1957 modeli tek kapılı Ford marka bir otomobili vardı. Dr. Amon Efendi'nin hâli vakti pek yerinde değil di; davete yayan icâbet ederdi. Bu mubârek insanlar eğer hasta fakirse, ücret lerini kabul etmek bir yana, bir de yazdıkları reçetenin bedelini karşılayacak kadar bir meblâğı da hastanın yastığının altına bırakırlardı. Dr. Sıtkı Murat Bey ayrıca bir de tavuk bırakırmış. Dr. Amon Efendi'nin muayenehânesi İs kele Câmii’ne yakın Moskof Fırını diye mâruf bir ekmek fınnının yanındaydı. Dr. Sıtkı Bey'inki Doğancılar Parkı'nın karşısında bulunuyordu. Allâh hepsine ganî ganî rahmet eylesin!
ATTÂRUK ERKÂNI / 31
Şahdere vesâire gibi otların altında, merdivene yakın raflarda ise dikdörtgen zarflar içinde hazır toz boyalar bu lunurdu. Bu zarfların bir yüzü içindeki boyanın rengini, nu marasını ve firmanın alâmet-i fârikasını taşırdı. Bu hazır boyalan iyi bilen müşteriler, boyayı rengi yerine numara sıyla isterlerdi. Mütereddid müşterilere ise, seçimlerini isâbetli yapabilsinler diye, boyaların kataloğu gösterilirdi. Bo yanın zarfının arka yüzünde târifnâmesi bulunurdu. Müşte ri, buna rağmen, boyayı nasıl kullanacağını sorarsa Sâim Efendi Amca "Târifnâmesi arkasında!" diye asla başından savmaz, iyi sonuç alabilmek için yapılması gereken ameliyeleri sabırla ve ayrıntılarıyla îzah ederdi. Eğer müşterinin muhâtabı Bekir Efendi Amca ise, işte o zaman Sâim Efendi ile Bekir Efendi arasındaki karakter farkı daha iyi anlaşılır dı. Hattâ, dükkânın müdâvimi olan müşterilerden bâzılarımn Bekir Efendi Amcanın celâliyetine muhâtab olmamak için, onun Gülfem Hâtûn Câmii'ne namaza gitmiş olmasını kolladıkları bile görülürdü. Buna rağmen, müteşebbis bir kimse olan Bekir Efendi Amca'nm vara yoğa sinirlenen bir zât olduğu zannına da kapılmamak gerekir. Bekir Efendi Amca, ağabeyine kıyasla, zaman zaman daha az sabırlı ve daha çok aceleci olduğu içindir ki, celalli görünürdü. Be nim 10-13 yaşlarım arasında, bilhassa yaz aylarında, dük kânda çıraklık ettiğim zamanlar Bekir Efendi Amca bana, bütün kusurlarıma rağmen, çok nâzik ve çok müşfik dav ranmıştır. Kezâ hemen hemen aynı yıllarda akrânım Prof. Dr. Güngör Şatıroğlu'dan, Gülfem Hâtûn Câmii'nde hem müezzinlere ve hem de câmiin temizlik ve şâir işlerinde kendisine yardım etmesini istemiş; ona da bu işlerinde çok nâzik ve çok müşfik davranmıştır. Söz konusu rafların altında da çuval içinde kına, ufak teneke bidonlarda açık çivit ve toz badana boyaları ve naf talin sıralanmıştı. Bu raflar ile camekânlı tezgâh arasında
32 / ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
kalan diğer raflarda da çeşitli kilitler, pudra paketleri, jela tin tabakaları, el örgüsü yün çoraplar, rastık kutulan, şişe ler içinde peynir mayaları, çeşitli büyüklükte keçeden kun dura tabanlıklan, ayakkabı boyalan, fırçalar, madenî pulla rın ve kunduraların altına çakılan ve "kabara" tâbir edilen özel çivilerin kavanozları, devrin meşhur "Öküzbaş" marka küçük paketli çividen, mumlar, kurşun kalemler, kalemtraşlar, defterler, silgiler, cetveller... vesâire bulunurdu. Cenaze levâzımı ise merdivenin yanındaki sandığın ar kasındaki raflarda dururdu. Bu, genellikle, "Bir erkek takı mı" ya da "Bir kadın takımı" diye taleb edilirdi. Erkek takı mı 10 kalemden, kadın takımı ise 12 kalemden oluşurdu. Kefen iki parça olurdu; iç gömlek için 90 cm eninde 5 met re patiska, mevtâyı sarmak için de 140 cm eninde gene 5 metre patiska gerekmekteydi. Gassâl, setir ve taharet bezle rini iç gömlek için ayrılan patiskadan yeterince keserek ya pardı. Kefene ilâveten takımda bir şişe gülsuyu, 150 gram kadar pamuk, bir kalıp sabun, 4 kâfuru tableti, 10 adet çen gelli iğne, buhur ve günlük karışımı tütsü veyâ öd ağacı, 2 çift takunya, 2 maşrapa ve bir de tabut kapağını bağlamak ve tabutu kabire indirmek için yeterince uzun bir ip bulu nurdu. Kadın takımında, bunlara ek olarak 2 tülbent ile 200 gram da kına vardı. Eğer cenâze pazar sabahına doğru vefat etmiş de aynı gün kaldırılacaksa, cenâze sahibi sorar soruşturur, Sâim Efendi Amca'nın evini bulur ve ihtiyâcını evde bu gibi du rumlar için hazır tutulan depodan gene karşılardı. Cenâze levâzımının bulunduğu rafların altındaki rafta da "Elifba", Kur'ân-ı Kerîm'ler ve "Amme", "Tebâreke", "Kad semia", "Vezzâriyâti" cüzleri bulunurdu. O yıllarda toplum üzerindeki baskılar dolayısıyla bunlar ortada görün mez'; isteyenlere de tezgâhın arkasında paketlenerek verilir di. Gizlice eski yazı ve Kur'ân okutan hocalar da önce
ATTÂRUK ERKÂNI / 33
Elifbâ'yı tâlim ettirirler; sonra da Kur'ân'ın 30. cüz'ü olan "Amme" cüz'ünü okutur ve bu cüz'deki namaz sûrelerini ezberlettirirlerdi. Bunu 29. cüz' olan "Tebâreke", onu 28. cüz' olan "Kad semia" ve onu da 27. cüz' olan "Vezzâriyâti" cüz'leri izlerdi. Ancak bu safhalardan sonradır ki Kur'ân talebesi, 1. cüz'ün başından îtibâren başlayarak hatim indir meğe hazır edilmiş olurdu. "Bakara" sûresine gelince, "Âyetü'l-Kürsî" ile "Âmene'r-Resûlü" de ezberlettirilirdi. İlkokulun 4. sınıfından 5. sınıfına geçtiğim yazdan itibâren iki yıl süreyle kendisinden Kur'ân dersi aldığım, ma hallemizin mubârek kadınlarından Ulviye Hanım Teyze de bana aynı metodu uygulamıştı. Tabiî "Elifbâ"mı da, mez kûr dört cüz’ü de hep Sâim Efendi Amca'dan almıştık. Ha tim indirmeğe başladığımda da okuduğum Kur'ân-ı Kerîm'i Sâim Efendi Amca hediye etmişti. Dükkânda merdivenin altına tesâdüf eden rafların kenarına çakılı çivilerde de dizilmek üzere emânet edilmiş bulunan tesbihler asılı olurdu. İpleri kopan tesbihleri yeni den dizmenin gerçekten inceliklere sâhip bir hüner olduğu nu ben bu dükkânda idrâk ettim. Tesbih ipinin bükülüşün de, uçlarının balmumulanışında, imâmenin altındaki ve üs tündeki düğümlerin atılışında herkesin kolay kolay taklîd edemeyeceği bir mahâret gizliydi. Düzgünman'lar içinde bu işin gerçek üstâdı ise Mustafa Ağabey idi. Mustafa Ağabey tesbihlerden ve tesbihçilikden de çok iyi anlardı. Bir tesbihin hangi ağaçtan yâhud mâdenden ya pılmış olduğunu ilk bakışta söylerdi. Gençliğinden beri bi riktirdiği ve çoğu nâdîde örneklerden oluşan güzel bir tes bih koleksiyonuna sâhipti. Bu merakını Niyâzi Sayın'a da aşılamıştı, öyle ki kendisi de bir başka hezârfen olan Niyâ zi Ağabey bu konuda yalnızca bir koleksiyoncuya has bir tesbih merakıyla yetinmeyecek, bir müddet sonra Türki ye'nin en usta tesbih yapımcısı da olacaktı. Bu işden çok
34 / ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
iyi anlayan Mustafa Ağabey, Niyâzi Ağabey'in tornadan çektiği tesbih tanelerinin, durakların, imamelerin biçimine, zarâfetine ve simetrisine hayrandı. Sultan Abdülmecid'in Çuhadarbaşısı ve dedemin de dedesi olan Emin Ağa'dan babama intikâl etmiş olan bir tesbih vardı. Bu tesbih Emin Ağa'ya Sultan'ın hediyesi imiş. Fevkalâde parlak bir ağacı, halkalı zarif durakları ve gene halkalı, altın süslü, narin bir imamesi vardı. Hakikî bir tesbih uzmanı olan Mustafa Ağabey bu tesbihe meftun du. Aşınan ipini değiştirip de yeniden dizmek gerektiği za man, tesbihin maddî ve bilhassa mânevî değerinin idrâkiyle bu işi büyük bir zevkle yapardı. Tesbih bahsini kapatırken, Mustafa Ağabey'in san'atına hayranlık duyduğu tesbihçi Halil Usta (ki asrımızın ilk ya rısında hayatta imiş) hakkında yazdığı lâtif manzûmeyi, kendi takdimiyle, buraya almayı münâsip gördüm. Farklı harflerle dizilen tesbihçilik tâbirleri dışında, geçen bâzı ke limeler de ekli lûgatçede açıklanmıştır: "20 Şubat 1958 Cuma gecesi dört arkadaş (Ahmed Düzgünman, Niyazi Sayın, Uğur Derman, Mustafa Düzgünman) Teşvikiye, Kalıpçı sokak, Villa apartmanında mukıym, vali mütekâidi Sedad (Erim) Bey'in nezdinde mah fûz, merhum Halil Usta'nın tesbihlerini görmeğe gitmemiz münâsebetiyle bir hâtıra: Yağmurlu bir gece idi; fırtınalı, hem soğuk, Üsküdar'dan Teşvikiye namlı semte doğrulduk. Sokak sorup vâsıl olduk Sedad Bey’in evine. Karşılayıp aldı bizi odasının birine. Eski ahbap, beyefendi, sevimli, hem hoş-kelâm, Sohbetiyle etti tenvir, bizden ona çok selâm. Hanesinin içi mefrûş, eserlerle müzeyyen, Yazı, resim, çini, tezhip nevîlerle mülevven.
ATTÂRLIK ERKÂNI / 35
Derken hazret yan odadan getirdi bir hazîne, Bir de baktık, teşbihlermiş; elhak, sanki define. Aman Yârab, bu ne san'at, bu ne eltâf dilriibâ, Bu meşherin ezvâkına, insan eyler ıktidâ. Üstâd merhum Halil yapmış, rûh-ı san'at mücessem, Tesbihciler kutbudur bak, âsâriyle müsellem. Kuka, sandal, demirhindi, zergerdan, bağ, hem köknar Sırça kuka, zeytinağcı, kehrübâyla narçıl var. Uveydârî, ödağcıyla mâverd de var içinde, Oltu taşı, gümüş kamçı, hepsi başka biçimde. Bordo renkli, alacalı sarı bağlar pek enfes, Kuka tesbih şâheserdir, oymaları bir kafes. İmâmeler, duraklarla tepelikler halkalı, Oyma nakış, sâde güzel, rengârenk, hem dalgalı, Zeytinağcı tesbihe bak, naka gibi ışıldak, Kehrübâmn buzlusu da cazibeli yuvarlak. Altı dâne ölçüsünde imâmeler çok güzel Zarif hadde, ince delik, tepelikler bîbedel. Ödağcıyla mâverd, sandal, Uveydârî pür san 'at, Kokuları, çekimleri hayrân eder, hem dilşâd. Şalgamîyle beyzî şekil, uçlularla yuvarlak, İmzâ atmış tepeliğe, tamam olmuş san'at bak. Uğur Bey'le Niyazi'miz almış ele bir kalem, Biri çizer, biri yazar; her birimiz bir âlem. Halil Usta ne adammış, nasıl yapmış bunları, Ruhu coşmuş, zevki taşmış, ayân etmiş nûrları. Tesbihlerin âmili hiç ölmemiş de yaşıyor, Zevk-i selîm san'atkârı anıp insan şaşıyor. Rahmet olsun Halil Usta, şâd ettin sen bizleri Müsterih ol, zâil olmaz san'atının izleri. Dört arkadaş hayrân olduk, sersemledik adetâ, Akıl serhoş, gönül bîhûş, doymadık bu vuslata.
36 / ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
Şuûnât-ı İlâhî'dir, merâyâda görünen Arif bilir, kimdir nakkaş; nuküşiyle övünen. Mazâhirde sırr-ı Alî nümâyandır, hoşça bak, "Küntü kenzen... "esrarıdır, hak gözüyle iyce bak. Ehl-i Beyt'in hürmetine, Yârab, Halil kulunu, Taksiratın afv eyleyip, cennet eyle yolunu. Memnun, mesrur, müteşekkir, ol hanedan ayrıldık, Avdet edip eve geldik, dîvâneden sayıldık11 Ey TÜRBEDÂR, fakirane karaladın hayli lâf, Hiç kıymeti yoktur amma, aşk söyletti bir tuhaf... Mustafa DÜZGÜNMAN 27 Şubat 1958 Lûgatçe: mukıym: oturan; * mütekâidi: emeklisi; * nezdinde: ya nında; * mahfûz: saklı; * vâsıl olduk: vardık, kavuştuk; * hoş-kelâm: sözü güzel; * tenvîr: aydınlatma; * mefrûş: döşenmiş; * müzeyyen: süslenmiş; * mülevven: renklen miş; * eltâf: lûtuflar; * dilrübâ: gönül kapan; * meşher: sergi; * ezvâk: zevkler; * iktidâ: uyma; * rûh-ı san'at: san'at rûhu; * mücessem: cisimlenmiş; * kutb: bir mesle ğin en yücesi; * âsâr: eserler; * müsellem: herkesçe kabul edilen; * naka: deniz filinin dişinden yapılan tesbih; * pür san'at: san’at dolu; * dilşâd: gönlü hoş; * ayan etmiş: meydana çıkarmış; * âmil: imâl eden, yapan; * zevk-ı selim: doğru, sağlam zevk; * şâd ettin:sevindirdin; * müs terih: gönlü rahat; * zail olmaz: bitmez; * serhoş: sarhoş; * bîhûş: şaşkın; * vuslat: kavuşma; * şuûnât-ı İlâhî: İlâhî hâdiseler; * merâ-yâ: aynalar; * arif: İlâhî sırlan bilen * nakkaş: nakış yapan; * nuküş: nakışlar; * mazâhir: güEfrâd-ı ailemiz: "Böyle havada deli divâne olan uzak yola çıkar" diye bize târizde bulundular; bu hâle ağyar olduklarından...
ATTÂRUK ERKÂNI / 37
rünen şeyler; * sırr-ı Alî: Hz. Ali'nin sırrı; * nümâyan: meydanda; * "küntü kenzen...1': "Ben gizli hazîne idim, bi linmek istedim; yarattığım mahlûkatla bilindim" meâlindeki "kudsî hadîs"in başlangıç cümlesidir ki tasavvuf edebi yatında sıkça kullanılır; * esrâr: sırlar; * iyce: iyice; * Ehli Beyt: Hz. Peygamber'in kızı Hz. Fâtıma, dâmâdı Hz. Alî ve iki torunu Hz. Haşan ve Hz. Hüseyin; * taksirat: kusur lar * mesrûr: sevinçli; *müteşekkir: teşekkür eden; *Türbedâr: Üsküdar'daki Hz. Hüdâi türbedârı olan Mustafa Düzgünman. Aktar Hocalar'm dükkânında ismini hatırlayamadığım daha neler vardı neler... En çok tuhafıma gidenlerden ikisi: "şeytan pisliği" ile "yedi dükkân süprüntüsü" idi. Arada bir bunları da soran olurdu. Sâim Efendi Amca'nın dükkânında bahârat, katran ve balmumu kokularının hâkim olduğu kendine mahsûs güzel bir hava hüküm sürerdi. Bu, ancak amonyak isteyenler bu lunduğunda izâle olurdu. Amonyağın kapağı açılır açılmaz, o keskin ve insanın nefesini tıkayan kokusu bütün diğerle rinin üzerine çıkardı. Benim amonyak kokusundan boğulur gibi olmama karşılık Sâim Efendi Amca'nın, sanki hiç bir şey yokmuş gibi, bu kokuya nasıl tahammül edebildiğini hiç anlayamamışımdır. Dükkân her mevsimde sabahleyin en geç 7.30 da açılır ve yazları yatsı namazından biraz önce kapanırdı. Günde iki kere zemîni süpürülür ve üzerine ibrikle su serpilirdi. Arada bir de tavuk tüyünden bir süpürgeyle rafların tozu alınırdı. Sâim Efendi Amca, ibrikteki su bittiğinde, onu doldurmak yâhut da abdest almak üzere iki dükkân ötedeki sokağın içinde Gülfem Hâtûn Câmii'ne her gittiğinde ab dest musluklarının su deposuna, harcadığı suyun en az on mislini deponun emme basma tulumbasıyla muhakkak çe kip basardı.
BABAM İLE SÂİM EFENDİ ARASINDAKİ MUHABBET Biz, Doğancılar Caddesi’nde 26 ve 28 kapı numaralı 3 katlı ahşap Münip Paşa Konağı’nda oturuyorduk. Münip Paşa babaannemin babası idi. Konağı ise 15 odası, 3 sofası, 2 taşlığı, binâdan ayrı ve benim zamanımda artık çamaşırhâne olarak kullanılmakta olan büyük ve müstakil bir mut fağı, ayrıca konağın içinde iki mutfağı, bir arabalığı ve ahı rı, bir sarnıcı, 4 kuyusu, haremde pişen yemeklerin selâm lığa intikâli için kullanılan dönme dolabı ve büyük bir bah çesi ile cem’an 668 m2 lik bir alan üzerine kurulu koca bir berhâne idi. Konağın hemen her bir odasında gömme dolap ve gusülhâne vardı. Bahçemizde incir, ayva, erik, nar, armut, kı zılcık, zerdâli, kiraz ve dut ağaçları ile asma vardı. Duvar ların kenarları ise gül, yabangülü, ortanca, filbahri, hanı meli ve akşamsafaları ile doluydu. Ayrıca, şimşirlerin sı nırlandırdığı çiçek tarhlarında da envâi çeşit hercaî menek şe, karanfil ve sardunya ekiliydi. Yaz akşamlan, babamın işten dönmesini beklerken benden dokuz buçuk yaş daha büyük olan ağabeyim Mahmûd Mazhar Bey’le tulumbadan su çekip çiçekleri ve do mates, patlıcan, biber, salatalık, sakız kabağı, asma kabağı, ayşekadın fasulyası gibi annemle babamın büyük bir mu habbetle ekmiş oldukları sebzeleri sulamak ne kadar hoştu!
BABAM İLE SÂİM EFENDİ... / 39
Bu sırada önce mutfak tarafından, şimdi özlemini duy duğum, mis gibi yeni kesilmiş domates ve hıyar kokulan tâ bahçeye kadar ulaşırdı. Bu, annemin akşam için salatayı hazırlamakta olduğuna delâletti. Bunu ızgaraların dumanı izlerdi. Köfteler Sâim Efendi Amca'nın köfte bahârmın, kuzu pirzolaları da kekiğin iştah açan kokularını burunları mıza kadar ulaştırırdı. Babamı sabahları işine uğurlamak ve akşamlan da so kak kapısında istikbâl etmek, biz iki kardeş için, zevkli bir vazifeydi. Babam, akşamlan eve geldiğinde, ayakkaplannı çıkarmak üzere büyük maltataşı döşeli taşlıktaki iskemleye oturmadan önce elinden paketleri alır, elini öper, terlikleri ni önüne koyar, çıkardığı ayakkaplannı da yerine kaldırır dık. Bunu tâkîben hemen, taşlığa bitişik olan yemek odası na geçer ve ellerimizi yıkayarak sofraya otururduk. Babam ekseriyâ yorgun ve düşünceli olurdu. Eh, böyle bir berhaneyi geçindirmek de bir hayli zordu. Ağabeyim yatılı olarak Galatasaray Lisesi'nde okumaktaydı. Evde bir hizmetçi bulunması zarûrî idi. Allah eksik etmesin, gelenimiz-gidenimiz de pek boldu. II. Cihân Harbi'nin ilk yılla rından îtibâren pekçok gıdâ maddesi de birdenbire pahalılanmış ve karaborsaya düşmüştü. Zeytinyağının kilosu 575, şekerinki ise 535 kuruş olmuştu. Ekmek, patiska ve taşkö mürü karneye bağlanmıştı. Onun için babam bâzen arpacı Kumrusu gibi düşüncelere dalardı. Bu gibi zamanlarda Sâim Efendi Amca'nın Hızır gibi imdâdımıza yetiştiğine birkaç kere şâhid oldumdu. Mubârek adam, himmetini tah rik eden o ince ve merhamet dolu düşüncesiyle, bâzen de kendisinden hiçbir şey taleb edilmeksizin hizmete tâlib olurdu. Hiç unutmam, galiba 1941 yılının Haziran ayındaydık; lebâleb kuru meşe yüklü, her birini bir çift öküzün zorlukla
40 / ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
çektiği iki uzun araba, öğle vakti, bizim konağın kapısının önünde durdu ve kapı çalındı. Kapıda Sâim Efendi Amca vardı. Annem: "Hayrola Sâim Hoca?" diye sorunca: "Ha nım Abla, çok iyi bir kuru odun buldum. Hafız Efendi'ye de alıverdim. Şimdi bunları kapının önüne yıkıp odunluğa ta şıttırayım; yarın da bir baltacı gönderirim" cevâbını almış tı. Annem, gene endîşeyle: "Nûri Bey'in (annem babama Nûri Bey diye hitâb ederdi) haberi var mı? Bu sıralarda para bakımından çok sıkışık. 'Odunu Eylûl’den önce ala mam' diye düşünüyordu" deyince, Sâim Efendi Amca'nın: "Hanım Abla, sen kendini üzme! Biz Hafız Bey'le anlaşırız. Paranın da acelesi yok. Bu sene odun pahalı olacak diyor lar. Onun için Hafız Bey ucuzken almış olsun istedim" diye çok lâtif bir şekilde annemin endîşesini gidermiş olduğunu da çok iyi hatırlıyorum. Babam ise akşem eve döndüğünde bu sürprizle karşıla şınca, hayretini ve Sâim Efendi Amca'ya olan muhabbetini: "Fesubhânallâh! Şu Sâim Hoca da ne mubârek adamdır! Allah ondan râzî olsun!" diyerek dile getirmişti. Babamın anlattığına göre bizim konağın müstakil mut fağı târihî bir yerdi. İstiklâl Harbi esnâsında muhabereci olarak askerliğini yapan babam ile ağabeyleri Hâlid ve Şevket Beyler İngilizler'in işgalindeki Selimiye Kışlası ndan sahte vesâikle kışla dışına çıkardıkları arabalar dolusu elektrik ve muhabere malzemesini bu mutfakta depolarlar mış. Mutfağın arkası kuş uçmaz, kervan geçmez Kavak İs kelesi Sokağına bakardı. Geceleyin bir başka ekip gelerek sessizce bu malzemeyi üçyüz metre ileride, Balaban (eski Kavak) İskelesi'nde bekleyen takaya taşır ve buradan da Ankara Hükûmeti'ne sevk edermiş. Annem Sâim Efendi Amca'nın haremi Şükriye Hanım Teyze'den pek hoşlandığı için, birlikte onu sık sık ziyârete
BABAM İLE SÂİM EFENDİ... / 41
giderdik. O da bize Sâime Abla ile gelirdi. Fakat benim en çok hoşuma giden, Sâim Efendi Amca'ların mâaile kalkıp akşam yemeğinden sonra bizi ziyârete gelmeleriydi. Bu ziyâret benim çocukluğumda yılda iki-üç kere vuku' bulurdu. O zaman Sâim Efendi Amca ile babamın, biribirlerine, Hazret-i Peygamber'in ve Ashâb-ı Kirâm'ın hayatlarından anlattıkları menkabeleri büyük bir vecd içinde dinlerdim. Şimdi düşünüyorum da, gerek Sâim Efendi Amca'nın ge rekse babamın ne kadar büyük, ne kadar sağduyulu mürebbi'Ier olduğunu daha da iyi idrâk ediyorum. Bana Mızraklı İlmihâl'in umdelerini teorik olarak ve sert bir edâ ile kor kutarak ezberletmek yerine, önce Hazret-i Peygamber’in ve O'nun sâdık yakınlarının muhabbetini aşıladılar. "Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!" kabilinden ortadan anlattıkları menkabelerde işledikleri hep: "Allah'ın birliği ne îmânın insanı nasıl yücelttiği ve insanı nasıl sadâkat, cesâret, selâbet, dirâyet, feragat, ittikâ, adâlct, merhamet ve ihsân vasıflarıyla teçhiz ettiği" idi. Allah her ikisinin de makamını Cennet etsin! Sâim Efendi Amca'dan çok şey öğrendim. Bunlardan ilgi çekici biri de kurbanlık koyun seçimi idi. Her Kurban Bayramı'nda kurbanlık satın almaya babam, ağabeyim ve ben Sâim Efendi Amca ile birlikte giderdik. Kurbanlık koyunları Sâim Efendi Amca seçerdi; bana da nasıl seçile ceğini bütün sırlarıyla öğretmişti. Bu bilgi ise beni, yıllar boyu, akrabâ ve ahibbânın kurbanlık koyun seçiminde ken dilerine yardım etmem için başvuracakları tek kimse kı lacaktı. Babam, annemle izdivâcından sonra üç yıl geçmiş ol masına rağmen, hâlâ bir çocuğa sâhip bulunamayışının kendisini çok üzdüğünü Sâim Efendi Amca'ya açmışmış.
42 / ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
Sâim Efendi Amca da babamı, kendisinin bağlı olduğu Nakşî-Kâdirî şeyhi Es'ad Efendi'ye12 (1848-1931) götürüp takdim ederek, sıkıntısını arz etmiş. Şeyh Es'ad Efendi bir elma getirterek üzerine bâzı yazılar yazmış ve babama: "Evlâdım, bu akşam bımu ikiye bölüp yarısını sen ye; diğer yarısını da hanım kızım yesin!" demiş. Annem bunun üze rine kısa bir müddet sonra ağabeyime hâmile kalmış. Eski Üsküdar'da hâmile olduğunu idrâk eden bir hanı mın ilk yaptığı şey, boy abdestini tâzeleyerek Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri'nin türbesini ziyâret etmekti. Bura da Hazret'in rûhâniyetine ilticâ edilerek Cenâb-ı Hakk'dan, doğacak çocuğun eli-ayağı düzgün, eksiksiz, hayırlı bahtlı ve hayırlara vesile olması niyâz edilirdi. Böylelikle, doğa cak çocuk Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri'nin rûhâniyeti ne tevdi edilmiş olurdu. Zîrâ bu Hazret'in, türbesini ziyâret edip de bir Fâtiha okuyanların suda boğulınamaları, ateşte yanmamaları ve ölümlerinin de kendilerine mâlûm olması yolunda Cenâb-ı Hakk'a bir niyâzı vardı. Annem de gerek büyük ağabeyim Mazhar Bey için, gerek ikibuçuk yaşında vefat etmiş küçük ağabeyim Muvaffak için, gerekse benim için bu çerçeve içinde aynı ziyâreti yapmış olduğunu söy lerdi. Sonradan aynı tarz iki ziyâret biri ilk eşim rahmetli Prof. Dr. Kâmuran Hanım ve diğeri de ikinci eşim Gülsen Hanım tarafından yapıldı. Cenâb-ı Hakk da, bu fakîre her ı:
Şeyh Es'ad (Erbilî) Efendi Meclis-i Meşâyih üyeliği ve reisliği yapmış bir Nakşibendî-Hâlidî ve Kadiri şeyhidir. Menemen hâdisesi ile ilgisi olduğu iddia edilerek 1908'denberi sürekli ikâmet ettiği İstanbul'dan oğlu Mehmed Ali Efendi ile Menemen'e götürülüp İstiklâl Mahkemesi'nde yargılanmıştır. Mah keme her ikisini de idam cezasına mahkûm etmiş ve oğlunun cezası infaz edil miştir. Yaşlılığı ve hastalığı sebebiyle kendisinin cezası ınüebbed hapse çevril mişse de Menemen Askerî Hastahâııesi'nde 4 Mart 1931 günü vefat etmiştir. Kendisinin zehirletilerek öldürülmüş olduğu hususunda yaygın bir kanaat var dır.
BABAM İLE SÂİM EFENDİ... / 43
iki ziyâretin akabinde hayırlı birer kız çocuğu (2 Mart 1958'de Fâtıma Mürşide Fezâ'yı ve 10 Ekim 1983'de de Fâtıma Râbia'yı) lütfetti. Babamınkine benzer bir vak'a da ağabeyim Mahmûd Mazhar Bey ile yengem Birsen Flanım'ın başına geldi. Ağabeyimler ilk çocuklarını daha doğmadan kaybedince büyük ye’se düşmüşlerdi. İmdada gene Sâim Efendi Amca yetişmiş ve bu sefer de konuyu yukarıda zikri geçmiş olan kaymakam emeklisi Abdullah Efcndi'ye havâle etmişti. Bu zât ise, ağabcyimlere bir yıl içinde bir erkek evlâdları ola cağını müjdelemiş; ancak, isimlerinden birinin Abdullah olmasını şart koşmuştu. Gerçekten de yengem bir sene son ra, 3 Ağustos 1958'de bir erkek çocuk dünyâya getirmişti. Fakat Abdullah Ahmed Refik adı verilen yeğenim hem çok zayıf, hem de sırtında portakal büyüklüğünde bir yumru ile doğmuştu. Üstelik geçilmekte olduğu sarılıktan ötürü de bütün derisinin kara-sarı bir görünümü vardı. Bu sefer de o târihlerde âilece kendisinden feyz almakta olduğumuz bir İnsân-ı Kâmil'in himmeti ve duası berekâtıyla yeğenim çok kısa zamanda bu emârelerden kurtulmuş ve sağlıklı bir ço cuk olmuştu.
44 / ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
Mustafa Düzgünman 1967
SÂİM EFENDİ AMCA VE MUSTAFA AĞABEY Bütün bu hayırlı işlere vâsıta ve sebep olan Sâirn Efen di Amca'nın ahvâli havf ve recâ arasında salınan samimî bir ittikâyı remzederdi. Tasavvufı yanı yoktu. Tasavvuf erbâbının menkabelerini bilir, dükkânında yapılan tasavvufı sohbetleri sessizce dinlemekten zevk alır, ama bu hususda mânevî bir tecrübesi olduğunu ortaya koyacak şekilde sofi ce bir tutum izhâr etmezdi. Sâim Efendi Amca, 1940'ların başında, Doğancılar Parkı'na doğru çıkan Halk Caddesi üzerinde sâhibi bulun duğu bir arsaya yığma tuğladan, iki katlı kutu gibi bir ev inşâ ettirdi. Bu evin, bizimkinden büyük bir bahçesi vardı. Bu bahçedeki eriğin lezzetini, envâi çeşit güllerini ve Sâim Efendi Amca'nın bizzât düzenlemiş olduğu kameriyede ya pılan, dükkândakine benzer sohbetleri bugün gibi hatırlıyo rum. Mustafa Ağabey bu evin oturma ve misâfir odalarının duvarlarına meşhur hattatların, ve tabiî Necmeddin Hoca'nm, yazılarından ve kendi ebrûlarından güzel levhalar asmıştı. Aslında klâsik cild ve ebruda zamanının en iyisi birkaç kişisinden biri olan Mustafa Ağabey'i eski tarzda bir kitap kabını hazırlarken ya da ebru yaparken seyretmekten bü yük haz duyardım.O da, büyük bir sabırla, bana yaptığı işin
46 / ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
mâhiyetini ve hattâ püf noktalarını anlatmaktan zevk alırdı. Eğer hâfızam yanıltmıyorsa, 1943 yılında Güzel Sanatlar Akademisinde açılmış olan yıl sonu sergisini babam ve ağabeyimle birlikte gezmiştik. Mustafa Ağabey'in bu sergi deki kadîm tarz cildleri ve ebrûları şâhâneydi. Sergiyi ziya ret eden Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Mustafa Ağabey'in eserleri karşısında hayranlığını ifâdeyle kendisini tebrik et mişti. Mustafa Ağabey, büyük dayısı Necmeddin Okyay'ın vefatından itibâren, kendi vefâtına kadar yalnız Türkiye'de değil, bütün dünyâda da ebrunun, tartışmasız, en önde ge len üstadı olmuş ve bu konuda bütün dünyâ yayınlarına geçmiştir. Hayâtının son yıllarını süren Necmeddin Hoca’ya ar mağan ettiği bir "karanfil" ebrusuna karşı, Hoca'nm hiç dü şünmeden hemen şu beyitle cevap verdiğini Uğur Derman hatırlıyor: Hüdâyî türbedârı Mustafâ Bey kârı bu ebrû, Kopartıp koklamak ister, gören her bir zen-i hûb-rû!13 Fotoğrafçılık Mustafa Ağabey'in bir başka büyük me rakıydı. Elinde makinesi ve sehpâsıyla İstanbul'un ve Bursa'nın câmiilerini dolaşarak buralardaki eski yazı levhaları nın resimlerini çeker ve arşivlerdi. Ancak o târihlerde fo toğraf makinalarının objektifleri teknik tâbiriyle "yavaş" objektifler olduğu, yâni maksimum diyafram açıklıkları çok küçük kaldığı için bir poz bâzen dakikalarca sürebili yordu. Çektiği fotoğrafların banyo ve baskı işini de kendisi yapardı. Hattâ kullandığı büyütme cihâzı (agrandisör) dahi bizzat îmâl etmiş olduğu çok kullanışlı bir araçtı. O devirde bugünkü gibi filmler henüz çıkmamıştı, fotoğraf camlan vardı. Üstüne ince tabaka hâlinde emülsiyon sürülmüş olan muayyen eb'âddaki (6x9 cm, 9x12 çm...) bu tarz camlar 13
Zen-i hub-rû: güzel yüzlü hanım.
SÂİM EFENDİ AMCA VE ... / 47
tahmînen 1950’ye kadar kullanılmıştır. Mustafa Ağabey çektiği eski yazı levhalarının negatifleri olan bu fotoğraf camlarının hepsini, sağlığında, Türkpetrol Vakfı'na hîbe etmiştir. Mustafa Ağabey’in sağlam, klâsik bir mûsikî ve ma kam bilgisi vardı. Nota bilmez, fakat besteleri düm-tek usûlüyle mükemmelen icrâ ederdi'4. Tiz notalarda kontral14
Mustafa Ağabey mûsikîyi daha önce adı geçmiş olan ve Muzıka-i Hümâyûn mensubu olduğu için "Mızıkalı" lâkabıyla anılan hafız Muhiddin Tanık'dan öğrenmiştir. Mustafa Ağabey'in bestelemiş olduğu 19 İlâhî ile 1 şarkıyı bizzâl notayla tesbit etmiş olan neyzen Niyâzi Ağabey, bu eserlerin makam, usûl ve güftelerini ve aynca da bilinen güfte sahiplerini bir liste hâlinde şu nâçiz eser için lutf edip hazırladı. Kendisine teşekkürlerimle bu listeyi buraya aktarıyo rum: 1. Eve * Düyek: "Pir Azız Mahmûd Hiidâyî kutbü-I aktâb-ı cihan" (Şeyh Hayrullâh Tâceddin efendi) 2. Hüseynî * Düyek: "Hazret-i Mahmûd Hiidâyî velîler serveri" (Hüseyin Vassaf Bey) 3. Mahur * Düyek: "Ey zahiri pinhân olan" (Hazret-i Hiidâyî) 4. Hicâzkâr * Devr-i Hindî: "Hulûs-i kalb ile Kâmil, yüzün sür hâk-i pâyine" (Kâmil) 5. Segâlı * Düyek: "A'lâ'da bir servi bitmiş" 6. Nihâvend * Düyek: "Yine nûr-i tecellîden dil U cânım ziya ister" (Hazret-i HUdâyî) 7. DUgâh * Düyek: "Kadrim ola berter şeref-i nâd-ı Alî'den" (Kethudâzâde Arif Efendi) 8. Muhayyer * Devr-i Hindî: "Arz-ı dîdâr eyledikçe şâhid-i gülzâr-ı Hû" (Hazret-i Hüdâyî) 9. Rast * Düyek: "Bir pâdişâha kul ol kim..." (Hazret-i Hüdâyî) 10. Hicâz * Düyek: "Hizmet eyle pirine sıdk ile sen...” (Hazret-i HUdâyî) 11. Muhayyerkürdî * Düyek: "Mazhar-ı Zât olduğun anlar mısın?" (Hazret-i HUdâyî) 12. Sabâ * Düyek: "Tecellî-i cemâl ister gönül, eylenmez" (Hazret-i Hiidâyî) 13. Hüzzâm * Düyek: "Ey güzellerden güzel, ruhum, Resûl-i Kibriya” (Şeyh Hayrullâh Tâceddin Efendi) 14. Hicâz * Evsal: "Dilin zikreyler Allah'ı, niçin kalbin olur gafil?" (Haz.rct-i Hiidâyî) 13. AcemkUrdî * Evsat: "Ey gönül, şol şâh-ı âlişâm gör!" (Hazret-i Hüdâyî) 16. Hüseynî * Evsat: "MevlâmlSenin âşıkların devrân ederler Hû ile" (Hazret-i HUdâyî) 17. Bestenigâr * Düyek: "Seherde şem'-i aşkı eyle sûzân" (Hâşinı-i Üsküdârî)
48 / ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
toya yaklaşan latif bir tenor sesine sâhipti. Bir "İlâhi Hey eti" kurmuştu. Hey’et üyelerine meşk ettiği İlâhîlerle Ra mazan ayında teravih namazlarında müezzinlik ederlerdi. Niyazi Ağabey (neyzen Niyâzi Sayın) bu grubun demirbaş larından biriydi. Mustafa Ağabey, aileden gelen hassas bir kulağa sâhip olduğumu görünce, beni de yetiştirmek istedi ve ilk olarak da, dükkânda. Aziz Mahmûd Hüdâyî’nin: Neyleyeyim dünyâyı, Bana Allah'ım gerek. Gerekmez mâsivâyı, Bana Sultânım gerek. Ehl-i dünyâ dünyâda, Ehl-i ukbâ ukbâda, Her biri bir sevdâda, Bana Allah'ım gerek. diye başlayan İlâhisinin acemaşirân makamındaki bestesini düm-tek ile tâlim ettirmişti. Ancak ilkokulun 4. sınıfında öğrenci bulunmam bu işi devam ettirmeme müsaade etme di. Bu fırsatı kaçırmış olmama, doğrusu, bugün bile çok hayıflanırım. Mustafa Ağabey gençliğinde ciğerlerinden büyük bir rahatsızlık geçirdi. Uzun müddet sanatoryumda yattı. O 18. Uşşak * Evsat: "Saldın âteş rûhuma, kalbim hazin yâ Fâtıma" (Şeyh Hayrullâh Tâceddin Efendi) 19. Sabâ * Evsat:”Yâ MuhammedlO senin aşkına kurbân olayım!" (Şeyh Yusuf Fahir Baba) 20. Hicâzkâr * Düyek: (Şarkı) Yanarım zevkine cânân, sana pekçokyanarım, Gece gündüz seni ister, seni dâim ararım. Olurum aşkına kurbân, seni candan ararını. Gece gündüz seni ister, seni dâim ararım. (Şeyh Hayrullâh Tâceddin Efendi)
SÂİM EFENDİ AMCA VE ... / 49
zamanki tedâvî usûlleri bugünkü gibi gelişmiş olmadığı için, ponksiyonla ciğerinden su alınması ve hava tahliye edilmesi sırasında çok ızdırâb çekti. Sanatoryum dönemi, onun hayatında koyu sofulukdan uzaklaşıp tasavvufa ciddî bir biçimde yönelişinin de başlangıcı oldu. Sanatoryumda Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri'nin Dîvân'm\ tetkik etti. Onun bu tahavvülündeki en müessir unsur Eşref Amca (Eşref Ede) olmuştur. Maneviyatındaki bu rûhânî değişim, Mustafa Ağabey'in hayâta bakış açısını da, değer hükümle rini de çok olumlu tarzda etkilemiştir. Filvâki başlangıçta eskiden bağlı olduğu değerleri tenkîd etmekde bâzen aşın davranmışsa da, Eşref Amca'nın sohbetleri ve irşâdı, za manla, onu temkinli bir olgunluğa ulaştırmıştır. Sanırım, sanatoryum döneminden hemen sonra idi; Abdülbâkî Gölpınarlı da Attâr Dükkânı'mn müdâvimlerinden olduydu. Mustafa Ağabey onun Arapça'ya ve Farsça’ya vukufunu, hâfızasmın kudretini ve müdekkikliğini çok tak dir ederdi. Ancak, her ikisinin de pekçok değer hükmünde tamâmen zıd oldukları yavaş yavaş ortaya çıkınca ve özel likle de Necmeddin Hoca'nın Toygartepe'deki evinin bah çesinde Necmeddin Hoca, Eşref Amca, Mustafa Ağabey, Necmeddin Hoca'nın oğlu Sâcid Ağabey, Ali Alparslan ve Abdükbâkî Gölpınarlı'nın katıldıkları bir sohbet esnâsında Abdülbâkî Gölpınarlı'nın Şeyhü-l Ekber Muhyiddin İbn Arabi için: "O Şeyhü-l Ekber değil, Şeyhü-l Ekfer'dir (yâni kâfirlerin şeyhidir)" iddiasında bulunması üzerine bu ahbablık hemen o anda, gürültülü bir biçimde ve de bıçakla kesilmiş gibi sona erdi. Gene Mustafa Ağabey'in rahatsızlığının had safhaların dan birinde Sâim Efendi Amca, dükkânda, babama: "Hâfız Bey; dün gece âlem-i mânâda, türbesinin önünde Aziz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri'ne miilâkî oldum. Bana: Sâim Efendi, Mustafa'yı artık bize ver dedi. Ben de: Sultânım, o
50 / ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
zâten sizin dedim ve uyandım" diye bir rüyâsını nakletmiş ve bunun Mustafa Ağabey'in Âhiret'e göçmesi zamanının geldiğine delâlet ettiği endîşesiyle de gözlerinden iki damla yaş sakalına doğru süzülmüştü. Bu endîşenin isâbetsiz, fa kat rüyânın ise sahîh bir rüyâ olduğu daha sonra ortaya çı kacaktı. Nitekim Mustafa Ağabey bu rüyâdan sonra daha 50 sene daha yaşayarak 12 Eylül 1990 târihinde 71. yaşım sürerken Âlem-i Bekâ'ya göçecek; ama Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretieri'nin türbedarlığını yapan Eşref Amca'nın vefâtından sonra tâyin edildiği aynı görevde bu Hazret’e tam 26,5 yıl aşkla, şevkle hizmet etmiş olacaktı. Allah on dan râzî olsun, bu şerefli görevi sırasında aldığı resmî maaşı türbe için kullandıktan başka, çoğu sefer de kendi cebinden olmak üzere: türbenin damını aktarmış, çinko kaplamalarını yeniletmiş, derelerini tâmir ve tesviye ettir miş; türbeyi boyatmış, kırık camlarını değiştirtmiş; hazîrelerini tanzim ve muhafaza etmiş; içini tertemiz, pırıl pırıl tutmuş ve Hazret-i Hüdâyî'nin şahsî eşyâlarını gözü gibi koruyup muhafaza etmiştir. Mustafa Ağabey, 1959 yılında bir müddet de Nasûhî Dergâhı Mescîdi'nde Cuma hutbesi okumuştur. Bu hutbe ler, onun hitâbet kudretini gösteren birer belâgat şâheseriydi. Ancak bir yandan temas ettiği konular ve bu konuları herkesi iknâ' edecek şekilde ele alıp işlemesi, diğer yandan da hutbelerini dinlemek üzere Nasûhî Dergâhı Mescîdi'nin görülmemiş bir biçimde izdihâma mâruz kalması Üsküdar Müftülüğü'nü tedirgin etmiş ve pek çok kişinin de kıskanç lığını ve hasedini celbetmişti. Bunun üzerine büyüyen nifâka esir düşen Müftülük, Mustafa Ağabey’in artık hutbeye çıkmasına müsaade etmemiştir.
DÜZGÜNMAN'LAR VE FAKİR 11 yaşımdan îtibâren bende, hemen her pazar günü Sâim Efendi Amcaları ya babamla yâhut da yalnız olarak ziyâret etmek alışkanlığı doğmuştu. Babam, Sâim Efendi Amca ve diğer misâfırler ile bahçede kameriyenin altında, üzerine pide gibi ince minderler serili tahta sıralarda sohbet ederken ben daha çok ya Mustafa Ağabey'in çalışmalarını seyreder, ya da Ahmet Ağabey'in odasında kütüphânesini karıştırırdım. Ahmet Ağabey sâkin, ciddî ve lâtif bir kimseydi. İyi bir tesviyeci ve elektrik bobinajcısı, hârika bir saat tâmircisiydi. Daha sonraları îmâl ettiği hârikulâde tesbihleriyle ve pirinç levhadan dakik bir şekilde oyduğu tanınmış hat tatların levhalarıyla o da "hezârfen" lâkabını ziyâdesiyle hakkedecekti. Saatlere ve kitaplara karşı büyük merâkı var dı. Daha sonraki yıllarda envâ-i çeşit antika saatlerden mürekkeb bir koleksiyona sâhip olacaktı. Sürekli okurdu, Ma arif Vekâleti’nin yayınladığı Klâsikler’in hemen hepsini al mıştı. Her gün dikkatle okuduğu gazeteden başka, her hafta birkaç da ciddî dergi okurdu. Mükemmel bir otodidakttı. Gençliğinde hâdiseler karşısında şüpheci ve rasyonalist bir tavrı vardı. Bu tavır 1950'li yılların sonuna doğru büyük ve olgun bir değişikliğe uğrayarak Tasavvufa yönelecekti.
52 / ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
Müellifin lQ45’de Mustafa Düzgünman tarafından çekilmiş bir resmi.
DÜZGÜNMAN'LAR VE FAKIR / 53
Küttiphânesinden ben de ödünç kitaplar alır; kısa süre de okur ve iade ederdim. İbrâhim Alâeddin Gövsa'nm 4 ciltlik Meşhur Adamlar Ansiklopedisi onun kitapları ara sında en çok ilgimi çekeni idi. Her gelişimde bunları mut laka karıştırır, birkaç meşhur adamın hayâtını öğrenirdim. Bu merâkım Mustafa Ağabey'in de, Ahmet Ağabey'in de hoşuna gider, şevkime destek olurlardı. Hattâ Mustafa Ağabey elime bu ansiklopedinin bir cildini tutuşturarak ba na bahçelerinde bir de poz verdirmiş ve resmimi çekmişti. Babama, bana bu ansiklopediyi satın almasını ricâ etmiş tim. Babam bu ansiklopediyi Bâbıâlî'deki bütün kitapçılar da aramış, ama o târihlerde mevcudunun tamâmen tüken miş olması dolayısıyla bulamamıştı. 12 Eylül 1946 da yapılan sünnet düğünüm, sünnetten korkmayayım da hevesleneyim diye, çocukluğumdan beri ballandırıla ballandırıla anlatılan ağabeyiminki kadar muh teşem olmuştu. Zavallı babam, küçük oğlunun bu ilk mü rüvveti için kim bilir ne kadar borca girmişti. Üç katlı ko nak misâfırlerle dolup taşmıştı. Eski İstanbul sünnet dü ğünlerinin hiçbir unsuru ihmâl edilmemişti. Düğün çorbası baş yemekti. Yemeğe yetişememiş olanlara ve gecenin iler leyen saatlerinde diğer misâfırlere ikrârn edilmek üzere li monatasıyla, kaşarlı sandöviçiyle, kuru pastalarıyla ve bö reğiyle ayrıca bir de büfe hazırlanmıştı. Önce güzel sesli hâfızlar Kur'ân tilâvet etmiş, İlâhiler ve Mevlîd-i Şerif oku muşlardı. Akabinde fasıl heyeti nefis bir konser vermişti. Hokkabaz Portakaloğlu sabahın ilk saatlerine kadar çeşitli seanslarda bütün mârifetlerini takdîm ederek herkesi hayrân bırakmıştı. Bu arada Karagöz de ihmâl edilmiş değildi. Sünnet yatağının bulunduğu üçüncü katın büyük sofasında güzel bir perde kurulmuştu. Karagöz oyunu üçüncü katta büyük izdihâma yol açmış ve bâzı kimselerden, üçüncü
54 / ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
katın bu kadar yükü taşıyamayacağı endîşesiyle, lütfen bir alt kata inmeleri dahi istirhâm edilmişti. Sâim Efendi Amca kirvemdi; sünnetim esnâsmda, acıyla bağırdığım takdirde sesimin babamın ve annemin kulaklarına kadar gitmesini önlemek üzere hokkabaz Portakaloğlu ile yardakçıları, defleri ve "Patarata pattin pattin coooo, patarata pattin pattin coooo..." terâneleriyle etra fımda dönüp türlü şaklabanlıklar yaparken beni sıkısıkıya zabtetmişti. O zaman kendisinin ne kadar kuvvetli olduğu nu çok iyi idrâk etmiştim. Seneler sonra ben de küçük ka yınbiraderime ve daha sonra bir arkadaşımın oğluna aynı tarzda kirvelik edecektim. Sünnet ameliyesi bitip de yatağıma yatırıldığım zaman, bizimkilerden sonra ilk sünnet hediyelerini verenler de ge ne Sâim Efendi Amcalar olmuştu. Bana birkaç hediye bir den getirmişlerdi, ama Mustafa Ağabey’inkini görünce bü tün ızdırâbımı unutmuştum; dünyalar benim olmuştu. Bu, ikişer cildi birer cild hâlinde bizzat Mustafa Ağabey tara fından ciltlenmiş olan 4 ciltlik Meşhur Adamlar Ansiklo pedisi idi. Meğer Mustafa Ağabey’de de bu ansiklopedi varmış ama ciltli olarak değil de, fasiküller hâlindeymiş. Ciltlerden birinin içinde elyazısıyla: "Pek sevgili kardeşim Yüksel Özemre'ye sünnet hediyesi. 12 perşembe 1946 Ey lül. Mustafa Düzgünman" yazıyordu. O târihlerde Mustafa Ağabey bana Allah'a ulaşmak için yollar bulunduğundan, bu yollardan birine girenlerin bir takım sıkıntılar çekmekle birlikte daha yüksek bir ilim (İlm-i Ledün) sâhibi olduklarından, bu yollardan ancak ye tenekli bâzı kimselerin geçebildiğinden, Allah’a ulaşan "erenler"in ise evliyâlar olduğundan bahsetmeğe başlamış tı. Bu yollar da, bu yollara sülük edenlerde ortaya çıkan fevkalâde ahvâl de, bu tecellîlerdeki esrâr da beni ziyâde siyle cezbediyordu. Kafamda bütün bunlarla ilgili sorular
DÜZGÜNMAN'LAR VE FAKİR / 55
oluşuyor ve müteâkıb ziyâretimde bunları Mustafa Ağabey’e soruyordum. Sonradan idrâk etmiş olduğum kadarıyla, Eşref Efendi Amca Mustafa Ağabey'in mânevi eğitimiyle ciddî bir bi çimde meşgûl olmaktaydı. Bunun sonucu olarak da Musta fa Ağabey’de zuhur etmeğe başlayan mânevî cezbe tesîrini icra etmeğe başlamıştı. Cezbesini hafifletmek üzere Musta fa Ağabey de öğrendiklerinin bir kısmını, ama o da ben de farkında olmadan kendi cezbesiyle birlikte, bana nakledi yordu. Artık velîlerin ahvâline, hayatlarına ve düşüncelerine âit elime ne geçerse okumaktayım. Bu arada Celâl Bey'in berber dükkânında sıramı beklerken o da bana, Hazret-i Mevlânâ hakkında Ziyâ Şâkir'in ve Abdülbâkî Gölpınarlı'nın kitaplarını yüksek sesle okuturdu. Mevlânâ'nın hayâtı ne kadar ilgimi çekmiş, bana ne ilhâmlar vermişti! Ama, gene de, bunların hiç biri beni tatmin etmiyordu. Bu rivâyetlerin merâkımı tahrik etmede olumlu bir yanı olduğunu kabûl etmekle beraber, kısa zamanda, bunlara dayanarak hiç bir mânevî olgunluğa erişilemeyeceğini ve mutlaka kâ mil bir mürşidin insanın elinden tutarak onu sabırla yetiş tirmesi gerektiğini idrâk ettim. Ama öyle bir zât neredeydi? Farz-ı muhâl, böyle bir zât karşıma çıkmış olsaydı acaba ben onun eğitimine lâyık mıydım? Böyle bir yeteneğim var mıydı? Bu zâtın bana vereceği eğitimi acaba hazmedebile cek miydim? Mustafa Ağabey'e dahi sormaktan nedense kaçındığım bu sorular beni olağanüstü tedirgin etmeğe başlamıştı. Her sokağa çıkışımda Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri'nin tür besini ziyâret edip bu zâtın ruhuna Fâtiha'lar okumakla inşirâh buluyordum. Tedirginliğim de kısmen geçiyordu. Bu hâlet-i rûhiyem beni hem âileme hem de diğer insanlara karşı muamele ve tavırlarımdaki hatâ ve kusurlarımı idrâk
56 / ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
ve temyiz ederek, böyle bir maceraya atılmağa hazır ve lâyık olup olmadığım husûsunda kendi kendimi sorgulama ğa ve nefsimi de sürekli olarak hakir görüp levmetmeğe yöneltti. Bu, girmekte olduğum bülûğ çağının olumsuz etkile riyle de şiddeti gitgide artan tahammül-fersâ bir kriz döne mi oldu. Nefsimi istilâ etmekte olan vehim ve hayâl kuv vetlerinin tesiriyle, sürekli olarak, havf ve recâ arasında bo calamaktaydım. Cenâb-ı Hakk'dan karşıma bir mürşid-i kâmil çıkarmasını ve bu zâtın da derdime merhem olmasını niyâz etmekteydim.
EŞREF EFENDİ AMCA Sâim Efendi Amca'nın dükkânının müdâvimi olan muhterem zevât içinde benim mevcûdiyetimi ve muhakkak ki hâlet-i rûhiyemi, fark eden tek zât Eşref Efendi Amca olmalı idi; zîra gerek dükkânda gerekse dükkânın dışında karşılaştığımız zaman kendisinin o fevkalâde nâfiz ve rahmânî bakışlarını hep üzerimde hissetmişimdir. Onun bu nazarlarının ve mestûr himmetlerinin mânevi hayâtıma na sıl bir istikâmet vermiş olduğunu, aradan 50 sene geçtikten sonra, bugün çok daha berrak bir şekilde idrâk etmekteyim. Eşref Efendi Amca son derece sırlı, az konuşan, ama her beyânı inci gibi hikmet dolu olan bir zât idi. Bestekâr Hacı Fâik Bey'in kıymetli talebelerinden olan muhterem pederi Şeyh Tevfık Efendi ise, bugün Üsküdar Postahânesi'nin yanındaki yokuşun hemen girişinde, biraz yukarıda, solda, "Gizlice Evliyâ" diye bilinen bir hazîreyi de içine alan ama artık yerinde yeller eşen Gizlice Evliyâ Tekke sinin Celvetî şeyhi imiş. Hakkında pek az şey bilinen bu Gizlice Evliyâ'nın kab rine Azîz Mahmûd Hüdayî ihtirâm eder ve hattâ önünden geçerken sağ elini kalbinin üstüne koyar, vücûdunu kabre çevirir, yan yürüyerek geçermiş. Mücerred bir hayat süren (yâni hiç evlenmemiş olan) Eşref Efendi Amca, Üsküdar'ın Bağlarbaşı semtinde îcâdiye mahallesinde kızkardeşi ile birlikte otururdu. Gençliğin de pek çok İnsân-ı Kâmilden feyz almış olduğu, İstanbul'-
58 / ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
Attâr Dükkânı’ıun müdâvimlerinden ve Sırlı velîlerden Eşref Efendi Amca (Eşref Ede)
EŞREF EFENDİ AMCA /
59
daki bütün meşâyihi tanıdığı ve bunlardan da hangilerinin evliya olduklarını bildiği söylenirdi. Matematik ve İlm-i Nücûm bilgisinin kuvvetli olduğu, fakat İlm-i Nücûm he saplarının kendisini bıktırdığı için artık bunlarla uğraşma dığı da rivâyet edilirdi. Hepsi de tasarruf sâhibi olan: Fâtih Türbedarı diye mâruf Ahmed Âmiş Efendi'nin, İstanbul'un Kutb'u olarak tanınan Eyüb Nişancası'ndaki Şeyh Murad Buhârî Dergâhı'nın şeyhi ve Hazret-i Peygamber'in 32. gö bekten torunu olan Seyyid Abdülkâdir-i Belhî'nin (18391923) ve zamanının Gavs'ı olduğu söylenen, ama fevkalâ de sırlı bir zât olduğu için tekke literatürüne geçmemiş olan Hüseyin Sâbit Efendi'nin sohbet ve nazarlarına mazhar olan Eşref Amca'nın bu İnsân-ı Kâmil'lerin nezdinde kadir ve kıymetinin pek yüksek olmuş bulunduğu rivâyet edilirdi. Hattâ bir keresinde Üsküdar'da, Tabutçular içinde, "Sandıkçı Şeyh Edhem Dergâhındaki büyük bir toplantı ya, Seyyid Abdülkâdir-i Belhî'nin usûlen dâvet edilmesi için Şeyh Haydar Efendi tarafından aracı olması Eşref Efendi Amca'dan ricâ edilmiş. Fakat tekkesinden hemen hiç dışarı çıkmayan Hazret'in bu toplantıya da icabet etme yeceğine mutlak nazarıyla bakılmaktaymış. Eşref Efendi Amca Eyüb'e giderek dâvetini yapmış. Toplantı gecesi Eş ref Amca, Sandıkçı Dergâhı'ndan içeri girince, Hazret-i Seyyid’i mihrâbda ve Şeyh Haydar Efendi'yi de onun önün de ayakta kemâl-i huşû' içinde görmüş. Hazret-i Seyyid'iıı Eşref Amca'nın ricâsım kırmayıp bu yaşlı hâlinde Eyüb’den Üsküdar'a kadar gelmesi karşısında herkes hem şaşır mış, hem fevkalâde memnûn olmuş ve hem de Eşref Amca'nın zamanın Kutb'unun nezdindeki kadrinin ve kıymeti nin büyüklüğünü kemâliyle anlamış. O gün icrâ edilen zik-
60 / ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
Seyyid Abdükadir-i Belhî Hazretleri.
EŞREF EFENDİ AMCA / 61
rin hâzırûna bahşetmiş olduğu mânevi lezzet ise, aradan 40 sene geçmiş olmasına rağmen, Attâr Dükkâm'ndaki o unu tulmaz sohbetlerde hâlâ tahassürle anlatılırdı. İlırı-i Nücûm’daki bilgisinin enginliğini bilenler gençli ğinde, I. Cihân Harbi sırasında, bir gün Şeyh Murad Buhârî Dergâhı'ndaki bir toplantıda Eşref Efendi Amca'ya Mustafa Kemâl'in zâyiçesini çıkarıp âtisini istihrâc etmesini ricâ et mişler. O da bu ricâyı kırmamış ve hemen oracıkta yaptığı hesaplar sonunda şu neticeye varmış: "Eğer bu zât gönlünü mânâ âlemine çevirirse: Velî; eğer dünyâya çevirirse: Pâdişâh makamına sâhip olacaktır". Neyzen Niyâzi Sayın, Eşref Efendi Amca'nın kıymetli iki divânından bahsederdi. Bunlardan biri hayâtında bütün hastalarına dâimâ karşılıksız bakmış olan Dr. Ziyâ Bey; di ğeri ise posta müvezziliğinden emekli, eski tulumbacılar dan, Üsküdar'da Tabaklar'da oturan ve fevkalâde müeddeb bir zât olan Abdi Efendi imiş. Her ikisi de mürşidleri gibi kâmil bir Hamzavî-Melâmî neş'esine sâhip zâtlarmış. Bir gece Abdi Efendi hastalanmış ve sabaha kadar san cılardan kıvranmış. Sabah ezânından biraz önce kapısı ça lınmış. Gelen mürşidi imiş. Eşref Efendi Amca müridine serzenişte bulunmuş: "Abdi can; bizi niye sabaha kadar uyutmadın? Neyin var?"-, sonra Abdi Efendi'nin haremine dönerek: "Kızım sen bize kahve yap. Kapıyı da kapa" de miş. Yalnız kaldıklarında başparmağını Abdi Efendi'nin iki kaşı arasına bastırmış. Abdi Efendi bir anda bütün sancıla rının başlayarak ayaklarının ucundan kendisini terk ettiğini hayretle müşâhede etmiş. Dükkânın müdâvimlerinden, Sandıkçı Dergâhı’nın kah vecisi Tûfan Ağa’yı II. Cihân Harbi'nde apar topar ikinci kere askere çağırmışlardı. Bu durumda evlâd ü ıyâlinin se-
62 / ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
Necmeddin Okyay’ın Toygar Tepesi’ndeki bahçesinde (Soldan Sağa) Eşref Efendi Amca, Necmeddin Okyay, Ali Alparslan. Sâcid Okyay, Abdülbâki Gölpmarlı.
EŞREF EFENDİ AMCA / 63
fil perişan olacağı endîşesiyle Tufan Ağa da, Eşref Amca'yı: "Ne olur beni bu işten kurtar!" diye yalvararak tâciz eder olmuştu. O da: "Git evlâdım; bizde böyle tasarruf kudreti yok" diye başından savarmış. Askere şevki için ve rilen târihden bir hafta kadar önce Tufan Ağa, Giilnûş Valide Sultan Câmii'nden bir ikindi namazı sonrası Sâim Efendi Amca ile birlikte kolkola çıkmakta olan Eşref Efen di Amca'nın önünü keserek: "Senden beni bu işdeıı kurtar dığına dâir söz almadan bir yere gitmem, seni de bir yere bırakmam" diye bağırıp ayaklarına sarılmağa başlamış. Ne yapmışlarsa Tûfan Ağa'yı yatıştıramamışlar, ama Eşref Efendi Amca'nın da sabrı gitgide taşmağa başlamış. So nunda, bir an büyük bir celâliyetle: "Gitme öyleyse ulan, gitme!" diye bağırınca Eşref Amca'nın mânevi kudretine îmânı kavi olan Tûfan Ağa birden ferahlamış ve bu sefer ellerine sarılarak "Sağ ol Eşref Efendi! Allah râzî olsun" diye minnetini dile getirmiş. Gerçekten de, birkaç gün son ra Askerlik Dâiresi'nden gelen bir telgraf Tûfan Ağa'nın as kere yanlışlıkla çağırılmış olduğunu bildirip celb emrini iptâl etmiş. Eşref Efendi Amca 1954 senesinde bir gün yeğenini ziyâret etmek üzere evden çıkmış. Ancak, beş dakika sonra eve dönmüş. Kızkardeşi: "Hayrola Ağabey; bir şey mi unuttun?" diye sorunca "Vakit tamâm oldu. Seni Efendim Hazretleri'nin rûhâniyetine emânet ediyorum" diyerek ya tağına uzanmış ve rûhunu teslim etmiş. Kızkardeşi, Eşref Efendi Amca'nın yatağının yanında duran zenbilin içinde mubâreğin kefenini ve cenâzesinin kaldırılması için para dâhil ne lâzım ise hepsini hazır bulmuş. Ahmet Ağabey, Niyâzi Sayın ile birlikte Eşref Efendi Amca'nın gaslinde bulunmuş olduğunu, mübâreği Aziz Mahmûd Hüdâyî Dergâhı müezzini Cemâl Efendi'nin gas lettiğini, gasil esnâsmda Eşref Efendi Amca'nın yüzünün
64 / ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
bir müddet mütebessim kaldığını hayretle müşâhede ettiği ni anlatmaktadır. Bu tebessüm, gerçekten de herkesin gör düğü objektif bir vak’a mıydı, yoksa Ahmet Ağabey'e o an da yaşatılan bir yakaza mıydı? Bunu tefrik ve temyîz edip bir hükme varmak mümkün görünmemektedir.
Hâfız Nâfiz Efendi
İSKELE CÂMİİ BAŞ İMAMI NÂFİZ UNCU HOCA Dükkânın müdâvimlerinden İskele Câmii baş imamı Nafiz Hoca da cezbeli, sırlı, melâmî-meşreb bir zât idi. Gençliğinde bütün İstanbul'daki hâfızları kıskandıracak ka dar güzel bir sese ve mûsiki bilgisine sâhipmiş. Zamânın meşhur hâfızlarından Ayasofya Câmii imamı İdrîs Efendi'nin kızının Ayasofya Câmii'nde hâfızlık icâzetini aldığı merâsimde Reisü-1 Kurrâ'nın15 kendisinden Kur'ân okuma sını ricâ etmesi üzerine çektiği Besmele'nin ve okuduğu Kur'ân'ın tavır ve edâsının hâzırûndan pek çok kişinin, vecd ve istiğrak içinde sayha kopararak, kendinden geçme sine sebep olmuş olduğu vak'anın bizzât şâhidi olan rah metli babam tarafından Niyâzi Ağabey'e nakledilmiş; o da bana nakletti. Ayasofya Câmii'nde mukabele okuduğu zamanlarda câmide izdihâm olur, bilhassa hanımlar Nâfiz Hoca'yı din lemek üzere bu câmie fevc fevc akarlarmış. Bunun netice sinde Nâfiz Hoca'nın benliği kabarmış. Ancak bir müddet sonra nefsinde zuhur eden bu benlik onu rahatsız etmeğe başlamış ve bunun tek zâhirî sebebinin güzel sesi olduğunu idrâk eder etmez de derhâl enâniyyetinden16 ötürü Allah'a tövbe edip bu sesi ondan alması husûsunda Nasûhî Dergâ15 16
Reisü-1 Kurrâ: Hâfızlar meclisinin reisi. Enâniyyet: Benlik.
66 / ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
hı'nda niyâzda bulunmuş. Bu hâlis duâsı kabûl olunmuş ki, ertesi sabah kalktığında o güzelim sesinin gitmiş, yerine kı sık ve çatlak bir sesin ikâme edilmiş olduğunu sevinçle görmüş. Nâfız Hoca esmer, hafif müiâhham, iri güzel gözlü, kır sakallı, ortaya yakın uzun boylu, cezbeli bir zâttı. Tabiî cezbesi dolayısıyla, havanın soğukluğundan müteessir ol madığı zehâbını uyandıran yakası-bağrı açık bir şekilde do laşırdı. Üsküdar çarşısının esnâfıyla senli benli idi. Onların latîfelerine cezbeli latîfelerle karşılık verirdi. Derin bir idrâk ile sâhip olduğu rûhânî emânetini avâmın gözlerin den uzak tutabilmek için bütün esnâfla, ve hâssaten de şo för esnâfıyla, senli benli konuşurdu. Baklava, sarığıburma ve şâir tatlılara karşı sanki bir zaafı varmış gibi davranır, çoğu kere de Tatlıcı Niyâzi'nin dükkânının vitrininde tatlı ları büyük bir dikkatle seyrederdi. Kendisini tanıyanların sık sık duydukları: Câmiatü'l-letâif: Hazret-i tel kadâif! beyti onundur. Bu, aslında, kendini başkalarının nezdinde sırlamak için başvurduğu bir melâmî taktiği idi. Yoksa ne avâmîliğe bir meyli vardı ve ne de tatlıya karşı hakîkî bir iştihâsı. Niyâzi Ağabey, Nâfiz Hoca'nın bir tavuk göğsün den bile iki lokmadan fazla yiyemediğini nakletmektedir. Yalnız kahveyi çok şekerli içerdi, o kadar! Nâfız Hoca ba bama çok hürmet eder ve beni de çok sever, sokakta karşı laştığımızda hep bağrına basardı. Nâfiz Hoca, Nasûhî Dergâhının son şeyhi Kerâmeddin Efendi'ye bağlıydı. Bu dergâhda okuduğu veciz cuma hut belerinin çarpıcılığı ve belâgati o vakte yetişmiş Üsküdarlılar’ın nezdinde hâlâ tahassürle hatırlanmaktadır. Fî târihinde Nâfiz Hoca ile Ömer adındaki bir arkadaşı Harbiye Nezâreti'nde (İstanbul Üniversitesi'nin Bayezid'de
...NÂFİZ UNCU HOCA / 67
bugünkü merkez binâsında) vazifeli imişler. Akşamlan, birlikte, Şirket-i Hayriye vapuruna binerler; Nâfiz Hoca Üsküdar'da, Ömer Efendi ise Akbaba’daki evine gitmek üzere Beykoz'da inenniş. Fakat tabiî evine çok geç varır mış ve bu gecikmeden ötürü de Nâfız Hoca'ya sık sık dert yanarmış. Bir gün Ömer Efendi Beykoz'da vapurdan inip de biletini verdiği anda, nasıl olduğunu bilmeden, tayy-ı mekân ederek kendini Akbaba'daki evinde bulmuş. Bu hâl, bir hafta bu minvâl üzere devâm etmiş. Bir gün de evinde Fusûs'u okurken bir mes'eleye aklı takıldığında bir sayha atmış. Tam o sırada, penceresinin önünde kendisine bakan siyah sakallı, fevkalâde nâfız ba kışlı bir zât belirmiş. Ömer Efendi pencereye hamlettiğinde bu zât da gözden kaybolmuş. Bunun üzerine kahveye çıkan Ömer Efendi'ye bir arkadaşı ne okumakta olduğunu sor muş. Fusûs okuduğu cevâbını alınca da: "Bunu neye oku yorsun? Fusûs'u anlatan canlısı var. Gel seni oraya götü reyim" demiş. Bu zât Ömer Efendi’yi Tarlabaşı’nda Kamer Hâtûn Câmii'ne götürmüş. Câmiin baş imamı Hacı Vehbi Efendi17 câmide 8 ilâ 10 kişilik bir gruba Fusûs şerhi yap maktaymış. Ömer Efendi bu zâtı görür görmez O'nun pen ceresi önünde bir anlığına müşâhede etmiş olduğu zâtın ta kendisi olduğunu anlamış. Vehbi Efendi ise tam o sırada Ömer Efendi'nin Fusûs'da takılmış ve sayha atmış olduğu mes'eleyi büyük bir vukuf ve fesâhatle yorumlamağa başla mış ve Ömer Efendi'nin müşkili de böylece hâlledilmiş ol muş. Fakat Ömer Efendi, daha sonraları, kadrini çok daha derin bir şekilde idrâk etmiş olduğu Nâfız Efendi'den bü yük bir hayranlıkla bahsederken: "Bu bir şey değil! Fusûs'u 17
Arabacı Ayaş’lı İsmâil Ağa'nın mürşidi olan zât. Attâr Dükkânı’nın müdavim lerinden, İsmâil Ağa'nm oğlu Albay Müh. Vehbi Gül'e ismi bu zâttan dolayı verilmiştir.
68 / ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
idrâk etmek isteyen, Fusûs'u asıl Nâfız'den okumalıydı!" dermiş. Nâfîz Hoca bir akşam Niyâzi Saym'ı ziyârete gelmiş. Çay içerlerken: "Yâhû! Özbekler Dergâhı şeyhi Necmeddin'i özledim. Gelseler de sohbet etsek!” demiş. Bunu söyledikten biraz sonra kapı çalınmış ve Necmeddin Efen di, haremi ve oğlu, Niyâzi Ağabeyi ziyârete gelmişler. Nâfîz Hoca bu sefer: "Yâhû! Mustafa ile Ahmed de gelseler ne iyi olurdu!" demiş. Bu kelimeler ağzından çıkar çıkmaz kapı çalınmış ve gelenler Mustafa ve Ahmed Düzgünman imiş. Nâfız Hoca bu sefer de: "Yâhû! Ne olurdu Tûfan ile Tâhir gelselerdi de enfiyeleriyle dalga geçseydik!" demiş. Nâfiz Hoca'mn ağzından bu kelimeler zuhûr eder etmez ka pı gene çalınmış ve gelenler de Tûfan Ağa ile Tâhir Efendi'den başkası değilmiş. Niyâzi Ağabey'in odasında ise ar tık dönüp dolaşacak yer kalmamış. Bunun üzerine Nâfız Hoca’mn dizine niyâz eden Niyâzi Ağabey: "Nâfiz Amca, oda ufak; ne olur buraya daha fazla adam doldurma!" de mek mecburiyetinde kalmış. Nâfiz Hoca 1958 senesinde Ömer Fevzi Mardin'in di vânından Abdürrahim Bey'in Fenerbahçe'deki evinde misâfır iken Niyâzi Ağabey kendisini ziyâret etmiş. Nâfiz Hoca'nın elinde çekmekte olduğu bir tesbih varmış. Niyâzi Ağabey tesbih meraklısı olduğundan, içinden: "Acaba Nâ fiz Amca'nın tesbihi kukadan mı?" diye geçirirken tesbihin ipi birden kopmuş ve tâneleri etrâfa dağılmış. Nâfiz Hoca tâneleri toplayıp bir mendil içine koyarak Niyâzi Ağabey'e: "Sen tesbihe meraklısın. Bu tesbih senin olsun. Sen de bana seninkini ver; yarın nasıl olsa alırsın" demiş. Nâfiz Hoca o gece sabaha karşı Hakk'a yürümüş. Üsküdar'da Özbekler Tekkesi hazîresine sırlanan Nâfiz Hoca'mn masa saati, tak kesi ve tesbihi şimdi Niyâzi Ağabey' de bulunmaktadır.
AHMED CELÂLEDDİN (BAYKARA) DEDE Attâr Dükkâm'mn ve bütün Üsküdar'ın muhterem âşi nâlarından biri de Galata Mevlevîhânesi'nin son şeyhi Ah med Celâleddin Dede (1853-1946) idi. Kendisi, bir müddet şeyhliğinde bulunmuş olduğu Üsküdar Mevlevîhânesi'nin karşı köşesindeki evinde otururdu ve ben Attâr Dükkânı'nın müdâvimlerinden olduğum sıralarda, artık sokağa çıkamıyacak kadar yaşlıydı. Dede gençliğinde siyatikden muzdarîbmiş. Yataktan kalkamıyormuş. Bir gün Seyyid Abdülkâdir Belhî Hazret leri kendisini ziyârete gelmiş. Dede yataktan doğrulamamış bile. Bu hâle çok üzülerek Hazret'e hâlini arz etmiş; özürler dilemiş. Seyyid Hazretleri: "Üzülmeyiniz! Geçer" demiş. Koyu bir Hak sohbetinden sonra misâfıri "destûr" istedi ğinde18, Ahmed Celâleddin Dede kendisini ihtirâmla aşağı kattaki sokak kapısına kadar istikbâl etmiş. Ancak, üst kata yatağına döndüğünde, aylardır yataktan çıkamamış olan Dede, kendisinde artık siyatik filân kalmamış olduğunu ve sanki hiç bu dertten muzdarîb değilmiş gibi Seyyid Abdül kâdir Belhî'yi istikbâl etmiş olduğunu birdenbire idrâk ederek Hazret’in tasarruf kudretini bir kere daha tasdîk etmiş.
18
Destûr istemek: Müsaade almak.
70 / ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
Ahmed Celâleddin Dede Hazretleri
AHMED CELÂLEDDİN DEDE /
71
Niyâzi Ağabey beş lisâna bihakkın vâkıf, kudretli bir şâir ve musikişinas olan Ahmed Celâleddin Dede'nin: Dâr-ı dünyâ, ey birâder, köhne mihmânhânedir. Dil veren vîrâneye, uslû değil dîvânedir. Bir mukîm kimse bulunmaz hâne-i eflâkde, Cümle halk ehl-i sefer, âlem misâfırhânedir. dedikten sonra Hakk'a yürümüş 19 olduğunu, Dede'nin oğlu Mahmûd Bey'den nakletmektedir.
19
Hakk’a yürümek: Vefat etmek.
72 / ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
Üsküdar’ın meşhûr meczûblarından Mortucu Sâli
MORTUCU SÂLİH Aktar Hocalar'ın dükkânının her müdâvimini bütün teferruatıyla anlatmama imkân yok. Bunların her biri yaşadığı devrin, o devrin kültürünün ve sosyal düzeninin âdetâ mücessem birer aynası mesâbesindeki şahsiyetlerdi. Bir de en uçta kalan, nev'i şahsına münhasır bir grup vardı ki, dükkâna yalnızca uğrarlardı, misâfır muamelesi gör mezlerdi. Bunların en ilgi çekeni de meczûb Sâlih idi ve cenâze tâkîbindeki başarısından dolayı(!) "Mortucu" lâka bıyla tanınırdı. Sâlih kısaya yakın orta boylu, hafif kambur, eti kemi ğine yapışmış, çıkık elmacık kemikli, ağzını açtığı zaman alt çenesinde yalnızca çarpık üç diş gözüken, dişlerinin eksikliği dolayısıyla çenesi de çarpık olan garibin teki idi. Üstü başı sürekli toz toprak içinde olurdu. Kışın sırtındaki paltomsu nesnenin rengi belli değildi, Pantolon niyetine giydiği ve belinden bir iple sıktığı, genellikle dizleri yırtık pijamamsı don da renginden herhâlde yıllar önce vazgeç mişti. Başında, siperliği alnının üstüne asla bir türlü isâbet edemeyen kasketimsi bir şey bulunurdu. Onun da rengi yoktu! Ayaklarında çorap bulunduğu zaman, bunlar mu hakkak çok büyük olur ve konçları da yerleri süpürürdü. Garibin ayakkabıları da bir âlemdi; ekseriya burunları za yıf, uzun ve kirli ayak parmaklarının arz-ı endâm etmeleri ne müsaade edecek kadar yırtık olurdu.
74 / ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
Çarşı sâkinlerinin bir bölümü Salih’i kızdırmaktan bü yük zevk alırdı. Çünkü kızdığı zaman Salih mâlik olduğu o muazzam küfür hazînesinin kapılarını ardına kadar açar ve hiçbir fânînin ömründe duyamıyacağı yakası açılmadık kü fürleri peşpeşe sıralardı. Aslında, sokakta giderken kendi kendine konuşan, ama çoğu zaman sakin bir adam olan Sa lih’in böyle birdenbire indifâ etmesi nedense bâzılarının hoşuna giderdi. Ama kimse Salih’i horlamazdı, zîrâ o çar şının âdeta maskotu gibi bir şeydi. Aslında Sâlih çok meşgûl bir adamdı (!?). İkide bir, Aktar Hocalar’a gelip "Cenâze var mı?” diye sorardı. Eğer o gün cenâze levâzımı satılmışsa, Karacaahmed Mezarlı ğımda cenâzeye mutlaka yetişir ve ne yapar yapar, cenâze sâhibiııden bir sadaka koparırdı. Lâkin o gün dükkândan cenâze levâzımı satılmış değilse, bu sefer de bütün sululu ğu ile Mustafa Ağabey’e tebelleş olur ve ona Hürriyet ga zetesindeki ölüm ilânlarını okutarak Karacaahmed Mezar lığımdan kaldırılacak cenâze olup olmadığını öğrenirdi. Sâlih, bunun dışında, mûtemed adamdı; emânete hıyânet etmezdi. Onun için Sâim Efendi Amca ve onun vefa tından sonra da Mustafa Ağabey evin nevâlesini Sâlih ile yollarlardı. Ayrıca evden dükkâna gelecek bir şey varsa Sâlih onu da yüklenir, dükkâna getirirdi. Buna karşılık ona munzam bir ücret verilirdi. Sâlih kazandığı bütün paralan Aktar Hocalar’a emâneten bırakırdı. Bunlar artık ona dük kânda tahsis edilen husûsî kutuya sığmayacak raddeye ge lince de, gider İş Bankası’na yatırırdı. Mustafa Ağabey bâzen ona takılır, o gün 7-8 cenâze levâzımı satmış olduklarını söylerdi. Bu haberi Sâlih’e onun en hiddetli, en küfürbaz ânında dahi vermiş bulunsa, bu kadar fazla cenâzeden gelecek olan sadakanın ağzı su landıran hayâli karşısında, zavallı Sâlih’ciğin bir anda yü zünde güller açardı; ağzı kulaklarına varır, çarpık ve eksik
MORTUCU SÂLİH / 75
dişleri bütün haşmetiyle ortaya çıkar ve fiıkarâ, olabilecek bütün sevimliliğiyle: "Ulan Mustafa! Kurbânın olayım, Allah aşkına doğru söyle!” diye yalvarıp bu haberin doğru luğunu ona te'yîd ettirmeğe çalışırdı. Fakat sonunda bunun Mustafa Ağabey'in bir lâtifesi olduğu anlaşılınca da, Sâlih'in küfür hazînesinin azametli kapıları gene ardına kadar açılır ve bundan nasibini alan Mustafa Ağabey de ellerini dizlerine vura vura en yüksek perdeden kahkahalarını sıra lardı. Sâlih beni severdi. Çünkü yolda, yâhut da dükkânda karşılaştığımda mutlaka: "Merhaba Sâlih'ciğim; nasıl sın?" diye hatırını sorardım. Eğer kendisini benim önümde kızdıranlar olursa onlara küfürlerini savururken: "Ulan bu beyden utanın! Adam evlâdı böyle olur" diye bağırarak kendisini kızdıranları bir de tc'dîb ederdi. Mustafa Ağabey, dükkânın müdâvimlerinden Uğur Derman'ı Sâlih'e "mezarlıklar müfettişi" olarak tanıttığı için, kendisini defin sırasında kabristana almayacağı endî şesiyle, onunla karşılaştığı vakitler Sâlih önceleri edebli ve süklüm püklüm davranırmış. Lâkin, zaman içinde korkusu nu yenip de bu müfettiş (!) beyin yanında da sövmeden du ramaz olmuş. Sâlih'in, karşısında en saygılı olduğu ender şahıslardan biri de Necmeddin Okyay Efendi Hazretleri idi. Uğur'un nakline göre, bir keresinde Hoca'nın Toygar Tepesi'ndeki evine küfeyle çarşıdan alınmış erzâkı götürdüğü zaman, hakkı olan ücretin dışında külliyetli bir parayı daha Sâlih'e uzatan Hocaefendi: "Sâlih'ciğim, sen sadaka alabilmek için benim de ölmemi habire bekler durursun. Al, şimdiden şunu vereyim de, ölümümü bekleme e mi!" demiş. Sâlih'in homurdanarak mahcubiyet izhâr etmesi ise görmelere seza imiş!
76 / ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
Süflîlik Sâlih’in gıdâsı idi. Bir gün Ahmet (Düzgünman) Ağabey ona kışta kıyâmette giysin de hasta olmasın düşüncesiyle, eli-ayağı düzgün bir pardösü vermiş. Ama bu muhabbeti; ilgi karşısında Sâlih'in birdenbire babalan tut muş ve bütün deliliğiyle: "Ulan sen benim rızkıma mâni olmak mı istiyorsun? Benim paltom var. O da bana yetiyor. Senin verdiğini giysem, kimse artık bana sadaka vermez" diyerek koca pardösüyü yırtıp lîme lîme etmişti. Sâlih'cik bir trafik kazâsına kurban gitti. Haydarpaşa Numûne Hastahânesinde birkaç gün yattıktan sonra vefat etti. Hastahânede kendisini ziyâret eden Güngör Şatıroğlu, Sâlih'in bu ziyâretten ne denli memnûn olmuş ve ellerine sarılmış olduğunu hâlâ büyük bir üzüntüyle anlatır. Ölümü nü nice sonra duyan akrabâları köylerinden kalkıp Üskü dar'a gelerek mahkemeden verâset ilâmı çıkartmışlar. Bu ilâmla Sâlih'in îş Bankası'ndaki hesabından bütün parasını çekmişler. Sâlih'ciğin bütün parası sâdece yetmiş liraymış! Sâlih'in bir ömür boyu kazandığı(!) paralan ne yapmış olduğunu ise kimse öğrenememiştir.
SÜKÛTÎ DEDE VE ARAP HOCA Ben Sükûtî Dede'ye yetişmedim ama asıl ismi Ömer olan Arap Hoca'yı, mahallemizin mukîmlerinden olması hasebiyle, çok iyi tanırım. Niyâzi Ağabey'in naklettiğine göre, Sükûtî Dede ıııevlevî arakiyesi altına giydiği uzun entârisinin cebinde domates, kibrit vesâire ... doldurarak gezen meczûb görünüşlü bir zât imiş. Ahmed Celâleddin Dede bir gün Sükûtî Dede'yi: "De de sen bilirsin; söyle bana zamânın Kutb’u kimdir?" diye sıkıştırmış. Dede: "Aman Sultânım, fakır ne bilsin?" diye kıvırtacak olmuşsa da Ahmed Celâleddin Dede bütün ce lâliyle Dede'nin üzerine gitmiş. En sonunda Sükûtî Dede: "Sultânım, siz de biliyorsunuz ya, zamânın Kutb'unun kar şınızda durduğunu!” demiş. Arap Hoca, ismiyle müsemmâ, zencî idi. Zayıf ve uzun boylu idi. Kendisinin, hareminin, iki oğlu ve kızının çok güzel kıvır kıvır saçları vardı. Mahallede keçi beslerdi. Hattâ ağabeyim henüz bebek iken, annem onu bir müddet Arap Hoca'nın keçilerinin sütüyle takviye etmiş. Arap Hoca'nm ana keçisinin ve minimini yavrularının bizim kona ğın bahçesinden Doğancılar Caddesi'ne sarkan asmanın körpe yapraklarını koparıp yemeleri görülecek manzaraydı. Karşımızdaki sırada bize çapraz kalan iki katlı gri boyalı bir evde otururlardı.
78
/ ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
Arap Hoca İnhisar İdâresi'nin Kuşkonmaz Câmii'ne mücâvir binâlarında gece bekçiliği yapardı. Gündüzün de âilesinin nafakasını temin için falcılık ederdi. Halk ona "Arap Hoca” derdi, ama daha uzak çevre onu "Cinci Hoca" diye bilirdi. Aktar Hocalar'ın dükkânına uğramasının sebe bi de bu mesleği ile ilgili malzemeleri satın almak içindi. Kendisinin müslüman cinlerden pekçok hüddâmı olduğu söylenirdi. Bunları hiçbir zaman şerre kullanmadığı müsel lemdi. Yaptığı iş daha çok kayıp eşyâları bulmak ve büyü leri çözmekden ibaretti. Arada bir hastaları okuduğu da olurdu. Ağabeyim, annemin, küçük ağabeyim Muvaffak'ı doktorların çâresiz kaldıkları ve 2,5 yaşındayken vefatına sebep olan hastalığı için bir kere Arap Hoca'ya okutmuş ol duğunu hatırlamaktadır. Arap Hoca, ekseriyâ, çok cüz'î bir ücret alır; veremeyecek durumda olanların işlerini de fîsebîlillah görürdü. Bütün âile fertleri gibi o da merhametli, nâzik ve diğerkâm bir zât idi. Arada bir başı, mesleği yü zünden, derde girecek gibi olurdu; ama, eninde sonunda kendisini yakalamağa gelen polisler de Arap Hoca'nm müşterisi olup çıkarlardı. Arap Hoca çocuklarını fevkalâde müeddeb, kibar ve canayakın insanlar olarak yetiştirmişti. Büyük oğlu Ali Ağabey ağabeyimin arkadaşı idi; bir bankanın müdürlü ğünden emekli oldu. Kızı Cemile Abla dünyâ tatlısı bir in sandı. Küçük oğlu Rebi' ise ilkokulda benden bir sene ön de, şekerin şekeri bir çocuktu. Arap Hoca'nın mûtad geçim sıkıntısının ayyûka çıktığı zamanlardan birinde Hoca parasızlıktan kıvranır, âilesinin, bir gün sonraki ihtiyaçlarını nasıl temin edeceğini kara kara düşünürken kapısı çalınmış, gelen Sükûtî Dede imiş. Dede: "Hoca; senin evinin tavan arasında iki baston var. Birini bana ver; diğeri senin olsun" demiş. Hoca hemen tavan arasına çıkmış ve etrafı iyice araştırdıktan sonra bir yere
SÜKÛTÎ DEDE VE ARAP HOCA /
79
îtina ile saklanmış iki baston bulmuş. Birini hemen Sükûtî Dede'ye vermiş. İkincisini satmak için de İstanbul'a geç miş. Tam Kapalıçarşıya yaklaştığında karşısına çıkan bir zât: "Sende bir baston var; onu satar mısın?" diye sormuş. Arap Hoca aslında çok sanatkârâne îmâl edilmiş olan bas tonu, kendisini ve âilesini epeyi müddet sıkıntıdan koruya cak bir paraya, bu zâta satmış.
80
/ ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
Sait Paşa İmâmı ’nın oğlu Takunyacı Kemâl
TAKUNYACI KEMÂL Attâr Dükkânı'nı uğrak edinen Üsküdar meczûbîninden biri de Takunyacı Kemâl idi. Kendisine neden bu lâkab uy gun görülmüştü, bunu bilmiyorum. O devri yaşayan kime sordumsa, onlar da buna tatminkâr bir cevap veremedi. Hep iki yâhut da Uç koyunla birlikte gezen Takunyacı Kemâl, Mehmed Âkif Ersoy'un 7. Safahât'ı olan "Gölge lerdeki uzun bir şiirde "Sait Paşa İmâmı" diye sözü edilen ve fevkalâde mevlîd okuduğu söylenen Haşan Rıza Efendi'nin (vefatı: 1887) oğluydu ve herhâlde babasından tevârüs etmiş olduğu güzel bir sese mâlikdi. Attâr Dükkân'ında hep gazel okurdu. Üsküdar'ın diğer esnâfı da kendisini dâvet eder ve birkaç kuruş mukabilinde kendisine gazel okuturlardı. Takunyacı Kemâl'in babasının gönül gözü açık, cezbe hâlinde bir zât olduğu hakkında günümüze kadar ulaşmış bâzı menkabeler vardır. Bunlardan biri Hezârfen Necmeddin Okyay Hoca'mn doğumu ile ilgilidir. Necmeddin Hoca'nın vâlidesi kendisine hâmile iken, bir sabah namazı sı lasında babasının Toygar Tepesi'ndeki evinin kapısı çalın mış. Necmeddin Hoca'mn pederi Abdünnebî Efendi, kapıyı açtığında karşısında kapı karşı komşusu Sait Paşa İmâmı Haşan Rıza Efendi'yi bulmuş. Haşan Rıza Efendi: "Efendi, bir oğlun olacak. Adını Necmeddin koy!" demiş ve yürü müş.
82
/ ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
Düzgünman âilesinin bazı fertleri yaktakıler (Soldan Sağa): Mustafa, Süheylâ, Sâime Oturanlar (Soldan Sağa): Şükriye, Ali Haydar ve Sâim Düzgünman
EŞREF EFENDİ AMCA'NIN FAKİRE HİMMETİNİN SEMERESİ Yıllar geçiyordu; ama, Eşref Efendi Amca'nın nâfız ba kışları ile Mustafa Ağabey'in sohbetlerinin derûnumda uyandırmış olduğu ateş sönmüyor, aksine bütün benliğim de fırtınalar koparıyordu. Az konuşan, çok tefekkür eden, cezbeli, sinirli bir bünyem olmuştu. Cezbemi kütlendirmek ve içimdeki kasırgaları gözlerden ırak tutabilmek için deli cesine spor yapmağa başlamıştım. Her gün en az bir saat kültür fizik yapıyor, bir saat de yürüyor veya bisiklete bini yordum. Haftada da dörder saatlik üç idman yapıyordum. Kışın zemheri zürafası gibi koşuyor; terimi yağmurun, ka rın altında soğukta kurutuyor; kışları hergün buz gibi sular la duş yapıyordum. Yazları ise, bunlara ek olarak, hemen her gün yüzüyordum. Atletizmde 1950-1954 arasında 4. Kategoride (şimdiki Gençler Kategorisinde) kapalı salon tetratlon Türkiye reko runu kırdım, açık hava yüksek atlama rekorunu egale ettim ve defalarca 3. ve 1. kategorilerde yüksek atlamada, 110 metre engelli koşuda ve dekatlonda Türkiye birincisi ol dum. Temsilî karşılaşmalarda yurt içinde ve yurt dışında Türkiye'yi temsil ettim. Balkan şampiyonasına katılacak olan Gençler Millî Takımına 110 metre engelli koşu için seçildimse de son anda takımın Yugoslavya'ya gitmesinden vazgeçildiği için millî formayı giyemedim. Bugün bile Ga
84
/ ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
latasaray Lisesi’niıı kapalı salon ve açık hava yüksek atla ma rekorları, hâlâ şahsen tesis ettiğim rekorlardır. Ama bunların hiç biri bana huzur ve itminân vermiyor du. 1951 yılında Galatasaray Lisesi'nin 9. sınıfında iken, babamdan beni gündüzlü yapmasını ricâ ettim. Bu, lisenin insanı saat 21.30 da zorla yatağa sokan katı disiplininden kurtulup, evde geceyarısına ve hattâ daha da geç vakitlere kadar çalışabilmek hürriyeti demekti. Gene o sıralarda sü rekli oruç tutmağa karar verdim ve bu kararımı hemen uy gulamaya koydum. Yalnızca Ramazan ve Kurban bayram larında orucu bırakıyordum. Bu tutumun çevremde bir hay li yadırgandıydı. 1954 yılında Galatasaray Lisesi Fen kolundan mezun oldum ve olgunluk imtihânmı da verdim. Artık Üniversite nin yolu açılmıştı. 8. sınıftan sonra lisedeki derslerimin çok ötesine taşmış ve lisenin sonuna kadar, Üniversitenin ilk iki yılında okutulan bütün matematik derslerini hatmetmiştim. Teorik fizikçi olmak istiyordum ve bunun için de Matematik-Fizik dalına kaydolacaktım. O yaz hep matematik ve fizik çalışmakla geçti. Ağus tos ayında bir gün, küçük amcam eczâcı Şevket Bey öğle yin bizi ziyarete geldi. Amcam da diğer iki kardeşi gibi mûsikîye bihakkın vâkıftı. Ama onlardan bir büyük farkı vardı. Babam ve büyük amcam hiç bir mûsikî âleti çalamazlarken o hem şarkı ve İlâhi besteleyebiliyor, hem de ney, keman, piyano, kemençe ve lâvta çalabiliyordu. Uzun müddet bir Mevlevi şeyhine bende olmayı hayâl etmişti. Ama kader onu sırlı bir Uşşâkî şeyhinin bendesi kılmıştı. Efendisi, tarikat tâbiriyle, "Hakk'a yürüdükten sonra" da onun halîfesine bîat etmişti. Amcam, konağın yemek salo nunda annem ve ağabeyimle öğle yemeğini yerken, ben de masanın bir kenarına ilişerek sohbete dâhil olmuştum. Bir ara amcam bana dönerek: "Yükselciğim, biliyorsun ben bir
EŞREF EFENDİ AMCANIN... /
85
zâttan feyz almaktayım. Geçenlerde ona üç senedir savm-ı dâimûn'da olan (yâni sürekli oruç tutan) bir yeğenim oldu ğundan bahsetmiştim. Bana aynen: Şevket Bey; o zâtı bize gönderin! diye emir buyurdu. Bu zâtı görmek ister misin?" diye sordu. Aman Allah'ım! Bu ne büyük lütuftu! Mubârek bir zât bu fakîrü'l-hakîri, bu âcizi, Allah'ın bu günahkâr kulunu resmen kendisine dâvet etmişti. Dokuz senedenberi sür mekte olan, ama kimseye açamadığım huzursuzluğum artık geçecek miydi? Mustafa Ağabey'in içime ateş gibi düşür müş olduğu "İlm-i Ledün" hasreti artık bitecek miydi? Eş ref Efendi Amca'nın o nâfız nazarlarının semeresini artık görebilecek miydim? Bu muzdarîb ve huzursuz hayâtım manevî bir itminâna kavuşabilecek miydi? Mânevî bir ke mâle erişebilecek miydim? İnsân-ı Kâmil olmak yolunda yol alabilecek miydim? Günün birinde başka muzdarîb ve arayış içindeki kulların derdlerine şifa da olabilecek miy dim? Derûnumda yıldırım hızıyla raks etmekte olan bu dü şüncelerin uyandırdıkları cezbeyi zorla yenerek amcama: "Tabiî amcacığım; çok memnûn olurum" diyebildim. Am cam da bu mubârek zâtın adresini yazdırdı: "Bayezid, Soğanağa Mahallesi, Ab-ı Hayat Sokağı, Penâh Apt. 2/2". Beklentim ile bu adres arasındaki zâhirî tevâfuk da beni şaşkına çevirmiş ve bu mâcerânın âkıbeti hakkında bir müjdeci olmuştu. Evet, bu zâta: "Âb-ı Hayat'a (Cenâb-ı Hakk'ın Hayy ism-i şerifinin tecellîsine) sığınmağa"20 gide cektim. Fakat nefsim, başına geleceklerin idrâkiyle, yolumu kesmek için binbir türlü hîle, desîse ve vesveseyle beni oyalayıp durdu. Yıllardır karşılaşmayı iştiyâkla beklediğim 20
Penâh: Sığınrtıa, sığınacak yer, melce.
86
/ ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
böyle bir zâtı ziyârct -edebilmek kuvvetini ve irâdesini, kendimde, ancak dört ay sonra bulabildim. 1954 yılı Aralık ayının soğuk ve kapalı bir gününde, öğleden sonra bu mubârek zâtın kapısını çaldığımda çok heyecanlı idim. Kapıda onbeş veyâ yirmi saniye kadar bek ledim. Kapıyı açan zât orta boylu, beyaz tenli, geniş alınlı, beyaz saçları tam ortadan iki yana doğru ayrılıp taranmış, fevkalâde nâfiz nazarlı, (sol kaşı daha bâriz bir şekilde ol mak üzere) mukavves kaşlı, insana inşirâh bahşeden nûrânî vechini azametli bir şekilde çevreleyen bembeyaz sakallı ve hârikulâde biçimli ellere mâlik bir zâttı. Beni o nâfiz ba kışlarıyla bir sâniye süzüp rûhânî fehâmetiyle ânında teşhis ederek: "Evlâdım, bizi çok beklettin" dedi. Kusûrurr.dan dolayı yerin dibine giresim geldi. Ama o mubârek zât beni içeri aldı, oturttu, hatırımı sordu; vakur ve azametli bir ta vırla nazarlarını gözlerime tevcih ederek: "Evlâdım; bun dan sonra fakiri Hazret-i Peygamber'in vârisi bileceksin!" buyurdu ve o andan îtibâren olanlar oldu! Sımm bu ulu zâttan taşan feyz ile önce baştan başa yıkandı ve sonra da tahammülü nisbetmde doldu. Bu mubârek zât fakirden sürekli orucu bırakıp onun yerine "savm-ı Dâvûd" yâni Hazret-i Dâvûd aleyhisselâma mahsûs olan orucu, iki günde bir oruç tutmamı istedi. Üç seneden biraz fazla sürmüş olan sürekli orucumdan sonra savm-ı Dâvûd'um da iki buçuk sene sürecek ve evlendikten sonra, gene bu mubârek zâtın nutkuyla21, yalnızca Rama zan ayı orucunu tutmakla iktifâ edecektim.
21
Nutuk: Bir mesele hakkında mürşidin müridine verdiği emir.
DÜZGÜNMANLAR'IN ÂİLE HAYÂTINDA DEĞİŞİKLİKLER Bekir Efendi Amca kırklı yılların sonuna doğru (belki 1947'de) kısa bir hastalıktan sonra nisbeten genç sayılacak bir yaşta vefat etmiş ve vasiyeti gereği, Bülbülderesi Me zarlığında babasının yanına defnedilmişti. Kızı Hatice Ab la evliydi. Oğlu İsmail Ağabey daha sonra Kadıköy'de "Mısır Çarşısı" adıyla bir attâr dükkânı açarak baba mesle ğini devam ettirecek; ama bir müddet sonra işi Kapalıçarşı'da kuyumculuğa dönüştürecek ve o da babası gibi genç sayılabilecek bir yaşta vefat edecekti. Bu arada Sâim Efendi Amca da evinin hemen yanına, evlendikleri takdirde bütün çocuklarına yetecek sayıda dâireye sâhip, üç katlı bir apartıman inşâ ettirmişti. Düzgünman'lar yeni evlerine 19.50'de taşınmışlardı. Mustafa Ağabey yeni evlerinin bodrumuna hemen ebrû teknesini kurmuştu. Ahmed Ağabey ile Mustafa Ağabey'in bekârlıkları, on ları hakikî kardeşleri imiş gibi seven anneciğime dert olur du. En sonunda mahallemizin çok sâkin, tatlı, ev hanımı ve güzel kızlarından Muallâ Ablayı Ahmed Ağabey'e tavsiye etmeğe karar verdi. Görücü gidildi; taraflar biribirlerini be ğendiler ve sonunda, 1951 yılında evlenerek yeni evde kendilerine tahsis edilen dâireye taşındılar.
88
/ ÜSKÜDAR'DA BİR ATTÂR DÜKKÂNI
Mustafa Ağabey ise 1952 yılında evlendi. Eşi Süheylâ Abla alımlı, dirâyetli, cerbezeli ve müteşebbis bir hanımdı. Mustafa Ağabey'e 1953'de Ali Haydar ve 1962'de de Yâsemin isimli iki hayırlı evlât verdi. Mustafa Ağabey'ler yeni evde babası, annesi ve kızkardeşi ile birlikte giriş katında oturuyorlardı. Başlangıçta Sâim Efendi Amca ile Süheylâ Abla arasında kâmil bir âhengin teessüsünde bâzı zorluk lar çıktı. Ama bütün evi çekip çeviren Süheylâ Abla idi. Eskilerin tâbiriyle tam bir "atlı ases"di22. Âile fertlerine olan rikkati, merhameti ve muhabbeti her türlü takdirin üs tündeydi. 28 Kasım 1962'de vefat eden Sâim Efendi Amca’nın uzun süren hastalığında ona o kadar büyük bir şef katle bakmıştır ki, Sâim Efendi Amca gelininden yalnız helâllik dilemekle kalmamış, Süheylâ Ablanın ellerini öpüp kendisi için Cenâb-ı Hakk'a nice hayır duâlarda bu lunmuştur. Sâim Efendi Amca, vasiyeti üzerine, Karacaahmed Mezarlığı'nda medfün bulunan vâlidesinin yanına gö mülmüştür. Süheylâ abla aynı şefkati kayınvaldesi Şükriye Hanım Teyzenin 13 Ekim 1964'de âlem-i bekaya intikâl etmesine kadar süren rahatsızlığında da göstermiş, hiç yüksünmemiştir. Sâime Abla ise hiç evlenmemiş ve kendisini yeğenleri nin bakımına ve terbiyesine adamıştı. 1980'li yılların başın da kanser sebebiyle bir göğsü alınmıştı. Ancak operasyon pek başarılı olmamıştı; kolunda hâsıl olan ödem hiç geç mediği gibi, beceriksizce uygulanan radyoterapi de, dozu iyi ayarlanmamış ve ekranlama da yapılmamış olduğu için, fayda verecek yerde akciğerlerini ağır biçimde zedelemiş; ızdırâbına ızdırâb, çilesine çile katmıştı.
22
Üsküdar şivesiyle galat-ı meşhuru: "atlı hasas"dır. Ases: Her şeye dirayetle ne zâret eden anlamındadır.
DÜZGÜNMANLAR1N ÂÎLE HAYÂTINDA... /
89
Sâime Ablanın tedâvisinde kullanılan kemoterapi ilâç ları da ancak karaborsadan temin edilebilmekteydi. Bunlar sitostatik, yâni hücrelerin bölünmesini önleyen ilâçlardı. Ama selîm hücrelerle habîsleri arasında bir ayırım yapmı yorlardı. Kanserli hücrelerin çoğalmasını önlüyorlardı ama diğerlerini de önledikleri için vücûd yaşlı hücrelerle daha çabuk yaşlanıyor ve çöküyordu. Sâime abla gözler önünde çöküyor, hızla ihtiyarlıyordu. Bu arada 1982 yılında resmî bir görevle İtalya'ya git mişken, Mustafa Ağabey'in elaltından temin ederek birik tirmiş olduğu dövizle oradan getirdiğim 33 paket ilâç iksîr gibi gelmiş, âileye bir müddet nefes aldırmıştı. Ancak menhûs hastalık vücûdu sarmağa başlamıştı bile. Bilgisizce uy gulanmış olan radyoterapinin söndürdüğü ciğerler ise duru mu gitgide ağırlaştırmaktaydı. Deride lezyonlar ve akıntılar başlamıştı. Çilekeş Süheylâ Abla, kendisinde de zuhur et miş olan bir sürü illete rağmen, gecesini gündüzüne kata rak ve gık demeden uzun ve çok meşakkatli bir dönem so nunda Sâime Ablanın 29 Aralık 1988'de son nefesini ver mesine kadar görümcesine hakikî bir anne şefkatiyle bak mıştır.
EŞREF EFENDİ AMCA, MUSTAFA AĞABEY, FAKİR VE EFENDİLERİM HAZERÂTI Mustafa Ağabey'in mânevî hayâtı üzerinde Eşref Amca'nın son derece nâfiz, belirleyici bir rolü olmuştur. Eşref Amca vefât ettikten sonra Mustafa Ağabey hiç bir mürşide bağlanamamış, her karşılaştığı kimsede Eşref Amca'yı, yâhut da onun mütemâyiz vasıflarını aramıştır. Bu kıstaslara uymadığını sandığı mürşidleri de tam kemâle ermemiş ola rak telâkki etmiş, bunlara dâimâ tenkîdî bir nazarla ve kuş kuyla bakmıştır. Bununla beraber benim feyz aldığım zâta karşı tutumu, bu mubâreğin ona izhâr ettiği mânevî bir cilve yüzünden, biraz farklı olmuştur. Mustafa Ağabey, Eşref Efendi Amca'nm vefatından sonra O'nun yerine türbedâr olarak tâyin edilmiş olduğu Azîz Mahmûd Hüdâyî türbesinin temizliği ni yaptığı bir gün vicâhen tanımadığı mürşidimi haremiyle birlikte türbenin dışında niyâz ederken görmüş. Ondan ya yılan mânevî heybete ve nûrâniyete meftûn olan Mustafa Ağabey, türbe ziyâretinin resmen yasak olduğu bir dönem de olmasına rağmen, bilâ ihtiyâr türbenin kapısını açmış ve kendilerini: "Efendi Hazretleri; buyurun, türbeyi içeriden ziyâret edin!" diyerek dâvet etmiş. Mürşidim bundan fev kalâde memnun olmuş, ziyâret ve niyâzlarmın sonunda, te
EŞREF EFENDİ AMCA, MUSTAFA AĞABEY... /
91
şekkür ederek: "Biz sizin evinize Eşref Efendi'yie geldik. Duvarlarınızda hep âyetler asılıydı" demiş ve kendisini ta nıtmış. Mustafa Ağabey o zaman O'nun benim feyz aldı ğım zât olduğunu anlamış. Bunu bana naklederken: "Ama Yüksel'çiğim, ben bu zâ tı ilk defa görüyordum. Eşref Amca kat'iyyen yanında böyle bir zât olduğu hâlde bize gelmiş değil!" diye de hayretini izhâr etmekteydi. Eşref Amca ise çoktan vefât etmiş oldu ğu için mes'elenin aslını ona sormak imkânı da yoktu. Ben: "Mustafa Ağabey'ciğim; Hazret sana 'Biz Eşref Efendi'’nin yanında size geldik' demiyor ki! 'Size Eşref Efendi'yie gel dik' diyor. Bunda ikiliğe değil de, vahdete bir işâret olamaz mı?" diye cevap verdiğimde bir müddet düşündüydü. Son ra fevkalâde ciddî bir tarzda: "Zannederim haklısın. Efen din gerçekten de büyük bir zât!" diye kanaatini ifâde ettiy di. Mustafa Ağabey, babasının Nakşibendî olmasına rağ men, tasavvufun dışında ve sofu kalmış olmasını rahmetli nin vefatından sonra da tenkîd ederdi. Sâim Efendi Amca’nın pekçok hayrını yakînen görmüş ve idrâk etmiş bir kim se olarak bu tenkîdler, doğrusu, beni üzerdi. Bir gece âlem-i ma'nâda mürşidim ile Sâim Efendi Amca'yı Doğancılar Câmii’nin önünde gördüm. Sâim Efen di Amca ellerini göğsünde kavuşturarak mürşidimin önün de huşû ile eğilip "Hû" dedi. Doğrulduğu vakit bu sefer de mürşidim ellerini göğsünde kavuşturarak Sâim Efendi Amca'nın önünde aynı şekilde eğilip "Hû" dedi. Mustafa Ağabey'in gene tenkîdî konuşmalarının birin de kendisine bu ma'nâyı anlattım. Çok etkilendi. Uzun uzun düşündü. Bir şey söylemedi. Ama ondan sonra da bir daha benim önümde babasının bu yanını asla tenkîd etme di.
92
/ ÜSKÜDAR'DA BİR ÂTTAR DÜKKÂNI
Mustafa Ağabey, teorik olarak, Muhammcd Nûrü-1 Arab Hazretlerinin ihdas etmiş olduğu "sohbet + nazar" şeklindeki eğitim sisteminin, etvâr-ı seb'a'ya (yâni nefsin yedi tavrı, yedi makamı, yedi perdesi) ile ilgili 1) ezkâra ve 2) nefis tezkiyesine dayanan klâsik seyr-i sülûk'a nazaran üstünlüğü hakkındaki kanaatini hep müdafaa etmiştir. Eşref Amca’nın vefatından sonra, zamanla Mustafa Ağabey dinde olsun, san'atta olsun, cemiyette olsun, siyâ sette olsun çok idealist ve tâvizsiz hareket eden bir şahsiyet kazanmıştı. San'atta klâsik uslûbdan en küçük bir sapmaya dahi tahammülü yoktu. Niyâzi Sayın ile olan münâkaşala rının çoğunun temelinde san’ata bu bakış açısı yatardı. Çünkü Niyâzi Ağabey san'ata daha dinamik bir açıdan ba kıyordu. Bu münâkaşalar bâzan uzun süren dargınlıklarla noktalanır ve her iki taraf da ıztırâb çekerdi. Mustafa Ağa bey, ıztırâb çekmesine rağmen bunu iyi gizlerdi. Niyâzi Ağabey ise çok üzülürdü. Bir keresinde Niyâzi Ağabey aralarının bulunmasını benden ricâ etmişti. Eğer hâfızam yanıltmıyorsa, galiba üç veyâ dört ay kadar Mustafa Ağabey'in nezdinde bu anlaşmazlığın izâlesi için kendime göre oldukça diplomatik girişimlerim olduydu. Bir işe yaradı mı bilmem; ama, görünüşe bakılırsa, sonunda gene kendileri barıştılardı. Mürşidim 4 Temmuz 1959'da Hakk'a yürüdü. Onun yerine kâim olan zât, Mustafa Ağabey'i birkaç kere ziyâret etti. Ama Mustafa Ağabey'in gene o muazzam titizliği tut muştu. Düşüncesindeki "İnsân-ı Kâmil" şablonu Eşref Am ca ile sınırlı olduğu için, onun bu şablona tıpatıp uymayan ları beğenmesi mümkün değildi. Bana bir gün: "Yüksel, Efendi'ne söyle de sana Kadr Sûresi'nin bir tefsirini yap sın! Sen de sonra bana anlatırsın" dedi. Ben de saf saf gi dip bu talebi mürşidime bildirdim. O mubârek ve sırlı zât, •tebessüm ederek: "Nazarım, biliyorsun biz Cumhuriyet ço
EŞREF EFENDİ AMCA, MUSTAFA AĞABEY... /
93
cuğuyuz- Arapça bilmiyoruz. Hele sen fakire Kadr Sûresi nin türkçesini bir söyleyiver bakalım" dedi. Ben gene saf saf sûrenin aklımda çok iyi tuttuğum türkçe meâilini oku dum. Bunun üzerine mürşidim bana bu sûrenin önce birkaç türlü tefsirini ve akabinde de çeşitli te’villerini yaptı. Yak laşık birbuçuk saat kadar sürmüş olan bu açıklama esnâsmda ben, büyük bir acz içinde, tefsirlerin İkincisinden sonra ipin ucunu tamâmen kaçırmıştım. Geri kalanı ise o zaman ki idrâkimin çok çok üstündeydi. Bu bölümü, hiç bir şey anlamadan, edeben dinlemiştim. Bununla beraber bir vâkıayı da fevkalâde berrâk bir şekilde temyîz etmiştim. O da: "kesbî (yani kazanılabilen) ilim" ile "vehbî (yâni mintarafıllâh lütfedilen) ilim" arasında muazzam bir mâhiyet far kı bulunduğu keyfiyeti idi. Başımdan geçenleri gidip Mustafa Ağabey'e arz etti ğimde bir şey demedi; uzun uzun daldı. O günden sonra da mürşidim hakkında hiç bir tenkîdde bulunmadı. Hattâ derûnunda ve ma'nâ âleminde neler geçti bilemem, ama 1980 yılından sonra kendi vefatına kadar mürşidime hep selâm gönderdi: "Aşk u niyâz ederim; bizleri de duâdan eksik et mesin" derdi. Efendim de Mustafa Ağabey'e, Ahmed Ağa bey'e ve Ali Haydar'a hep muhabbet etti, selâm gönderdi; her zaman onlar için duâ etti, hayırlar diledi. 1961'den 1978'e kadar Kadıköy'de oturduğum dönem de Attâr Dükkânı'nı haftada en az iki kere ziyaret ederdim. Öğrenci olayları sırasında olsun, daha sonra İstanbul Üni versitesi Fen Fakültesi Dekanlığım ve nihâyet Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanlığım sırasında olsun, Mus tafa Ağabey benden bunlarla ilgili bilgiler alır; gerektiğin de de benimle tartışır ve hattâ bâzı tasarruflarım dolayısıy la beni tenkîd ederdi. Bunların dışında ise konu gene döner dolaşır, tasavvufa gelir ve tatlı, inşirâh verici bir sohbet, görüşmemizi noktalardı. Mustafa Ağabey dükkânda değil
94
/ ÜSKÜDAR'DA BİR ÂTTAR DÜKKÂNI
se, bu sefer çok daha sâkin ve müsâmahakâr bir tabîatı olan Ahmed Ağabey ile sohbete koyulurduk. Mustafa Ağabey, arada bir, bir tutam enfiye çekerdi. Bunu bildiğimden 1968 yılından 1987 yılına kadar resmî görevle yurt dışına her gidişimde kendisine arzu ettiği bir şey yâhut da bir ihtiyacı olup olmadığını sorardım. Eğer bir şey istiyorsa onu alır; ama her seferinde, ayrıca, ona birkaç paket de enfiye getirirdim. Bu, onun pek hoşuna giderdi.
MUSTAFA AĞABEYİN SON YILLARI 1978 Temmuz'undan beri tekrar Üsküdar'da yaşamağa başlamıştım. Artık Attâr Dükkânı'na biri sabah erkenden ve diğeri de akşam geç vakit olmak üzere günde en az iki kere uğruyordum. Dükkânı sabah saat 8.00 sularında Mus tafa Ağabey açardı. Dükkânda satılarak eksilen emtianın, mahallinden alınıp tamamlanmasını da üstlenen Ahmed Ağabey ise saat 9.30 civârında gelir, öğle vakti yemek için eve çıkar ve saat 13.00 de tekrar dükkâna inerdi. Ahmed Ağabey yemekten döndüğünde Mustafa Ağabey eve çıkar ve 16.00 ya kadar istirahat ederdi. 16.30 da tekrar dükkâna inen Mustafa Ağabey saat 19.00 a doğru Ahmed Ağabey'i âzâd eder; kendisi de 20.00 ilâ 20.30 arasında, çoğu kere de benimle birlikte dükkânın kepengini indirdikten sonra eve dönerdi. Ali okulda iken, 14.00 e doğru dükkâna gelir ve 17.00 de eve çıkardı. Mustafa Ağabey'in sağlık açısından epey sıkıntıları vardı. Bunların başında da, kendisine büyük rahatsızlık ve ren, barsaklarmdaki gaz birikimi gelirdi. Ne yese gazı der hâl artardı. Yıllardır büyük bir perhiz rejimi tâkîb ediyordu. O da, Ahmed Ağabey de artık pek genç sayılmazlardı.
96
/ ÜSKÜDAR'DA BİR ÂTTAR DÜKKÂNI
Mustafa Düzgünman, Teknesinin başında “Battal Ebrûsu” yaparken 1977
MUSTAFA AĞABEYİN SON YILLARI /
97
Dükkânın bütün işlerini yalnız başlarına görebilecek güçle ri kalmamıştı. Onun için dükkânda mutlaka bir de çırak bulunurdu. Düzgünmaniarın seçtikleri çıraklar da hep ken dileri gibi zarîf, beyefendi, güleryüzlü, âdil, müşteriye hürmetkâr, ehl-i hizmet ve çâlâk (yâni eline ayağına çabuk) delikanlılar olurdu. Son döneminde, dükkândan üç müstesnâ çırak geçmiş ti. Bunlardan Gürkan İpek hem üniversiteye devâm ediyor ve hem de Mustafa Ağabey ile Ahmed Ağabey'in üzerinde ki yükün bir kısmını alıyordu. Fevkalâde şuurlu, hürmetkâr bir gençti. Mustafa Ağabey ile Ahmed Ağabey'i çok sever di. Fotoğrafçılığa çok meraklıydı. Bu yüzden aramızdaki sohbet, döner dolaşır, fotoğraf makinalarına ve malzemele rine gelirdi. Birçok sergiye iştirâk etmiş ve mükâfat bile kazanmıştı. Üniversiteyi bitirince sigortacı oldu. Gürkan'dan sonra onun fakülteden sınıf arkadaşı Vecdet Salgın dükkâna çırak oldu. O da çok latif ve müeddeb bir çocuktu. Daha sonra pazarlamacı oldu. Hüseyin Buyurucu ise, Düzgünman'ların müstesnâ has letlerini müşâhede ve idrâk etmiş olmanın kendisine bah şettiği inşirâhla mest, bu âileye âşık bir gençti. Hele Musta fa Ağabey'e hizmet etmek, onun için sanki bir ibâdetti. Dükkânın müdâvimlerinin yollarını gözler ve tasavvuf! sohbetleri anlasa da, anlamasa da zevkle dinler, gözleri parlardı. Bu dükkânın bir rüknü olmanın kendisine bahşet tiği saadetin idrâkinden çok hoşnuttu. Kendisi için en bü yük mutsuzluk, herhâlde, bu dükkânın üç çeyrek asırlık bir an'anenin pekiştirmiş olduğu mânevi havasından cüdâ kal mak olacaktı. Ali Haydar 1979 yılında evlenerek evin ikinci katında ki iki dâireden birine taşındı ve dükkândaki önemi tabiî olarak artmaya başladı. Ali hassas, celâlli, fakat nâzik ve
98
/ ÜSKÜDAR'DA BİR ÂTTAR DÜKKÂNI
sabırlı bir delikanlı idi. Teşebbüs, cerbeze ve dirâyet yanla rını annesinden, ama celâliyetini de rahmetli Bekir Efendi Amca’dan almış gibiydi; bu mubârek âilenin diğer bütün fertleri gibi fevkalâde dürüst, emin, âdil ve muhsîndi. Ali' nin dükkâna el atmasıyla dükkânın klâsik düzeninde de za manla bir değişim oldu. Sürümü pek fazla olmayan, sırf so ranlar geri çevrilmesin diye muhafaza edilegelmiş bulunan çeşitlerden sarf-ı nazar edildi. Bunun sonucu olarak müşte rilerin sayısında msbî bir azalma görüldü. Dükkânın idâresi daha kolaylaşmıştı. Dükkândaki malların ikmâl stratejisini de artık Ali yönetiyordu. Yazar kasa mecbûriyeti ortaya çı kınca, çoktanberi vaz geçilmiş olan sülük kavanozlarının eski yerini bu yazar kasa aldı. Düzgünman'ların titizliği 100 liralık bir alış verişin dahi kasa fişinin derhâl kesilme sini âmirdi. Bu fişi almak istemeyenlere de, mutlaka, bu nun bir kânun emri olduğu nâzikâne hatırlatılırdı. Türkiye'de ebruya ilginin artması ve Mustafa Ağabey'in san'atkâr olarak amme efkârında da şöhret bulması, Yapı ve Kredi Bankası'nın san'at müşâviri Vedat Nedim Tör'ün, 1967 (ama belki de 1968) yılında, bankanın Galata saray'daki genel müdürlük binâsınm giriş katında Mustafa Ağabey'in ebrûlarının sergilendiği büyük bir sergi açması sonucu vuku' bulmuştu. Bu sergide Ahmed Ağabey’in yap tığı tesbihler de sergilenmişti. Vedat Nedim Tör ebruyu "Nonfigüratif resmin öncüsü" olarak kabûl ediyordu. Sergi bir ay boyunca dolup taşmış, İstanbul halkının büyük ilgi sine mazhar olmuştu. Ben bu sergiyi gezerken dikkate değer bir mânevi tec rübe yaşadımdı. Mustafa Ağabey'in, o âna kadar karşılaş madığım nefasetteki bir taraklı ebrûsunu büyük bir hayran lıkla seyretmekteydim ki, bana bir "yakaza" (yâni uykuyla uyanıklık arasında bir idrâk seviyesi) hâli yaşatıldı. Birden kendimi ebrûnun girdapları içinde hızla seyâhat ederken
MUSTAFA AĞABEYİN SON YILLARI /
99
idrâk etmeğe başladım. Bu ne kadar zaman sürdü bilemem; ama, idrâkim günlük hayâtın idrâkine geri döndüğünde kendimi mutlu, değişik ama çok yorgun hissediyordum. Bu sergi Mustafa Ağabey'in hayâtında da bir dönüm noktası olmuştu. Bir kere, kızlara "Ebru" ismini koyma modası o târilıden sonra çıkmıştı. Ayrıca pekçok gazete ve dergi de röportaj yapmak üzere Mustafa Ağabey'in peşin den koşar olmuşlardı. Millet de soruyor, soruşturuyor ve Üsküdar'daki Attâr Dükkâm'nı bulup fevc fevc ebrû satın almağa koşuyordu. Artık turistler de ebrû tiryâkisi ve Attâr Dükkâm'nın müdâvimi olmuşlardı. Bir kısmı da Mustafa Ağabey'i evde, ebrû teknesinin başında görmek üzere geliyor, bilgi alıyor, resimler ve hattâ filimler çekiyorlardı. Ebrû hakkında Amerika Birleşik Devletleri'nde yayınlanan battal boyda bir kitapta Mustafa Ağabey'e ve eserlerine birkaç sayfa tah sis edilmişti. Dış ülkelerden de pekçok teklif geliyordu. Bunları okuyup tercüme etmek ve verilecek cevaplan yaz mak da umûmiyetle benim görevimdi. Zamanla Kültür Ba kanlığı ve ona bağlı kuruluşlar da Mustafa Ağabey'in de vamlı müşterilerinden olmuşlardı. Mustafa Ağabey ise sırf bu ata san'atı tanınsın ve ihyâ olunsun diye ebrûlannı o ka dar ucuza satıyordu ki! Mustafa Ağabey'in san'atine hayrandım. İşte bu hay ranlığın ilhâmiyle olsa gerek, 10 Kasım 1983 Perşembe gü nü saat 14.45 de hiç beklemediğim bir anda şu sözler bir rubâî tarzında zuhur ediverdi: Tcırz-ı kadîm ebruda muakkib-i Necmeddin, Asârmda, nuküşu zâhir olur rifatin, Müceddid-i i'cazkâr, hem bende-i Hüdâyî, Muhyi-l ebrû Mustafâ, üstâdıdır san'atin.
100
/ ÜSKÜDAR'DA BİR ÂTTAR DÜKKÂNI
Bunu bir matbaada bastırıp kendisine takdîm ettiğim zaman Mustafa Ağabey pek mütehassis olmuştu. Mustafa Ağabey'in kendisi de şâirdi. Zaman zaman sofi neş'esinde güzel şiirler söylerdi (Bunlardan tesbih hak kında olanı daha önceki sâhifelerde yeralmıştır). Onun eb ruya dâir destan tarzında ve mutasavvıfâne bir edâ ile tertib ettiği Ebrûnâme'yi asistanı bulunduğum İstanbul Üniversi tesi Fen Fakültesi Teorik Fizik Enstitüsü’nde (gâlibâ 1959’da) daktilo edip de ispirtolu teksir makinasında çoğaltmak bana nasib olmuştu. Bundan bir kıt'ayı takdîm ediyorum: Besmeleyle tezgâh açıp ebru yapan kişiyiz, Fırça ile su üstünde hüner satan kişiyiz, Üstâdımız Özbek Şeyhi, hem Necmeddin Hoca'dır. Büyüklere boyun kesip, aşka tapan kişiyiz. Eyüp Bahariye Mevlevîhânesi dervişlerinden Ali Fânî Dede’nin vefatı dolayısıyla 5 Mart 1956'da 20 kıt'alık şii rinde ise: Bir mevlevî derviş idi, Genç yaşında sikke giydi. Yaşlıca bir çilekeşti, Göçtü gitti Ali Dede. *
Kutb-i zaman bir er idi. Hafız Eşref den23 bilindi. Sır verirdi bâzı kendi, Göçtü gitti Ali Dede. *
23
Hafız Eşref: Eşref (Ede) Amca.
MUSTAFA AĞABEYİN SON YILLARI / 101
Bindokuzyüz elli altı, Mevlâııâ'dan emir aldı. Destur deyip ruhun saldı, Göçtü gitti Ali Dede. *
"Hüdâyî'nin türbedârı" Dedenin bir hayrankârı, Döktü için zarı zarı, Göçtü gitti "Ali Dede". Mustafa Ağabey'den yâdigâr kalanlar arasında 17,3x 25,8 cm eb'adında, kapağı ise kalın bir kâğıda çekilmiş ne fis bir somaki ebrûsu'ndan oluşan 13 yapraklık bir "Mihrâbiye" var. Bu Mihrâbiye 65 kıt'adan oluşmakta. Kapağın içinde Mustafa Ağabey'in kendi el yazısıyla ithâfı şöyle: Âşık-ı sırr-ı Alî kardeşim Yüksel Emre'ye; 9.6.1956 (ve im za). Birinci yaprağın önüne Hazret-i Hüdâyî'nin tâcını gös teren bir fotoğraf yapıştırılmış. Fotoğrafda tâc bir mihrâbın önündeki sedef kakmalı bir sehpâda bir kaide üzerinde bu lunuyor. Tâcm üzerindeki bir levhada sülüs yazıyla "Faiem Ennchû Lâ İlâhe İllallah Muhammedün Resûlullâh" ve tâcın altındaki kaidenin üzerinde de tâlik yazıyla "Yâ Hazret-i Pîr Azîz Mahmûd Hüdâî" yazılı. Birinci yap rağın arka yüzüne ise "Önsöz" dercedilmiş. Diğer yaprak ların yalnızca ön yüzlerinde yazı var; arka yüzleri boş. Ya zılar el dizgisi; baskı yanlışları da kurşunkalemle bizzat Mustafa Ağabey'in eliyle düzeltilmiş. Önsöz aynen şöyle: Pek küçük yaştanberi Evliyâullâh'a ve bilhassa Haz ret-i Hiidâî'ye karşı kalbimde olan ifrât-ı muhabbeti tariften âcizim. Birçok zamanlar olduğu gibi, gene bir gece riiyâda kendimi Cenâb-ı Pîr'in türbesinde gördüm. Türbenin bir cephesi koyu kahverengi olup
102
/ ÜSKÜDAR'DA BİR ÂTTAR DÜKKÂNI
ortasında da bir mihrâb vardı. Mihrâbda altın yal dızla celî tâlik yazı ile "Yâ Hazret-i Pîr Seyyid Azîz Mahnıûd Hüdâyı" yazılı idi. Ben kemâl-i hayret ve zevkle seyrederken sağ elimi göğsüme koyup yavaşça eğildim ve: "Evet, bizim mihrâbımızsınız Efendim" dedim ve uyandım. Sinemde mânevi bir zevk nıevcûddu. Tahsilim ve edebiyatla nıeşgûliyetim olmamakla beraber kaba taslak bâzı mısralar karalamağa baş ladım ve ismini Mihrâbiye tesmiye ettim. Üç sene sonra Hz. Pir'e türbedâr oldum. Ve Mihrâbiye'yi bi raz daha rötuş ettim. Efendime lâyık olmayan bu nâçiz ve basit eser, ne bir maddî menfaat, ne de bir propaganda vesilesidir. Bu ancak bir İnsân-ı Ek mede olan aşk ve bağlılık, zevk-i tasavvuf sebebiyle muhabbet ve ilhâm sızıntısıdır. İşte bizim Mihrâbiye'nin sebeb-i zuhuru böylece malûm ola. Türbe-i Hz. Hüdâî Hâditni Mustafa Düzgünman; Aralık 1955 Bu Mihrâbiye’den de birkaç kıt'ayı takdim ediyorum:
Kıble-i mihrâbımızdır, Hazret-i Pîr Hüdâî; Sinede mehtâbımızdır, Hazret-i Pîr Hüdâî; Canda cânânımızdır, hem dilde de îmânımız, Gönlümüzde sultânımız, Hazret-i Pîr Hüdâî. *
Aşk-ı irfan mektebinde okunmuş hep ders-i Hak; Feyiz alan sâliklerde ayân olmuş "Enel Hak"; "Feeynemâ tüvellû "dur, şuhûdları Vech-i Hak; Vâris-i Resûlullâh 'dır Hazret-i Pîr Hüdâî.
MUSTAFA AĞABEYİN SON YILLARI / 103
Terbiye-i kalbiyedir insanı inşân eden, Evliyânın himmetidir yolları âsân eden, Merâtib-i selâsedir esrârı ayan eden, Kulûb-ı zıılmete nûrdur Hazret-i Pîr Hüdâî. *
Geç kendinden, etrafa bak; zahir bâtın herşey Hak; Zât ü sıfat, cümle esmâ bir bütündür hoşça bak. Eşyâ Hakk'ın aynasıdır, sen Cemâle ol müştak, Mazhar-ı bekâbillâhdır Hazret-i Pîr Hüdâî. *
Gel ey âşık! İster isen cemâl-i pâk-i Mevlâ'yı Ehlûllâhın turâbı ol, gör vechinde Leylâ 'yı Arif-i billâh gösterir katredeki deryâyı, Katrede Bahr-i Ummân 'dır Hazret-i Pîr Hüdâî. *
Her ümidim, destigîrim, kıblegâhımsın benim, Firkatinle sûzinâkim, çâregâhımsın benim, Türbedârııı Mustafâ'yım mededhâhımsın benim. Zahm-i kalbin dermanıdır Hazret-i Pîr Hüdâî. Sultan Abdülmecid'in büyük dedemiz Çuhadarbaşı Emin Ağa'ya ihsân etmiş olduğu teşbih, babamın 28 Mayıs 1973'de vuku bulan vefatından sonra, bana intikâl etmişti. En azından 130-140 senedir ailemizde bulunan ve maddî değerinin yanında manevî değeri de yüksek olan bu tesbihi, güzelliğinden ve değerinden dolayı, çekmeğe kıyamıyordum. Büyük mâlî sıkıntı içinde bulunmama rağmen, bunu haraç mezat sattırmak da bana, hiç yapamıyacağım, sakil bir iş geliyordu. Velhâsıl-ı kelâm bu tesbihin, aslında, bu lunmaması gereken yanlış bir kimsede bulunduğuna inan mağa başlamıştım.
104
/ ÜSKÜDAR'DA BİR ÂTTAR DÜKKÂNI
O hâlde bu tesbihe sâhib olmağa, çekip muhafaza et meğe lâyık acaba kim olabilirdi? Mes'eleyi bu türlü vaz' et tiğim ân cevabı da gönlüme otomatik olarak doğuverdi. Bu, ancak: bu tesbihi gerçekten de hayranlıkla beğenen, hakikî değerini çok iyi bilen, kendisi de tesbihçilikten çok iyi anlayan ve zengin bir tesbih kolleksiyonuna sâhip olan Mustafa Ağabey'den başka kimse olamazdı. Bu karar bana fevkalâde büyük bir inşirâh verdi. Hemen o ânda tesbihi kaptığım gibi Attâr Dükkânı'na koştum ve Mustafa Ağabey'e takdîm ettim. Mustafa Ağabey bu işe çok şaşırdı ve: "Yüksel; bu sizin âilenizin yâdigârı. Ben böyle bir şey kabul edemem. Sonra, bunun değeri çok yüksek. Sen ise devamlı para sıkıntısı içindesin. Bunu bu türlü de değerlendirebilirsin" diye itiraz etti. Buna karşılık ben de: "Mustafa Ağabey'ciğim; âile yâdigârı da. olsa bu, bugün, mülkiyeti ve tasarruf hakkı bana âit olan bir tesbihdir. Ben de bunun ancak sana lâyık oldu ğunun vicdanî huzuru ve kanaat-i kâmilesiyle, bir kardeşin çok sevdiği ağabeyine hediye etmesi gibi, sana bunu hela linden hediye ediyorum. Bu ancak senin kolleksiyonuna ve senin parmaklarına yakışır. Reddedersen çok gücenirim" diye cevap verdim. Bu samimî cevap onu memnûn etmişti ama fevkalâde hassas bir zât olan Mustafa Ağabey'in gene de tereddüd içinde olduğunu hissediyordum. Nitekim hayâtının son döneminde Mustafa Ağabey, benim kendisine hediye ettiğimi bir daha geri almayacağı mı çok iyi bildiğini ifâde ederek, oğlu Ali Haydar'a vefa tından sonra bu tesbihin yeğenim Abdullah Ahmed Refik'e teslim edilmesini ve Özemre âilesinin yâdigârının böylelik le gene âileye dönmüş olmasını vasiyet etmiş. Ah de, baba sının vefatından sonra, tesbihi Refik'e vermiş. Bütün bu cilveler insanı Cenâb-ı Peygamber'in El-hayru fî mâ vaka'
MUSTAFA AĞABEYİN SON YILLARI / 105
(Meâli: "Vuku' bulanda hayır vardır) hadîsinin ma'nâsını nasıl da derin derin düşünmeğe sevkediyor! Seksenli yılların sonuna doğru Ali, artık, babası ile am casını âzâd ederek Attâr Dükkânı’nın bütün yükünü üstlen miş bulunuyordu. Ahmed Ağabey, fırsattan istifâde, evin tavan arasındaki atölyesinde büyük bir ustalıkla meşhur hattatların levhalarını pirinçden oyarak nefis eserler veri yor; Mustafa Ağabey ise bodrumdan giriş katına taşımış ol duğu ebru teknesinde ebrûnun en güzel örneklerini üreti yordu. Ali, dükkânı Hüseyin ile yürütüyordu. Mustafa Ağabey Ali'ye yardım için bâzen dükkâna iniyordu. Sâime Ablanın vefatından sonra Mustafa Ağabey'in de rahatsızlıkları artmıştı. Bunlar 1989 yılında onun bir heki me görünmesini gerektirecek kadar yaygın ve sürekli ol mağa başlamışlardı. Mustafa Ağabey'i önce bir cerrâha muayene ettirdim. Cerrâh ameliyatla müdâhale edilecek bir durum olmadığını ifâde ederek, sıkıntılarını önce normal tedâvi ile ve ilâçla geçirmeğe çalıştı. Bu tedâviden rahatlatıcı bir sonuç alınamayınca kendisine tavsiye edilen bir gastroenterologdan randevu aldım. Bu hekimin klinik gibi çok iyi teçhiz edilmiş bir muayenehânesi vardı. Pekçok analiz yapıldı ve hekim, Mustafa Ağabeyin bir bağırsak röntgeni çektirtmesini istedi. Başka bir gün, gene birlikte giderek çektirttiğimiz röntgenlerin sonucu maalesef keyif kaçırıcı idi. Kalın bağırsakda bilye büyüklüğünde birkaç adet tümörün teşekkül etmiş olduğu tesbit edilmişti. Aynı hekim bunların açık batın ameliyatıyla alınması gerektiği ni, kendisinin ise endoskopik yolla yâni kalın bağırsağa özel bir endoskop ithâl ederek ameliyatı içeriden yapmakdan çekindiğini ifâde etti. Mustafa Ağabey ise ameliyatın endoskopik yolla yapılmasını tercih etmekteydi. O târihlerde İstanbul'da bu tip ameliyatları dirâyetle yapan tek kişi Alman Hastahânesi'nde görevli ve Alman
106
/ ÜSKÜDAR'DA BİR ÂTTAR DÜKKÂNI
ya'da bu işin ihtisâsını ve uzun süreli uygulamalarını yap mış olan hâzik bir gastroenterologdu. Önce gidip bu heki mi gördüm. Gerekli aydınlatıcı bilgileri aldım. Mutmain olduktan sonra ameliyat gününü kararlaştırdık. Mustafa Ağabey'i ameliyata Ali ile birlikte götürdük. Ameliyat başarılı geçti. Kalın bağırsağından iki küçük tü mör çıkartıldı. Ayılıncaya kadar Mustafa Ağabey'in başın da bekledim. Sonra Ali ile eve getirdik. Fakat ne yazık ki tümörler habis çıktı. Kısa bir müddet sonra Mustafa Ağa bey'in durumu maalesef ağırlaşmağa başladı. Rahat yemek yiyemiyor ve hızla kilo kaybediyordu. Menhûs hastalık vücûdun başka yerlerine de sıçramıştı. Onun son fotoğraf larını çekmek bana nasîb oldu. Bu son ziyâretimde kendisi ni dervişane ve kâmil bir tevekkülle mukadder sonu bekler buldumdu. Süheylâ Abla ise izhâr etmemeye çalıştığı kah reden üzüntüsünün ağırlığına rağmen, onun son günlerini huzur içinde geçirmesi için, etrafında pervâne oluyordu. Mustafa Ağabey 12 Eylül 1990 Çarşamba günü bu fânî âlemden bâkî âleme göçtü. O sırada yanında bulunan ağa beyi Ahmed Düzgünman, tam mevt ânında, kardeşinin son nefesinin Seyyid Abdülkâdir Belhî Hazretlerinin bir kita bında tasvir ettiği biçimde bir habs-ı nefes şeklinde tezâhür etmesiyle vuku bulmuş olduğunu anlatmaktadır. Cenâze namazı bütün bir ömür boyu âşık olduğu ve kendisine de 26,5 yıl türbedârlık yaptığı Azız Mahmûd Hüdâyi Hazretleri'nin dergâhında kılındı ve Karacaahmed Mezarlığı'na babasının mezarına defnedildi. Daha sonra talebeleri mezar taşını, bir ebrûyu resmeden seramik bir pano olarak düzen lediler.
attÂr
DÜKKÂNI’NIN SON DEMLERİ
Mustafa Ağabey'in vefatından sonra dükkâna daha sık uğrar oldum. Ali sabahları sıkıntılı oluyor ve gün boyu kar şılaştığı kimselerin çoğunun kaba ve avâmî davranışları onu ziyâdesiyle müteessir ediyordu. Üsküdar da artık Sâim Efendi Amca'nın devrinin Üsküdar'ı değildi; nüfusu 40.000 den 850.000 e çıkmış, kozmopolit bir belde olmuştu. Şive ler, tavırlar, üslûplar çok farklı idi. Eski Üsküdarlılar Os manlı'nın zarafet, diğerkâmlık ve lisâna hâkimiyetini akset tiren üslûbları, zarafetleri, iz'anları, yol yordam bilmeleriy le parmakla gösterilir kadar azınlıkta kalmışlardı. Üskü dar'ın sanatkârlarının, ediblerinin, şâirlerinin, sofilerinin ve meşâyihinin soyları hemen hemen tükenmişti; hâlâ mevcûd olanlar ise kendilerini herkesten gizliyorlardı. Hele Üskü dar'ın o renkli meczûbîninden kimse kalmamıştı. Üskü dar'da artık, renksiz bir avâmîlik kol gezmekteydi. Koskoca Hâkimiyet-i Millîye Caddesi tekdüze bir ku yumcular çarşısı olmak yolundaydı. Yılların hâtıralarına vesile olmuş olan dükkânlar bir bir kapanıyor, sâhipleri ise gözlerden ırak köşelere çekiliyordu. Bugün bir tuhafiyeci, yarın bir şekerci, öbür gün de bir leblebici dükkânı, bakı yorsunuz, bir kuyumcu dükkânına dönüşüveriyordu! Her şeye rağmen Üsküdar'ın 50-60 ve belki de daha fazla ku yumcuyu besleyip ayakta tutacak bir gücü yoktu. İşin tuhaf tarafı, kuyumcularda büyük bir alış-veriş faaliyeti de görül
108
/ ÜSKÜDAR'DA BİR ÂTTAR DÜKKÂNI
Mustafa Düzgünman ile Ikı Çırağı:Gürkan İpek ve Vecdet Salgın Attâr Dükkânında 1984
ATTÂR DÜKKÂNI'NIN SON DEMLERİ / 109
müyordu; ama gene de her önüne gelen bir kuyumcu dük kânı açmak istiyordu. Herhâlde kuyumculuğun, biz fanile rin idrâk edemediğimiz, bir başka fazileti ve bir başka türlü kârı vardı. Bu arada, Attâr Dükkânı dört evi geçindirmekle mü kellefti. Fakat bir yandan enflâsyon, diğer yandan da dük kânın câri masraflarının yüksekliği kâr hissesini olağanüstü daraltmıştı. Bu durum Ali'yi tedirgin ediyordu. Sabah 1520 dakikalık bir sohbet Ali'nin sıkıntısını izâle edebiliyordu ama akşama kadar Ali’cik doluyordu da doluyordu. Ak şamları sıkıntısını bir nebze hafifletmek için dükkânda da ha uzun bir müddet kalmam gerekiyordu. Ali de gitgide bir çıkmaza girilmekte olduğunun far kındaydı. Önce attârlıktan vazgeçip bir arkadaşıyla fotoğ raf baskı işine girmek istedi. Ama bunu gerçekleştirebil mek için gerekli şartların temininin çok zor olduğu ortaya çıktı. Tam da bu sırada Uğur Dündar, televizyonda, madra baz bir bahâratçının hilebazlığını çarpıcı görüntüleriyle ek rana getirdi. Bu yayın halkın üzerinde çok olumsuz bir etki yaptı. Fevkalâde hassas bir hâlet-i rûhiyeye sâhip olan Ali ise, müşterilerin bu programla ilgili avâmî ve densiz soru larına ve telmihlerine mâruz kaldıkça çok üzülüyordu. Hele bâzılarının Ali'nin sattığı bahâratların da televizyondaki bahâratçınınkiler gibi hileli olup olmadığını kendisine sor mağa cür'et etmeleri, bardağı taşıran son damlalar oldu. Ali 1991 Temmuzunda dükkânı birine kirâlıyarak attârlığa son verdi. Bu değişimden Hüseyin'in zarara uğra maması için de üstüne düşeni adâlet ve ihsân ile yaptı. Dükkân, mûtad olduğu üzere, bir kuyumcu dükkânına dönüşürken, şu yâhut bu şekilde doğrudan doğruya veyâ dolaylı olarak, yalnızca Üsküdar'ın değil, bütün Türkiye' nin kültür hayâtında müessir olmuş bulunan 75 yıllık bir
110
/ ÜSKÜDAR’DA BİR ÂTTAR DÜKKÂNI
irfan yuvası da devrini kapamış, târihe gömülmüş oluyor du. Üsküdar'daki bu Attâr Dükkânı nice sohbetlerin, nice dostlukların, nice himmetlerin, nice hayırların, nice tefek küre şâyân ibretlerin, nice fuyûzatın, nice mânevî tohumla rın ve irşâdların sebebi ve mihveri olmuştu. Neyzen Niyâzi Ağabey, bir gün bana, bu dükkânın rahmânî füyûzâtının se bep olduğu maddî ve mânevî müktesebâtını hamd ü şükrânla ve cezbeyle yâd ederken: "Yüksel'ciğim; biz bu dük kândan geçmemiş olsaydık şimdi yedi dükkân süprüntüsün den beter olurduk" demiştir. Bu hâtıratta zikri geçmiş olan herkesi hasretle ve min netle yâd ediyorum. Cenâb-ı Hakk'dan: âhirete intikal et miş olanlara rahmet, hayatta olanlara da hayırlı uzun ömür ler niyâz ediyorum. Üsküdar, Pazartesi 7 Mart 1994 Pazar 25 Haziran 1995
Prof. Dr. AHMED YÜKSEL ÖZEMRE 1935 yılında Üsküdar'da doğmuş; 1954'de Galatasaray Lisesi'nden, 1957'de İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik-Fizik Bölümü'nden ve 1958'de de Fransa Nük leer Bilimler ve Teknoloji Millî Enstitüsü'nden mezun ol muştur. Bu itibarla Türkiye'nin ilk Atom Mühendisi'dir. 1969 yılında Profesör olan yazar İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Teorik Fizik Kürsüsü ve Matematiksel Fizik Anabilim Dalı başkanlıklarını 11 yıl yürüttükten sonra 1984'de kendi isteğiyle emekliye ayrılmıştır. Ayrıca Çek mece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi Müdürü, İst. Üniv. Fen Fakültesi Dekanı, Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) Bilim Kurulu Üyesi, TÜBİTAK Marmara Bilimsel ve Endüstriyel Araştırma Merkezi kurucu kurul üyesi, Türkiye Atom Enerjisi Kuru mu (TAEK) Başkanı, Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanlığı Danışmam ve Nükleer Santral Proje Koordinatörü gibi gö revlerin yanısıra Türkiye'yi NATO Bilim Komitesi'nde, OECD Nükleer Enerji Ajansı Yönetim Kurulu'nda, CERN (Avrupa Nükleer Araştırmalar Merkezi) Konseyi'nde ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı nezdinde de yıllarca temsil etmiştir. 1998-2000 arasında Türkiye Elektrik Üre tim Ve İletim A.Ş. nin Genel Müdürü'nün "Akkuyu Nük leer Santral İhâlesi" konusunda Danışmanı olarak çalışmış tır. Hâlen TAEK Danışma Kurulu Üyesi’dir.
112
/ ÜSKÜDAR'DA BİR ÂTTAR DÜKKÂNI
Pozitif, sosyal ve dinî ilimler konularında 279 makale vc raporu bulunan Prof. Özemre’nin hâlen üniversiteleri mizde okutulan ve defalarca yeniden basılmış olan Teorik Fizik ve Nükleer Mühendislik ile ilgili 12 cild te’lif ders kitabı ve 11 cild İlmî eser tercümesi yanında: 1)"İlimde De mokrasi Olmaz", 2)"Türkiye'nin Çernobil Çilesi", 3) "İs lâm'da Aklın Önemi ve Sınırı" (2 baskı), 4)"Üsküdar'da Bir Atlar Dükkânı" (3 baskı), 5)"Gel De Çık İşin içinden" (3 baskı), 6) "Geçmiş Zaman Olur Ki...", 7)"Kâmil Mürşi din Portresi" (Editörü Necmettin Şahinler), 8)"Aklın Yolu İlimdir" (Cemâl Uşşak ile birlikte), 9)"Kur'ân-ı Kerîm ve Tabiat İlimleri (Tenkidi Bir Yaklaşım)", 10)"50 Soruda Türkiye'nin Nükleer Enerji Sorunu", (Prof. Dr. Ahmet Bayülken ve Prof. Dr. Şarman Gençay ile birlikte), \ \)”Port reler, Hâtıralar...", \2)"Ah Şu Atom'dan Neler Çektim!" (Baskıda) ve 13)"Din, İlim, Medeniyet (Düşünceler) (Bas kıda)" başlıklı te'lif kitapları bulunmaktadır. Türkiye Yazarlar Birliği, Prof. Özemre'yi: 1996 yılın da "Üsküdar'da Bir Atlar Dükkânı" isimli eseriyle Hâtırat Dalı'nda ve 1998 yılında da Prof. Dr. Toshihiko Izutsu'daıı çevirdiği "İbn Arabi'nin Fusûs'undaki Anahtar-Kavramlar" başlıklı çevirisiyle Çeviri Dalinda "Yılın Sanatçısı" ödül lerine lâyık görmüştür. Fransızca, İngilizce, İtalyanca, Almanca ve İspan yolca bilen Prof. Özemre evlidir; iki kızı ve bir de torunu vardır. 26 Haziran 2008 yılında vefat etmiş ve Karacaahmet Mezarlığıma defnedilmiştir. Prof. Ozcmre'nin web sitesinin adresi: www.ozemre.com dur.