167 103 57MB
Turkish Pages 1347
MODERN TÜRKİYE’DE
SİYASI
DÜŞÜNCE
Dönemler ve Zihniyetler Cilt 9
i l e t i ş i m
İMODERN 'TÜRKİYE'DE.
SİYASÎ
ıDÜŞÜNCE CİLT 9
Dönemler ve Zihniyetler
1. BASKI 2009, İstanbul
E D İT Ö R L E R
Tam l Bora. M a ra l G u lıe k ın ^ ıl
İçindekiler
15
Sunuş.................................................. MURAT
BELGE
Türkiye'de Siyasi Düşüncenin Ana Ç izg ileri.................... 39 ÜMİT
KIVANÇ
.
Üstüne Cilder Yazılmış H ayalet......
63
Aydınlar ŞÜKRÜ
ARGIN
Türk Aydınının Devlet Aşkı ve Aşkın Devlet A nlayışı..... 84 AHMET
ÇİĞDEM
Entelektüeller ve İdeolojiler.............................................. 112 •
Baykan Sezer KURTULUŞ KAYALI
TANIL
...... .................................. ................... 114
BORA
Uzmanlaşma ile Popülarizasyon Arasında Aydın ........ 125 • Mehmet Ali Aybar SEV G İ A D A K - Ö M E R T U R A N •
Doğan Avcıoğlu Ö M ER TURAN
.............................. .................... 132 .................................. 159
o
L
• Kıvılcımlı Söyleminin Uğrakları: Tarih, Gelenek ve Kutsal ihtilalcilik" NECMİERDOCAN................................................ ..............180 TANER TİMUR Yakın Tarihimizde Siyaset, İdeoloji ve Bilim.................... 195 • İsmail Beşikçi muratçelikkan.......................................................... İM OKTAY ÖZEL Ömer Lütfi Barkan.........................................................
224
H. BAYRAM KAÇMAZOĞLU Bazı Bilim İnsanlanmn Türkiye’deki Siyasal Düşün Tarihine Katkılan Üzerine Bir D enem e.....................
233
Devlet Zihniyeti M. ŞÜKRÜ HANlOĞLU “İttihatçılık”....................................................................
249
YASEMİN ÖZGÜN-ÇAKAR Otoriter Düzenleme Zihniyeti Olarak A n ay asaalık... 259 t. "0
• Osmanlı'dan Bugüne Parçalı Kamusal Alanda "Toplum" Meselesi ETYENMAHÇUPYAN..............................................
273
ORHANGAZİ ERTEKİN Türkiye’de Hukuk-Siyaset İlişkileri.............................
285
• Kemalist Rejimin İnşası: Takrir-i Sükûn Kanunu SEYFI öNCİDER................................. ALİS0MEL Türkiye'de Kalkınma Planlaması Efsanesi................. '
• Umutlar, Korkular, Kaygılar: Dünya İktisadi Buhranmm Siyasal Düşünce Ortamına Etkileri YIGITAKIN........................................
312 319
334
ç
1
N
D
E
K
I
L
E
Milliyetçilik, Irkçılık , Faşizm TANIL
BORA
Türkiye'de Faşist id eoloji................................................... 349 • Türkiye'de Siyasî Şiddetin Fikrî Kaynakları H A M İT B O Z A R S L A N
MURAT
................................................. ....... _.370
ERGİN
Türk Kimliği ve Irksal Sözlükler.......................................386 Yalçın Küçük
•
SÜ R E Y Y A TAM ER K O Z A K L I
............
394
Sol-Sağ, “M erkez” TANEL
DEMİREL
1946-1980 Döneminde “Sol" ve “Salı".............................413 • Çetin Altan DENİZ T A N S E L ................................. YÜKSEL
424
TAŞKIN
Türkiye’de S ağcılık..............................................................451 • Erol Güngör KILIÇ B U G R A
KANAT..............................................................................
• Türk Sağı ve Ekonomi Fikri F E R İD U N Y IL M A Z ..............................................................................................
MENDERES
460 474
ÇINAR
Merkezsiz Siyaset, Siyasetsiz M erkez..............................497 • Süleyman DemireI T A N IL B O R A ...........................
SEVGI
UÇAN
502
ÇUBUKÇU
Türkiye’de M erkez Solun “Sosyal Demokratlaş(ama)ma” V akası............................519 • Turan Güneş C EM A L F ED A Y İ.....................................................................
528
o
Kürt Sorunu AHMET
YILDIZ
Kürt Ulusal Hareketinin Üç Tarz-ı Siyaseti: Kemalizm, îslâmcıhk ve Sol.......... ..................................... 545 • Orhan Kotan
559
RECEP M A R A Ş L t.................................
•
Sait Kı,,!,ız/toprak . ~ *
' coc
O R H A N M IR O G L U ....................................................................................................
• Küti Sorunu ve PKK Ö M E R L A Ç İN E R ....................
505
606
Din, Laiklik , îslâmcıhk ZERRİN
KURTOĞLU
Devlet Aklı ve Toplumsal Muhayyile Arasında Din ve Siyaset.......................................................................617 • Medreseden Okula Osmanh-Cumhuriyet Modernleşmesi SER D A R Ş E N G Ü L ........................................................... ..................... .634 CİHAN
AKTAŞ
İslâmî Hayat Tarzının Yeniden K e ^ i.................................651 HALDUN
GÜLALP
Türkiye’de Laiklik ve S ol............ ..................................... 669 METİN
KARABAŞOĞLU
İslâm ve Milliyetçilik Arasındaki İlişki ve Etkileşim ..... 690 • Geçmişten Günümüze Milli Türk Talebe Birliği Z Ü LK Ü F O R U Ç ............................................ ........ ° ......... 703 • Miiliyetçi-Muhafazakâr Bir Dergi Olarak Türk Edebiyatı Dergisi Y IL D IZ A K P O L A T .................................................................
710
I__________, __________|__________ N__________D__________ , __________K__________I
ÜMİT
AKTAŞ
, __________ E__________R
.
Islâmcüık ve Sosyalizm....................................................... 722 • Türkiye'de İslâm ve Sol veya îslâmcılar ve Solcular YASİN AKTAY
AYHAN
758
YALÇINKAYA
Siyaset, Din, Alevilik ve Özgürlük H ayaleti....................785
Kadınlar, Toplumsal Cinsiyet YAPRAK
ZlHNlOĞLU
Kadın Kurtuluşu Hareketlerinin Siyasal ideolojiler Boyunca Seyri (1908-2008)...............805 • hKadın Sorunu" mu, Erkek Egemenliği mi? A K SU B O R A ................ TANlL
BORA
- ULAŞ
818
TOL
Siyasal Düşünce ve Erkek D ili...........................................825
Basm-Medya, Edebiyat, Sanat M.
ALI
TUNALI
Siyasî Fikir D ergileri.......................................................... 837 A.
ÖMER
TÖRKEŞ
'
Toplum ve Kimlik Kurma Kılavuzu Olarak Rom an........ 844 NECMİ
SÖNMEZ
Türkiye’de Siyasî Düşüncenin Görsel Sanatlara Bakışı 870 TANIL
BORA
- LEVENT
CANTEK
Köşe Yazarlığındaki Değişim ve Politik Düşünce Vasatı .....................................................879 • Refik Halid Karay N U R A Y M ERT .
..
.............................. .882
• Medyanın Siyasal İdeolojilere Etkileri U M U R T A L U .................................................................... .902
D LEVENT
CANTEK
..... 917
Aziz N esin.........
“Çeviri” Düşünce?' | ALİ
ERGUR
Türkiye’de Siyasî Düşüncenin Gelişmesinde Fransız E tkisi....................... ....... ................ • "Acentacılık" Kavramı Üzerine A H M E T Ç İĞ D E M .......................................................................
SUAVİ
AYDIN
BERAT
.... 945
^
Türk Düşüncesinde Alman E tkisi.................. BEKİR
..... 927
ÖZİPEK
.... 947
:
Anglo-Sakson ve Fransız Siyasi Modelleri Arasında Osmanlı ve Cumhuriyet Modernleşmesi.......................... 971 • Modernizmin Vaad Edilmiş Cennetinin Kapısmda iki Ülke: Finlandiya ve Türkiye F U N D A Ş EN O L C A N T E K ......... i........... ................ .................. 981
Dünya, Avrupa, Batı-Doğıı ENGİN
ERKİNER
Teori Sol ve “Mahalle Baskısı” ........................... .............. 987 MEHMET
UGUR
:
Türkiye’de Avrupa Birliği Sorunu..................................... 999 • Sağ ve SOI Siyasal Düşüncede Emperyalizm KEREM Ü N Ü V A R ....................................................... ....... 1018 MELTEM
AH1SKA
Garbiyatçılık: Türkiye’de Modernliğin G ram eri...........1039 • Celal Nuri ileri C U M H U R A R S L A N . ........................................ ................... 1042
I
I
ç
ALEV
N
D
E
K
î
L
ERKİLET
Modern Türkiye’de Doğu Düşüncesine Yaklaşımlar....1066 AKIN
ATAUZ
i
Türkiye’de Siyası Partilerin ve Siyası Düşüncenin Çevre/Ekoloji Sorununa Yaklaşımı Ü zerine.................. 1075
Tabular METE
K.
,
KAYNAR
:
Totem, Tabu, Mustafa Kemal ve Atatürkçülük...... ..... 1089 AYŞE
HÜR
Türk Millî Kimliğinin Kurucu Unsuru Olarak Ermeni Tabusu...................................................................1121 TANIL
BORA
- BAYRAM
ŞEN
Saklı Bir Aynşma Ekseni: Rumelililer - Anadolulular 1149 NESİM
ŞEKER
!
......................................1163
Millî Mücadele D önem i.......... Kâzım Karabekir
•
.... ...............................................
ALÎ ÇİFTÇİ
ÜMİT
FIRAT
1177
:
Dogmalar, Tabular, Siyaset ve K ü rtler........................... 1195 ERDEM
DENK
i
Türkiye Siyasetinin Dış P olitika) T abu lan ................. 1207 NERGİS
CANEFE
j
Vatanını Arayan Devlet: j Kuzey Kıbns Türk Cumhuriyeti........................... AYŞEGÜL
1229
ALTıNAY
Tabulaşan Ordu, Yok Sa
ilitarizm
1245
s YASİN
o
AKTAY
Halife Sonrası Durumdan Vatandaşlık Siyasetine: tslâmcı Politik Teolojinin Seyir N otlan.......................... 1258 MURATHAN
MUNGAN
Yalpa.................................................................................... 1281 K ayn akça....................... 1296 Yazarlar H akkında.................... 1330 D izin ................................................................................... 1333
Sunuş
u son ciltteki yazıların bir bö
lenebilir, yani tüm akımlara teşmil
lümünü, siyasal düşünce alanı
edilebilir zihnî/olgusal faktörleri ser gileme amaçlı denemelerdir.
B
mızda kendi özgül mecralarını ancak şu son onyıllarda oluşturabilmiş feminizm, anarşizm, çevrecilik ve Kürt milliyetçiliği gibi akımlara dair yazılar ile, önceki ciltlere katkı niteli ği taşıyan makaleler oluşturuyor. Bu,
Zihnı/olgusal deyimi ile kastedile nin Türkiye toplumunun özellikle son yüzyılına ait birçok belirleyici
son bahsedilen katkı türündeki yazı
önemde toplumsal-ekouomik siyasî... olay ve kişilikler hakkında “sessizliği koruma veya başka türlü ifade edile
lar daha ziyade, b aşlıca düşünce
mezlik” biçiminde işleyen bir kural,
akımlarının bazıları arasında mevcut veya tasarlanabilir kesişme, örtüşme
yani tabular olduğunu belirtelim. Bu ciltte o tabular elbette olgusal içeriği
noktalarına dairdir. Ve dolayısıyla,
açımlanarak değil, ama genel siyasal
sözkonusu “örtüşme” noktalarını ve
düşünce üzerinde ve içindeki işlevi ve sonuçlan açısından ele alınacaktır.
ya bunun ihtimal ya da imkânını cid diye almış, o nedenle de ilgili akımla rın ana mecrası dışında durmuş - ‘itil
Bu giriş/sunuş yazısında ise hemen
m iş - düşünürlerimizi de kapsıyor. Bu cildin asıl konusunun işlendiği ikinci bölümde ise, Türkiye’de siyasal
düşünüş alanının bu tabuların birço ğunu neden bu denli itirazsızca içsel
düşüncenin genel ve dönemsel değer lendirilmesine ilişkin, bu bağlamda onun karakteristiklerine işaret etme ye matuf yazılar yer alıyor. Bu yazılar siyasal düşünüşümüzün hem içerik hem de tarz olarak -özellikle kendine özgü yönlerini öne çıkararak- genel
tüm akımlarıyla Türkiye’deki siyasal
leştirebilmiş; tamamen onaylamış, be nimsemiş olmayanların da en azından sessizlik, ifade etmeme kuralına uy muş olduğu konusu üzerinde etraflı ca bir yorum yer alacaktır. Ancak, bu asli konumuza geçme den önce, en azından kapsamı, hacmi itibariyle benzer bir esere yerini ter-
□
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
ketmesi için on yıldan fazlası gereke cek olan Modem Türkiye'de Siyasî Dü şünce ciltlerinin bu sonuncusunun, hazırlanışında gözettiğimiz birkaç önemli noktayı bilhassa belirtmemiz gerekiyor. * ^f *■
16
Modern T ü rkiye’de Siyasî Düşüııce’nin sadece bu son cildi değil, daha tamamı planlanma aşamasında iken, bilmekteydik ki Türkiye, yüz yılı aşkındır siyasal ufkunu, düşünüş tarzı nı belirleyen modernleşme paradig ması içinde teşekkül etmiş bütün akım ları ile oluşturduğu zihniyet dünyasını kaçınılmaz olarak değişime zorlayan sarsıntılı bir süreçten geç mekteydi. İki yönlü bir zorlama idi bu. ilki, gi derek etkisini dünya ölçeğinde duyu ran, kapitalizmin devletçi - “reel sos yalist”- versiyonuna karşı kazandığı “zafer”le de taçlanıp hızlanan postmodem evreye geçişin, parlak teknolojik atılımların da eşlik ettiği ideolojik, kültürel nüfuzundan kaynaklanmak taydı. İkincisi ise, Türkiye’nin yüzyıl lık sanalı modernleşme tarihinde bir kırılma, savrulma noktası olarak 12 Eylül rejimi ertesinde, bu kırılma ve tahribatın enkazı üzerinde siyasal dü şüncenin mecralarını yeniden oluştur ma ihtiyacının gereği idi. Bu iki etkenin ortak noktası mo dernleşme sürecinin sorgulanmasıdır. Ancak, postmodern sorgulama, yani ileri endüstriyel toplumlar üzerinden yapılmakta olanı, modern dönemin birey ve topluluklara kazandırdığı si
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
yasal özne/etken olma hak ve özgür lüğünü erişebildiği sınırların ötesine geçmek, bu dönemi belirleyen ulusdevlet form atlarım aşmak gibi bir eğilim ve vurgu taşıyorken; Türki ye’deki sorgulama, yüz yılı aşkm bir m odernleşm e tarihim iz olm asına, eğitim, öğrenim ve ekonomide azımsanamayacak mesafeler alınmış ol masına rağmen, siyasal planda so nuçların neden bu denli kısır, kısıtlı ve kırılgan olduğu sorusunda dü ğümleniyordu. 19 Ödlere kadar Türkiye siyasal dü şünce dünyasında bu sorunun cevabı apaçık gibiydi. O sonucun yegâne so rumlusunun Islâm cı-m uhafazakâr akım-çevreler olduğu genel kabul ha lindeydi ve sözkonusu çevre-akımlar da bu ithamlar karşısında savunma durumundaydı. Suçlayıcıların oda ğında ise resmî-Atatürkçü-ideoloji yer abyor ve başta sol —sosyalist- eti ketliler olmak üzere diğer akım ve hareketler de onun mantığını kendi özel argümanları ile takviye ediyor du. Bunlar olurken, bir m odernleş me) ideolojisi olduğu peşinen varsa yılan Atatürkçülüğün asli sahibi ve taşıyıcısının ordu ve onun yörünge sindeki yüksek bürokrasi olduğu da kabul ediliyor ve bunların Türkiye modernleşmesinin en güçlü ve karar lı öğesi olduğundan da şüphe duyul muyordu. 12 Eylül darbesi, uygulamaları ve hazırlattığı 1982 Anayasası ile kur duğu rejim; Türkiye modernleşmesi nin tamamına damgasını vurmuş bu düşünme biçiminin ve varsayımları
s
u
N
u
ş
nın yanlış/yamltıcı olabileceği fikrini tetikleyecek kadar çarpıcı, bir dene yim oldu ülke kamuoyu için. Milli
tâbi kılınan, öyle yorumlanan ve uy
yetçisinden sosyalistine, liberal veya sosyal demokrat eğilimlisinden İs
kın dönem tarihine yeniden bakmayı kaçınılmaz bir ihtiyaç haline getirdiği gibi; siyasal yelpazedeki konumunu da yeniden gözden geçirmeyi gerekti rir. Çünkü bu ülke/toplumun siyasal
lam cısına, m uhafazakârına kadar tüm hareket ve akımlar, Atatürkçü lük ve onun adına meşrulaştırılan bir modernleşme amacından söz edilebilse dahi, bunun aslında hayli yalın kat ve arkaik bir “güçlü devlet" man tığı ile sınırlı olduğunu farkettıler. Tebaasını ve toprağını kaybetmemeye odaklı bu devlet mantığıyla kendini özdeşleştirmiş bir zümrenin modern leşmenin ekonomik, toplumsal, kül türel boyutlarım bu mantık ve konu mu süzgecinde sınırlamış ve sınırlı yor olabileceği fikri açıkça tartışılır oldu. Bu haliyle çarpıtıcı araçsallaştırmamn, bunca on yıl sonra hâlâ “azgelişmiş1’Tik kategorisinde debe lenmemizde modernleşme karşıtla rından daha fazla payı olduğu tespiti, çok farklı çevreler tarafından ifade edilir oldu boy 1ece. Bu, Türkiye’deki siyasal düşünce nin —bütün akımlan ile- içinde şekil lendiği yüz yıllık modernleşme para digmasının artık dışına çıkıldığı anla mına gelir. Çünkü o paradigma, 19, yüzyıl ortalarından beri, asli taşıyıcı gücü Ordu/Devlet olan bir ana mo dernleşme mecrası olduğunu, bunun Cumhuriyet ve ertesinde Mustafa Ke mal Atatürk odaklı -Atatürkçülük
gulanan bir “araç” olduğunu -n ih a yet- keşfetmek; bu keşfin ışığında ya
akımlar yelpazesinin sol-sağ, ilericigerici, demekrat-otoriter gibi koordi natları, bizatihi modernliğin tanımın dan hareketle değil, asıl olarak mo dernlikle Atatürkçülük özdeşleştiril mesinden ötürü, Atatürkçülükten ha reketle -Atatürkçülere göre—belirlen miş, akım/hareketlerin nerede tanım landıkları, “ne oldukları” bununla tespit edile gelmişti. Bütün o kavram ve nitelemelerin artık -v e herhalde evrensel ölçütler uyarınca— yeniden tanımlanmaları, akım veya fikirlerin bu çerçevede konumlandırılması ge rekiyordu. l98QTerin ortalarından beri bn ihti yaç duyulmasına rağmen siyasal dü şünce alanımızda hâlâ eski kavram ve kıstasların -çoğu yıpranmış, içeriği boşalmış veya bulanmış da olsa- kullamlageliyor olması, yenilerinin otur mamış olması şüphesiz ilk planda, dünya ölçeğinde de benzer bir duru mun varlığına bağlanabilir. Kimilerin ce “büyük anlatıların -ideolojilerinsonu, çöküşü” diye adlandırılan ve modern zihniyet dünyasını oluşturan
adıyla—devam ettiğini esas alır. Mo dernleşmenin Ordu/Devlet ve Ata
başlıca kavram ve kabullerin iç çeliş ki ve boşluklarım sergileyerek, onları yapı çözüme uğratarak zımnen veya
türkçülüğün üzerinde, tâbi olunan bir amaç değil, aksine kendi(ler)ine
açıkça kapsamlı, iç tutarlılığı olan açıklama ve anlamlandırma perspek-
D
O
N
E
M
L
E
R
V
£
Z
İ
H N İ
Y
E
T
L
E
R
üflenilin olamayacağını, hatta olma
kadar değil ulus-devlet, kıtalar ve uy
ması gerektiğini savunan postmodem
garlık alanlarının, dil gruplarının em
dalganın “küresel” hegemonyasının burada birinci derecede görünür etki
poze edegeldikleri sınırlara tâbi olma
si vardır. Siyasal akım ve programlann yerini -modem kavram ve ölçüt lerle bakıldığında eklektik denilmesi ne aldırılmayan- “proje”!erin, fikrin yerini imaj oluşturma ve iletişim tek niklerinin aldığı bu postmodem (lige) geçiş durumu kalıcı olamaz; olmama lıdır ve zaten sürdürülebilir sınırına da yaklaşmıştır. 1990’lardan beri siya setin dünya ölçeğinde, bu saydığımız özellikleri yanında emik, dinî, mez hepsel, bölgesel kimlik hareketleri üzerinden “yapılan" kanalının etkin leşmesi de öyle. Bu bakımdan, önümüzdeki yakın onyıllar içinde bu geçiş evresinin so na ereceğini, siyasal düşünce dünya sının -herhalde şimdikilerden mahi yetçe hayli farklı- varsayımlar üzerin den kendi-özgül akımlarının teşekkü lü ile yeniden canlanacağını kesinlik le öne sürebiliriz. Elbetteki bu akım ların her biri modern çağ akımların dan birini veya bir kısmım kendi ön cülü, onun son üç-dört yüzyıl boyun ca temsil ettiği, ilham ve gerçekleştir me umudu verdiği kabul, değer ve amaçların bu yeni koşul ve ufuklarda mirasçısı sayacaktır. Fakat bu, kendi ni bir tarife bağlama bir sonraki aşa
yacak olan bu akımlar, küresel bir ses/sentez olarak, insanlığın özellikle şu son yüzyıllardaki siyasal deneyim lerinin mirasıyla yoğrulmuş olarak şekillenecekler ise de; bu mirası oraya taşıyacak olanlar son asırların ulusdevlet dünyaları içinden, toplumla tı nın siyasal birikimlerini bu potaya katmak için geleceklerdir. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce ciltleri bu bakımdan önemlidir. Top luca, bu ülke/toplumun siyasal bilgi, fikir hasılasının yer aldığı başlıca mecralar üzerinden ilk tasnifinin ve günümüz ölçütleri dahilinde yapılan değerlendirmelerin sonraki ilk onyılın kuşaklan için çok önemli bir veri, malzeme olacağına eminiz. Ama bu son cildin sunuş yazısmda, bir adım daha atıp, akımlar toplamı olarak Türkiye’deki siyasal düşünü şün tamamına şamil bazı çıkarımları da buna eklemek istiyoruz, * *
*
Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce ciltlerinde yer alan yazıların tümü de —az Önce özetle anlatılan- 12 Eylül dönemi sonrasında, yani Ataturkçüresmî-ideolojinin abluka/ambargosunun fiilen kırıldığı bir evrede, 2000’li
ma olacak, sözkonusu 21. yüzyıl siya sal akımlarının, tarihen yerini alacak ları akımlarla önce “şiddetli" bir hesaplaşma/çatışma evresinden geçme leri gerekecektir.
yıllarda kaleme alındı. Bu geçiş döne minde, aynı zamanda Cumhuriyet’in kuruluşundan beri adeta kurumsal
Ayrıca belirtmek gerekir ki; herne-
sindeki birçok olay ve uygulamaya
laşmış olan düşünce-ifade yasakları nın ve Cumhuriyeı’in arefesi ve erte
s
u
ilişkin tabuların da geniş ölçüde kalk ınış olması da özellikle belirtilmelidir. Şüphesiz, eğer Türkiye'de siyasal düşünce alanının, ufkunun hem bü tün herrı de başlıca mecraları iıibariyle darlığından, sığlığından, tutarlılık tan ziyade eklektizme ve ika ineci lige meyilli olduğundan bahsedilecekse, bunun nedeni öncelikle sözkonusu düşünce yasağı kurumu ve tabulardır. Bazı düşüncelerin yasaklanması ve kimi konuların tabu addedilmesi. Balı dışı lopluııılarda olduğu gibi Batı’daki modernleşmenin ilk safhalarında da mevcuttur. Dolayısıyla hernekadar düşünee-ifade özgürlüğü ve tabuların reddi bir modernlik göstergesi/ölçütü sayılıyor olsa da Türkiye'deki durum bir anormallik, istisnailik sayılamaz. Ama öte yarıdan, sözkonusu yasak ve tabuların, kendini toplumun üze rinde konumlandırmış pre-modern bir devlet anlayışı ve onun resmî ide olojisi tarafından yürürlüğe konuldu ğu noktasından hareketle, bunları Türkiye —sivil—siyasal düşünüş dün yasının “dışsal" etkeni de sayamayız. Bu tespit, sadece o yasak ve tabula rın başta muhafazakârlık ve milliyetçi lik olmak üzere derece derece hemen tüm akımlar tarafından şu veya bu öl çüde savunulduğu, desteklendiği ol gusuna dayanılarak yapılmış değildir. Yani düşüncc-ifade özgürlüğü, tabu reddi konusunda 20. yüzyıl Türkiyesi siyasal düşünce dünyasının “iç”inde geniş ölçüde, uzlaşılmış bir ilke olduğu ama “devlerin aksi yöndeki dayatma sı ile başedemedigi de söylenemez. Ni tekim Cumhuriyetin kuruluşundan
N
u
ş
21. yüzyıl eşiğine kadar “resmî ideolo j i ”nin kanunlarla yasakladığı akımlar arasında bile rnodem-demokratik öl çütler dahilinde her tür düşüncenin özgürce ifade edilmesi konusunda hir uzlaşma sağlanamamıştır. Daha da dikkat çekici olanı, hu, resmen illegal addedilen sosyalizm, anarşizm, Kürt milliyetçiliği ve İslamcılık, kendi ka nalları içinde bile, bu ciltte bahsedilen tabuların pek çoğuna dokunmaya da hi cüret edememiş, resmi ideoloji ve legal akımlar gibi, o konularda sessiz liğini korumuş, “yok sayma" kuralına riayet etmişlerdir. Türkiye'deki durumu istisnai kılan ilk nokta işte bu düşünce yasağı ve tabu “kurum"larının içselleştirilme derecesinin yaygınlığı ve derinliğidir. İkinci nokta ise; hemen her düşün ce akımının bizzat kendi içinde de fi ilen yasaklanmış düşünce alanları, doğrultuları olması ve özel tabuların varlığıdır. Kasdcttiğimiz sadece, zaten temelinde birtakım dokunulmaz ko nular. sorulmaz sorular olan milliyet çilik. muhafazakârlık. İslamcılık vc Atatürkçülük gibi akım/ideolojilcr değil, liberalizm, sosyalizm gibi ken dini de dahil “eleştiri "yi esas alan dü şünmeve sınır konulamayacağına dair modern kabulün geçerli olması bek lenen ideolojilerdir. Bunların, kurucu varsayımları dahilinde, ele almaktan çekindikleri konular olmamak gere kir ve ayrıca da düşüncelerinin man tığını sonuna kadar götürmeleri bek lenir. Oysa, yakın dönemlere kadar -hatta hâlâ bile—bir akını cesametine erişemeyen liberalizmin haliyle cılız
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
literatüründe ne Türkiye’nin genel yasak ve tabularına net bir karşı du ruş ne de liberal akımın kendi içinde ki netameli sorun/konulan sorgula yan örnekler vardır. Sosyalist düşün ce alanında aynı durum, haliyle daha belirgindir. Örneğin Troçkizm, dünya ölçeğinde bir sosyalist akım olduğu halde Türkiye'de 1980’lere kadar bu alanın hemen tüm diğer akımları, ha reketleri tarafından adeta “illegal” sa yılmış, fiilen yasak addedilmiş; dünya ve Türkiye sosyalist hareketi tarihinin bazı “netameli” iç olayları hakkında fiili bir “resmî açıklama dışında ko nuşmama” kurah işlemiştir. Üçüncü olarak belirtilmesi gereken nokta, son yüzyıl içinde bu ülkenin siyasal düzeninde yapılan büyük de ğişikliklerin (Cumhuriyet, ulus-devlet ve demokrasi) gerçek bir tartışma sürecinden geçilmeksizin yürürlüğe girebilmiş olmasıdır. Bunların mahi yetlerini, anlam ve içerimlerini açım layan herhangi bir fikri hazırlık olma dığı gibi, devrin yönetici kadrolarınca ilan edildiklerinde, ne açıkça karşı çı kan bir akım/hareket görülmüş ne de adı geçen akımlar arasında Cumhuri yetin , ulus-devlet ve demokrasinin -haliyle farklı olması gereken- yo rumlan üzerinden bunlann önemiyle oranlı bir tartışma süreci yaşanmıştır. Gerçi 12 Eylül dönemi sonrasında bilhassa Kürt sorunu ve 1982 Anaya sası bağlamında derinliğine denilebi lecek bir tartışma, sorgulama süreci başlamış ve devam ediyorsa da; bura ya gelinceye kadar, muhafazakârlık, İslamcılık, milliyetçilik ve resmî Ata
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
türkçülüğün oluşturduğu yaygın si yasal düşünüş platformunda Cumhuriyet’i saltanaun ilgasına, demokrasiyi çok partili rejime indirgeyen haliyle sığ bir kavrayışla yetinilmiştir. Aslında bu sığlık, sığlaştırma, şeklîleştirme sözkonusu akımların kullan dığı tüm modem siyasal kavramlar için de geçerlidir. Bu kavramlar, modern-öncesi siyasal düzen/zilıniyetten bir kopuşu vurgulayacak biçimde içe ri kİendirilmemiştir. Siyasetin, hakla rın, işlev ve yükümlülüklerin yeni bir tanım ve tanzimini belirtmekten ziya de, eski kalıplara oturtulabilecek, ya ni esasta pek bir değişiklik olmadığı algısını verecek biçimde kullanılıyor oluşu dikkat çekicidir. Bu tutum, İslamcılıktan Atatürkçü lüğe modern siyasal zihniyetle bir bi çimde “sorunlu” olduğunu söyleyebi leceğimiz akımlar için elbette yadır gatın değildir. Ama liberalizm ve sos yalizm gibi, gelişip güçlenmeleri bu “sorumluluk” halinin ifşasına, önemi nin kavratılmasma bağlı akımların da bu noktaya pek aldırmamaları düşün dürücüdür. Bn aldırmazlığın görünür ilk nedeni, sayıca zaten çok az liberal aydınların Cumhuriyetin de öncesin den beri muhafazakâr-İslâmcı mecra ile ittifak halinde davranmayı seçme leri; sosyalistlerin ise İttihat ve Terakki'ye kadar uzatılabilecek bir tarihten beri otoriter-devletçi-modernleşme akımıyla işbirliği, ona yanaşma eğili minde olmaları gibi politik stratejiler dir denilebilir. Bu hesaplar, sözkonu su akımların kendi perspektifleri doğ rultusunda yapabilecekleri radikal si
s
u
yasal eleştirileri, geliştirebilecekleri önerileri fiili veya varsayımsal mütte fiklerini gözeterek törpülemelerini gerektirmiş olabilir. Bunu mümkün kılan şey, bu akım ların siyasete, dolayısıyla onun kav ram ve değerlerine başlıbaşına bir önem ve anlam yüklemekten yok; on ları özellikle ekonomiye bağlı, orada ki düzen, çıkar, talep mücadelelerin den türeyen ihtiyaçların yansıması olarak ele alıyor, bu eksende kavrıyor oluşlarıdır. O nedenledir ki sadece Türkiye'de, değil, pek çok ülkede de. liberaller, siyasal liberalizme öncelikli ve önsel saydıkları ekonomik liberal leşmeye yatkın mulıafazakâr-dinci ve milliyetçi diktatörlük rejimlerini sine ce çekebilir; sosyalist akımlar, mülki yet ve bölüşüm bahsinde "sosyal ada letçi” olduğuna hükmettikleri dikta törlüklere "ilerici” etiketi takmaktan yüksünmeyebilirler. Ancak, hemen belirtmelidir ki; bu yorum, vaklasım ve tutum o akımların tamamına teş mil edilemez. Çünkü, her iki akımın kökeninde de. modernleşmeye temellik eden bi limsel. ekonomik, toplumsal değişim lere bir kopuş, aşama özelliği ve bi linci kazandıran öğenin siyasal dev rim olduğuna dair inanç yer alır. Bu iııaııç, insanların kendi ve içinde ya şadıkları toplumun varoluş ve kade rindcıı sorumlu ve muktedir -olması gereken- özneler oldukları fikrinden türer ve bu doğrultusunda Cumhuri yet ve demokrasi kavramlarına varır. Modernleşmenin karakteristiği olan dinamizmin ve harekete geçirdiği çok
N
u
yönlü büyük enerji potansiyelinin kaynağı, fitilidir bu fikir. l.iberal ve özellikle sosyalist pers pektifi bu fikir temelinde yorumlayan bir damar, akımlarının geneline dam gasını vuracak ölçüde değilse de; hep varolagelmiştir. Bunlar, içinde olduk ları toplumun Cumhuriyete veya de mokrasiye geçiş gibi kritik dönemeç lerinde, bu geçici gerçek bir aşama, bir zihniyet dönüşümü, geçmişin tor tularından tamamen arınma süreci olarak yaşanması için itici bir rol üst lenirler. Diğer akım ve hareketlerin belirli bir smır ve kalıp içinde kalmak koşuluyla seferber edebilecekleri top lum enerjisini, gerçek bir özne olma ları fikri ve bilincine eşlik edecek öz güven duygusu ve yetkinleşme arzu suyla donatacak hedef ve taleplere yönlendirmeye uğraşırlar. Türkiye'de ise -6 0 0 yıllık tarihin belki de. cn uzun süreli hanedanının tasfiyesinin de eşlik ettiği- Cumhuri yet ilanında olsun. 1945'te alelacele “demokrasi”ye geçilirken olsun: bu süreçleri. Cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının gerektirdiği kitlesel in siyahilerle radikalleştirme işlevi üze rine düşünen, bunun imkânlarını ara yan veya zorlayan bir akıma rastlan maz. Yani bu ülkede. Cumhuriyet ve demokrasi gibi modern adlar altında rejimler kurulurken, değişim siyasal ilişkinin yönetenler tarafında olmuş: yönetilenlerin geleneksel tebaa konu mu ve işlevi “oy verme” etkinliği ek lenmiş olsa da esasta değişmemiştir. Oysa premodern siyasal zihniyetten ve düzenden kopuşun asli göstergesi.
D
O
N
E
M
L
E
R
V
E
tebaanın yurttaşa dönüşmesidir. Dev leti toplumun üzerinde, ondan ba ğımsız karar verebilen, kural koyan, müeyyide uygulayan ve itaatle yü kümlü olunan bir güç olarak algılan maktan çıkarıp onun toplum iradesi nin tecessümü olması gerektiğini esas alan modem siyasal devrimlerin ger çeklik ölçütü, yurttaşların bireysel ve ya örgütlenmiş olarak siyasal kararla rın oluşumuna, uygulamalım deneti mine katılım ve etkileme imkânıdır.
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
direrek giderme yolunu gösterir ön celikle. Temel hak ve özgürlükleri ge nişleyen, bunları kullanarak kaderi ile ilgili her konuda bilgi edinme, ka rarların oluşumuna, uygulamanın de netimine katılma imkânını edinen bir toplumla kuşatılacak bir “devlet”in
yış ve düzenin hâlâ büyük ölçüde ge
tüm tortularıyla birlikte tasfiyesi pe kâlâ düşünülebilecek iken, bu yakla şımın neden bu denli cılız olduğu, herhalde hayati önemde bir somdur. Bu sorunun, çok daha temele iliş kin bir soruyu gerektiren cevabı şu özetlemede içkindir? Yakın dönemle re kadar Türkiye’de siyasal düşünü şün hemen tamamında, o pre-modeın dediğimiz “devlet”i, modernleşme ta
çerli olduğu “sorunu”nu ele alan de ğişik açılardan yazılmış birçok eser bulmak mümkündür. Ancak, bunla rın tümünde sorun, toplumun temel
rihimizin başlatıcısı, asli gücü adde den bir kabul geçerliydi. Bunun ta mamlayıcısı ise, toplumun büyük ço ğunluğunun da ya eğitim-ögrenim
Önemde kararlarım, kurallarını belir leyen ve seçimle gelmiş hükümetleri
düzeyi düşüklüğünden ya ekonomik koşulların gelişkin olmayışından veya
bunlara uygun davranmaya icbar eden bir sivil-asker yüksek bürokrasi nin varlığıyla Özdeşlenir. Yani, konu, siyasal düzenin temel -yoneten/yönetilen—ilişkisinde değil, yönetenler ka tında “devlet-hükümet” ayrımı ve geriliminde tanımlanmış olur. Böylece sorunun çözümünün hükümet (fiilen yasama ve yürütme organı) yetkileri
düpedüz modernleşmeye karşıt gele ne ksel/dinî-İslâmî kalıplara tâbi hayat tarzlarından ötürü “geri”(ci) bir ko
ni ‘'devlet” aleyhine artırmak suretiy le olabileceği sonucuna, bu akıl yü rütme biçimine yönlendiriliriz. Oysa, yu kanda bilhassa vurgulanan modem siyasal zihniyetin, Cumhuri yet ve demokrasi kavramlarının man
devletten daha fazla talepkâr olmala rını toplum/halk-devlet ilişkisinde
Türkiye siyasal düşünce literatü ründe devleti toplumun üzerinde —ondan bağımsız demlemese bile— özerk bir güç olarak kabul eden anla
numda olduğu idi. Hemen tüm akım ların ana mecrası bu kabuller üzerine kurulu olduğu için, o “geri” halkın oy çoğunluğu ile iktidar olan muha fazakâr modernist -sağ - partiler dahi, kendilerine oy vermiş kesim lerin
tığı, tözü, bu sorunu, yönetilenlerin
ileri bir adım olarak savunmak yeri ne, bunun “devlet”e zarar vermeye cek bir rötuş olduğunu anlatm a, “karşı devrim” olduğu ithamlarını sa vuşturma derdin deydiler.
siyasal özne olma konumunu güçlen
1970Tere kadar yanıbaşmda sosya-
s
u
N
u
üstlerin de yer aldığı “devlet" mer
kanalıyla siyasete müdahale düzeyi
kezli modernleşme blokunun, genel oy kanalı ile halkın siyasete katılımını süreci hızlandıracak değil köstekleye
açısından da durum böyledir. Bu bakımdan siyasal akım ve hare ketlerin bu durumu değerlendirme tarzları, onların siyaseti kavrayışları nın ne ölçüde modernleştiğinin mi henk taşı olarak ele alınabilir.
cek bir etken gibi görmelerinin ana gerekçesi, halk çoğunluğunun oyunu henüz modern saik ve ölçütlere göre vermiyor oluşudur. 1950’den beri tüm seçimlerde en çok oy alan muha fazakâr modernist güdümlü partiler bu tespite itiraz etmedikleri gibi; oy gücü bu vasfını korudukça, taşıdıkla
Türkiye’de muhafazakâr modernist (merkez-sag) ve ’70’li yıllara kadar onun kanatlan altında olan Islâmcı akım ve Türk milliyetçiliği, sanayileş me ile birlikte teşekkül eden işçi sını
rı “demokrat" sıfatının esas gerekleri ni örneğin temel hak ve özgürlükleri genişletmek yükümlülüğünü yerine getirmek zorunda olmayacaklarını bi liyor, buna göre de davranıyorlardı.
fının ve diğer -h er türden- emekçi kesimlerin sınıf bilinci, iktisadi çıkar farkhlığı/ça tışması üzerine kurulu ör gütlere yönelmesini daima tehlikeli
Bu bakımdan 1 9 7 0 ’li yıllar hem
cu-Atatürkçü ideoloji de aym fikri paylaşmakta, ama ötekiler işçi ve di ğer emekçilerin geleneksel aidiyet ka lıplan içinde düşünüp davranmaları na, sendikal yapıların da buna uyar lanmasına çalışırken; Atatürkçülük
“devlet” merkezli modernleşme blo kunun modernlik perspektifinin sığ lık ve sınırlarım, hem de muhafaza kâr modernistlerin “demokratlığının arkaik dayanaklarım açığa çıkaran bir test oldu. Nitekim bu açrdan bakıldığında 1973 ve 1977 seçimlerinin, Türki ye’de ilk kez hükümeti tayin edebile cek oranda bir seçmen kitlesinin, hem büyük ölçüde modern saik ve ölçütlerle oy kullandığı, hem de oy vermekle yetinmeyen birey ve toplu luklar halinde, devletin işleyişinin ve ekonomik-toplumsal hayatın sorun larına ilgili, tartışan ve tavır alan, et kin yurttaşlar olarak sahnede belirdi ği bir dönemi yansıttığı açıkça görü lür. Partilere verilen oyların sınıfsal bileşiminin modern toplu mlardakine en fazla benzeştiği seçimler bu dö nemdedir. Örgütlenme ve örgütler
addetti ve engellemeye çalıştı. Kuru-
bu aidiyet ilişkilerinin yerini devlete tâbiliğin almasını öngörüyordu. Dö nemin en çok üyeye sahip işçi konfe derasyonu Türk-İş, bu iki anlayışın ittifakını temsil ediyordu ve 1970’li yılların kitlesel politikleşmesinin ha liyle en fazla sarstığı kuruluş olarak, hu dalgayı yeniden eski mecrasına so kabilmek için elinden geleni yaptı. M uhafazakârlığın, İslam cılığın, Türk/Atatürk milliyetçiliğinin ortak noktası ve modern toplumun temel kurgusu ile çeliştiği/çatıştrğı yer, az önce de değinildiği üzere onların bu toplumu, -im kânları elbette değil ama- temel hak ve iddiaları eşit, çı karları farklı/çelişik sınıfların birlikte-
D Ö N E
M L
E
R
V
E
ligi, dinamizmini, gelişme güç ve ye teneğini de bu çatışmadan sağlayan toplum “modeli" olarak kabul etme meleridir. Daha doğrusu “modePin kendisi böyle olsa dahi, o “biz”e, Türk toplumuna uyarlanırken sözkonusu öğeleri içermemesine bilhassa önem verilir. Osmanlr son dönemin den beri modernleşme sorunsalının başlıca -muhafazakâr/devletçi- taraf larının ideoloji ve kadrolarının “öz
24
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
grevlere, boykotlara sürükleyen, ken disine yönelmiş kitleleri “sürekli ey lem halinde olmaya, kurduğu örgütle re katılmaya” teşvik eden bir sol-sosyalist hareket vardır. Ancak —birkaç ve sürekliliği olmayan istisnai örnek dışında—büyük çoğunluğu ile bütün bu örgütlü hareket, eylem hallerinde, geleneksel yöneten-yönetilen ilişkisi ni, işlev bölümünü yönetilenler lehi
rumak" , “Batı-modernleşme(si)nin
ne değiştirmiş bir katılım tarzı, bu yönde bir gayret de görülmez. İnsan ların örgütlerin oluşum, karar alma ve
kötü, olumsuz yanlarım almamak
uygulama süreçlerinde daha etkin
vb.” ortak temalarının kesişme nokta sı tam da burasıydı zaten. Sınıfların,
olabilecekleri, yani özne olma vasıfla rını geliştirebilecekleri işleyiş model leri, mecralar ve kuruluşlar oluştur mak gibi öncelikli olmaktan geçtik,
kültürümüzü (harsı)-benliğimizi ko
kesimlerin -edinilebilir- imkânları nın eşitsiz, buna karşılık hak ve iddia bakımından eşit ve yine eşdeğer meş ruiyete sahip ama farklı çıkar pers pektifleri olduğu varsayımını kabul etmemenin kaynağında ise iki gayet köklü önyargı yatmaktadır. Bu son derece temel noktayı ele al
ikincil derecede bir amaç bile sözkonusu değildir. Amaç, hareketin, onun içinde ve çevresinde yaşandığı örgüt lenmelerin yönetim kademesinin, ke sin doğru bilgi ve bilinç sahipliğini kendi kendine tammış bir merkezî çe
madan önce, 1970’li yılların kitle si yasallaşmasının en önünde yer alan,
kirdeğe tâbi kadrolar tarafından ele geçirilmesidir. Bu yeterli şart gerçek
daha doğrusu, o kitlesel hareketlen menin ön saflarına taşıdığı sol-sosyalist akımların da perspektif ve tutum ların m -ciddi farklılıklar taşımasına
leştirildiğinde o örgütlenme “sosyalist/devrimcileşmiş” sayılıyordu. Katı lımın sağcı, karşı devrimci akım ve partilerle aynı hiyerarşik modele
rağmen- geleneksel zihniyetten kopamamtş olduklarım da belirtelim.
uyarlanması son derece normal sayıl dığı gibi; onlardan daha sıkı bir disip lin ve işbölümünün olması üstün bir nitelik sayılmaktaydı. Demokrasi, ha
** * Oysa ’70'li yılların görünümü bu tespitin tam tersini işaret eder gibidir. Ortada tüm sorunların “sınıfsal" ol rinde, okullarda, mahallelerde o so
reketin legal imkânlardan -d a - yarar lanması için elbette isteniyor, ama bu nun hareketin kendi iç işleyişine de şamil olması fikri hemen tüm eğilim ler tarafından bir bilinç, inanç zaafı,
runları yaşayanları kitlesel gösterilere,
bir “sapma" olarak görülüyordu. Sos
duğunu sürekli vurgulayan; işyerle
s
u
İM
u
ş
yalist literatürde bu yaklaşımın Sta-
doğrusu, bu dönemin az öncesinde ve
lin’le özdeşleş tirildiği dikkate alındı ğında, o dönem Türkiye sosyalist ha reketinde Stalin/izm eleştirisine ne den hem az rastlandığı ve hoş görül mediği de epeyce açıklanmış olur.
başlangıcında ortaya çıkmış -1 9 6 7
Sonuç olarak şu söylenebilir ki; Türkiye’de siyasal yelpazenin ve kitle lerin siyasete katılma istek ve saiklerinin modem şemaya en fazla benzeşti ği 1970’ler dönemecinde, tüm siyasal akım ve partilerin odaklandığı konu, aralarındaki güç-iktidar mücadelesi
Alpagut, 1975 Yenıçeltek gibi- özyö netim girişimleri, siyasal zihniyet ve düzen dönüşümünü kitlesel —yurttaşinsiyatif(ler)inin gelişimi bazmda düşünemeyen yaklaşımın ağırlığı altında kaale ahnmamışnr, * # # G elen ek sel siyasal zih n iyetten uz akla şamamanın kaynağındaki iki köklü önyargının ilki sadece Türki-
dir. Bu mücadelede sağ (muhafazakâr, tslâmcı, milliyetçi) partiler, sola yöne lik kitlesel siyasallaşmanın karşısına
ye’ye özgü olmayıp, bizzat modern egemenlik kavramının kökenindeki bulanıklıkla, gerilimle ilişkilidir. Ege
pre-modem (dinîAnezhebî ve emik) saikleri tahrik edilmiş bir kitle hare keti ile, zaman zaman bu hareketi kit lesel katliamlara sürükleyen milliyetçi vurucu güçlerle çıkıp yıldırmaya çalı şırken; sol ve onun en aktif kesimi
menliğin halka/topluma ait olduğu il kesinde birleşen modem siyasal dü şünce, bu ilkenin insanlar arasındaki
olan sosyalist/devrimci akım ve örgüt ler, bu yıldırmm mecbur ettiği meşru müdafaa zemininde kitlesel katılımın düzeyini, işlevsel içeriğini geliştirecek bir yol izlememiş; o kitlesel yöneli min içinden geldiği pre-modem yöneten-tebaa ilişkisini fazlasıyla andıran bir eylem ve örgütlenme anlayışı ile onu bir sayısal-fizik güç olarak kazan maya ve muhafazaya çalışmışlardır. Bu nedenledir ki, 1970’ler Türkiyesi’nde, 18. yüzyıl sonlarından beri modernleşen hemen tüm toplumlarm benzer kriz-kitlesel siyasallaşma evre lerinde belırivermiş doğrudan de mokrasi yönelimli, halkın kendi ken dini yönetme arzusunun ifadesi olan oluşumlar ortaya çıkmamıştır. Daha
“doğuştan” veya “zorunlu" addedilen eşitsizlikleri veri alarak uygulanması nı savunanlar ile bu eşitsizliklerin gi derilebilir olduğuna ve hatta egemen liğin meşruiyetini bunu sağlayabil mekten aldığına inananlar arasındaki mücadele ile belirlenmiştir. Batı-Avrupa-nın endüstriyel dev rimle örtüşen modernleşme tarihi, odağında bu iki eğilimden birinin yer aldığı sosyo-politik cepheleri karşı karşıya getiren, devrim-karşı devrim dalgalarının birbirini izlediği bir sü reçte şekillenmiş; eşitlikçi cephenin asgari uzlaşma zemini olarak önerdiği genel oy hakkının kabulü bile ancak 20. yüzyılın ortalarında gerçekleşebil mişti. Genel oy hakkı, işçi ve zanaat karların başını çektiği, çoğunluğu şe hirli kitlesel muhalefetin talebiydi ve sanayi/fınans burjuvazisi ile yeni dü-
23
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
zene intibak etmiş pre-modern nüfuz sahipleri buna karşı çıkıyor, engelle meye çalışıyordu. Fakat, yine bilinmektedir ki; ege men sınıfların genel oy hakkına karşı
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
mokrasiyi, özel/özerk bir yönetim ay gıtında yöneten-yönerilen ayrımından
çıkış ve korkuları, daha 19. yüzyılın
söz edilemeyecek bir insani-toplumsal yetkinlik düzeyini gerçekleştirme nin yolu aslında -hemen akla gelebi lecek- kimi pratik nedenlerle kapalı,
ortalarından itibaren azalmaya başla mıştı. Özellikle küçük-orta mülk sa hibi köylülüğün görece kendini koru duğu, kapitalizme entegre olabildiği Batı Avrupa/ABD gibi ülkelerde, bu
sınırlı değildir. Asıl engel, sözkonusu egemenliğin temel “birim”i olarak or talama insan tipinin kendini, kendin de varsaydığı nitelik potansiyelini, egemenlik kavramının içerimi, gerek
kesim ve onların çevresinde şekille nen taşra yaşamı, pre-modern hiye rarşik ilişkileri ya aynen ya da adap tasyonlarla koruyor ve alt sınıfların, emekçilerin politik radikalizminde
tirdiği nitelikler karşısında kıyaslanamaz hatta doğrusal bir bağlantı kum lamaz derecede düşük, yoksun say ması; bunu aşılmaz bir gerçeklik ola rak içine sindirmiş olmasıdır. O, aynı
bir alt üst olma tehlikesi görüyordu. Egemenliğin halka ait olduğu ilkesini mevcut eşitsizlikleri veri alarak sınır lamaya kararlı hâkim sınıfların top lumsal desteğinin omurgasını, oy de
zamanda egemenliğin gerektirdiği ni
polarını bu kesimin oluşturacağı bel
te lik le rin için d e yaşadığı toplumun/topluluğun çeşitli alanlardaki az sayıda bireyinde varolduğunu ve o alanlara ilişkin karar ve icra gücüyle donatılmış olmalarını kendi ortalama
liydi, Yüzyılın sonuna doğru Batı top-
varoluşu için zorunlu, altına sığınaca
lumlarında genel oy hakkının peyder pey tanınm aya başlam asında en önem li etken herhalde buydu. Bu toplumların küçük-orta mülk ve gelir
ğı bir çatı olarak görür. Pre-modern dönemin hükümdarlıklarında, bu çatı “kendiliğinden" vardır. Modemite, sayılarım çoğaltmış, onun gibilerin seçmesi gibi bir "usüP' getirmiş olabi lir, ama “çatr’nın işlevi, anlamı şekil den öteye pek değişmemiştir; değiş memelidir de. İçinde yaşadığı zama nın giderek genişleyen yapılabilirlik, düşünülebiliri ik ufku karşısında ken
sahibi kesimleri, kendilerinden daha güçlü/kudretli bir kesimin, hatta tüm güç ve kudret mekanizmalarına hük medebilecek bir tek adamın -diktatö rün, örneğin bir III. Napolyon veya Bismarck’ın - tepelerinde olmasını, sa dece normal saymıyor, ayrıca bunu kabullendikleri vasat varoluş tarzının bir güvencesi sayıyorlardı. Dolayısıyla şu anlaşılmıştı ki; ege
di yapabilme, düşünebilme perfor mansı arasındaki büyük uçurum, kendi varoluşunun aczini, bundan dolayı duyduğu ezikliği artırdıkça
menliğin halka ait olduğuna dair mo dem siyasetin kumcu ilkesini mantı ki sonucuna, yani tam/doğrudan de
daha sıkı basmaya, yani kendinden alt-düşük düzeydeki kesimlerin öyle
üzerinde durduğu toplumsal zemine
s
u
ce kalmalarına, kıpırda ma mal arın a çok daha fazla ihtiyaç duyar. Bu ihti yaç, duyduğu o acizlik duygusunu te lafi ettirdiği “üstünlük” duygusunun tatmini için de gereklidir.
N
u
5
lu olarak kendi ve ortak kaderleriyle ilgili her konuda söz sahibi olduğu, onların meşru onayına dayanmayan bir irade veya güce itaat etmemeleri ilkesi -Cum huriyet- insanların bü
1871’de Paris Komünü, modem si
yük çoğunluğunda mevcut, kendi ka
yasal zihniyetle ulaşılabilecek ama tu-
pasitelerinin bu hak ve yükümlülüğü
tunulamayacak zirvesini yaşadıktan
tam anlamıyla yerine getirmek için yetersiz, düşük olduğu yolundaki ga yet köklü önyargı aşılmadıkça; açtığı ufkun sonuna kadar doğrudan de mokrasiye gidemez. Ve hatta, koşul lar bu önyargıyı sürekli depreştiren bir duruma yol açarsa, mevcut Cum huriyetler diktatörlüklere, dahası tüm uygarlık edinimlerinden silkelenip fa
sonra, siyasetin geleneksel yapı ve te mellerinden bir kopuşun değil, önem li ama niteliksel de sayılamayacak bir “geçiş”in sözkonusu olduğu fikri yer leşti. 17. yüzyıl ortasında İngiliz Dev rimi ile açılan, Amerikan ve özellikle Fransız Devrimi ile derinleşip, 19. yüzyılın Avrupa çapındaki ayaklanma ları ile kapanmayacağı izlenimini ve ren uçummu, bütün bu süreç boyun
şizme, nazizme dönüşebilirler. * -k *
ca alttan alta dolduran her şeyin harcı şu yukarıda özetlenen “malzeme”den karılmış tır. Modern siyasetin iki ana mecrasından birinin -liberalizm- ge lenekselle içiçeleşmesi bu sayede ol duğu gibi, diğer ana mecrayı -sosya lizm- devrimle reel politikayı birlikte düşünme eklektizmine yönelten de budur. Nitekim 20. yüzyıla girilirken Avrupa’da bile, en yetkin demokrasiler bir krallığın adıyla anılıyordu ve mo dem siyasal devrim dalgasının ulaştığı Latin Amerika diktatörlerin veya tek parti rejiminin hâkim olduğu Cumhu riyetlerle kaplıydı.1 Buradan çıkarılabilecek sonuç şöyle özetlenebilir: Egemenliğin halka ait olduğu, yani bireylerin tek tek ve top 1
20. yüzyıl ortalarında devrim fikrini resi politi kaya yedirerek sosyalizmi reei sosyalizm hali ne getirmiş olan "halk demokrasi"leri bezeli Doğu Avrupa ve Çin'le manzara tamamlana caktır.
Avrupa aydmlanması/modernleşmesinin ana mecrası değilse bile bir kolu, bu önyargıyı aşabilmenin yolla rı üzerinde kafa yormuş; orta-alt sı nıfların siyasal bilinç ve katkı düzey lerini yükselterek kendi ve ortak ka derleri ile ilgili sorunların çözümün de başkalarıyla eşit/eşdeğer roller üst lenmelerinin sağlayacağı yetkinleş menin bu bakımdan ümit verici bir kanal olabileceğini düşünerek; özel likle kriz/isyan dönemlerinde kitlesel insiyatifleri teşvik edecek argümanlar geliştirmeye çalışmıştır. Dikkat çekici olan nokta şudur: Rusya ile birlikte Batı Avrupay’la en yakın-yoğun teması olan toplum ol masına rağmen; Türkiye modernleş mesinin rotasını belirleyen olayların yaşandığı çöküş dönemine kadarki Osmanlı “Batılılaşma”sınm yüz yıla
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
yaklaşan çalkantılı sürecinde, çoğun luğu oluşturan Sünni Müslü man/Türk 'm ille r içinde "eşitlik" kavramından esinlenmiş kitlesel bir hareketten geçtik -e ıı son safhanın birkaç soluk figürü hariç - bir düşün ce akımı bile teşekkül etmemiştir. Bunu mutad olduğu üzere ekono mik koşullara -geriliğe- bağlamak da mümkün değildir. O dönemde eko
28
nomik durum-koşullar itibariyle Osrnaıılı kadar değilse bile yine de “ge ri" sayılan Rusya'da Rus çoğunluk için d e gayet etk in bir sosyalist akım/bareketin, kırsal nülus içinde bile yaygınlaşmasını, bu ülkede oda lar halinde bile olsa ağır sanayinin kurulmuş olmasına bağlamak da ye terli bir açıklama değildir. 1liııdistan ve Çin'de, Vietnam’da emperyalist bo yunduruk ve nüfuza karşı modernleş menin kaçınılmazlığını da kabul ede rek yürütülen mücadelede, bu toplumlarııı alt-orta sınıflarında gayet güçlü, aktif destekler bulabilmiş radi kal eşitlikçi akım ve hareketler karşı sında o "ekonomik koşullar' tezinin fazla bir geçerliliği varsayılamaz. Ancak “Osmanlı modernleşme sü recinde eşitlikçi akım-hareketler yok tu ’ demek, sürece tamamen SünniMüslııman çoğunluğa odaklanarak bakmak koşuluyla mümkündür. Oysa Osmaıılı toplununum dinî/mezhebî cem aat("m iller)!erin başta "millet-i hâkime " Sünni Müslûman/Türklerin yer aldığı hiyerarşik yapının toplamı olduğu gerçeği gözönünc alınırsa bu tespit geçersizleşir. Çünkü, bu hiye rarşik yapı dolayısıyla eşitlik talebi
«
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
zorunlu olarak öncelikli ve ağırlıklı olarak bu yapıya yönelmiş; gayrimüs lim tebaa, M üslüm anlarla kanun önünde eşitlik ve Muslümanlara ta nınmış bir imtiyaz olan askerlik ve devlet memurluğunun kendilerine de açık olmasını istemişlerdir. Ayrıca 19. yüzyılın sonlarına doğru dinı/mezhebî kimlikleriyle değil, sosyo-ekonomik konumlan ile işçi ve emekçi ola rak hakları için örgütlenen azımsananıayacak bir kesim; sosyalist kimlik leriyle II. Meşrutiyet meclisine millet vekili olarak girecek ölçüde taraftar bulan insanlar ve partiler de teşekkül etmiştir. Ama bu olguların hemen hemen hiçbiri, Türkiye sosyalistleri de dahil hiçbir siyasal akımın ‘resm i' tarih anlatılanınla yer almaz. Bu tarih anla tılarının tümünde özellikle gayrimüs lim halklar ya tamamen dışta tutul muştur ya da "dış" bir güce tâbi, "öte ki 'lcştirilmiş. hatta düpedüz düşman kategorisine dahil edilmiş, olumsuz rol ve işlevler üstlenmiş olarak yer alırlar. % 30’u gayrimüslim nüfusuyla "asırlarca bir arada yasamış" bir top lumun en dağdağalı dönemini böyle kurgulayan anlatı kalıbı. "% 99 u Müslüman Cumhuriyet I ürkiycsi'nin tarihini anlatırken de % l'c ba kış tarzını değiştirmemiştir. Aynı tarih anlatılan içinde, bu denli belirgin olmamakla birlikte impara torluğun diğer Müslüman -Arap. Kürt, Arnavut...- halklarına da kıs men örtük ve farklı derecelerde olumsuz bir dille ve yine ölekilcştirilcrek yer vcı ilegclmiş olmasından ha
s
u
re ketle bunu milliyetçiliğin nüfuzu olarak yorumlamak şüphesiz yanlış değildir, ama yetersizdir.
M
u
$
Ancak bunun lslâm iyetin inanç esaslarından türeyen, türetilmiş bir tutum olduğu söylenemez. Sözkonu-
Çünkü burada milliyetçiliğin de öz gül bir türü sözkonusudur. Bunu kavrayabilmek için yukarıda işaret edilen olgulara biraz daha ya kından bakmak gerekiyor.
su olguyu, Müslümanların -ilk Mek
Birincisi; eğer Osmanlı son dönem tarihi özellikle gayrimüslim halklar dıştalanarak, hatta düşmanlaştırılarak anlatılıyor, kurgulanıyor ise; bu aynı
tirdiği bir tutumun yansıması olarak değerlendirmek daha doğru görünü yor. Gündelik hayatın dokularına ka
zamanda onların dinî-mezhebî cema atler olma adına; hem de çoğunluğu emeğiyle varolan, işçi-zanaatkârlar olarak bu sosyo-ekonomik kimlikle riyle katıldıkları, nüfus oranlarının
ran İslâm hukukunun oluşturduğu bu
çok üzerinde bir oranla oluşumunda yer aldıkları eşitlikçi hareket ve dü
ke dönemi hariç- başlangıçtan beri asırlar boyunca gayrimüslim toplu luklarla birlikte egemen cemaat ola rak yasaya gelmiş olmalarının içselleş-
dar işlenmiş bu hiyerarşiyi yasalaştı“habitat”ta şekillenen Müslüman kim liğin eşitliği kabul etmeyi “özü”nden verilmiş bir taviz, bir kimlik kaybı olarak algılaması bu bakımdan açıkla nabilir bir tepkidir.2 Böyle olmakla birlikte; Osmanlı
şünce akımlarını dışlamak, ötekileş-
toplumunda Sünni Müslüman çoğun
tirmek, düşmanlaştırmak anlamına gelir.
luğun tutumunun bölgelere göre ba kıldığında hiç de benzer olmadığını
Bu tutumun zihniyetle ilgili öğesi, eşitlik kavramına pek yer vermeyen, bunu -eşitsizliği veri sayan- “adalet” kavramıyla ikame eden İslâm'ı dünya görüşüne bağlanabilir mi? Az Önce, “Batı” dışı toplumlann birçoğunda, emperyalist boyunduruk, işgal gibi dış koşulların, pre-kapitalist ekonomi gibi iç koşulların ortak olduğu Çin, Hindistan başta olmak üzere birçok ülkede modernleşme hareketlerinin güçlü bir eşitlikçi damar içerdiğini belirttiğimiz; buna mukabil aynı ol gunun hemen hiçbir Müslüman ço ğunluklu ülkede, Müslüman halk içinden zuhur etmemiş olduğunu dikkate alırsak, hu soruya evet cevabı vermemiz gerekir.
görmek ilgiye değerdir. Nitekim im paratorluğun nüfus ve sosyo ekono mik olarak en ağırlıklı bölgeleri olan Balkanlar, Ege ve Akdeniz kıyısı böl gesinde yaşayan Müslüman halk, di ğer bölgelere göre daha yoğun ve ak tif gayrimüslim “millet”1erle birarada olmalarına ve “Batı"baskısma çok da ha doğrudan maruz kalmalarına rağ men, 19. yüzyıl başından beri yapılan tüm reform girişimlerine aktif kitlesel destek vermiş; gayrimüslim halkların eşit yurttaşlar olma yönündeki talep lerine karşı çıkmamıştır. Buna muka 2
Nitekim, uzun yıllar Sünni egemenliğinin bas kısına maruz kalmış Şiilik, Osmanlı yönetimin de ağır baskı ve tecrit altında yaşamaya zor lanmış Alevilik için aynı şey söylenemez.
29
d
ö
n
e
m
l
e
r
V
E
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
bil merkezî Anadolu ve imparatorlu
man halk, bu tepki ve endişeyi pay
ğun Doğu ve Güney bölgesi Müslü man halkları büyük çoğunluğu ile re formları kuşkuyla karşılamış; gayri müslimlerin eşit hak taleplerine şid
zanaatkârlık, modem tarım, özel eği tim gerektiren —tıp gibi- meslekler, ti
laşmakla birlikte; nitelikli kol emeği,
detle karşı çıkmış; bunun Müslüman kimlik açısından bir zül, varlıklarını
caret ve iş yöneümi/girişimcilik gibi modernleşmenin ekonomik-sosyal te melini oluşturan vasıf ve işlevlere sa
tehlikeye atan bir adım olacağına dair
hip olma bakımından gayrimüslim
propaganda gayet etkili olabilmiştir. Bu durumu, iki bölge Müslüman halkları arasındaki bu belirgin tutum,
lerle en azından rekabet edebilecekle rine, halihazır konumlarını koruyabi
yaklaşım farklılığını büyük ölçüde açıklayabilecek anahtar, modernleş menin asıl olarak toplumun ekonomik-sosyal işlevlere dayalı hiyerarşisi ni sarsan, dönüşmeye zorlayan niteli ğinde bulunabilir. Bilindiği üzere, pre-kapitalist/geleneksel toplum, idari-askerî güç ve işlevlerin ayrıcalık sa yıldığı, üstün/egemen konum sağladı ğı bir toplum düzenidir. Buna muka bil modem/kapitalistleşen toplum, önceki toplumun düşük statü tanıdığı maddi/teknik üretim ve ticaretle doğ
leceklerine güveniyorlardı. Aynı gü ven merkezî Anadolu ve imparatorlu ğun doğu, güney Sünni Müslüman halkı için pek sozkonusu değildir. O nedenledir ki son dönem Osmanlı tarihinin ilk sarsıcı olayı olup ciddi bir rota kaymasıyla II. Abdülhamit’in muhafazakâr-modernist mo narşisine kapı açan 1876-77 OsmanlıRus Savaşı’ndan sonra; imparatorlu ğun gayrimüslim tebaası Islahat ve Tanzimat fermanlarıyla kendilerine verilen sözlerin tutulmadığını, ayak
lumsal-sıyasal hiyerarşinin birinci de recede bu ölçüte göre tanzimini zor layan bir toplum düzenine gidişi ön görür. Pre-modern/kapitalist toplu
süründüğünü iddia ederek, hukuki eşitlik taleplerini daha etkin biçimler de dile getirmeye yöneldiklerinde, imparatorluğun bu iki bölümünde Sünni Müslüman halkın tavrı arasın da belirgin bir fark ortaya çıktı. Do
mun imtiyazlı sınıf zümreleri —Osmanlı düzeninde “millet”i dahil—bu toplum biçimine has zihniyetle hor gördükleri, mecbur kalmadıkça uğ raşmadıkları ve o nedenle de alt-orta
ğuda merkezî hükümetin örgütlediği para-militer Hamidiye alayları ile baş ta Ermeniler olmak üzere yörenin gayrimüslim -Süryani, Nasturi, Asuri halklarının isyanları bastırılır,
sınıf (“milî et”) ler e -askerî-idari işlev leri yasaklayarak- bıraktıkları işlevle
üzerlerine isyan ettirecek kadar baskı uygulanırken; batıda bir yandan mer kezi hükümet en seçkin birliklerini Makedonya dağlarındaki İsyancılar
rudan ilgili işlevleri yükselten, top-
rin önem, güç, hukuki koruma ve be lirleyicilik kazanmalarına doğal bir tepki duyacaktır elbette. İmparatorluk batısı Sünni Müslü
üzerine gönderirken, bir yandan da yerel Müslüman halkın ve bizzat o
s
u
N
U
5
seçkin askerî birliklerin içinde siya-
ve kültürün harcıyla bir düzen içinde
sal-hukuki reformun gerekliliğine
biraraya getirebildiğinde; bu yapıyı
inanan ve II. Abdülhamit yönetimine
sürdürebildiğinde; yani çeşitliliklerle oluşan dünyanın birliğini yansıtır gibi olduğunda imparatorluk haline gelir. Macaristan’dan Hint Okyanusu’na, Cezayir'den Hazer Denizi’ne kadar uzanan topraklarda egemen olmuş ol masına rağmen, bu imparatorluğun “ana vatanı" Tuna1dan Fırat’a kadar Balkanlar ve Anadolu'dur. Ama yıkılmcaya kadar “Rumeli”, hem iktisadiaskeri gücünün en yoğun olduğu ve
ve muhafazakârlığına muhalefet eden akımlar güçleniyordu. II. M eşruti yetin ilanına götüren insiyatif de bu radan ve coşkulu bir kitlesel destekle doğmuştu; II. Meşrutiyete karşı tep kiyi -31 Mart vakası—bastırmaya ko şan Hareket Ordusu’nun bu yöre hal kından gönüllülerle de takviye edil miş olduğunu da altını çizerek belirt mek gerekir. 1908 Temmuzu’nda II. M eşruti y e tin ilanı imparatorluk batısının müslim-gayrimüslim halkının büyük çoğunluğu tarafından coşku yla, umutla karşılanmıştı. Gerçi daha bir yıl geçmeden patlak veren 31 Mart
beslendiği, hem de her alandaki elit lerini, yönetici kadrolarını sağladığı, devşirdiği kaynak olageldi. Eğer, Müslim ve gayrimüslimlerin etnik/di nî aidiyetlerini gizlemeden sahiplen
bini aşkın ölümle sonuçlanan Ada-
dikleri bir —ü st- Osmanlı kimliğin den, kültüründen söz edilebilir ise; bu, imparatorluğun doğusunda ancak büyük eyalet merkezi şehirlerde birer
na’daki Ermeni-Müslüman çatışması ile bu hava bir hayli bulandı ise de
ada halinde, Batı Anadolu ve Rume li’de ise kasabalara kadar nüfuz etmiş
asıl darbe Balkan Savaşı oldu. Balkan bozgunu ile Osmanlı İmpa
olarak vardı. Ayrıca Rumeli, Balkan
Vakası ve ardından Adana’da vukubulan ve büyük çoğunluğu Ermeni on
ratorluğu ve siyasal-kültürel kimlik olarak Osmanlılık fiilen çökmüş ve bitmiştir, ••• -t- ;
Balkanlar, Osmanlı devletinin her hangi bir bölgesi değildi. İstanbul’la birlikte onu imparatorluk yapan yer orasıydı. Kapladığı alan ve nüfus ne denli büyük olursa olsun, tebaasının büyük çoğunluğu etnik/dinî bakım dan homojen olan vasat bir devletten farklı olarak imparatorluk, çok farklı etnik/dinî toplulukları bir üst hukuk
lar, imparatorluğun diğer bölgelerin den çok farklı olarak, 17. yüzyıldan beri gelişen, güçlenen ve dönüşen Batı-Hıristiyan dünyasının, uygarlığının sınır komşusu olarak, temsil ettiği Osmanlılığı karşıtı/rakibinin aynasın da görme imkânının yüzyıllar boyu birikmiş deneyimine de sahipti. Dolayısıyla Balkanlar, imparatorlu ğun en ağırlıklı bölgesi olarak var ol dukça, Osmanlı, ne denli güç ve ko num kaybına uğruyor olursa olsun; hâlâ rakip gördüğü Batı/Hıristiyan aleminin tek boyutlu olmayan, asker likten bilime kadar her alanda büyü
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
yen dünya çapındaki iddialılığı karşı sında nicelik olarak değilse bile nite lik olarak denk bir varoluş tasarlamak zorundaydı. Eğer Balkanlar, Avrupa’nın birleşik gücü veya bunlardan biri tarafından fethedilerek elden çıksaydı, yarattığı çöküntü bvı denli büyük olmazdı. İm paratorluk ona bu vasfı kazandıran bölgeden, “anavatanının en ağırlıklı parçasını, o bölgenin hâlâ kendinden kopmamış saydığı kesimlerinde oluş muş güçlere yenilerek çekildiğinde; sadece nüfus, toprak, ekonomik im kânlar gibi “maddi” unsurunda çok ağır bir kayba uğramış olmakla kal maz; kendi benliğine ilişkin yücelik, büyüklük, yani büyük çap ve derin likle düşünebilm e, tasarlayabilme duygusu, vasfı da çok ağır bir yara al mış olur. Büyük sıkıntılar, sorunlar içinde bile korunabilmiş özgüven, ye niden büyüklerle denk olma umut ve arzusu çöker ve yerini “ikinci sınıf" olmaya razı olmanın daralmış ufku ve onu çevreleyen sürekli korku, tedir ginlik haline bırakır. “Balkan bozgunu"nun ardından bir hükümet darbesiyle işbaşına gelen it tihat ve Terakki, bu kırılmayı ve bunu kabullenmeyi, kırılma sonrasının, şu yukarıda özetlenen daralmış, kıstırıl mış ruh, düşünüş ve davranış biçimi ni temsil eder. Nitekim, iki yıl sonra Birinci Dünya Savaşı başladığında ve savaş sonunda galiplerin yeni bir dünya düzeni dikte edeceği bilinir ken, Bulgaristan ile birlikte Almanya ve Avusturya-Macaristan safında bu savaşa katılma kararı veren İttihat ve
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
Terakki’nin Balkanlarla ilgili bir talep ve umudu yoktur. Orası galip gelin mesi halinde müttefiki AvusturyaMacaristan ve Bulgaristan'ın hesapları içindedir. İttihat ve Terakkinin ise, Çarlık Rusyası’mn egemenliği altın daki Kafkasya ve İç Asya’daki Müslüman-Türkî halkların yaşadığı toprak lara ve İran’ın batısını ele geçirmeye dönük planlan vardır. Birinci Dünya Savaşı'na Rusya'ya saldırı tertipleye rek girmenin ve Sankamış faciasıyla biten ilk büyük askeri harekâtı doğu da Rus kuvvetlerine karşı düzenleme nin gösterdiği de budur. Burada uğra nılan askerî yenilgiden çok daha ağır olan sorumluluklarını örtbas edebil menin azgın telaşı, korku ve paniği nin 1915’teki o meşum “Ermeni tehcirT’ndeki payı herhalde birinci dere cededir. Balkan Savaşı olmasaydı, “Rumeli” kaybedil meşeydi Osmanlı devleti Bi rinci Dünya Savaşı’na girer miydi so rusu şüphesiz şu anda bir zihin jim nastiği konusudur. Ama Balkan boz gunu ile “Rumeli"nin kaybıyla -az önce işaret ettiğimiz gibi “madden” olandan çok daha önemli ve belirleyi ci olarak- maneviyat-zihniyet bakı mından ne derece hayati bir kayıp ya şadığımızı düşünmek, “canlandır mak” zorundayız. Çünkü, biraz düşünüldüğünde fark edilecektir ki; bu olay Cumhuriyet Türkiyesi’nin kuruluş zeminini, man tığını, ufkunu belirlemiş faktörlerin en önemlisi olmakla da kalmayıp. Dünya Savaşı’na giriş, Ermeni tehciri, "mübadele" gibi Türkiye Cumhuriye
s
u
N
U
Ş
ti’nin “insan malzemesi”ni, coğrafya
İtalya’nın Trablusgarp’ı işgali gibi
sını koşu Hayan faktörlerin de “tetik-
olayların bu kırılmayı hazırladığı;
leyicisi”dir. Balkan bozgununa kadar, İslamcı ve Türk milliyetçi eğilim/kad-
Balkan Savaşı esnasında Arnavutların bağımsızlıklarım ilan etmesinin, erte sinde Arap ve Kürt üst sınıflan içinde milliyetçi-bağımsızhkçı eğilimlerin boy verişinin de yalnızlaşma ve kuşa tılmışlık psikolojisini beslediği şüp hesizdir.
roları “Osmanlı” üst kimliğini yeni den kurmaya halel getirmeyecek, im paratorluğun Müslüman ve Türk ol mayan mensuplarım dıştalamayacak bir söylem ve tutum içinde olmak kaydıyla barındıran İttihat ve Terakki
Ancak burada belirtmek istediğimiz
partisinin bu olayın ardından -İslam
nokta şudur: Eğer Osmanlı Müslü-
cı damarı da ihmal etmeyerek- huşu-
man/Türk halkın özgüveni, idari-as-
netli bir Türk milliye tçiliği zeminine
kerî yetenek ve özelliklerine dayalı
kayması, indirgenmesi, 20. yüzyıl
olmaktan çok, modernleşmenin ge
Türkiyesı siyasal kadrolarmın ve siya
rektirdiği, ön plana çıkardığı maddi
sal düşüncesinin yürüyeceği mecrayı
ve zihnî üretkenlikle ilgili niteliklere
da hazırlamıştır.
dayalı olsa idi bunca derinden yara
Bu milliyetçilik, 19. yüzyılın sonla
alması gerekmezdi. Çünkü maddi ve
rındaki doğuş evresinde Türklük bil
zihnî üretkenlik idari ve askerî vasfı
gi ve gururunu tesis etmeye matuf,
da türetebilir, o tür kayıpları telafi et
kendini olumlu nitelikleriyle tanıma
mesi de mümkündür; ama idari ve
ya ağırlık veren bir “bilinç” geliştir
askeri yetenek maddi-zihnî üretkenli
meye çalışırken; Balkan bozgununun
ği türetemez; kendisine değil sonuç
arefesi ve sonrasında bir kırılma ol
larına, ürünlerine sahip olma, kullan
muşçasına; kendisi dışında her milleti olumsuz yan ve sıfatlar atfederek ötekileştiren, tehdit ve tehlike çemberin de olduğumuzu vurgulayan, içindeki her farklılığı bu dış güç/tehlikenin uzantısı, aleti gibi görmeye koşullu bir söylem haline gelmiştir. Bu kırılmanın Balkanlar’da Müslüman/Tûrk halkın özgüveni en geliş
ma gücü verebilir, Balkan bozgunu, Osmanlı modern
kin kesiminin yaşadığı yerde, hiç um madığı biçim ve kesinlikte bir yenil giye uğrayıp bozgun halinde yurdunu terk edişi ile herhalde derin bağlantısı vardır. 1908-1912 döneminde vuku bulan Girit’in Yunanistan, Bosna-Hersek’in Avusturya tarafından ilhakı,
leşm esi dönem inde; gayrimüslim halkların her düzeyde eşit hak sahibi yurttaşlar haline gelirler ise asırlardır üretim ve ticarete yoğunlaşmış olma nın avantajları ile üstün/egemen ko numa geçebileceklerinden endişe eden, daha önemlisi hala Üretmek ve ticareti, kısaca “çahşma"yı hor gören, idari-askerî işlev ve makamları yücel ten zihniyetten kopmayan Osmanlı merkez-Doğu Sünni Müslümanları nın dirençlerini, kendi maddi-zihnî üretkenliklerine de güvenen ağırlıklı duruşlarıyla dengeliyor, hatta gerile
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
t eb iliyorlardı. Balkanlardaki Müslü manların özgüvenlerini de sarsan Bal kan yenilgisi ile bu ağırlıklarını bü yük ölçüde kaybetmesinden sonra bu denge her anlamda çöktü. Milletin askeri güç ve özellikleriyle varlığım ve konumunu koruyabileceği inancı nı esas alan bir milliyetçiliğin, askeri özelliğin yüceltilmesi, başatlaştırılma sı üzerine kurulu bir tarih ve kimlik algısı inşasının yolu böylece açılmış oldu. Türkiye Cumhuriyeti’ne devre dilen, onun kurumlarmm harcını ve havasını oluşturan miras budur. Fakat, hemen görülebileceği üzere modernleşmenin gerektirdiği vasıf ve birikime yeterince sahip olunamadığı ön kabulünü barındıran bu tür bir milliyetçilik ve kimlik algısı ya onu amaç olarak talileştirir ya da onu ken di süzgeçlerinden geçirerek, sözkonusu “asli vasıflardı zayıflatabilecek, tör püleyecek unsurlarından alabildiğin ce arındırarak, kısaca “millî karakterimiz”e uyarlayarak hedefleştirebilir. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşun dan sonra, hatta o sürecin daha baş langıcında ayrışarak, günümüze ka dar süren bir iktidar mücadelesinin tarafları olan otoriter (Atatürkçü) ve muhafazakâr modernleşme akımları nın paylaştığı moral-düşünsel arka planın özeti budur. M uhafazakâr akım, modernfeşmenin gerektirdiği vasıf, yatkınlık ve birikim noksanlığı nı ve ayrıca bunları edinmenin kimlik/kişilik kaybı -k i bunlar da statüle rinin düşme ihtimaline indirgenebi lir- endişesini telafi etmek, yani nite lik azlığım niceliksel çoklukla ikame
Z
H
N
I
Y
E
T
L
E
R
etmeyi önemsemesi ile ayrışır. Çünkü onlara göre; kumcu -otoriter- kadro nun Türk milliyetçiliği eksenli çağ daşlaştırma tasarımı ve asimilasyonu zorlayıcı uygulaması, başta Kürtler ol mak üzere ülkenin diğer Müslüman etnik topluluklarını tepki ve dirence itebildi. Onları Sünni Islâm’ın birleşti rici zemininde tutmak mümkün iken bu Osmanlı batısı ve doğu/merkez Müslüman halkları arasındaki, Osmanlı modernleşmesinin ana sorunu olan gayrimüslimlerle eşitlik konu sunda yüzyıldır olagelmiş tutum, yak laşım farkı, Balkan hezimetinin her bakımdan ağır darbesi altında büyük ölçüde belirsizleşti, geçersizleşti. O zamana kadar ibrenin tedrici bir eşit lik politikası yönünde olmasını sağla yan batı Müslümanlarının en dinamik ve ağırlıklı unsurunu oluşturan Ru meli halkının bir kısmının bozgun halinde Anadolu’ya göçüşü, büyük kısmının dünkü madunlarının devlet lerinde azınlık ve ikinci sınıf konuma düşme tehlikesiyle başbaşa kalışı ile bu kez ters yöne savrulmuştu adeta. Ancak bu savrulmanın, Osmanlı merkez ve doğusu Müslüman halkın da bin yıllık alışılmış imtiyazlarım koruma, gayrimüslimlerle eşitlenme ye direnme tutumlarının acı bir doğ rulanması olarak algılanmadığını bil hassa belirtmek gerekir. Aksine, hernekadar imparatorluk batısının re formcu tutumuna katılmamış iseler de; onların Batı/Hıristiyan dünyasının sınırında, nüfus çoğunluğuna da sa hip olmaksızın asırlardır egemen ko numlarım koruyabilmiş olmalarının
s
u
kendi özgüvenlerindeki payını bildik leri için, bu bozgun merkez ve doğu Müslüman halklarda çok daha güçlü
N
u
s
bir sarsıntı, telaş havası yarattığı gibi;
ğunun gayrimüslimleri, modem dün yanın her bakımdan ezici gücünün işaret ettiği edinim zaafiyeti üzerinden karşı karşıya olunan “tehlike”nin ya-
imtiyazlarını koruma asabiyesi yerini
nıbaşımızdaki, içimizdeki uzantıları
bizatihi varlığım koruma içgüdüsü nün tekinsizliğine bıraktı. O nedenle, Balkan hezimetinin he men ardından, Osmanlı Doğu ve Mer kez Müslümanlarının çoğunluğunun
olarak görme düşüncesi yeni değildir ama bu durum/ortamda yaygınlaşmış ve pekişmiştir. Bu tehlike tamamen kim lik —yani doğuştan saydığımız özellikler- üzerinden algılandığı için
eğilimlerine daha fazla uyan muhafa-
insanları “doğariığın ölçü, kural, de
zakâr-Islâma ılımlı, reformist ağırlıklı blokun değil, “Batıcı”lığı çok daha be
ğer tanımaz rotasına yöneltmek de kolaylaşmıştır. Anadolu ve Ön As ya’nın binlerce yıldır buralarda mu kim gayrimüslim halklarını söküp at mak gibi bir önceki dönemde akla bi
lirgin, esas olarak batı Anadolu ve Ru meli’de örgütlü Ittihat-Terakki’nin hü kümet darbesiyle ve ertesinde - “sopalı”da olsa- seçimle iktidara gelişi şa şım a değildir, karşılıklı savrulmaların ortaya çıkardığı bir sonuçtur. Varlığı nı/kiml iğin i koruma ihtiyacı, kişinin veya topluluğun kendini sor gulamasını gerektirmeyecek bir bü yük tehlike karşısında kimliğinin de ğil kişiliğinin, yani edinim lerinin, kendine kazandırmış olduklarının harekete geçirilmesiyle giderilmeye çalışılacağı gibi; eğer bu ihtiyaç he men giderilemeyecek bir kişilik, yani edinim zaafiyetini ürperten bir “tehli ke” karşısında duyulmuşsa, doğal kaynağına çekilerek, yani salt bir gü dü olarak giderilme zeminine koyar.
le gelmez “savunma” tedbiri, artık sa dece vesilesini bekleyebilir. Ama sade ce kimliğe indirgenmiş bir Müslü manlığı, onun kişilik olarak içerdiği ahlâki-insani edinimleri kaale alma yan bir Müslümanlığı “koruma” yöne limi, bu güdü yaptırtabilir bunu. An cak kişilik olarak İslâm’ın dizginleyiciliginden boşanmak birleştirici har cın da dökülmesi demektir. Bu da ka çınılmaz olarak doğal özellik ve farklı lıkları ön plana çıkaracağı için, Müs lüman toplulukların birbirleri arasın daki ayrımları da belirginleştirir. Nite kim Balkan Bozgunu sonrasında Müs lümanların birliği fikrinin büyük öl
kendilerine gerekse birarada oldukla
çüde mecalsizleştigi, Arap ve Kürt üst sınıflan arasında milliyetçiliğin, Os m anlI’dan ayrılıp bağımsız devlet oluşturma eğiliminin hızla boyverdiği görülecektir. İttihat ve Terakki’nin on
rına dair düşünüş ve tutumlarının bu ikinci durumu yansıttığı görülecektir. Müslüman tebaanın büyük çoğunlu
ları tâbi millet olarak tutacak ve Os manlI “mülkü”nü bir Türk ulus-devlet haline getirme kararlılığı ise bun
Balkan bozgunu ertesinde, varlığını koruma ihtiyacına odaklanmış Os manlI toplumunun tüm bileşenlerinin hangi açıdan bakılırsa bakılsın, gerek
d
ö
n
e
m
l
e
r
V
E
lardan bağımsız olarak zaten Balkan Savaşı öncesinden belirlenmiş bir tu tumdu. Ve ayrıca, başka konularda İt tihat ve Terakki ile ciddi çatışmaları olan muhalefetin sünni-Türk unsur lan tarafından da paylaşılan bir yakla şımdı bu. İttihat ve Terakki, bu nokta
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
muhafaza cephesinin genişliğini ve giderek sertleşebileceği gerçeğini azımsamayı da gerektirmiyor. Çünkü düşünce özgürlüğünün ha yati önemine ve erdemine inanmak, dolayısıyla veya başlıbaşma tabuları reddetmek, son analizde toplumun
da diğerlerinin “ılımlı” ve tedricî yak laşımına karşılık çok daha hızlı ve sert bir uygulamadan yana olduğu gibi; ül kenin Türk nüfus oranım yükseltmek için İran ve -Çarlık denetimindeki-
kendine ve ilişkilerine -öz-güveni, so runudur. Özgüven ise kibir gibi imti yaza değil, edinilebilir olandan, bu nun kökeni ve kanıtı olan yapıcı-yaratıcı vasıflar ve etkinliklere dayalı bir
Kafkasya ve Orta Asya’yı da kapsayan projeleri ihmal etmiyordu. Birinci Dünya Savaşına girme kara rının verilmesinde ittihat ve Terakki’nin Savaş —üstelik bir Dünya Sava ş ı- koşullarının bütün bu projelerini
duyumsayıştır. 20. yüzyıl Türkiye toplumu, bu va
uygulanabilmesi için en uygun orta mı sağlayacağı tespitinin, bütün diğer faktörlerden daha fazla etkili olduğu tezini tartışmak, bugün bile Pandora’nın kutusunu açmakla eşdeğerdir. Çünkü bunu yapm ak, Cum huriyet’ten beri Türkiye'deki siyasal düşü nüşün dokunmamak için eğilip bü küldüğü, kavramlarını iğdişleştiren, fikri tutarlılık derinlik ve etiği sakat layan tabuların hemen tümünün kök lerini taşıdığı o kurşuni havayla bir likte ortaya dökmek demektir. Son yıllarda, düşünce yasaklarının tutunamadığı, tabuların ağır örtüsü nün ister istemez açıldığı bir döneme girdik. Düşünce yasağının ve tabula rın koşulsuz reddini savunanların sa yıca az bir kesim olmalarına karşılık mesafe alabiliyor olmaları, şüphesiz gelecek açısından umutlu olmamızı sağlıyor. Ama bu yasak ve tabuları
sıf ve etkinliklerin askerî-idari işlev ve makamların ezici üstünlüğü altın da hor görüldüğü -geleneksel- yapı ve hiyerarşinin eteklerinde yeralagelmiş büyük çoğunluğu ile, kendilerine hor görülen ticaret ve üretim alanı açık olan gayrimüslim halklardan üs tün olduğu avuntusunu veren bir dü zenin, bu hiyerarşiyi olabildiğince muhafaza etmeye kararlı egemen zümrelerince yönlendirildiği bir mo dernleşme sürecinin giderek tüm ni rengi noktalarım bulanıklaştıran ikli minden gelmekteydi. Bu zaman bo yunca hem güçlülüğünü her bakım dan sürekli arttıran modern toplumlara karşı imrenme/takdir duygusu çoğalmış ama hem de, bu güç ve di namizmin kaynağındaki yapıcı-yaratıcı vasıf ve etkinlikler b aş allaştır ildiğında alttaki gayrimüslim tebaanın ayakları altında kalacağı korkusu körüklenmişti. Bu korkuyu askerî vasıf larına güvenerek bastırmak, sorun sa dece ülkedeki gayrimüslimlerden iba ret olsaydı mümkündü ama “düvelri
S
u
N
muazzama”, korkuyu çoğal t Lığı gibi kimliğini de ezen varlığı ile tam kar şısında durdukça acizlik duygusuyla buna tepkinin yıpratıcı sarkacı işleye cekti kaçınılmaz olarak, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde büyük çoğunluk ola rak, bir isyanlar, savaşlar, katliam ve tehcirler fırtınası içinden kah fail, za lim ve galip kah kurban, mazlum ve mağlup olarak geçip , son u çla gayrimüslimlerin neredeyse tamamen tasfiye edildiği viraneye dönmüş bir yurtla başbaşa kaldığında fiziki varlı ğım koruma güdüsünün güçlülüğü ile, bunu etkinleştiren askerî özellik leriyle övünebilir, ama bu o vasfın, önünde ergeç diz çökeceği, tâbi ola cağı yapra-yaratıcı vasıflara ne yete rince sahip olunduğunu kanıtlar ne de bu eksikliği ikame edebilir. Modernleşme, geleneksel toplumda gayet sınırlı bir azınlığın, imtiyazları na yaslanarak takındığı kihirin reddi ve onun yerine, üretme ve eser/ürün vermenin hem yol hem de miktarını alabildiğine açarak, bundan kaynak lanan özgüveni çok daha geniş bir ke simin duyumsamasını sağlamak de mektir bir bakıma. Modem toplumun iki ana varyantı kapitalizm ve -reel— sosyalizmin ekonomik, toplumsal, si yasal kurumlarının herhangi biri veya bir kısmı o özgüven duygusunu bastı racak, tahrip edecek hiçimde işleme ye yöneldiğinde, altından kalkamayabilecekleri buhranların sarmalına gi rerler bu yüzden. Özgüven duygusu nun keti eninesinin, yerini endişeye bırakmasının siyasal düzlemde ifade si, apolitikleşmedir, insanların kendi
U
ş
lerini siyasetin öznesi değil nesnesi gibi görmeye başlamalarıdır. Bu açıdan bakıldığında; Türkiye’nin modernleşme sorunsalı içinde ve çev resinde kumlan siyasal düşünce dün yasının bu özgüven eksikliğini, değiş meyecek veya değişmesi pek de ge rekmeyen bir veri olarak kabul etme ortak paydası üzerine kumlu olduğu söylenmelidir. Bu kabulün Cumhuri yetin öncesine, Osmanlı modernleş mesindeki köklerine işaret etmek, Cumhuriyetle birlikte, bu kabulü pe kiştiren bir kurucu iradenin bu yö nüyle tartışılabilmesinin ancak şu son yıllarda mümkün olabildiği gerçeğiy le birlikte ele alınmalıdır. Bu eleştiri ortamının oluşabilmesin de, düşünce yasaklarının, tabularının hâlâ varlıklarını sürdürmelerine rağ men, koydukları duvarların geriletilmesinde şüphesiz sosyalistinden libe ralin e, İslâm cısm a kadar siyasal akımların, başta Kürtler olmak üzere bastırılmış etnik/mezhebî kimlik ha reketlerinin payı var. Tümü birden, 12 Eylül kabusunun ertesinde, görü nür apoli tiki eşmeye rağmen, birbirleriyle çelişseler, bir diyalog ve tartışma ortamı kurmuş sayılmasalar bile; ken di köşelerinden yürüttükleri mücade le oluşturduklan fikri birikim ile dü şünce yasağı ve tabu savunucularını gerilemeye mecbur ettiler Ama bilhassa belirtmek gerekir ki; bu mümkün olabildiyse, ilk bakışta görülmeyen büyük pay daha doğrusu önyargılarımız nedeniyle fark etmekte zorlandığımız faktör; 1980 sonrası yıl larda Türkiye toplu mu nun dünyaya
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
açılmış olmasıdır. “Küreselleşme”nin o tarihten bu yana hangi açıdan ne tür bir eleştirisi yapılırsa yapılsın, şurası da mutlaka belirtilm elidir k i, tüm olumsuzluklarına rağmen bu süreç Türkiye toplumunun işçisinden kapi talistine, çiftçisinden akademisyenine kadar tü«ı kesimlerinin kendilerini dünya standartlarında ölçme, yapıcı
38
ve yaratıcı vasıflara sahiplik, yatkınlık derecelerini görme imkânım da ver miştir. Ve bu bir keşif gezisinin ilk etabıdır ve sonuçlar en azından, gele neksel elitlerinin ona açıkça veya zım
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
lerini seferber ettiği, bir toz duman havası yaratabildiği şn koşullarda bu na dikkatimizi yöneltmemizden geç tik, görmemiz dahi zordur. Hangi eti keti taşıyor olursa olsun geleneksel zihniyetin sürdÜTücüsü olan bu yo ğun propaganda, bu toplumun dünya ölçeğindeki gerçek, çağdaş başardarını, insanlığın bilimsel, kültürel, sanat sal, düşünsel birikimine yaptığL katkı örneklerinin neredeyse tümünü kara lamaya, bunları “kendi eserimiz” sa yıp özgüvenimizi beslememize şiddet le karşı çıkıyor. Ve tüm haşinliğiyle
toplumun dikkat ve enerjisini yapıcıyaratıcı vasıflarını keşfetmenin heye
askeri övgü ve şişinmeye dayalı bir “çılgın” milliyetçiliği hem körüklüyor hem de o örnekler üzerine saldımyor. Şu anda sonuç alıyor gözükmesi karamsarlık verebilir ama unutulma malıdır ki gecenin en karanlık anı şa
canına yöneltmesini önlemek için, adeta bir “dian vital” halinde tüm güç
fağın hemen öncesidir. ÖMER LAÇfNER
nen empoze ettiği “bu halk adam ol maz” perdesinin yırtılmasına yetecek kadardır. Fakat öte yandan, o empoze edilmiş zihniyetin, savunucuları da bu
Türkiye’de Siyasî Düşüncenin Ana Çizgileri MURAT
BELGE
smanlı kültürü, çeşitli alanlarda
ve Newtoria gelindiğinde gerekli olgun
in celm iş b ir zevkin ü rü n lerin i
alanda hemen hemen hiçbir gelişme gös
luğa erişen “n e d en sellik ” anlayışı, O s manlI’nın düşünme tarzım belirleyen, dü zenleyen ilkeler haline gelmez. Bunlar Ba
termemişti. Bu yazıda bu konuya girmek,
tid a olurken dikkat edilmemiş, 19. yüz
O
üretmiş olmakla birlikle, bilimsel
bunun nedenlerini araştırmak değil, daha çok bunun daha sonraki dönemlere etki lerine bakmak istiyorum, Adnan Adıvar olsun, Hilmi Ziya "Ülken olsun, bu eksik liği ve nedenlerini ele almışlardı. Jale Par la da B akılar ve Oğullarda “Mutlak Me tin” konusuna değinir, Tanzimat yazarla rının epistem oîojik düzeyde bri “DoguBatı" ikilemi yaşamadığım söyler, ter sine İslâm düşünce, Eelsefe, dünya görüşü
yılda belki “bilgi" olarak öğrenilmiş, ama genel olarak sindirilmemiş düşünsel ön cüllerdir. Üstünde durmak istediğim nokta, böy le bir “düşünme” alışkanlığı çerçevesinde “düşünce”ye insan hayatında saygıdeğer bir yer, bir rol, bir işlev vermenin güçlü ğüdür. Doğa “kanunu” olamıyor, çünkü doğa kendisi bir özerkliğe sahip değil. Bu durumda tanımı doğanın kanunlarını in
bilimlerinin de güvenilmez olduğunu sa
celemek olan bilimin, bilimsel yöntemin de kaydadeger bir önemi kalmıyor. “Düşün ce” diye bir şey var, orasmı inkâr etmek mümkün değil; ama belli ki düşünce, ger çekliği araştırmak için bir araç değil. Hele
vunma noktasına kadar gelir. Bir başka
doğa bilim lerin d en toplum bilim lerin e
söyleyişte, Tanzimat yazarları, 12. yüzyıl
veya felsefe gibi bir disipline geldiğimiz de, bunların “işe yaramaz’Tığı veya “ya-
ve bilgi kuramının tartışılmaz belirleyiciliği”ni vurgular. Bu anlayış sonunda, doğa da Allah’ın yaratısı olduğuna göre, doğa
da îbn Rüşd im geldiği noktaya dahi gel memişlerdir. Bilginin temeli hâlâ tektir, o da “vahiy”dir. Başka konularda düşünce leri birbirine çok yaklaşmayan Namık Ke mal ve Ahmet Midhat, burada birleşirler; kavaid-i tabiiye, evamir-i ilahjyye ve ehâdis-i nebevviyede mündemiç bulun duğu İçin...”
nıltıcı"ltğt daha da belliğin biçimde karşı mıza çıkacaktır. Zaten bu yazarların eser lerinde Batı düşüncesinden gerçekten et kilenen veya esinlenen bir şey görmek de mümkün değildir.
Bu durumda, ‘şüphe "nın önemini vur
“D üşü nce” gerçekliği araştıracağım ız araç değilse, ne için var? Yukarıda, doğru bilginin kaynağının, Ibn Sina’yla tartışma
gulayan Kartezyen felsefe, oradan türeyen
sında Gazalfnin savunduğu gibi, “vahiy"
D
40
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
Z
I
N
N
I
V
E
T
L
E
R
olduğunu söyledim. Şu halde, bildiğimiz bir “gerçeklik” olduğunu kabul ediyoruz.
de buydu: pragmatizm, yani, “bizim için faydalı" olanı düşünmek ve bulmak.
Bu, ancak, K ur’cın-ı Kerim’in bize tebliğ ettiği gerçeklik olabilir. O zaman, düşün
Üçüncü ideolojiye, Pan-Türkizm’e gel diğimizde aynı örüntü yeniden karşımıza
ce, o gerçekliği egemen kılmanın aracıdır. Ö rneğin, im paratorlu ğun dağılmaya yüz tuttuğu sıralarda devletin ve devlet çevresinde toplanmış aydınların oluştur duğu üç temel ideolojinin sıralaması il ginçtir: Tanzimat’ın ilânım Pan-Ottoma-
çıkar: Rusya’da Pan-Slavizm’in gölgesi al tında yetişen Türkik, çoğunlukla Tatar ve Azeri aydınlardan Türkiye’de yaşama ka rarı verenler, bu düşünceyi buraya getirir ve savunurlar, ittihatçı kadrolar arasından bu düşünceyi benimseyenler doğal olarak çıkar. Ama çoğunluk “Osmanlı" sıfatın dan vazgeçmez, çünkü Dünya Savaşı’mn
nizm diye adlandırılan ve doğrudan doğ ruya devlete mal edebileceğimiz ideoloji izler. II. Mahmut Batılılaşma kararını ke sinlikle vermiş ve bunun gerçekleşm esi için en belirleyici adımı atarak Yeniçeri O cagı’m ortadan k ald ırm ıştı, G ülhane
sonuna kadar Osmanlı’yı kurtarma umut ları vardır. Kurtuluş Savaşı sonrasında Atatürk Osmanlılık ile birlikte İslâm’ı da geri plana iter, “Türklük” kavramım öne
Ferm a nı'm n okunmasına ömrü yetmedi ama bu ferman herkesten çok onun eseri dir. “Millet Sistemi" nden Batı Avrupa’nın
çıkarırken, büsbütün değilse büyük ölçü de “biz bize" kalmışızdır. Islâm ortak pay dasıyla burada tutacağımız kimse kalma
“eşit yurttaşlar” hukuna geçişin, bütün gayrimüslim Osmanii uyruklannı devlete bağlayacağına inanılıyordu, “Pan-Ottomanizm” bu umutla üretilmiş bir ideolojidir.
mıştır ya da kalmadığım sanırız. O zaman, “çağın gerçeği" olduğuna inand ığım ız “Türklük” olgusuna dayalı bir milliyetçili ğin zamanının geldiğine karar veririz.
Ama umulanı gerçekleştirmeye yetme miştir (bunun nedenlerini de burada tar
Tanzimat yazarları, BatYdan “düşünce tarzı”, "bilimsel metodoloji” vb. almak is
tışm ayalım ). Sonuçlardan hoşnut olm a yan, ama yerine koyacak başka bir şey de
temiyorlar, bundan korkuyorlardı. Batılı laşmanın hem zorunlu, hem de tehlikeli
d üşü nem eyen A bdülaziz’den sonra 11. Abdulhamit pan-lslânıizmı getirdi. Avru pa kıtasında kalmış, kimisi ancak “nom i nal" anlamda İstanbul’a bağlı son toprak
olduğuna in an ılan b öy le b ir zam anda “düşüne e "den beklenen de tam buydu: o tehlikeli tuzaklara düşmeden teknoloji al mak. Cum huriyetle birlikte onların şid
larda yaşayan hatırı sayılır Müslüman ce maatler vardı hâlâ: Amavutlar, Torbeş ve Pomaklar, artık uzakta kalan Boşnaklar ve tabii doğuda Araplar, Kafkas yal dar, Kürtler. B unlarla, b elki de, elde kalan topraklar elde tutulurdu. Yani, Pan-Ottomanizm’in seçilmesinde,
detle bağlı olduğu “Mutlak M etin", yani Kur’an-ı Kerim ve onun çevresinde kum lan “literatür” , “m utlak" özelliğini kay
“e ş it y u r tta ş la r d a n o lu şa n b ir “toplum "un iyi b ir şey olduğu düşüncesinin
güçlü bir karşı çaba olmadıkça, bu “yeni metni” mutlaklaştıracaktır. Nitekim bun
fazla bir payı yoktu. Aynı şekilde, “panIslâmizm" kendisi olması gereken, iyi b ir şey olduğu için seçilmemişti. Bu kararla rın verildiği dönemlerde ve konjonktür lerde varolan koşullara uygun görüldük leri için seçilmişlerdi. Bu, p r a g m a tik bir
ların ikisi de oldu ve Türk milliyetçiliği çağı da, “düşünce ve gerçeklik" ilişkisine eskisinden fark lı bir yorum getirm edi. Gerçeklik yine belliydi ve düşünceden ya da “akıT’dan beklenen yine “raison d ’i t a l ” olm aktı. Bizim için “en faydalı" neyse
seçimdi ve zaten “düşünce"den beklenen
onu bulup çıkarm aktı, “Aydın" olduğu
betmiştir, Ama “Mutlak Metin” alışkanlı ğı kolay kolay geçm ez, değişmez. Top lumda eski metne bağlı kalanlar olacak tır; y eni m etni ben im sey en ler de, çok
I Ü 8 K I Y E • D E
S I Y A S I
D Ü Ş Ü N
C E N İ N
A N A
Ç I 7. G I L E R i
iddiasıyla ortalığa çıkmış bir kişinin yöre yi. sözgelişi. "Gûneş-Dil Teorisi" gibi bir varsayım ın tem ellerini lariışm ak değil, kafasını çalıştırıp, "elektrik", “robot" vb. kavramların bazı “Türkik k ö k lerd en gel diğini kanıtlamaktı. Bu “yen ilik ", bir T a n ın ım yerine bir başkasını koym aktan çok farklı bir du rum yaratmadı. üleştiririm dışın d a kalma sı gereken şeyler yine vardı, zaıııarı içinde güçlenecekti de. TÜRK M ÎLLÎYTTÇll tCI
Osıııanlı'nm en değer verdiği bölgesi olan Balkanlar 19. yüzyılda Yunan Bağımsızlık Savaşı ndan başlayarak, son sarsıntıları birkaç yıl öncesinde de duyulan bir "mil liyetler boğazlaşması"na girmişti. Bu sar sıntılar süresince sınırlar değişti, nüfuslar değiş tokuş edildi, çok acı günler vaşaııdı. Yüzyılın ilk yirmi yılından başlayarak. Türk m illiy e tçiliğ in in doğduğu b eşik , başta Selanik olmak üzere. Manastır gibi kentleriyle, bugünkü Türkiye ile Itır ilgisi kalmayan Makedonya olmuştu. Bunun gibi Bulgar m illiy etçileri Ro
Ahmet lla m d i Başar, ülkeye d a ir ken din ce tespit ettiği sorunları liberal bir fik riy a tla anlatm ak, geliştirm ek y erim , devlet d ili g ram erin e tahvil etm eye çalıştı. "Gazi b a m ç o k kızm ış" korkusu, y en i bir dilin ön ü n de k en d i yarattığı bir engel halin e geldi.
manya ve Odessa'da. Makedon milliyetçi leri Bulgaristan'da örgütlenmiştir. Başarı
la görülmedi. Abdülhamit, Muhafız Alayları nda uyguladığı politikayı asıl ordu
sız Romen devrimcileri İstanbul'a sığın mıştır. Böyle pek çok karışıklık, gidiş-geliş olmuştur.
nun subay kadrosunda da uygulamaktan geri durmuyordu: A rınm alara. Araptara ayrıcalık tanımak bunlardan biriydi (paıı
Balkanlar, hem Osnıanlt devletinin en fazla önem verdiği bölge, hem de çağdaş siyaset koşullarında topun ağzında olan bölgeydi. İstanbul'da Tıbbive'de kurulan İttihat ve Terakki Makedonya'daki genç subaylara ulaşınca maddi bir güç haline geldi. 15u “genç" subaylar da orduda su bay kadrolarının ‘meritokratik" bir siste me göre askere alınm aya başlam asıyla
IsLûmizm politikası çerçevesin d e); aynı mantık gereği Hanıidiyc Alayları kurul muşun İltimas yoluyla terfi de kural hali ne gelmişti. Tabii bunlara tepki de vardı (ta Serasker e kadar uzanan k işilerd e).
oluşmuş, yeni tip Osmanlı aydınlarıydı. Ironik şekilde. Abdültıamit'in tahta çıktı gı 1876 yılında 9 yeni askeri ruşdiye açıl mış ve bunları başkaları izlem işti. Ama Abdülhamit yönetiminin son yıllarına ka dar bu gibi yatırımların sonuçları pek faz-
Aralarında Mustafa Kemal'in de bulundu ğu, II. Meşrutiyet, Balkan Savaşı ve Kur tuluş Savaşı sürecinde öne çıkan kuşak ise iltimasla gelen değil, o düzene karşı "gerçek m ektepliler" olarak yetişen bir kuşaktı. Fnver'in "orduyu gençleştirm e” uygulaması bu nedenle başarılı olmuş, işe yaramaz yaşlıları tasfiye etmişti. Bit genç lerin çoğu da. rütbe takıp kıtalarına git tiklerinde kendilerini Balkanlarda bul-
D
O
N
E
M
L
E
R
V
E
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
muşlardı. Balkanlar yalnız askerî değil, si
alandır ve derginin ilk sayılan bu konuda
yasî eğitim için de birebirdi. Ö z e llik le S e lâ rıik s iy a s î b a k ım d a n önemliydi; çünkü Abdülham it’in hafiye
yayımladıklarıyla adım duyurmuştur Ge
teşkilâtı burada İstanbul’daki kadar etkili olamıyordu. Selârilk zaten yerli ahalisiyle
Farsça “lugât”!erden arınm a ve “avamla havassı" bir araya getirecek anlaşılır bir
de kozmopolit, uyanık, politize bir kentti. Ayrıca, bir bölge sel-ticarî merkez olduğu için birçok yabancı da vardı; çeşitli ma son locaları kurulmuştu. Böyle yerler de
Türkçe üzerinde anlaşma gereği vurgula nır G m ç Kalemler’de talep edilen arınma,
genç Osmanlı in fe ügetıtsıa’smm. sokuldu ğu, Batıdan gelen yeni fikirlerle tanıştığı yerlerdi, İttihat ve T erak k in in bunlarla ilişkileri üstüne çok şey yazılmış, söylen
42
Z
miştir. Türkçü-milliyetçi düşüncenin ilk tutar lı yayın organının Genç Kalemler olduğu, konusunda anlaşıyorsak, o zaman Selânik’in bu derginin anayurdu ve bu düşün
nellikle Ömer Seyfettin’in yazdığı bu ya zılarda gereksiz (ve ağd alı) A rapça ve
C um hu riyetin dil politikasının içerdiği tasfiyeciliğin yanında çok ılım lı kalmak ladır. Buna rağmen, dilde daha muhafaza kâr tutumu benimseyen, çoğu daha yaşlı kuşaktan yazarların tepkisini çeker. Yakup Kadri gibi “Fecr-i Atı”'ri yaşıtlarından da itiraz gelir. Ama dergi onlara karşı po lemiklerinde daha ılımlıdır - sanki onları kaybetmek istemez. İkinci cildin 10. sayısına gelindiğinde (1 Teşrinievvel 1327) İtalya Trablus’a as
ce tarzının doğum yeri olduğunu da gö rüyoruz. Bu kentte yayımlanan Hüsün ve
ker çıkarır. Beklenmedik bir olaydır bu,
$iir adlı bir edebiyat dergisini çıkaranlar bunu Ali Canib’e devretmiştir, o da adını G en ç K a le m le r e çevirerek düşünce arka
Hakkı Paşa’ya kızar: “Yes ve asabiyet... m ukareneciligiyle m eşhur, hırsızlığıyla
daşlarını yanma toplar ve yeni tarzda ya yma başlar. Bunlardan biri Ömer Seyfet tin’dir Kısa süre sonra Ziya Gökalp da yardıma gelir ve dergiyi İttihat ve Terakki’yle bir ilişkiye sokar: “Ali Canip, İttihat ve Terakki Cemiyeti Merkez-i Umumîliği tarafından 12 Mart 1372 (2 5 Mart 1911) ta rih li kararn am e ile ‘G en ç K a lem ler’ mecmuası Sernıuharririigine getirildi” ! Aşağı yukarı aynı zam anlarda İstan
ama dergi “beklem ediği için ” Sadrazam
m aruf llalyaıılar zavallı vatanımızın kıy metli bir cüz’ıı olan Trablus-u Garbi, sa daret sandalyesinde müsterih bir uykuya daları Hakkı Paşa’mn Marinbad seyahati ne dair gördüğü rüyalarla sermest olma sından istifade ederek elimizden kapmak istiyorlar. Bilm iyorlar ki yaşamaya abd eden bir millet ölmeye de hazırdır, öldür meye de” (Genç Kalemler, s. 27 9 ). Bunu başta Rıza Tevfik, dergi yazarlarının sev
bul’da da Türk Yurdu yayına girer, Bu iki sinin çok benzer dergiler olduğu, zaten yazarlarının da çok zaman aynı kişiler ol duğu doğrudur. Ancak Genç Kalemler ırk-
m edikleri insanlara saldırıları izler (Ali Canib’in kullandığı takma adla). Aym sa
çı-yayılm acı T ü rk çü lü k akım ının daha açık bir sözcüsü ve öncüsüdür. Belirli bir
yazı dahi vardır.
tip Türkçü milliyetçiliğinin bütün belirle yici özelliklerini, topn topu iki yıl yayım lanabilmiş bu dergide bulmak mümkün dür. Bu yanıyla ilginç ve önemlidir.
Ekinı’de yayımlanın Bu sayıda Trablus’ta ilgili hiçbir söz, yazı vb. görülmez. Zaten
yıda İtalya’nın birleşme mücadelesini ol dukça hayırhah bir dille anlatan kısa bir 1 1 . sayı b iraz g e c ik ir ve a n c a k 2 3
çok ince bir sayı olduğu anlaşılmaktadır. Tepkiler, 12. sayıdan itibaren başlar, Bura da “İtalya Trablus’u Çiğnerken Sanlı Bayra
Bu özelliklere delginin İlk sayılarında p ek rastlanm az. Şüp hesiz “ulu sal d il”
ğımıza’’ başlıklı, yazarının “Kemal Nesrin”
m illiyetçi id eo lo jin in önem verdiği bir
olduğu belirtilen kısa bir yazı yayımlanır:
T U K K I Y
E 1 D E
S İ Y
A S T
D Ü Ş Ü N
O
K
I
N
A N A
Ç I 7. ü
I 1 F R I
Bir incecik hilâl ile kan. sade kan ve san!
Son rak i sayıda Ö m er Sey fettin "P ri
T.v bugün ceh resin d e in tikam gözlü ta
mi) "sunu yetiştirmiştir. Bu da standartları koyan bir hikâyedir. Selanik'te Kenan Bey.
lıa ssü r leı ut asan nur! H arp ila h e le r in i ön ü n de eğdiren kulu n ların ın güneşten bıı-
vâk, fe z a la r d a n y ü ksek h ir sanı, b ir ih ti samı sardır. B ugünkü hain h a k a n ı onu k iıcu h em ez , a lc a lta m a z . P.y dün Ç a ld ıra n la rın , Y ivan aların s e m astın zenıiıı. zem in in i sem y apan sanlı
ve kan lı b a y r a k ! fliı z a m a n la r kü krem iş a sla n la rın p a r ıa la y a ın a d ıg ı tem iz kalb ın ı siıınli ku du z b ir k o p e k tırn aklay a ın azl:\ s a r ın ... ah unutm a ki k e fen siz '■il
a n la rıy la m e z a r la r ın d a s a t a n s a h ip le rin onu y a ln ız onu. . sen den y arın ı b e k liv ar!..
Selanik. 23 liylül 1327 Bunu izleyecek olan (ve bugüne kadar izlemekle kusur etmeyen) milliyetçi ede lhyalın belli haslı öğeleri bu kısa parçada oldukça saydam biçimde gözlenebiliyor: "bayrak" ve "şehit" retoriği var: geçm işten zaferler hatırlatılıyor: "G eçm iş'te olması kolu, ama bir iki taşın yerinden oynama siy la oraya yeniden dönüleceği (ne olsa bir "öz" bu) umudu yaşıyor. "Biz"den söz edilirken abartılı ( “fezalardan yüksek" vb.) ve yerine oturmayan ( “nur" ne. "ka nadan" ne vb.) bir retorik; "düşm atrdaıı söz ederken düpedüz "küfür den de. sa kmınayaıı bir aşağılama ("kuduz köpek' vb.): “katı" kavramı çevresi "ıapııım a"ya varan bir yüceltme. “Çaldıranlar", “Vivaııalar”la. "kanlı b ay ra k la tam anlamıyla militarist hir dünya görıışu. Bu yazıyı Aka Gündüz ün ‘Kayıkçı" adlı hikâyesi izliyor. İtalyan askerleri gelip hu kuk dışı, insanlık dışı bir biçimde bü Arap kayıkçıyı ve yoluğunu çocuğunu hunharca boğazlıyorlar. Bir olay övgüsü, oram içinde
Balı bayram, o nedenle Türk düşmanı biı mühendis ("Türklüğe yani medeniyetsiz liğ e..." s. 3 1 7 ). “O İliç harbi sevmezdi. H arp, hayattır! diyen filozofun kırmızı bir canavardan başka bir mahluk olmaya cağını iddia eder, ur.viyallaki 'mücadele' fiilmin içtim aiyatla, insanlıkta da lâzım ve mevburi bulunduğunu fetıle. tecrübe ile gösteren Danvin’drn nefrel ederdi.. insaııiyyeT hüly ası onun m ezhebi idi.. Dokuz senedir masondu" (s. 31.7). Öm er Seyfettin burada "Sosyal-Darvvinizm" övgüsünü yapıyor (D a rv in 'in bi yolojide olduğu gibi sosyolojide de bu mm bulunduğunu "fenle... gosler”digini ileri sürerken yalan söylüyor). Ama asıl önemlisi, hıan aııizm 'c düşmanlığını açık ça belirtiyor: "İrk ve muhit nazariyesini, ruhu ve fikri hasta bütün zavallılar gibi inkâra kalkardı... fazilet ve insaniye!' fik ri. muayyen ve sahil manası olmayan bu umunu ve müphem iki kelime... dimağını sııhura uğratmış ruhunu karinmiş, onu... yaşar bir ceset halinde bırakmıştı" (Aynı yerde s. 317). Bu Kenan Bey bir Italyan kadınla yalva ra yakara evlenir. Doğan oğullarına Iıalyan-usulü. Primo atlını takarlar. Çocuğun Tüı kçesi bile bozuktur. Bu sıralarda Trab lus olayı pal lak verir ve karı-kocanın ara sı açılmaya başlar. Ama asıl Primo. nede ni açıklanmayan (herhalde "damarların daki asil kan a bağlayacağımız) bir dönü şüm geçirir ve "Ben var Türk çocuğu!" tarzı bir şeyler bağırıp Garibaldi'nin res mini parçalar. Artık Kenan da kendine gelmiştir:
bir "davranış tutarlılığı” filan \ok. Zebani
“Ben H ırka, ben l iırlıo... Ben y o k h ü ly a
lerin Italyan olmasını gerektiren bir du
lın.. " d iy erek vatlığını id r a k ve ilân eden
rum da yok. “dalyanlar bövledır" demek için yazılmış, “böyle" olduklarım kanıtla
k ü ç ü k m abu du nu t e k r a r t e k n ır öp u y oı.
mak içiıı "boy ledirler" demenin ötesinde bir zahmete girişmeyen hir hikâye.
ö p ü y o r: O'razia, M uzaffer, g em . kav i ve u yanık Tutan ın m u h a k k a k g a leb esi a lım d a e z i le c e k ola n z a y ıf, h a sta \e m iskin
d
ö
n
e
m
l
e
r
V
E
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
garbın korkak ve kadından bir timsali gi bi hıçkıra hıçkıra ağlıyordu {Ay., s. 330).
mine çalışm ak olm alıdır” (A.y., s. 4 3 7 ). “icat” demesi anlamlı.
Üçüncü didin birlikte çıkan 17.-18, sa yılarında “Hindistan ve Türkler” başlıklı
Mdtıevî yurt, şimdi yaşayanların evvelce yaşamış olanlara ruhen merbut obuası
bir yazı (Selanik İttihat ve Terakki Kulüb ü ’nd e verilm iş b ir k o n feran sın yazılı m etni) yayımlayan M ehmed Ali Tevfik,
nın ifad esid ir... Mânevi vatanın aslî unsu ru m ezarlıktır.. Bu ruhen merbutiyeti teşkil eden a n a s ır üçtür: Aynı kan dan o l m a k hissi (açıkça “ırk", yani Renan’ıu reddettiği], muayyen bir tarzda ve muay
yine aynı sayıya, İtalya ve Trablus’la ilgili yedi şiir vermiş ve bunları “İntikam Şiir le ri” başlığı altında toplam ıştır. Şiirler “sone" biçiminde (“İtalyan Sonesi” olma ları da bir ironi!) yazılmıştır. Bu şiirlerde “in tik a m ” ve “ö ç ” k e lim e le ri 6 k ere, “kan” ve “h u n ” kelimeleri 9 kere geçer. İtalya'nın “ata"sı Roma olduğu için, Meh med Ali Tevfik de “ata” olarak Cengiz1'de karar kılar. Roma bir “medeniyet” olduğu için , intikam, “medeniyeti yıkmak” biçi mini alır:
Pamal eder zeminini bir Cengiz ordusu; Heybetli çan la nn yıkılır; muJilesem, ulu Mabetlerin çöker yere... Türk kavmi... Bir gün unutma sen bu aziz intikamı al, Dolsun mezarla hep Roma, aksın T i beride hûtı! Veya şöyle: öc almak.., İşte aşkıyla kalbimi dolduran:
Ezmek sejil İtalya’yı... Görmek o milleti Sahrası kan, denizleri kan, asıîmâm kan! Aynı Mehmed Ali Tevfik, 20. sayıda da başka bir konferansm, yazılı metnini der gide yayımlar. Bunun başlığı “Yeni Hayat Mânevi Yurt”tur. Konuşmasına Renan’dan alıntıyla başlar. Renan, “m illet” i oluştu ran öğeleri incelerken, bunların arasında "ırk ”ın bîr yeri olmadığını özellikle be lirtm iştir, Ama “ırk ”, M ehmed Ali Tev fik’in -görüleceği g ib i- sevdiği gibi kav ramdır. Konferansın başında şunları okuyoruz: ”... Türk’ün en mukaddes vazifesi mân ev! yurt, mânevi vatan mefhumunun evvela
halk ve icadına (abç), sonra neşr ve tami
yen bazı e fk â r ve hissiyat d airesin d e b ü yü tü lm ü ş b u lu n m a k hissi ve bir d e şük ran hissi (A.y., s. 438). M ehm ed Ali Tevfik bu tanım lard an sonra Arjantin ve Japonya üstüne konu şu r ve bu loptum larda geçm işin oldu ğundan parlak gösterilm esi için eğitim sistem in e b ilin ç li yalanlar konduğunu anlatır: “Fakat efendiler, bunlar m eşru bir takım yalanlardır" (s. 4 3 9 ) der. Bizim de böyle yapmamız gerektiğini vurgular: “T ü rk m ille ti, T ü rk vatan ı y a p ılm a lı [abç] diyorum. Nasıl? Türk etnografişini, T ü rk coğrafyasını, T ü rk tarihini, T ü rk mefahirim öğrenmek suretiyle” (s. 4 4 3 ). Bu alıntılarda değinilen temalar, Türk milliyetçiliğinin bu “ırkçı” kolunun ayırdedici, tanımlayıcı özelliklerini bir araya getiriyor, Bu özellikleri üç ana başlık al ımda toparlamak istiyorum. Bunlardan ilki anti-hümanizm: Burada “hümanizm” teorik yan-anlamlarıyla de ğil, sadece insanlığa ve insanlara sevgi ve saygı anlamında ele almıyor. Örneğin Althusser gibi bir düşünür Marksizmin “te orik aııti-hüm anizm " olduğunu söyler k en, tarihî belirlenm elerd en bağım sız, d o la y ısıy la da “d e ğ iş m e z ” b ir in s a n “özü"nıın bilimdışı bir kategori olduğunu söylüyordu. Türk m illiyetçilerinin “antihü m anizm "inin böyle inceliklerle ilgisi yok: M illiye içiysen, yalnız kendi ırk ın dan, milletinden olanları sevebilir, insan yerine koyabilirsin. Başka herkesten, en hafifind en kuşku duym alı, ama iyi bir m illiyetçisiysen, onlardan nefret etmeli sin. Ömer Seyfettin’in “insaniyyet"ten na-
T Ü R K İ Y E ' D E
S İ Y A S Î
D Ü Ş Ü N C E N İ N
A N A
Ç İ Z G İ L E R İ
sil bir tiksinti ve küçümsemeyle söz etti
den kaynaklanır, onun için T ü rk M illî
ğini gördük. Şüphesiz bunu yalnız “Primo”da yapmıyor. Ama bu çizginin ondan
Eğitim sistem inden aynk otu gibi ayık
sonraki sözcüleri de farklı tavır almamış lardır. Nihat Atsızin oğluna "Vasiyet” ola rak yazdığı, herkesin “düşman" olduğuna
Bu milliyetçiliğin ikinci ana başlığı ola
dair kısa metin bu tavrın “klasik" örnek lerinden biridir. Ama yalnız Atsız’da bula cağımız yüzlerce örnek arasından yalnız biridir. Örneğin, bakın: “... biz tek daya nağımız olan Türklük ruhunu unutarak
lanması gerekir, rak, “Medeniyete, Karşı” olma özelliğini görüyorum. Bu, “geçm işte m illî mefahir bulma” çabasının da ikiye ayrılmasına yol açan bir konu. “Biz Türkler hangi gele neksel m irasın varisiyiz? Göçebe ve sa vaşçı mıyız? Yoksa gittiğimiz yere mede niyet ve adalet mi götürdük?”
yerine Tanrı’nın belâsı olan hümanizmayı koym ak sureliyle bizi ayakta tutan tek gücü, millî şuurla millî ruhu silmeye çalı
Türk milliyetçiliğinin içinde biçim len diği genel ortam ın, d eğinilen Trablus,
şıyoruz” ( ö t ü k e n , 1971, sayı 10). H ep sin in p ay laştığ ı “S o sy a l-D a rw inizm" anlayışı da gereğinde bu başlık al tında ele alınabilir. Aynı şekilde, “savaşa
gibi olaylarla (öncekileri bir yana bırakır sak) dolu olduğu ve bu savaşları kaybet
tapınma" tavırlarını da buraya bağlamak mümkündür (bu da zorunlu olarak “m ili
şmda yatan ilk özlemin bir “askerî zafer” özlemi olması normaldir. Öte yandan, ha
onu izleyen Balkan Harbi ve Dünya Harbi
me utancının genel psikolojiyi derinden etkilediği düşünülürse, ortaklaşa bilinçdı-
tarizm" i getiriyor. Bu ırkçı-milliyetçi zih
lın saydır bir sûreden beri “Batılılaşma”
niyetin en temel, en değişmez özellikle rinden biri “militarizm "idir).
sürecinde yaşadığını düşünen inteligcmtsio açısından Batı ile ilişki de arızalı bir
Reha Oğuz Türkkan: “X IX.uncu (sic) yüzyıl, kuvvetli sosyalizmle birlikte yeni bir mikrop daha getirdi: pasifizm (sulh-
ilişkidir. Benzemeye çalıştığımız bu ülke lerle aramız her zaman iyi değildir. Kaldı ki, benzem eye ça lışırk en k î altta yatan duygu da, “onları yenmek üzere onlara
ç u lu k )" (T ü rkçü lü ğ e G iriş , İsta n b u l, 1940, s. 175). "Sulhçu telkinle yetişen Norveç, Holanda ve Fransız askerleri, en
benzem ek" duygusudur. Pek fazla dost luk içermez. Dolayısıyla, özellikle “dosta
ufak bir tazyikle panik yapmış, kaçışmış ve bu yumuşak milletler [abç] savaş ate
ne" olmayan karşılaşmalarımızda (Genç Kalenderde bu infiallere yol açan İtalya
şiyle eriyerek mahvolmuşlardır” (A.y, s. 181). “Her harp sonunda, cemiyetlere ye ni bir hayat geliyor; her savaş sonu çağı, yeni bir m ed eniyet çagL o lu y o r” (A.y.,
k a rşılaşm asın d a olduğu g ib i) o n la rın
s .184). savaşta galip gelip mağlubun menfaatlarım kendine alan ve faydalanan kuvvetli milleti nasıl ‘Haksız’ sayabiliriz?” (A.y., s. 191) dediğine göre, “hak” kavra mının da ancak “güç’l e bir anlam kazan dığına inandıklarını görüyoruz. Daha sonra Aydınlar Ocağı’nı kurmuş olan İbrahim Kafesoğlu, Muharrem Elgin
“m edeniyet”i de b ir “nefret n esnesi”ne dönüşebilin ektedir. Yukarıda M ehnıed Ali Tevfik’in “İnti kam Şiirleri”nden birkaç kısa alıntı ver dim. Bunlar önemli, ama benzerleri çok. Aynı dergide, Trablus ön cesi, Yunanis tan’ın G irit’i alması üstüne bir şiir yayım lanır. Şairi Âkil Koyuncu’dur, Bir yerde şöyle der:
gibi profesör ve yazarlarda da çok güçlü
Artık yeter Aşillernı ahfadıyım diye G österdiğim şecâ'at-i k ez z a b e d en sıkıl!
bir “anti-hümanist" damarın devam etti ğini görürüz O nlara göre “kom ünizm ”
Artık yeter o yaktığın eî’âk-ı nâriye Bir styl-i hûn içinde sön er sonra;
gibi zararlı akımlar da “hümanist" temel
git, yıkıl! (A.y, s. 135)
d
ö
n
e
m
l
e
V
r
E
Burada da Homeros’ta cisimteşen Helen medeniyetine bir saldın var ve yine “ka
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
nında söndürme” tehdidini görüyoruz.
Bu şiirin başlığı “Makyavel" olduğuna göre, Mehmed Ali Tevfık’de olduğu gibi Rom anın ve İtalyan Rönesansı’nın birlik
İttihat ve Terakki’n in bir yayın organı olarak K ah ire’de yay ım lanan Anadolu
te lanetlendiğini düşünebiliriz. Derginin son sayısında, dergiyi bitiren
adında bir dergide 1320’de, yani 19041e yayımlanan Paul Gillıard adlı birinin ya
şiirde, Ziya Gökalp de başını alıp gitmiştir;
zısında Tinrurlenk’ten ve Cengiz Han’dan “insan kasabı" sıfatıyla söz edilmiştir. Ya
Cenk Türküsü
zarın “ecnebi” olması önemli. Ama Turk-
Düşman yine ö z yurdu n a el attı, M ezarın dan atan kılıç uzattı,
ler içinde de Attila veya U m ur gibi “Ci hangir’le r i “vandal” olarak niteleyenler
A ttila’m n oğlusun sen, unutma!
vardı. Ama Genç Kalem ler ya da yaşın Türk Yurdu gibi, “Türkçü" ideolojiyi ciddi şekilde benim seyen dergiler ve akım lar asıl o tür “kahraman”lan seçip göklere çı kardı. Bu “kahramanlaştırma"ya (yine Trablus öncesinden) Gökalp da katılmıştır; .Şarka, G arb'a yürüsün Oğuz Han’ın
Yürü, diyor, h a k k ı zulüm kanattı,
‘Medeniyeti’ d em e, d u y m a z o sağır; Taş üstünde taş kalmasın du rm a, k ır; K a fa la r la d ü z y o l olsun h e r bayır, Attila'n m oğlusun sen, unutm a!
Koş! ‘Plevne’yifteal bayrak taksın, Gece gün dü z Tuna suyu kan aksın, Yaksın, kakruı bütün Balkan’ı yaksın, Attila’nm oğlusun sen, unutm al
ordusu. U lutoş H an sö y lerk e n g en ç ‘T m n ıa tf k a rşıd a
Bu hutbenin ruhunu dikkat ile dinlerdi. Bu genç sonra 'Cengiz; Han’ olup çıktı m ey d an a, ‘B ü y ü k fş’in pek y a k ın olduğunu gösterdi
(A . y s, 183). Yukarıda değindiğim, “militarizm" mi, “medeniyet" mi, ikilemi başından beri Zi ya Gökalp’t e vardır. O, bunları dengede götürmeye çalışır; Kimlerdendir unutma büyük Ikrt-i 5 iııâ'lar? Kimlerdendir unutma k a h ra m a n A tila ’lar? (A.y., s. 2 1 8 )
Gökalp burada Ömer Seyfettin’i, Meh med Ali Tevfik’i de gerilerde brraknıış ve “medeniyet yıkma" hevesi ve nefretinde yeni mesafeler almıştır. Bu “T ü rk çü ” yazarlar böyle ama “İs lam cı" M ehmed A kif’in de, konu “Batı medeniyeti’’ olunca, tavrı değişmiyor, işin içine din girdiği, Batı “materyalist” mede niyetinden ötürü Islâm’a üstünlük sağla dığı için, A kif’in öfkesinin daha da şid d etli olduğunu d ü şü nebiliriz. Ama bu yalnız ona, onun gibi, İslam cılara Özgü bir tavır da değil, olmamalı. “İstiklâl Mar şı”nda “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar" dizesi Batıcı-milliyetçi kesimi de belli ki hiç rahatsız etmedi, çünkü Akif’in İslamcı oluşu bazı Kemalistleri biraz te
Ö tekiler işin “m edeniyet” yanma pek fazla önem vermez.
dirgin etse de, bu dizenin “isabeı"ini tar tışan kimse görülmedi.
“A. İsm et" adını kullanan biri de şunla rı yazıyor
Mehmed A kif’in “medeniyet" karşısın da duyduğu rahatsızlığın dile geldiği tek yer de değildir bu dize. Gerçi “Asım”da
A lç a k em ellerin le sen ey kanlı iştiha, A lça l ki şimdi, g a y z ve ten effü rle titreyen
Kalbimde her zaman düşeceksin, sefil R om a!
Gezmeyin o rta d a , oğlum, sokulun bir sapaya, Varsa imkânı, yann avdet edin A vrupaya
T Ü R K İ Y E ' D E
S İ Y A S İ
D Ü Ş Ü N C E M İ N
A N A
Ç İ Z G İ L E R İ
der ama, “fen’’ ve “teknoloji" almak üzere gitm elid ir oraya Ahm et İviidhat’ın da
h ir d e n söz ediyor: yani tarihimizi "ifti har" edeceğimiz olaylarla dolduracağız.
inandığı gibi, bundan öle bir şeyi kendine bulaştırma malıdır (bu arada '‘medeniyet" de a tab ild iğ in e “m ad d i”le fm e k te d iv ).
Bunlar olmamış olsa da. Tabii Mehmed Ali Tevfik bu m antığı kurduktan sonra
Çünkü
yok” diyerek uydurmaya başlıyor.
... Gösterdiği v ah şette "bu: b ir A v ru p alI Dedirir-yjrtıcı, his yoksulu., sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, atılıp mafıbrsı, yalıud kafesi! Ve ayrıca, M a sk e y ır tü m a s a h â lâ b iz e â fetti o y ü z ... M edeniyyet denilen k a h b e, h akik at, yüzsüzS o m a m e lu n d a k i tah rib e m û v ekh el esbâb. ö y l e m ü dhiş ki: ed e r h e r biri b ir mülkü
“As-lında bizim uydurmaya ihtiyacım ız Bu düşünce tarzının devamını Cumhuriyei’in başında, muhtemelen Mehmed Ali Tevfik’in tahmin edemeyeceği boyutlarda görüyoruz. Güneş-Dil Teorisi ve Türk-Tarih Tezi Cumhuriyet’te otuzların bütün en telektüel atmosferini belirlemiştir. Bunların ikisi de aynı kapıya çıkıyordu: Türkler Or ta Asya'da, sonra kurumuş olan bir iç deni zin kıyısında büyük b ir medeniyet kur muşlar, sonra deniz kuruyunca buradan
h a ra b .
göçm ek zorunda kalm ışlar, göçünce de medeniyetlerini bütün dünyaya yaymışlar
Ama "Batılı" olmayanlar da Akif'in öf kesinden payım alır:
Böylece bütün medeniyetler Türk kökenli oluyordu. Daha sonra Türk Tarih Kuru-
O.strafyayla b e r a b e r bakıyorsun: K a n a d a ! Ç eh reler b a şk a , lisanla^ deriler rengârenk. S ad e b ir hadise var ortad a: vah şetler denk.
A n ah atlan adında, yalnız toz adet basılan
K im i Hindu, kim i Yam yam , kim i
potamya, Mısır ve Hitit, Çin ve Hint, Pers, Aka ve Roma medeniyetlerini hep Türkler
b ilm em n e b elâ... H ani tâû n a d a gü ldü r bu rettiJ istilâ...
Bu kadar “vaveyla”tun ahlâki gerekçesi ni anlamak da mümkün değil. Savaş var (Dünya Savaşı!) ve bir taraf öbür tarafa bir saldın başlanyor. Karadeniz’e çıkarttığımız Alman gemilerinin yaptığı gibi, savaş ilâm olmaksızın başlatılmış bir saldın yok, ör neğin. Biz “Galiçya'da destan yazdık" diye övünürken bunun “ahlâki" yanlışlığının nerede olduğunu kim açıklayabilir? Ah lâksızlık, sadece b iz e saîdıniması mı? Hümanizme ve medeniyete karşı olma nın, m ilitarizm den, savaştan, güçlünün hakkından ve Sosyal-Danvinizm’den yana olmanın nihâi adımı (benim sıralamamda üçüncü kategori) da bu zihniyetin “ger çekliğe" karşı olmasıdır ki bunsuz öteki ler de olam azdı. M ehm ed Ali Tevfik’in “mânevi yurt" kavram ını ve toplum un zihninde bunun inşa edilmesi için gerekli gördüğü yöntemi okuduk. Yazar, “m efa
mu’mı oluşturacak kadro T ürk T arihinin bir kitapta, bunları yazdı: Sümer ve Mezo
yaratmıştı. Buna paralel olarak, bütün kül tür dilleri de Türkçe’den türemişti. Birinci Türk Tarih Kongresi 1932’de An kara’da toplandı. Burada “kuruyan deniz", “Türk ırkının kafatası” ve buna benzer bir çok konu, zaman zaman gerginlikler yaşa narak tartışıldı. Kongrenin sonuna doğru, G enç Kalemlerde Mehmed Ali Tevfjk’in oy nadığı rolü oynamak Yusuf Akçura'ya düş
tü. Uzun konuşm asının b ir noktasında Fransa’da gittiği bir okulu anlatır ve şöyle der Yusuf Akçura:
çok istifade ettiğim
ve hocalarına minnettar kaldığım bu mek tebin tarih dersleri, bir kül teşkil ederek, talebeye muayyen fikirler veriyor ve talebe ye muayyen bir emel, bir gaye telkin edi yordu.” Bunu özetliyor ve orada telkin edi len bu “gaye"tün “adeta Harbi Umumînin bir programı” olduğu sonucuna varıyor: “D em ek Büyük H arp bu su retle m e k tep le rin tarih tedrisile seııelerd en beri ilim n a -
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
m ın a ih z a r ediliyor, telkin ediliyor, d a h a d o ğ ru fa k a t (iğ b ir ta b ir le p r o p a g a n d a ed iliy o rd u ,’’ Bu s ö y le d ik le r im d en a n la ş ılm ış tır ki tarih m ücerret b ir ilim değildir: Tarih h a y a t için dir: tarih m illetlerin , k av im lerin
Yarlıklarını m u h a fa z a etm ek, ku vvetleri ni in k i ş a f e ttir m e k iç in d ir (Türk Tarih
Kongresi, s. 605). Sonra benzer başka şeyler söyler: T ilv a k i V litard. I 9 2 7 ’d e neşrolunan bu m a k a le s in d e , P r o fe s ö r L a v ıs s e ’in F r a n
48
sa'da tarih tedrisatının ıslah ın a m ü teallik fik ir le r d e n b a h se d erk en , bu m eşh u r m ü v eırih ve m üderrisin A lm an m ek tep lerin d e tarihin ta le b e d e v ata n p erv erlik hissini ta k v iy e e d e c e k ta rz d a okutulduğunu m i sal g östererek, F ra n sa ilk ve o rta m e k tep le rin d e F ra n sa tarih in in o y o ld a te d ıisi z a r u r e tin i ö n e sü rm ü ş o ld u ğ u n u y a z ı yor... a n in oı uz ki F r a n s a ’nın o rta ve ilk m e k te p le r in d e o k u tu la n ta rih ta m a m en o b je k tif değildir (Ay., s. 605-6).
Büıün Avrupa’nın böyle yöntemler uy guladığını da iddia ettikten sonra (o do nemde büsbütün temelsiz değil ama abar tılı bir iddia): ... Büyük Hocamızın irşadı sayesin d e... T u r k le ıe y o l gösteren o ku dsî elin işaret ettiğ i ta r a fa d o ğ ru y ü r ü m iy c b a ş la d ık
(sürekli alkışlar). C ih an a n a z a rım ız bundan b ö y le Avru p a g ö z lü ğ ile o la r a k değildir. G ö z lü k le ri k ır a r a k ç ıp la k g ö z le h a k ik a ti ve m en faati g ö r m e ğ e ça lışıy o ru z . C em iy etim iz t a r a fın d a n y a z ıla n k ita p la r d a te fer ru a ta ait h a ta la r o la b ilir; fakat, kita p la rın istihdaf ettiği g a y e ve o g a y e y e doğru biz i g ölü re t e k a n a h a tıı d oğ ru du r (Alkışlar). B iz bu eserim izd e, ia m enşeinden itiba ren ken di kav m ım izi, ken d i ırk ım ız ı m ih ver ittih az ettik. Ve bütün b e ş e r î v a k ıa la
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
Kongrede son konuşmayı Maarif Vekili Esat Bey yapar: 'T arilı tedrisinde birinci vazifemiz milli tezin mahfuziyetidir. Millî tezimizi çürütecek mevzulardan uzak kal mak [Bunlar acaba neler olabilir? 1 her bi rimiz irin, muallim için, talebe için millî ve vatanî b ir m ü k elle fiy e ttir’’ (A.y.. s. 62 8 ). Bakanın bu sözlerinden Akçura’mn "m esajı" nı anladığı belli oluyor. Ama za ten o yıllardan beri okullarda okutulması uygun görülmüş kitaplara bir göz atıldı ğında, bunun Milli LgitinVin leınel direği olduğu açıkça gorulıiyor. Yani, denebiliı ki Mehmed Ali Tevfik’in 1911d e “yapıl malı” dediği iş otuzlarda kurumlaşmıştır. Bu dil ve tarih ‘Teori''leri. yukarıda de ğindiğim "yol ayrımı” çerçevesinde, mili tarizm ve iutuhaıtan çok. "medeniyet ku ruculuk” özelliğini vurgulama çabasında dır. Ama mantık düzeyinde bakıldığında birbirinden çok ayrı gibi gorıınen bu iki "yol” pratikle hiçbir zaman birbirinden büsbütün aynşmamıştır. Örneğin Cumhu riyet milliyetçiliği Osmaıılı’ya genel olarak iyi bir gözle bakmaz. Ama fütuhatın de vanı eniği Kanunî döneminin sonuna ka dar bu tavrını fazla öne çıkarmaz. Demek ki "fütuhat” olduğu sürece. Osmanlı bile iyidir. Bu vurgu şaşm ası, genel ideoloji içinde “militarist” değerlerin ne katlar ağır bastığının göstergelerinden biridir. Cumhuriyet kurulduğunda, yukarıda da işaret edildiği gibi, Abdülhaıııit’in "İs la m c ılık ' p olitik ası güderek yedeğinde tutmak istediği “M üslüm anlaı’ dan fazla kimse kalmamıştı. Artıavuilar daha Bal kan Savaşı sırasında fırsaııan yararlanarak kopmuşlar, Araplar ise bunun için Birinci Dünya Savaşı’nı beklemişlerdi. Yani, yeni kurulan devletin İslam vurgusunu g ü ç lendirerek sadakatim kazanacağı bir nûlus yoktu bir istisna ile: Kâriler! “O sırıanlı”, “H ilâfet”, “ls lâ m e ılık "...
kim , buğun A v ru p alılar d a b ö y le y a p ıy o r
Cum huriyei’in ilk bir iki yılında bunlar hepsi bir arada temizlendi. Cumhuriyetin 6 0 0 yıllık bir saltanattan sonra yeni rejim
lar (A.y., s. 606).
olarak yerine oturması, ikili bir ideolojik
ra o m ihverin yan ın d an b a k ıy o ru z . N ite
T Ü R K I Y
E ' D F
S I Y A S
İ
D O Ş j
N C F N İ N
A N A
Ç İ Z G İ L E R İ
Atatürk'ün b ir epifitim/ o larak K enan E n en , kültüre / cam/? tem sil ediyordu. Murat Belge 12 Yıl Sonra 12 Eylül kitabın d a bunu şöyle izah eder: Sıradan yurttaş, Kenan Evren in şah sın d a nihayet k en d i g ib i düşünen b ir ö n d er bulmuştu. K enan Evren, m em lekette han gi kahveye gitsen iz beş-on ben zerin i bulabileceğiniz bir tip ti.... S allandıracaksın ellisini... diyenlerden fa r k sız d ı ."
çaba gerektiriyordu. 1) Cumhuriyet reji minin kendisinin "meşrulaşiırılrnast" (le yi t i mal ion); 2) Yerini ak lığ ı sa lta n a tın meşru olmadığının kanıtlanması (delegiiinıati/m ).
Avrupa tarihinde monarşilerin yıkılma sı veya meşrutiyet sınırları içine alınması mücadelelerinde, on planda “millet" kav raıııı rol oynamıştır. Siyasi önderler, "m a vi kan sahihi olarak kendini meşru ikti dar sahihi de gören monarşiler ve aristok rasilere karşı, iktidarın "asıl sahibi’Tıin "m illet" olduğunu söylemişlerdir. Bu ön derlerin kendi konumlarını meşrulaştır mak için de ileri sürdükleri gerekçe, "mil le rin "tem silci’si, “sözcü su vb. olmala rıdır. Boylere, burjuvazi fiilen “m illetin temsilcisi" konumunu üstlenerek aristok rasileri zapturapt altına almışım Türkiye’de ne o aristokrasinin, ne dc o burjuvazinin bir benzeri vardı. “Burjuva sın ıfı" modernleşm e hareketinin öznesi değil, hedefiydi. Bu koşullarda, Batidaki "burjuva demokratik" karakterli devrim
leriıı (Amerika'da. Fransa’da. Britanya’da. Latin Amerika'nın güneyde kalan ülkele rinde ve Avrupa’nın başarıya ulaşamayan ya da halt a gibi gceiken-demokratik giri şimlerinde) “millet "i ya da "halk "t öne çı karan sloganları ve tabii felsefesi, ancak silik bir şekilde sahneye çıkabildi, ama egemen olamadı. Bugün bile. Osmanlı pa dişahlarını, mutlak ve deşpolik iktidarla rından ötürü değil, haremde kadınlara düştükleri, içkiye tutsak oldukları, sefere çıkmadıklan, yani sonuç olarak "fütuhat” yapm adıkları için e le ştiririz . Badişahlık’tan Cum huriyete geçiş. Türk siyasi bi lincinde devletin nıullakçılığm ı değiştir metli; "toplumun devleti" hiç olmadı; fi ilen her zaman "devletin toplumu” olarak yaşandı. Cumhuriyet in "allı ok 'u arasına "devletçilik" girdi ama “dem okrasi" gir medi. Bu dönüşümü bir "burjuva devri m i" olarak görenler var. Olgunluktan bir hayli uzak, "burjuva olmuş"tan çok “ol mak isteyen" bir “p ro to-bu rju v azin in ” hareketi olarak nitelendiği zaman, bu te-
D
O
N
E
M
L
E
R
V
E
rim de kullanılabilir. Ama b ir parantez daha açm ak gerekiyor. Olgunlaşm adığı Ölçüde özerk de olamayan bu “proto-burjuvazi’’nin asıl mücadelesi, mücadelesinin hedefi “despotık yönetim ” değil (çünkü aslında buna m uhtaç olduğuna inanır), “gayrı m illî” kabul ettiği burjuvazidir. Bu mücadele "Ege’den Rum toprak sahipleri nin kovalanmasından 1915 Kıyım’ma ve ve M übadele’ye, sonra da Varlık Vergi sin e, 6 E ylüle, 1964’e uzanır. Anti-feodal bir mücadele de olmamıştır çünkü -tam
50
te rsin e- “feodal” d enebilecek kesim leri kendisi içerm iştir ve 19, yüzyıl sonundaki Prusya modeline uygun olarak toprak sahibi kesimin yukarıdan aşağıya burju valaşm ışını gerçekleştirm iştir. Bütün bu koşulları yanyana getiren bir süreç içinde herhangi bir liberal-demokratik ideoloji nin oluşması m üm kün değildi ve zaten böyle bir şey olmadı. Bu türlü bir feno meni M arksist term inolojinin “burjuvad em okratik” adıyla adlandırm anın çok yerinde olmadığım düşünüyorum. _________ ÜRETKEN BİR KUŞAK __________ İttihat ve Terakki i k başlayan ve dış ko şulların (sürekli yenilgi ve kayıplar) kat kısıyla kısa bir sürede biçimlenen SosyalDarwinist milliyetçilikten söze başlayın ca, o ideolojiyle birlikte Cumhuriyet çiz gisinin bu tarafına kolayca geçiverdik. Bütün bu süTeçte, “zor koşullar” etkenin de fazlaca bir değişiklik olmadı. Şüphesiz Büyük Savaş’m bitmesi ye Kurtuluş Sava ş ı l ı n başarısı Türkiye’ye soluk alma im k â n ı ta m d ı. Am a en k az da b ü y ü k tü . Onun için bu “soluk alış’Tarm “astmatik” karakteri çok değişmedi. Her yenilik, “ilk” adım, yeni "başlan gıç" toplumlara iyimserlik verir ve eneıji üretir. Cum huriyetle birlikte topluma yayılm asa da (çü nkü yayılm asının som ut araçlan, kanalları, kurum lan vb. yoklu)
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
Burada bir kuşak, varlığını hissettirir. Kabaca, hatta biraz da “keyfî” biçimde bir ayrım çizgisi çizecek olursak, 1890-1905 arası doğmuş insanlardan oluşan bir ku şağa işaret edebiliriz. Ö zellik leri, “Os manlI İmparatorluğu” denen büyük küt lenin dağılma sürecinin iyice hızlandığı b ir evrede hayata haşlam ış ve bu süreci an be an yaşamış olmalarıdır. Cumhuri y etin kurulmasından önce, 18-30 yaşlan arasında, temel formasyonlarını almışlar dı. Kısacası, bu yaşadıkları evrenin son derece olumsuz koşullarının zihinlerinde uyarıcı, kam çılayıcı b ir etki yarattığını söyleyebiliriz. Aynı zamanda, düşüncele rinin yönünü kendileri dışında belirleye cek bir entelektüel otoritenin - “henüz” diyelim— kurulu olmadığı bir dönemde, büyük ölçüde kendi çabalarıyla “biçim lendikleri" de söylenebilir. Bu, paradoks lar içeren bir süreçtir. Kendileri, çok bü yük ihtimalle, bu boşluktan hoşnut değil lerdi. Ama o aynı boşluk daha özgür dü şünmelerine ve daha sağlam bir donanım edinmelerine yardımcı oldu. Cumhuriyet sırasınd a, özellik le rejim in yerleşm eye başladığı otuzlarda otorite de yeniden ku ruldu ve andığım hu kuşağın çeşitli üye leri otoriteyle bağdaşmanın çeşitli yolları nı arayıp buldular. Bu konuyu daha önce başka yazılarım da ele alm ıştım . Onun için şimdi fazla uzatmadan geçeyim. Örneğin tarihyazım ınd a F u a t K ö p rü lü ( 1 8 9 0 - 1 9 6 6 ) ve Ömer Lülfi Barkan (1 9 0 2 -7 9 ) iki iyi ör nektir. ikisi de, üniversitede kürsü kur m uş, adam yetiştirmiş, alanlarının aşıla m ayan o to rite le ri olarak kalm ışlard ır. Cum huriyet m illiyetçiliğinden onlar da etkilenm işlerdir. Ama form asyonlarını alırken A n n ales okulundan vb. haberdar oldukları için , ufukları C u m h u riy etin kuruluşundan sonra doğan kuşaklarınki
se çk in kesim arasında b ir e n te le k tü e l
gibi sınırlanmamıştır. Edebiyat tarihçili ğinde Ahmet Hamdi Tanpmar (1 9 0 1 -6 2 ), düşünce tarihçiliğinde Hilmi Ziya Ülken
canlanma oldu.
(1 9 0 1 -7 4 ) yine bu kuşaktandır ve Cum
T Ü R K İ Y E ' D E
S İ Y A S Î
D Ü Ş Ü N C E N İ N
A M A
Ç İ Z G İ L E R İ
huriyet’le uzlaşmaya çalışm alarına rağ m en h içbir zaman farkltlıkları silinm e
yılını tamamladığında kapatıldı. Bu tartış ma uzun süre ortamdan çekildi.
miştir.
Ama Şevket Süreyya solculuğunu reji me göre rötuşlarken Ahmet Hamdi’nin de
“Entelektüel hayat" denince hemen ilk ağızda akla gelm eyen çeşitli alanlarda benzer biçimde öncü rol oynayan, bir di siplini ilk kuran, yerleştiren kişiler hep bu kuşaktan çıkar. Musikide Mesut Cemil ( 1 9 0 2 - 6 3 ) , co ğ rafy a d a B esim D a rk o t (1 9 0 3 -9 0 ), arkeolojide Arif Müfit Mansel
tanım ını uluslararası liberal düşüncesin den alm ış bir ekonom iyi savunduğunu söyleyemeyiz. O da “liberalizm"ini Cum huriyet koşullarına uydurmuştu. Dolayı sıyla, sonuçta o da (tabii Şevket Süreyya’m nki de aynı) b ir çeşit “devletçilik"
(1 9 0 5 -7 5 ) gibi adları düşünün. N usret Hızır (1 8 9 9-1980), Yavuz Abadan (1 9056 7 ), Haşan Âli Yücel (1 8 9 7 -1 9 6 1 ), İsmail Hakkı Tonguç (1 8 9 7 -1 9 6 0 ) yine bu ku
bir anekdot anlatm ıştı. Bir okula öğret
şaktandır, Nihal Atsız (1 9 05-75) Türk fa şizminin önem li bir öncüsü, Kemalettin Tuğcu (19 0 2 -9 6 ), acıklı çocuk edebiyatı
m en tayin edildiği b ir dönem de (A tatürk’ün sağlığında) okula müfettiş geliyor ve Şevket Süreyya’nın nasıl ders verdiğini
nın öncüsü, daha birçok şeylerin öncüleri bu “a ile "dendir. Şevket Süreyya (1 8 9 7 - 1 9 7 6 ), Nâzım
izlemek istiyor. Şevket Süreyya, K adro'd a da yazdığı gibi, Kemalist düzende yaratı lan “artık"m devlet eliyle yine topluma
Hikmet (1 9 0 1 -6 3 ), Vâlâ Nurettin (190167) solun bu kuşaktan çıkmış öncüleri dir. Şevket Süreyya’nın “liberal ekono
döndüğünü ve böylece ortada bir sömürü olmadığını anlatıyor. Müfettiş bunu çok
mi" deki “muadil”i de Ahmet Hamdi Başar’dı (1 8 9 7 -1 9 7 1 ). Dostluklan da, tartış maları da, Başar'm ölümüne kadar sürdü.
adına konuşuyordu. Ş e v k e t Süreyya b ir k o n u şm a m ız d a ("tartışma" demek daha doğru olacaktır)
beğeniyor ve onu kutluyor. Şevket Sürey ya, bunu izleyen özel sohbetlerinde, artık değerin “amelenin ödenmemiş say’i” ol duğunu bildiğini ve kendisinin de buna
Em in T ü rk E liçin, Kemalist Devrim İde olojisi adını verdiği çok önemli kitabında
inandığını söylüyor. “Ama ben sorumlu luk nedir, bilen bir adamım” diyor. “Dev
bu iki düşünürün düşüncelerine “Ayde m irisin" ve “Başarizm " der ve ikisinin, m erkezde duran Kem atizm in iki karşıt
let beni öğretmen tayin etmişse ben o bil diğim şeyi anlatmam, sizin dinlediğiniz dersi anlatırım.”
ucu olduğu görüşünü geliştirir. T ü rk i ye’deki ekonom ik tartışmanın sınırlarını onlann çizmiş olduğu görüşü, doğrusu, yabana atılacak bir görüş değildir.
Sanırım bu anekdot (Şevket Süreyya bunu kıvançla anlatm ıştı!) merkezî otori te ile düşünce arasındaki ilişkiyi yeterince saydam laştırıyordun “A rtık -d eğ er"d en
Bu noktada, bir konuyu bir daha vur gulamakta yarar var: bu kuşağın üyeleri
vazgeçerek “sosyalist" olmak veya “devletçiHiği benim seyerek “liberal" olmak,
nin düşüncelerini bir otorite boşluğunda kurduğunu, ama daha sonra bir “devlet otoritesi” ile karşılaştığını söylem iştim . Örneğin Şevket Süreyya 1917 sonrasında
Türkiye’nin siyasî iklim ine uygun tavır
(Rusya’ya gitmiş ve orada Marksizmi öğre nerek buraya gelmişti. O ve Vedat Nedim
düşünceye değer ve önem verilen top lumlarda böyle bir şey olamaz, kabul edi
(1 8 9 7 -1 9 8 5 ) sonraki yıllarda görüşlerini buradaki rejim çerçevesinde değiştirdiler. Buna rağmen de hiçbir zaman rejimin gü
lemez.
venine mazhar olamadılar. K ad ro üçüncü
lardır, Belki dünyanın bazı başka ülkele rinde de benzer durumlar ortaya çıkmış tır; ama d em okratik toplum larda veya
Yazının başında Ahmet M idhat Efen d iye değinmiştim. Allah’ın "mutlak met ni” karşısında "doğa yasası’’nın bile bir
5 J
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
geçerliliği olam ayacağını savunuyordu. Laik Cum huriyetin de kendine göre bir “mutlak metni" olduğunu görüyoruz. Bir noktaya daha değinilmezse önemli bir konu eksik kalacaktır. Şevket Sürey ya’nın rejim in otoritesine karşı nasıl bir taviz verdiğini anlattım. Ama bu onun ki şisel seçimi, dolayısıyla da sınırlı bir tekil davranış değil. Şefik Hüsnü’nün (1 8 8 7 1939) başında bulunduğu TKP de farklı bir strateji izlemiyordu. Yalnız, bunu Kom intem üyesi olarak yapıyordu. Bu çizgi yi ona empoze eden de, sımsıkı bağlı ol duğu SBKP idi. SBKP, Mustafa Suphi’nin öldürülm esine rağm en, “anti-em peryalist" kabul ettiği milliyetçi Türkiye’yi des teklemeye karar vermişti. “Proletaryamı olmayan Türkiye Cumhuriyeti’nde müm
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
çıkmasına engel olmaya çalışacakları yer lerden bitidir. Zaten 1 9 3 3 ’teki bu “yeni den kuruluş" olayında da birçok hoca “li yakati” olmadığı için değil, “sadakati” ye terli görülmediği, düşünceleri “sakıncalı” bulunduğu için kadro dışı bırakılm ıştı. Örneğin Ahmet Ağa oğlu bilgisi bakım ın dan herhalde üniversitede bulunması ge reken bir kişiydi ama tasfiyeye uğramak tan kurtulamadı. İnönü zamanında Boratav. Boran, Berkes'in ihraç edilmeleri Tür kiye’nin resmî çizgisinin tezahürlerinden biridir. Bu da, fikir adamının/iferinin nite liğiyle değil, rejime uygunluğuyla ölçül mesi gerektiğini gösterir. Siyasî merkez, aynı zamanda “entelek tüel merkez”dir. Devletin bir 'ideoloji’'s i vardır; Kemalizm.
kün olan “ilericilik"in Kemalizm olduğu kanısı orada da egemendi. Mustafa Kemal de Sovyetler Birligi’ni düşman etmeyecek
Ama Kem alizm in ne olduğuna karar vermek güçtür. Bunun önemli bir nedeni,
dengeli bir dış politika uyguluyordu. Sözünü ettiğim kuşağın çabalarının se
A tatü rk’te anlattığı gibi) bir “öğreti" kur
mere vermesinde, bir iyi rastlantının da payı oldu. Bu da Almanya'da Hitler’in ik tidara tırmanmayı başarması üzerine o ül
sidir. Gerçekten de, hayatında gösterdiği uygulama, yüksek dozda “pragmatizm" içerİTve bu özelliğiyle düşüncenin Türki ye’deki seyrinin uzağında değildir. İde olojisini kendisi değiştirdiği gibi onu izle yenler de değiştirmiştir. Sağ olsa bu gibi
kede başlayan beyin göçüydü. Yahu diler, solcular, demokratlar, tam da Türkiye'de Darüîfünurt'un kapatıldığı ve Üniversite’nin açıldığı zamanda Almanya’yı terk ediyorlardı. Atatürk bunun m odern bir üniversite kurmak için çok iyi b ir fırsat olduğunu çabuk farkedip vakit kaybet meden onları davet etti. Birçok bilim ada mı böylece Türkiye’ye geldi, İstanbul ve Ankara’da üniversite kurulmasında görev aldı. Genel olarak çok olumlu bir rol oy nadılar. Atatürk bu inisiyatifi doğru kul lanmış olmasa (rekabetten kimse pek Faz la hoşlanmadığına göre) böyle bir fırsat tan yararlanmak da muhtemelen hiç dü şünülmezdi. Şüphesiz, siyasî iktidarlar, hele bizimki gibi dem okrasinin tem ellerinin sağlam bir şekilde atılmadığı toplutnlarda, ser best düşünceden çok fazla hoşlanmazlar. Üniversite de. hoşlanm adıkları seslerin
Atatürk’ün kendisinin (Yakup Kadri'nin mayı bir “donma” tehlikesi olarak görme
değişikliklere karşı tavır alıp almayacağı da ç o k k e sin d eğ ild ir. Ö rn e ğ in “a ltı o k ”tan biri “devletçilik”ken Türkiye’nin de, Atatürkçülerin de, gitgide daha “özel teşebbüsçü" bir tavır almalarına muhte melen karşı çıkmazdı. Ama onun hayan boyunca her şeyden önce bir “Batılılaş m a” ideolojisi olarak tanınan Kemalizmin bugün bir Batı düşmanlığı ve Batı reddiyeciligine dönüşmüş olmasına tepki gös termesi beklenirdi. Kendisiyle İttihat ve Terakki ve onun ideolojisi arasında daha belirgin ayrım çizgileri görmek isteyeceği de epey kesin görünüyor. Öte yandan, “en hakikî mürşit ilimdir’’ sözünün de gösterdiği gibi, Kemalizm, pragmatizmle “pozitivizm "in bir karışı mıdır. Ta başından beri, Türk modemiz-
T Ü R K İ Y E ' C E
S I V A S I
D Ü Ş Ü N C E M İ N
mi, her düşünceden çok pozitivizmin, et kisinde kalmıştır, Ahmet Rıza’yı bir yan dan Beşir Fuat veya Sadullah Paşa’ya, bir yandan Ziya Gökalp ve Atatürk'e bağla yan bağ pozitivizmdir ve şüphesiz bunun da anlaşılır nedenleri vardır. Pozitivizm, 19. yüzyılda doğan bütün ideolojilerin, entelektüel sistemlerin de rinden etkilendiği “scientism ” (bilim ci lik) eğiliminin oldukça yalın bir biçimde gözlemlendiği bir anlayıştır. Doğa bilim lerinin şaşırtıcı, göz kamaştırıcı gelişmesi, dinleri zayıflatırken, doğa bilimlerine te mel sağlayan deney vb. yöntem lerin ha yatın her alanına uygulanabileceği ve za ten uygulanması gerektiği inancının yay gınlaşmasına yol açmıştı. “Bilimsel” sıfatı nı kıvançla benimseyen Marksizm de bu nun dışında kala matruş t). Onun için Ata türk’ün “hakikî m ürşitli de doğal olarak " bilim" dir. Pozitivizm ile pragm atizm çelişeb ilir mi? Bazı durumlarda belki çelişebilir ama Tü rkiye’de buna meydan verm eyen bir yapılanma vardı. Bu “yapılanma" politik tir, Türkiye’de bilim ve düşünce dahil her şeyi devletin siyasî denetimi altına alan sistemdir. Her askerî darbenin üniversite yi ve basını denetim altına almak üzere, zam an içinde baskı dozu gitgide artan (27 Mayıs’m 147’liklerinden 12 Eylül’ün
A M
Ç İ Z G İ L E R İ
kararlardır, dolayısıyla aynen uygulanma ları gerekir. ÇOK-PARTİLİ REJİM YILLARINDA
Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonra sında, 1946’dan başlayarak çok-partili bir sisteme geçmesi kısa vadede ya da dolay sız bir biçimde entelektüel hayatı etkile medi. Daha doğrusu, farklı düzeylerde et kiler oluştu ve bunlardan bazılarının ken dilerini hissettirmeleri için daha uzun sü reler geçmesi gerekti. Savaş y ıllan savaşa katılm adığı halde yordu ve yıprattı Türkiye’yi. Büyük bir ordunun sürekli silâh altında tutuİmasına gerek görülmüş, bu da büyük bir masraf kapısı açmışu. Birincisi gibi bu savaşm da zenginleri çıkmakta gecikmedi. Alm anların Stalingrad’a kadar devam eden üstünlük görüntüleri Türk Faşizmini g ü çle n d ird i. N ih al A ts tî, R eha O ğuz Türk kan gibi yazarlar çeşitli yayınlar çı kardı ve Almanya’n ın yanında savaşa gi rilmesi, böylece Sovyet sisteminde yaşa yan “esir Türk! er" in kurtarılması konu sunda yoğun ve sürekli bir kampanya yü rüttüler, Ama Almanya’nın savaşı kaybe deceği anlaşılınca onlar da gözaltına alı nıp takibata uğradılar. Devlet ve hükümet (tek-parti boyunca
YÖK uygulamalarına) müdahalelerde bu lunması bunun sonucudur.
b u n lar özd eşti) her zam anki o to rite r, b a sk ıcı tu tu m u nu devam e ttiriy o rd u .
Şimdi, neyin “p o zitif’ olduğuna karar verme yetkisini devletin eline bırakıyor
Ama Savaş koşullan normal hoyratlığını aşan bazı davranışlara girmesine de fırsat verdi Örneğin Tan’a yapılması düzenle nen saldırı, bu işin örgütlenmesi, İtalya ve Alm anya örn ek lerin d en , oralardaki hüküm et gençlik ilişkilerinden esinlen
sanız, pozitivizm ile pragmatizmin çatış masına imkân kalmaz. Karan veren özne, “pragmatizm"inden ötürü, neyin ne oldu ğunu saptam akta tam am en özgürdür. “Ahmet Ağa oğlu ders vermemeli", uK a d ro dergisinin yayınının bitmesi iyi olur”, “Bu koşullarda İktisadî devletçilik yapmak ge rekir”, “bu koşullarda İktisadî devletçilik yapmamak gerekir” vb. Politik ve ente lektüel merkez, bütün bu kararlan verir; uygulama faslında ise işin içine “poziti vizm1’ girer. Kararlar bilimin “irşad” ettiği
miş bir olaydı. Varlık Vergisi açıkça ırkçı b ir u y g u la m a y d ı. Y ü z k a ra sı M u stafa Muğlalı olayının tarihi de 1943’tür. İçin deki Yahudilerle batan vapur olayı yine bu y ılların olayıdır. İnön ü resm en bir “tarafsızlık” p o litik ası güdüyordu ama bunun Almanya’yı içten içe destekleyen bir tarafsızlık olduğu çok belliydi. Bu du-
53
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
n ım , Halk Partisi içinde ve “müesses ni zam” ın çeşitli kadem elerinde yerleşm iş kadrolar arasında faşizmin sevilen ve tu tulan bir ideoloji olmasmm da sonucuy du. Saraçoğlu, M en em en ci oğlu, Recep Peker, Şükrü Kaya, Mahmut Esat ve daha
Bu politikanın CHP açısından “oportü nizm”, “ikiyüzlülük" vb olduğu ileri sü
p ek ço k la rı N azizm ’e de, F a şiz m ’e de hayrandı. Erkilet gibi b ir general gidip
gereken kurumlan (ve bunların yokluğu nun olumsuz sonuçları) bu muhalefet tar zı sayesinde geniş çapta tartışıldı. Tarnş-
N azi ce p h e sin i a ç ık ça z iy a ret ediyor, C u m h u riy et gazetesi çok açık b ir Alman
taraftarlığını yürütebiliyordu,
5 4
Z
Çok-partili rejime geçiş, CHP’nin o yıl larda edindiği aşın faşizan tavırlannı bir miktar budadı (tabii Nazilerın yenilgisi, dünyada demokrasinin büyük zaferi gibi etkenlerin de payı vardı). Ama 1950’de ik tidara gelen Demokrat P arad in de düşü nülmüş ve sindirilmiş bir demokratik kül türü olmadığı için, kısa dönemde çarpıcı bir dönüşüm görülmedi. Demokrat Parti iktidarda oturmaya devam ettikçe ve ikti dara ısındıkça, demokrasiden uzaklaştı. Bu oldukça konjonktürel durum, epey
rülebilir elbette. Ama sonuçlarının genel lik le o lu m lu old uğu da s ö y le n e b ilir. “Ö zerk ü n iv ersite”den “hâkim tem inatı”na, bir parlamenter demokraside olması
ma, DP’nin oy depolan olan kırsal bölge lere çok fazla yayıfamadı. Ama kentlerde, serbest meslek sahipleri, modem küçük buıjuvazinin çeşitli kesimleri bu tartışmalan bir “siyasî eğitim” gibi izledi. Bu saye dedir ki, 27 M ayıs’ın A nayasasında bu türden ilkelere ve kuramlara yer verildi. Bunlar hep “paradoks” içeren süreçler, hele aradan bunca yıl geçmiş olarak dö nüp bakılınca. Örneğin, CHP muhaLefeti anayasaldı, burjuva demokratik düzenle rin k u ru m lan üzerinde odaklanıyordu; ama bunun vardığı sonuç da “askerî dar be" oldu!
paradoksal sayılması gereken bir biçimde,
Gerçi bu da bir çelişkiydi, ama yukan-
CHP’nin “muhalefet etme” tarzını yönlen dirdi, Böyle rol değiştirm elerine T ü rki ye’nin “çok-partili siyaset" tarihinde za m an zaman rastlanır. CHP’nin ataerkil diktatörlüğüne ( “doğru fik irle r") karşı Demokrat Parti de oyla desteklenen “plebisiter diktatörlük" yolunu seçmişti ( “hal kın istekleri"). Bu durumda CHP “klasik
da değindiğim gibi bu onyılın büyük kıs m ını dolduran muhalefet söyleminin bu
burjuva dem okratik” diyebileceğimiz bir düzenin kurum ve değerlerini savunmaya başladı. Üniversite, radyo gibi kunımlarm “plebisiter diktatör" bir iktidarın sultasın dan ve güdümünden bağışık kalabilmesi “özerk” olmalarım gerektirir. Bu da “ço ğulcu " b ir sistem e işaret eder. Türkiye Cum huriyetinde böyle b ir düzen, böyle kurumlar yoktu. Yokluğunun başlıca ne deni de hâlen yürürlükte olan ve CHP’nin yaptığı 1 9 2 4 A nayasası idi. Yani CHP, DP’ye m uhalefet ederken, çok ciddi bir
karakteri taşıması, bir “darbe”nin dahi 27 Mayıs Anayasası gibi —hiç değilse kendi bağlamındaki, önce ve so n ra - benzerle riyle karşılaştırıldığında hepsinden daha demokratik bir metnin onaya çıkmasına katkıda bulunmuştu. Başlayan yeni sosyo-politik süreçte bunların hepsi değişe cekti. Darbenin iktidardan devirdiği kadroyu “cezalandırması”, herhangi bir demokra tik değerle bağdaşacak bir şey değildir. Buna karşalık, amaçlamadığı halde üretti ği sonuçlardan b iri, sol, “M arksist s o l” düşüncenin ilk kez ciddi bir şekilde ülke ye girm esi ve legal örgütlenm e im kânı bulm ası gibi, dem okratik yönde olduğu pek tartış ilam ayacak olayların gerçekleşmesiydi.
anlam da, kurucusunun kendisi olduğu
Ama bu tuhaflığın sonuçlan çok parlak
bir düzene m u halefet ediyordu. “Para doks” derken bunu kastediyorum
olm adı. Solun , kendine yol açan güce “hayırhah" bir gözle bakmasına yol açtı.
T Ü R K İ Y E ' D E
S İ Y A S Î
D Ü Ş Ü N C E M İ N
Bunda, daha baştan militarist bir yöntem le b aşlatılan “m odernieşm e” sü recinin ürettiği ideolojide askere verilen olumlu ro lü n payı vardı. R esm î id eo lo jin in bu önemli öğesi, Marksizmin geçmişini tem sil eden “Eski Tüfekçi" teorisyenler tara fından da hararetle savunuluyordu. Bu gelişmeler, her anlamda çok "genç” olan sosyalist hareketi uzaklaşmaya başladığı milliyetçi ideolojiye geri getirme sonucu nu verdi. Bu da “milliyetçiliğin çoğu bey nelmilelciliği" güçlendirir yolunda saçma sloganlarla desteklendi, teşvik edildi. De mokrat Parti'nin ezici bir seçim zaferiyle iktidar olması ise bir “karşı devrim" ola rak yaftalandı. A ncak, "k lasik ” sağın da, “vigilante” tarzı örgütlerle sosyalizme saldırması, işi kaba kuvvete dökmesi, böyle bir toplum da herhangi bir “liberal-demokratik” an layışın serpilm esinin çok güç olduğunu gösteriyordu. Hangi türü olursa olsun,
A N A
Ç İ Z G İ L E R İ
odal”di, yani "geri”ydi (“ecnebiler”e ayıp olacak kadar); ü stelik bir "kom prador" kapitalizminin egemenliği altında yaşıyor duk. Bu kapitalizm, sadece bir “montaj ve ambalaj” sanayii ve ona uygun bir “komp rador" burjuvazi yaratmıştı! Oysa gerçek yapının bu söylenenlerle hiçbir ilgisi yoktu. Devlet sektörünün da ha en başından Türk-IşTe denetim altma alınmış memur-işçilerinin dışında, “ithal ik am esi” p o litik asın ın çerçevesi içinde güçlenen bir buıjuvazi, aynca çeşitli Ana dolu merkezlerinde de görülen bir “burjuvalaşma” enerjisi vardı. Bu gelişme, sos yalizm için bir maddî temel hazırlamıştı. Nitekim T IP’i de, sonradan DISK’i kura cak sendikacılar kurmuştu. Ekonom ik gelişme, bunun dışında da bazı yeni imkânlar açmıştı. Tek-parti dö nem inde intdigentsifl’nın devlet dışında ayağını basabileceği bir yer, bir iş yoktu ya da bulunması çok zordu. Cumhuriyet
düşüncenin karşısına kaba kuvvet çık ı yordu. Kendisi kaba kuvvetin gadrine uğ rayan da, başkasına aynı araçlarla saldırı
b a şın d a n b eri y a z a rla ra , d ü şü n ü rlere "devlet katında" mansıp bağışlardı: idare heyeti üyeliği, öğretmenlik vb. Çok-parti
ya geçmekte bir sakınca görmüyordu. Bu çatışma ortamı MHP (önce CKMP) ve Ül
li dönem de özel teşebbü sün yayılm ası devletin doğrudan denetim alanı içinde
kü Ocakları gibi kaba kuvveti fetiş leş tiren faşist örgütlerin dogmasına ve eskisine oranla kendilerini devlet aygıtından ba ğımsız! aştırmalarına yol açtı. Bu arada, çok-partili düzene geçişin ön celikle politik olm ayan, ama toplumsal yapıda bazı dönüşümler yaratan sonuçlan da yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlıyordu. İlkin “sanayileşme” olgusuna bakmak ge rek, 60-ö n cesi M arksist sol, 60-stm rası sosyalist hareketine büyük ölçüde yön vermiş, “strateji” çizmişti. Bu strateji, bir yandan “en ilerici” kurum gibi övgülü ya
olmayan yeni iş imkânları yarattı; bu da, inteligentsta’nm devlet karşısında b ir öl çüde özerkleşmesine yol açtı. Bu gibi ge lişmeler şüphesiz düşünce alanının ken disini etkilemediler. Ama düşüncenin ser pileceği alanın topografyasını etkilediler. Türkiye’deki “m onolitik ideoloji” sistemi, devlet dışında görece özerk geçim alanla rına izin verdiği ölçüde, düşünce üzerin de, sözgelişi “Doğu Bloku” ülkelerindeki gibi “mutlak” ya da “total" bir denetim kuramadı. Ancak, bu gibi gelişmeler, m illiyetçili
rektiriyordu. “Millî Demokratik Devrim”
ğin Türk siyasî düşüncesindeki belirleyici konum unu temelden etkilem edi, 1960b izleyen dönemlerde de, liberalizm olsun, Marksizm olsun, uluslararası ideolojiler, Türkiye’den içeriye girerken, kılık kıya fetlerini epey değiştirmek gereğini duy
tezinde bunların hepsi vardı. Toplum “fe
d u lar. T iy a tro n u n da ç e v irid e n ö n c e
kıştırmalarla ya da serbest seçime “Karşı Devrim” demekle Silâhlı Kuvvetleri ittifa ka çekmeyi, bir yandan da o kesimin “kalkmmak/güçlü olmak” vb. özlemlerine hi tap edecek bir ajitasyon dili bulmayı ge
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
“adsptasyori’la başlam asını andıran bir süreçle, Türk siyaset diline adapte olarak geldiler. Sosyalizm, yalnız tepedeki güçle re hoş görünmek için değil, devşirmek is
tiya karşı” söylemin de dozu yükseldi. Bu gelişmenin sonunda, Atatürkçü ideoloji nin en belirgin yam olan Batıcılık ciddi bir biçimde aşındı; Atatürkçülük, Batılı
tediği kadrolara daha “kabul edilir” gö rünmek İçin de, “anti-emperyalizm" cep
laşmamın ideolojisiyken, Batı düşmanlığı nın ideolojisi olma yönünde, bugünlere varan evriminin kanalına oturtuldu. O l
hesini alabildiğine öne çıkardı. Libera lizm ise, “siyasî liberalizm”i vestiyerde bı rakmadan içeri girem eyeceğini görünce bunun gereğini yaptı. ___ __________ BUGÜNLER______________ Yirmi birinci yüzyılın ilk onyılımn sonu-
56
Z
na g elirken , T ü rk iy e C u m hu riy eti’nde “düşünce” alanında olagelmiş Önemli de ğişik lik ler olm akla b irlik te, 19, yüzyıl sonlarından veya 20. yüzyıl başlarından kalm a bazı kem ikleşm iş g elenekler de varlıklarını sürdürüyor. Bu bakımdan, ra dikal bir dönüşüm olmadığını kolaylıkla ileri sürebiliriz. 1960 darbesi, 27 Mayıs Anayasası gibi,
dukça “paradoksal” bir yanı vardır: Alt mışlarda Marksistlerin ordudaki “Sol Kemalİ5tler"e hitap etmek için seferber etti ği bu “antı-emperyalizm” (Batı nın en ko lay tarafından “emperyalizmde özdeşlen mesi ve “eşanlamlı” sayılması), o kuşağın ö n cü leri vu ru ld uktan veya a sıld ık tan , sosyalizm etkili bir biçimde bastırıldıktan ve susturulduktan sonra, günümüzde, çe şitli generallerin ağzından çıkan sözler haline geldi. Ama bunun da, “Türk düşüncesi’’nin temel özelliği olan pragma tizmle bağdaşm adığı söylenem ez. Aynı düşünce, birini idam sehpasına gönderir ken, gönderen aynı söylem i kendi alanıet-i farikası yapabilir - “koşullar” değiş miştir ve şimdi öyle gerekmektedir. Bu dönüş 12 Eylül generallerinin çok
toplumu Balı’ya yaklaştırma misyonuna göre yazılmış bir anayasa getirdikten son ra, onu izleyen askeri darbeler açılan bu pencereyi kapatmak içgüdüsüyle davran
bilinçli bir tercihinin sonucu değildi. On lar, “düşünceler dünyası" ile, kendilerin
dılar ve özellikle 12 Eylülün 1982 Ana yasası ile bunun gerekli yasal çatısını kur dular. Yaklaşık otuz yıl sonra, Türkiye,
den önce ve sonra aynı mevkilerde bulu nanlardan daha ciddi, bilinçli, bilgili bir ilişki içinde değillerdi, içgüdüsel bir mu
1960 ruhundan çok daha fazla, 1980Terin
hafazakârlığın bu toplumda benimseyece ği sloganları benimsemiş olmanın ötesin de bir “düşünme” çabası içinde değillerdi, O yıllara kadar Aydınlar Ocağı çevresinde şekillendirilen “Türk-tslâm SentezE’nde onlara aykın gelecek fazla bir şey yoktu.
ruhunun etkisi altında. 12 Eylül darbesi, benzerleri gibi, “Ata türk ilk eleri” adına yapıldı, A ncak, de mokrasiye karşı aldığı düşmanca tavır ve sorumlusu olduğu faşizan uygulama, nor mal olarak, Batımın tepkisini çekti. Soğuk Savaş devam ettiği ve Türkiye bir NATO ülkesi olduğu halde, Batı’mn demokratik kamuoyu 12 Eylül askeri rejim ini m ah kûm etti. Bu da, Kenan Evren iktidarının Batı dem okrasisi ile sonu gelmeyen bir polem iğe girm esine yol açtı. Benzerleri daha önce de olmuş, 12 Maıt’ın askeri re jim i de eleştirilm işti. Ama seksenlerde eleştirinin dozu yükseldi. Onunla birlikte sözcülüğünü Kenan Evren’in yaptığı “Ba
Yine aynı dönemde ABD’nın komünizmi bir “yeşil kuşak "la (İslâm) kuşatma “fikri"ni de kolayca benimsemişlerdi, "TürkIslüm Sentezi"ne “teknoloji” kılığında bit “Batıcılık” da ekleyip bunu resmî ideoloji halinde toplum a sunm akta bir sakınca görmediler. C ih et-i askeriye’den gelen “id eolojik form üller”, ne kadar “ideolojik" olsalar, epey yüksek dozda bir “pazu kuvveti" öğesi içerirler. Seksenlerin ikinci ideoloji
T »
R K i Y
t ■ O E ___ S y _ Y A _ S j ___ D J Ö Ş J J
N_ C
S _ N IJ j
A N A
Ç İ Z G İ L E R İ
merkezi kurguı Özal ve ANAP harekeli oldu. Burada üretilen ideoloji ötekinin hiç gerisinde kalmayan bir “itaatkâr top lum " ideali tasarımı içeriyordu. Yalnız, yöntem ler farklıydı. Ozal. "pazu kuvve ıi"nden çok "ııza ’ya güvenir or. güven mek istiyordu. Onutı için de. Ozal formu losyonunda dine daha çok yer vermek ge rekiyordu. "Hak yok, vazife vardır" felse fesini. “yoksa kafanı kırarını" vaadiyle de ğil de, “dinimiz boylesini emretmiş'' te vekkülüne bağlama stratejisini güdüyor du. IÖ20-Ö0 arası Japon ıoplunuımın (as lında o da bıtsbülun değişm iş değildir herhalde) bir "Müslüman versiyonu" de nilebilir bu toplum projesine. Halkın ter cih i. doğal olarak, "so p a" içerm eyene -veya daha "az sopa)f'sına- yöneldi. Ozal’ın “ANAP'ta dört eğilimi birleştir me" ıezi (buııu gerçeklen, bir ölçüde, ba şarmıştı), Türkiye'nin düşünce tarihinde güçlü bir biçimde yer alan eğilimlere uy gıtndtı: "düşunee'yi toplumu "bölen" kö tü bir varlık, ihanet" değilse "uğursuz luk" gibi algılama eğilimi. "Birlik ve bera berliğe heT zamankinden iaz.la ihtiyarımız olan o günlerde", bunun olması gereken şer Turgut Sunalpın MDP'si olduğu hal de. Ozal partisinde böyle bir buluşmayı gerçekleştirerek, "fikir a y n h ğ fn m ne ka dar "zararlı", ama aynı zamanda ne kadar "yapay bir şey okluğunu kanıtlamaya ça lışıyor. buna inanmaya zaten hazır geniş kesimler de durumdan hoşnut kalıyordu. Bu kısa dönemin kavgaları arasında "fi kir" tartışılm adı; "hak gaspı" tartışıldı, ü stelik, cuntanın "hak gaspı" da değil, Ozal gibilerin, fırsattan istifade ortaya aıılıp başkalarının "malı "nt kapıp kaçması... 12 Hylıd'ün en ağır baskısı, "düşünce" alanına, düşüncenin üretildiği ve yayıldı ğı alanlara yöneldi. Bu, özetle, "üniversi te" \e "yayın dıınyası/ıııedya" demektir. Her ikisinde de alınan sonuçlar. 12 kylıtl yönetimi açısından, "memnuniyet verici" idi. Seksenli yıllarda başlayan bu süreç bugün de (daha “olgunlaşm ış" olarak)
Şevket Süreyya, Türkiye .sulunda Kadro d an Yön'e t arlığını korum uş n adir figü rlerin den di. Au çak ku şağ ın daki d iğ er solcu lar g ib i Kem alist projeyi sosyal izan fik ir le r e a ç ık tutmaya çalışm ak gün sıkıntılı bir misyon üstlenmişti.
devam ediyor. Louis Althusser "D evlet id e o lo jik av g ııları" dediği b ir kavram oluşturm uş, bunu devletin, asker, polis gibi kollarından oluşan "baskı" aygıtları nın yanma koymuştu. Tezini ortaya attığı yıllarda, birçok ülkede özel girişime daya lı medyaya, buna benzer bir yapısı olabi len eğitim e, hele "aile” gibi kuram lara, genel ideolojiye eleştirel olmayan katkıla rından ölürü "devlet" sıfatının takılması bana aşırı görünmüştü. Bugün de böyle düşünürüm, ideolojik yoniden-üreıimin düzenin de ye nid cn -ü retilm esiııi nasıl sağladığının somut mekanizmalarının da ha iyi incelenmesi gerek iv or. Gelgeldim. Türkiye gibi özgül bir örnekte ("devlet fe lişiz n n n in her zaman dorukta olduğu bir örnek), bir "metafor" olarak kabul et sek de, eğitimin ve medyanın “devlet" ' sıfatıyla nitelenmesinde ampirik olgularla
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
çelişen bir durum olmadığı görülüyor. Özellikle medyada (çünkü eğitim zaten
uysal toplumun bunlan ezberleyip yerine getirdiği bir düzen kurmaya çalışnlar.
büyük ölçüde kurumsal anlamda devlete
İdeal “tek-parti" ve otuzlar olmakla bir likte, yaşanan zaman arak otuzlar değildi ve dünyada uyulması gereken başka zo-
bağlı), bu, genel ideolojinin bazı özellik leri sonucunda, gönüllü bir “öz-görevlendirme” sonucu ortaya çıkıyor. Her yerde olduğu gibi burada da medyada çalışan belirli bireylerle devletin özellikle “istih barat" örgütleri arasında kurulmuş özel ilişkiler olab ilir ve vardır. Ama T ü rk i ye’deki durum bunun çok ötesinde bir bağımlılık gösteriyor.
58
Z
“Epigon" kavramı, Yunan m itolojisin deki “Tebai'ye karşı yedi kişi" mitinden tüketilmiştir, “sonradan doğan" demektir ve bir “önderin yolundan giden”, “izleyi ci" anlam ına gelir. Troçki, Stalinistlere karşı ideolojik mücadelesinde bu kavramı kullanm ayı severdi. B ir “önder"i yücel tenler, normal olarak, onun kadar parlak olmayan kişilerdir. Bu “yüceltme” olgusu, “Biz onun gibi olam ayız” (aslında, “hiç kim se on u n gibi olam az") itira fın ı da İçinde taşır. Yine Troçki’ye göre, yücelti len önderin pek çok özelliği olabilir; ama “epigon”lar bunlardan en fazla birkaçım ve genellikle en olumsuz olanlarını seçer ve bunları yüceltirler. 12 Eylül darbesinden sorumlu olanlar, TSK içinde bu mertebeye yükselen hemen hemen herkes gibi Kemalizmi içtenlikle benim seyen ve bütün davranışları “epigon ” nitelem esine uygun olan kişilerdi. 27 Mayıs’ı izleyen yıllarda, kariyerlerinde yükselirken, sivil siyasete küçümseyerek, sosyalizme ise derin bir nefretle bakmış lardı. Darbeyi, “tek-parti rejim i”nin, yani Atatük’ün sağlığındaki Türkiye’nin resto rasyonu olarak gördüler. Bunu gerçekleş tirmeye çalıştılar. Bu “epigori’ların Ata türk bütünselliğinden çekip çıkardıkları özellik “o ton terlik”ti. Ama, yukarıda be lirttiğim gibi, bunu “B aticı” özelliğinden de izole ettiler. Ayaklann baş olmaya he veslenmeyeceği, " küçük”1erin “b ü y ü k le rin verdiğiyle yetinmeyi bildiği, baştaki kişinin topluma “dogrtı”İarı dikte ettiği,
runluklar türemişti. Örneğin “tek-partili” rejimlere İyi gözle bakılmıyordu. 12 Ey lül, çeşitli yasalarla varolan bütün partile ri aynılaştırarak “ço k -p artili” b ir rejim kurmaya çalıştı. Bunda tamamen değilse de, kısm en b a şa rılı oldu. Yeni Anayasa’mn armağanı olan Millî Güvenlik Ku rulu, gerçek iktidarın kurulduğu organ haline geldi. Bu gelişmeler, "düşünce" ile “gerçek lik" arasındaki ilişkinin, ta 1911’de Meh m et Ali Tevfik’in tanımladığı ilişki gibi ol masını devam ettirdi; arkasını “kurumsal lık " gücü ile takviye ederek sürdürdü Türkiye Cütnhuriyeti’nin yani “T.C. devleti’’nin bir (resmî) görüşü vardı: bir dün ya görüşü, buna uyan çeşitli açıklamalar vb. Bunların doğru olarak kabul edilmesi gerekiyordu, Sözgelişi, dış dünyada binle ri Tü rkiye’de çokça işkence yapıldığını iddia ediyor (o yıllarda bunun “içeride" telaffuz edilmesi zaten pek mümkün de ğildi). Bu durumda, “resm î” ağız, bunu reddedecektir, iddianın am pirik bakım dan doğruluğu, yanlışlığı önemli değildir, k ateg orik olarak reddedilm esi gerekir. Devlet reddetmişse, medyanın vb, işken ce olm adığı yolunda yayın yapm ası ve yurttaşın da buna inanması gerekir. Yurt taş, yalnız kendi devletinin söylediğinin doğru olduğuna inanmalıdır, İnanmıyor, başka şeyler söylüyorsa suçludur, haindir. S on u ç olarak , M ehm et Ali Tevfik’in önerileri, belki onun da umutlarının öte sinde gerçekleşti, kurumsallaş ti. Bu, tabii, Türkiye'nin “resmî” gerçekliğinin de “lictive" bir gerçeklik olduğu anlamına gelir. Örneğin, yer adlarını değiştirerek, “tarihi yeniden inşa etme” çabası... Elazığ, Tun celi gibi kent adlarından başlayarak kent lerin içinde sokak adlarına uzanan binler ce ve binlerce ad değiştirme; boyutlarım
T Ü R K İ Y E ' D E
S İ Y A S İ
D Ü Ş Ü N C E N İ N
A N A
Ç İ Z G İ L E R İ
bilm ekte zorlandığım ız “tahrip" sureci; yıkılmaya terkedilen ya da fiilen yıkılan,
pek kimse bilmez veya hatırlamaz. Ama okula giden bir “Türk çocuğu” onuıı yaz
başta kiliseler olmak üzere, pek çok de ğerli bina, “Rtmı Bükü"nü “Türk Bükü", “Apostol Burnu "nu “Atabol Bum u"na dö
dığı “a n t”ı okum aya devam eder. Yani “süreksizlikler”in yanında “süreklilikler" de var.
nüştürmek gibi trajikomik çabalar.
Zihnini otoritenin talimatına teslim et m iş “d ü şü n ü l" ya da “b ilim adanıY’na k arşı, aslında o to riten in de gerçek bir
Ve bütün bunların getirdiği tuhaf “no m in a liz m ” ! N esn eleri “a d la n d ıra ra k ” “gerçekliği kurm a”m n müm kün olacağı in an cı, “Kim “şeh it" olur, kim “ölü ele geçer”, "gerilla" demek ne demektir, “te
saygısı yoktur. “Akşama imam bayıldı pi şir" denince iyi bir imam bayıldı pişirme
rörist" nedir? "Gerçekliği kurm ak" gibi bir projenin Yarıp varacağı yer, zorunlu olarak, “kur
bu tip “bilim adamı”na duyulacak saygı da öyle bir şeydir. Peki, ikinci yolu seçenin yoluna ne çı
m aca g e rçek lik " tir. B ir toplum (ya da onun “ebedî yöneticileri”) böyle bir ter cih yapmışsa, o toplumda “doğru" kaçı nılmaz olarak “tehlikeli", “sakıncali” vb.
kar? Böyle bir toplumda? İyi bir şey çıkmayacağı kesindir, ama bu “iyi olmayan" şeyin ne olacağı bazı iç ve dış koşullara
dur. “Bilgi”, sıkı sıkı denetlenmesi gere ken bir nesneye dönüşür (üniversitelerin, yüksek öğrenim in sık ı denetim altında tutulması bu nedenle büyük önem kaza nır). Toplumun b ilm em esi gereken şeyle rin listesi uzadıkça uzar. Bu koşullarda “d ü şü n ce"n in önünde iki yoldan birini seçm ek zorunluğu orta
yi bilen abçıya ne kadar saygı duyulursa,
göre değişir, G iordano B ıu n o ’dan beri (1 6 0 0 ) bildiğimiz dünyada insanları dü şüncelerinden ötürü yakm ıyorlar. Ama kötülük etmenin başka —daha ılım lı- yol ları da bulunabiliyor, Türkiye’de bunlardan biri “1 4 0 2 " uy gulamasıydı. 12 Eylül, bu yolla, üniversi teyi, doğru bir şey bilme ve düşünme ih timali olan “zararlı unsurlar"dan temizle
ya çıkar: 1) Yukarıdan belirlenen sınırlar içinde ve “kurmaca gerçekliği" destekle mek Üzere düşünmek; 2) Gerçek gerçek
di. G eçim ini elind en alam adıkları için yaygın uygulama, “sözde" demek oluyor:
liği kavramak için düşünmek. Bunların birincisini seçm iş olana “dü şünür" demek müm kün değildir. Böyle biri, şüphesiz, “y e ten ek li” de o labilir. Ama o da yeteneğini “düşünce”yle ilgisi olmayan bir makamın hizmetine vermiş
“sözde Nobel ödülü” vb. “Abes’’e doğru bir gidiş!
demektir, ö rn eğ in , otuzlarda harıl hani uğraşarak olmayan bir “Türk tarihi” yaz maya çalışanlar bu kategoriye girerler Bunlann arasında adını dünya bilim tari hine yazdıran tek bir kişi bulunmadığı gi bi, Türkiye’de bile pek fazla hatırlandıkla rı söylenemez. O proje terk edilmiş, ama
araştırm aların teşvik edilmesi" için tali mat yolluyorsa, böyle bir toplumda “araşürma”ya, dolayısıyla “bilgi"ye, “doğru"ya biçilen değer hakkında bir fikir edinme miz mümkün oluyor. Böyle bir “akademya" nm “intihal” gibi bir olay karşısında gösterdiği kayıtsızlık da bu tavır çerçevesinde antaşıhrhk kaza nıyor. Çalman şeyin değerinin büyüklüğü
bu da tam bir sessizlik içinde gerçekleş miş, yapılan işin, kurulan teorinin eleşti risi de yapılmamış tır, Bugün, Reşit Galip’in, Orta Asya’da ku ruyan “iç d en iz” hakkında ne dediğini
“sözde aydınlar", “sözde bilim adamları",
Yüksek öğretimde koordinasyon sağla ma “gerekçesiyle” kurulmuş YÖK adında ki kurum birkaç ayda bir bütün üniversi telere “Sözde Erm eni soykırım ı üzerine
oranında, hırsızlığın zihnimizdeki önemi de artar. Çalman şey “bilgi” ise, bu da çok önem verilecek bir şey sayılmaz. Ancak,
5 9
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
düzenin hazzetmediği birini karalamak için kullanıla biliyorsa, işlevsel bir önem kazanır, intihali yapan, ‘ düzenin adamı’’ ise, o zaman Yargıtay gibi bir kurum dahi
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
dir ve son yılların “linç” karakteri göste ren çeşitli olaylarında gözlemlenebil inek tedir, Kaba kuvvet, böyle bir milliyetçilik anlayışının kaçınılm az yol arkadaşıdır.
işi örtme çabasına katılabilir. Şu yaşadığımız günlerde “Yüksek” veya değil, Yargı'mn bütün kademelerinden ge len çeşitli kararlar, “d o ğ n i’nun yanı sıra “hukukî"nin de yargı kararıyla nasıl yok edilebileceğinin çarpıcı örnekleriyle dolu.
Kemalizmin çok acemi ve İtaba saba b i çimde olsa da içermeye çalıştığı “medeni yetçilik” ten “sav aşçılığ a ( “en büyük as
“Kurmaca gerçektik” arak mahkeme ka rarlarıyla da teminat altına alınabiliyor.
dogmaya dönüştürülmesi eğilimi de güç lenerek devam etmektedir. Bu yakınlarda M u sta ja adında, Mustafa Kem al’in bazı zaafları da bulunan bir büyük kahraman olduğunu kanıtlamaya çalışan bir Filmin
Ancak, bu “yargıyla takviye", ciddi bir
60
Z
bunalım belirtisi olarak da yorumlanabilir. Ortaya konan ideolojinin “ideoloji” olarak zayıflığı, inandırıcılıktan uzaklığı, böyle bir takviyeyi gerekli kılıyor. Bu bunalım, son analizde. Cum huriyetin kurucu ide olojisinin içine düştüğü bunalımdır. Ne var ki bu, sahibini konumundan sü kûnetle istifa ettiren b ir bunalım değil B ugü nlere kadar “ik tid a r" konu m u nu sürdüren kesim bugün de ayrıcalıklarım elden çıkarmaya hazırlıklı ya da istekli değil. Dolayısıyla bu süreç toplumun ta m am ım etkileyen bir m ücadele orıam ı içinde devam ediyor. 12 Eylül g en era llerin in y an b ilin ç li
ker bizim, asker” vb,) oldukça kesin bir dönüşü gerçekleştirmektedir. Bunların yanı şıra, ideolojinin dini bir
katı Kemalist çevrelerde karşılaştığı tepki bunun sadece bir örneğidir. Bir kitapta canını kurtarmak için kadın kılığına gir mesinin anlatılması yine bunun gibi bir tepki salvosuna yol açmıştır (bu, tabii, bu çevrenin "kaduı"a ne gözle baktığı hak kında da ilginç bir fikir veriyor). Roma’m n “politeizm’’! çökerken, impa ratorlar “ta u n ” olduklarını ilân etmeye başlamışlardı. Bu da, inanç sisteminin na sıl bir buhran içinde olduğunun işaretiy di. Şimdi, buradaki “tanrısaltaştırma" ça
diyebileceğimiz bir değişim daha söz ko nusudur; bu, Kemalizmin her türlü Türk milliyetçiliğini içine alacak şekilde geniş letilmesidir. Atatürk’ün ne kendilerinden
bası da benzer b ir bunalım ın sinyalidir. Bu toplumda “mutlakiyetçi" düşünce tar zının ne kadar k ö k lü , g erçek anlam da “sekülarizasyori'un ne kadar zor olduğu nu gösteren durumlardan biridir. Bize la ik liğ i arm ağan eden “b ü y ü k ö n d e re ", “ebedî şe f”e saygım ızı gösterm ek için, onun "profili” olduğunu düşündüğümüz bir gölgenin önünde tören yapıyorsak, buna nasıl bir anlam verebiliriz?
ne de ideolojilerinden hoşlandığı İttihat çılar da bugünün “M illiy etçiler Panteonu' nda yerlerini almışlardı - Enver da
Bunların hepsi ciddi bir ideoloji bunalı m ının göstergeleri olm akla birlikte, bu ideoloji bugün hâlâ iktidar konumunda
hi. Böyle bir “genişleme” ihtiyacının geri sinde şüphesiz yukarıda değinilen “buna lım” durumunun payı vardır. Bu “genişlem e" nin üretmesi beklenen bir sonuç, milliyetçiliği daha geniş bir ke sim in ideolojisi haline getirm ektir. Bu,
ve yukarıda kısaca değinildiği gibi bu ik tidarı devam ettirmek için zorlu bir mü
doğal olarak, bir “avamlaştırma” projesi
lumda sagaltılması güç yaralar mı açacak?
müdahalelerinden bu yana, Kemalizmin geçirdiği dönüşüm “Batılılaşma” ideolojisiyken “Ban düşmanlığı” nın ideolojisi ha line gelm ekten ibaret değildir. Bu ciddi ters dönüşüm yanı sıra belki “genişleme”
cad ele veriyor. Bu m ü cad ele, m iad ın ı çoktan doldurmuş (ve hiçbir zaman “çağ daş" olmamış) bir ideolojinin defterinin kapanması mı olacak, yoksa bütün top
T O R K I y
E ' D
l _5
I V A S İ
D U Ş Ü N C E N I N
Uluslararası düzeyde baktığımızda her hangi bir " konvenibililesi" bulunmayan bu düşünce tarzı, düşünce olarak geçerli liği yitirmiş olsa da. onu ayakta tutan ke sim in fiziksel gııcü sayesinde Türkiye içinde yerini koruyor. Sonunda bu varlığı da sadece nominal" kalmış olabilir, ama balâ bu loreıısı varlığım sürdürebiliyor. Doğu Bloku ülkelerinde uygulanan Ko münizm tarzında Sıalin “kısi putlaştırma sı" diye adlandırılan âdeti başlattı. İlk ağızda I.e ııin 'i \ü c e lte re k ve h er yeri onun heykelleriyle donatarak işe giıişii ama çok geçm eden 'Stalin ilk eleri" de çıktı. Stalin heykelleri ile dikildi. C inde M ac sağlığında putlaştı Kore'de Kını II Sımg bir başka örnektir. Yaşayan bir önderin bu şekilde yüceltil mesi. bu aııti-d em okraıik loplumlarda. onları o yere getiren örgütün, yani Komü nist Partinin çıkarına olmamışın. Çünkü önderler olur, öncekinin yerini alan bu gelenek içinde kendi kültünü yaratmak geregiııi duv ar. Önderin büyüklüğü örgüt için zararlı bile olabilir. Türkiye'de Atatürk başta eğilim siste mi. ideolojik dünyanın her yerini kapla mış durumda. H eykelleri, resim len de. söz konusu Dogıı Rloktı toplam larının ■'önder külUT’nün çok ilerisinde. Ancak hu. büyük ölçüde Atatürk'ün ölümünden son ra g e rçek le şti ve her şeyd en öııee onun yerini kimsenin alamayacağı nokta sı vurgulandı. Bu. sosyalist ülkelerdeki, belirli zamanlarda resim \e heykel değiş tirme zonmluguııu ortadan kaldırdı. Varolan bütün kurum lardan önce Si lâhlı Kuvvetler Atatürk'ü benimsiyor ve toplum da buna itiraz etmiyor. 27 Mayıs 1 % 0 ’taki darbenin gerekçesi iktidarın Atatürk ilkelerinden sapm ış olm asıydı: bugün de aynı sloganlar üzerinden ateşli bir kavga yürüyor. Silâhlı Kuvvetler Tür kiye toplunnuula ve siyaset hayalında iş gal eltimi yeri, kendisinin Atatürk’ün İra (leşinin temsilcisi vc sözcüsü olduğu iddi ası üzerinde tem ellendiriyor. Böyle bir
A N A Ç İ Z
G I L
t
R I
durum dünyanın başka herhangi bir fil kesinde görünmüyor. Demokrasiyle bu nun bağdaşması da mümkün değil. Dolayısıyla sorun, merkezinde TSK'nın yer aldığı bir siyasî düzenin değişmesi ya da değişmemesi sorunu. Siyasî düzenin kendisi de, İni biçime sokulmuş ideoloji de. bütün pragmatizmine rağmen, içine yeni öğe kabul edemiyor, esnemiyor; bu özelliklerini korumakta ısrar ettiği ölçüde ele anakronik bir karaktere bürünüyor. Müthiş bir "statüko ideolojisi" haline ge liyor. Bu devletçi ideolojiye karşı güçlenen İslam cı hareket, siyaset ve id eoloji, bir din temeli üzerinde yükseliyor olmasına rağmen, onun kadar değişime ve yenile meye kapalı görünmüyor. Ama onun bu görece esnekliğinin sınırları nereye kadar genişleyebilir? Bu “devlet laisizmi"nin o dini ideolojinin "panzehiri" olacağı inan cı btıgıın vardığı yerlerle, boş bir inanç olduğunu da gösterm iş oldu. Ama dini ideolojinin de bu "devlet dogmatizmi"ııin panzehiri" olacağım um m ak, aynı so nuçsuz diyalektiği sürdürmek olur. D ü n y an ın her y e rin d e d ü şü n ce n in önünün açılması ve özgür gelişmesinde en bu\ ük. eıı belirleyici rolü oynamak so la düşmüştür. Türkiye'de de solun benzer bir rol oynaması muhtemeldir, ama hesa ha katılması gereken bazı ciddi handikap lar vardır: 1} Batı dünyasında hemen her yerde etkili bir varlığa sahip olan sosyaldemokrat gelenek Türkiye'de bugüne kn dar kurulamamıştır. Bu sıfatı kendilerine yakıştıranlar, otoriter devletçi ideolojinin asıl sah ip lerid ir, Sosy al-d em ok rasiııin Tü rkiye'de ancak Kem alizm olduğunu kanıtlama çabasındadırlar. 2) Marksist sol eıı etkili olduğu zamanlarda da kendi dü şünsel orlodoksisiniıı dışına çıkmak için bir adını atmadı. Tersine, bütün gruplar, kendi "resm î” çizgilerinden eıı ulak bir sapma olmaması için gerekli her şeyi yap tılar Şimdi "eski” denilen bu solun bu gün devanı eden çeşitli kollan ya Maucu
61
D
62
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
grup ve bazı benzerleri gibi “faşist" sıfatı na uygun b ir “u lu sa lc ılık ’’ konu m u na
laysız sonucu, 20. yüzyıl ortasından beri dünyanın gidişini yönlendiren Soğuk Sa-
yerleştiler ya da onun çok uzağında sayıl mayacak bir yerdeler. Bu konuma yerleş mekle, yalnız “Marksist dogma tizm"lerini
vaş’ın fiile n son a erm esi old u. Bu da, “Hür Dünya”nın müttefik sayarak eleştiri dozunu yumuşattığı çeşitli (kimisi askerî)
sürdürmüyor, Türkiye’nin geleneksel ikti dar yapısını ve ideolojisini de desteklemiş oluyorlar.
diktatörlükleri “anakronik” bir hale gelir di. Böyle rejimlerde direten ülkeler yeni dünyada kendilerine yer bulmakta zorla
Bütün bunlara rağmen ve bütün bunla rın yanı sıra, hem ülke içinde, hem de
nacaklar, şimdiden zorlanıyorlar. Şüphesiz bu global gelişmeler her top
uluslararası ortamda kendini gösteren de ğişim, yenileşme akımları Türkiye’nin de orta vadede bir kabuk değiştirme süreci ne girm esini kaçınılm az kılıyor. Burada çeşitli yanlanyla ele aldığımız m illiyetçi düşünce, son analizde, “ulus-devlet” çağı nın ürettiği ideolojilerden biridir; “ulus-
lumun kendi iç dinamiklerinden bazılan ile buluşarak ve örtüşerek ilerliyor. Bu ge lişmeler Türkiye içinde de var. Statükocu direniş özellikle eğitim kurumlannda çe tin bir varkalma mücadelesi vermekle bir likte, bu kuram larda da düzeni eleştiren öğretim elemanı ya da öğrenciler gittikçe
devlet”in en akılcı toplumsal örgütlenme biçimi olarak görüldüğü bir tarihî döne min ürünüdür. Oysa bugün, dünyanın
çoğalıyor; bütün bu tarih eleştirel bir göz le yeniden ele alınıyor; alındıkça, resmî ve “sanal” Türkiye’nin yerine gerçek tari
gelişmesi, bu çağın miadının dolduğunu gösteriyor Bu çağın “m iad ın ın d olm asrim n bir
hi, gerçek ilişkileriyle Türkiye geçmeye başlıyor. “Düşünce", o sanal imgeyi takvi ye etmek üzere iktidar hizmetinde çalışan
yan-ürünü de, bütün “enternasyonalizm” edebiyatına rağmen dünyanın en “izole"
bir “büro" olmaktan çıkarak, olması ge rektiği gibi, gerçekliği kavramak ve açık
ulu s-devletlerind en b iri olarak varolan SSCB’nin bu özelliğinden ötürü global ge lişm e “tre n d ”ierin in d ışın d a kalm ası,
lamak amacıyla çalışan nesnel ve eleştirel bir etkinlik olmaya başlıyor. Bu gidişi ya vaşlatacak çeşitli girişimler mutlaka ola
kendi sanal gerçekliğine kapandıkça ger çek sorunlarıyla başa çıkm a yeteneğini kaybetmesi ve çökmesi oldu. Bunun do
cak, kısm en başarı da elde edebilecektir, ama durdurmak bundan böyle mümkün olmaktan çıkmıştır. □
T ü r k iy e ’d e
Siyasî D ü ş ü n c e
Üstüne Ciltler Yazılmış Hayalet ÜMİT
KIVANÇ
am da “adamlar neler yapıyor, biz de olmaz k i” sınıfına sokulacak bir
lerinin yanına katmayı asla toplu aklın dan geçirmemiş bir ülkede Tanıl ve öbür
muazzam proje bu ciltle sahiden
m aceracıların böylesine bir işi başarmış olması değil. N açizane, benim açım dan m esele hâlâ, “siyasî d ü şü nce" g ib i b ir
T
tamamlanıyor. Böylece elim izde, dokuz ciltlik, yaklaşık 7, 500 sayfalık, eşi görül memiş bir külliyat olacak: M o d e m T ü rk i
y e ’d e S iy a s i D ü ş ü n ce. Ü stüne yazılm ış
bunca sayfa, dolayısıyla patlatılmış bunca kafa var da, bahsi geçen inceleme nesne sinin kendisinden ne haber? O, sahiden, ne kadar var? Sinir bozucu bir soru; biliyorum. Bu sa atten sonra... Bir miktar “evveliyat" bilgisi vererek başlamak zorundayım. Elimizdeki külliyatı azim ve emekleri ne b o rç lu o ld u ğ u m u z a rk a d a ş la rım , “Türkiye'de Siyasî Düşünce" projesinden sö zettig in d e, b u n u n olsa olsa “İn g iliz mutfağı" türünden incecik kitaplardan bi
kavramın içini doldurma amacıyla çıkıla cak b ir A nadolu ve Trakya seferind en herhangi bir ganimede dönüp dönemeye ceğimizden emin olamayışım. Pek uygunsuz bir davranışla, “Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce" külliyatının kapanış cildinde şu soruyu açıkça sorma küstahlığını yapmaktayım, farkındasınız elbette: Böyle bir şey var mıdır? Arayalım. Madem “modern Türkiye” gibi bir kav ramsal sınırlamamız var, o halde didikle meye modern Türkiye’yi kuran ve yoğu ran zihniyetten başlamamız yerinde olur.
ri olabileceğini söylemiştim. Tanıl güldü. Şimdi toplam 6 0 0 ’a yakın m akale veya çerçeve yazı barındıran sekiz cilt karşı mızda duruyor, dokuzuncu sunu, başlık
KEMALİZM BİR "SİYASİ DÜŞÜNCE” MİDİR?
ve konu hakkında kateg orik şüpheleri
H epim izin m âlûm u, Atatürk ve Kem a lizm övülürken sık sık, “donmuş bir ide
olan ben dahil 3 5 0 ’den fazla kişi harıl ha n i b irşeyler yazarak tam am lam ışız de
olojiye saplanıp kalmama", “gelişmelere göre daima ileri götürülebilecek bir kav
mektir, siz bu satırları okuyorsanız. Mesele elbette entelektüel —ve basitçe, gündelik—disiplinsizlikte Top 10’deki ye rini hiç kaybetmeyen, “muhakeme” kav ramını “misafirperverlik” vs. gibi haslet
rayış”» sahiplik vs. temalar dile getirilir. Bunlan Atatürk ve Kemal İzm e dair geniş övgü yelpazesi içerisindeki yerinden çıka rıp ele alırsak pek isabetli bir iş yapmış oluruz. Çünkü bunlan azıcık evirip çevi-
d
ö
n
e
m
l
e
r
V
E
rince, elimizde kinin, bir siyasî düşünce değil, pragmatist b ir düşünüş tarzından ibaret olduğunu anlarız. Kemalizm, belir li teorik temelleri, hipotezleri olan, bun lara dayalı hedeflere varma amacıyla şe killendirilmiş eylem kılavuzları sağlayan, yani tutarlı politikalar üretm eye imkân veren, kapsayıcı bir “siyasî görüş” değil, bir devlet yönetme zihniyetidir. Tonunu, hatta kimi zaman rengini Batıya benzeme hedefi oluştursa da, OsmanlI'dan devrahnmışür ve aslî meselesi, devleti her kim yönetiyorsa unun yönetmeye devam ede bilmesini güvence altına almaktır.
64
Diyelim, “asker vesayeti” gibi bir kav ramı aldık merkeze oturttuk, kolaycılık yapıp; bu durumda vaziyeti de kısa yol dan şöyle tasvir edebiliriz; Dış politika da
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
şıldı. “Çok partili sistem yapalım, muha lefet de olsun” vs. dediğinizde, bu lafları nızın bir siyasi projenin ifadesi olması ih timali vardır şüphesiz. Peki ya muhalefe tin seçim kazanm a ihtim ali karşısında onu dağıtıp tek partiye dönmeniz neyin ifa d esid ir? K em alizm b irta k ım siy asî önerm eler içermiyor, demiyorum. Özel likle Batı toplumlanna benzeme hevesin den kaynaklanan girişimlerde böyle izler bulunabilir. Ama m ütem adiyen aksine davranılan önermeleri birbirine bağlayıp, “Alın işle bir siyasî düşünce zinciri!” de menin herhangi bir inandırıcılığı olamaz elbette. Kaldı ki, ortada, eti azından aksi ne davranmadığınızda birbiriyle tutarlı kalabilen bir önermeler dizisi de yok. Kem alizm e karakterini veren başlıca
asker vesayetini garantileme hedefiyle şe killendirilir, eğilim sistemi de.
kavramların -m eselâ çağdaş uygarlık, la iklik—ve formülasyonlann -m eselâ “ırkçı
Temel devlet politikalarına yön veren
o lm a y a n m i ll iy e t ç ilik ” ; Ne m u tlu Türk’üm diyene- hepsi tartışmalı, çelişki li, keyfîdir.
ve aslında millî güvenlik sisteminin anah tar kavram ı olan “m illi g ü ç ”, bütün o kapsayıcılığı ve baskınlığıyla, sadece ülke çapındaki bütün belirleyici faaliyetlerin m erkezî denetim altında yürütülm esini değil söz konusu merkezin başka herhan gi bir güç tarafından denetlenemezligini de ifade eder.' Kemalizmİn şekillendirdiği devlet mekanizmasının belirleyici unsuru budur: M illet dahil başka hiçbir gücün hiçbir şekilde denetleyemeyeceği bir yö netim odağı, h e r bakım dan güvenceye alınmıştır. Faaliyetlerinde başına buyruk tur, ondan hesap sorulmasını sağlayacak herhangi bir mekanizma da yoktur. Kısaca, Türkiye’yi hâlâ İttihat ve Terak ki Partisi yönetiyor, diyebiliriz. Çekirdek budur. Etrafına da göz atalım. “Modern Türkiye" nin kuruluş dönem
Çağdaş uygarlık, hiçbir zaman Batı de mokrasisi olarak anlaşılmamıştır. 1930’ların T ü rk iy esi’nd e, 19 Mayıs töreninde kızlara kısacık şortlar giydirmek ne Batılı bir davranıştır ne de demokratça. İlk sa hici muhalefet partisi, a da başında İttihat ve Terakki geleneği ve örgüÜeninesinden gelen birinin varlığına güvenilerek tanı nan imkânla, anca 1940’larda seçime katılabilmiş, kazandığı seçimin sonucu dev let gücünün h ileli kullanım ıyla tersine çevrilmiş, İkincisinde daha büyük bir za fer elde edince iktidara gelebilmiştir. Var dığı nokta, başbakanla iki bakanın asıl m asıdır. A sılanlar k rav at-cek et ve fötr şapka giyen siyasetçilerdi. Kem alizm İn
lerinde, tek otoritenin tartışılmaz hüküm
Cumhuriyet projesinin sözde hedeflerin den bu süreçte varlığını tesbit edebildiği
ranlığı sırasında problem olmayan şeyler, toplumsal gelişmeyle birlikte gelen çeşit lenmeler, ayrışmalar vs sonucu problem
şapkadır. Şapka mıdır Batı demokrasisi? Türkiye Cumhuriyeti hiçbir zamatı laik
haline geldiğinde, Kemalizmİn başlı başı na bir siyasî görüş olmadığı, en çok, bir takım “kırmızı çizgiler” barındırdığı anla
olmamıştır. Dinle devlet işlerini ayırdım, demiş, ama birtakım işlerini din üzerin den halletm ekte hiçbir sakınca görm e-
miz yegâne unsurlar da kravat-ceket ile
Ü
S
T
Ü
N
E
C
İ
L
T
L
E
R
Y A Z
I
L
M
I
Ş______ H
A Y A
I
E
T
Ahm et Çiğdem, Taşra Epiği 1nete "ideolojilerin Türkleştirilmesi" kon u su n da şunlara işaret eder: “Türkleştirme am eliyesi. eklem len diği h e r id eo lo jik yön len im in tarihselliğinde verili bulunan p o z it if işleri ortadan kald ırıy or ve gerçeğinin sa d ece kötü b ir kopyası o larak varkatm asm ı sağ lıy or.... K öylere liberalizm den m u hafazakârlığa, sosyalizm den m illiyetçiliğe biitûn ideolojik eğilimler, kola y ca den etlen ebilir b ir a ra c a indirgeniyor '
iniştir. Bu topraklarda kendisine
iktida
rına— rakip olabilecek tek toplumsal gu cu n . dinin toplum sal etk in liğ in i, işine geldiği yerde kırmak, işine geldiği yerde ondan yat arlanmak islediği itin , sadece ve sadece, devletin belirli bir zihniyet sa hiplen zümresine e kontrol edilmesi anla mına gelen, benzeri olmayan bir laiklik kavramı üretm iştir. Cum huriyet k u ru l duktan 30 yıl sonra hâla Alevi kıyımları na kalkışılabilm esindeıı sözeınıesek, 60. yılı geçtikten sonra ders kitaplarında Ale vdik için “sapkın bir mezhep” gibi lallar edilmesine takılmasak bile. I C. devletine laik dememiz asla mümkün değildir. Bir tek Hıristiyan valinin, generali bırakın, albayın kategorik olarak bulunamayacağı bir ülkede hangi laiklik? Sünni-Ilanefi ol
nüllülfık. iş demeyenlere ne yapılacağına geldiğinde tam bir kötü kalpliliğe dönüşe bilmiş, zaten sonuç da demeyene dedirt me olm uştur.2 T arihin, her ulııs-devlet için normal sayılacak ölçülerde çarpıtıl ması bizde fersah fersah aşılmış, sonunda kendi geçmişimizi inkara varmış, nereden dayanak bulunup da teıııellendirileceği belli olmadığından. Orta Asya'lara. Güneş Dil Teorilerine sarılarak da sonuç alına madığından. dünyanın en kendine güven siz. dolayısıyla her aıı panik halinde ve saldırgaııbğa teşne milliy etçiliği, çoğunlu ğuyla toplumun değil, ama devletin bir nevi "harcı” olmuştur. Yıkılan ve kötülen mesi elzem olan eski nizam . O sınanlı, milliyetçiliğin kendine şan şeref ve tabii daha önemlisi, dayanak temin edebileceği
m ayanların da vergileriyle döndürülen resmi Diyanet İşleri, finanse edilen za lim in din dersi, ödenen imam maaşları?
yegâne malzeme olarak kalakalmışım elle rinde. Devlet zümresinin yapısal paratıoyaklıgınııı dayanaklarından biri budun
Milliyetçilik konusunda durum daha da berbat. “Kendine Türk'üm diyeni Türk
yani aslen dayanaksızlık. Kemalizm de bu şanlarda, ortadan kaldırılması pek müm kün görünmeyen sahici zaafların gizlen-
kabul ederizTe sergilenen sözde vücegö-
D
O
N
E
M
L
E
R
V
E
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
meşinde kendinden önce muazzam evren sel başarılar kaydetmiş olan dinlerin pe
dır. D evlet iktidarına yaklaşm a ve onu paylaşma —seçimle gelen “siyasî" iktidar,
şinden gitmiştir. Kutsallardan geçilmeyen mayınlı alanında, tartışılmaz kabullerine boyun eğmeyenlere yönelik sürek avlan düzenleyebilm ek için modern Teşkilatı M ahsusa’nm ürettiği bahanelere “siyasî
“m odern T ü rk iy e"d e, devlet ik tid arın ı kısmen paylaşmaya hak kazanan bir “si
düşünce" demek... biraz fazla olmaz mı? Din ve milliyetçilik konularındaki aşırı lıklar ve acayiplikler, devlet hayatımıza ve özellikle devle t-toplum ilişkisine yön ve ren “siyasî düşünce”ye bakınca, çok do ğal görünüyor üstelik. Çünkü Kemalizm, en başta, kendini “aklın yolu”na düşmüş aydınlanmacı bir derviş olarak gösterme ye çakşırken, “aklın yolu bir” ilkesini, ka rakterinin belirleyici özelliği olan prag matizmle eline alıp bir güzel amorflaştırmışlır. Sonuç, Kemalizmin bir din haline gelmesidir. “Siyasî düşünce", tartışılabilir bir şeydir; din tartışılamaz, Başlıbaşma Kemalizmin yorumlanması, değerlendirilmesi burada konumuz dışı. Ben sadece, Kemalizmin b ir “siyasî dü şünce" olmadığına, kendine çekmeye ça baladığı toplumsal unsurlar için din, “sa h ip le ri" için se pragm atist b ir yönetim zihniyeti olduğuna dikkat çekmeye uğra şıyorum. 2007 başlarına damgasını vuran “Cumhuriyet m itingleri" ve benzeri kal kışmalara bakmayın, Kemalizmin bir mu halefet siyaseti olabilm esi, doğası gereği mümkün değildir3 Devletin seçilmeyen den e tlenemey en kısmıyla elele verip se çilm iş hüküm ete m uhalefet etmek gibi, hele parlamenter demokrasi kavramlarıy la düşünüldüğünde aşırı acayip kaçan bir konumu Kernalistler yadırgamaz. Genel likle sevmedikleri partiler seçim kazandı ğı için buna fazlasıyla alışıktırlar da. Kemalizm, tıpkı yönetim elitinin elinde türlü işlere yaradığı gibi, birtakım siyasî partilerin etinde de belirli dönemlerde çe
vil” g üçtür- potansiyeli taşıyan herkes bu aracı kullanma ehliyeti kazanabilir. Elbet te, daha önce buraya yaklaşm a ehliyeti kazanabilmişse. “Modern Türkiye "de devletin belirleyi ci bölümünü denetleme kudretine sahip kesimlerin yönetim zihniyeti, aslında ik tidar üzerinde tam bir paylaşım hak ve yetkisi bulunm am asına rağm en bu ke simlerle kader birliği etmiş sivil topluluk tarafından siyasî düşünce gibi sunulur. Aslında bu, içini ihtiyaca göre doldurabil diğiniz bir kumanya torbasıdır. Yerine gö re her türlü “siyasî düşünce”nin çeşitli unsurlarını bannd ırabtlen, esas olarak, devlet iktidarım kim in kontrol edeceğini garanti altına alma hedefiyle şekillendiril miş bir esnek talimatnamedir. Esnekliği, buna maruz kalacaklar için değil, bunu elinde tutanlar içindir. Dağı taşı Atatürk portreleriyle dolduran, neredeyse bütün takvimi Atatürk’ün doğum-ölüm ve icraat tarih lerin e göre yenid en düzenlem eye kalkışan 12 Eylül darbecilerinin okullara zorunlu din dersleri koymasında bu ba kımdan hiçbir gariplik yoktur Kimi Kemalistîerin kendilerini “esas solcu" veya “esas Müslüman” saymasında da olmadığı gibi. Kemalizm, bir fotoğraf değil, esnek ve değişken bir çerçevedir. “MODERN TÜRKİYE "D E ___________ “SİYASET ALAN I” Fakat sadece resim çerçevesinden değil, çitle, parmaklıkla, dikenli telle bir alanın çevrelenmesinden de sözetmemiz gerekir. Türkiye’de “siyaset” denen alan, böyle bir alandır. Düzenin meşru saydığı kulvarlar
şitli işler görebilir. Çünkü, içleri çeşitli şe killerde doldurulabilecek sloganlardan ve esas olarak, devleti kimin kontrol edece
da yarışacak bütün siyasî güçler, herhangi bir ulusal devler için doğal gereklilik olan
ğine dair bir temel öneriden oluşmakta
bir asgari zeminin fersah fersah ötelerine
Ü
S
T
Ü
N
E
C İ L T L E R
taşan b ir ortak alanı paylaşm ak d uru mundadır, 1 9 8 0 ’lerden sonra politikada en gözde laflardan biri oldu: "m erkez". Oysa Türkiye’de yasal siyasetin bütünü m erkezd e yapılır. “M erkeze götürm e" esprisinin bunca yaygınlığının gerisinde,
V
A
Z
I
L
M
I
Ş
H A Y A L E T
Türk siyasetçisi, devletin nasıl yönetilece ğine, devlet-toplum ilişkisinin geleceğine, vatandaşların haklarına, ortak yaşam ilke lerine dair etraflı projeler geliştirm ekle yükümlü biri değildir. Oy alacak, hükü m et iktidarım'1 elde edecek, öngörülmüş
belki de, sadece vatandaşın pek haklı po
bir çerçevenin dışına çıkmadan, kendisi
lis korkusu değil, üst düzey siyasete iliş kin derinlikli bir tesbit de vardır. Herkes b ilir ki, b ir şekild e g ötürü lü rsünü z: o merkeze olamıyorsa-bu merkeze!
ne bırakılmış alana kendinden bazı renk ler katarak işlerini yürütecektir. “İşler”
Her ulusal devlet, bir anlaşma üzerine kuruludur. İster zorla ister barışçıl yollar dan elde edilmiş olsun, o ulusal devletin
fiyeye yönelik personel a tantal an, vs. Bu, siyasîler veya siyasî partiler doğuştan kö tü ruhlu olduğu için böyle değildir; siya sîye bırakılan “iş” sahası budur. Mutema-
hükmedeceği topraklar üzerinde yaşayan ların ortak kabulleri vardır. Bu ortak ka buller, bîr arada yaşamanın olmazsa ol maz birkaç asgari kuralından oluşur ge nellikle. Oysa Türkiye’de, parti kurarak, seçim e girerek, M eclis’te söz sahibi ola rak, hatta hükümet olarak yapılan siyaset, kendi tercihlerine bırakılmış olması gere ken konularda da idarenin talimatlarına tâbidir Çünkü başka yerde birkaç asgarî kuralla tanımlanan alan, bizde üstüne ka rargâhlar kurulmuş engin bir arazidir, Her türlü siyasî düşünceyi, azıcık sağa sola kıpırdandığında meşru çerçevenin dışına dûşürebilen bu durum, esas siyaset diyebileceğimiz şeyi, bilmemkaçuıcı sınıf tan sonra alınabilen seçm eli ders konu muna geçirmiştir. Hangi liseden mezun sun? Şundan. Esas olan bu. Fen m isin edebiyat mı? Bu artık ayrıntı. Siyaset alanının devletçe bu şekilde sı
deyince neleri anlarız genellikle? İhaleler, rant paylaştırma faaliyetleri, rakipleri tas
diyen siyasîleri kötüleyerek, onları çıka rından başka şey düşünmeyen açgözlüler gibi sunarak bir iler inin yapmaya çalıştığı, durumun yapısal nedenlerini gizlemektir. Allah için, Türkiye siyasî hayatı elbette bu yakıştırmaları fazlasıyla hak eden kişi ve “ekip’Terle dolu olageldi, ama amaç üzüm yemekse, bize düşen, bu yapısal ne denleri görmek. İşimize yarayacak bir alış tırma için, siyaset alamnda faaliyet göste renler arasından siyasîlerle ötekileri ayırt etmeye çalışabiliriz. Çünkü birine baka rak ötekini, ortalama siyasetçinin “siyasi lik” eksiğini anlamak daha kolay. Heraekadar siyaset alanı, yukarıda artık simge selleşmiş olan başkc al arını sıraladığım “iş ler”den ibaret kılınmışsa da, sahiden “dü şünce "si olup “siyasî” tavırlar gösteren politikacılar arasıra çıkar. Bunlar hep özel kişiler olmuşlar, hep bir şekilde ayn tutul
nırlanması “modem Türkiye”nin vasıfları sap İmaya başlandığında ilk sıraya yerleş tirilecek şeydir. Herhangi bir varsayımlar,
muşlar, bilinmişlerdir. Çoğuna hep bir tür hayalci, idealist insan5 muamelesi yapıl mıştır. Tıpkı fair-play’i abanan futbolcular
dayanaklar, hipotezler, Öneriler vs. toplu luğuna “siyasî düşünce" diyebilmek için gereken zemin, bu yüzden, meşru siyaset alanında, yapısal olarak son derece elve
gibi tasavvur edilmişlerdir. Hepsinin en
rişsiz kılınmıştır. Bu elverişsizlik, “Türk siyasetçisi" ve “Türk siyasi davranışı" olarak adlandıra bileceğim iz iki değerli varlık tarafından pekiştiriliyor ve derinleştiriliyor. Önce;
çok vurgulanan ortak Özelliklerinin, “iş takibi yapmama”, “voli vurmama" filan oluşu, Türkiye siyaset sahnesinin neyle karakterize edileceğinin kulak tersten gös terilerek kanıtlanmasıdır. Tekrar etm e ihtiyacını hissediyorum : Siyasetçi, sadece cebini doldurmak iste yen açgözlü biri olduğu için temel meşe-
67
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
leşi etrafına çıkar sağlamak değildir; Tür kiye’de siyaset adı verilmiş faaliyet zaten esas olarak bu dur. “T ürk iye” de -d ev let tarafın d an - siyasetçiye bırakılm ış alan, rant paylaşımıdır. Zenginliğin devlet eliy le veya devlet üzerinden dağıtımına son verm ek Cumhuriyet inkılâpları arasında yeralmadığmdan, aksine, Tek Parti Döne-
6 8
mi'nde bizzat devlet içinde dönen bu iş çok-partili rejim le birlikte bütün parla menter sisteme yayıldığından, bugün si yasetçinin elinin yüzünün karası gibi gör meye çalıştığımız mesele aslında "modern Türkiye” devlet ve siyaset yapısının asli özelliklerinden biridir.
z
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
tanın yanma yanaşıp doğrulan usulca ku lağına fısıldayan bir danışman gibi. Top luluk içinde komutandan fırça yemeyi si neye çeker. "E s a s ” olan ı k a v ra m ıştır: Köprüyü geçer, m alını satar. G eçilecek çok köprü var... Hemen bütün büyük ser maye sahiplerinin hemen bütün partilerle ilişkilerini iyi tuttuğunu, hatta değişik partilere yardım yaptıklarını vs. biliriz. En büyük yardımları devlet partisine ya parlar. Bugün uluslararası sermaye egemenli ğinin vardığı aşamada, siyasî partilerin karşısına bir de Türkiye’ye özgü olmayan
masıyla, siyasete ve siyasetçiye bırakılmış “ekonom ik" alan da daraldı. Hangi siya setçi, bambaşka bir rant paylaştırma poli
sınırlama çıkıyor. Devletin kırmızı çizgi leri b ir yanda, büyük sermayenin koru malı duvarlan öbür yandaysa, uluslarara sı malî sermayenin tanrısal kişiliği de te pededir. Günümüzde siyasetçinin "piya salar”a mahkûmiyeti basit bir çıkar ilişki
tikasıyla Koç, Sabancı veya Eczacıbaşı’m devreden çıkarabilir? Devlede gayet ilginç bir ilişki içerisinde olan Türkiye burjuva
sinin ifadesi değildir. “IMF dayatmaları” da birtakım açgözlü emperyalistlerin an lık çıkarlarının kollanmasından ibaret de
zisinin üst tabakası, siyasetçiye göre ayrı calıklı bir konumdadır, Siyasetçi çerçeve dışına düşebilir, kırmızı çizgiye basabilir,
ğildir, Bu meselenin Türkiye’ye özgü ol madığını biliyoruz. Ama Türkiye’de siya set alanı zaten yapısal olarak daraltılmış
ehliyetini kaptırmakla kalmayabilir, kelle
bulund uğu nd an, etk ile ri burada daha ölümcül olabiliyor.
Elbette, "modern zamanlar”da, çok güç lü bir iş-sermaye sahipleri grubunun oluş
yi de kaybedebilir; büyük sermaye sahip leri için böyle bir arıza ihtim ali yoktur.
Siyasî partisin. Günümüz koşullarına
Hangi büyük sermaye grubu, “askeri har camalar kısılsın, eğitime, sağlığa daha çok para aynisin” diye ortaya çıkar?
göre en olağanından başlayalım; Piyasala rı ürkütm eyeceksin Büyük sermaye ile
Burada da Türkiye’yi Batı demokrasile rinden ayıran özgün bir ilişki bulunuyor. Özgünlük, büyük sermaye sahiplerinin
yal güvenlik, köylülerin yoksullaşm ası, şehirlere göç, hatta işsizlik konularında hareket alanın neredeyse yok denecek bo yutlarda. Bunlar bir yana. Öbür yan -T ü r kiye’ye özgü o la n -: Kürt sorununda ne diyeceğin, ue yapacağın - e n azından ne
gücünde değil şü p h esiz, B a tı’da siyasi mücadele, hepsi büyük sermayenin -a rtık uluslararası- çıkarlarını garanti eden, do layısıyla en azından onun da temsilcisi ol mayı taahhüt eden siyasî partiler arasın da. Oysa bizde büyük sermayenin İlişkisi, siyasetle, partilerle değil, devletle. Siyasî düşünceler ve kavga gürültüden etkilen meyen, siyasi parti temsilcilerinin pek gi remediği "esas iktid ar" alanında büyük serm aye de saygılı b ir gözlem ci olarak bulunur. Toplantı bittikten sonra kom u
papaz olmayacaksın. Sendikal haklar, sos
yapamayacağın- belli. Kıbrıs konusunda da belli. Genelkurmay ile ilişkilerinde ha reket alanın belli. Jandarma senin deneti minde olmayacak. Ellerinde özel operas yon planlan, silahlar, bombalar bulunan, her türlü gizli ilişki ve örgütlenmeler için kendilerine yasadışı im kânlar tanınmış, görünmez biryerlerden emir alan ve gere ğinde sana karşı da kullanılabilecek un
Ü
S
T
Ü
N
E
C İ L T L E R
surların -Teşkilatı M ahsusa- varlığını b i liyorsun ama bunlara dokunamayacağını da biliyorsun. AB müzakerelerini önce AB ile değil kendi devletinin sahipleriyle yü rütmek zorundasın. Vs.. Sen ne biçim si yasî partisin ve senin söyleyebileceğin sa hiden siyasî lafların toplamı ne kadardır? İşte bu yüzden, ABD ile birlikte Irak’a dalmayı engelleyen meşhur tezkere oyla ması, uzun yıllardır Türkiye’de meydana gelmiş ilk ciddi siyasî hadisedir.6 (O da
Y A Z
L
M
I
j
H
A
Y
A
L
E
T
kırıntıları elbette var. Ve bunlar kendini anca bu alanlarda ortaya koyabiliyor. Mil lî Eğitim 'd e alışılagelenden, m in icik bir sapma, Kültür Bakanhğt’nın hazırlattığı şu veya bu tem sil, TRT G enel M üdürü ’nû n kim o lacağ ı... bunlar “m o d em Türkiye" kamuoyunda her zaman Kıbns m eselesinden de insan haklarınd an da daha fazla tartışm a k on u su olm u ştur. Çünkü partilere bırakılmış gibi gözüken
Iç ve dış politikanın okkalı konularında d evlet p o litik a s ın ı, şu rasın a b u rasın a farklı renkler, tonlar atarak sürdürmek,
bu alanlar, siyasilerce, “meşru siyaset ya pılabilir alan” sanılıyor ve hadler aşılıyor. Trafiğe kapalı alandasınız. Türkiye iç ve dış siyasetinde, devletin alenen taraf olmadığı bir tek önemli konu yoktur Son zamanlarda buna Genelkurmay’m doğrudan doğruya bir siyasî patlı
ekonomide karşılarına “gerekler” olarak d ikilen lere uygun h arek etlerin yatım a belki bir Yeşil Kart vs. iliştirm ek, siyasi
gibi davranması âdeti eklendi.7 Bu kon jonktüre] olguya çok fazla takılmayalım. Zaten bizi bu aleni çıkışlar değil, kimse
parti dediğimiz teşkilatlara kalan başlıca
herhangi bir çıkış yapmıyorken bazı şey lerin niçin ve nasıl tartışılmaz ve doku nulmaz kalabildiği ilgilendiriyor. “Siyasi
hükümet partisi ileri gelenlerinin her tür lü fair-play dışı harekete başvurarak önle meye çalıştıkları bir sonuçtu.)
iş. Derinde tanımlanmış işlevleriyse, ken d ile rin i d este k ley e n ç e ş itli k esim lere avantajlar, rantlar, zenginleşme veya top lumsa] etkinlik imkânları sağlamak. Bun ların da sın ın belli. AKP iktidarı bu mev zuları anlamamız için pek güzel bir deney oldu. Çünkü başörtüsü gibi b ir simge, hangi ehliyetle nelerin kullanılabileceği ve nerelere girilip nerelere girilmeyeceği hususunda pek bariz bîr manzara ortaya çıkardı. Yani “modern Türkiye”de, siyaset de nen alamıı belirlenmiş sınırları, parti ku rup siyaset yapmaya soyunacak kimseyi herhangi bir “siyasî düşünce" geliştirme mecburiyetiyle karşı karşıya bırakmıyor. Siyasî düşünceye yer de bırakmıyor. Olsa olsa “eğilimleri" olabiliyor siyasîlerin. Nitekim, kırm ızı çizgiler orada öylece durduğu sürece sorun edilm eyen, M illî Eğitim ve Kültür Bakanlığı yetki alanları na giren meseleler, hep de, devlet sahiple rinin hükümete geçmiş partilerin tepesi ne çökmesine yolaçan simgesel hadiseler olmuşlardır. Çünkü, ne kadar sınırlanmış olsa da, her siyasî partinin siyasi düşünce
düşünce" tohumlannı filizlenemeden çü rüten topraktan söz ediyoruz. Ve bu toprağı ekip biçm e gibi, olmaya cak b ir vaatle karşım ıza çık m ak duru munda kalan Türk siyasetçisinden. Ken disinin hareket alanını ve işlevini kabaca tanımladık sanıyorum. İstisnalarından da bahsettik. Onlar hakkında bir-îki şey da ha söyleyelim: Sahiden “siyasî düşünce" geliştirm ek isteyen “idealist” siyasetçi adayının karşı sında, şüphesiz, ik in ci aşama engelleri var. Siyaset alanında varolabilm ek için, özgünlüğünü ve kavrayış kapasitesini sı nırlamak zorunda. Çünkü siyasetin işle yiş tar 2i, tıpkı devletin kırm ızı çizgileri gibi, partilerin de kırmızı çizgiler yarat masına ve bunları çiğneyeni tasfiye etme sine imkân veriyor. Ve ne yazık ki, bunlar da aslen siyasî görüştü, ilkeydi, bunlarla değil, lider otoritesini tartışm aya k a lk makla ilgili oluyor. Tş bu kadarla kalsa, bu belki zorlanarak aşılabilir bir engel olurdu, işte bu nokta-
69
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
da devreye toplum sal siyaset kavrayışı mız, hatta belki de kültürüm üz giriyor. (En iyisi, zihniyet mi desek acaba?) Biz, her zaman, birlik ve beraberliğe her za mankinden fazla ihtiyacı olan bir toplu muz. Rejim m uhalifi olanlarım ız, haklı
70
olarak bir devlet yavesi saydığımız bu lafa gülüp geçiyor. Geçemeyiz. Çünkü bu ay nı zamanda toplumsal kültürümüzün yapıtaşlarmdan biri. Farklıhklardan nefret eden bir toplumuz. Bu yetmiyormuş gibi, yatay ilişki kuramayan, eşit haklara sahip bireyler olarak varolduğumuzda örgütlen me, planlama yapamayan insanlarız; dolayısıyla, otoriteyi bir ihtiyaç olarak gör mekteyiz.® Tek-tip ligin nasıl içimize işlemiş oldu ğunun en güncel ve çarpıcı kanıtlarından biri, sanırım , 8 0 ’lerden sonra özellikle büyükşehirlerde herkesin fena halde b i rey olm ası, ancak bu bireylerin niyeyse fena halde birbirine benzemesi, dolayısıy la yeni tek-tipler yaratılmış olmasıdır. İlk defa, haşin meşin yelekleri, sivri sivri saç ları ve yırtıcı ifadeleriyle ortaya çıktıkla rınd a epey m agazin rö p o rta jı konu su olan Heavy M e ta İkilerin, bu röportajlar da, “Biz ailemize bağlı gençleriz, tabii ki askere gideceğiz, vatanım ız...” nutukları atm asının burada konuyla ilgisi var mı, emin değilim. Sosyologları biraz daha kızdırmayı göze alarak, T ürkiye toplum unun, özellikle “m odern Tü rkiye” dönem inde, “siyasi” denebilecek her türlü girişiminden ötürü sonunda gaddarca cezalandırıldığım, do layısıyla bu bilinci kuşaktan kuşağa akta ran bir toplum haline geldiğini, böylece günümüzdeki siyaset âlemini şekillendi ren bir tür bilinçaltı oluştuğunu ekleye yim. Bu toplum ne zaman ki (1 9 8 0 lerin so n la n -1 9 9 0 ’Iar) ev basıp yargısız infaz yapan p o lisleri om zuna alarak İstiklâl Marşı söyledi, o zaman kısmen rahat etti. Çünkü artık babası onu sevecekti; niha yet. Bunun yerine Turgut Özal geldi, zen ginleri sevdi. Ama toplum Ûzal’da da se
z
H
N
I
Y
E
T
L
E
R
vecek bir yan buldu; O, namaz kılan ilk Cum hurbaşkanı idi! T ü rkiye’ye yaptığı şey kısaca "bizi vicdanımızdan azade et m ek" olarak özetlenebilecek, seçkmci, bal gibi tek-otoritecı, merkeziyetçi bir kimse olan Özal, bütün o Papatyalar’a, pırlan tali Semra Özal gözlüklerine falan rağm en, Loplumumuzun ö z ellik le m uhafazakâr hatta dindar kesimi tarafından bağırlara basıldı. Galiba “siyasî düşünce”den sözedıyorduk, O halde, namaz kılan cumhurbaşkanı na gelmişken, İslamcı siyasete uğrayaca ğız. Ama önce uğramadan geçemeyeceği miz bir alanda durmak zorundayız: Mu hafazakârlık. TÜRK MUHAFAZAKAR/ ________ NEYİ MUHAFAZA EDER?________ Türkiye’de siyaset ve siyasetçi dendiğinde akla gelecek ilk yüz İsimden sekseni için hiç duraksamadan “muhafazakâr” diyebi liriz herhalde. Hele siyasetçileri başarıla rına -kitleleri peşinden sürükleme, oy at ma, baglı-sadık zümresinin genişliği veya genel bir saygınlık- göre sıralayacak olur sak, “Karaoğlan" dönemindeki Ecevit ve vaktiyle CHP içinde varolan, herkesçe sa yılan, itibarlı birkaç kişi dışında listenin tepesini tamamen muhafazakâr siyasetçi ler işgal edecektir. Menderes’li DP, Demirel’li AP, O zalit ANAP ve son olaıak Erdoğarilı AKP, Türkiye siyasetinin en yay gın destek bulmuş, en güçlü partileridir. AKP’nitıkİ, bu yazı yazıldığı sırada ha len devam eden bir pratikti, bu yüzden, onu şimdilik değerlendirme dışı tutalım. Bütün ötekiler için öncelikle anabileceği miz bir ortak özellik, demokrasinin temel nosyonundan yoksunluktur. Bir tuhaf il letle mâlûidür, Türkiye’de, halen süren gizli ittih at ve Terakki iktidarına karşı k itlelerin gözünde serbestlik , hürriyet, demokrasi vs. umudu olıuuş hu partiler; Çoğuuluk oylannı alabileni mutlak ik ti
Ü
S
T
Ü
N
E
C
İ
L
T
L
E
R
Y A Z I L M I Ş
H
A
Y
A
L
E
T
dar sahibi sayar ve bu oyların almışının b ir dakika sonrasından itibaren azınlık durumuna düşenlerin herhangi bir siyası
rını tehdit eden gelişmeler karşısında ak siyon geliştirebilmektir.
hakkı kalmadığını kabul ederler. Azıcık derine inildiğinde, bunun, kendi varlık nedenlerini inkâr etme anlamına geldiği
tin sahip olduğu zenginlikleri korum a konusunda herhangi bir çaba göstermedi ği gibi, siyasetçileri aracılığıyla, tarih tala
görülebilir. A zınlık kavramına duyulan yapısal nefretten de beslendiğine ihtimal verebileceğimiz bu özellik, birlik-beraber liğe her zaman her zamankinden Fazla ih tiyaç duyma huyumuzla birleştiğinde, se çim i, oy vermeyi, parlam entoyu, siyasi mücadeleyi filan anlamsızlaştıran, bunla rın içini boşaltan garip b ir onam yarat mıştır.
nına da, kültür zenginliğinin heba edil mesine de ortak olmuştur. Evine kapanıp d ertlene d ertlene klasik Türk m usikisi ayinleri yaparak elde edebildiği şey, en fazla, ABD’ye tahsile yolladığı çocukları nın kulaklarında bu müziğin biraz yer et miş olmasıdır.
Bu bir tesadüf değil. Türk m uhafaza k ârlığ ın ın çe k ird e k ö z e llik le riy le çok uyumlu bir sonuç.
neyin muhafazakârlığı? T ü rk m u h afazak ârlığ ın ın ak siy onla,
Türk muhafazakârı, kendisini bu kav ramdan uzaklaştıracak en küçük sapma karşısında bile neredeyse içsel bir korku duyar. Bu, birtakım değerlere tutkuyla sa rılmaktan doğan bir korku değildir. Bal gibi, çoğunluktan ayrı düşme, toplum gö zünde "yabancı gibi görülm e” korkusu dur. Bu özelliğiyle, zaten, partili siyasetin dışında duran bir fikir adamı bile olsa, âdetâ, gönül okşayarak (“aslansın kaplan sın” muhabbeti) itibar kazanma peşinde ki ma halı politikacı gibidiı, Türk muhafazakârı pozitif, eylemci, ile riye dönük bir tip değildir. Muhafazakâr lıkla ileriye dönüklüğü bir araya getirme ye çalışmamda tuhaflık yok. Çünkü, sağcı okuryazarların pek sevdiği tabirle “aksi
Oysa Türk muhafazakârı, bu memleke
80 yılda bir tek güzel cami inşa edeme miş bir toplumda, hangi muhafazakârlık,
koruyup geliştirmeyle, bir tür toplumsal sorumlulukla alâkası olmamıştır. Çünkü bu düşünce âleminde esas olan, yalnız ve yalnız, doğuştan sahip olduğumuz iddia ed ilen b irta k ım özellik lerd ir. E ğer bu "T ü rklük"se, meselâ, muhafazakâr fikir adamları-kadınları topluluğumuz, sahici bir Türk tarihinin ortaya çıkarılması için ne kadar çaba göstermiştir? Kahramanlık destanlarından sözetmiyonım; hele resmî tarihin doğrulanması ve güçlendirilm esi uğruna bile bile kalkışılmış tahrifat faali yetlerinden hiç sözetmiyorum. Aile ağacı çıkarmaya uğraşır gibi, tutkulu bir tarih çilikten sözediyorum. Türk muhafazakân, üniversitede sınıfa gelip, dünyanın en eski, en köklü, en ge lişmiş dilinin Türkçe olduğunu ilân eden,
yon" olmaksızın siyaset olmaz. Ve muha faza edilecek olan her ne ise, değişen dün ya koşullannda onu muhafaza edebilmek
“Türkçe’nin evreleri" diye şemalar ezber lettiren , sonra, bu şem adaki ilk birkaç
elbette aksiyon işidir. Derinlerden bulup çıkarmalar, günün koşullarına göre yeni den değerlendirmeler, yeniden anlamlan
nak! anndan edinebildiğimizi hiç sıkıntı duymadan anlatabilen b ir sahte tutkulu insandır.
dırmalar, içerik ve karakteri koruyup g e li şebilecek yanlara yeni bir gözle bakm a lar... bir muhafazakârın işi nedir ki?
Türk muhafazakârlığının gösterebildiği en büyük gelişme de, 1 9 8 0 ’lerden sonra
M u h afazakârlığın h akkı olan, onun üretebileceği siyaset, bir içeriği, anlamı koruyabilmek için, bunun varlık koşulla
aşamaya ait bilgileri ancak yazılı Çin kay
kendini neoliberal akıntıya bırakabilmiş olmasıdır. İşin garibi, bunda da bir garip lik olmayışıdır. Çünkü yapısal özellikleri itibariyle T ü rk m uhafazakârı, siyasette
71
□
ö
n
e
m
l
e
r
V
E
tercihini güçlü den, egem enden, zengin den yana yapmış biridir. Türk muhafaza k ârın ın , T ü rk m illetinin sık ın tılarıy la, yoksunluklarıyla İlgili herhangi bir derdi olmamıştır. Aksine, politika alanında gös terebildiği yegâne çaba, bu dertlerden sözeden solcu la nn bertaraf edilebilmesi için sağ siyasete ham aset m alzem esi sağla maktır. Eğer naylondan değil de sahici bir Türk
72
muhafazakârlığı olsaydı, belki yine otori ter bir toplumda, haklarımız kısıtlanmış olarak yaşıyor olabilirdik, ama çeşmeleri mizi kırıp dökmemiş, külliyeIeri, kiliseleri ahıra çevirmemiş, antik eserleri talan ettirmemiş, bu topraklara özgü müzikleri geliştirebilmiş olurduk. Memleketin uzak köşelerinde yoksul ve yoksun yaşayan in san larım ızın özen eceğ i, g eld ik lerin d e kendilerini uyarlama zorunluluğunu his sedeceği şehirlerimiz olurdu. Türk muhafazakârı, Boğaziçi’nin yem yeşil tepelerine bakınca yalnız site yapıla cak alanlar gören insanların ahbabıdır. Otoyol veya otomobiller için yeni bir köp rü yapma uğruna yıkılacak yok edilecek eski eseri şunu bunu korum a misyonu hiçbir zaman onun omuzlarında olmamış
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
tini asla gösterm em iş, bu nitelikleriyle, toplum hayatımızın ayrıntılarından kabul edebileceğimiz bir tiptir. Bağrından çıkardığı siyasetçinin nasıl olması beklenirdi? Turgut Ûzal, Türk m u hafazakârlığı diye bir şeyin ya hiç varol madığının kanıtıdır ya da o tarihte sona erdiğinin. T ü rk m uhafazakârına sorarsanız, İs lâm’ın ve Türklüğün güzelliklerini yete rince dillendirememiş olmasının sebebi, anlamsız bir modernlik ve Batı hayranlı ğının iğvasına kapılmış devletin baskısı dır. Oysa en az modern ittihatçılar kadar o da, ergenliği komünizm korkusuyla şe killenmiş, ruhen zedelenmiş bir karakter dir. Fakat o kadar ezik ve siliktir ki, bir dramatik yapı içerisine yerleştirseniz ken dini belli etmesi çok zordur. Dedim ya, ayrıntıdır en fazla. Devlet baskısından ötürü mağdur olma hissinin böylesine elitist bir kesimde de sürebilmesi, özellikle kültürel alanda sa hici mağduriyet hadiseleri varolsa bile, esas olarak devletin başarısıdır. Dolayısıyla: Türk muhafazakârlığının ürettiği, dünyanın başka kitlesel sağ partileriîiinkinden farkh, sıradan olmayan
tır. Şalvarın geliştirilmesiyle son derece ra hat ve bize özgü bir giyim eşyası üretilip üretilemeyeceğmi yıllardır düşünüp duran
herhangi bir siyasî düşünceden maalesef
benim. Bunu hiçbir mu ha faza kürdan veya kendini halkın bağrından kopup gelmiş sayan, benim gibileri memlekete yabancı
zedemiyoruz.
ilân eden hiçbir siyasetçi veya fikir ada mından duymadım. Türk m uhafazakâr, bütün günahlannıu yanı sıra, elitisttir de. Neo liberali iğe teveccüh gösterirken bu yüzden hiç zorlanmamıştır. Türk m uhafazakâr, muhafaza etmeye gayret gösterdiği hiçbir şey bulamayacağı mız, toplum çoğunluğunun doğuştan ge len birtakım özelliklerini överek belirli bir toplumsal statüyü muhafaza etmekten başka derdi bulunmayan, aslî ve hayatî saydığı değerler uğruna devlet egemenle riyle herhangi bir çatışmaya girme cesare
sözedemiyoruz. Bir üründen sözedemediğimiz gibi, tarladan, potansiyelden de sö Mağduriyet bağlantısından, aruk İslam cılara geçebiliriz. _____________HAYIRLI l$h ER_____________ “Modern Türkiye"de bir İslam cı partinin varolması elbette yapısal bir gereklilikti. Kem alizm in din konusundaki -a slın d a laiklik dışında bin türlü nitelemeyle anı labilecek, sadece laiklik denemeyecek fa kat ısrarla öyle denen ve öyle sa u ıla n tehlikeli oyununun buna yo [açacağı ke sindi. Birdenbire, neoliberal, postmodern âlemin, yu pp i e' 1erden, clubber’lardan b i le daha tipik simgeleri haline gelen İs-
Ü
S
T
Ü
N
E
C
İ
L
T
L
E
R
Y
A
Z
I
L
M
I
Ş
H
A
Y
A
L
E
T
73
12 Eylül son ra sın d a d ah a ön ced en ayrım ları a n latd ab ilir ıv an la şıla b ilir olan, bu yü zden d e sim geleriy le d a h i fa rk lılık la rı koım bilen siy asi id eo lo jiler h a llerin i dön em in ruhu y la uyumlu b ir sü p erm arket p ratiğ in e uyarladılar.
lâıncı işadam larının tısı katlarda artan zenginlikten pay istemeye başlamaları da kaçınılm azdı. Alışveriş m erkezleri. Üt -
toplumsal destek ihtiy acı değişecek: deva mini o zaman görebileceğiz. Demirci iııki gibi, karşısındakine duyulan antipaliden
ness center'laı ve araba galerilerine ba şörtüsüyle girilebildıgıne göre, haydi ba
ve darağacında sonuçlanmış bir girişimin
kalın ı. G alatasaray k arsısın d a Yiınpas Yozgat sporu bulmasın mı?
politika kurnazlığına dayanan lipik bir sag siyaset yürütmüyor bu hareket. Özal'ınki
İslamcı hareket, 12 kyltil IÜBCden son ra. memleketle uzıııı yıllardır tartışmasız solcuların elinde bulunan entelektüel ha reketlilik bayrağını kaptı. Daha sonra bu ıııın yerine çirk in m adenî d irek li dev Türk bayrakları geçecekti, ama olsun, en azından bir ara, Islâmeılar siyasî düşünce üretebilecek gibiydi. Muhalefet günleri böyle isler için daha uygundur. Öyle de
gibi de insafsız değil. Ancak daha ııe ka tlar zaman "harekei” ını sözedebileneğimi zi bilemiyoruz, çünkü iktidar oldu. Kırını zı çizgilerin orasına mı bassak burasından mı atlasak tereddütleri içerisinde, kendile rine özgü siyasi iddialarını “ivi akşamlar” verine "hayırlı akşamlar” demekle yetin me raddelerine indirgeyebilmelcrine bakı lırsa. pragmatiklikte kimseden geri kalım
oldu. Arayı atlıyorum, sonunda elimizde yine m illiyetçi, yeni zcnginci. yani neoliberal bir lıaıeket kaldı. I arkı, yoksullarla ve
yorlaı. Şimdiden, kendi siyasî iddialarına hay li mesafeli bir yere sürüklendiler. Bira km "gerçek laikliği”, Ktırı sorununa sivil
toplum çoğunluğuyla ilişkisini henüz ko parmamış oluşunda. Kendini laik cumhu riyetçilik olarak açığa vuran gizli İttihatçı lıkla ezelî m ücadelenin gidişatına göre
duygusal mirasından beslenen, hamasete,
çözümü, başörtülü öğrenci kızlar falan bir kenarda unutuldu. İktidar İslamcıları ister istemez ayrıştır dı. Siy asî-ıop lu m sal çözü m leri sadece dindarlar için aramayanlar, "modern Tuı-
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
kıye"ııin sahiden modern kesimine katıl dı, kararlı demokratlar oldular. Böyleee bu hayırlı gelişm e de “siyasî düşünce" hayatımızdaki potansiyel zen ginleşm enin önüne geçilm esi antam m a geldi. Çünkü Türkiye’de demokrasi iste menin de olmazsa olmazları var ve bunla rı kabullendiğinizde üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri söyleyen, dolayısıyla aslında tek bir partide toplanabilecek bir grup oluyorsunuz. 2 0 0 0 ’lerde demokrasi cep hesinin kararlı unsurları olan bu tür İs lam cılara İslam cı demek için sebep var
74
mı, çok şüpheliyim. Bu yüzden biz yine ana akıma dönelim.
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
Oysa bu “fantezi” denip geçilen şey, or tada bir siyasî düşünce bulunup bulun madığının hayatî ölçütüdür: Hayalgücünü devre dışı bırakmış bir siyasi düşünce olamaz. Siyasî hedefler, ne kadar akılcı olurlarsa olsunlar, hayalgücü ürünüdür ler ve “siyasî d ü şü n ce” d ediğim iz de, içinde bulunduğumuz ortam ve koşullar dan hareketle ne yapıp ederek bunlara yaklaşabileceğim izin derli toplu, tutarlı ifadesidir sonuçta. “5iyasî düşünce”den, bunun yanı sıra, dayanaklarını açıklama sı, h ed eflerin in niye isten ir olduğunu
Siyasî düşünce zenginliğimiz açısından
göstermesi beklenir. Hatta siyasî düşünce, öncelikle hedefleriyle tanımlanır. İslam cıların iktidar deneylerinin bize
değerlendirince, insanın, keşke İslamcıla rın b atın sayılır bir kısmı, iddia edildiği
gösterdiği, “modern Türkiye” İslamcıları nın kendilerine özgü siyasî düşünce üret
gibi şeriatçı falan olsalardı, diyesi geliyor.
mede tamamen yetersiz kaldıklarıdır. Zi
Zira Cumhuriyet tarihi boyunca İslamcı lık, tek tek birtakım insanların, köşesinde oturmuş felsefe yapan adam halinden çı-
ra, N ecm ettin E rbak an 'a bas sim gesel acayiplikler de bir tarafa bırakıldığında,
kamadan geliştirdiği bazı görüşler dışın
ortada sadece hafiften demokrat, neoliberal, milliyetçi b ir siyasî akım gözüküyor.
da, doğru dürüst bir siyasî düşünce ürete medi. 12 Eylül sonrasında bu kesim de yaşanan yoğun entelektüel kıpırdanma ve dünyanın bütün kaynaklarından beslen
Çünkü o acayipliklerle birlikte, Komü nizm le Mücadele Dernekleri döneminin sığ ve gerici çizgisi de terk edilmişti. Mo dern demokrat İslamcı ana akım, kırmızı
me konusunda özellikle gençlerin göster diği övülmeye değer çaba, birtakım İs lam cı aydınların, aslında hepsi tek soru
çizgiler konusunda devletin sahipleriyle mevzi çarpışmalara girebilen, ancak İtti hatçıların karargâhından yapılan salvoları
etrafında dönen arayışlara girmesini teş
g eçerli yorum u ve anayasası sayanlar,
onlarınkinden farklı bir siyasî perspektif ve dünya görüşüne dayalı tutarlı siyasî hamlelerle karşılamaktan aciz, demokrasi yönünde attığı adımlardan bazen utandığı
böyle yapmayanlarla bir arada nasıl yaşa yacak? İslâm kaynaklarına uzanmaktan
izlenimi yaratan, garip bir tek parti ik ti darı yarattı,9
vik etti. Som şuydu: Topluma şekil verme iddiasındaki İslâm dinini evren nizamının
da kaçınılmadan yürütülen çabalar sonu
AKP, “modern Türkiye" İslam cılarının
cu, buradan, bu hayat! soruya cevaplar arandı “Çok-hukukiuluk" kavramı orta
Cumhuriyet tarihi boyunca yaşadığı de neyimlerden süzülüp gelmiş bir oluşum, neredeyse varılmış bir noktadır. Bu nok taya toplum hu haldeyken varıldığı için haliyle bugünün izlerini taşıyor. Yine de,
ya atıldı. Ancak, gerek oy patlam aları yaparak iktidar ortağı olan Refah Partisi gerekse bilahare yine patlamalarla ve bu sefer tek başına iktidara gelen AKP deneyi, İslam cıların çoğu için şu anlama geldi: fantezi yi bırakalım realiteye bakalım. E, oıılar da memleketin insanı...
bir geleneğin uzandığı yerdir. Herhalde, lslâmcı siyasî geleneğin var dığı nokta diye Adnan Hoca’cıLan veya FetnOah’çıları sayacak değiliz. Sık sık bi raz da gizliliklerin komploların esrarlı ca
0
T Ü N
C İ L T L E R
Y
A
Z
I
L
M
I
Ş
H A Y A L E T
zibesinden yararlanacak şekilde sözü edi
kisini anlamak bakımından bence çarp ıa
len Nakşibendilerin şunlar m bunların ise, sanırım siyasi düşünce tartışm asından
bir gösterge, Recep Tayyip Erdoğan’ın ge
çok toplumsal etkinlik vs. üzerine incele melerde ele alınmaları daha doğru olur. AKP’yi vanlmtş b ir nokta, gelenekler
çirdiğini ileri sürdüğü siyasi görüş değişi mine dair derli toplu tek laf etmemiş olu şudur. Bu bir genel son yargı, ama şim diden
den süzülüp gelmiş bir siyasî oluşum saym asak b ile , yine şu n u s ö y le y e b iliriz : “Modem Türkiye” İslamcıları, düşüncesi
söylemek uygun: Çünkü Türk siyasetçisi için siyaset, devlet için neyse odur; yani iktidar mevkiine ulaşabilmek ve orada tu
ni siyasete dönüştûremeden yok edilmiş olan Said Nursi dışında, "bu toplum, bu insanlar nasıl yaşasa, nasıl bir devletleri olsa daha iyi olur?” sorusuna sahiden ce vap aramam ışlardır. Oysa, yukarıda da
tunabilmek için gerekli söz ve davranışlar bütünü. "B ü tün” derken, bunun tutarlı bir bütün olması gereğine işaret etmiyo
değindim, siyasî düşünce dediğimiz şey bundan ve buna nasıl ulaşılacağına dair yollar ve önerilerden başka nedir ki? İslamcılar bu asli soruya ne cevap ver mişler? Bir vakte kadar, dediklerini kaba
rum; asla! Geçiyorum şim dilik. Tura devam edi yorum. M İLLİY E T Ç İLİK VE SALD IRGAN LIK KURUNU DEVLET BELİRLER
ca şöyle özetleyebilir miyiz: Namaz kıl sınlar, oruç tutsunlar, kadınlar başını ört
MHP’yi meselâ Mesut Yılmaz’m ANAP’ına, meselâ Tansu Çiller’in DYP’sine, De
sün. Bu, sahiden laik bir ülkede, olsa olsa
niz Baykal’ın CHP’sine göre daha "siyasî" bir parti sayabiliriz herhalde. En azından, Türkleri ihya etmek için hangi Türklerin
tebliğ görevi üstlenmiş dindarların yapa cağı gündelik faaliyettir Siyasetle ilişkisi, böyle yaşamak islemeyenleri huzursuz et tiği ölçüdedir. "Modern Türkiye'de dev let, kendi denetimi dışındaki dinî faaliyeti de k rim in a liz e e ttiğ in d e n , İs la m c ıla r uzun yıllar bunu siyaset sandılar. Ama 1950’lerde meselâ, biri çıkıp da, “buynın, iktidar sizin, ordu da çekiliyor, ülke nasıl yönetilsin isterdiniz?” dese, kimsenin or taya ciddiye alınmaya değer bir siyasî al ternatif koyabileceğini sanmıyorum. Ha nedan geri gelemezdi, gelse bile bu özgün bir siyasî düşüncenin ürünü sayılamazdı. Kaldı ki, hanedanın Islâm’la ilişkisi hiç de öyle, Fetih törenlerinde Dolmabahçe’den yukarı gemi yürütünce kendiliğinden vü
ortadan kaldırılması gerektiğine dair, çe şitli tarih tezlerine dayanan (Adsız vs.), pratiği başka isimler altında çeşitli geliş miş ülkelerde yapılmış bir siyasî düşün ceye (faşizm, Nazizm vs.) sahip oldukla rını kabul edebiliriz. Hayır soruyu şöyle sormayacağım: eğer devlet içindeki İtti hatçılar, özellikle taşra gençliğine sesle nen, gerektiğinde sokak gücü olarak kul lanabilecekleri bir potansiyel sivil özel harekât kuvvetini bir kenarda m utlaka bulundurma emelinden vazgeçseler, Tür kiye ve Kuzey Kıbrıs’ta birçok üniversite de terör estiren, taşra şehirlerinde linç gi rişimlerine öncülük eden Ülkücülere bir denbire “suç işleyen insan" m uam elesi
cut bulacak bir ilâhı nizama işaret etm i yordu. (Osmanlı için dinin de her şey gi bi bir araç olduğu ııe kadar inkâr edilebi lir ki?) Dem okrasi yakın zamana kadar
yapılm aya başlansa ne olurdu? Soruyu şöyle bükeceğim: MHP’yi besleyen bir si
Islâmcılar için resmen şeytan icadıydı. O yola sapılam azdı. $ii d eğ iller, hazırda Molla hiyerarşisi yok. Ne olacaktı? Islâmcı hareketin siyasî düşünceyle iliş
gusu” bu düşünce etrafında, doğrultu sunda, her neyse, oluşmuş bir toplumsal güç müdür? Daha da bükeyim: sadece bu mudur?
yasî düşünce elbette var, ama “MHP ol
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
Mesele MHP değil. Siyasetin siyasî dü
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
Eylül’de hapse atılan, İşkence gören, idam
geciktirmeden sol siyasete atlamamız uy gun düşer. İttihatçıların her türlü sol si yasetle ilişkili tavrı, kendilerine sokak gü cü devşirmekle meşgul oldukları kesim
hücresinde bekleyen MHP'liler, şimdi ye niden önemli siyasi kişilikler oldular, el
lerle ilişkileri kadar karmaşık ve derinlik li değil. Daha basit: ezemiyorsan krimina-
şünceye en fazla rastlayabileceğimiz kesi minde bile devlet eli var. Mesele bu. 12
bette ağızlarını açmazlar, ama her şeyden önce bu durumu fark ettikleri için kim i leri Başbuğ’a isyana sürüklenmişlerdi. Bi zi bu durumun kriım nal yanı ilgilendir miyor burada, tekrarlayayım; siyaset ala nında manevra imkânlarının ummadığı mız taraftan bile kısıtlanmasına tanığız,10 Bunları söylemek, elbette Türkiye siyasî hayatının en önemli özgün yanma yeni den işaret etmektir: farklı siyasî odakların bir üst siyasi odakça denetlenmesi, yön lendirilmesi. Bütün siyasi partilerin, eşya nın tabiatı gereği tâbi oldukları manipıılasyon, MHP (ve herhalde artık BBP) ör neğinde, daha ilginç boyutlar kazanmıştır Türk milliyetçisi bir partiye Türkiye siyasî hayatında elbette yer var, olacak. Ama bu parti, bu kadar yakınında, hatta çoğu za man içinde, bu kadar yasa dışı oluşumla, devletin gizli birimleriyle ilişkili bu kadar elemanla, eylemle, “operasyon"la birlikte, sanki bütün bunlar hiç yokmuş gibi ilginç bir varlık sürdürebiliyorsa -buna “yaşatılıyorsa” demek daha doğru olabilir-, onun sadece bir "siyasî parti” veya “siyasî dü şünce” odağı olarak ele alınması mümkün müdür? Doğru mudur? Yine de, MHP/BBP, en azından, eleman ve yandaş devşirme sürecinde kullanılan motiflerin siyasiliğini gözönünde bulun durarak, bir yanıyla “siyasî” diyebileceği miz oluşumlar. Peki bütün o m utlakçıotcvriter liderlik geleneğiyle, “siyası dü şünce” geliştirmeye uygun bir ortam mı? Orada yine kırmızıya takıhyoruz. Kırmızı demişken...
lize et. 1 Mayıs’ta mesele, yürüyüşe katl iam yıldırmak değil öncelikle. Toplumun gözünde 1 Mayıs'ı kriminalize etmek En masum itirazın vatan hainliğiyle damga lanması sadece bir sapkınlık değil. Vak tiyle bir gözaltına alınışımda bent Adliye’ye götüren polislere, “Evde kitap gör seniz adamı hemen şüpheli sayıyorsunuz, in sa f!” dem iştim , onlar da şöyle cevap vermişlerdi: “E, karinedir..." Devlet, kri minalize etmeye kitaptan, başlamış, Allah ne verdiyse dayamıştır. Bir gün eve gelip "ben solcu old um ” diyecek b ir gencin anababasım kalp krizine sürüklememesi ihtimali hâlâ çok düşük, bu ülkede. “Ben arkadaşlarla mitinge gidiyorum”un sonu cu sanırım bir-iki tekrarda mide kanama sı ve bilahare kansere kadar uzanır. Mi tinge giden içinse, kol kırılması, kafa ya rılm ası ve/ve ya örgüt üyeliğind en bilm em kaç yıl hapis olab ilir. Polis O kulu’nda yapılan bir röportaj dizisinde, genç polis adaylarına, “Gösterilerde polis genç lere aşırı şiddet kullanıyor. Orada sizin oğlunuz kızınız olsa ne düşünürdünüz?” diye sorulmuştu. O nlar da hiç tereddüt süz, “Bizim oğlumuz kızımız öyle sapık lık yapmaz," demişlerdi. Türkiye’de dev let egemenleri için solcu, vatan hainidir. Canım , devlet baskısı siyasî düşünce oluşumunu niye engellesin, diyebilecek olanınız var mı? Lütfen bu baskının so nuçlarının ne kadar derinlere işlemiş ol duğunu hesaba katalım. İnsanın faaliyet leri, onuru, varlığı sürekli tehdit altınday sa hayatını korumaya yönelik savaşçı dü şünce tarzlarına meyleder. Ama düşman
____ ____________VE SOL____ ____________
çok güçlüyse ve o da bunu alttan alta bili yorsa, onurunu koruyabilmek için kahra
Madem siyasî düşünce geliştirmeye uy gun Ö2gür ortam peşindeyiz, daha fazla
m anlık duygularından m edet um acak, hayatını feda etmesini destanlaştırmak is-
0
S
T
Û
N
F
C
İ
L
T
L
E
R
Y
A
7
I
L
M
I
Ş
H A Y A L E T
teyccektir. Devletin haşin baskısının ve onyıllarca bu memlekeııcki her türlü sol-
ların modası linç girişimlerinde, görü) ör sünüz. milletvekilleri, valiler çıkıp yapıla
cuya karşı sürdürdüğü vicdansızca ayrı mm yarattığı bu genel ruh halinden bağı şık tek solcu bıı topraklarda yetişmiş mi dir? Belki. Doğuştan olgun veya güçlü bir aile terbiyesiyle olgunlaşmış birkaç ustun kimse...
nı savunuyor, "Bilsem ben de katılırdım" diyen vali var. Ona da kimse bir şey de
Türkiye'de sol. garip ve paradoksal bir
oklûrlmesi de günah değil midir? İhı ra dikal, en militan, en kararlı olduğunu ile ri süren bir sol siyasi harekelin, ardarda,
biçimde, siyaset için hayatını feda eden insanların âlemidir fakat genel ve sürekli ve ısrarlı olarak, apolitiktir. Pek çok sol cin a küfür gibi gelebilecek bu lafı izah et meye çalışacağım elbette. Ama izin verin, önce şunu söyleyeyim: gençliğimden baş layarak. uzun bir sure, aşağıda niçin apoliıik lık olduğunu izaha çabalayacağım davranışın âlâsını inatla sürdürmüş in sanlardan biriyim. Şimdi erdim ve doğru yolu buldum mu? sanmam. Hn sıkı siyasi görünen davranışın aslında nasıl apolitiklikle malul olabildiğini bir dela faik elli ğim için belki kendi yüksek fikirlerime ve anlık tepkilerime karşı daha şüpheci ol masumdur en fazla. Yani ona buna çamur alınıyorum, bizzat paylaştığım, öze ilişkin bir kusurdan bahsediyorum. Fazla m er hametli olmama gerek \ok. Ö te yandan epeyce m erham etli olm a gereği var. Çünkü, solcu öldürmenin mu bah olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Tıpkı yakın zamana kadar Alevi öldürm enin mübalı oluşu gibi. O döneme yetişemetııiş olanlar, lütfen araştırın, geçen yüzyıl da değil, henüz otuz yıl önce. 1970lerde, üstüste kaç Anadolu şehrinde, Alevilere -v e solculara- yönelik kitlesel kıyım giri şimlerine kalkışılm ış, öğrenin. Haydi 12 F.vlûl ö n c e s in i k o n u d ışı tu ta lım , 1980'lerdeıı bu yana, bu memlekette kaç kişi, sırf solcu olduğu için sorgusuz sual siz öldürüldü. Tesadiıl müdür? Münferit vaka mıdır? Sivas'ta. Madımak Olcli'nde insanlar yakılırken. Türkiye Cumhuriye tinin başbakan), “oteli saran vatandaşları mıza bir zaraı gelmemiştir " di\e açıklama yaptı. Ona kimse bir şey demedi. Son yıl
medi. Cünkıı genel bir uzlaşma var bu konuda. Sok u öldürmek günah değildin ve lıalil suçtur. Peki solcuların kendini öldürmesi veya
en fedakâr insanlarını goz göre göre ölü me gönderm esi meşru mudur? F.lbettc bunıı tanışmayacağız burada. Ama siyasi düşüncesi yepyeni insanlarla bugünkünden farklı bir dünya kurma hedefine da yalı siyasî örgütlerin, kendilerim nikele rek siyaset yapmasında bir } amaıı çelişki yok mudur? Hn azından meselenin "dü şünce" tarafında bir problem..? Apolitiktik meselesine geçmiş oluyoruz boy 1ece. Apolilikliğin son aranacağı yerden baş layalım. Türkiye'deki pek çok m arjinal sol örgütün davranış kalıbını şöyle uisvir edebiliriz: Ö zne, örgüuür. Kazanılarak kitle, halkıır, işçi sınıfıdır, kitledir işle. Düşman da burjuvazi ve devlettir. Örgüt, düşmanla çalışır, halkı kazanmaya çalışır. Bu arada memleket politikasında olan bi lenin filan hiçbir önemi yoktur. Örgütün planladığı bir eylemin şu veya bu zaman da yapılması sadece örgütün liderliğinin bildiği \e üzerine birşeyler inşa ettiği bir takım ölçütlere bağlıdır. Tam da şu sırada toplumda demokratik açılımların onunu tıkamak isteyenlerin eline koz vermeye lim. lalan gibi görüşlerin dile getirilebile ceği bir zemin yoktur ortaçla. Mücadele nin tekil silahlı eylemlere indirgenmesi en başta bu düşünüş tarzı yüzünden kaçı nılmazdır. Silahlı sol mücadelenin başlan gıcında varolan "silahlı propaganda" kav ramı bile unutulup gitmek üzeredir. I latıriandıgı yerde de, propaganda, sadece, o an için "düşmana üstünlük sağlanıa”ya, o da meselâ yoldan geçen bir polis arabası-
77
d
ö
n
e
m
l
e
r
V
E
m tuzağa düşürmeye indirgenmiştir. Siya sî mücadelenin mücadelesi metamorfoza uğramış, siyasisi maalesef çatışmada vu rulup hayatım kaybetmiştir. Görece marjinal gruplar halinde faaliyet gösteren silahlı siyasî örgütler genellikle hayatını bu siyasete adamış insanlardan oluştuğu için, oradaki apolitiklik özellikle garip ve hazindir. Siyaseti sadece bir örgü tü iktidara taşıma perspektifine indirgedik leri için varolan “buıjuva partileri” İle bu konuda aynı bakış açısını paylaştıklarım sanınm bu Örgütlere yön veren hiçbir insa na kabul ettiremeyiz. Ama böyledir.
78
“Silahlı propaganda”, daracık b ir azınlı ğın gaddarca ezdiği, şimdilik korkup sin miş ama bulabildiği ilk fırsatta diktatörün sarayını yerle bir etmeye hazır geniş kitle lerin yaşadığı Güney Amerika’da, döne minde, bir siyasi perspektif olarak ortaya atılmıştı. Ezenlerin yenilebileceği gösteri lirse halkın öncülerle birleşerek bir devri mi gerçekleştirebileceği öngörülüyordu. Bu, o coğrafya ve o ülkeler için epeyce doğruluk payı barındıran, en azından tar tışılabilir bir alternatifti.11 Bunu olduğu
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
le yetinelim . Politika m em leketin siyası ve toplumsal hayatında -öngörülm üş bir yönde— değişimler yaratmaya çalışmaksa, burada apolitikbkten başka hangi kavra mı kullanabiliriz ki? Daha saf, “düşünce1’ açısından yaklaş maya çalışalım, 1980 öncesinden beri va rolan kitlesel sol hareketlere. Acaba o ka dar eskilere uzanmasak mı? Yoksa daha da eskilere, “modern Türkiye" kom ünist lerinin hiçbir özgün siyasî görüş gel işti rmeyip “dünya sosyalizminin merkezi"ne kulak kabarttığı dönem lere m i gitsek? Gitmeyelim Ama bunları hatırlayalım. Türkiye solcuları olarak, en sıkı kadro lara ve en geniş kitlesel desteğe sahip ol duğumuz dönemde, sosyalizme bize Özgü hangi unsuru kattık? Herhangi bir unsur katm akla uğraşan insanları bugün isim isim sayabiliriz. Liste uzun çıkmaz. Ne ga riptir ki, bu isimlerin hiçbiri de, kitlelere yön verebilen kalabalık, güçlü örgütlerin lider kadrolun arasında değildir. Niye? Çünkü bize göre, “siyasî” ayrı, "düşün ce" ayrıydı. Oysa, “biz burjuva siyasetçi
gibi alıp Türkiye için de bir alternatif say
leri ve partileri gibi yapamayız" diye hay kırarak sesini duyurmaya çabalayan bir
manın ağır sonuçlan oldu. Ve bu, sabiden de birer kahraman gibi yaşayıp ölen gen
kaç insanın demek istediği basitçe şuydu: "çünkü bizim bir siyasî düşüncemiz var".
cecik insanların anısını lekelememe kay
Oysa kimilerim ize göre bizim bize özgü bir siyasî düşüncem iz olamazdı çünkü buna ehliyetimiz yoktu; bunları birtakım sosyalist devlet sahipleri geliştirir, biz de
gısı kadar, bildiğimiz feodal değerler üze rine siyaset inşa etmeye çalışan müstak bel Liderlerin gelecek kaygılan nedeniyle de tartışı lama di. “Modern Türkiye”de her türlü muhalif düşüncenin vatan hainliği
uyardık; kimilerimize göreyse, basitçe sa vaştaydık; düşünecek halimiz mi vardı?
şu bu yaftasıyla ezilmesine benzer şekil de, sol siyasî düşünce de bir tür silah ve kahramanlık kültünün altında ezildi.
Kendimiz düşünemeyince, kopyaladık. Kimimiz Çinci oldu, kimimiz Enver Ho ca’cı. Peki, Enver Hoca ne diyordu? Hangi
Legal faaliyetleri olan, kitle çalışmaları yapan sol etiketli örgütlerin çoğu için si yaset, silah lı eylem dem ek değil; yani düşmana o an için üstünlük sağlamak de
özgün sosyalizm yorumuydu ona ait olan? Umurumuzda mıydı? Sovyetler bürokrasi batağına batm ış, Çin m illiyetçi olm uş,
gülden sonraki sıfır sayısını rekabet ko
Hoca ikisine de posta koymuştu; yetmez miydi? Che ölmüştü. Kahramanca ölmüş tü. H içb irim iz onu tartışm ad ık. Fid el problem oldu biraz. Yine de kayırdık.
nusu yapabilmeye başka adlar da verilebi lir. Biz bunu apolitiklik olarak nitelemek
Görüldüğü üzre, biz düşünce değil duy gu insanlarıydık. Yanlış ne vardı bunda?
ğil. Benzer öbür örgütlere üstünlük sağla mak, Seçimlerde alınan oyların sıfır vir
Ü
S
T
Ü
M
E
C
İ
L
T
L
E
R
Çoğum uzu sosyalist m ücadeleye sü rükleyen şeyin vicdan oluşunda elbette bir yanlışlık yoktu. Yanlışlık, duyguları mızı düşüncenin yerine geçirmeye bu ka dar hazır oluşumuzdaydı. Bundan kaçınılmaz bir sonuç doğdu: biz bir dine bağlandık. Marx demiş, Leniu aç mış, Stalin özetlemişti. İsteyen, bir-iki yar dımcı hoca daha ekleyebilirdi bıına. Şah
Y
A
Z
I
L
M
I
Ş
H
A
Y
A
L
E
T
1980 öncesinin savaş yıllarında değilse de -k i o zaman bile birtakım alçakgönül lü girişimlerim olm uştu-, uzun zamandır, okuyan-yazan, fikir üretmeye çalışan sos yalistlerinden biriyim memleketin. "Sos yalizm bayrağının en çok yükseldiği" dö nem deki h aleti ruhiyem i anlatıyorum . Kafa yapımı da diyebilirim bal gibi. Bir ben miydim böyle? Onca zaman?
sen, pek çok insana, sosyalizmin eşyanın
Tabii ki değil. Bu yüzden “modern Tür
tabian geregi bir gün nasıl oba kurulacağı nı ve oradan da herkesin sonuna kadar öz
kiye’de siyasî düşünce"den sözedilen bir yerde bunları anlatabiliyorum. Siyasîyi bı
gür olacağı komünist topluma ulaşılacağı nı anlattım. “Nasıl olsa”..! Tarih bir hedefe doğru akıyordu. Tarihin durdurulmaz akı
rakın, düşüncenin ne işi vardı bizim orta mımızda?
şıydı bu. Tabii biz insanlar bu akışın hız lanmasına yardım edebilirdik ve etmeliy dik. Atıla bu “nesnel" bir haldi. Biz, irade miz ve toplumu oluşturan, henüz bu şuura ermemiş insanların ideolojileri, saplan ula rı, kompleksleri, korkulan falan aynntıydık. Altyapıyı kurduk mu üstyapı zaten... Evet, “zaten”di.,. Bugün pek çok insan abarttığımı düşü nebilir. Buna karşılık ancak şunu ileri sü rebilirim: Hayatımda hiçbir zaman, ken dimi o kanlı acılı korkunç günlerde his
Ama ben o sırada siyasî düşünce üret meye çalışan biriyle tanıştım: Ömer Laçiner’le. Sonra biriyle daha: Murat Belge. Tanışıklık arkadaşlık andan anlatacak de ğilim, Sadece bugün bu konuları konu şurken şunu söylemeliyim; onlarla yaptı ğım tartışm aların özünde varolduğunu sonradan anladığım şeyi: Ben aslında de mek istiyordum ki, "bırakın duygularımız bize yön versin, öfkemiz, radikalliğimiz, takınılmış bıçkınlığım ız... bütün bu dü şünceleri ne karıştırıyorsunuz işe!" Ben
settiğim kadar huzurlu hissetmedim. Ga rip bir iç huzuruydu. Kaderini bir büyük akışa teslim etmiş olmak...
büyûkşehiT çocuğu bit köylü isyancısı ol mayı arzuluyordum. Fazla mantıklı şeyler söylüyorlardı. îsyanm yeni bir toplum ha yatı oluşturm aya yetm eyeceğini, devri
(Aramızdan kimileri de bunu kendini bir büyük güce teslim etmiş olmak şek
min birilerini devirmekten ibaret olmadı ğım kabullenmek kolay olmadı. Gelece
linde yaşadı. Onların dini bir iktidar ta
ğin toplümunun nüvelerini bugünün içe risinde oluşturmaya çabalamak... yepyeni bir siyasî düşüncenin temel taşı olabilirdi. Ama bunun için, 'karşı çıkan’ olma konu m undan ‘kurm aya ça lışa n ’ konu m u na geçmek gerekiyordu.
pınması da içeriyordu. Tapmakları falan vatdı; daha rahattılar.) Sonradan dindarlan daha iyi anlamamı sağladı, o vakit duyduğum iç huzurunun nasıl b ir şey olduğunu düşünmek. Ama insanın kendine karşı dürüst, kendinden güçlülere karşı başı dik, güçsüzlere karşı m erham etli olmasa için vicdanından ve aklından başka bir şeye ihtiyacı olmadığı nı artık anlamıştım —garip bir şekilde, bu nu, din gibi benimsemiş olduğum sosya lizme borçluydum yine—, bu yüzden sa mimi dind arların iç huzurunu k ısk an mam, beni bir İlâhî inanca bağlamadı.
H içbirim iz doğru dürüst geçem edik. Çünkü biz isyancıydık. Türkiye sosyalist hareke ti -büyük çoğunluğuyla- devrimci değil isyancıydı. Eğer hâlâ başaramadığı mız şeyi o günlerde kıyısından köşesin den azıcık başarabilmiş olsaydık, bugün inanılmaz gerçi, bize umutla bakan çok ama çok insan vardı, üzerimizden darbe geçse bile yine onlarla birlikte olabilirdik.
79
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V E
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
Türkiye sosyalist hareketi, en iyi karşı çıkan hareketlerden biri oldu dünyada.
Belirli bir siyasî düşünce âlemine aidiyet ile tavır-davranış ilişkisi konusunda en
Ve onca gücüne rağmen ikna edici bir şey önerem eyen Ü stelik, her biri binlerce,
bol örneği yine sosyalistler arasında bula biliriz (bkz, dipnot 12).
□nbinlerce kararlı, fedakâr insanı bünye sinde toplamış değişik değişik hareketler her zaman her yerde aynı pratikleri yü
“M o d em T ü rk iy e ’’de “siyasî d ü şü n ce" nın zeminine dair gezimimizin sonu na yaklaşıyoruz. Akademyaya uğramadan
rüttüler, denetim ellerine geçliğinde yap tıkları ettikleri tamamen aynı oldu. Sade
olmaz. Fazla da oyalanmamız gerekmeye cek orada.
ce etrafa yazılan sloganlar ve buyrukları veren yüzler değişikti, Türkiye sosyalist hareketi, siyasî dü
ÜNİVERSİTE : “ÇALIŞACAK" AKADEM İSYEN ARANIYOR
şünce yoksunluğundan başarısızlığa uğ radı. Sağlam bir siyasî düşünceyi darbe marbe yok edemezdi. Bizi, yani o düşün
Türkiye üniversitelerin iel, siyaseti bırakın,
ceye o gün için hayat verenleri yok edebi lirdi, o kadar. Evet... Kendi âlemim olduğu için burayı biraz uzatmış olabilirim. Ama bu yazının muradından uzaklaştığımı sanmıyorum SİYASET YERİNE __________ DEVLET YA DA DÎN ________ __
tıp veya biyoloji alanlarında özgür bir ça lışma ve kendini geliştirme imkânı sunup sunmadığını tartışmak bile abes değil mi? Birkaç istisna dışında, öğrencilerin, sağa sola da saçılarak - m a z a lla h !- özgürce “düşünce geliştirm eleri” m üm kün mü? Türkiye’deki üniversite ortamı hakkında konuşacak insana sadece tek şey söyleme hakkı verseler, o da, dünyanın en eski ve
Şimdi de, uğrayıp geçtiğimiz bütün “siya
k ök lü üniversitelerinden b irin e Kem al Alemdaroğlu’nun üsiüste rektör seçildiği
sî” mihraklardaki siyasetçilerin paylaştığı bir ortak Özelliği konu edelim. Soru şu:
ni belirtip sussa yetmez m i?13 Hayatmda herhangi bir konuda ciddiye alınmaya de
Türkiye’de şu veya bu şekilde siyaset ya pan kaç insanın siyasî kararlarım, hamle lerini, davranışlarını siyasî düşüncesi be lirler? İslamcılar bir ara bende bir umut yarat mıştı. “Siyasî hedefleri var," diye düşünü
ğer tek yazı yazmamış, tek inceleme yap
yordum, “Bu onları en azından hesap so rulabilir kılar.” Çünkü her siyasî düşün ce, ister istemez, birtakım ilkeler çıkarır ortaya,^ “Modem Türkiye” siyasî hayannda “il ke" kavramının tek kullanımı vardır: Ata
ortamı? Daha kötüsü, kimi yerde bu ezi yetin bile yapılmaması, yani kısaca hiçbir
türk ilkeleri. O da sayılmaz. Şöyle bir laf edebilir miyiz meselâ: Bilmemkim şu partidendir (şu akımdandır
şında hiçbir fikri olmayan şizofrenler ha line getirmeye çalışır, üniversite de bunu “çek eder”. Askeri okullardaki eğilim ka
v s,); dolayısıyla şu konuda şöyle tavır alır. D ikkat edin, bunu diyebileceğim iz
litesinin pek çok üniversiteden yüksek oluşu ne anlama gelir? Üniversite öğretim
durumlar ya devlet zihniyetinin temsilcisi olm akla ilişkilid ir ya da dinî aidiyetle
üyelerinin, yöneticilerinin, devlet partisi ne sadakat dışında herhangi bir kaygı ta
Bunun da ilkeyle milkeyle ilişkisi yoktur.
şıdığı kaç öğretim kurumu var?
mamış, üstelik yapamayacağı da bilinen yüzlerce (b in lerce?) öğretim üyesin in, Türk Millî Eğitim Sistemi denen vahşetten geçmiş genç beyinlere ilave eziyet ettiği b ir yerden başka nedir, Türk üniversite
şeyin yapılmaması, Ortalama Türk üniversitesinin içerikli tek faaliyeti şudur: Türk Millî Eğitim Sis temi çocuklarım ızı otoriteye bağlılık dı
Ü
T Ü M
C
İ
L
T
L
E
R
Y A Z
L
M
I
j
H
A
Y
A
L
E
T
Aşınlaştırıldığı için gayninsant bulaca
geliyor bana. Ama artık toplumsal psiko
ğımız bir “b ilim sel im a n ” dan yakınm a şansımız bile yok bu memlekette. Konu larına tutkunlukları yüzünden dünyayı görem eyen atgözlûklü bllim adam larına
lo ji konularına da girip ahkâm kesmeye kalkarsam fazla olacak diye çekiniyorum. Yoksa, meselâ şunları da sormayı isterim:
dahi muhtacız. Saçma tavırlarıyla öğren ciler arasında tin yapmış hafif çatlak fel sefe profesörleri nerede? Benim gibilerin akıl erdirmeye çalışarak kafayı yedikleri konularda derinlemesine incelem eler y a pıp önüm üze koym uş olm ası gereken, bu toplum u anlam akla uğraşan sosyo loglar nerede? Bugünün siyasî tartışma larına malzeme sağlama dışında bir kay gıyla geçmişe uzanıp bizi hem m eraklan dıracak hem zihnim izi açacak tarihçiler nerede? Kısaca, üniversite öğrencilerinde merak ve araştırma, öğrenme zevki yaratma der di taşıyan öğretim elemanlarımız nerede? Evet, varlar. Az sayıda. Birkaç yerde. Böy le insanların sayısı artsa, üniversite siste mimiz bunu taşıyabilir mi? Hazmedebilir mi, daha doğrusu? Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en ibret verici ve umutsuzluk yaratıcı sahnesi, sa nının, bilimi, araştırmayı, özgür düşünce yi temsil etmesi gereken üniversitelerin başındaki adamların 12 Eylül darbecileri nin Önünde tebrik kuyruğuna girmeleriy di O günden bugüne kaydedilmiş geliş meye bakın. Bulabilirseniz.
D üşüncede tutarlılık, düş ünce-davranış birlikteliği gibi mevzuların ortalama Tür kiye inşam için kıymeti harbiyesi nedir? “Ahlâk”, evin genç kızına tanınacak ser bestlik dışında başka hangi konularla iliş kili bir kavramdır? “Siyasî düşünce”den bahsedil e bilm esi, böyle bir şeye ihtiyaç duyulabilm esi için b ir man tık-m uhake me, bütünlük-rutarhlık nosyonu önkoşul değil midir? Resmiyet gerektiğinde hazı rd a geçen fakat o sırada zihninde tama men başka bir ruh durumunda ve yerde ve zamanda bulunan insanların, “siyaset” dendiğinde, b ir tür pragmatizm dışında bir şey anlamaları mümkün müdür? Dav ranışlarımızın, kendimiz için öngördüğü müz ve ortaya koyduğumuz bir kabullerreddedişler, talepler-hedefler bütünlüğü ne göre değerlendirilmesi, bünyemize ya bancı b ir hadise midir değil midir? Zekâkurnazbk ikilem inin, onca zengin tarihî geçmişiyle bunca köklü b ir müessese ve problem oluşu, hafife alın ır şey midir, “düşünce "den söz ediyorsak?
DÜŞÜNDÜK DİYELİM...
Bu çölde, insanların daha mutlu, daha insanca, özgürce yaşayabilmesinin yolları üzerine kafa yormuş, uğraşmış herkese iç ten hayranlığımı, saygımı ve şükranlarımı sunarak bitirmek istiyorum. Bu kitap dizi si, belli ki, onyıllarca sonra bile, bu mem
Bir ü lked e, siyasî veya değil, “d üşü n c e l i n gelişebilmesi için uygun zemin ge
leketin içi-dışı, sagı-solu hakkında bir şey ler öğrenmek için en muazzam kaynaklar dan biri olacak. Bir sabah binleri benim
rekir. Bizim memleketimizin hali bana iş te böyle görünüyor. E, sonuçlara da bakı yorum, ortada bir şey göremiyorum.
bu yazımı okusun ve tahtaya vurarak, “Ne kötü zam anlardan g eçm işiz ,” desinler. Öğleden sonra da balık tutmaya gitsinler.
Başka türlü yapısal engeller de var gibi
İşte benim siyasi düşüncem.
□
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
Z
E
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
Dİ PNOTLAR 1
Başta “ milli güç" kavramı olmak üzere, Türkiye Cumhuriyeti devletinin toplum üzerindeki temel egemenlik ilkelerinin ve denetlenemez merkezî yönetim zihniyetinin temel metinle rinden birini vaktiyle didik didik etmiştim: "Sa hibinden 'Devletin Kavram ve Kapsamı'", Biri kim. Sayı 93-94, Ocak/Şubat1997, s. 27-45.
2
"Demeyeni yok etme, gerikalana dedirtme" diye anlatmak daha doğru belki. Ermeni kıyı mını böylesine içten sahiplenme ve bunu onyıllar boyu sürdürme, Varlık Vergisi rezaleti, 67 Eylül vahşeti, Tunceli Kanunu'nun simgeledi ği olaylar, 1970'lerdeki Alevi kıyımları ve deva sa Kürt sorununun kaynağını böyle özetleye mer miyiz?
3
4
Uğur Mumcu öldürüldüğünde sokaklara taşan tepki, bir s vil Kemalist muhaletet hareketi ya ratır gibi olmuştu. Bu çok hazindir aslında. Dev letin egemenlerine bu kadar yakın duran, yay gın bir protesto hareketi, Mumcu cinayetinin aydınlatılmasını sağlayamadı. Daha kötüsü, ta lebin iletildiği mercilerle bu tür cinayetlere sık ça karışan gizli güçlerin yakınlığından, talepkâr protestocuların bu odakların üstündeki koruyu cu şemsiyeye önsüz-sonsuz ve mecburî-nesnel bağlılığından ötürü talep kısa zamanda bir ke nara atıldı. 2007'de "şeriat tehlikesine karşı" sokağa dökülenler arasından, Murncu'nun ölü münün ardından yapılan gösterilere katılmış olanları bulmak ve sormak gerekirdi, "Sizce Uğur Murncu'nun (ve tabii hepsinin tereddüt süz sahip çıkacağı Turan Dursun'un, Bahriye Üçok'un, Muammer Aksoy'un, Ahmet Taner Kışlalı'nın...) katilieri neden bulun(a)madı?" di ye. Mumcu cinayeti protestocuları arasında, "Paşam, sizden bekliyoruz!" diyenler bolcaydı. Bu cümleyi "Teşkilatı Mahsusa'nın tasfiyesini" diye tamamlayamazdı ki onlar. "Hüküm et iktidarı" kavramı kiminize saçma görünebilir. Hükümetin başına gelindiğinde hiçbir iktidar aracına sahip olunmadığına m inanıyoruz? Yoksa en az "devlet iktidarı" ka dar okkalı bir güç mü ele geçiriliyor? Her ikisi de değil. Bu ayrım "modern Türkiye" siyasî âlemi için hayatîdir. Uygun kavramlarla ayrıştı rılması, tarif edilmesi, kesinleştirilmesi hâlâ tam olarak başarılamadı. Umalım ki, bu aka demik eksiklik, tarifi gerektiren durumun or tadan kalkmasıyla giderilsin.
5
Türk siyasî hayatında "idealist" kelimesinin kullanımı bütün hikâyeyi özetler. İdealist, gü zel sözler söyleyen ancak yükselmek için ge rekli hırsa sahip olmayan, kişisel çıkar gözet mediği için siyaset hayatının olağan aiengiri işlerinde güvenilemeyecek bir garip insan tipi ni anlatır.
6
İkincisi de bu yazı yazılırken meydana geldi. Sanal âlem muhtırasına pabuç bırakmayıp meydan okuyan AKP, ezici çoğunlukla seçim kazandı.
7
Bunu, görünmez devlet partisinin görünmez etkinliğinin azalmasına bağlamak da bir ihti mal. Devletin derinliklerinde, tescilli devlet po litikalarına koşulsuz uyum sağlamayan unsur ların artmış olması da mümkün. Hele benim için fazla iyimser bir yorum. Ama ihtimai ola rak kurcalanmasında fayda var. Gerekmedik çe, Genelkurmay niye doğrudan kendini orta lara atsın? Yani işle' zaten "öngörüldüğü şek liyle" yürüyorsa?
8
Bunları sosyolojik dûz.emde temellendirip ka nıtlayamam. Ama babun maymunlarıyla le oparlarırı sindirim sistemleri arasındaki farkı bilmememe rağmen, onları yeterince gözle'sem, babunların grup nalinde yaşayıp gani metlerini paylaştık,arını, leoparların tek ta banca takıldıklarını ve sudan korktuklarını tes h il edebilirim sanırım. (Tabii sahiden gözler sem, böyle uydurursam değil.)
9
Toplumdan, "aşağıdan'' gelen herhangi bisert harekete karşı daha sertinden tepki gös termeye ve tek-parti iktidarı sıfatının hakkını vermeye pek hazır görünen unsurlarıyla, gizli şeriatçılık anlamında değil ama içsel otoriterlik anlamında "takiyeci" gibi görünen bu iktidar, bu yazı yazıldığı sırada, ordunun yeni bir postrnoaern darbe girişiminin ardından, yüzde 47'lik oyla pekiştirilmiş olarak, ikinci beş yıllık dönemine giriyordu. Burada söylediklerimin bu dönemde geçersiz kalmasını umarak de vam ediyorum. E, ben de memle açıdan entelektüelin her türlü iktidarla ça tışma içerisinde kendi kimliğini oluştur duğu ve sosyal pozisyonunu tahkim ettiği
belirlensin, Osmanh modernizasyonunun içerisindeki entelektüellerin, Avrupa’daki “ulûm ve fünûn" konusunda bir bilgisiz
söylenemez; çatışüğı kadar uzlaşan, hatta genel olarak uzlaşan ama bu uzlaşmanın
lik ya da kavrama sorunuyla m üseccel olabileceğini düşünmek y anık lad ır (Ha-
düşünsel sonuçlan konusunda bir tür etik
nioğlu, 1984). Dolayısıyla elbette bir tür
sakinim i da geliştiren b ir boyum vardır. Böyle bakıldığında, BatTyla geri kalan top
toplumsal sorun eşliğinde (nizâm -ı âle min bekası) yürüyen seçici bir ilgilenme
lumlar arasında, bu kez entelektüel kavra mı üzerinden yine ve mutlaklaştırıcı fark
nin yarattığı darlık bir yana, doğrudan “b ilişsel” diyebileceğim iz b ir sorundan
lılık yaratma girişimlerini sürdürmek ye rinde bir tutum olmayacaktır.
bahsetmek yerinde olmayacaktır. Mesele, bu bilişin toplumla nasıl paylaşılacağı, da ha doğrusu nasıl iletileceğidir. Yoksa söz-
Hangi olumsuz niteliklerle belirlenirse
E
N
T
E
L
E
K
T
Ü
E
L
L
E
R
V
E
İ
D
E
O
L
O
J
İ
L
E
kiye'de sosyolojiyi araştırıp değerlendir
"g e n e li" temsil etmektedir. M ese le ye
miştir, B ir başka d eyişle çalışm asının
neresinden bakıldığı bu noktada dikkat
ana ekseni, sorunun dünya boyutunda
çekici bir husus olarak belirm ektedir.
çözüm lenm esine yönelm esidir. Türki
D önem in tipik sosyologlarının yazdığı
ye'd e sosyal bilimin son dönem de yö
tem el m etinler T ürk iye'nin toplum sal
neldiği, meseleye dünya ölçeğinde bak
yapısı üzerine metinlerdir.
R
ma anlayışına Baykan Sezer daha çalış
Sezer'in temel ilgi alanı sosyoloji ol
m alarının başında ulaşmıştır. Ancak bu
Sosyolojinin Ana Başlıkları (t 985) ve Türk Sosyoloji sinin Ana Sorunları (1988) çalışmaların
iki tür çalışma arasında diğerinin aktar macı özelliği dışında da farklar vardır.
muştur. Meseleyi özeliikie
H a y a tın ın d ah a ilk d ö n em lerin d e ,
da formüle etmiştir. Türkiye'de entelek
daha doğrusu entelektüel hayatının ilk
tüellerin hemen hepsi genellikle sosyo
Sosyolojiye Giriş
aşam asında girdiği doğrultu son yaz
loji dere kitapları,
d ıkların d a da varlığını hissettirmiştir.
tapları yazmayı tercih etmişlerdir. Ancak
Kem al Tahir bile zam an içinde değiş
bu kitaplar genellikle Batılı metinlerden
ki
ken mecrada seyreden düşünsel bir de
satır satır tercümelerden ya da serbest
vinim yaşamıştır. Baykan Sezer'in dü
tercüm elerden oluşmuştur. Türkiye'de
şünsel doğrultusunda daha belirgin bir
bu tarz kitapları bol miktarda bulm ak
tutarlılık olmuştur. Bu durumu genelde
kabildir. Nitekim çoğu entelektüel, Batılı
b ir yaklaşım tarzıyla, form ülleştirilm iş
ders kitaplarınrn tercümesinin daha ter
bir düşünce biçim i olarak anlam landır
cihe şayan olduğunu söyler. Va da ente
m ak mümkün görünmektedir. Sosyoloji
lektüeller, sosyologlar, "Türkiye'nin top
ve tarih eksenli çalışm alar bü anlam da
lumsal yapısı" metinlerine benzer kitap
en fazla açıklayıcılık işlevine sahip gö
lar y a z a rla r. A s lın d a s o s y o lo g la rın
rünmektedir. Beiki de temel soru B a y
ö n e m li ö lç ü d e T ü rk iy e 'y e kapandığı
kan S e z e r'in neden bir "T ü rk iy e 'n in
1960'İJ ve 1970'li yıllarda bu durum da
toplum sal yap ısı" kitabı yazm adığıdır.
ha barizdir. Daha sonraki dönem de ba2i
Bu noktanın üzerinde titizlikle durul
sosyologların Baykan Sezer için söz ko
m alıdır. T ü rk iy e 'n in toplum sal yapısı
nusu edecekleri içeri kapanma durumu
üzerine 1970'li yıllardan itibaren yazı
kendileri için geçeriidir. O y sa Baykan
lan m etinler bir tür "o la ğ a n ı", bir tür
Sezer açıkça farklı nitelikte sosyoloji ki-
gelimi Rusya örneğinde de karşımıza çık
konum lanna yapılan vurguyla belirlenir.
tığı üzere, “alımlama" bir mesele teşkil et mez; mesele, bu alımlamarun vargılarına ilişkindir. Bir teorik ya da zihinsel yeter sizlik değil, ilgilerin tematizasyonu ve so runların önceliği gibi pratik ancak belirle yici faktörlerden söz etmek gerekir. Bu ba
Türkiye’de eğitimin, bütün siyasal tartış malarda merkezi bir husus teşkil etmesi, yine bu çerçevede değerlendirilebilir As lında bir tür Leninciliğm entelektüellerin yönlendirici dürtüsü olarak büküm sür mesi, ilim irfanın kitlelere eğitim yoluyla
kımdan entelektüellerin “jakoben” vasfı nın kendisi hakkındaki eleştiri saklı kal
aktarılabileceği ve böylece onların aydın la tılabil e çekleri ve belli bir amaç doğrul
mak kaydıyla, sorun, jakobenliğin kendi
tusunda mobilize edilebilecekleri inancı nın ne denli güçlü olduğunu göstermekte dir, Kemalist aydınlanma ülküsünün, top
sinden çok, sonuçlanırda yatmaktadır (Tezel, 1995). Bu iki boyutu birleştiren bağ lam, entelektüellerin “öğretici” ve “lider”
lumu, neredeyse tarihin sıfırlandığı bir an-
117
E
N
T
E
L
E
K
T
Ü
E
L
L
E
R
lapları yakacaktır. Türkiye'de genel sos
E
İ
D
E
O
L
O
J
İ
L
E
landırma denem esinde bulunmadıkları
rastlamak söz konusu değildir. M arx 'a
görülür. Bu noktada temel göstergeler
y ö n e lik m esafeli e leştirel tutum u ve
den biri örneğin, Türkçe'ye de erken bir
Mnrx'ı yaşadığı toplum ve dünya çerçe
dö nem d e k a zan d ırılan G o rd o ıı Chil-
vesinde anlam a denemesi sosyolog ve
de'm kitabının, neredeyse herkes tara
sosyal bilim ci olarak farklılığını ortaya
fından bir tebliğ metni olarak anlaşılma
Doğu/Batı çatışması ekseninde mese leleri anlam ak açısından dünyayı tarih
R
bilim cilerin dünyayı anlam a ve anlam
yoloji kitapları arasında bu tarz kitaplara
koyacak mahiyettedir.
U 8
V
sına m ukabil Baykan Sezer açısından dünyayı anlam anın dayanaklarından bi ri olarak kullanılmasıdır. Bir de, diğerle
sel gelişimi çerçevesinde genel, soyut
ri Batılı metinlerin olduğu gibi tercüme
sayılabilecek bir bütünsellik içinde kav
sinin m eseleyi halledeceğini düşünür
rama denemesi, onun sosyolog olarak
ken Baykan Sezer farklı bir tutum için
ö n e m in in altını çiz e cek bir noktadır.
dedir. Bu aşamada birkaç noktanın ya
H e m B a tı'n ın genel gelişim dinam iği
nında iki hususa dikkat etmek anlamlı
gündemdedir, hem de Doğu'nun. O ne
olabilir. Bunlardan biri klasik Osrııanlı
denle belki de Baykan S ez e rin önem i
tarihçilerinden hemen hiç kimsenin ilgi
ne Kem al Tahir'in de dikkat çektiği, 1x1-
duymadığı bir dönem de Annales O kulu
ki de ilk kez dikkat çektiği Yunanlılık
ile ciddi bir şekilde, yoğun olarak uğ
Asya tarihinde Su Boyu Ovaları ve Bozkır Uygarlıkları
raşmasıdır. Bir dönem sonra v e hatta
üzerine bitirme tezi de,
yeni yeni Türkiye'nin sonradan olm a ta
da, kendi tabiriyle gençlerin de, öğren
rihçilerinin temel doğrultusunu şekillen
cilerin in de genelde dikkatini çekm e
diren Annales O kulu, Baykan S e z e rin
miştir. Diğer kitapları yanında özellikle
gündem ine oldukça erken bir dönemde
bu k ita p la rı ü z e rin d e d u ru lm a d ık ç a
girmiş ve çıkmıştır. Dikkat edilmesi ge
Baykan S e z e rin düşünsel dünyasının
reken bir husus da Annales ekolünün
anlaşılm ası m üm kün değildir. D ü n ya
Türkiye hakkında söylediği pek bir şey
tarihinin gelişim ini çözüm leyen d e n e
olm aması ve bu ekolün I iirkiye üzerine
inesi ç a lış m a la rın ın tem el m ih ve rin i
düşüncelerinin şekillenm esi açısından
gösterecek mahiyettedir. Türkiye'de sos
bir entelektüelin katkısına gereksinim
yologların, dahası genel anlam da sosyal
duyulmasıdır.
dan başlayarak mutlak eğitme iştiyakı ve bu iştiyakı karşılaması mümkün olmayan ve benzerlerini daha çok Balkanlardaki reci sosyalist rejimlerde gördüğümüz bir pedagojik obsesyonla işgörm esi, bu açı dan anlamlı olmaktadır. Bu obsesif tutum, diyelim, her insani kötülüğün, aslında ne redeyse mekanik bir nedene dayandığı ve
erken Cumhuriyet, ideali olarak, "iyi in san” diğer bütün siyasal ideolojilere sira yet elmiş, tinselliği ve cinselliği eşderece de yasaklayan bir anoniınleşmcye, tekıipleşmeye yol açmıştır. Hatalarından ve gü nahlarından arındırılm ış, "iyi proleter’", "iyi dindar” figürü hem elik hem de este tik olarak ohımlanmıştır.
o nedenin de ortadan kaldırılabilir okluğu iyimserliğini içerir. Aydınlanmanın, "in san bir makine” mirası, iç dünyâsının, eği lim farklılıklarının, sınıfın sözgelimi, lopyekûn reddini gerektirmektedir. Böylece
BARKI ! ADLANDIRMA, TEKİL TARHI Entelektüele, "münevver" ya da “aydın” demenin sadece bir tanımlama yahut ad
e
n
t
e
l
e
k
t
ü
e
l
l
e
r
Diğer önem li husus, Baykan Sezer'in
Sosyolojimin Ana Başlıkları
V
E
İ
D
E
O
L
O
J
İ
L
E
R
renselliği ilkesinden kalkarak Doğu ve
kitabında
Türkiye üzerine yeni baştan düşünme
M a rs 'ı belirgin bir şekilde değişik bir
m e noktasına gelmektedirler. Ç in'de ai
ç e rç e v e d e in ce lem esid ir, T ü rk iy e 'd e
le sistem inin an la ş ılm a s ı v e s ile s iy le
herkesin ye n i b ir B a tılı e n te le k tü e li
Türk aile sisteminin de anlaşılacağı dü
önemsediği dönem de o hiçbir entelek
şüncesi genel geçer yak laşım ları be
tüelin önem ini öne çıkarm adan mese
nim sem enin vasatını oluşturmaktadır.
leye eleştirel bir çerçeveden bakmakta
Bu kavrama biçim i Türkiye'de Annales
dır. M arx'ı da Batı düşüncesi içinde bir
O kulu'nun, M arx'ın ve Edward Said'in
yerde mütalaa etmiş ve onu anlam aya
anlaşılm a biçim inin çerçevesine uygun
çalışm ıştır. Sağ kesim in on a y ö n e lik
görünm ektedir. B u düşün o d ak la rın
toptan red tavrı olmadığı kadar sol ke
dan, k işile rin d e n h iç b irin in T ü rk iy e
simin ona yönelik gözü kapalı benim-
hakkında bîr a çılım d a bulunm am ası,
seyici bir tavrı da yoktur. Zaten Sezer,
benim senm esinin gerekçesini oluştur
Türk top) um un un aktarmacı bir şekilde
maktadır. Baykan Sezer'in bu düşünce
a n laşılab ile ceğ in i h iç düşünm em iştir.
lerin hemen hepsine mesafeli bakması
Bunu n yanında M a ra 'ın m etinlerinin,
nın nedenini de sözü edilen temel eği
dokunulam az nitelikte olduğu ve bun
lim inde bulm ak gerekmektedir. O n u n
lardan Türkiye hakkında kesin doğrular
temel ilgi alanının O sm anlı olm ası bu
çıkacağı şeklinde bir kanaati de bulun
nokta-i nazardan incelenm elidir. O dö
mamaktadır. Nitekim M arx'ın esas o la
nem de hem en h iç b ir entelek tüel bu
rak Batı Avrupa kapitalizminin tarihini
konu üzerinde durmamıştır. Türkiye'de
yazdığına dair bir düşünce vardır. Bir
konunun uzmanı olarak telakki edile
kısım entelektüeller benimsedikleri B a
bilecek entelektüel sayısı sınırlıdır.
tılı düşünürlerin O sm a n lı ve T ü rk iye
B a y k a n S e z e r 'in , K e m a l T a h ir 'in
hakkındaki kanaatleri hakkında, -sınırlı
M a rx k a d a r ö n e m li b ir d ü şü n ü r v e
sayıdaki kanaatleri hakkında-, kuşku
Dostoyevski ölçüsünde gelişkin bir ro
izhar etmezken, onların Türkiye üzeri
mancı olduğunu telaffuz etmesine ben
ne düşünce belirtmemeleri durum unda
zer bir yaklaşım, -tabii bu başka Türk
da bunu eşyanın tabiatına uygun gör
entelektüelleri açısından da söz konusu
m ekte; anlad ıkları tarzda b ilim in e v
olabilir-, gündem de olmamıştır. Diğer
landırm a m eselesi olm ad ığ ın ı, bunu n Türk m odernleşm e tarihi içerisinde iki faiklı döneme tekabül ettiğini biliyoruz. Yine de bu tarihin Batılı modernizasyon gibi tekil bir evrimsel mantığı var ve bu mantığın içerisinde “münevver” ve “ay-
liliğinin kurulmasında faydalı bir teorik veri sunar. “Aydın" ya da “m ünevver'1, entelektüel ideal-tipinde içerilen, teoriyle pratiğin kurulmasındaki aracılık rolünü üstlenmekle birlikte, esas olarak toplumu
dın'Tn işlevleri ve konumu açısından an lam lı b ir farklılaşm a dan sözedem eyiz.
bir “nesne” olarak kavramakta; bu nesne nin, “aklın gereklilikleri”ne göre aydınla tılarak biçim lendirilm esi gerekmektedir.
Entelektüelin s oyku lüğünde İd idealizasyonlara rağmen, en azmdan modem top
Söz konusu Türkiye olduğunda, bu akıl, kaçınılmaz olarak “devlet aklı "dır “Dev
lumun kuruluşuna ilişkin belirli bir mis
let aklı”, ne pahasına olursa olsun, “düze nin” korunmasını amaçlayan ve bu amaç
yon Özdeşliğine tenıâs etmek gerekin Bu özdeşlik, Türk modernleşmesinin sürek
için her şeyi araçsallaştıran b ir sevk ve
119
E
N
T
E
L
E
K
T
Ü
E
L
L
E
R
V
E
İ
D
E
O
L
O
J
İ
L
E
entelektüellerin bakış açısından, Türk
da a çık layab ilecek am a genelde dü n
entelektüellerinin dünya çapında etki
yayı açıklam aya çalışan önem li bir de
leri yoktur. O labİlem ez de.
nem e olarak nitelenebilir. Bu durum
R
Baykan Sezer'i çağdaşı sosyologlardan
EV M ERKEZİ YERDE OSMANLI
daha yoğun bir şekilde Osm anlı ilgisine yöneltmiştir. Diğer entelektüellerde Os-
120
D em ek ki konu iki açıdan Önemlidir.
m anlı, o da A T Ü T nedeniyle, sadece
O sm anlı hem en temel konu olarak be
klasik dönem i itibariyle incelem e konu
lirmektedir; hem de genel anlam da ta
su olmuştur. Bu noktada A T Ü T açıkla
rihsel bürokratik im paratorlukların ya
masına yaslanan Sencer Divitçioğlu ve
da genel anlamda dünyanın genel geli
jdris Küçüköm er'i işaret etmek anlamlı
şim inin açık layab ileceğ i bir olgu gibi
olabilir. Sosyologların ana mecrası açı
görülm em ektedir. O n u n ötesinde ge
sından durum çok daha farklı gözük
nelde D oğu'nun açık lanabileceği çer
mektedir. O n lar açısından O sm anlı, bı
çevede yaklaşılabilecek bir konu da de
rakın Doğu'dan farklılığım ana hatları
ğildir. O s m a n lI'n ın v e onun ötesinde
itibariyle Batr'dan da farklı görünm e
T ü rk iy e 'n in D o ğ u 'd a n farklı bir yanı
mektedir. Baykan Sezer'in O sm anlı il
vardır ve Doğu/Batı çatışmasında Türki
gisi özellikle sosyologlar açısından o la
ye, O sm anlı merkezî bir yer tutar. Z a
ğanüstü farklıdır. O n u n ekonom ik un
ten bu nedenledir ki ne A T Ü T kavram
surlar dışında bütünsel anlamda tarihin
sal! aştırması başka bir yorum a İhtiyaç
her dönem iyle, O sm anlı'nın her döne
o lm ad an O s m a n lı'y ı a ç ık la y a b ile c e k
m iy le ilgilenm esi de farklıdır. T ü rk i
bir anahtar, ne de W ittfoge!'in "Orien-
ye 'd e özellikle tarihsel araştırm alarda
tai Despotizm " açıklaması meseleyi ç ö
tarih dışı nitelik yaygınlaşırken, Baykan
zebilecek b ir m aym uncuktur. D o la y ı
Sezer tarih-sosyoloji ilişkisini sadece
sıyla O sm an lı'yı anlam aya dönük ayrı
soyut düzeyde teorik tartışmanın öte
bir çaba gerekmektedir. Bu tarz, genel
sinde som ut b iç im le n iş iy le düşünsel
an lam d a d ü n yayı an la yış ve O s m a n
gündem ine almıştır.
lI'ya yaklaşım Baykan Sezer'i meseleye
da bu noktada iyi bir göstergedir.
Sosyoloji Yıllıkları
odaklamıştır. Baykan Sezer'in metinleri
Türkiye'de tarih konusu diğer sosyal
genelde sosyoloji içinden O s m a n lı'y ı
bilimcilerin gündemine oldukça geç bir
idârenin belirlem esiyle oluşur, O sm an
desüblime ediyor) “daem onik” boyutun
lI’dan beri, bürokratla entelektüelin varlıksal içice yaşamasını mümkün kılan da bu akıldır. Burada W eber’in sözünü ettiği türden b ir literati’den sözetm ek işlevsel açısıdan yararlı olsa da, bürokrat ve ente
eksikliği meselesi (1 9 8 4 ), aşağı yukarı ta pu sicil memuruyla aynı zihinsel önkay-
lektüelin aynı bedende yaşamasından ka çınılmaz olarak zararlı çıkan entelektüel olmuştur. Türk entelektüelinin düşünsel
den çok, yaptığı işin nihai amacına ilişkin başlan kendisini sınırlayan, şartlandıran bir tutumdan sözetmek yerinde olacaktır.
zaafiyeü, yahut Şerif Mardin'in vurguladı
D olayısıyla T ü rk m od ernleşm esinin
ğı ve Özünde tartışmalı (çünkü, bu Batılı entelektüeli kusursuz kılan b ir özcülük
özellikle siyasal bağlamında bir öğretici, jakoben, ideolog ya da akademisyen kılı
içeriyor ve aydını dolaysız b ir biçim de
ğında karşımıza çıktığı biçimiyle, entelek-
gıları taşıyan bir varlıktan sözetmeyi zo runlu kılm aktadır. Bu durumda “devlet a k li’na bağlanmanın fom ıel bir biçim in
E
N
t
F
I
E
K
T
U
E
l
L
E
R
V
E
t
D
E
O
O
J
I
L
E
R
121 B aykan Sezer. A sya üretim tarzım tartıştığı, başyapıtı olduğunu söy ley ebileceğ im iz Asya
Tarihinde Sıı Boyu Ovalan ve Boykır Uygarlıkları ad lı çalışm asın d a. Firdevsî'nin Şehname sin e g en iş y er ayırır. Sezer. Şehname j ı ön celikle. T iirklerin Iran-Tııran çatışm asın d an "d a lıa g en iş re dünyanın k a d erin i çizen "Doğu B alı çatışm asın a g eçişlerin in b ir belg esi o la ra k oktu: dönem de girmiştir ve Batılı açıklamalara
Baykan Sezer'in meramını olanca açık
yönelik hiçbir direnç görülmez. Osmaıı-
lığıyla aktarmaktadır. 1978 yılında ya
lı konusu da hiçbir şekilde, bugünden,
yınlanan o m akalenin ana tezlerinden
daha geniş anlam da Cumhuriyet döne
biri, O sm anlI'yla ilgili meselelerden bu
minden soyutlanır bir lar/da ele alınmış
güne dair ipuçları çıkm ayacaksa o dö
değildir. Aslında O sm anlI'yı anlam a me
nemi anlam anın, anlam aya çalışm anın
rakı bugünü de anlam anın bir vesilesi
akademik işgüzarlık dışında hiçbir kıy
olarak da düşünülm elidir. H em en her
meti harbiyesiııin olm adığıdır. Bu ne
çalışması bu noktada ipuçları sunsa da
denle Baykan S ez e rin O sm a n lıya dair
" l iirk Toplum Tarihi Üzerine Tartışma
yaklaşımlarını bugüne izdüşümü açısın
lar: I. Feodalizm'' (1978) başlıklı metni
dan da değerlendirmek gerekmektedir.
tüeli. aydın ya da münevver, bu devlet ak linin işlevsel kılınmasının bir organı say mak durumundayız. Bu yargı, ancak ta rihsel bir tasvirin içerisinde doğru olabile cektir. Çünkü özellikle sosyalizmin yay gınlık kazandığı 1960 sonrası için geçerli olmadığını, entelektüellerin piyasayı, pi
açıdan yeni bir öğrenme seferberliğine yol açmıştır. Okur-yazarlık oranının arıışı. ya zılı basının Anadolu’ya girmesi, kitap ve dergi yayımındaki çoğalma, belki de ilk kez "kiıle ’yi gözetmeyi zorunlu kılmıştır.
lektüelin boy gösterdiğini vurgulamak ge rekecek. Hnıeleklüelin grup hüviyetinde
6 0 ’lanıı sonundaki yoğun siyasallaşma, aydınların, doğrudan siyasal rejim in de ğiştirilmesi talebiyle somutlaşır. Gelgelelirn. bu talebin askerî darbe özlem ine, cuntacılığa uzanan ve aydını tekrar Osnıanlı modernleşmesindeki “sakatlanmış"
ki bu dönüşüm, sadece siyasal ideolojiler le de sınırlı kalm am ak üzere, düşünsel
da olmuştur. 1 9 7 0 -1 9 8 0 yıllan arasında.
yasanın da entelektüelleri keşfetmeye baş lamasıyla birlikte, artık yeni bir tur ente
konumuna gönderen önemli bir sonucu
E
N
T
E
L
E
K
T
Ü
E
L
L
E
R
V
E
İ
D
E
O
L
O
J
İ
L
E
Bu ç e rçe v e d e Bayk an Sezer'in dü nle
Ö zellikle Türk sosyolojisine dair yak
bugün arasındaki süreklilik meselesini
laşımları bu kitabındaki düşüncelerin
ilk defa gündeme getiren entelektüelle
den izler taşımaktadır. İstanbul Ü n iver
rin başında geldiği söylenebilir.
R
sitesi Sosyoloji Bölümü, Türkiye'nin çok yerine yayılan öğrencileriyle Baykan Se
ETKİLERİNİN SATHİLİĞ İ VE ŞAH İN LİĞ İ
zer'in metinlerinin belli ölçüde yaygın laşmasını sağlamıştır. Ancak bu durum da belki de Baykan Sezer'in metinleri
122
Batı-dışı m odernleşm eyi. Batı dışı top
nin en sathi bir b iç im d e anlaşılarak,
lum I arın gelişim şeklinin farklılığını ve
Türkiye'nin özgünlüğünün yüzeysel bir
özgünlüğü, yerliliği Batılı düşünce for-
biçimde savunulmasına yol açmıştır. Bu
m atlarında arayan ların zam an içinde
sathi savunu tarzı, belki çelişik gibi ge
Baykan Sezer'in yaklaşım larına yaklaş
lecek ama en bariz bir şekilde muhafa
tıklarını sanmaları, onun yaklaşım ları
zakâr entelektüellerin önemli bir çoğun
nın esasını d a Batılı formatlarda aradık
lu ğ u n u n B a tı d ü şü n c es i fre k a n s ıy la
larının bir işaretidir. Son dönem de bu
uyum lu Türkiye tahlilleriyle örtüşmekte-
tarz açıklam alar Baykan Sezer'in etki
dir, Baykan Sezer düşünceleri itibariyle
alanının geliştiği, yaygınlaştığı yönünde
doğal olarak İstanbul Üniversitesi Sos
bir anlayışın yerleşmesine yol açmıştır.
yo lo ji Bö lü m ü tarafından temsil ed il
B e lk i de B ayk an S e z e r'in en ya yg ın
mektedir. O rada da iki yönlü bir savrul
yanlış anlaşılm a biçimlerinden biri bu-
m a söz konusudur. Baykan Sezer üzeri
dur. Baykan Sezer'in düşünce dünyası,
ne yazm adan düşünce üretilebileceği
çeşitli tarzlarda farklı yanlış anlayışlara
sanısının yanlışlığı açıktır. Bir dönem
da konu olmaktadır. O n u n dünyayı an
O sm anlı üzerine yazm aya konan sınır
lama denemesi, en yanlış ve en eksik
landırma ister istemez Baykan Sezer'in
anlaşılan yönlerinden biridir. Sosyolog
düşüncelerinin anlaşılmasını da kısıtla
ların bilhassa dikkatini çekmesi gereken
mıştır. Bütün bunlara rağmen çıkarılan
Sosyolojinin Ana Başlıkları
kitabı hiçbir
Baykan Sezer ve Kemal Tahir Armağan
biçim de önemsenmemiş görünmektedir
larıyla, Baykan Sezer'in düşünsel an
- Baykan Sezer'in düşüncelerine yakın
lam da en belirgin takipçisi burasıdır;
olan çevrelerde bile.
S o sy o lo ji Yıllığı en azından duygusallı-
Türkiye’deki yoğun siyasal mobılizasyon,
yasal hareketler üzerinde kurduğu ya da
entelektüellerle toplumun çeşitli düzey lerde buluşmasına yol açmıştır. Gelenek sel udeba (m an o/ 1et ters) ve ulema kat
kurmaya çalıştığı vesayetin nereye dayan dığının örneğini teşkil etmesi bakımından anlamlı olmak bir yana, Türkiye’nin top
manlarının hızla angaje bir kim lik edin melerini zorunlu kılmıştır. Bunun muhte
lumsal ve siyasal tarihinde neredeyse el yordamıyla şekillenen bir örgütlenmenin,
va açısından getirdiği kültürel ve düşün
kendisini, sonuçta bu türden bir mobilizasyoııa katkıları sınırlı seçkinlere onay
sel çıkmazlar ayrıca değerlendirilmelidir. Dille ilgili dilbilimsel ve kavramsal sorun
latması da dikkat çekicidir,
ların doğrudan siyasal sorunlar olarak ya şanması bu sürecin önemli bir boyutudur.
1 9 5 0 ’terden itibaren, daha geleneksel sınıfların kendi en te Iij ansıyasım üretmesi
Fatsa’daki sosyalist deneyimin, kendisini aydınlara ekspoze edişi de, aydınların si
ve bu grubun kam usallık im kânlarının artmasıyla, 1960 sonrasında sosyalizmin
E
N
T
E
L
E
K
T
Ü
E
L
L
E
R
V
E
İ
D
E
O
L
O
J
İ
L
E
R
ğı, heyecanı v e dürüstlüğü yönünden
G ü n ce l siyasetin ötesinde C um huriyet
bu konumu hakeder. Fakat asıl önem li
dönem i üzerine metinleri de düşünce
si, Türkiye'de ana düşünsel mecralarda
lerini Örtük bir şekilde anlatmaktadır.
Baykan Seze r'in g enellikle atlanm ası,
D o la y ıs ıy la yazdığı m etinleri daha
görmezden gelinm esi, bilinm em esidir.
dikkatli okum ak gerekmektedir. Türki
B ir a k ad e m isy e n in , Bayk an S e z e r'in
ye'd e sosyal bilimlerin, Özellikle sosyo
metinlerine jüride olması halinde yönel
lojinin ana konusunun Cum huriyet dö
diklerini söylem iş olm ası, manidardır,
nemi olması bu metinlerin ciddi bir şe
Mo
kilde okunm asının önünde önem li bir
dern Türkiye'de Siyasi Düşünce dizisi nin Tanzimat ve Meşrutiyet'in Birikimi
engel oluşturmuştur. Bu anlam da Ke
başlığını taşıyan ilk cildinde, Türkiye'de
rom anından ziyade
Batılılaşma problemiyle en yoğun ilgile
c/e/dinin daha fazla ilgi uyandırması an
nen entelektüel olan Baykan Sezer'in
la şılır görünm ektedir. Z a m a n iç in d e
m etinlerinden alıntı yaparak yararlan
B ayk an S e z e r'in m e tin lerin in T ü rk i
mak bir yana hiçbir metnine gönderme
ye'd e daha fazla önem seneceği konu
yapılmamış olmasıdır. Bu eksiklik birin
sunda önem li dayanaklar bulunmakta
ci cildin ikinci baskısında İstanbul Sos
dır. M uhalifliği, m arjinalliğî neredeyse
□aha çarpıcı olan ise, dokuz ciltlik
Devlet Ana Bozkırdaki Çekir-
mal Tahır'in aynı yıl çıkan
yoloji Bölüm ü'nd en bir öğretim üyesi
hayatlarının m erkezine koyup palavra
nin önerisiyle düzeltilmiştir. Bu durum,
sıkan siyasetle meşbu akademi erbabı
Türkiye'deki düşüncenin ana m ecrası
nın Baykan Sezer'in yaşantısından, gö
nın Baykan Sezer'e uzaklığını göstere
rünür olm am ak konusundaki ısrarından
cek mahiyettedir.
ve piyasada satılmayan, kimisi 250 adet
Baykan Sezer güncel sorunlarla ilgili,
basılmış kitaptan ibret almasının m üm
özellikle güncel siyasetle ilgili hayatı
kün olm adığı görünmektedir. "Gösteri
boyunca hemen hiçbir şey yazmamıştır.
toplum u"nun oyuncuları yanında hasbi
Cum huriyet dönem iyle en doğrudan il
bir entelektüelin anlaşılm asının vasatı
Türk Sosyolojisinin Ana
Türkiye'de bulunmamaktadır. O nun gü
kitabında bulunmaktadır. M e
vend iğ i "g e n ç le r" belki uzun vad ed e
tinlerinde Türkiye ile ilgili tahliller daha
Türk düşünce dünyasında merkezî bir
z iy a d e örtük o la ra k yer alm ak tad ır.
rol oynayacaklardır.
gili m etinleri
Sorunları
kazandığı ivmenin sonucu olarak ortaya çık an en telektü el canlanm a aydınlarla
□
devlet arasındaki “işbölüm ünü” sonlan-
keziyetçi tutum u, en önem lisi de resmî ideolojiye karşı kırılgan olmaları nede niyle akadem inin etkinliğini kaybettiği
dırmasa bile, burada millî eğitim politika ları ve talim ve terbiye işleriyle daha da
1 9 8 0 -2 0 0 0 arasında, medyanın büyüyen ekonom ik ve toplumsal hacmi aydınlara
somutlaşan bir Fılistenizmin devlete “kal m asına” yol açm ıştı. 12 Eylül 1980 den sonra “Türk-lslâm sentezi aydmlarT’mn
yeni “geçim ve gerileme” kaynaklan sun muştur. Sonuç, toplumsal ve siyasal so
devlet katındaki itibarlarının aralıklarla da olsa taltif edilmelerinin bir nedeni de,
runların büyük bir kısmının daha dar bir sözlük ve içeriksiz kavramlar aracılığıyla tartışılm ası olm uştur. Siyasetin daralan
yeniden bu filisten tutumu üstlenmeleriy le de ilgilidir. Üniversite m ensuplarının
alanı, siyasal ve toplumsalın buluşması nın önündeki yasal, yapısal ve kültürel
YÖK’ün kurumsal düzenlemeleri ve mer
engeller, görünür siyasal ideolojilerin bü-
123
d
ö
n
e
m
l
e
r
v
E
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
yük oranda bir “aydınlar ideolojisi" ola rak varolmasını gerektirmiş, ancak özel likle İslam a aydınlar da somutlaştığı üze re, bu rol, hem aydınları hem de soz ko nusu ideolojinin aleyhine işleyen bir va sat yaratmışnr.
refleks halini almıştır. Bu nedenle '801 er den sonra, olup bitenler hakkında görüş
Günümüzde, kamusal görünürlüğü ve medyatik arzuyu tatmin etmeyi ilke edi
m en tekrarlanamaz durumdadır. Toplu m un, m edyanın aracılığıyla ve kim i za
nen bir tür entelektüel tipinin varoluşu,
man da nevrotikleşen bilgilenme talebine gönül indirerek kam usal aydınlanmaya katkıda bulunma isteğinin bugün, gele
en telek tü ellerin “kam usal e n telek tü el” kimliği kazanmasıyla değil, pazarın iğvasryia ilgilidir, 20 0 0 'lerin sonuna doğru, sag ve sol entelektüellerden çok, giderek hegem onik b ir ideolojik oluşum hâline
124
Z
lerine müracaat edilen, söylediklerine ku lak kabartılan figürler olarak aydınların yaşadığı tatlı hayal, bugün aslında daha medyatik imkânlara sahip olmalarına rağ
neksel toplumun sevk ve idaresi işleviyle yer değiştirm esi, aydınların ve özellikle akad em isyenlerin önceden b elirlenm iş
gelen liberalizmin temsilcilerinin öne çık maları ise, sosyalist ve îslâm cı “aydınla rın ” taşıdıkları ideolojinin genel sönünı-
bir gündem ve bu gündemin sorunlarıyla boğuşması bu çöküşün önemli bir sonu
lenmesiyle ilgili olsa gerektir. Burada çö küş, 12 Eylül rejim inin ve kapitalizmin kurumsallaşması sürecinde ve bu sürece rağmen, aydınların işlevleri konusunda toplum un artık bir ilgi ve beklentisinin kalmaması olgusuna denk düşer, Orhan
lektüellerle siyasal ideolojilerin buluşma sı, daha çok entelektüelin işlevleri bağla mında değerlendirilebilirdi. Bugün bu iş levler, geçtiğimiz yüzyıldan oldukça fark lı, hatta entelektüelin belirleyici nitelikle rinin ortadan kalktığı bir vasatta, ne dü
Pamuk’un Nobe) Edebiyat Ödülü’nü al masıyla, devletçi/ulusalcı paranoyanın dı şında kalmaya çalışan aydınların T ü rki
şünsel ne de pratik açıdan verimli sonuç lar üretmeye muktedirdir. Kuşkusuz söy leyecek sözü olan, her zaman bir adım
ye’deki en yaygın ideolojilerinden birisi olarak filisteni 2min saldırıları m illî bir
öne çıkacaktır-herhangi b ir id eolojinin desteğine ihityaç duymaksızın, üstelik. □
cudur, Başlarken belirtildiği üzere, ente
Uzmanlaşma ile Popülarizasyon Arasında Aydın' T A N IL
BO RA
_________ MEŞRUTİYET AYDINI___________
b en ce İk in cisi m ü reccah tır Ben sana onu
anm bilgili, tutarsız, kafası karışık
c isi m ü reccah o la c a k tır. S en d e ev lâ d ın a
“Meşrutiyet aydım”nın karikatürü
on u tavsiye eyle! (akt, Okay 1991: XI)
Y
ep ey ce ç iz ilm iş tir . R eşat N uri
Güntekin, G öky ü zü adlı romanında böyle
bir Jö n Türk münevveri tipini tasvir eder: Paris’te ‘politik sürgün’ romantizmi içinde yaşarken, bir mektebe yazılmaya ihtiyaç duymadan, konferans dinleyip risale oku makla “sayılı alim ler arasına geçtiğini” düşünen, “her telden çalan bol ve karışık malûmatlı” bir heveskârdır bu: Gençlik n e g ü z el şeydir: Mesela, Sorel’m yahut Tarde'tn b ir d ersin i oldu ğu g ib i h a
tavsiye ederim. Fakat bu n dan son ra b irin
O da Osmanh-Müslüman-Türk münev verlerinin n akı sasın m farkındaydı. Başta kendisi olmak üzere, y an aydınlar olduk larım biliyor ancak çağa ayak uydurma nın, bu ‘ilkel kültürel birikim’ evresinde belirli bir yüzeyselliğin kaçınılmaz oldu ğunu düşünüyordu. Şüphesiz, yalnız da değildi bu değerlendirmesinde. P eki, A hm et M ith at E fend i’nin oğlu kendi evlâdına “her şeyi öğrenmek fakat
ra y a k la şm ış san ıyordu m . ‘Madem k i o n
nakıs olarak öğrenmek" yerine “bir şeyi öğrenm ek fakat m ükem m el öğrenm ek" gerektiğini telkin etmiş midir? M odern
la r g ib i dü şü n ü y oru m . D em ek ki o n la r
leşmenin ilerleyen merhalelerinde, aydın
d e r e c e s in d e o lm a sa m b ile o n la r a y a k ı
olmanın koşulunun ve itibarının bu yön de değiştiğim söyleyebilir miyiz?
tırla y ıp anlattığım za m a n k en d im i o n la
n ım !' y o lu n d a b ir ku ru n tu ... (G üntekin
1976; 22) Ahmet M ithat E fend i, 19. yüzyıl s o nunda (/in de siecîe) muazzam bir çağ dö nümünün krizini yaşayan Osm anlı m ü nevverleri için iki kademeli bir görev ta nımı yapmıştı - nasihat formunda: Oğlum! Y aln ız b ir şey i ö ğ ren m eli, fa k a t m ü kem m el o la r a k ! Yakut her şeyi öğren
Bu som ya gelmeden önce, Ahmet M it hat’ın ayrım ını sorgulayalım. Onun b il giyle ilişkid e y etk in lik aşam ası olarak gördüğü uzmanlaşma, gerçekten en yük sek mertebe midir? Edward Said, “profes yonel" olarak tanım ladığı uzm anlaşm ış entelektüeli, ‘hakiki’ entelektüelden ayırır (Said 1995: 67 vd.). Kuşkusuz uzmanlaş
meli, bittabi nakıs o la r a k ! Osmanlılığımı
manın insanı otomatik olarak entelektü ellikten uzaklaştırdığını söylüyor değildir.
zın bugünkü katine nisbetle şu ik i şıktan
Said’in kastettiği, belirli bir dalda ihtisas-
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
126
A hm et M ithat F fen di: Y an aydın karakterin in , y ü zey sel h a lta m alû m atfu ru ş kan a a t ön derliğin in p rototip i m i? Yoksa bilgin in p op ü lerleşm esin e v e d em okratikleşm esin e k a tk ıd a butunm uş birisi[ olum lu an lam ıyla a m a tö r’ b ira y d ın nıı? A hm et M ithat’ın 'm isyonunu'tartışm ak, ayn ı z a m a n d a Türkiye 'de ka m u sa l d ü şü n ce vasatı ve ‘a ydın soru n u ' ü zerin e tartışm ak an lam ın a geliyor.
laşarak. belirli bir konunun inceliklerine
fa y d a n bakışı, "düşüncelere ve değerlere
dalarak bilginin başka dallarına tümüyle
özen gösterme" hassasına uzaktır.
ilgisizleşen, daha önem lisi in san lık ve dünya meselelerine kayıtsızlaşan kişinin, gerçek anlamda entelektüel olarak lanıınlanamayacagıdır. Bu kayıtsızlığıyla mev
UZMANIAŞMA VE KAMUSAL-I’OI.lTİK İŞLEV
cut düzene ve iktidara eleştirel mesafe al masını sağlayacak 'aklını' da yi tiren böyle birisi, ancak bir "bilirkişi" sayılabilir. Fdvvard Said, bu çağın entelektüelinin umu lur ruh taşıması gerektiğini söyler. Ama törlüğü, a şk ve m era k vasıflarıyla tamın
Said’in tanışmasını biraz daha devam etli
lar; bu vasfı taşıyan entelektüel, uzmanlaşm anın-profesyonelleşm enin m eslekî darlığına kısılmayan, "düşüncelere ve de
sevgisi) felsefed en yoksun kalmamalı, tek nik değil kelime anlamıyla (ıcfekkür) te
ğerlere özen gösteren"’ birisidir. Yalın de yişle, d erdi vardır, meselesi vardır.
leriyle rabıtasını kaybetmemeli, teorinin
Ahmet Mithat'ın sözlerinde yan avdın
lama için süzülmüş "pratik bilginin beri sindeki tartışmayı, akıl yürütmeyi, ayrıntı
yüzeyselliği zaruri görülürken de uzman taşma yücelıilirken de eksik olan şey, işte
relim. Entelektüelin merak ve aşkı, başka bir anlamda u zm an laşm ad an geri kalma malıdır aslında: düşüncenin ö z erk liğ in i ta n ım a ve d erin leşm e , o d a k la n m a anlamın da... "Branş’ değil kelime anlamıyla (bilgi
o riy e ilgisini yiıirnıemelidir. Düııya bilgi ev ren sel niteliğinden kopmatnalıdır. Uygu
bu aşk ve merak ruhu ve eleştirel bilinçtir.
yı önemsememek, düşüncenin iç zenginli ğinden heyecanlanmamak, aydın/rmelek-
Şahsen ziyadesiyle aşk vc merak dolu bir amatör olmakla beraber. Ahmet Mithat’ın
tüel olmakla bağdaşmaz. Sözgelimi, (seve rek tüketilen klişeyle) İstanbul kuşatma
iktidara devlete sadakatle bağlı a ra çsa Icı
altındayken rahiplerin meleklerin cinsiye
U Z M A N L A Ş M A
İLE
P O P Ü L A R I Z
ti üzerine münazaraları devam ettirmesi, ‘ayıp' değildir bu bakımdan. Ancak bu PatJıos, kamusal b ir Ethos’la birleşmelidir. ‘Eski’ Aydınlanma paradig masının. diliyle: “Aydınlatma”, “bilinçlen dirme" işlevinin ahlâki sorumluluğudur bu. Başka LütIû söylersek: Uzmanlaşmış bilgiyi, incelmiş fikri kamusallaştırma iş levidir (Toker 2007). Bilginin d em o k ra tik leştirilm esin i getiren bir işlevdir bu. An cak sadece b ir n akil, b ir vaaz değildir, bizzat refleksiyomı (üzerine düşünmeyi) kamusal bir ortama mal etme, böylece bir feanıusallığı inşa etme eylemidir. ‘Eski’ Ay dınlanm anın didaktiğini (hatta p ed a n tiz mi) ile aradaki fark da buradadır, bu edi min bir ilişki, bir etk ileşim olmasıdır: BilgiyiVfikri kamusallaştırm ak, bizzat aydı nın refleksiyonuna da katkıda bulunur, onu bir Praxis deneyimine sokar. Bir Ha dis-i Şerife başvurarak söylersek: “Herke se idrakine göre hitap etme"nin salt propagandif olmayan, bir etkileşimi başlatan dönüştürücü deneyiminden söz ediyoruz, Aydmı politik kılan veya politik aydım tanımlayan da, bu ilişkiye açıklığı, bura daki g erilim d en beslenmesidir. Tekrarlar sak, düşünce üretimi ile onu bir yere ‘ta şıma’ arasında mekanik bir ilişkiden de ğil, diyalektik ve bütünleşik bir etkinlik ten söz ediyoruz (Ptm is'ın anlamı da bud u r). D olayısıyla, organik aydın da bir propaganda veya irşat görevlisi değildir! Tefekkür emeği ( “fikir çilesi") ile bu te fekkürü kam u sallaştırm a sorum luluğu arasındaki salınınım ik i ucuna da ay m ciddiyetle yoğunlaşmayan bir entelektüel etkinlik, ‘angaje’, organik veya değil, en telektüellik sıfatım yitirir. Teorinin, bilginin, fikrin kamusallaştı rılması, bir popülerleşti rm e uğrağını içerir. Zaten fiilen politik düşünceyi de ayırt eden bir uğraktır bu. Ancak teorik etkin liğe uğram ayan, OTada derinleşm eyen,
A 5 Y ON
A R A S I N D A
A Y D I N
bir popüler söylem, vulgerizasyon anlamı na gelecektir. Basitleştirmenin, sadeleştir menin, bilginm dönüştürüGülüğünden ta mam en feragat ederek bayağılaştırmaya dönüşmesidir bu Popülarizasyon ile vulgerizasyoıı arasındaki ince hat, özellikle, bir toplum ve insan tasavvuru olan, fakat bunu gerçekleştirmek için entelektüel et kinlikte derinleşmeyi, meselelerin âcilliği karşısında ‘lüks’ veya oyalayıcı (hatta bel ki yoldan çık arıcı, ayartıcı) b ulanların zorlu im tihan geçididir. Onları bekleyen tehlike, zayıf, yüzeysel bir donanımı popülarize etme girişiminin kolayca vulgerizasyona dönüşecek olmasıdır. ERKEN CUMHURİYETİN PEDANTİZMf VE ANIt-ENTELEKTÜALÎZMt Erken Cumhuriyet döneminin aydınlan, -e n azından devletli-hâkim aydın e liti,Ahmet Mithat Efendi’nin oğlnna nasihati ne kulak vermeye devam ettiler Bilgiye, muzır ihtimalle kendi güç ve ikbal arzula rına hizmet edecek bir kültürel sermaye olarak, salih ihtimalle ise modernleşme (ve nıilletleşme) sürecindeki gecikmenin açı ğım kapatma telâşıyla yaklaştılar. Bu araçsalcı-faydacı bakış, “Meşrutiyet aydım” di ye karikatürize edilen çizginin devamlılığı nı -kronikleşm esini- temellendirdi. D ö n em in m u teber aydın p ro fili: bu araçsalcı-faydacı yaklaşımın güdümünde, pedantik üsluplu, çoğunlukla gazeteci, yarı aydındır. İstisnaları kuşkusuz vardır, Bir istisna tipi: belirli bir düşünce ekolü nü tanıtmaya ve uyarlamaya kendini ve ren nakilcilerdir - örneğin Bergson nıüvezzii olarak Mustafa Sekip Tunç. Bir baş ka istisna tipi: Kaynak alınan Batı düşün cesinin bir tatbikat yönergesine indirgen mesine karşı, Aydınlanmanın ve eleştirel akim lâytkıyla içselleştirilmesi, hazıriedilmesi gereğine dikkat çekmeye çalışan, ço
relleksiyondan uzak, b iz z a t popülerleştir
ğunlukla politikanın dışında veya kıyısın
me d en ey im in i b ir rejlek siy o n sürer t o la r a k k a v ra m a y a n , didaktik ve araçsalcı-faydacı
da konuşan aydınlardır. Ö rneğin; yeni uygarlığın cevheri olarak özgür düşünce
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
ve ilim zih n iy e tin i vu rgu layan Adnan
le gerek milliyetçi-muhafazakâr gerek li
Adıvar, vulgerizasyona ve popolarizasyo na (pedantizme) ilkesel olarak ve tiksin tiyle karşı çıkan Nurullah Ataç; dünyaya açıklıkta ve evrenseldi hümanizmada ıs
beral fikir üstadlannın gönlünü alsa bile, onları ideologlar olarak referans almamış, böyle bir ilişkiden kaçınmıştır Modernist
rarlı Orhan Burian, Tanpınar’ı düşünerek, muhafazakâr bir melankoliye kapılmaksızın, modernleşme sürecinin tra jiğ in i cid diye alan b ir başka tîpolojiyi daha not edebiliriz. Erken Cum huriyet dönem inin, “Yeni Türkiye”nin buluğdan orta yaşa uzanan evrelerine devreden bir özelliği, politik
(ekonom ist) iyimserliği ve pragmatizmi, merkez sağı katı ideolojik çizgilere veya herhangi bir fik rî sorum luluğa bağlan maktan alıkoymuştur.2 Bu hürmetkâr oyalama taktiğine milli yetçi-muhafazakâr entelijansiyanın verdi ği tepkinin, kim i zaman, antipoîitik b ir e n tele k tû a liz m suretinde tezahür ettiğini
gözleriz. Politikanın idealizm ve fikir kar
lunmamasıdır. Ziya G ökalp’le İttihat ve
şısındaki kaypaklığım küçümseyen, aşa ğılayan b ir tu tum ... Ö rnek, N ecip F a zıldan. “Suhan-ı Ş tâ râ ”, Adnan Mende
Terakki arasındaki türden bir ilişki, teker rür etmemiştir! Entelektüeller ancak epi-
res için yazdığı “destanvarî şiir”d e "/dur e r k e k t ir b iz c e , p o lit ik a m û en n e s [dişil -
gonlar (taklitçiler), propagandistler, vazi feli araştırmacılar, bilirkişiler, m etin ya
T.B.]" der (Kısakürek 1970: 33 4 ), Zaten onun İslâm devleti ütopyasında, politika cıların yerini “Yüceler Kurultayı"nın aris
elit ile “fikir adamları” (teorisyenler, ide ologlar) arasında bir Prcreis zemininin bu
zarları olarak, sınııh sorumluluklarla is tihdam edildiler. “Türk Inkılâbr’mn prag m atizm inin, entelektüel idealizm le telif edilmesi zordu. Bize-özgülüğünü, biricik liğini, gücünü ve ilhamını h ay atın kendi sinden aldığını, dolayısıyla düşünce kalıp larıyla d on duru la maya cağı m vaz’eden, iki savaş arası dönemin vitıdist felsefesi, er ken Cum huriyetin Kemalizmine an tien tele k tü a lis t bir çehre kazandırıyordu. İlim ve fenni yücelten yan dinî pozitivist söy lemin, felsefe ve teoriye asla aynı nazar larla bakmamasıyla da pekişiyordu bu. SAĞ PO LİTİKA VE A N Tİ-EN TELEKTÜ A LtZM
tokratik idaresi alacaktır. İnsan k a fa s ın ın y a r a t ıc ı hatniderini ve id r a k çilelerin i p la n la ştıra n ... eser, k ey if,
görüş, terkip ve d a v a sahibi aksiyomu g ü z id eler (...) m illeti, - d o k t o r h â k im iy eti
altındaki hasta gibi- s a f ve m ü cerred id ra k ıstırabı çek e n ru h ve d im ağ İşçileri
nin hâkimiyeti yolundan, 'hak ve hakika tin h â k im iy eti altında tutacaktır. (Kısakürek 1986: 257). Yeni zamanlarda, sağa da sola da âmir olan yapısal bir değişim, ideolojik yeni den üretim işlevinin merkezi hale gelen
Aydınlarla onların göreli özerkliğini tanı
medyanın bilgiyle araçsalcı-faydacı ilişki yi ve vulgerleşm e eğilim ini olağanüstü güçlendirmesidir. Fikri uğraş ve zihinsel
yarak politik (ve entelektüel) sorumluluk paylaşan b ir alışverişe girmemenin ve an-
etkinliğin özerkliği, onu “en te llik ” k ü çümsemesiyle kriminatize eden b îr söyle
tientelektüalizm in, 1 9 4 6 sonrasının yo
min tarassutu altındadır.3
ğun kutuplaşma ve politizasyon dönem lerinde de geçerliliğini koruduğunu söy
____SOSYALİST HAREKET VE TEORİ
leyebiliriz. Örneğin Yüksel Taşkın (2007: 8 6 -9 ), merkez sağ geleneğin bu yanıtla dikkat çekiyor DP, AP, ANAP, DYP, AKP
“Dünya bilgisi” ve teorinin evrenselliği, özellikle sosyalist ve M arksist aydınlar
silsilesi, ara sıra törensel hürmet jestleriy
açısınd an aslî değer taşır. Keza Proıcis,
U / M A N I
A Ş MA
İL t
P OP
U L A R
I Z A S Y O N
AR A SI N
D A
AY
D I N
A bdülhak A dnan Adrnır. dü şü n ce özgürlüğünün ve dü şü n sel etkinliğin özerkliğ in in tutarlı r e tutkulu b ir savunucusuydu. 1945 te "a k a d e m i" ü zerin e y azd ığ ı m akaled e. iinirersiU m tn g erçek tem elin in f i k i r k ııliib ii b en z eri olu şu m lar h a tla m ü n evverler ara sı y a ra n so h b etleri oldu ğu m , devletin sa d e ce bıı g ib i filiz lerin yeşerm esin e alan açm ası g erektiğ in e d ik k a t çekiyordu .
sosyalist aydın açısından, bir ahlâk veya elkililik ölçüsü olmaktan öte, düşüncenin insan eyleminin bütünlüğü içindeki salih anlamını belirler. Oysa 1960’lar ve '70'lerde, solun yükse liş ve kitleselleşm e dönem inde, teoriyle ilişkide laydacı yaklaşım belirleyici o l muştur (Akın 2007; Ünal 20 0 7 ). Teoriyi "eylem kılavuzu"na indirgeyen anlayışlar, sosyalizmin popülerleş! irilmesinden ziya de. v u l g e r i z e e d ilm esin e yol a çm ıştır. Özellikle devrim stratejileri bağlamında teo rik kavram ların, id e o lo jik referans kaynaklarının dümdüz' uyarlanması, da ha doğrusu çok defa uyarlama bile dene meyecek bir yüzeysellikle 'nakledilmesi', bu deneyimi popülarizasyon değil de vulgerizasyon olarak adlandırm am ızın gerekçesidir. Zira popülarizasyon, teorikpoliıik öncüller ve hedeflerle popüler ide oloji etmenleri arasında bir bağ kurulma sını gerektirir ve ucu açık bir etkileşimi başlatır. 1965-80 döneminin kitleselleşme tecrübesi içinde, bunun bir ölçüde başa
rıldığı örnekler sınırlıdır (Dev-Yol örneği ni tartışması için bkz. Erdoğan 2007). So lun bu etkileyici yükseliş dönemi, söz ko nusu kitleselleşme ve silahlı mücadelenin fiilî radikalizmi ile bit radikalizmin teorik ve ideolojik-politik ifadelerinin kitabi ya paylığı arasındaki yiııe çok etkileyici çe lişkiylc malûldür. E leştirel ve d iy alek tik olm ayan, düz uyarlam acılığın paradoksal görünen bir sonucu, evrensellik fikrinden kopmaktır. Zira teoriyi taktiğe indirgeyerek araçsal laştıraıı, böylece aslında değersizi esi iven bu adaptasyoncu tavır, herhangi bir cvrensel-ııesnel değerlendirme ölçütünden ‘istila eurıek anlamına gelir. Dolayısıyla, tikel (verel-somut) ile evrensel arasındaki ilişkiye eleştirel bakış imkânı da kalmaz, lâ 'uzaklardan ideolojik politik ilmihal leri sıızgeçsiz adapte eden sosyalist sıfatlı grupların, Türkiye'ye ilişkin en aynksıcı, k end ın e-ö zg u cu açıklam alara, giderek apaçık milliyetçiliğe savrulmalarının esra rının ardında bu da vardır.
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
Türkiye’de sosyalistlerin bu ‘entelektü el çelişkisi’ ile ilgili ayrıksı örnekler -ç o k şü k ü r!- yok değil. Elinizdeki ciltteki Hik met Kıvılcımlı ve Mehmet Ali Aybar port releri, onların bu yanlanna da dikkat çek mekte. Ben burada biraz. Sevgi Adak ile
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
lama yordamına 'kapılıp' mekanik bir indirgemeciliğe meyletmiş; ayrıca dikine hi yerarşik örgütlenme m odelini kapitaliz min bütün evreleri için genel geçerleştire rek, tarih-dışı bir toptancılık yapm ıştır (Doğan 2005: 54 vd,). Tü rkiye’n in toplum sal analizind e ve
Ö m er Turan’ın Aybar hakkında dikkat çe k tik le ri bazı n o k ta la n tek rarlay aca ğım... Aybar, dünyadaki Marksizm içi tar
Türkiye’ye ilişkin politik strateji geliştir mede, Aybar’m teorinin evrenselliği ile ti
tışmaları izlemişti; bu ilgisi dönemin güç ve cazibe m erkezlerini takip etmekle sı
kel ‘gerçek’ arasındaki bağı ciddiye aldığı nı görürüz Öncelikle, az evvel değinildiği
nırlı kalmamıştı. Örneğin Avrokomünizm
gibi, Teel’ icaplara göre eğip bükmediği b h sosyalizm anlayışı vardı. Öte yandan, reel toplum sal-politik koşulların t e o r i k analizine de, esas itibariyle reel-p olitik
etrafındaki tartışm aları ‘reflekıe ediyor’, Althusser’i okuyordu, Aybar’m ‘beynelmi-
130
Z
lel sosyalizm’ fikriyatıyla ilişkisi, adaptasyoncu-nakilci bir ilişki de değildi; bu te orik kaynaklarla tartışıyordu. Bu, teorinin onun nazaraıda bir âlet olmamasıyla, sos yalist hareketin Özüne, esasına dair bir değer taşımasıyla ilgilidir. Üniversite yıl larından itibaren, Marksist bir hümanizma anlayışına ve btı bağlamda demokrasi nin sosyalizmdeki özsel değerine odak lanmıştı (Ünlü 2002: 138-41); beynelmi lel Marksizm tartışmasıyla, bu teorik ön cüller tem elinde rabıta kuruyordu, Althusser’in önemsediği teorik müdahalesiy le ilgili tartışması, bunun örneğidir: Ay bar, yabancılaşm a kavram ının M a n tin salt gençlik dönemine inhisar etmediğini, Kapîfal’de de meta ve Fetiş üzerinden de vam eden aslî bir mesele olduğunu savu narak, Althusserm bu kavramı ‘itibarsız laştırmasına’ karşı çıkıyordu (Aybar 1989: 166; Özman 2007: 399), L en in ist Parti Burjuva Maddinde Bir Ö r g ü ttü r risalesi, M arksizm in ‘ustalarının’
putlaştınldığı bir dönemde, manevî-medenî cesareti yanında, teoriyle eleştirel bir ilişki kurm anın örneği olarak saygındır. Polemiğin ve ‘çubuğu öteki tarafa bükme n in ’ keskinliği ile, Aybar’m bu risalede yer yer Faydacı b ir bakışa kaydığını da kaydetmek gerekir. Kapitalist üretim Ör gütlenmesi modelini her alana, her top lumsal düzeye şâmil kılmakla, Althusser vesilesiyle (de) sorguladığı yapısalcı açık
icaplara göre eğip bükmediği, araçsal ol mayan bir önem veriyordu. Burjuvazi ile proletaryanın ve bunların nisbetlerinin ta yin inde n/’atan m asından’ ibaret kitabî bir sınıf şeması yerine, somut-tarihsel üretim ilişkilerinin analizine dayalı bir model ge liştirmeye çalışmıştır. Üretim ilişkileri ve iktisadi artık üzerindeki denetimiyle bü rokrasiyi ( “devleti elinde bulunduran sı n ıp ), özgül egemen sınıf olarak saptar.* Asya Üretim Tarzı tartışmalarını da bu te orik ilgiyle, -doğrudan atıfta bulunmasa bile belli ki heyecanla- izlemişti. Aybar’ın Marksizm-sosyalizm açısından demokra siyi bir ‘olmazsa olmaz’ olarak görüşü ile Osm anlı-Türkiye toplumu analizi pragmaıik kaygılarla buluşturulmuş değildir, aralarında teorik bir tutarlılık vardır. Bu öncüllerle, Türkiye'de halkın) em ekçi sı nıfların Vüşdlerini' kazanmalarını, vesayet denetim inden çıkm alarını, kısacası de mokratikleşme davasını, sosyalizm dava sıyla birebir örtüş türür. Aybar’m 1960’larm TİP deneyimindeki politik söylemi, koyduğu teorik öncülleri reel politik bağlama uyarlama çabasının tutarlılık dozu yüksek (her halükârda, tu tarlılık kaygısını elden bırakm ayan) bir örneğidir. Aybar, Osmanlı-Türkiye toplumunun sınıf yapışma ilişkin analizlerini ve dem okrasinin —sosyalizm açısından d a - araçsal, taktiksel değil aslî bir değer
U Z M A N L A Ş M A
İ L E
P O P Û L A R I
olduğu fikrini p o p ü lerleştirm ek te de başa rılıdır, Örneğin antidemokratik vesayet el liği anlatırken başvurduğu “tepeden in m ecilik” sıfatı, egem enleri tanım larken başvurduğu “cebem ıt devlet” ve “bey ta kımı” adlan, çağrışımı zengin sloganlardı, Aybar’ın popülerleştirm e ile vıtlgerizasyon arasındaki hassas terazisinin dengesi, kefeye Kemalizm ve milliyetçilik kondu ğunda bozulmuştur. Sosyalizmi meşrulaş tırma ve popülerleştirme çabasının parça sı olarak Kemalizmtn ve onun m illiyetçi lik anlayışının fayda cı-hayırhâh yorumu na başvurması (Şener 2007: 3 6 6 -7 1 ), onu tutarsızlıklara ve bizzat kendi teorik-politik öncüllerini tahrif eden bir vulgerizasyona sürükleyebilmiş t ir. Bir başka paradoks, Aybar’m '6 0 ’larm TİP’inde “tepeden inm eci" ve doktriner bir tutumla fiilen teori tartışmalarını men
Z A S Y O N
A R A
SI
N DA
A Y
D İ N
etmesi’dir (Aydmoğlu 2007: 128-34)! Aydınoğlu’nun belirttiği gibi bunu m uhte melen eskhyeni TKP’lilerin ve silahlı m ü cadeleyi savunan fikirlerin ‘bozucu’ etkile rine set çek m ek için yapıyordu... Ama böylece solda teori tartışmalarını ‘tekinsiz’ bulan tutumun inşasına bizzat tuğla taşı yarak, belki ’7 0 ’lerde kendi teorik müda hale çabalarının olabileceğinden daha te sirsiz kalmasına da katkıda bulunmuştur! Aybar'm ‘som ’ fikir, 'yüksek* teori ile bunların kamusallaştınlması, popülerleş tirilmesi ve politik etkinlik arasında mü kemmel bir köprü kurduğu söylenebilir mi? Aslında şöyle sorm alı: Bunun 'm ükemin el çözümünü’ kim kendi başına bu labilirdi? Önemli olan, bu iki kutup ara sındaki gerilimi önemsemiş, buradan bir enerji üretmiş olmasıdır - ne yazık ki is tisnaî bir çabadır bu. □
DİPNOTLAR 1
6 Ekim 2007'de “ Politik, Toplumsal ve Kültürel özne Olarak Aydın" Mehmet Ali Ay bar’ An ma Sempozyurnu'nda yapılan konuşmanın ge liştirilmiş biçimidir.
2 Merkez sol olarak anılan çizginin de bu ba kımdan çok farkiı olduğunu söyleyemeyiz pragmatizmi 'becerememesi' dışında! 3
Medyanın bizzat f o r m a t ıy la yeniden ürettiği
ant ten telektü al İzm e, elinizdeki ciltte Tanıl Bora-Levent Cantek imzalı "Şu köşeden bu köşe ye" başlıklı makalede değiniliyor. 4
"D evlet sınıfı" kapitalizme geçişle beraber tedricen burjuvaziyle bütünleşmektedir, ama bir yandan da onunla egemen sınıflar arası bir rekabet sürdürmektedir - Aybar'da buralar bi raz muğlaktır!
131
D
Ö
N
E
M
E
R
V
E
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
M ehm et Ali Aybar
oluşturduğunu sö ylüyord u. M illi D e
SFVGİ ADAK
D evrim tSD: tartışmalarının hızlandığı
ÖMÜR T UR A N
m okratik D e v rim iM D D ı
Sosyalist
dönem de Yetkin m uhtem elen, bir ta ranan Yon çevresinin "biz bize benzeri/"c i tavrını, diğer taraftan yin e M D D çizgisinin düşünse! önderlerinden olaıı M ihri B e lii'ııin "çağım ızda her devrim m illî yol izler" şiarını (Belli, I970: 04ı h a tırlıy o r v e hu ç e rç e v e d e A y b a r'ın M D D karşıtı pozisyonunu boşa çıkar
ö z g ü n lü ğ ü ve dönemseli ic i
ARASINDA BİR DENGE ARAYIŞI M ehm et A li A yb ar hakkında yazanlar onu genelde liirk iy e sosyalist düşünce tarihinin özgün bir figürü olarak değer lendiriyor. A ybarT n özgünlüğü genel olarak kabul edilse de, özgünlüğü açık lanırken farklı yorum larla karşılaşılıyor. Ö rn e ğ in A y lin Ö /.nıaıTa (2000) göre Aybar'ın özgünlüğü yabancılaşm a, şeyleşme,
pmxis
gibi kavramlara dayanan
M arksist h üm ani/m a tem elinde düşü nülmeli. Kenan Som er 12003) ise “ Aş bar'ın düşüncesinde bağımsızlık. Tür kiye'nin kendine özgü koşullan içinde, Atatürkçülüğe; dem okrasi, halkçılığa;
m aya çalışıyordu. ti bette ararlan bunca zaman genlik ten sonra donem in polemiksol üslubu nun yarattığı sis dağılm ış d u nunca ve b u g ü n d e n b a k ın c a A y b a r 'ın d a h a 1940’lerden itibaren önem sediği d e m o k ra s i v e ö z g ü rlü k d ü ş ü n c e s iy le M D D 'n in tepeden inm eciliği arasında ki mesafe daha net görünüyor. Bu yazı, A ybar'ı bugün hatırlarken onun özgün yanlarıyla, fikirlerini ürettiği ve seslen dirdiği genel sol/sosyalist atmosferden elkilenm işliği arasında bir denge kur m anın A yb ar'ı anlam anın en iyi yo lu olduğu iddiasına dayanıvor. B u denger a r a y ış ın ın
b ir y a n ım
"M arksist hüm anizm a" ve diğer yanını
sosyalizm de m illiyetçiliğe dönüştüğ ü
"m illiyetçiliğ e dönüşen bir sosyalizm "
ölçüd e Aybar'ın özgün olduğunu belir-
oluşturuyorsa; bu iki perspektifin sıra
tiyor. Uzlaştırılm ası kolay olm ayan iki
sıyla Suavi A ydın'm (1998) "e vren s ek i
farklı yorum.
sol" ve "özgücü sol" olarak adlandırdı
S a d e c e son y ılla rd a k i yo ru m la rd a
ğı, Türkiye'de sol düşünce tarihinin iki
değil, önceki dönem lere baktığımızda
ana m ecrasına tekabül ettiği söylene
da A y b a r'ın özgünlüğünün hep gün
bilir. "Fvre n seld sol" M arksi/m i genel
dem de olduğunu, am a bu özgünlüğün
bir çerçeve olarak benim seyen bir ta
n edenleri hakkında farklı yorum ların
vırla , farklı coğ rafyalard a benzer in
o ld u ğ u n u g ö r ü y o r u z . 1 9 6 0 'la r v e
sanlık halleri ve benzer sınıfsal çelişki
1970'ler dönem inin polemiksol atmos
ler yaşandığı görüşüne dayanır. Bunun
feri iç in d e Ç etin Yetkin (1 9 7 0 : 32;,
karşısında "özg ücü so l" ise ülkelerin
T ü rk iy e 'ye özgü sosyalizm arayışının
spesifik koşullarına, kendine özgü y a
y a ln ız c a A y b a r'ın bir savı o ld u ğ u n a
falarına vurgu yapar, temel çelişkiyi sı
ilişkin yaygın bir kanı olduğunu belirli
nır üzerinden değil, em peryalist d e v
yor ve aslında bu arayışın Yön çevresi
letlerle ezilen uluslararasındaki çelişki
nin çabalarının da önem li bir parçasını
olarak tanımlar. Bu yaklaşım da sosyal
U Z M A N I
A Ş M A
İ L E
P O P U L A
R İ 2 A S Y O
N
AR
A S I N D A
A Y D I N
değişim in ana kaynağı sınıf değil ıılııs olarak belirir. A yd ın 'a göre Türkiye so lunda genellikle özgiic ü eğilim in elkileri gözlenmektedir. Bu bağlamda Ay b a r 'ııı ö n e m i v e ö z g ü n lü ğ ü , y a y g ın o lan "ö z g ü rü so l" eğilim lerden etki lenm ekle beraber, kendi sosyalist po z isyo n u n u dem okrasi, insan hakları, b ire y ö z g ü rlü k le ri, işçi sın ıfın ın d e mokratik öncülüğü v e em ekçi sınıfla rın yönetimde; söz sahibi olm ası gibi evrensel kavram lara dayan arak oluş turmuş olm asın d an k aynaklanm akta dır. A yb ar'ın sosyalist düşüncesi evren sel sol değerlere yaslandığı ölçüd e dö n em in d e özgün bir ses oluştursa da, ö z e llik le O sm a n lı- C u m h u riy et tarihi v e lü r k iv e to p lu m sal yap ısı üzerine yaptığı analizleri dönem in özgürü at mosferi içind e şekillenm işti. A y b a r'ın düşüncesi bu yö n ü yle evrenselci solözgücü sol ayrım ında bir "a ra " pozis yon gibi durmakladır.
M ehm et A li Aybar. Zincirli Hürriyet ’/e haşlayan m u h alefet m açm ışım Türkiye'nin sosyalist p a rtisi TİP'ic doruğa taşıdı. A ybar iy i b ir h atip r e sosyalist literatü rle ilpisin i kesm eyen b ir aydın olarak- d a fa r k ım hissettirm iştir.
Bu yazı Aybar'ı tam am en tutarlı bir kuramcı olarak ele alm ak yerine, doğ
dö n ü k bak ışını serim lem ek , hem de
rultusu belli bir siyasî hayatı olsa da
k endisinden sonraki d ö n em e etkileri
y e r ye r k ara rsız lık lara v e ç e liş k ile re
hakkında bir çerçeve oluşturabilmek.
düşmüş bir siyasetçi olarak ele alm ayı öneriyor. Avbaı ancak, hem Marksizmin hümanist yorum undan etkilenen,
AYBAR VE KEMALİZM: BİR İKİLEMİN HİKÂYESİ
hem de zam an zam an m illiyetçi tona yaklaşabilen, yanılgıları ve tutarsızlıkla
M od ern T ü rk iye'n in siyasi yaşam ında
rı da olan bir siyasal önder olduğu ha
Kom alizm e gönderme yapılm adan po
tırda tutularak d eğ erlend irilebilir. Bu
lifik konum üretilm esinin örneği yok
ç e rç e v e d e A y b a r'ın fikirleri üç odak
gibidir (Parla, 1991: î 3) ve bu tespit sol
üzerinden tartışılacak: ilk olarak, A y
muhalefet için de geçerlidir. Aybar da,
b ar'ııı Kem alizm ve tek-parti dönem ine
hem gazetelerde düşüncelerini açıkla
ilişkin düşünceleri ele alınacak. Ardın
m aya haşladığı 1940'ların ikinci yarı
dan A y b a r'ın ö z g ü rlü k ç ü so sya liz m
sından itibaren, hem de T ü rk iye İşçi
vurgusuna değinilecek. U çiin cü ve son
Partisi (T İP) dönem indeki siyasi yaşa
o la ra k s a , A y b a r'ın O s m a n lı/ Iü r k iy e
mında Kem alizm le ilişki kurma ihtiya
toplum sal yapısı üzerine çözüm lem e
cını fazlasıyla hissetmiştir. Bu ihtiyacın
leri ele alınacak. Aybar'ın düşünceleri
bir boyutu solun T ürkiye'deki meşru
ni bu iiç o d ak e trafın d a tartışm ak la
iyet sorunu çerçevesinde değerlendiri
yap m aya çalıştığımız, onun hem geriye
lirse, diğer bir boyutu da A ybar'ın Mııs-
D
O
N
E
M
L
E
R
V
E
tafa Kemal ve Kem alizm ile ilgili sami
134
z
i
h
n
i
y
e
t
l
e
r
m ini v u rg u la m a k la kalm am ış, kendi
mi olarak dile getirdiği olum lu düşün
sosyalist dü şüncesini ve oluşturduğu
celeridir. Aybar’ın siyasî çizgisi izlendi
T ü rk iy e 'y e özgü so syalizm a ra yışın ı
ğinde onun bir yandan tek-parti yöneti
"ik in ci bir Kurtuluş Sa va şı" düşüncesi
m ini oldukça sert bir biçim de eleştirdi
üzerine kuracak kadar da siyasî ve kişi
ği, bir yandan da kendisinin ve başkan
sel o la r a k b e n im s e m iş tir (O z m a n ,
lığ ın d ak i T İP ' in A tatürk çü olduğunu
1998). Bu savaşın evrensel nitelikte ol
ila n e tm ek ten ç e k in m e d iğ i görülür.
duğunu belirten Aybar'a göre Kurtuluş
Hatta Aybar, Mustafa Kem al ve bilhas
Savaşı, sömürü düzenine karşı çıkan,
sa onun liderliğindeki Kurtuluş Savaşı
a n trk ap italist ve a n tie m p e ry a lis t bir
dönem ini önceki ve sonraki dönem ler
halk m ücadelesi olm ası nedeniyle bu
den ayırarak adeta Özel bir hâle etrafı
niteliği kazanıyor, em peryalizm e karşı
na almaktaydı. Fakat aynı Aybar, M us
savaşan halkların m ücadelelerinin ilki
tafa Kem al'i kapitalist ekonom i politi
olması sebebiyle insanlık tarihi için de
kaları ve daha az vurgulu da olsa anti
bir dönüm noktası oluşturuyordu (A y
dem o kratik u yg u lam aları d o la y ıs ıy la
bar, 1968: 268-269}. Bu düşüncelerini
eleştiriyordu.
güçlendirm ek için Aybar sıklıkla M u s
Bu çerçevede, Aybar'ın Mustafa Ke
tafa Kem al'in savaşın nedenleri ve nite
mal ve Kem alizm e ilişkin görüşlerini iki
likleri üzerine yaptığı açıklam alara atıf
odakta e le alm ak mümkündür, ilk o la
ta bulunmuştur. Bu açıklam alardan en
rak Aybar için hem Mustafa Kemal ve
ç o k k u lla n d ığ ı, M u stafa K e m a l'in 1
Kemalizm, hem de kendi sosyalist dün
A r a lık 1 9 2 1 'd e M e c lis kürsüsünden
ya görüşü açısından Kurtuluş Savaşı'nın
yaptığı şu konuşmadır:
merkezî bir önemi vardı. Kurtuluş Savaşı'm ilk antiemperyalist halk m ücadele si olarak benim siyor, "K u v a y ı M illiy e ruhu" gibi kavramlarla bu dönemin tam bağım sızlık düşüncesini sahipleniyor du. Aybar'ın ikinci odağı, yine tam ba ğımsızlık düşüncesine yaptığı vurguyla şekillenen bir Mustafa Kemal yorum uy du. Bu yorum kısmî bir eleştirellikle bir leşmiş seçici bir okum a ve buna bağlı olarak özellikle Atatürk'ün dış politika sına ilişkin övgücü değerlendirm eleri kapsıyordu. Bu iki nokta temelinde Aybar'ın K em alizm e yaklaşım ı hem Ke malizm! önemseme ve kendi siyasî ko numu için temel olarak görmesi, hem de Kem aiizm e karşı bazı eleştiriler dile getirm esi b ağ lam ında m ütereddit bir ilişki olarak biçimleniyordu.
(B)iz hayatını, istiklalini korumak için çalışan erbabı sayiz (emekçile riz), zavallı bir halkız!... O halde ifa de ediniz efendiler! Halkçılık, niza mı içtimaisini (toplum düzenini), sayine (emeğine), hukukuna istinat eftirmek (dayandırmak) isteyen bir meieki içtimaidir. Efendiler! Biz bu hak kımızı mahfuz bulundurmak, istiklâ limizi emin bulundurabilmek için heyeti umumiyemizce, heyeti milliy em izce bizi m a h v e tm e k isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyeti milliyece mücadeleyi caiz gören bir mes leği takibeden insanlarız. (A ybar, 1988a: 126) Aybar'ın devamlı olarak atıfta bulun
Aybar Kurtuluş Savaşı'nın Türkiye ta
duğu bu konuşma yalnızca savaşın an
rihi açısından önem ini siyasî yaşam ının
tiemperyalist ve anti kapital İst özellikle
her evresinde vurgulamıştır. Hatta, öne
rinin vurgulanması açısından değil, ay
U Z M A N L A Ş M A
İ L E
P O P Ü L A R İ Z A S Y O M
A R A S I N D A
A Y D I N
nı zam anda halkçılık vurgusu açısından
AybarTn bu noktada "biz bize ben
da önemlidir. Aybar'a göre Kurtuluş Sa
z eriz" konum una atfettiği özel önem
vaşı yalnızca ulusun yeniden doğuşuna
ve M ustafa Kem al'in bu sözünü onun
yo l a ç a n , sö m ü rü len h a lk la ra örnek
T ü rk iy e'n in kendi k o şullarında o lu ş
olan bir savaş değil, aynı zam anda Tür
muş bîr demokrasiyi ve sosyalist rejimi
kiye'nin geri kalmışlık boyunduruğunu
kurm ak istemesi olarak yorum lam ası
kırma girişimiydi. Kurtuluş Savaşı Türki-
aslında AybarTn kendi görüşleriyle ör
yesi A y b a r'a (1988a: 137) göre "tam
tü şmekted ir. Aşağıda daha ayrıntılı de
bağımsızlık için dövüşen, emek ilkesine
ğinileceği gibi Aybar enternasyonaliz
dayalı bir halk devleti"ydi ve "ideolojisi
min Sovyetleşmek ile aynı anlam a geti
K em aiizm d i". Kurtuluş Savaşı dönem i
rildiğini, dolayısıyla her toplumun ken
Türkİyesi için "halk d evleti" kavramını
di işçi sınıfına ve kendi özgül koşulları
sık sık kullanan Aybar kimi zam an da
na d ayan an bir sosyalizm in savunul
bu rejimi sosyalist bir rejim olarak ad
ması gerektiğini, bunun da M andın
landırmaktaydı: "Em peryalizm e, kapita
münist Manifestcfda
Ko
yazdığının ta ken
lizme karşı savaşan ve toplum düzenini
disi old uğ unu düşünm ekte, "T ü rk iy e
em eğe dayandıran bir rejim sosyalist bir
sosyalizm i"ni savunm aktaydı. D o la yı
rejimdir. Ve de halkçılık olduğu için de
sıyla, genellikle pek değinilm eyen Ay-
demokrasiye yönelik bir rejimdir." (Ay
bar'daki özgücü yanla da ilişkili olarak
bar, 1989: 49) O ysa AybarTn Kurtuluş
düşünülebilecek bu bakış açısıyla M u s
Savaşı ve dönemini anlatırken devamlı
tafa Kem al'in "biz bize benzeriz" sözü
olarak atıfta bulunduğu konuşmasının
nü iyim ser bir b iç im d e y o ru m lu y o r,
devam ında bizzat Mustafa Kemal döne
sosyalist hareketin, em peryalizm e karşı
min hükümetinin demokrasiye de sos
ilk savaşı başlatmış bir halkın m ücade
ya liz m e de b enzem ediğini belirtiyor,
lesine ve onun kapitalizm e ve em per
"Efendiler, benzem em ekle ve benzet-
yalizm e karşı çıkan liderine sahip çık
m em ekle iftihar etm eliyiz. Çünkü biz
m ası g e re k tiğ in i s ö y lü y o rd u (A k ar,
b iz e b e n z iyo ru z e fe n d ile r!" diyordu
1989:131).
(Aybar, 1989: 49). Aybar, kendi yoru
A yb ar'a göre Mustafa Kemal emeğe
muyla ters düşen bu İfadeleri şu şekilde
dayalı, hakkın hukukun çalışarak elde
açıklam ak ihtiyacı hissetmiştir:
e d ild iğ i, d e m o k ratik , e şitlik ç i ve en
Atatürk, ne demokrasiye ne sosyaliz m e ben zem iyor d erk en de, Avru pa'daki rejimlere ve Sovyetler Birliği'ne benzemediğini belirtmek isti yordu herhalde. Çünkü açıklamaları nı sosyal öğretiye, yani sosyolojiye dayandıran bir kişinin dem okrasiyi, sosyalizmi yadsıması ters bir iş olur. B en ce b iz b iz e b e n z iy o ru z d iy e n Atatürk, demokrasinin ve sosyalizmin bizim tarihsel koşullarımız içinde bi çimleneceğini ifade etmek istemiştir. (Aybar, 1989: 49) [vurgu aslında]
önem lisi ekonom ik, siyasî ve kültürel açıdan fam
bağımsız
bir rejim düşün
mekteydi. Ulaşm ak istediği çağdaş uy garlık d ü zeyi a çısın d an bakıld ığ ın d a ilericiydi; ve bu M ustafa Kem al'i sola yak laştırm ak tayd ı (Aybar, 1968: 96). Kem alizm de, temelleri Kurtuluş Savaşı Türkiyesi'nde atılmış, antiemperyalizm ve antikapitalizm le beslenm iş, sol bir ideolojiydi:
Kemalizm bir sol ideolojisiydi. Mus tafa Kemal paşanın ve arkadaşlarının solculuğun bilincinde olup olmama-
135
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
ları önem li değildir. Tu!tuklan yol, soida olan, sola giden bir yoldu. (Ay-
Atatürk'ün bu ilkeyle uyum lu bulduğu
bar, 1986a: 137)
nızca Türkiye'nin A m erika'ya yaklaştı-
A y b a r'ın M ustafa Kem al ve K em a lizm ile ilgili olum lu yorum larında kay nak olarak özellikle M ustafa Kem al'in sö yle v ve d e m eçlerine başvurduğuna yukarıda değinmiştik. Bu konuşma ve d e m e ç le r e b a k ıld ığ ın d a g e n e llik le 1920'lerin ilk yarısında toplandıkları, batta Kurtuluş Savaşı yıllarında yoğun laştıkları belirgindir. Atatürk dönem inin 1938'e kadar sürdüğü düşünülürse, bu nun ne denli problemli olduğu ve Ayb a r'ın kafasındaki M ustafa Kem al ve Kem alizrnin ne denli seçici bir bakışa d ayan d ığ ı ortadadır. B u n u n ya n ın d a A y bar, yalnızca Mustafa Kem al'in ken disi ve d ü şünceleri konusunda değil, aynı zam anda dönem in diğer siyasî ak
dış politikasına yaptığı vurgu onun yal rılcnasına karşı çıkışı ve antiemperyalist pozisyonuyla ilgili olarak düşünülm e melidir. Bu tutum aynı zam anda Sovyet çizgisinden de bağımsızlaşmak, Türki y e 'y i ve T ü rk iy e so syalist hareketini Sovyet etkisine çekm eye çalışan sol gö rüşlere karşı ç ık m a k b a ğ lam ın d a da onun savunduğu genel sosyalist pozis yo n la uyum içindeydi. Ö rn eğ in beşli önerge sonrası T İP içerisinde çıkan tar tışmalar sırasında yaptığı bir konuşma sında T İP 'in T ü rk iye'nin bağım sız bir ülke olm ası gerekliliğini savunduğunu belirtiyor, T İP "Am erikayı yurdumuzdan çıkardıktan sonra Sovyetler Birliği ile Am erika'ya aynı uzaklıkta, bağımsız bîr politika izleyece k tir" diyordu (Aybar, 1988a: 184-185).
törleri ve olayları için de yine Mustafa
A y b a r'ın tam b a ğ ım sız lık Şikesine
Nutukla, baş
verdiği önem i Türkiye'ye ilişkin genel
vurmaktadır; dolayısıyla Atatürk döne
değerlendirm elerinde de görmek m üm
m ine karşı tavrı yeterince eleştirel o l
kündür. Aybar'a göre T İP'în kurulduğu
Kem al'in anlatımına, yani
madığı gibi, değerlendirm eleri de her
yıllarda T ürkiye'nin birbirine bağlı iki
o lg u sal m a lz e m e y i İç erm em ek ted ir.
temel problem i vardı: demokrasi ve ba
Bununla birlikte Atatürk dönem inin ki
ğımsızlık (Aybar, 1988a: 265). Aslında
mi politikaları da onun olum lu bakışım
bu iki tem el sorun, A y b a r'ın sonraki
pekiştirmekte etkili olmuştur, Aybar'ın
d ö n em ler için yaptığı a n a liz lerd e de
siyasî çizgisinde belki de en merkezi
hep en ön sıradadır. Aybar bu durumu
yeri tutan tam bağ ım sızlık fikri onun
da Kurtuluş S a vaşı'n d an sonra hedef
Atatürk ve d önem ine bakışını doğru
lenm iş fam bağım sızlıkçı halk yöneti
dan etkilem iş, onu, tem elini tam ba
m inin kurulamamasına ve yüzlerce yıl
ğımsızlık ve halk devleti düşüncesi o la
lık antid em o kratik devlet g eleneğine
rak gördüğü Atatürk ilkelerine yaklaş
bağlıyordu. Tam bağım sızlık yenid en
tırmıştır.
kazanılm adan demokrasinin uygulana
A yb ar özellikle Atatürk dönem i dış
m ayacağına, ulusal bağımsızlık savaşı
politikasına bu bağlamda özel bir Önem
nın da demokrasisiz sürdürül enleyece
atfetmiş, "K u vayı M illiy e ruhuna sadık
ğine inanan A yb ar'a göre her iki soru
kalm ak" olarak tanımladığı bu politika
nun çözüm üne giden yol em ekçilerin
yı özellikle Türkiye'nin A B D 'y e bağımlı
aktif bir güç haline gelmesi ve karar at
hale getirilmesine karşı çıkarken bir re
ma m ekanizm alarına katılm alarından
ferans noktası olarak kullanmıştır. Aslın
geçiyordu (Aybar, 1988a: 291). Aybar,
da A yb ar'ın tam bağım sızlık ilkesi ve
aktif siyasette de, dönem in antiemper-
U Z M A N L A Ş M A
l E
P O P Ü L A R İ Z
valisi vurgusuyla uyum lu olarak, T İP'in
A S V O N
A R A S I N D A
A Y D I N
yetin ilm e sin ! ve altya p ıd a k i zorunlu
çizgisini hop lam bağımsızlık sorunsalı
dönüşüm lerin ya p ılm a m a sın ı asıl et
rtratjnfla şekillen d iriyo r, ü lke so ru n ları
in e n o l.ır.ık işa re l e tm e kte d ir (Avbar,
nın çözüm ünde önceliği tam bağımsız
1988a: 255).
lığın sağlanmasına ve bunun için de ilk
Görüldüğü gibi A ybar'ın genel ana
olarak bağımsız bir dış politikanın be
liz le rin d e A tatü rk d ö n e m in e ilişk in
nimsenmesine veriyordu.
doğrudan bir eleştiriye az rastlanmak-
bu raya kadar anlatılanlara d a y an a
tadır. A n cak O s m a n lI'd a n d evralınan
rak A yb ar'ın Mustafa Kem al ve dö n e
devlet geleneği ve antidemokratik siya
m iyle ilgili olarak hiçbir eleştirel yakla
sî kültürün devam lılığı çerçevesindeki
şımının olm adığını söylem ek haksızlık
genel eleştirileri Atatürk dönem ini de
olur. Aybar, her ne kadar birçok nokta
kapsadığı ölçüde iki devam lı olarak bu
da M ustafa Kem al ve K em alizm e iliş
çerçevede bir sürekliliği vurgulam akla
kin fikirlerinde dönem indeki sol çevre
dır) bir eleşlirelliğe sahip olduğu sonu
lerle hemfikirse de, onun duruşunu ör
cu çıkartılabilir. Bunun yanında Atatürk
neğin sol Kcmalistlerden de, her şeyin
d ö n e m in e ilişk in o lu m su z a n la m d a
suçlusu olarak İnönü'yü gören Attilâ İl
doğrudan değindiği noktalar az da olsa
han gibi yazarlardan da ayırm ak gere
vardır, zira şaşırtıcı bir biçim de Aybar,
kir. Aybar, Kurluluş Savaşı'n d a kurul
M ustafa Kem al dönem inin birçok u y
m aya çalışılan "halk devleti"nin Q ım -
gulamasının aslında kendisinin aktardı
huriyet'in ilanından sonraki dönem de
ğı M ustafa K em al’le bağdaşm adığının
büyiik oranda gerçekleştirilememiş o l
da farkındadır.
duğunun farkındadır. Bu durum un ne
Bu bağlamda ilk çelişki ona göre İz
dünleriyle ilgili analizlerinde A ybar'ın
mir İktisat Kongresi'nde gelmiştir. M u s
farklı açıklam alar getirdiği, kimi zaman
tafa Kem al'in kongreyi açarken yaptığı
M u stafa K e m a l'in p o litik aların a gön
konuşmada yabancı serm ayeye daveti
derm eler yapm akla birlikte, kötüye gi
ye çıkaran bir duruşu savunması Aybar
dişi O sm anlI'dan miras kalan nedenler
(1089: 12) açısından şaşırtıcıdır. I lenfiz
le açıkladığı da görülm ektedir. Ö rn e
birkaç vıl önce aııtikapitalist bir m üca
ğin, "sağa kayış" olarak nitelendirdiği
deleyi savunan Mustafa Kem al'deki bu
T ü rk iy e 'n in kuruluş ilkelerinden sap
değişimi "elde belirli bir ekonomi m o
m asını, lid e rin tan rısa lla ştırılm asıyla
delinin bulunm am ası" ile ilişkilendiren
kurtuluş hareketinin yoldan çıkm asıyla
Aybar, "b u yolun Türkiye'yi er geç em
a ç ık la y a b ild iğ i g ib i fA vb ar, 1 9 8 8 a:
peryalizm in, dünya kapitalizm inin ku
140), "muhalefetsiz bir halk iktidarı dü
cağına atacağı, ya gereğince bilinin i
şünülem ez" düşüncesiyle daha Birinci
yordu ya da güçlü bir devletin durumu
M eclis'ten başlayarak muhalefete karşı
her zaman denetleyeceğine inanılıyor
geliştirilen sert tavra da atıfta b u lu n
du " diyordu (Aybar, 1988a: 295).1 B u
m aktad ır (A yb ar 1988a'. 141). Bazen
na ek olarak, A y b a r'ın dönem le ilgili
sorunun asıl kaynağını Atatürk'ün ölü
yanlış gördüğü noktalar şöyle sıralanır:
m üyle Türkiye'nin Batı dünyasının nü
Toprak reformunun yapılm am ası, sana
fuzu altına girmesinde aramakta, bazen
yileşm eyi gerçekleştirecek üretime dö
de daha yap ısal bir a n alizle kurtuluş
nük fabrikaların ihmal edilm esi, ekono
y o lu n u n doğru ta n ım la n m a sın a rağ
mide ve m âliyede bağımsızlığa yönelik
men sonrasında üstyapı reform larıyla
yeni adım ların atılmaması. Aybar'a gö-
137
d
ö
n
e
m
l
e
r
V
E
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
re bu uygulam alar sonucunda Türkiye
kûn Kanunu ile T ürk iye'de solun y a
adım adım kapitalizme kaymıştır.
saklandığım ve yer altına itildiğini, do
Ekonom i po litikalarında A ybar'ı şa
layısıyla etkinliğinin büyük ölçüd e sı
şırtan bu u ygulam aların ya n ın d a, bir
nırlandırıldığını belirten Aybar, Mustafa
başka şa şırtıcı g elişm e M u sta fa K e
Kem al'in muhalefetsiz bir rejime doğru
m al'in Kurtuluş Savaşı boyunca vurgu
yol aldığını belirtir ve tavrını dem okra
ladığı halkçılık ilkesinin geçirdiği deği
siden yana koyar:
şimdi. "Bağım sız yaşam ak için durm a dan ç a lış m a k z o ru n d a o la n z a v a llı halk" gitmiş, yerine sınıfsız, imtiyazsız ve gruplar arasında çatışm a olm ayan b ir to p iu m g elm işti. D e n ile b ilir ki, Mustafa Kem al'in söylem indeki hiçbir
138
Z
değişiklik, Aybar için bu denli çarpıcı olm am ıştır. Elbette bir sosyalist için, böyle bir halkçılık yorum u antiemperyalist ve antikapitalist m ücadelenin in kârı anlam ına geldiği gibi, aynı zam an
Mustafa Kemal Paşa, Rauf Bey ve ar kadaşlarının cumhuriyetçiliğinden kuşku duymakta haklı olabilirdi. Kendin/ onlardan daha cumhuriyetçi ve ilerici saymakta da haklı olabilir di. Ne var ki, kurulan Cumhuriyet gerçek bir Cumhuriyet ise, bu konu da karar verecek olan kendileri değil, seçm en yurttaşlar olmak gerekirdi. (Aybar, 1988a: 143)
da sosyalizm m ücadelesinin de önünü
Bu noktada belirtmek gerekir ki A y
kapatan bir unsurdur, A ybar M ustafa
bar, Mustafa Kem al'in muhalefete karşı
K em al'e belki de en ağır eleştirisini bu
tavrını onaylam adığını açıkça belirtme
noktada getirecektir:
sine rağmen onun bu tutumunu kişisel
Gerçekler yadsınarak politika yapıl maz, ... Örneğin toplumumuzda çı karları çatışan sosyal sınıflar bulundu ğunu bir türlü kabul etmek istemeyiz. Toplumumuzda sınıflar var. Çıkarları çatıştığı için, aralarında mücadele sü rüp gidiyor. ... Türkiye'de kör topal olsa da, ulusal çıkarlarımıza ters de düşse kapitalizm uygulandığına göre, işçi sınıfı da var, burjuva sınıfı da var, ... Ve sistemin doğası gereği, bu iki sı nıf birbiriyle mücadele halinde. Gelin görün ki, yalın gerçek kabul edilmi yor. Atatürk gibi seçkin bir zekâ bile, Türkiye'de sınıfların çıkarlarının çatış madığım, tüm sınıfların birbirlerine karşı olmadıklarını, tam tersine daya nışma içinde olduklarını söyleyebili yor. (Aybar, 1989: 54)
olm asından ziyad e tarihsel bir analiz içinde değerlendirir. A yb ar'a göre bu "b ir ortam sorunudur" ve O sm anlI'nın yönetim i bir tek kişinin d in d e toplan m asını gerekli kılan mirası n edeniyle "T ü rk iye'd e kişisel iktidarı eng elleye cek gelenekler, kurum lar yoktur" (Ay bar, 1988a: 144). Mustafa Kemal dönem ine İlişkin o la rak bu eleştirileri dile getiren Aybar'ın eleştirellik düzeyi M illî Şef dönemi için çok daha yüksektir. H er ne kadar Aybar bazı a n tid e m o k ra tik u y g u la m a la rın Atatürk dönem inden beri süregeldiğini biliyorsa da, onun tek-parti yönetim i olarak anladığı dönem esas olarak İnö nü dönemidir. Ö 2m an'ın (1998) da be lirttiği gibi, Aybar'ın gazete yazılarında tek-parti y ö n e tim in e ilişkin getirdiği eleştiriler tem elde "hürriyet, eşitlik ve
A y b a r 'ın d ö n e m le ilg ili bir başka
dem okrasi" kavramları etrafında biçim
eleştiri noktası muhalefete karşı takını
lenmiştir. A y b a r'a göre dem okrasinin
lan tavırdır, ö z e llik le 1925 Takrir-i Sü
iki koşulu olan kişi hak ve özgürlükleri
u
z m
a n
l a ş m
a
İ
l e
p
o
p
Ci
l
a
ile ekonom ik eşitlik (sosyal adalet) Tür
r
I
z a s y o n
a r a s i n d a
a y d i n
olarak kimi dayanaklar, paralellikler bu
kiye 'd e yoktur; tek-parti yönetim i ise
luyordu. Aslında bu ilkelerin 1960'Iar
ancak "kağıt üzerinde" bir dem okrasi
daki sol hareketin ana eksenini oluştur
dir. A y rıca Aybar, M illî Şef dönem ini
duğu düşünülürse Aybar'ın tavrının en
Atatürk'ün bağımsız dış politikasından
der raslanan bir tavır olm adığını akılda
ve antiem peryalist çizgisinden de bîr
tutmak, onu özgünlüğü ve dönemselfi-
sapma olarak değerlendirir. Aybar'tn İnönü liderliğindeki tek-parti
ğiyle ilişkili olarak anlam ak açısından önem li gözükmektedir.
yönetim ine ilişkin hürriyet, eşitlik, de mokrasi ve bağımsızlık üzerinden geliş tirdiği tavizsiz eleştirel tavır onun sosya
AYBAR'IN "ÖZGÜRLÜKÇÜ SOSYALİZM" DÜŞÜNCESİ
lizm e bakışını da oldukça etkilemiştir. Russeil Mahkem esi'nin üyesi olarak git
Eğer A yb ar'ı anlam ak için onun özgün
tiği V ie tn a m 'd a g ö rd ü k le riy le T ü rk i
lüğü ve dönemselliği arasında bir den
ye'nin tek-parti deneyim ini birleştirince,
ge kurulması gerektiğinden söz ediyor
"nasıl bir sosyalist düzen" sorusuna ver
sak, yukarıda anlatılan h aliyle Kema-
diği yanıtta belirleyici unsur, çoğulcu
lizme bakışı dönem selliğin getirdiği bir
bir demokrasi, yani tek-parti rejiminin
zaaf olarak okunabilir. Bunun yanında
tam tersi bîr düzen olarak belirir. Bunun
A y b a r'ı T ürk iye solunda özgün kılan
yanında Aybar'ın Mustafa Kemal ve dö
en önem li özellik onun sosyalizm dü
nemine yaklaşımında sezilen ikilem ge
şüncesindeki özgürlük vurgusudur. D e
nel olarak Türkiye solunun Kem alızme
nilebilir ki, Türkiye'de sosyalist düşün
bakışında da görülebilecek bir durum
ce ve siyasetin tarihi bir şem ayla Özet
o larak not e d ilm elid ir. Kuşkusuz Ay-
lenecek ve şem ada her ismin karşısına
bar'ın tek-parti dönem ine getirdiği eleş
siyasî pozisyonu y a z ıla c a k olsa, Ay-
tirilere karşın Kemalizm konusunda ya
b a r'ın karşısına m uhtem elen "ö zg ü r
şadığı bu ikilem şaşırtıcı bulunabilir.
lükçü so syalizm " yazm ak uygun dü
Örneğin, nasıl olmuştur da kapitalist ve
şerdi. Kendisi de farklı konuşma, söyle
a n tid em o k ratik z ih n iye tin d e n d o la y ı
şi ve yazılarında kendi konum unu ve
eleştirdiği İttihat ve Terakki ile Mustafa
onun dö nem indeki T İP 'in konum unu
Kem al ve kadroları arasındaki ilişkiyi
"h ü rriy e tç i s o s y a liz m ", "g ü le ry ü z lü
görememiştir; ya da görmek istememiş
sosyalizm ", "fertçi sosyalizm " gibi kav
tir? Ya da Aybar gibi birçok tabuyu kor
ram larla özetlemiştir. A yb ar'ın özgür
kusuzca yıkan bir insan, Atatürk kültü
lükçü sosyalizm perspektifinin sağladı
karşısında nasıl yalpalamış, aynı cesare
ğı katkının d a h a iyi a n la ş ıla b ilm e s i
ti gösterememiştir? Bu durumun sebebi
onun özgürlük sorununa yaptığı vurgu
solun Türkiye tarihi bo yu n ca yaşadığı
ya, güleryüzlü sosyalizm şiarına, hü
m eşruiyet sorunu ile yakından ilişkili
manizm v e dem okratik sosyalizm ilke
olarak düşünülebilir. Fakat bu, resmin
lerine, Leninizm e yönelik eleştirilerine
tam am ını anlam ak açısından eksik bir
ve "Türkiye sosyalizm i" kavram sal!aş
yaklaşım olur. Aybar, tam bağım sızlık
tırm a s ıy la ne kasttettiğine y a k ın d a n
ve antiemperyalizm ilkeleriyle şekillen
bakm ayı gerektirir.
miş kendi sosyalizm düşüncesine Kur
A ybar özgürlük kavram ını sosyaliz
tuluş Savaşı'n d a ve M ustafa Kem al'de
min temel meselesi olarak görür. O n a
bir "geçm iş" ve meşruluk arıyor, samimi
göre "sosyalizm , söm ürüye son veren
139
d
140
ö
n
e
m
l
e
r
V
E
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
ve insanı gerçekten özgürlüğe kavuştu
661), "Sosyalizm bir ekonomi sistemin
ran toplum dü zeninin a d ıd ır" (Aybar,
den ibaret değildir. Sosyalizm , bir ah
1968: 639) ve bu çerçevede "hürriyet
lâk anlayışı, m ihveri somut ve gerçek
problem i sosyalizm in kalbidir" (Aybar,
insan o lan bir hayat felsefesidir" der.
1988c: 22). Aybar için temel siyasî he
Y in e 1 9 6 0 'lard aki bîr konuşm asında
def sosyalizmi hürriyet içinde kurmak
sosyalizmi "em ekçilerin ahlâkı" olarak
tır. Bu ancak "yönetilen halkın aktif du
tanım layan Aybar (1968: 480), sosya
ruma gelmesi ve bir nevi yönetici duru
lizm in belli başlı üretim araçlarının ka
muna yükselmesi, yani kendi hakkında
mulaştırılmasıyla, meselenin ahlâk gibi
alınacak kararlarda söz ve karar sahibi
diğer boyutlarım ihmal ederek kurula
o lm a s ı il e "
m ü m k ü n o lu r (A y b a r
bileceğini düşünenlerin hata içinde ol
1988c: 37), A yb ar'ın ifadesiyle T İP 'in
d u k la rın ı b elirtir. T İP 'i de, b ilim s e l
çabası da bu yöndedir. D olayısıyla si
esaslarla çalışan bir ahlâk partisi olarak
yaset, insanları politik bilince kavuştur
tanım lar (Aybar, 1968: 212).
m ayı h e d e fle m e lİ, so sya liz m i halka
Aybar, ahlâka ilişkin vurgusunu hü-
rağmen değil halkla beraber kurm ayı
m anizm a kavram ını vurgulayarak güç
am aç edinmelidir.
lendirir. insanlar için olduğu ölçüd e,
Bu şekilde bir sosyalizm tahayyülü
"sosyalizm bir hüm anizm adır" (Aybar,
m u h te m e le n
1989: 155), ye n i bir toplum yaratm a
1967'de gittiği Kuzey Vietnam 'da net
çabası ve "bir yeni insanlığa yöneliştir"
leşmiştir. Komünist Partisi'nin her şeye
(A y b a r, 1 9 8 9 ; 1 6 5 ). Z a f e r D o ğ a n
egemen olduğu bir ülkede Aybar, sos
(2005: 257) A ybar'ın M arx'ın hümaniz-
ya liz m in d em okrasiden kopuk o ld u
masını, klasik hüm aıiizm adan ayrıştır
A y b a r 'ın
k a fa s ın d a
ğunda insanın değerini h iç le y e n y ü
mayı önem sediğini belirtiyor. G e rçe k
züyle karşılaşır; halkın piyonlar gibi şu
ten de A ybar'ın izini sürdüğü, M arx'ın
raya buraya itelendiği bir rejime tanık
hüm anizm a odaklı bir okumasıdır. B u
lık eder. Bu o rtam d a A y b a r (198 8 b :
na göre Marx, insanı soyut ve metafizik
138) sıklıkla "sosyalizm insanlar için
bir kavram olarak anlam az; toplumun
dir; insanlar sosyalizm için değil" for
somut ilişkileri içinde somut bir varlık
m ü lü n ü k u lla n m a y a başlar. B u n d a n
o la ra k kavrar. K ısa ca , "so m u t insan
sonra, Aybar'ın sosyalist siyasetinde so
em eğe d a y a lı bir k a vram d ır" (Aybar,
mut insana ve onun mutluluğuna yap ı
1989: 170). Bu bakış açısıyla insancıl
la n v u rg u ö n p la n a ç ık a r. A y b a r 'a
öz bir soyutlam a olarak değerlendiril
(1988c: 17) göre, sosyalizmde "h er şey
mez; insancıl öz doğrudan sosyal ilişki
İN S A N içindir... G eri kalmışlıktan kur
lerin tümüdür. Bu temel üzerine yükse
tulmak, hızla kalkınmak; tam bağımsız
len M a rx 'ın d iya le k tik hüm anizm ası,
lık, sömürüye son vermek; aslında İN
sadece tarihsel koşullara değil, aynı za
S A N IN bir aracı olarak kullanılmaktan
manda sosyal gerçeğin nasıl değiştirile
kurtulup İN S A N L IĞ IN A K A V U Ş M A S I
b ile c eğ in e odaklanır, A y b a r'a (1989:
içindir." [vurgu aslındal
169) göre Marx hüm anizm asını, belirli
Ö zgürlükçü sosyalizm yaklaşım ı çer
bir toplum da somut insanların yetenek
çevesin d e Aybar, sosyalizm in ekono-
lerini geliştirmelerini engelleyen koşul
m izm le eşitlenm esine de karşı çıkar.
larla m ücadeleye yöneltmiştir.
K im ile ri için so syalizm bir eko n o m i
A yb ar'ın özgürlükçü sosyalizm per-
te k n iğ in d e n ib aretken A y b a r {1968:
p e k tifin d e, k a yn a ğ ın ı b ü yü k ö lç ü d e
U Z M A N I A Ş
MA
I I F
P O P Û L A R I Z A S Y O N
A R A S I N D A
A Y D I N
Z ekeriya S erte! i uzun sürgünlük d ön em in den Türkiye 'ye dönüşü sırasın d a karşılay a n lar arasın d a Aybttr d a v ard ı Tek p a rti dön em in in ön em li m u h aliflerin d en Serte!'in d e arala rın d a bulunduğu ku şakla A yhar'm ilişkisi ayın zam a n d a en telektü el b ir y akın lığ ın d a ifadesiydi. TKP g elen eğ in e m esafesiy le tan ın an Ayhan en telektü el o la ra k o kuşağın ü yeleriyle b en zer b ir kültüreI m irası paylaşıyordu. M arx 'ın hüm anist okum asında bulan,
kınlaştıracak olm asıdır. Ö zgürleşm eyi
bir yabancılaşm a vurgusu göze çarpar.
hedefleyen sosyalizm, insanın koşullara
Aybur ı1988c: 40! için özgürlükçü sos
tâbi bir varlık olarak yaşamaktan kurtui
valizinin en kısa tanımı, "som ut insan:
masını, koşullara egemen bir varlık o l
bütün yabancılaşm a unsurlarından kur
masını hedefler. Aybar'a göre sosvalist
tarmaklır". A n cak bu sayede insan ken
düzen yabancılaşm ayla m ücadele ettik
di olum lu ö/ıine geri dönebilir, özgür
çe üretim in odağı olarak iş. insanları
leşebilir vc birey olarak toplumla barı
köleleştiren bir faaliyet olmaktan çıka-
şır. Aybar detaatle, yabancılaşm anın sa
00 yıl sonra, İbıı i H aldun'u bir adım
man "M arksi/m den sapan" kavram ve
öteye götüremez miyiz?" diye sorar. ) tat
önermelere sahip olmakla eleştirilmesine
la İbn Haldun için, "A llah'ı bilimin önü
rağmen, Belge'nin ! 975'te yayınlanm ış
ne mistik bir engel olarak kovmadan to[>-
eleştirisinden başka bütünlüklü bir eleşti
lıırnun gidiş kanunlarına eğilerek vonım
riye
bilebildiğimiz kadarıyla - konu edil
kapısını kapayan İslâm tarihlerini şiddetle
medi. Bir otodidakt olarak Kıvılcım lı’nın
eleştirmiş ve önemli kanunlara ulaşmıştır.
tarih tezinin. Belge'nin vurguladığı üzere.
5(X) yıl önceden Marksizmi ve Dnrviniz
Iıem çevresinde kendisi kadar okuyan az
mi müjdeleyen görüşler öne sürdüğü hal
insan bulduğu ve hem de yürüttüğü ana
de Allah (Din) bayrağı altında dügüşmeyi
liz açısından gerek Türkiye'de, gerekse
becermiştir... Çok büyıık ibrettir .. Bir do
de dünyada zengin bir literatür bulunma
ateizmi, tanrı tanımazlığı maddeci poz
dığı için ciddi zayıflıklar taşıdığı aşikârdır.
diye kullananlara bakılal ." der ki, kendi
Bir o kadar aşikâr olan şev de, Kıvılcım-
İslâm analizini do benzer -ama bu defa
lı'nınki ile aynı düzlemde değilse de, ay
•Marksizm bayrağı altında - bir eksene
ıtı çapta ve ayarda bir Osmanlı veya İs
oturttuğunu düşündürür.
lâm analizinin Türkiye solunda nadiren
BirT K PT i olarak Kıvılcımlı, bize şaşıriı
yapılmış olduğudur. Dolayısıyla, Doktor,
cı gelebilecek bir şekilde, sınıf arkadaşı
Kürkçü'nün de vurguladığı gibi, teorik
olan F. Kerim G ö k a v 'ın kurduğu (etili
planda "hep kendi kendisiyle tartışan bir
Derneği'ne katılmakta Ijeis görmez ve İs
insan olarak kaldı.1'3 Kıvılcım lı'nın tarih
tanbul'un fethinin >00. yılında "Fetih ve
lezinin kapsamlı bir tartışması bu vazının
Medeniyet" başlıklı bir tebliğ sunar ki bu
ve yazarının entelektüel donanımının sı
metin, onun tarihi yeniden yazmasının
nırlarını fazlasıyla aşıyor. Yine de, Kıvıl-
yayınlanmış ilk işaretlerinden birini oluş
rım lı’nın tarihvazımı :le ilgili ve tartışma
turur: "Osm anlı erlerinin yüzyılları aşan
mız açısından önem li görünen birkaç
güçlerinin sırn 'nı "demokrat ruh kerame
noktaya dikkat çekmeye çalışalım.
timde bulan Doktor'a göre, "Demokrasi
î ngels, Morgan, Tovnhee gibi figürlerin
yi lıiz kaybetmişiz. Batıklar bulmuş. Şim
analizlerinden esinlenen Kıvılcımlı, bar
di hayatta kaybettiğimizi kitapla araştır-
181
E
Ö
N
E
M
R
H
N
makld öm ür törpülüyoruz. Çünkü de
bilecek bir şekilde, bir yandan I lıılefây'ı
mokrasi, ilk O sm anlIlarda süslü bir laf
Râşidîn çağına özgü bir "İslâm sosyaliz
değil, basitçe yaşanan bir hayattı” (Kıvıl
mi"nderı söz ederken, öte. yandan da Os
cım lı, tarihsiz: 40). Kıvılcım lı için "O s
manii toplumunda sınıf oluşumunu İs
manlI tarihinin maucıesi"nin altında yalan
lâm'a bağlar: "Müslümanlık, [ürk toplu
"ruh " toplumsal sınıf bölünm elerini ve
munda, o zamana dek yaşayan sınılsız
üretim araçları üzerinde özel mülkiyeti
toplum davranış ve düşüncelerini, sosyal
tanımayan eşit katıkardeşliğinde temelle
sınıflı toplum davranış ve düşüncelerine
niyordu. "Atalarımız” ilkel sosyalist idiler
doğru değiştirdi. İlkel Sosyalizm çağı ola
ve zengin-etoruTilerin özel mülkiyetti top
rak sosyal sınıfları bulunmayan Türk top
raklarını fethedip
lamlımın yazılmamış kuralları: KANKAR-
"M ülk Tanrınındır'' di
yen "ilk Müslüman uluları” gibi- sosya
DI.ŞI İĞ İ AN A YA SASI idi. İslâmlıkla bir-
listçe dağıtmışlardı (K ivili im li, 2000a:
likte, o yazılmamış Türk löresi'nin yeri
14). İlk O snıanlılar "'askerd i ılemokra
ne, sosyal sıuıı münasebetlerini haklı çı
si nin elverdiği ölçüde lıer zaman halkla
karıp d ü z e n le y e n y a z ılı D o g m a 'lar.
birlikte ve ildik için Tiysebiylilah' (tanrı
Nas'lar geçti" (Kıvılcımlı, 1994: 71). An
uğruna) savaşan ilkel komüııa yiğitleriydi
cak, Islâm'ın hem sosyalizme ve kolekti
ler" (Kıvılcım lı 2000a: 90-100). M üslü
vizme işaret etmesi, hem de sınıl oluşu
manlığın ilk günlerine has "temiz insan
mu sürecinde rol oynaması K ıvılcım lı
demokrasisini" ve "Toprak Mülkiyet Sos
söylem i açısından çelişki oluşturmaz.
yal adalet prensiplerini" kendilerine bay
Çünkü Kıvılcımlı, tarih tezinden hareketle
rak edinmişlerdi (Kıvılcımlı, 1965: 18.5).
okuduğu Islâm tarihini barbarlıktan me
"Ü lk ü c ü M üslüm an rönesansı" olarak
deniyete ve ilkel kornünal kan örgütün
Osmanlılık, soysuz özel mülkiyeti toplum
den devlet örgütüne çelişkili bir geçiş sü
mülkiyetine çevirmesi sayesinde kitleleri
reci olarak düşünür. Benzer bir çelişkili
yanına çekmişti (Kıvılcımlı, 2000a: 2,54).
geçiş Osmanlı tarihinin maddesinde de
K ıvılcım lı ya göre, O sm an lI’daki tımar
yeniden c.isimleşecektir. Zira Kıvılcım lı,
sistemi (dirlik düzeni; ve miri toprak reji
"eşil kankarrieşliği"ni her iki tarihsel uğ
mi özel mülkiyeti hiçe saydığı için, "ilkel
rakta da hem korunan, hem de yadsınan
de olsa bir sosyalizm gelenek-görene-
"ruh" olarak görür.
ği’ uir. Zira ilk Osnıanlılar, toprak üzerin
Kıvılcımlı'nın tarih tezinin ve özel ola
de ö/el mülkiyeti bilmeyen göçebe gele
rak da Osmanlı tarihi hakktndaki argü
nekleri ile "H ı.le tâ y'ı Râşidîn" çağında
manlarının özcüiiik gibi teorik sorunlarla
kurulmuş düzenin ilkelerini birleştirmiş
malul olduğu, hele hele günümüz lop-
lerdi (1963: 184; 2000a: 237). Zaten
lumsal tarih lilera'ürıi düşünüldüğünde
"beytül maJ’i müslimin" mülkiyeti de ko-
"z a yii" kaldığı düşünülebilir. Sözgelimi,
leklivi/me işaret etmektedir (2000a: 2415).
barbarlık- medeniyet analizinde barbarlı
I5ıı perspektiften, Osmanlı dirlik düzeni
ğın Belge'niu iddia ettiği üzere Hegelci bir
nin ruhunu "demokratik sosyal adalet”
idealist diyalektik ekseninde formüle edil
oluşturuyordu ye Osmanlı, hu düzen sı
eliğini düşünmek mümkün. Ancak, Kıvıl-
nıfları kaldırdığı için yükselebilmişti. İlk
cımlı'nııı özellikle Osmanlı tarihinin mad
dirlikçiler veya tımarlı sipahiler "aza ka
desi ve ruhu lıakkındak: analizini1bakıldı
naat eden, gözü toprakla olmayan millet
ğında, barbarlığın hep kendine dönen bir
fe d aisi bir halk m em uru 'ş ö v a ly e ' -
öz olarak kurulduğunu söylemek de zor.
llb"ler idiler. N e var ki, kesim düzeninin
Bu noktada, D e le u z e ve G u a ttari'n in
yerleşmesi ile birlikte, dirlik düzeninin
(1988) hiç de I legelci olmayan göçebebi
"tilkürü, sapına kadar Müslüman gazi
lim analizindeki "göçebe savaş makinesi"
ler"! derebeyleşmeye başlamışlardı.
ile "devlet makinesi" kavramlaşfırmaları
Kıvılcımlı, ilk bakışta çelişkili görüne
ile Kıvılcım lı'nın analizi arasında ilginç
U Z M A N L A Ş M A
İ L E
P O P Ü L A R İ Z A S Y O N
A R A S I N D A
A Y D I N
183 K ıvılcım lı h er an lam d a özgünlüğüyle ö n e çıkan b ir sosyalistti. H em sü rekli o larak partU U ngüllü m ü cad eley e verdiği ön em hem d e k en d i ku şağın ın p e k ç o k üyesinden fa rk lı o larak d erd in i an latm ak için in şa ettiğ i d il onu farklılaştırıy ord u . Tarih ü zerin e tez leri r e ö z ellik le Yol d izisin d e e le ald ığ ı konular, o sıralard a ü zerin d e sasıd an n oktalara işaret etm eleri bakım ın d an d ik k a te değerdir.
bir ortak /emin bulabiliri/. I lor iki durum
varlıklarını tartışabilirlerdi. Memleketin ne
da da »orıııı. devlet formasyonu ve bu for
Sınıflaşmak, ne Sınıflar Savaşı gütmek
masyonda "göçeİje'Tıin yersizvurtsuzlaştı
haddi değildi. O hak Dev/eltulanndı. Bt
rırı v yeniden yerliyıırtkılaştıneı rolü et
böyle gelmişi:, lxiyle gidecekti. Osmanlı o
rafında düğümlenir. İlginç olan. Deteuze
çığırı açmamış, o çığıra girmişti... Nasıl
ve (îuattari'nin analizinde de. kıvılcım-
o ’ıırf Sosyal Sınıflar dışında Devlet olur
lı'ıı.mki ile aynı ağırlıkta olmasa da. ibn
mut Olm az. Ama, va Osm anlI’da görül
Haldun'un temel bir referans noktası o l
düğü gibi, Sosyal Sınıflar kurulup keskin
masıdır. Dikkate defter bir nokta. Kıvılcım
sınırlar edinmeden ön< e Devlet kuruldu
lı'n ııı O sm an ı an alizin d e
isek Ve Memleket bu De\ !etleşmc kemik
H assan’ın
>20011da altını çizdiği- şu vurguda kendi
leşmesi sırasındaki I iituhatla biçimlenmiş
ııi gösterir: “ Osmanlı için Devlet, ta ibn
sek" İlginç bir şekilde, I Deleııze ve Guatia-
Haldun'dan, d.ılıa doğrusu Hazrel'i Mu
ri de Î1Ü88', MarxTıı Asvatik formasyon
hammed'den beri: Toplum demektir. Dev-
analizini tartışırken -Çatal H öyük'e do
lel-Osmnnlılığı: bir Payitaht. bir de Mem
atıfta bulunarak- evrimciliğe karşı benzer
leket biçiminde iki avrı dünva'dır. Bu ayı
bir iddiada bulunurlar: "Kenti gitgide iler
rımı yapmakta Osmanlı'nın suçu yoktur.
leyen bir şekilde yaratan kır değildir: kırı
Antika Tarihte, Biiyiik Devletler ve İmpa-
yaralan kenttir. Devlet bir üretim tarzını
Mlorlıık aK kurabilmiş olan yıldız Kİ \ I Ter
önvarsaymnz; lanı tersine üretimi bir Tarz'
onu icat etmişlerdir. Kent dünyayı fethe
yapan devlettir." Bu noktaya dikkat çeker
dince: Kendisini Başkent Payitaht yapmış
ken, basitçe Kıvılcımlı'nın D e le u / m i bi"
fethr'dilen yerleri de Kuyrukken! - Monde
okumasını önermiyoruz. Elbette ki "tarih
ket saymıştır... Çevrelerine bağladıkları
tezi" ile "g ö çeb eb ilim ", K ıv ılcım lı'n ın
bütün ülkeler ve insanlar, toplan: Memle
"barbarlık"! ile Deleuze'iin "göçebe maki
ket olmuştu. Memlekette herkes Payitahta
nesi" bir ve aynı teorik bağlama oturmu
bakacaktı. Devlet o irli. 'S ın ıfla r orada
yor; Kıvılcımlı'nın kapitalizme ö/gii "go-
gebe vektörleri" layıkıyla analiz edebildi
Hassan'ın 12001) Ha işaret ettiği üzere-
ğini de söyleyemeyiz. Yine de, ikisinin lxs
Osm anlı devlet formasyonu ve Türkiye
raber okunması Türkiye toplumsal tarihini
toplumsal tarihinde sınıf oluşum süreçleri
düşünürken verimli olabilir.
hakkında bugün bile önemli ipuçları sağ
ö te yandan, Kıvtlctmlı'nın tarih tezinin
layabilir. Kıvılcım lı'nın toplumsal tarih ile
en çok dikkat çeken ve eleştirilen yönle
ilgili eserlerine böyle analitik bir önem
rinden biri, "klasik Marksizm'de söz ko
atfetmesek bile, sosyalist bir siyasal pers
nusu olmayan bir şekilde, "gelenek-gore
pekliden doğru "tarihi yeniden yazmak"
nekler"i ve "kolektif aksiyon'Tı (zor ve
üzere -bilebildiğimiz kadarıyla iik
şiddet anlamıyla gücü) "üretici g üçlerin
sam): ve sistematik girişim olmaları kendi
birer parçası saymasıdır (1974a: 47-8!.
başına önemlidir. Zira Kıvılcım lı'nın bu
Burada böyle bir tartışma yapm ayacak
sol tarihyazımının temel kaygısı, aşağıda
kap
olmakla birlikte, Kıvılcımlı'nın bir yandan
tartışacağımız üzere, Türkiye solunu ta
"iradeciliğe" nesnel-loplumsal bir ver aç
rihsel bir kökene dayandırmak ve tarih-
tığını, diğer yandan da kendinden sonraki
sel-kültürel geleneği icat etmektir.
(neo-)Marksist literatürün siyasal-kültiirel
K ıvılcım lı'nın söyleminde çok çeşitli
yapıların "özerkliği” , "özgül ritmi" ve "ta
çelişkiler bulabiliriz. Bunlardan en dikkat
rihsel etkililiği"ne yaptığı vurguyu ken
çekici olanlardan biri, yine onun "üretici
dince formüle etmeye çalıştığını düşüne
güçler" arasında saydığı "tarihi gelenek-
biliriz. Bununla ilişkili sayılabilecek bir
göreneğimizi? yaklaşımında ortaya çıkar.
başka nokta, Belge'niıı i l 975: 57i, Kıvıl-
Söz konusu geleneğin bir yönü, eşit kar.
cu n lı'ya yönelttiği -deyim yerindeyse
kardeşliğine dav alı ilkel sosyalizm mirası
"sınıftan kaçış" eleştirisidir: "Türkiye'de
nın izlerini hâlâ barındıran popüler din
sınıf yaklaşımı henüz belirli çizgiler ka
sel kültürel gelenektir. Diğer bir yönü ise,
zanmadığı, zengin-takir ayrımına daya
Türkiye'ye -ve diğer eski Osmaıılı toprak
nan popülist yaklaşımlar ya da hatta ba
larına
yağı 'servet düşmanlığı' zamanında sos
.eli kurtarmaya çalışmasının oluşturduğu
yalizm san ılabildiği için, 'h alk ç.ocıı-
"devrimci geleneklin Nitekim Kıvılcım-
özgü olan devlet sınıflarının dev
ğu/aydırT ayrımları, 'Anadolulu/İstanbul-
11'ya göre, Türkiye devrlminin "orijinalite
lu' ayrımları bâlâ geçerli olabildiği için,
si", bu devlet sınıflarının "bzgüç" olan iş
bu muğlak 'barbar/medcııi' kutuplaşması
çi sınıfı ve "yedek güç" olan köylülüğün
hazır ideolojik kalıplarda kolay nüfuz et
yanında bir "vurucu güç" olarak ortaya
me im kânları bu labilm iştir". Kıvılcım-
çıkmasında yatar. Doktor un en çok tartı
lı'nın medeni ve barbar kategorilerinin
şılan edimleri olan 27 Mayısçılarla ilişki
birözcülük ve idealizm ile malul olduğu
kurmaya çalışması, "İkinci Kuvayımiliive
nu söylesek İtile, Marksist sınıf analizini
( iliğim iz" programı ekseninde yeni bir
bilen ve T ü rk iye'yi de bu perspektifle
anayasa taslağı sunması ve 12 M arti "O r
analiz etmeye girişen K ıvılcım lı'nın ne
du k ılıc ın ı a ttı" d iye karşılam ası gibi
don itti "Marksist olm ayan" kategorilere
edimler, geleneğin bu ikinci yönüne atfet
ısrarla başvurduğu üzerinde düşünmeye
tiği anlam çerçevesinde düşünülmedir.
değer. Bu açıdan, K ıvılcım lı'nın "elinin
Ancak, Kızıltan'ın da :2006: 74 51 vurgu
altında bulunan" teorik problematiğin sı
ladığı gibi, gerek
nırlarını çelişkilerle de olsa zorlayarak, sı
letçiliğimiz" eleştirisi, gerekse de lıern 27
Yön bağlamındaki
"d e v
nıl oluşumunda ve tarihsel süreçlerde ge
Mayıs ve hem de 12 Mart sonrasında or
lenek göreneklerin özgül rolünü ve etkili
duyla ilgili yazdığı kimi yazılarda kurum
ligini kavramaya çalıştığını düşünebiliriz.
içi geri timlere ve sınıfsal dinamiklere işa
Ayrıca ele alınması gereken bir konu ol
ret etmiş olması hesaba katılırsa, K ıv ıl
m akla b irlik te, K ıv ılc ım lı'n ın analiz.:
cımlı söyleminin "dirlikçi devlet sınıflan"
U Z M A N L A Ş M A
İ L E
P O P Ü L A R l Z A S Y O N
A R A S I N D A
A Y D I N
geleneğini olımılnmak ile bu geleneğin
araçsa! veya retorik atıflarda bulunmanın
aldığı modern biçimi eleştirmek hattında
da ötesinde, kendini İslâm geleneğinin
bir gerilim taşıdığı görülür. Geleneğin sö
içini* yerleştirmek. İslâm'ı sahiplenmek
zünü ettiğimiz diğer yöııü ile kurduğu iliş
ve sosyalizmi İslâmi bir tülle kurmaktır.
ki de hesaba katıldığında. Kıvılcımlı söy
Bu niteliğiyle, 1960'larda
leminin
Solu gibi
Türkiye solunun konumu tartışı
Yön
ve
Türk
dergilerde, Garaudy'nin de etki
lirken karikatiirize edilmiş bir Kiiçükömer
siyle yürütülen sosyalizm-islâm ilişkisi
yorumuyla yakıtı zamanlarda sıkça baş
tartışmasını lıem önceler, hem de İslâmi
vurulan- "Balıt ı-modernisl-laik bürokrat
geleneği söylemine vukufla eklemlemesi
ce p h e s i' ile "Doğurıı-gelenekçi-islâm i
açısından ayrılır (Krş. Halemi, 1988;.
halk cephesi" gibi bir ikiliğin ilk taratma
Doktor, söylem analizini fazlasıyla inak
yerleştirilmesi pek mümkün veya sorun
eden bu konuşmada, özel, kapalı bir dil
suz görünmemektedir. I lülasa, Kıvılcımlı
veya jargondan kaçınan bir lügatçe kul
söylemini "kuvayımillivocilik" ve "vurucu
lanmıştır. "Frenkçe" ve "uyduruk Türkçe"
güç" gibi uğrakları nedeniyle "sol Kema
"züppeliklerine" karşı geliştirmeye çalıştı
45)
liz m 'in basit bir türevine indirgemek,
ğı -ve fakat Belge'niıı
hem içerdiği İki vektör arasındaki geı ilim
lirttiği gibi nihayetinde kentlisine özgü,
1975:
de be
leri ve çelişkileri görmezden gelmek, hem
bireysel bir dil üretmekten öteye gideme
de gelenekçi İslâmi addedilen “ çevre'nin
yen- dil siyasetinin vazettiği şekilde, sos-
kültürel geleneğini sosyalizme eklemleme
yalist bir siyasal söylemde görülebilecek
çabasını yok savmak olacaktır.
birçok terimi kullanmamış ve bundan da özenle kaçınmıştır. Konuşmanın grameri basit, karmaşık olmayan t ümle yapılarına
EYÜP SULTAN'DA m KOMÜNİST DERVİŞ
davalıdır; morfolojisi ise. tarihsel gele
Doktor'un Vatan Partisi Genel Başkanı
adaletinden D P iktidarına doğru bir akış
nekten günün sorunlarına, H z. Ö m er
olarak, 1957 seçim kampanyası sırasında
sergiler. Yaklaşık olarak 7.500 sözcükten
Eyüp Sultan meydanında yaptığı konuş
oluşan metin varsayılmış bir diyalog ola
ma (Kıvılcımlı, 2003), I ürkiye solunun ta
rak kurulmuştur ve 150'yi aşkın irili ulaklı
rihindeki en ilginç metinlerden biri o l
soru cümlesi içerir. Ihı sorular ise. doğru
makla birlikte bâlâ hakkıyla tahlil edilmiş
dan dinleyicilere sorulan ve onları konuş
değildir, lopu topu 150-200 kişilik (üste
maya katılmaya davet eden somlardır. Kı
lik önemli iti' kısmı da polis olan!) bir ka
vılcım lı, bu soruları, seslendiği " vatan-
labalığın dinlediği Eyüp Sultan konuşma
flaşlun'Tun verebilecekleri cevapları var
sı. Türkiye solunun tarihinde herhangi bir
sayarak kendi kendine cevaplandırır. Söz
anlamda kritik biı rol oynamamıştır. Sola
gelinil: "Cam i: Hepinizin bildiği gibi, top
hâkim olmuş veya ola gelmiş eğilimleri
layıcı demektir, vatandaşlarım. Ve Müslü
göstermek gibi bir önemi rio yoktur. Aksi
manların tatil günü de vaktiyle 'C um a'
ne, ayrıksıdır ve hatta ana damara göre
günti itii, vatandaşlarım. Bu ne demektin’
sapkındır. Asıl önemi de bıı ayrıksılığın
Bir an düşünelim: Cuma, toplanma günü
da, yani Türkiye solu içinde ciıini, kalıt ı
demektir. Nerede toplanıyoruz^ Toplayıcı
bir eğilimin bir parçası olmamış olm asın
olan Cam i de... N için toplanıyoruz, va
da yatar. Kıvılcımfı'nın bu konuşmasını il
tandaşlarınıf I lak için, değil miC.. İşte o
ginç kılan, bıı konuşmadan dolayı
Tür
büyük ve necip dava, bugün dünyada in
kiye solunda ilk ve tek olarak- "dini siya
sanlığın arıya arıya henüz bulabildiği, he
sete alel ettiği" iddiasıyla yargılanmış oi-
nüz güçlükle çalışabildiği Demokrasi de
nıası değildir. Çünkü Kıvılcım ITnın asıl
diğimiz gâvurca lakırdının ta kendisidir"
yaptığı şey, islâmi bir takım referanslara
■Kıvılcımlı. 2003: 15).
185
D
O
N
Doktor, böylece, teorik metinlerinde
cümlelerle, seçimin çocuk oyuncağı de
uzun uzadıya tartıştığı bir tezini, büyük
ğil, "çoluk çocuğumuzun rızkı olduğu"
bir maharetle, birkaç cümlede "halkın di
ve "ciddiyetsizlik yapmamamız" gerektiği
liyle" anlatmış olur. Doktor'un buradaki
gibi uyarılarda bulunur; "A lla h rızası
söylemi, başka açılardan ciddi bir şekilde
iç in ” soru sorar ve "vatandaşlara" yine
farklı olmakla birlikte, Demirel söylemi
"Allah rızası için kendiniz gibi insanlara
ile benzerlik içindedir. Zira her ikisi de,
(oy) verin" diye seslenir. Dahası, "müba
halkın "aklıselimi" ile rezonansa girerek,
rek ezanı M uham m edi'm in okunm aya
içeriden ikna edici bir siyasa) dil tuttur
başlaması nedeniyle "H A K davam ızın
maya çalışır. Kıvılcımlı, Cuma ile demok
k onuşulm asına ara verdiğini söyler ve
rasi denen "gâvurca lakırdı" arasında öz
hemen ardından "N e zaman mübarek bîr
deşlik kurarak ve -Ecevidin "hak-sever-
cam iin; mübarek bir mescidin önünde
lik " bağlam ında 1970'lerde yaptığına
bulunsa[m], daima, HulefâyT Râşidîn za
benzer şekilde- çokanlamlt olan "H ak "
manındaki vatandaşların siyasî hayatları
Sözcüğünü çokvurgulu bir şekilde telaffuz
nın" gözünün Önüne geldiğini ekler (Kı
ederek balkın dinsel geleneğine sahip çı
vılcımlı, 2003: 15-6). Kıvılcım!ı'rsırv bun
kar. Böylece, kendi davasını "o büyük ve
dan sonra Hz. Öm er hakkında anlattığı
necip d a v a "yla aynı çizgiye yerleştirir.
kıssa ve o kıssadan hisse çıkarması, cami
Her ikisi de "H ak davası"dır zira.
kürsüsünde konuşan vaizlerin vaazlarını
Aslında Kıvılcımlı (2003: 13) konuşma
hatırlatır. Ancak, Kıvılcım lı'nın Hz. Ömer
sının daha ilk cümlesiyle -en azından bu
ve diğer H ulefâ/ı Râşidîn yorumu elbette
gün bizim bakış açımızdan bakrldığında-
ki ortodoks İslânıi yorumlardan radika)
şaşırtm "Bugün, Müslüman İstanbul'umu
olarak farklıdır.
zun, İstanbul'dan önce Müslüman oian
Eyüp Sultan konuşması, sosyalist söyle
Eyüp bölgesinde Vatan Partisi'nin sesini
min tarihinde ayrıksı olmakla birlikte, Kı
duyurmaya geldik," Bundan sonrasında,
vılcım lı külliyatı içinde ayrıksı durmaz.
Islâm i ilkeler ile sosyalizmin İlkelerini bir
Zira Kıvılcımlı'nın İslâm ile kurduğu ilişki
birine telif etmeye girişir. "Vatan Partisi İŞ
seçim m eydanında oy avcılığı yapm ak
ve İŞÇİ partisidir" diyen Kıvılcımlı, bunu
için başvurulan bir retoriğin veya “ popü
sö yle r sö ylem ez "e lin d e o lm a y a ra k "
list pragratizm"in fazlasıyla ötesine geçer.
Müslümanlığın büyük bir hikmetini, "K ı
Sözgelimi, "Türkiye'de Kapitalizmin Celi-
yamete kadar yaşıyacakmış gibi çalış, ya rın ölecekmiş gibi ibadet et” sözünü ha
şimi" (1974b) ve “ Allah-Peygamber-Ki tap" (1999) da Kuran ayetlerine atıfla baş
tırlar. ibadeti "H A K önünde konuşmak,
lar. Seminerlerinde ise, "dîn elbette, hele
halk önünde hakkı teslim etmek" olarak
bizim dinimiz, Müslüman dini devrimci,
tanımlayarak, Vatan Partisi'nin "hak ve
ilerici, gerçekten halkçı bir dindir. Onu bi
çalışm ak" ilkeleri üzerine kurulduğunu
le Finans-Kapital elimizden almaya çalış
söyler. Nitekim, Vatan Partisi progtamı da
mıştır. Ve almış gibi gözüküyor hatta..."
"mukaddes cihad ilânr" ile başlar: "Bütün
der (Kıvılcım lı, 2000b: 73). Eyüp Sultan
memleket radyoları ve bekçileri, sabah, meydanlarında şu büyük m illî gerçeği her
konuşm ası, " A l Iah -Peygamber- Kıta p ", "Dinin Türk Top!umuna Etkileri" ve "O s manlI Tarihinin Madde si" gibi metinlerle
gün haykıracaklar: 'Tarlada, fabrikada,
bir arada düşünüldüğünde, bütün Kıvıl
akşam ezanlarından sonra, şehir ye köy
karada, denizde, havada çalışmak: masa
cımlı külliyatının temel bir derdinin özeti
başında; salonda, sarayda oturmaktan
gibidir. Doktor, İslâm, Osmanlı tarihinin
çok daha üstün şereflidir!..' 'insan için, iş
maddesi ve modern Türkiye'yi bir arada
ten gayrisi yalandır!'" Doktor, "Allah rıza
düşünür ve H 2. M uham m ed'e atıfla der
sı için vatan d a şlarım " d iye başladığı
ki: "B iz ondan yüzlerce yıl sonra bile
U Z M A N !
A Ş M A
İ Lf c
P O P Ü l A S I Z A S V O N
A R A S I N D A
A Y D I N
onun kadaı tarafsız laik olabilivor muyuz? No gezer! Sağlar, koyu bir İslâm tapınca vo Nihilizm iyle ve bir o kadar da bezirgân ikiyüzlülüğüyle kudurup kudurtulıırken; sollar da ateist afur talurları ve tafralarıyla konunun üzerinden atlayıp geçiyorlar ve ya ‘geçtiklerini sanıyorlar. Oysa İslâm Türkive'dir, Türkiye İslâm'dır. Vo Cumhuriyet Türkiyesi'nin toprak ekonomisi olsıın-köyliiliiğü olsun oradan çıkagelir ve başkala şır durur’' {Kıvılcım lı, 1999). İlk Vtüslüman jlıılannı "ne mutlu gerçek Müslümanım divene" diyerek selamlayan Kıvılcım lı (2000a: 14! Kuran'ın surelerini tarihsel
187
rnaddoc i bir perspektiften tek tek "tefsir" etmeye girişir ve isiâm tarihinde "kutsal ihtilalcilik" olarak nitelediği bir damar bu lur. O na göre, "II/.. Muham m en rejimi antik çağın kent komünasından sınıflı top luma geçiş zincirinin son halkası olmaklı ğı hesabıyla müthiş birikim ve sentezlere sahiptir". Kıvılcımlı, "işin aslına, yani Kurancasına" bakıldığında İslam'ın sosyaliz mi- dek vardığı kanısındadır. O na göre, toprağın ortak mülkiyeti teoride İslâmlığa aykırı olamaz; hatta "H z. Muhammed'in temsil elliği ilk İslâmlık ve Şeriat" fethedi len topraklan ve hatta taşınır ganimetleri Müsltimanlar arasında ortaklaşa benimse
K ın la m lı k em li inşa e lliğ i d ilin sın ırların a re h an d ikap ların a ken d in i esir etm ese hile, hu d il zam anla onun etrafıy la sın ırlı h a le geldi. H alkın an lay acağ ı d ild en değil, basbayağı h alklaşlın lm ış h ir dild en h a rek et ediyor, tartışm aların ı. ö fk e s in i r e an latm ak isled ik lerin i hu d ile döküyordu. ri Allah'ındır" diyen bir başka aveflni ha tırlatarak, bir ayette ilân edilen hükmün bir başka ayette "rötuş edilmesi nin bu çelişkili gerçekliğin kutsal metinde buldu ğu yankı olduğunu düşünür .2000a: 242-
me ilkesine göre düzenlemiştir. Enlal Su
.0. /İra İslâm, bir yandan Arap topiumu-
-esi'nin "Ganimet lanrı'mn ve Peygambe
nun barbarlıktan medeniyete, ükel komü-
rindir" ayetine atıfta bulunan Kıvılcımlı,
nadan sınıflı topluma geçişin sağlarken,
b ö yle ce ganim etin bütünüyle A lla h 'a adandığı, "yani ortak
Müslüman mülkü
yapıldığını" söyler. "Kuran ortada" diyerek
bir yandan da ilkel komunaııın sosyalist gelenek göreneklerini yaşatmaya çalış mistir: "M edeniyet ’tcfec; bezirgan ser-
de, "gözü kararmış vurguncu, derebeği
mave'nin 'veledi zinasTyken, Kurun daki
ezgiui o lm ıyan" Müslümanları bu ayetti
en yalın kılınç Mekki surelerin hepsinde
"bir. bir daha namusluca okuyup anlama
boyuna 'nbâ'nın (tefeciliğin) en ağır gü
ya" davet eder (2000a: 240-1).
nah sayılması bundandır. Bu ekonomi te
Ancak Kıvılcımlı ilk İslâmlığı düpedüz
meli üzerinde zekât gibi, sadaka gibi, fit
idealize de etmez. Çünkü ona göre İslâm
re gibi, beşte bu 'Müslümanların mal evi
"ilkel sosyalizm i hem kaldırmak, hem
ne pay' gibi, dula-yetime-yolcuya resmen
sürdürmek gibi çelişkili bir sistem kurma
yardım gibi, hatla hac ılık gibi ve daha
doktrinidir" ve "nesnel olarak ilkel komii-
yüzlerce başka üstyapı farzları-vâcipleri-
ııayı kaldırırken, öznel olarak ilkel komü-
sünnelieri-helâlleri haramları (tabuları)
tıanın yazılı olmayan anayasasını bir ker
hop o yilirileceğj sezilen ilkel komunaııın
teye dek yazılı biçime sokmaya çalışır".
yaşatılması için konulmuş önlem lerdir"
Yine Enlal Suresi'nin ganimetin "beşte bi
(2000a: 243).
İlk OsmanlIları "ilkel komünü yiğitleri"
ki! nam azlarında, cennete kavuşmanın
olarak tanımlayan Kıvılcımlı, ilkel kornü
hasretini tespih gibi çektiğini" söylüyor.
nal kan örgütünün aldığı kurumsal biçim
Tam da bu ahire! inancı K ıv ılrım lı’nın
ler arasında "at sırtında devlet", "açık ça
söyleminde bir bakıma Batı'daki halk ha
dır" gibi şeylerin yanı sıra, nama/, oruç,
reketlerinde görülen ııtileneryanlzm in
cam i vo cumayı da sayar. K ıvılcım lı’ya
ıbinyıleılığın) karşılığı gibi görünüyor:
göre, bir tören olarak namaz "şahın (dev
"Neresidir o 'aiıiretV /engin, fakir, sultan,
let başkanınım' da, gedanın (dilencinin)
dilenci, ağa, köylü, herkesin anadan doğ
de, efendinin de, kölenin de en ön safta-
duğu gibi eş t okluğu bir ülkücü yaşantı
yan yana-eşitçe yer alıp kutsal törende bir
evrenidir. Bu evrenin düzeni İslâm top
hizaya gelmesidir." "Sınıf, zenginlik, rüt
rak ekonomisindeki dirlik anayasa veren
be ayırdı bilmeksizin bir hizada boy gös
şeriatça kurulmuştur. Bıııuı aklından çıka
termek” olarak da "sosyal sınıflı toplum
r,ınııyor köylümüz. Şu dünyada bulama
vurguncusunun" pek gö/e alamayacağı
dığı 'mahşer' dovrimini ve 'mizan' sosyal
bir "demokrasi"dir. Bu toplumun şöleni
adaletini başka diinvada olsun aramak
ise oruçtur ve ilkesi, "yemek çevresinde
zorunda kalıyor" (2000a: 247). Bövlesi
bütün Müslümanların bir askerdi demok
bit bakıştan, tiııanş kapital de "içimizdeki
rasi demir disiplinine uyarak hep birden
şeytan" olarak görünür: "Küzgâr eken Fi-
işah-geda-efendi-kölet gündüz aç ve su
nans-Kapital tekelcileri ile omuzdaşları
su/ kalıp, gece İftar-Sahur şölenine katıl
Tefeci-Be/irgân sovgııncuları, hiç bekle
masıdır" (2000a: 100). Araplar ile kürkle
medikleri yerlerinden fırtına ile biçilecek-
rin ilk toplum yapışırını namaz ve oruç
lertlir. Mi I i m '' i n onun "atom çekirdeğini"
şimi akim kalmış ve solda kayda değer bir
bulup çözerek, enerjisini açığa çıkarması
yankı bulmamıştır. Laçincr'in '200-4> deyi
gerekmektedir. Dolayısıyla, sosyalizmin
şiyle, İslâm felsefesi ve Batıni/tasavvuf ge
varlığı/yoklıığü diyalektiği Kıvılcım lı'nın
leneğinin "sosyalist dünya/însan kavrayı
halk ve tarihsel- kültürel gelenek ile kur
şıyla anlamlı bir rezonansa" girmesi ger
duğu ilişkinin odağında yer alır. Betimle
çekleşmemiş b r potansiyel olarak kalmış
yim bir sözce olarak "işle orada"dır, "var
tır. Bunu söylerken, Türkiye solunun Sün
dır"; edimsel bir sözce olarak ise eksiktir,
ni Müslümanlıkla ilişki kıır(a)mamasının,
açığa çıkarılm ayı ve gerçekleştirilm eyi
Laçiner'in (2004: 470) de vurguladığı üze
beklemektedir.
re, Sünniliğin sosyalizme karşı -Şiilik le
K ıvılcım lı, Türkiye solunun tarihinde
karşılaştırılamayacak ölçüde- katı ve ade-
"İslâm sorununa" ilişkin kapsamlı bir siya
la refleksif bir düşmanlık geliştirmesiyle ve
sal analiz geliştirmeye çalışmış olan tek fi
Sünni İslâm'ın Türkiye'deki tarihiyle ça
gürdür. Kıvılcımlı'nın dinsellikle kurduğu
kından ilgili olduğunu akılda tutmalıyız.
teorik ve politik pratik ilişki, 1970'ler so
A n c a k , y in e L a ç in e r ’ in (2 0 0 4 : 47 »ı
lunda, Alevilik ile kurulan bağlardan -az
1990’ların İslâmi hareketi bağlamında be
da olsa örnekleri görüldüğü üzere
lirttiği gibi, sosyalist hareketin "Batmi/eşit-
"ica
bında" Cuma namazı için camiye gitmeye
likçi tasavvuf geleneğinin, izlerini aramak"
veya eamisiz köye cami yapmaya kadar
veya "küllerini yeniden canlandırmak" gi
uzanan bir çizgi boyunca, büyük ölçüde
bi bir ihtiyacı duymamasının nedenleri
"leorize edilmeden", kendiliğinden bir şe
arasında Alevilik ve Kemalizm ile ilişkile
kilde tezahür etmiştir. Türkiye solu, özel
rinin yanı sıra, "formol kavrama, anlam
likle 1970'lerde belirginleştiği üzere, Ale
landırm a tarzının" dini zihniyete veya
vi-Bektaşi geleneğine özgü kültürel motif
Sünni akaidin empoze ettiği alışkanlıklara
ler. imgeler ve ritüeller ile sosyalizm ara
özgü olmayıp sosyalist düşünüşe de sız
sında neredeyse bir eşdeğerlik zinciri kur
mış olmasını saymak gerekir. Sonuç ola
muştur. Alevi-Bektaşi geleneğinin sosya
rak, Kıvılcımlı, Islâm ile kurduğu ilişki ba
li/m ile aynı "öz"e sahip olduğuna ilişkin
kımından, İslamcılığı Ali Şeriati gibi bir fi
ilk siyasal tahlillerinden biri de yine Kıvıl-
gür çık a rılm a m ış bir ülkenin "Marksist
cım lı'ya (1980) aittir. Hatla sonrası için
A li Ş e r ia ti's i" g ib id ir. Bu b ağ lam d a,
değilse de, 1960'larve 1970'ler itibariyle
1 9 7 0 'le rd e k i T ü rk iy e so lu n u n y in e
bu ilişkinin kendiliğinden gelişen bir pra
1970'lerdeki İran solu ile karşılaştırılması,
tik olmanın ötesinde "leorize" edilmesinin
başka açılardan olduğu kadar, dinsellikle
ilk örneklerinden biridir bu metin. Ancak,
ilişkiler açısından da önemli çıkarımlar
Türkiye solunun tarihinin bütünü düşü
sunabilir ,'Krş. Bebryoz, 2000).
193
Dünya solunun bugün salıip olduğu le-
oride bir hayalet olarak dolaşmaya devanı
orik-fîolitik miras ve birikim ve ayrıca geç
ediyorsa, Kıvılcım lı da Türkiye devrim-
kapitalizmin karmaşık özgüllükleri karşı
ci/'sosyaiist harekelinin söyleminde "var
sında Kıvılcım lı'nın "orijinal tezlerinin"
yok" bir hayalet olarak dolaşıyor. Solun
bir siyasal sistematik olarak çoktan hü
hegemonik bir dil ve pratik üretmesinin
kümsüz kaldığı düşünülebilir. Ancak, tekil
can alıcı bir yönü “ geleneğin muhafaza
öğeleri veya uğrakları bir tarata bırakılırsa.
kârların tekelinden çıkarılması" ise, Dok
Kıvılcım lı fikriyatının bize öğrettiği asıl
tor Hikmet Kıvılcımlı'nın bize söyleyeceği
şey, yoğun bir yerlılik/yereilık kaygısı ve
çok şey var hâlâ. Tabii Doktor'un zama
vurgusunu sancılı bir şekilde de olsa ev-
nından beri köprünün altından çok sular
renselcilik ile telif etmenin, Türkiye'nin
aktığını, sermaye mantığı ile muhafaza
özgüllükleri iie dünya solunun/Marksiz-
kârlığın pek de mutsuz olmayan evliliği
ırıirı teorik sorunlarını aynı zeminde ve iç
nin geleneğin anlamını sabitlemc müca
içe düşünmenin nasıl verimli olabileceği
delesinde epey yol almış olmasının işimi
dir. Bu anlamda, Marx nasıl geç sosyal te
zi daha da zorlaştırdığını bilerek.
3
DİPNOTLAR t
1
3
Bkz. Irtuğrui Kürkçü ile söyleşi, Dr. H ık m e l K ıv ılc ım lı ve D e v r im c i I la r e k e t iıı G a n a l O to k r itiğ i, Alaz Yayıncılık, İstanbul 1994 içintıe, s. t fob,1 Burada konumuz olm amakla birlikte, Kı vılcım lı'nm sonradan “susmayı" tercih ettig: bir sorun olsa da, daha 1930'ların ilk yarısında, Kun sorunu hakkında "Türk soiu"nun ürettiği gelmiş geç iliş en önemli ve ufuk açıcı metinlerden birini yazdığını ve TKP Meıkez Komitesine sunduğunu ha tırlatm ış olalım : " ih tiy a t K u v v e t: M illiy e t (Ş ark)" (htip jVwwvv.k;vilcim U.org/eser ler/sark.htmll.
A.j'.y., s. 154.
4
"K ad ı israiloğlu Sim avnah Şeyh Becired din", S o sy alist, Z(! Ocak 1966.
5
"Ve M illet Cinayetlerin I lesabmı Soracak tır!." S o s y a list, 5 Or ak 1971.
b
"Kanın Sosy.ı! 'S ın ıfin ıı?'", lıttps'Avvvvv.kiviicimli.org/eserler,’kaclin.html.
7
"Ve M illet Cinayetlerin Hesabın: Soracak tır!" S osy alist, :> O cak 197i.
8
Dr. i i i k m c t K ıv ılc ım lı v e D e v r im c i H a r e k etin G e n e l O to k ritiğ i, Akız Yayıncılık, İs tanbui 1994 içindeki söyleşisi, s. 183
9
"Kadın Sosyal 'Sın ıfım ız'", http:/Avww.ki vilc imli.org/e4eirlerAticlin.html.
Yakın Tarihimizde Siyaset, İdeoloji ve Bilim T ANER T İ MUR
yü zyılın başlarında bilim ile siyasetin ilişkileri üze• rinde düşünen M ax Weber, Batılı toplumlarda gelişen iş bölüm üne işaretle, “artık hiç kimse, tam bir uzman laşmaya dayanmadan bilim alanında yet kin bir şeyler yaptığından emin olamaz,” diyordu.1 Bilim artık kolektif bir ürün ha line gelm iş, bilim sel araştırm anın daha çok kişisel çabalara dayandığı eski çağlar, alim lerin “özel lab o ra tu a rla ra sahip ol duğu Aydınlanma yüzyılı geride kalmıştı, Böyle olunca elbette ki siyasal iktidarın müdahaleleri de artacak, hatta bilim ve teknolojinin modem devletlerde bir poli tik ve ideolojik araç haline geldiği iddia edilecekti.2 Weber, modernleşmeyi toplum yöneti minde “rasyonelleşme” ve “büyülerin so na erm esi" olarak betim lem iştir ve ona göre Antik Yunarida “kavrandın, Röne sans’ta da “tecrübe"nin keşfedilmesi bilim tarihinde iki büyük dönemin temel taşla rım oluşturdular. Modern bilim, Batı’da, iş bölümünün hızla gelişmesi ile mitlerin, putların, resmî dinlerin, ayin ve ibadetle rin “b ü yü lerin i" kaybettiği {E n tz ttu b erung) ve toplumun “s ekü ler”leş ligi bir or
Aslında, W eber'in bilim sel gelişm ede saptadığı iki ana dönem, sadece tarihî bir farklılaşmayı dile getirmiyordu, aynı za manda coğrafi ve eşzamanlı bir ayrışmayı da gözlerimizin önüne seriyordu. “Değer ler" alanını “olgular" alanından titizlikle ayıran sosyolog, bu konuda Alm an ve Fransız kültür ortamlarım örnek olarak vermiş ve şunu söylemiştir: “Alman kül türü ile Fransız kültürü arasındaki farkı bilimsel olarak nasıl saptayacağımızı hiç bilmiyorum (vurgu W eber’in ).”3 Bilimsel gerçeklerle kültürel değerler birbirinden ayrılınca, artık siyasetçinin bilime müda halesi de kabul edilemez bir olgu haline gelecekti. Hatta bilim adamının kendisi bile bilim yapan kuramlarda siyasal gö rüşlerini ve “değer hükümlerini" bir yana bırakıp (W e r tfr n h e ii ) , sadece nedensellik ilişkileriyle uğraşmalıydı. Değerler ve kültürler arasındaki farklar çağdaş bilimleri sınıflamaya çalışan epistemologlan yakından ilgilendiren bir konu olmuştur. Ne var ki çağdaş toplumlardaki bilim anlayışları arasındaki farklar, ulusal kültür ve değer farklarına indirgenemez. Bunları da belirleyen sosyo-ekonomik ge lişme düzeyleri, bireylerin “bilimsel ger
tamda doğmuştu ve serbestçe gelişebil mesi için de siyasal müdahalelerin dışın
çek" anlayışını belirleyen öğelerden biri, batta bunlann en önemlisidir. Weber bu nu yadsımamakla beraber, daha çok öz-
da kalmalıydı.
nelci (sübjektivist) ve “değer” odaklı bir
D
O
N
E
M
L
E
R
V
E
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
kuram geliştirm iştir. Böylece, göreselci
“kuram”larla açıklanabileceğini ileri sü
düşünüre göre, toplumsal yaşamda “ger çekler” farklı kültürlere göre değişen, öz nel bir biçimde kurgulanmış “değer" lere
rer. Bunun en çarpıcı örneğini de kendi ülkesine, Almanya’ya, İngiltere’den iktisat ilminin “ithali" konusunda vermiştir
dayanır ve bu bağlamda “bilimsel gerçek ler" de kültürlere göre farklılaşan değerle rin dışında bir anlam taşımazlar. Bu de
Bu nasıl olmuştur? 18. yüzyılda Ingiltere ve Fransa’ya göre kapitalist gelişmede geri kalmış olan Al manya’nın üniversitelerinde iktisadi konu lar, “kameral bilimler" denilen idari, mali ve ahlâki bilgiler çerçevesinde öğretiliyor
mektir ki Batı uygarlığının yaratmış oldu ğu “bilimsel gerçek leri, başka kültürlerin aradığı “gerçek”lerle karşılaş t ıram ayız; bunlar aynı şey değildir, “(Batılı bilimsel) gerçeğin bir değeri olduğuna inanmayan
196
Z
lara,” diyor ünlü sosyolog, “bilim im izin araçlarıyla bir şey arz edemeyiz; çünkü biIimsel gerçek bir doğa verisi değildir, bazı uygarlıkların ürünüdür.”'1 Aynı bağlamda, Weber, bakışını Çin ve İslâm uygarlıkları na çevirerek şunları söylemiştir; “Çin ve İslâm ülkelerinde birim üniversitelerimiz le ya da hiç olmazsa yüksek okullarımızla az çok benzerlik gösteren her türlü yük sek öğretim kurumuna rastlayabiliriz; fa kat rasyonel, sistem atik ve uzmanlaşmış bir bilim sel araştırm a ile yetkin bir uz manlar heyeti biz deki belirleyici öneme
du. Mars, “bilgi salatası’’ diyerek alay etti ği kameral öğretinin yerini daha soma “ik tisat ilm i”nm nasıl aldığım Kapitalde şu cümlelerle anlatmıştır: “Almanya’da bugü ne kadar ekonomi politik, (kapitalizm ge lişmediği için) yabancı bir ilim olarak kal dı. Orada canlı bir zeminden yoksundu. Ingiltere ve Fransa’dan mamul bir madde gibi ithal edildi; onu öğreten Alman profe sörlerin kendileri de öğrenci kaldılar ve kendilerine ait olmayan bir realitenin te orik ifadesi, ederinde, küçük burjuva ev renlerinden ve ters yönden yorumladıklan bir avuç dogmaya dönüştü,”6 Kuşkusuz, M ars’ın, bilim i de tarihsel
yaklaşan bir derecede başka hiçbir yerde mevcut olmadılar (vurgu W eberiin).”5 İşte
süreç içinde açıklayan bu gözlemleri, tüm 19. ve 20. yüzyıllar boyunca sömürge ve
yüz yıl kadar önce, Weber’in Farklı uygar
yan sömürge dünyasında Batılılann kur
lıklarda bilim anlayışı ve bilimsel gerçek ler konusunu irdelerken saptadığı nokta
dukları ve “Batı bilim i" öğreten üniversi telerin (18. yüzyıl Almanya’sından çok
lar bunlardır ve bunlan iki cümlede şöyle
daha çarpıcı boyutlardaki) bilîm -ideoloji ikilem ini de çok iyi sergiliyorlar. Fakat Marx’ta bu saptama, olgulan gözlemek ve açıklamakla yetinen bilim adamının spe
Özetleyebiliriz: 1) Çağdaş bilim Batı uy garlığının ürünüdür ve bilimsel gerçekler ancak Batı uygarlığında “değer” haline gelmişlerdir; 2) Bilim olması gerekenle de ğil, olanla uğraşır ve bu niteliğiyle de siya sal müdahalelerin dışında kalmalıdır, İlginçtir ki, Weber'den elli yıl önce de M ars aynı konuda çözümlemeler yapmış ve o da Weber gibi Almanya’yı bilim açı
külatif düşünceleri anlamına gelmiyordu. Daha düşünce hayatının ilk yıllarında Feu erbacb’ı “insan etkin liğinin nesnel et k in lik (p rak sis) olduğunu kavrayamamakla” eleştiren ve insan düşüncesi için gerçeklere ulaşma sorununun te o rik değil
sından komşularıyla karşılaştırmıştı, k a ka t tarih î m ad d eciliğ in k u ru cu su n u n perspektifi Weber’inkiuden çok farklıdır.
pratik bir sorun olduğunu söyleyen M ars, kuşku suz, b ilim -siy aset ilişk ilerin e de W eber‘den çok farklı bir şekilde bakıyor
Marx da eşitsiz gelişm elerin harm an landığı bir dünyaya “göreselci” bir pence reden bakar ve farklı gelişme düzeyindeki
ve bilimi toplumsal dönüşümün bir aracı olarak görüyordu. Bu demektir ki, Weber, Batılı olmayan toplumla ra, ‘bunlar farklı
toplum sal form asyonların ancak farklı
değerlere sahipler, bn yüzden Batı’nın bi-
Y A K I N
T A R
K İ M
I 7 D E
S I Y A S E T ,
t D E O L O l l
V E
B İ L İ M
OsmanlI 'dan Cum huriyet e devreden B atılılaşm am od ern leşm e sürecinde, İnlim bir g ereklilik olarak l a r i f edilm esin e karşı p ra s m a lik b ir tarzla ahm landı. Yalnızca m addi gelişm eyi hedefleyen , toplum sal d e v r im le m bilim sel devrim ler a rasın d aki ilişkiyi h esaba katm ayan bu b akış açısı m odern leşm e He ilişkisini d e m addi düzeyde ele aldı.
lirasel gerçeklerini anlamıyorlar!" diye ba karken. Marksist perspektifte bu bakış "dünyayı değiştirmeye"’ yönelik, pratik (devrimci) bir bakıştır/ Çağımızda bilim kritiği (epistem oloji) tartışmaları, elbette ki burada çok genel düzeyde değindiğim Marx ve W eber’iıı görüşlerinden ibaret değildir. Hatta, gü nümüzde söz konusu tartışmalarda bu iki düşünürün adlan artık en ön planda da
OSMANLI BİLİMİNDEN BATİ BİLİMİNE
Siyasal tarihimizi, çoğu kez kesin bir ko pukluk şeklinde algıladığım ız salumaıCumhıırivet ikilem i çerçevesinde dıışü nüyoruz. Fakat bu ayrımın zihniyet yapı lan ve bilim anlayışı açısından da kesin bir kopuşu ifade ettiğini söyleyebilir mi yiz? Ve de medreseden Darülfünuna ge çişimizi bu kopukluğun örgütsel ifadesi
bulunmuyorlar. N'e var ki, en sak rastla nan şekillerde, örneğin Canguilhem, Alt husser. Fou eau lt, Bourdieu, Gadamer. Habermas vb. gibi düşünürlerin çalışma larında karşılaştığımız epistemoloji tartış maları, ilhamını şu veya bu ölçüde Marx
sayabilir miyiz?
ya da W eber"den alıyorlar. Bu yüzden,
edebileceğimiz açıktır. Oysa bu evrimin gelişen iş bölümü ve artan üretim güçleri,
Osmanlı devletinde ilk darülfünun ha zırlıklarına 1840'larda başlandığı, halta bir İtalyan mimarın da darülfünun binası nı yapmakla görevlendirildiği anımsamrsa, bu konuda daha çok bir evrimden söz
Türkiye’de, yakın tarihimizde ilmin geliş mesini ve siyasetle ilişkisini irdelerken,
yani iç d inam ikler sayesinde olduğunu
çözümlem elerini alt-yapı (M arx) ve üst yapı (W eber) düzeylerinde yaptıkları için
bilim anlayışının gelişmesinde karşılaşı
bir ölçüde antinomik nitelik taşıyan Mam ve Weber"in öğretilerini gözden uzak Ilıt mamamız gerekecektir.8
iddia etmek güç görünüyor. Bizde çağdaş lan engeller, 19. yüzyıldan itibaren Os
manlIlarda bir sanayi devrimine zemin oluşturacak "u lu s-d cvlet” yapısını kur-
D
O
N
E
M
L
E
R
V
E
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
İsmail Beşikçi
v e görüşleri " s a k ın c a lı" yaftasın d an
MURAT ÇELIKKAN
s i t e c e de bir çalışm anın konusu o la
kurtulamamış olacak ki, "özgür üniver
m am ış. D e vletin , Beşikçi konusunda ortaya koyduğu Örnek, üniversite m en suplarını da bilim v e ifade Özgürlüğü açısından kısıtlamış, belirlem iş. 1969 y ılın d a n bu y a n a "K ü rtle r", "Kürdistan", "T ü rk iye'd e bilim ve resmi ide oloji", "O rtadoğu" hakkında çalışm alar "B u ülkede Kürtler de var," dediği için, üstelik bunu bir sosyolog olarak söyle
198
diği için yaşam ının 18 yılını cezaevin de g eçirm iş bir ayd ın. Yap ıtları hâlâ "sak ın calı" kabul edilen bir bilim insa nı. Yazıları, röportajları ve konuşmaları nedeniyle hakkında hâlâ Genelkurm ay Başkanlığının suç duyurusunda bulun duğu, bağımsız yargının savcılarının da hakkında d ava açtığı ve kovuşturm a yürüttüğü "sak ın calı" biri. İsmail Beşikçi, 36 kitabı, çok sayıda m akalesi o lan bir araştırm acı, teorisyen, bilim insanı, sosyolog v e siyasetçi. H akkında kapsamlı bir biyografi yok, yapıtları üstüne kayda değer bir eleştiri veya incelem e de. İsmail Beşikçi, kuş kusuz derin ve geniş kapsamlı bir çalış mayı hak ediyor. A ncak ilk kitabım ya yım layıp, ilk tezlerini ileri sürdüğünden bu yana geçen 38 yıl boyunca, Beşikçi
yapm ış bir bilim insanının yapıtlarını m utlaka yazıldıkları dönem çerçevesi için d e değerlendirm ek gerekiyor. B e şikçi, siyaset ve akadem i dünyasında '90'lardan sonra yükselen "etnisite" ko nusunda henüz bugünkü akademik bi rikim olm adan yazm aya başlamış, Kem alızm le erken hesaplaşmasını bugün yine de genel bir modernite yaklaşımı çerçevesinde okum ak mümkün.
Örneğin Kemalist h a re k et kendini antiemperyalist, antisömürgeci ola rak değerlendiriyor. ...Kemalist hare ketin İngilizlerle mücadelesinin özü, antiemperyalist değildir. Çünkü her iki taraftn da isteği Musul ve Ker kük'ün kendilerinde kalmasıdır, Kürdıstan üzerinde yürütülen bir mücadele vardır. Kürdistan'dan daha fazla pay koparmanın mücadelesi. Bu mü cadelenin antîemperyalist bir içeriği
> inaktaki güçlüklerin türevi olmuştur. Bu
sonra donmuş ve onlar da “naklî ilimler”
bakımdan bizde de bilim anlayışının iki döneminden söz etsek bile bunların, baş
şekline dönüşmüştü. Bu ilimler Osmanlı
langıçta, W e b e r m vurguladığı dönemler {kavramsal bilimden tecrübt bilime geçiş)
ların tefsiri ve tefsirlerin tefsiri şeklinde,
olduğunu söylemek mümkün değildir. Osmanlılar, Ortaçağ Islâm geleneği çer
retilmiştir.
devletinde yüzyıllar boyunca büyük usta korporatif usta-çırak ilişkileri içinde öğ
çevesinde ilimleri akli ve naklî bilim ler
17. yüzyılın büyük âlimi Kâtip Çelebi dev eseri K eşfü ’z-Z un fin da üç yüz kadar
olarak ikiye ayırıyorlardı. Ne var ki hik
ilim sayar ve bunları anlatan on beş bin
m et ve felsefe gibi akla dayanan ilim ler de, Abbasi devrinin eski Yunan düşünce
kadar esere gönderme yapar.9 Bunlar gü nümüzde daha çok tarihî değer taşıyorlar
siyle diyalog kuran kültür devriminden
ve yaşadıkları ölçüde de, çok az istisna
Y A K I N
T A R İ H İ M İ Z D E
S İ Y
A S E T .
İ D E O L O J İ
V E
B İ L İ M
y o k t u r . (Y e n i A ş a m a R ö p o r t a jı, 198 7/Kendini
Keşfeden Ulus Kürtloı)
B e şik ç i ve yap ıtları hakkında k ap samlı çalışm aların yapılm am ış olmasını neye borçluyuz/ M uhalif sol kesimlerin de Kem alizm etkisiyle, bu "te h lik e li" konulara giren aydına sıc ak bakmama sına m ı? "Ln tern asyonalizm " düsturu nun ulusal m ücadelelere uygulam ada çoğunlukla baskın çıkmış olm asına mı? B ö y le s i bir ç a lış m a iç in k a ç ın ılm a z olan bazı alıntıların, hâlâ "su ç" kabul
199
edilm esi olasılığına m ı? Ya da yazdığı hemen her kitap yasaklanmış, bu ya p ıt larının bedelini yıllarca cezaevinde ge çirm iş bir insanın resmî ideoloji tarafın dan "sakıncalı" bulunup, ıınutlurulmasına teslim olm am ızda mı? N eden ne o lu rsa o lsu n , B e ş ik ç i'n in y a ln ız lığ ı, görmezden gelinmesi, ne sosyalizm ne d e dem okrasi m ü cad elesi iç in d e bir türlü yeterince hatırlanmaması sonucu
İsm ail B eşikçi araştırm a r e yazıların dan d o la p m a h k em e ve tutukluluklarla yer etli zihinlerde. Türkiye'de hu cesam ette h ir ö rn e ğ im a n c a k DTCF tasfiyesinde rastladığım ız yargılam alar 8() ter re 90 'larda d a devam etti.
nıı doğurmuş. Söz konusu olan Kem a list ideolojinin çok erken bir eleştirisine
İsmail Beşikçi, en azından bilim sel
girmiş, bugün hâlâ nesnel bir yaklaşım
özgürlük ve ifade özgürlüğü açısından
la e le a la m a d ığ ım ız Kürt so ru n u n a
bugün liirk iye'd e bir efsane kabul edil
"uluslararası sömürge
KurdisUin"
diye
mesi gereken bir isim. Yazdığı söz ko
erken isim kovanlarından biri olm uş,
nusu 36 kitaptan 32'si yasaklanmış bir
bu süre içinde güncel gelişmeleri t.ıkip
bilim insanı. H ayat hikâyesinden hem
etmekle kalm ayıp, eleştirileri ve tespit
Türkiye demokrasi, bilim ve ifade öz
lerini açıklıkla yapm ayı sürdürmüş biri.
gürlüğü tarihini izlemek, hem de Kürt
________________________________ ► dışında, çağdışı zihniyet kalıplarını besli
Bıı değişim sürec inin hiç de sağlıklı sa
yorlar.10 Bu zihniyet yapısı. 19. yüzyılın ortalarından itibaren, kapitalist tirelim bi
yılamayacağı son dönem Osmanlı aydın larının da bilincinde oldukları bir husus
çim i içinde oluşan ve özgür tartışmaya
tu. Örneğin. İkinci Meşrutiyet dönemin deki “skolastik zihniyet” tartışmalarını ve
zemin teşkil eden bir ortamın ("sivil top lumun'’) oluşmasıyla değil, uluslararası ilişkiler sarmalında biçimlenen Doğu So~
bazı düşünürlerin bu konuda söyledikle rini bugün de ilgiyle okuyabiliriz. Bunlar
ıunu ’na gündelik ve pragmatik çözümler arayan bir yönetici zümrenin çabalarıyla
dan Yusuf Akçura bu skolastik tartışmala rına k a tıla ra k , a slın d a , O sm a n lIla rın
değişmeye başlamıştır.
“G a rp lıla şm a ” dedikleri sürecin anormal liğini eleştirmişti. Düşünüre göre, bıı sü
Böyle bir değişim süreci sağlıklı sayıla bilir İlli?
reçle birlikle, nasıl eskiden medreseliler
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
meselesi açısından onu tam am en ayrı
yazdığım raporda, karşılaştığım bu soru
bir yere koymak mümkün. Bu yazı her
nun incelenmesi gerektiğini yazmıştım.
ikisini de yapm a iddiasında değil. S a
Dönüşte hocalarla konuştum, onlar da
dece Beşikçi'nin tanınması, unutulm a
'böyle şeylerle ilgilenm e/ diyorlardı...
ması, özgünlüğü ve öncülüğü konu
O sıralar 5BF'de
sunda bir hatırlatma çabası....
Türkiye'nin Toplumsa! ve Etnik Yapısı diye bir ders vardı. Fakat
___ HAYATI VE CEZAEVLERİ SÜRECİ
dece Türk halkından, Türk toplumun-
hocalar, Kürt lafını ağza almıyorlar, sa dan söz ediyorlardı. Kültlerden söz et
200
Çorum 'un İskilip ilçesinde bakkallık y a
m enin de tehlikeli olduğunu v u r u l u
pan bir babanın dördüncü çocuğu ola
yorlardı. Bu vurgulamadan hemen son
rak dünyaya geldi (1939) İsmail Beşikçi.
ra, K ü rtlerin a slın ın Türk o ld u ğ u n u ,
S iy a s a l B ilg ile r F a k ü lte s i' ni b itird i
Kürtçe diye bir dil olmadığını belirtiyor
(1962). Askerlik görevini Bitlis ve H ak kâri'de tamamladı (1962-1964).
bûn Dergisi'nin
Bîrne-
kendisiyle yaptığı bir
röportajda, Kürtlerle ilk tanışıklığı, ilk karşılaşmasının 1960'larda, Siyasal B il giler Fakültesi'nde "tahsil içi staj" çerçe vesind e olduğunu anlatıyor. 1961 yılı yaz aylarında, Elazığ'a gittiğini, Keban, Karakoçan, Palu, Baden, Baskil gibi il ç e le rd e çalıştığ ın ı, K ürtlerle ilgili ilk b ö yle karşılaştığını açık lıyor. Bu süre içinde, sorunlarını anlatmak için ilçeye gelen köylülerin kaym akam larla tercü man aracılığıyla konuştuklarını fark etti ğini belirtiyor. "İlçelerde kaymakamlara olayın boyutunu sordum, bana 'bu tür işlerin üzerinde durma, daha çok genç
lardı.
Tercümanlar, inkârlar, yasaklar,
tehditler düşüncemi ait üst ediyordu. "
...60'!ı yılların sonunda DTCF Profe sörler Heyeti tarafından hazırlanmış gizli bîr rapor elim e geçti. Rapora göre 'Doğu sorununun çözümü için, devletin. Doğu'daki halkın Türk ol duğunu, dillerinin Türkçe'den başka bir dil olmadığını anlatması gerekir/ deniyordu. Bıtnun için, 'üniversiteler ve basın da dahil bütün kurum ve kuruluşlar bu yönde yazılar yazmalı dır/ direktifi veriliyordu. Rapor, Baş bakanlığın isteği üzerine hazırlanı yor... (Y e n i A ş a m a R ö p o r t a jı, 1987/Kendini Keşfeden Ulus Küpleri
sin,' diyorlardı. Kaldığımız sürenin so
Fakülteyi bitirdikten çok kısa bir süre
nunda bizden rapor isteniyordu. Ben
sonra, kaym akam lık stajı yaptığını, As-
ve ulema Arap-lslâm klasiklerine ve onla rı yorumlayan ustalara körü körüne bağlı kalmışlarsa, şimdi de mektepliler ve '‘m ü
rirleri, feylesofları kaim oldu. Bu sefer m u h ak em elerim izin sened i R ou sseau, Spencer, Buchner, Demoulins, hatta Gus-
n evverler" Batılı kaynaklara aynı şekilde,
e le ştirel esp rid en y ok su n b ir biçim d e
tave Le Bon oldu.”1’ Yusuf Akçura’dan bu satırları nakleden Muallim Cevdet’in şu
yaklaşmaya başlamışlardı. Kısaca, eskiden İm a m -ı Alî’den, Muhiddîn-i Arabi’den,
yorumu da, sanırız, tamamlayıcı ve ay dınlatıcı olacaktır: “Şimdiye kadar yüksek
Hafız veya Sadi’den bir formül alırlar ve ona istinaden mu ha kem elerini yürütür -
dereceli adamlarımızdan hiç kimse, bizim garptan malumat çalan muharrir ve mü
ler(d i). Yeni muharrirlerim izde ise yine aynı esaret (vardı). Fakat bu defa Şark
elliflerim izin de ekseriya filan ve falan feylesofun, filan kitabın, filan mezhebin
imam ve müellifleri yerine Garp muhar
bilâtahkik (incelenm ed en) tellalı olma-
Y A K I M
T A R İ H İ M İ Z D E
S İ Y A S E T ,
İ D E O L O J İ
V E
B İ L İ M
kerliği Bitlis'te yaptığını; 1963 yılında,
leri veriyor: "Erzurum 'da Atatürk Üni-
ya z a y la r ın d a , B a ş k a le , Y ü k sek o v a ,
versitesi'nde görevli asistan İsmail Be
Şem dinli yörelerinde bulunduğunu, bu
şikçi, o sıra yayım ladığı incelem esi ve
sırada da sınırda. M e le Mustafa Barza-
derslerinde anlattığı konular nedeniyle
ni Önderliğinde, Irak'a karşı ayaklanan
İdarî soruşturmaya uğramıştır (1968)."
Kürtlerin hareketi sırasında, silahlı Kürt
Bir yıl sonra doktora tezi Doğuda Deği şim ve Yapısal Sorunlar/Göçebe Alikan Aşireti y a y ım la n ır (D o ğ a n Y., 1969).
lerle de karşılaştığını belirtiyor.
1960'h yılların Kürtler açısından şöy bir Önemi var: Barzani'nin M osko
le
va'dan dönmesi. G ü n ey Kürdıstan'da
yeni bir süreç başlatıyor. Buradaki kı mıldanma , Türkiye'deki Kültleri d e şu ya da bu biçim de etkiliyor işte 'bu kıpırdanmaların önüne nasıl ge çebilirizV düşüncesi ağalıkta, şeyh likle mücadele edilmesi gerektiği ka nısına varmalarına n eden olmuş. SBF’deki hocaların varmış olduğu bu kanı bence yanlış algı lam anın sonu cu. Çünkü, yani onlara göre Kürtler kıpırdanıyorsa, ulusal haklardan söz ediyorsa, bunun arkasında ağalar var. Çözümü de ağaların etkinliğini kırmakta, toprak reformu yapmakta görüyorlar. (Yeni A şam a Röportajı, 1987/Kendinİ Keşfeden Ulus Kürtler) Beşikçi, Erzurum Atatürk Ünrversite-
Beşikçi ilk ve son kez bu kitabının ka pağında Dr. unvanını kullanmıştır. Bu yıllar, aynı zam anda birçoğunu Türkiye işçi Partisi'nin (TİP) düzenledi ği, bazıları ise yin e T İP tarafından des
201
teklenen fakat öncülüğünü Kürt genç ve aydınlarının yürüttüğü Doğu M iting le r in in başladığı yıllar. İlk m iting 16 Eylül 1967'de D iyarbakır'da yapılıyor. D aha çok doğu-batı eşitsizliğinin eleş tirildiği, karakol yerine yatırım taleple rinin diie getirildiği mitingler, Kürt kim liğinin tanınması ve Kürt haklarıyla ilgi li talepler de İçeriyor, Cum huriyet tari hinde ilk kez kitle gösterileriyle Kürt is temleri dile getirilmiş oluyor. D iyarba kır M itingi'ni, 24 Eylül 1967'de Silvan, 1 Ekim 'de Siverek, 8 Ekim 'de Batman, 15 E k im 'd e Tunceli, 22 Ekim 'de Ağrı m itingi izliyor. Yine Kürt g en çlerin ce
si'nde sosyoloji asistanlığına kabul edi
19 Kasım 'da An kara'da bir Doğu M i
lerek 1964-1 970 y ılla rı a rasın d a bu
tingi düzenleniyor. Beşikçi, bu miting
üniversitede çalıştı. Rem zi inanç, bir
lerin bir kısmına katılıyor ve Doğu M i
röportajında bu dönem le ilgili şu bilgi
tin g le riyle ilg ili bir ça lış m a yap ıyor.
> sındair ileri gidemediğini, bu kadar açık
toplumda Batılı düşünceleri yüceltenler
iddia ve işaret edememişti.”12 Yusuf Akçura ve Muallim Cevdet, yu karıda aktardığımız gözlemlerinde, aslın
de söylemiyorlar ve durumu yeni bir sko
da W eberin söylediğinden farklı olarak, “Doğulu” bir kültürün ürünü olan yeni
O halde bu durumu nasıl değerlendire ceğiz?
Osmanlı “münevver’1lerinin “B atılı" dü şünceyi ve bilimi bir “değer” yaptıklarına,
ya’ya 18. yüzyılda iktisat ilminin “ithali”
hatta kutsal bir değer yaptıklarına işaret
lastik zihniyetin oluşumu çerçevesinde tartışıyorlar.
Sanıyorum ki, burada, M andın Alman
ediyorlar. Fakat buna rağm en O sm anlı
konusunda söylediklerini anım sayarak, konuya daha sağlıklı bir biçimde yaklaşa
toplumuna o dönemde “çağdaş bilim ”in girdiğini söyleyebilir miyiz? Bunu zaten o
bilir ve durum u şöyle betim leyebiliriz: Osmanlı toplumunun Batılı bilimi benim-
D
O
N
E
M
L
E
R
V
Doğu Mitinglerinin Analizi (1967).
E
işte
soruşturmaya uğrayan çalışması bu, 1969 y ılın d a Doğu Anadolu'nun Düzeni- Sosyo-Ekonomik ve Etnik Te meller isimli çalışmasını yayım lıyor. Bu
202
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
Teorisi ve Kürt Sorunu (1978); Bilim Yöntemi, Türkiye'de ki Uygulama 3 Cumhuriyet Halk Fırkasının Tüzüğü ve Kürt Sorunu (1978). Bu kitapları nede niyle açılan davalar sonucunda 1979-
kitap Atatürk Ü n ive rsitesin d ek i öğre
1981 yd larm ı da ceza e vin d e geçirdi.
tim g ö re vin e son ve rilm e sin e neden
Serbest kaldıktan iki ay sonra, İsviçre
olu yor (1970). D anıştay'ın yürütm enin
Yazarlar Birliği Başkam 'na yazdığı bir
durdurulması kararı da ilgililerce uygu
mektup nedeniyle "Türkiye'nin yurtdı-
lanm ıyor. An kara'ya dönüyor. Beşikçi,
şındaki itibarını sarstığı" gerekçesiyle
kitabı ve hakkrndaki idari soruşturma
10 yıla m ahkûm oldu ve 1987 yılın a
nedeniyle işsiz olarak Ankara'ya dön
kad ar c e z a e v in d e k a ld ı, 1990 M a rt
düğünde bir yıllık evli.
ayında tekrar cezaevine girdi ve Tem
1971 yılın da Siyasa! Bilgiler Fakülte
muz 1990’da çıktı, 1991 M art ayında
s in e kabul edildi Beşikçi. N e var ki, bir
tekrar tutuklandı, aynı yıl Nisan ayında
süre sonra Atatürk Üniversitesi profe
tahliye oldu. 1991 Temmuz ayında tek
sörlerinin ihbarı üzerine, Diyarbakır Sı
rar cezaevine girdi, Ekim 1991'de çık
kıyönetim Kom utanlığı tarafından tu
Doğu Anadolu'nun kitabıyla, Ant dergisinde
tuklandı. G erekçe
Düzeni
adlı
yayım lanan bir makalesi ve derslerinde anlattığı konulardır. Bu, İsm ail Beşik-
masına karşın daha önce 1979 yılında
Bilim Yöntemi, Türkiye'de ki Uygulama 1 Kürtlerin Mecburi İskânı
ceza aldığı
adlı kitabı nedeniyle tekrar tutuklandı. Gerisini Rem zi İnanç'tan dinleyelim :
çr'nin cezaeviyle ilk tanışmasıdır. 1974 atfıyla cezaevinden çıktı, ancak An kara Ü niversitesi'ne yeniden kabul edilmedi. Çalışmalarını bağımsız olarak sürdürdü. Kürt ve Türk tarihi ve sosyo lojisi üzerine üç kitaplık bir dizi yayım
Bilim Yöntemi, Türkiye'deki Uygu lam a- 1: Kürtlerin M e c b u r i iskânı (1977); Bilim Yöntemi, Türkiye'deki Uygulama 2 Türk Tarih Tezi, Güneş Dil ladı:
1993'ün Kasım ayı başlarında ailesi ni ziyaret için İskilip'te iken, o günkü H ürriyet gazetesinin iç sayfalarından birinde, fazla dikkat edilmezse görül m eyecek küçük bir haber yer almış tır: Beşikçi'nin cezası onaylandı. O s ıra bu haberi okuyanlardan Beşik çi'nin ilçede olduğunu bilen hem şehrilerinden birkaçı, vakit geçirme►
semede karşılaştığı sorunlar “değer" pla nındaki zıtlıklardan çok, bu zıtlıkları da büyük ölçüde yaratan farklı maddi geliş
için Batı bilim ve teknolojisini benimse mek gerektiğini de artık medrese hocaları
me düzeylerinden kaynaklanıyordu, Bu
kadarıyla, sorunun kökenini en iyi kavra
bakımdan o dönemde asıl çözümlenmesi (ve d eğ iştirilm e si) gereken şey de bu farklı sosyo-ekonom îk düzey ve Avrupa
yan ve ifade edenlerden biri Ahmet M it hat Efendi olm uştur. G erçekten de 19.
ile (bu farklılığı yeniden üreten) ilişki şeklimiz idi.
bile yadsım ıyordu. Fakat, görebildiğim
yüzyılda Osmanlı devletinin Batı ile kur duğu yarı kolonyal ilişkilerin yarattığı eziklik duyguları ve kompleksler içinde,
Son dönem Osmanlı aydınları, içinde bulundukları farklılığı “gerilik” olarak al
bir kısım aydınlaT şanlı geçmişe eğilir ve
gılıyorlardı ve bu gerilikten kurtulm ak
ramanlarında (Selahaddin Eyyubi, Cela-
m odellerini orada buldukları İslâm kah
Y A K I N
T Â R İ H İ M İ Z D E
5 İ T A 5 E 1 ,
C. Savcılığına ihbarda bulunur. 'Cezası onaylanmış bir adam nasıl olur da serbest dolaşır d Ö nce savcılık fazla önem sem ez , ama ihbarın ardı arkası kesilmeyince, Beşikçi gözaltına alınır. Böylelikle do ğup büyüdüğü İskilip'te de, bir rast lantı sonucu iki hafta tutukluluk yaşar. dert
İ D E O L O J İ
V E
B İ L İ M
sürecini ülkesinin Doğu ve Güneydoğu bö lgeleri ü z erind e yaptığı so syo lo jik araştırma ve tespitler nedeniyle yaşadı.
ÇALIŞMA KOŞULLARI İsmail Beşikçİ'nin 1991 yılında Yurt Ki tap Yayın tarafından yayım lanan
kaldırının Koşullan adlı
Baş
kitabı, C um hu
O n beş gün sonra gönderildiği A nka
riyet savcılarının İsmail Beşikçi hakkm-
ra Kapalı M erkez C ezaevi'nd e konuk
daki iddialarından ve Beşikçİ'nin D G M
luğu uzun sürer; 1996 Şubatı'nda İstan
savcılarına verdiği yanıtlardan olu şu
bul M etris C e z a e v in e , aynı y ılın so
yor. Beşikçİ'nin bu hesaplaşma yazıları
nunda da Bursa C ezaevi'ne gönderilir.
tutuklu bulunduğu Ankara M erkez Ka
İsmail Beşikçi, çıkarılan basın affı kap
palı C ezaevi'nd e kaleme alınmış.
samında, 15 Eylül 1999'da şartlı olarak
Yine Yurt Yayınları tarafından 1991
salıverilir. 1999 yılın d a yap ılan sınırlı
yılında yayım lanan
yasal düzenlem e sonucu tahliye o ld u
Terörü
ğunda hakkında toplam 100 y ıl hapis
geler K araranam elerle Y ö n e tilir" adlı
v e 10 m ilyar lira para cezası verilmişti.
çalışması yayım lanm ak üzere gazeteye
Ortadoğu 'da Devlet
adlı kitabında yer alan "Söm ür
Bugün ne doğduğu İskilip ile ilgili
g önderilm iş, an cak m atbaa sahipleri
w eb sitelerinin birinde ne de 1964 yı
"eğer bu yazıda ısrar ederseniz gazete
lında çalışm aya başlayarak, altı yıl Öğ
nizi basm am ," diyerek yayım lanm am ış
retim görevlisi olduğu ve doktorasını
tır. Yine bu kitapta ya y ım la n a n "K ürt
tamamladığı Erzurum Atatürk Üniversi-
Kadınlarının G erillaya Katılmasının A n
tesi'nin sitelerinde adına rastlanmıyor.
lam ı" adlı çalışm ası 430 sayılı kanun
Yani
halâ "sakıncalı".
Beşikçi, ilk tutuklandığı 1971 ile son
hükmündeki kararname nedeniyle çok eksik olarak ve yanlışlarla yayım landı.
tahliye edildiği 1999 arasındaki 28 yılın
Aslına bakılırsa bu bilgiler mutlaka
18'ini içeride geçirdi. Eşi Leman Eİanrm
eksik. Cezaevi tarihlerini toparlamakta
(emekli öğretmen) on sekiz yıl mahpus
bile çok zorlandım. Çünkü Kürtlerle il
yolu gözledi. Beşikçi, bütün bu cezaevi
gili k itaplar ve araştırm aların ya z a rı
leddin Harzemşah, Tank bin Ziyad vb.)
müderrisin kendisine “C olberi zamanı
ararken, Ahmet Mithat Efendi çok daha gerçekçi bir tablo çizmişti.
nın çoktan geçtiğini” söylemesi üzerine M ith a t E fen d i “g ü ld ü ğ ü n ü ” sö y ler ve
Ahmet M ithat Efendi’ye göre Osnıanh devleti, ileri Batı ülkelerinden birkaç yüz
şunları ekler: “Bizim için Colbert zama nının, geçmek şöyle dursun, henüz hulul
yıl geri kalm ıştı ve bu yüzden uygulana
bile etmemiş (başlamamış) olduğunu an ladım.”13
cak kalkınma politikası da Batı’daki libe ral doktrinler değil, XIV Louis'nin ünlü maliye n azın Colbert’in ve onu izleyen
Aslında âlim im iz, bunu daha yıllarca önce, “ekonom i politik fennini tederrüs
fizyokratların (M ithat Efend i defalarca Dr, Quesnay'ın adını anar) politikası ol
eder (öğretir) ve Adam Smith’in yeni ka idesini öğrenir iken”, bu durumun öğren
malıydı. Bu konuda açılan tartışmada, bir
cilerde “âcib (şaşırtıcı) ve garib fikirler
203
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
Türk kökenli İsmail Beşikçi hakkında
düşmanlığa tahrik edildiği' iddia edilen
ya y ım la n m ış bir b iyo g rafi çatışm ası
davada Beşikçi hakkında, 18 aydan 4.5
yok. Kitaplarından ve verdiği röportaj
yıla kadar hapis cezası istenmiş.
lardan da kendi hakkında konuşm ayı fazla sevmeyen bir insan olduğu anla şılıyor, internet sayesinde 1987 yılında
ULUSLARARASI SÖM ÜRGE
____ __ ___ VE KURT HALKI
_______
N o b e l Barış Ö dülti adayları arasında
204
Kürdistan
olduğunu ö ğreniyorum . Yattığı yılları
Beşikçi açısından Kürt sorunu,
ve verilen cezaları sıralam aya çalıştım
ve uiusal kurtuluş tezleri erken oluşmuş
ancak bu tarihten sonrası için bu ldu
tezlerdir, "K ü rt sorunu azınlık sorunu
ğum bir başka kovuşturmadan bahset
değildir. Kürt sorunu, Kürdistan'ın ve
m eden g e ç e m e ye c e ğ im : "G e n e lk u r
Kürt ulusunun Ingiliz ve Fransız emper
m ay Başkan lığının yaptığı suç duyuru
yalizm inin Kemalistierle, Arap ve Fars
su ile Bakırköy Cum huriyet Başsavcılı
m onarşileriyle yaptığı işbirliği sonucu
ğı, Sosyolog İsmail Beşikçi hakkında,
bölünmesi, parçalanması ve paylaşılma
'halkı kin ve düşm anlığa tahrik ettiği'
sı ve Kürt ulusunun bağımsız devlet kur
id d iasıyla dava a çtı." Tarih 2007. Bu
m a hakkının gasp edilm esiyle ilgili bir
haberden de a n laşılıyo r ki, devlet de
sorundur. Sorunun em p eryalizm le ve
Genelkurm ay da ismait Beşikçi'nin pe
sömürgecilikle ilgili cephesi kısaca bu-
şini bırakm aya niyetli değil.
dur."
Beşikçi, Esmer dergisinin Aralık 2005 sayısın d a y a y ım la n a n "K o n u ş m a d ık ,
{ARD televizyonuna
yazılı yanıtlar
1990/Kendini Keşfeden U/us Kürfler) Bu emperyalist paylaşımın bir sonucu
Bastırdık" başlıklı yazısı nedeniyle m ah
sömürge niteliği bile taşımayan
kemelik olmuş bu sefer. Gerekçe: Beşik
tan
çi'n in yazısındaki "...A m a Kürt çocukla
Kürdis
ise, bir diğer sonuç da bu sürecin
Kürt halkı ve Kürt aydınlarına etkisidir.
rı her gün 'Türküm, doğruyum, çalışka nım... Varlığım Türk varlığına armağan olsun..' diye ant içiyor. Bu ant, Kürtlerin yaşadığı alanlarda Türk egemenlik siste minin ayrılmaz bir parçası olmuş..." ifa delerinde suç unsuru olduğu ileri sürül m üş ve 'B a s ın y o lu y la halk ın kin ve
yara t tığına” tanık olduğu zaman anlamış tır. Ne var ki resmî öğretim, olması gere k en in tam tersinedir. Ve M ithat Efendi
Sorunun ikinci cephesi Kürdistan 7a, Kürt ulusuyla ilgilidir.,.,. Tarihin belli bir döneminde böl-yönet politikası nın hedefi olan bir ulus, çok büyük bir darbe yemiş demektir:. Böl-yönet politikası ulusun beynini dağıtmakta-
İkinci Meşrutiyet yıllarının fikir hayatı, elbette ki bilim zikniyetl-skolastik zihni
burukluk içinde sorar: “Bunca kütübhâ-
yet tartışmalarından İbaret kalmadı. Bilim dünyasında yaşanan bunca e z ik lik te n
neler dolusu hakâyıktan (hakikatlerden) sarf-ı nazar edip de bir Mekteb-i Mtilki-
sonra, bu arada Darülfünun’a dönüşmüş olan ilim kurulularının siyasal iktidara
ye’de, bİT M ekteb-i H ukukta tedris olu nan birkaç yüz sahifeli ekonominin, yal
karşı kendilerini nasıl savunabilecekleri, bunun için nasıl bir örgütlenme biçim i
nız Adam Sm ith usûlünden ibaret bulu nan ve elyevm kendi memleketlerince de
nin gerekli olduğu da tartışılan konular arasındaydı. Bu tartışm alar meyvelerini
kabul olunmamış ve tatbik edilmemiş il me mi esir olalım ?’'1,1
ancak Mütareke’de verdiler ve Türkiye’de ilk “üniversite özerkliği” 1919’da İstanbul
Y A K I N
T A R İ H İ M İ Z İ )
E
S İ Y
A 5 E T ,
I D E O E O J I
V C
8 I t I M
205 Beşikçi, ilk çalışm ası Doğu Anadolu lum Düzenitiden itibaren aka d em y a içerisin de t e devlet gözü n d e b ir an lam da y asaklan m ıştı'. Yıllarca sa d ece iktisadi düzensizlikler ı e yetersizliklerden ibaret görülen Doğu Sorunu inin Kürt yüzünü gösterm ek tehlikeli addedilm işti.
ılır, iskeletini parçalamaktadır. Böyle darbe yiyen bir ulus, bir daha kendi ni toparlayamamaktadır. L eş g ib i yer de serili kalmakladır... iagk.)
pencereden bakm asını sağlayacak tek güç, Kiirtlerin kendi toplumlarına, Kürt toplum una ilişkin çabalarıdır. G ü n ü m üze kadar Türk aydınları, I ürk solcu ları, Kürt hareketlerini hep, 'm illiyetçi'
Beşikçi, Kiirtlerin bu "yere serili ha
hareketler olarak değerlendirmişlerdir.
li", li ir k ve Kürt a yd ın la rın ın tutumu
'M illiy e tç i' kavram ını bir saplam adan
hakkında 1990 tarihinde D e n g d e ya
çok bir suçlam a, bir aşağılam a aracı
yım lanan bir söyleşisinde şunları ekle
o la ra k k u lla n m ış la rd ır... 'Ş e y h S a id
mektedir: "Türk aydınının Kürt sorunu
ayaklanm ası m illiyetçi bir hareket de
na bakışı olumsuzdur. I ürk aydınının
ğildir, İngiliz em peryalizm inin kışkırt
Kürt so ru n u n a d ah a d e m o k ra tik bir
m asıdır,' derken de, '1 9 6 0 'lı, 1970'li
D arülfünunu na kazand ırılan statü ile
bir özgürlüğe zemin oluşturacak toplum
gerçekleşti.
sal güçlerin oluşup oluşmadığı konusun da yatıyor. Başka bir deyişle bu özgürlük
TOPLUM MİMLERİNİN SINIFSAL DAYASAKIARI VH DEVLET
hangi güçlere d a y a n a c a k , hangi güçlere karşı k o ru n a ca k tır? Bu konuda yine Ban ile bir karşılaştırma yapmadan ve Batıdaki
OsmanlI devletinde bilim özgürlüğünün
gelişmenin özgül yönlerini anımsamadan
işlev ve önem inin Abdülbamit rejim ine
Osmanlı loplumımdaki gelişmeleri anla maya imkân bulunmadığım sanıyorum.
tepki oluşturan Meşrutiyet yıllarında anla şılmış olmasında şaşılacak bir taraf yok tur. Asıl sorgulanması gereken husus, bu
Batı'da insan ve toplum bilimleri, sınıf çelişkilerinin motor rolü oynadığı bir ev
dönemde Osmanlı coğrafyasında gerçek
rim içinde, yükselen kapitalizmi rasyonel-
D
O
N
E
M
L
E
R
V
E
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
ve 1980'lı yıllarda Kürt hareketleri en
1992
ternasyonal İst, devrim ci hareketler de
yım lanır. Beşikçi, İsm ail ((1992),
ğildir, m illiyetçi hareketlerdir/ derken de bu temel düşünce egemendir/'
206
Z
Böyle bir suçlama karşısında Kürt ay dınlarının, devrimcilerinin düşünce leri, tavır ve davranışları ise ilginçtir. Bu tür suçlamalarla karşı karşıya kal mak istemeyen Kültler de, düşünce lerini, tavır ve davranışlarım, Kürt halkının gelişen demokratik özlemle rine ve İsteklerine göre planlamadı lar, Sundan çekindiler. Böylece Türk solundan g elebilecek oklardan ko runmaya çalıştılar.
E
R
yılında bu konuda bir kitabı y a
PKK Üzerine Düşünceler Özgürlüğün Bede li, M elsa Yayınları. Kitabının önsözün
de ş u n la rı sö yle m e k te d ir; "1 2 M a rt 1990-25 Temmuz 1990 tarihleri arasın da İstanbul S a ğ m a lc ıla r C e z a e v i'n d e kaldım. 20 M art 1991-14 Nisan 1991; 1 Ağustos 1991-31 Ekim 1991; 25 Ka sım 1991-28 Kasım 1991 tarihleri ara sın d a da, A n k a r a 'd a M e rk e z C e z a e v i'n d e tutuldum . Bu süreler içinde, P K K mensubu pek çok arkadaşla tanış tım ... K o n u ş m a la r v e ta rtış m a la r la P K K 'yı daha yakından tanıma olanağı b u ld u m ... P K K h ak kında b ild ik lerim
Kendi yaklaşımı ve durduğu noktayı
daha ço k bana a n la tıla n la r kadardır;
ise bu soruna ilişkin yaklaşımlarının te
gerek PKK'nın yayın organlarından, ge
melini oluşturan bir şekilde şöyle ifade
rek başka siyasal akım ların yayın or
e tm ek te d ir; "B e n bu k o n u la rd a ç o k
ganlarından öğreneb ild iklerim kadar
farklı şe yler d ü şünüyorum , Kürtlerde
dır... Bu süreçte
eksik olan sosyalist düşünce, sosyalist
na bir ropörtaj da yapıldı."
tavır ve davranış değildir,,. Kürtlerde eksik o lan m illî duygudur. Kürtlerde
Serxwebun
dergisi ad ı
İşte o röportajda, PK K hareketi hak kı ndakî görüşlerini şöyle ifade eder:
m illî duygu eksikliği vardır. G ü çlü m illî d u yg u la rı o lm a y a n bir ulu s sağ lık lı devrim ciler üretemez...,"
İLK KURŞUN TEORİSİ '90Tı yıllara gelindiğinde Beşikçi artık dikkatini PK K hareketine yöneltmiştir.
15 Ağustos 1984 at/lımını... İlk. kur şun olarak değerlendirmek m üm kün dür. İlk kurşunu sıkmış bir halkın ge riletilmest p ek kolay değildir. Zira ilk kurşun çok büyük birikimlerin, çok büyük çalışmaların, çabaların sonu cunda meydana gelmektedir. Ayrıca
leştir en ve meşru kılan güçlerle bu siste min yarattığı sömürü mekanizmalarını ve
yanağı farklı olan bir toplumsal bilim anla yışı da ortaya çıkmıştı. Bu gelişmeye işaret
yabancılaşmaları ortadan kaldırmak iste
eden Britanyalı bir toplum bilim ci, E, J. Yeo, daha 1820’lerde "bazı işçi sınıfı ve orta
yen güçler arasındaki çatışma zemininde, antagonik bir yapı içinde doğdu. Kapitaliz min liberal çağında burjuvazinin bu konu
sınıf gruplarında” üniversiteye olan inan cın sarsıldığını ve “toplum bilim lerinin
da öncü ve devrimci bir işlev gördüğü bu
tüm dallarının kültür demeklerinde, sosyal
gün genellikle kabul edilen bir husustur, Ne var ki Fransız Devrimi’ni hemen izle
hareketlerde; gazete, dergi ve kitaplarda ve benzeri bir sürü a k a d em i dışı kurumlarda”
yen yıllardan itibaren kapitalizmin yarattığı yeni tip bir yoksulluk (pauper, pauperisır),
üretildiğini ve iletildiğini n ot etm iştir.15 Aynı yazar, egemen akıma ters düşen bu
proleterya) olgusu ile birlikte, sınıfsal da
eğilimi “aşağıdan yukarıya sosyal bilimler”
Y A K I N
T A R İ H İ M
İ Z D E
S İ Y A S E T ,
kendisi de çok büyük olanaklar, yeni yeni olanaklar hazırlamaktadır. Dev rimci hareketi büyütmektedir, geniş letmektedir, derinleştirmektedir. Ge rillalar bu süreç içinde hem kendile rini hem de bağrında hareket ettikleri toplumu hızla değiştirmektedirler. Kadın, siyasal mücadeleye girmekte, silahlı m ücadelede aktif olarak yer almaktadır. Kadının, siyasa! mücade lede, gerilla mücadelesinde aktif ola rak yer alması toplumun gelenekse! değerlerini hızla çözm ekte; daha modern, evrense/ değerlerin oluşu muna hizm et etm ektedir. Namus kavramının içeriği değişmektedir. Yurt için, ulus için, hakaret görm e den onurlu yaşamak için mücadele etmenin de namus gereği olduğu an layışı yaygınlaşmaktadır. Gerilla şim diye kadar Kültlerde çok az görülen, eksik görülen millî duygulan, yurtse verlik duygularını da çoğaltmakta dır... genç kuşaklar, 15-20 yaş çağla rındaki gençler kesin olarak gerillaya yandaştırlar... Türk sömürgeciliğine karşı ilk kurşun sıkılmıştır. Kürt ulu sunun diriliş mücadelesi elbette süre cektir. Derinleşerek, yaygınlaşarak... Aşiret yapıları çözülmektedir. Top rak ağalığı sistem inde aşınm alar meydana gelmektedir. Bu tür geri ve
İ D E
O L 0 ) 1
V E
B İ L
1 M
gerici kurumlar ancak devletin, Ke malist ideolojinin desteği ve teşviki sayesinde ayakta tufu/maya çalışıl maktadır. Gerillaya yardımcı olan, gerillaya destek olan yurtsever toprak sahiplerinin yanında korucu olan ve bu ağa He mücadele eden topraksız köylüler de vardır... fakat b o rucu olan topraksız köylü, toprak sahibi ağaya karşı, toprak sahibi olduğu için m ü cadele yürütememektedir. Yurtsever olduğu için, ulusal değerler taşıdığı için m ücadele etmektedir... Gerillanın köylüleri iyice sarıp sar maladığı anlaşılmaktadır... PKK He birlikte Kürt hareketlerinin önderliği nin sınıfsal yapısında ve genel olarak Kürt hareketlerinin sınıfsal yapısında ço k önemli bir değişiklik olmuştur. PKK işçilerin, yoksul köylülerin, dev rimci değerlerle donanm ış küçük burjuvaların, gençlerin, aydınların hareketidir. Bu özellikleriyle Kürdistan çapında önemli bir dönüşüme de İşaret etmektedir.
207
A n ca k PKK, 'ilk Kurşun Teorisi' ve ulusal m ücadeleye odaklanm ası bakı m ınd an B e şik ç i n e z d in d e kazandığı önem ve itibarı y ılla r için d e koruya maz. 2006 yılında Dara
Cibran söyleşi
sinde Kürt hareketi ve süreç hakkında
> olarak nitelemekte ve İngiltere’de özellikle
Thom pson, 1 8 1 6 -1 8 3 4 arasında “işçiler
J. Owen’in 1831’de kurduğu “Yeni Toplum Bilimi Öğretimi için Kurum"u bu hareketin
arasında klasik doktrinlerden farklı ve on lara karşı bir işçi sınıfı ekonomi politiğinin
önemli bir simgesi olarak göstermektedir.16 Gerçekten de 19. yüzyılın başlarından iti
ortaya çıkarıldığını” saptamıştır. Başlangıç ta antientelektûalist eğilimler taşıyan bu
baren Batı Avrupa’da sınıfsal hareketlerle sosyal bilimleri birbirini besleyen ve yansı tan iki etkinlik olarak görme eğilimi, gü
akım içinde bazı kuramcılar da, 1830’lar-
nümüzde hayli yaygınlaşmıştır. Napolyon savaşlarının hemen ertesindeki dönemde
mek ve onları işçi sınıfının durumunu dü zeltmek için kullanmak istemişlerdi.17
“işçi sınıfı basınında ekonomi politiğe kar şı d e ğ işe n tu tu m u ” in c e le y e n N. W.
ğe giden bu gelişm e18 son yüzyıl içinde
da, “kötü ve övücü bir şekilde kullanılan" klasik doktrinleri bu yönlerinden temizle
Ütopyam sosyalizmden tarihî maddecili
D
O
N
E
M
L
E
R
V
E
genel değerlendirm eleri değişmese de giderek çok daha eleştirel bir pozisyon aldığını görüyoruz:
208
Bir zamanlar PKK'nin doğruları ifade ettiğini düşünüyordum . G ü n ey Kür di stan'a ilişkin gelişmelerde, PKK'den ayrılmalar sürecinde, PKK haberleri nin doğru olduğunu düşünüyordum. Günümüzde İse, örneğin, Güney Kürdıstan 7a ilgili olarak Kürdıstan De m okrat Partisi'nin veya Kürdistan Vürtseverfer Bİrliği'nin aniatırrıfarına kulak vermek veya PKK'den ay olanla rın gerekçelerini de dinlemek, değer lendirmek bir gerekliliktir diye düşü nüyorum. Abdullah Öcalan'ın yaka lanıp Türkiye'ye getirilmesi, Imralı sa vunmaları bu algılamada önemli bir dönüm noktası oluşturmaktadır. Son yıllarda PKK durmadan 'barıştan söz etmektedir. Bu "barış"ı neden öbür Kürt örgütleriyle veya kendisinden ayrıSanlarla yapmıyor? Bu, ciddi olarak irdelenmesi gereken bir durumdur. "ilk Kurşun" teorisinde ısrarlıyım. yerine ve zam anına göre bir savun ma da ilk kurşun olarak algılanabilir. Örneğin 12 Mart rejiminde Diyarba kır'da Devrimci Doğu Kültür Ocak ları (DDKO) savunması böyle algıla nabilir. Ama 15-16 Ağustos 1984 atı-
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
lımının daha farklı bir içeriği vardır. Sizlerin de başka türlü düşündüğü nüzü sanm ıyorum . Bu açıklam a 1984 için geçedidir. Abdullah Öcalan'ın yakalanıp imralı'ya getirilmesi ne kadarki zaman dilimi için geçeri İdir. Haziran 2004'te yeni başlayan m ücadele için, yani ateşkesin sona erdirilmesi dönemi için geçerli değil dir. Bu yeni durum imralı'dan verilen bir talimatla gerçekleştirilmiştir. İmralı ise devletin çok yoğun bir deneti mi affm dadır. Savaş talimatı hangi koşullar içinde, hangi beklentilerle, bö y le bir denetim altında. Kandil Dağı'na ulaştınlabiimiştir? Yine 2006 yılın d a Bilgi Ü niversite s in d e H elsinki Yurttaşlar D erneği'nin düzenlediği ve kendisinin de konuşma cılarından olduğu Kürt Konferansı son rasında
Milliyet
g azetesinden D e ry a
S a z a k 'a verdiği bir sö yleşid e şunları söylemektedir: • Öcalan, İmralı'ya girdikten sonra görüşleri değişti, artık "Dönemini ka pattı" diye mi düşünüyorsunuz? - Devletin elindeki bîr adamdır. Devletin denetimi a tondadır. • Rabat konuşamıyor mı? - Çok konuşuyor da işte konuştu ğu zaman ancak devleti konuşabilir.
► Batida (ve onun etkisiyle dünyada) tüm teori ve pratik uygulamalara damgasını vurmuştur. J. Habermas’m kamusal alan
hal edilmiştir. Böyle olunca, özgül toplum sal dayanaklardan yoksun bir bilim çabası
(Ö jfm tlıch keıt) ve yaşam dünyası (L eb em -
riklerle, skolastik biçimde kullanılmalarına yol açmıştır. Türkiye ancak kapitalistleşme
w d i) kavramlarıyla incelediği ve 19. yüz
yılın son çeyreğine kadar uzattığı bu dö nem, Osmanlı devletinde nasıl yaşanmış tır? îşte Osmanlı devletinin Cumhuriyet'e de miras bıraktığı tüm genlik ve anomali lerin kaynağı bu soruda yatmaktadır.
da bilimsel kavramların çoğu kez farklı içe
sürecinde ilerledikçe bilim sel kavramlar daha reel içeriklere kavuşacaklar, (küresel kapitalizm anlamında) “evrensel" ilimle aramızdaki şizoid kopukluk azalacak, hatta
Yineleyelim: Osmanlı devletinde Batı bi
giderek ortadan kalkacaktır. Bunun elbette Türkiye'de “gerçek bilim’’in yerleşmesi an
limi iç dinamiklerle doğmamış, Batı’dan it
lamım taşıyacağını iddia etmiyorum. Daha
Y A K I
N
T A
R I H
M I l
D E
S İ Y A
S t T ,
İ D E O L O J İ
VE
3 I L I M
Çünkü devletin denetim i altındadır. Bunu kendimden biliyorum, 1985'tv cezaevinden bir arkadaşıma mektup varmıştım. Kürt sorunu konusunda. O mektubu bana iade ettiler ve dedi ter ki. ",Sen cezaevinde de sup işli yorsun. Disiplin kovuşturması açara ğ ı/.." Böyle bir durum, işte çok ma sum b ir şey söylüyorsunuz, Kürtler diye... Aına Öcalan, örneğin *Savaş ilan ('diyor"! "Devlet adım atmadı," diyor, "tekrar silaha b aşvurun." Bu
209
kadar den etim altında bun u n asıl söyleyebilir? Dem ek ki, devletin de böyle bir istemi var. Kiirt hareketiyle ilgili öneriler, dışarıdaki insanlar tara tından dile getirilmeli. İmralı tarafın dan değil. Kültler adına ne tür siyaset yapılacaksa, dışarıdaki unsurlar var, Demokratik Toplum hareketi var, on lar fikir üretmeli. İmralı söylem i söz konusu olmamalı. Boşikçi'nin yaklaşım ındaki bu değişi mi, PK K önderliğinin yakalanm ış olm a
Kiirt sorunu alevlen dikçe B eşikçi daha fa z l a g ö z e b a ttı A raştırm alarım ciddiye alm ak, sorunun köken lerin e d a ir ne dediğin e ku lak k a b a rtm a k yerine, aldığı cezalar ağırlaştı.
Bu bakımdan Kcmalizmin demokrasi anlayışıyla bağdaştığı söylenem ez. Çağdaş demokrasilerde resm î ideolo jiy e dayalı bir siyasal toplumsal ve
sı kadar, bu h a re k e lin y ı lla r iç in d e
kültürel m odel geçerli değildir. "D e
"uluslararası sömürge Kürdistan"ın k ir
m okratik C u m h u riye t" tezi de Kürt
lilinse ve kuruluşu konusunda i l g i s i n
sorununun algılanması, kavranılması
deki farklılıkla da aram ak mümkün.
ve çözüm ü konusunda temel oluştu
Beşikçi Cibran söyleşisinde "domok
rabilecek bir tez değildir. Çünkü bu
raîik Cum huriyet" tezini de eleştirmek
tez d evletin dem okratik o lm asın ı,
ten geri durmuyor:
dem okratikleşm esini, demokratikle►
önce de işaret ettiğim gibi, 'gerçek bi-
üniversite özerkliği ve akademik özgürlük
liırfin ne olduğu, tekil ya da çoğul yapıda mı bulunduğu, çağdaş bilimin ideolojik ni
ler çerçevesinde yürütülebilecek etkinlikler değildir. Daha genel planda bir özgürlük
telikte olup olmadığı günümüzde de hara retle tartışılan konular arasındadır. Bunun
ortamı olmadan, bunu garanti altına alan sosyal ve kurumsal yapılar oluşmadan ger
la beraber bu konuda, üzerinde herkesin anlaşabileceği ortak bir nokta bulunuyor ki
çek anlamıyla bilimsel çalışmalar da yapıla maz. Bu durumda bir ülkede bilimsel geliş
o da şudur: Bilim uğruna yapılan tıiııı ça balar ilke olarak "gerçeği bulma" idealine
me sadece bilim yapanların çabalarının ve kavgalarının ıırünıı olamaz. Bunun için
dayanmış ve bu çabaların olmazsa olmaz
tüm demokratik güçlerin seferber olmaları
şanı da tam bir düşünce özgürlüğü olmuş tur. Bu demektir ki bilimsel çabalar, sadece
ve özgürlüğü kısıtlayan tüm engelleri orta daıı kaldırmaya çalışmaları gerekir.
□
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
şen devletin Kültlere de bazı haklar vereceğini varsayıyor. Devlet ise demokratikleşmemekte ısrarlıdır. Kürtler hakkında nereden nereye gel diğim iz konusunu da yine anılan Kürt K onferansı so n ra sın d a şö yle ö z e tle mekte:
210
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
o lu m lu bir tepki old u ğ u n u , örneğ in "70'lerde Kürtler ve Kürtçe inkâr edili yo rdu, yok sa y ılıyo rd u . G ü n ü m ü z d e Kürtler kendilerini dilen kabul ettirdiler. Bugün, artık, Kürtçe dergiler, gazeteler, kitaplar yayım lan ıyo r," diyebileceğini belirtiyor. Olum suz tepki olarak da, son 20-25 yıl içinde, çok yoğun, fedakâr bir
Resmî görüşün bazı uygulamaları var, onlardan a rın a b ilm e k ö n em li. Geçmişte Kültlerin varlığı inkâr edil di. Reformların çoğu da hayata geç medi. 19 9 1'de Süleyman Demirel "Kürt realitesini tanıyoruz, " M esu t Yılmaz, "AB'nin yolu Diyarbakır'dan geçer," dedi. Son olarak Erdoğan "Devletin de geçm işte hataları ol muştur/' dedi. Bunlar önemli. Ancak bu sözlerin arkasında durulmuyor... Üniversite ortamında çözümlerin tar tışılması elbette önemli. Ancak bura daki tartışmaların İçeriğine bakarak, devlet önemli bir adım atacak diye meyiz herhalde. Aslına bakılırsa 2005 yılın d a
Z
Rızga-
ri'nin internet sayfasında yayım lanan b ir söyleşisinde de Kürt M e selesi'n in çözüm ü konusunda fazla iyimser olm a dığının izlerini sürüyoruz. Beşikçi, '70'li yılları bugünle karşılaştırdığında iki tür lü tepki v e r e b ile c e ğ in i; b irin c is in in
m ücadele yürütüldüğünü, ancak böyle bir m ücadeleye rağm en kazanmaların çok az olduğuna vurgu yapıyor. Yıllarını düşündüklerini ifade etmek için yoğun bir m ü c ad eleyle geçirm iş bir insanın kim e dokunacaksa dokun sun eleştirilerini sakınmasını beklemek abes olur. "B arış", "çö zü m " sözcükleri nin sık telaffuz edildiği bir ortamda B e şikçi, yin e
Dara Cibran
sö yleşisin de
Kürt ve Türk aydınları ve siyasal hare ketler ararsmda da tartışma yaratmış bir konuda sorulan bir soru karşısında gö rüşlerini şöyle ifade ediyor: * Hikmet Fidan'm öldürülmesinden sonra bunu kınadınız ve "bu cinaye tin adı konmalıdır," dediniz. Hikmet Fidan öldürülen ilk muhalif değildi. Bu olayda gösterilen duyarlılık daha Önce neden gösterilemedi? İsmail Beşikçi: Bu tür cinayetlere karşı her zaman duyarlı olunmalıdır. Daha öncekilerde bu duyarlılık gös-
Türkiye’de Cumhuriyet tarihimizde bi
tareke’den sonra, 21 Ekim 1 9 1 9 tarihli
limsel çalışmalara set çeken engeller neler hangi ilkeler çerçevesinde kavga vermiş
Osmanh Darül/ünunu Nizam namesi ile gerçekleştirilm işti. Fakat kendisi özgür olmayan bir ülkenin, üniversitesi de Öz
lerdir?
gür olam ayacağına göre bu girişim de
olmuştur? Ve bunlara karşı hangi güçler,
vamlı ve başarılı olamamıştır.w BİRİNCİ PERDE: ÖZERK
Kemalist dönemde üniversite konusun
ÜNİVERSİTEDEN 1933 REFORMUNA...
da en ö n em li g elişm e kuşk u su z 1 9 3 3 Üniversite Reformu oldu. Tüm tarihimiz
Tarihimizde üniversite özerkliği kavramı
de en radikal reformlann yapıldığı yıllar
ilk kez Meşrutiyet yıllarında ortaya atıl
da üniversiteye sıranın hayli geç gelmiş
mış ve ilk özerk üniversite de ancak Mü-
olması şaşırtıcı görünebilir. Öyle samyo-
Y A K I N
T A R İ H İ M İ Z D E
S İ Y A S E T ,
-terilmediyse bu bir eksikliktir. Bu günlerdeyse, (Şubat 2006 ortaları) Kürdistan Yurtsever Demokrat Par ti (PVVD-K'J Kurucu ve Koordinasyo nu Kurulu Üyesi Kani Yılmaz'ın ve aynı partinin üyesi Serdar Kaya’nın Süleymaniye yakınlarında öldürüldü ğü haberi geldi. Failler yine PKK'yi işaret ediyor. 25 yıla yakın bir süre den beri PKK içinde olan, daha son ra görüş ayrılığı nedeniyle örgütten ayrılıp PWD kurucuları arasında yer alan bir kişinin bu şekilde öldürül m esi Kürtierin yaşadığı büyük bir dramdır. PKK en çok "barıştan söz ediyor. Devletten "barış" talep edi yor. Kendisinden ayrıtanlarla ve öbür Kürt örgütleriyle barışı gerçekleştiremeyenler, aradıkları "barış'"a hiçbir zaman ulaşamazlar...
İ D E O L O J İ
VE
B İ L İ M
duyacak, benzer araştırmalar yapacak ve bunların sonucunda istiklal M a h k e m e s in c e İd am la c e z a la n d ırıla c a k tı. H erhalde, hangi dönem de yaşarsa ya şasın, tarih boyunca resmi İdeoloji kar şıtı düşünceleri dile getirmiş ve bunun sonuçlarını bazen yaşam larıyla, bazen hapisle, bazen de hayatları için düşün celerini reddederek büyük bedel öde miş insanlardan biri olacaktı. G ü n ce l gelişm eleri takip edip yeni değerlen dirm eler yapm akla birlikte temel tezle
211
rinden vaz g e çm e m iş, görüşlerini bu tezler üzerine inşa etmiş, yıllardır sa vund uğ u K ü rtierin ö zg ü rlü ğ ü a d ın a Kürtierin önem li bir kısm ından farklı düşündüğünü dile getirmekten de ç e kinm eyen bir bilim insanından ya da lügat anlam ıyla bir aydından söz edi yoruz. N e devletin resm î ideolojisine karşı çıkm ak, ne de siyasallaşm ış bir
_______ SON SÖ Z YERİNE ___________ B e şik ç i için erken doğm uş bir aydın d e n e b ilir m i? 20 b ile m e d in iz 30 yıl sonra doğmuş; yaptıklarım , söyledikle rini böyle bir rötarla gerçekleştirmiş o l saydı, toplum bilim ci olarak bambaşka
bir hayatı olur m uydu? Belki yanlış dü şünüyorum . Tersini kuralım ; doğduğu zam andan 20 ya da 30 yıl ö n ce doğsaydı da, belki yine aynı konulara ilgi
toplumun yaklaşım larını eleştirmek v e ya aykırı düşüncelerini ifade etmekten çekinm iş biri o... "'Düşünce suçlarına" ilişkin görüşlerini o k u yu n ca bu tutu munu daha iyi anlam ak mümkün:
İnsanlar iradelerini kullanarak hırsız lık yapmayabilider, cinayete teşebbüs etmeyebilirler, dolandırıcılık yapma yabilirler, rüşvet almayabilirler... Bü tün bunlar insanların iradelerini kul►
rum ki bizzat reform un yapılış şekli ve zamanı bir ölçüde bu gecikmenin açıkla masını da içeriyor. Cumhuriyet Üniversitesi dönemin tüm devrimci atılırulan gibi devrimci bir yön tem le kuruldu. 31 Mayıs 1 9 3 3 ’te kabul edilen 2 2 5 2 sayılı kanunla D arülfünun kapatılıyor ve 1 Ağustos 1 9 3 3 ’te tekrar açılan kurum artık yepyeni bir kim likle
muştu; “Bugün kuruluşu başlayan İstan bul Ü niversitesinin dünkü İstanbul Da rülfünunu ile hiçbir münasebeti yoktur. Üniversite yeni bir müessesedir. Ananesi kendi ile başlayacaktır,"21 Aslında 1933 reformuna götüren tartış malar Cumhuriyet’in ilânından birkaç yıl sonra başlamış, ilk işaret de 1925 yılında D arülfünuriu ziyaret eden M illi Eğirim
ortaya çıkıyordu.20 Dönemin Milli Eğitim
Bakanindan gelmişti: “Dar’ülfünnnumuz
Bakam Reşit Galip, Cumhuriyet'in bu ye
bazen gizli bazen aşikâr memleketin üze rinde hâlâ mevcut olan hurafe ve dalâlet
ni ürününü kamu oyuna şu sözlerle sun
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
önleyebile ceği suçlardır. Haibuki düşünce böy le değildin İnsanların iradelerini kul lanarak düşünmekten kaçınmaları şeklinde bir psikolojik süreç söz ko nusu olam az. Zira düşünce, insan varlığının en temel boyutudur... Öte yandan düşüncenin azı, birazı vs. ol maz. Düşünce sınırsızdır. O halde, düşünceyi yasaklayan Türk siyasal sistemi karşısında, benim gibi bazı ki şiler sürekli olarak s ü ç /li durumundadırlar, potansiyel suçlu durumunda dırlar. Çünkü düşünce her zaman açıklanacaktır. Açıklanan düşüncele rin suç kabul edilmesi bızleri sürekli suçlu, sürekli sanık konumunda tut maktadır... Bilimsel düşüncelerden, bu düşüncelerin açıklanmasından ta viz verilmesi mümkün değildir. Dev letin bu düşünceleri boğma, ezm e yolundaki tavır ve davranışı da belli olduğuna göre sonuç ne olacaktın’ Düşüncelerin devlet terörü de dahil her türlü terör kullanarak boğulmaya çalışıldığı bir yerde çağdaşlıktan, uy garlıktan dem vurutamaz... Öte yan dan ceza hukukunun 'ıslah' olarak bilinen bir kurumu var. Cezanın ama cının ıslah olduğu söylenir... 'ıslah' burumunun bizim olayımızdaki rolü nedir? ... Tarafların, yani bizim ve /anarak gerçekleşm esin;
212
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
devletin düşüncesinin ve eylem inin
içeriğinin, böyleşine net bit şekilde bir ortamda böyle bir kurumun çalışması mümkün müdür? (Başkaldırının koşullan, Yurt Kitap
ortada durduğu
Yayın, 1991, Ankara, s. 50) Türkiye devletinin de, hiçbir devletin de Beşikçi gibi düşündüklerini ifade et mekten çekinm eyenleri "tslah" edem e yeceği ortada. Yıllarca hapse mahkûm etseler de, sokak ortasında kurşunlatsalar da, toplum taraf/ndan "s a k ın c a lı" kabul edilm esine yol açsalar da Beşikçi ve onun gibiler hep olacak
Devletin,
devletlerin böyle bakması, böyle yap ması "norm al"! Peki ya toplum ! Beşikçi hakkında bir biyografi, onun nereden bakarsanız bakın "ç a rp ıc ı" ve "ilg in ç" olduğu kesin olan yaşamı hakkında bir çalışm a n iye yo k? Yapıtları hakkında kaleme alınm ış çalışm alar nerede? Ba ğımsız sosyologlar, sadece bilim ve ifa d e ö z g ü rlü ğ ü a d ın a , D o ğ u
lu'nun Düzeni araştırmasını
A nado
aynı çerçe
ved e bugün yeniden yapm ayı düşün m ezler m i? Bu kadar mı "s a k ın c a lı"? Türkiye'de düşünce ve ifade özgürlüğü nün Önündeki yasakların timsali olmuş, yaşamım bu yasaklara feda etmiş İsmail Beşikçi adına konmuş bir ifade özgürlü ğü ödülünü, bir gün görebilir miyiz?
□
kuvvetlerine karşı inkılap fikirlerinin bir mücadele cihazıdır... Kanunlarla yıkılan
rülü nün belirttiği gibi, “(zamanın) iktisa
müesseseler hakikatte yıkılmamıştır. Ka nunlarla teessüs eden (kurulan) müesse
ilim yoluna atılmaları hemen hemen im
seler hakikatte tesis edilmemiştir. Mües
lerle yapacağımız şey, nihayet ‘mütercim
di şeraiti (koşulları) altında gençlerimizin kânsızdı." Ve “(mevcut) zihniyet ve usul
seseler kalplerin içinde ne vakit yıkılırsa
lik ve nakilcilik’ derecesini geçmeyecekti."
o vakit tamamen yıkılmıştır; kalplerde ne
Kısaca “Türkiye’de yeni b ir ilim hayatı
vakit istinatgah (dayanak) bulursa o za
yaratmak sadece bir Darülfünun meselesi değil, onun çok fevkinde, bir m em leket
man tesis edilm iştir... Cum huriyeti k u ranlar cumhuriyetçiyi yetiştirmeyi sizden bekliyor.”22 Oysa bu temenniler kolaylık la gerçekleşemezlerdi. Çünkü, Fuat Köp
meselesi (id i)."23 Bu ise daha da geniş bir perspektifte evrensele; bir davranışı ge rektiriyordu. 1 9 3 0 ’lara girilirken, Eğitim
Y A K I N
T A R İ H İ M İ Z D E
S İ Y A S E T
İ D E O L O J İ
VE
B İ L İ M
Bakanı Cem al Hüsnü (Taray), "b ilim in Yalanı olmadığını çoklan beri biliyoruz." demişti, "artık istiyoruz ki vatanımızın da bilimi olsuıı."24 Üniversite ile ilgili yogim tartışmalar Id iO'larııı başlarında bu espri içinde başladı. ilginçtir kı b.ılıraıı yıllarında Kemalist rejim i daha radikal bir devletçiliğe y ö neltmek isteyen K adro dergisi yazarları da farklı duşünmüyorluıdı ve onlar da ok la rım Darülfünuna çevirmişlerdi. Kadrocu lara göre Darülfünun ıim im i anlayama mış. onun gerisimle kalmış29 ve bütün bu donemde İnkılabın kuruluş ve yaratış davullu mı işlev eıı. reci olan, orijinal olan bir lek eser, bir lek broşür, hatla bir tek sahile vermemişti . ' 2b İsle 19 VI Reformu bıı koşullarda isviçreli Profesör Malcho'ye havale edildi ve sine bu koşullarda Nazi Almam ası ndan kaçan çok sav ıda bilim adamı "lam .Yamanında gelen hayret veri ci ve buyuk bir v arillin"27 olarak yeni ıınıverstıenin kadrolarını doldurdular. Prol. Maiclıe, raporunda. "Darulfıınıın meselesi esas itibariyle lurkiye'niıı fikri, manevî, balla içtimai istikbali meselesi
YÖK 'ün ik i m im arı. YÖK. üniversitelerin özerkliğini k a ii b ir hiçim de son a erdirdi. 12 Eylül ün teknisyen re uzm an yetiştirm ek a m acın a d a hizm et eden uygulam alarıyla bugün d e varlığını kahrıym ışçasın a sürdürüyor.
dir,"28 divor ve yeni kurulacak üniversite yi eski Darülfünun geleneğinden iki te mel noktada ayırıyordu: Bunlardan birin ı isi. yem kurulusun " ö z ci k lik " ilkesini reddeden, dev letçi ve devrimci bir temel Üzerinde kurulması: İkincisi ise. üniversi te kadrolarının, devrimci yöntemin başka bir uygulaması olan köklü bit tasfiye soınıeıı ohıştıırulmasıydı. Prof. Maiclıe. Darülfünun un özerk sla lusünü küçümsemekte herhalde haklıydı. Öyle sanıyorum ki. o dönemin önde ge len eğitimcilerinden İsmail Hakkı Balıacıoğlu'nun "M eşnuiyel'iıı verdiği muhtari yeti Cumhuriyet alamaz!-'29 şeklindeki is yanına rağmen, o günkü koşullarda tini versite özerkliği lonca tipi bir çıkar birli ğinin zırhı olmaktan öteye bir anlattı taşı yamazdı. Ne var ki yönetici kadroların devrim anlayışları da pek açık ve tutarlı değildi. Batı Avrupa'da faşizan milliyeıçi-
tiklerin yükselişi Türkiye'yi de etkilemiş ve dev rimci kadrolarda İtalya ve Almaıı va ya sempati duyan sesler yükselm eye başlam ıştı. Hatta Kem alist devrim cileri velet ince radikal bulmayan K adro dergi rinde bile bu yönde yazılar çıkıyordu. Ör neğin. tanı da M illerin Almanya'da iki i dara geldiği yıl. K adro dergisinde devrim ci bir "danılfüının’Tın özerk olamayacağı savunulduktan son ra şıı söyleniyordu: "Rusya. İtalya ve Almanya'da darülfünun ların liberal devirdeki istiklâlleri kalmadı ğı gibi ilimdeki hareket noktalat mı da li be rai görüşler leşkil ettniyor(du)” ve Av rupa'da "liberalizm tam bir hezim et ve tasfiye halindeçv d i)."30 Aslında Prof. Maiclıe de “devrimci” bir yöntemden söz etmişti, fakat raporunu li beral burjuva felsefesiyle, kaleme alan is viçreli profesör elbette ki "devrim den
d
ö
n
e
m
l
e
r
V
E
çok farklı bir şey atılıyordu. Prof. Malche için Türkiye'de devrim ancak bir zihniyet devrim i olabilirdi ve bıınun öncüsü de
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
le rd e n O rd , P ro f. P h lip p S c h w a rtz , 195 2 de Türkiye’den ayrılırken verdiği ra porda epeyce acı gözlemlerde bulunmuş
üniversite olmalıydı. “Meselenin m erke z i,” diyordu M alche, skolastik zihniyeti h ed ef alarak, “İlim leri artık sabit olup, nakli ile muvazzaf (görevli) bulunulan vahdetler (bütü nlükler) şeklinde değil,
tu. 1933 Reformu’nun bekleneni verme diğini belirten Schvvartz, bunun nedeni
lâkin m elekâtı dimağiyeyi (beyin yete
gibi hislerle hareket etmek olduğunu ve aynı nedenlerle “bilimsel çalışmaya değil, mevki ve makamlara önem (verildiğini)”
neklerini) vücuda getirici usuller tarzında telâkki eylemektir.”31 Öyle görünüyor ki
214
Z
nin de birçok Türk aydınındaki “yetersiz lik duygusu ve bunun sonucu olarak b ö bürlenmek, başarılı olanları çekememek”
M alch e’n in bu g ö rü şle rin i A tatü rk de paylaşıyordu ve raporu okuduktan sonra “hakikatlere istinat etmek lâzımdır” cümle ş in in a ltım ç iz m iş ve y a b a n c ı ilim adamlarının da “bütün medeni alemdeki fikri, ilmi mektep faaliyetleri hakkında en son ve en yeni ihtisaslardan istifade için
ifade e tm iştir.33 G e n e lle ştirilm e si zor olan, fakat belli bir gerçeklik payı da içe ren bu tablo, kısm en Osmanlı zihniyeti kalıntılarıyla kısmen de dönemin dünyayı felakete götüren talihsiz koşullarıyla açık
çağrıldıklarım" vurgulamıştı,32 1933 Üniversite Reformu konusundaki bu açıklamalarımızdan nasıl bir sonuç çı
ırkçı-totaliteT rejim ler arkalarında insan lık tarihinin en kanlı sahifelerini bıraka rak yok olmuşlardı.
karabiliriz? Bu köklü reform ülkede ger çek bir bilim sel ilerlemeye, bir zihniyet devrimine yol açmış mıdır?
1945’te demokrasilerin zaferi dünyada
Kuşkusuz hu reform, bir kısmı dünya çapında ünlü olan Alman bilim adamları
lanabilir. 1 9 4 5 ’te yeni bir dünya düzeni nin kurulm asına başlanırken Avrupa’da
yeni bir dönemi başlatırken Türkiye’de de özgürlük rüzgârları esmeye başlamış, o günlerin deyimiyle “46 Ruhu” canlanmış tı. Çok partili hayata geçişe ve iktidar de
nın da katkılarıyla, Türkiye’de bilim sel
ğişikliğine yol açan gelişmeler Türkiye’de
yöntem ve esprinin gelişmesinde önemli bir adım olmuştur. Ne var kİ, daha önceki
bilim zihniyeti ve üniversitelerle ilgili ne ler getirdi?
sayfalarda anlatmaya çalıştığımız gibi, Batı’da bilim, yüzyılların ürünü olan bir or tamda gelişm e olanağı bulm uştu. Buna karşılık Sanayi D evrim i sürecince dini
BİLİM , M İLLİYETÇİLİK VE İSLAM CILIK: *13 ‘'46 RUHU‘VİDAN YÖJCE-._______
doğm ak nn sarsıldığı, skokstik zihniyetin kırıldığı, “büyülerin bozulduğu” bu geliş me Türkiye’de yaşanmış mıydı? Yan fe odal üretim ilişkilerini henüz tasfiye ede memiş, nüfusun % 801 kırk bin kadar kö ye dağılmış ve bu köylerin de 3/4’ü nüfu su beş yüzden az ve yol kavşaklarından
üniversitelerle ilgili en önem li gelişme İkinci Dünya Savaşı sonrasında ülkenin çok partili hayata geçmesiyle ortaya çıktı. 13 Haziran 1946’da kabul edilen 4 9 3 6 sa yılı kanunla, 1 9 3 3 ’te kurulan üniversite
uzak yerleşme birim leri olan bir ülkede çağdaş bilim zihniyetinin yerleşmesi el bette kolay değildi. Nitekim rejimin des teğine, aydınknmacı elitlerin tüm çabalarına rağm en bu konuda alınan yol göz kamaştırıcı olmaktan uzak oldu.
bağlamında düşünmemiz gereken "özerk lik” kavramında odaklanıyordu.
1933'te Türkiye’ye sığman Alman âlim
1 9 3 3 R eform u ’nd an sonra T ü rk iy e ’de
sistemi yerini farklı bir örgütlenme mo deline bırakıyordu. Ve temel değişiklik de, niteliğim ve sınırlarını yeni koşullar
4 9 3 6 sayılı kanunun gerekçesinde şu il ginç tespiti okuyoruz: “Ü niversitelerin yönetim şekilleri için umumi bir sistem
Y A K I N
T A R İ H İ M İ Z D E
S I Y A 5 E T .
olmamakla ve değişik memleketlerin üni v ersitelerin in yönetim leri tarihî, m illî, ekonom ik hatta dini ve mezhebi sebep lerden dolayı farklı şekiller göstermekle beraber, aralarında esaslı benzerlikler ve müşterek temeller vardır. Bu müşterek te mellerden başlıcası üniversitelerin bilim sel, yönetsel özerklikleri olması, organla rını seçme yetkisine malik bulunmaları dır.”3'1Aynı bağlamda, dönemin Milli Eği tim Bakanı Haşan Âli Yücel de 4 9 3 6 sayılı kanunu Meclis’e sunarken “Üniversitele rin özerkliği bir oluşun, ergini iğin ifadesi olduğu vakit kıymetlidir," demişti, “onun içind ir ki 1933 Kanunu D arülfünun’un özerkliğini kaldırmıştı. Çünkü hakikaten bu müessesenin disipline ihtiyacı vardı, toplanması lâzım geliyordu.”35 Bu “erginliğe* Üniversite 1 9 4 6 ’da ka vuşmuş muydu? Aslında 1946 Türkiyesi ne s o sy o-eko nom ik yapı açısın d an , ne de y ö n e tici
İ D E O L O J İ
V E
B İ L İ M
burjuva kesimleri de harekete katıldılar, hatta ilk yıllarda harekete damgalarını vurdular. “46 Ruhu" bu koşullarda doğ du, bu koşullarda iktidara yürüdü. Oysa DP daha iktidara gelmeden, ufuktaki za feri sezen tüm çıkarcı ve oportünistler parti yönetim ine ağırlığım koym uş ve Tü rkiye’de “d em okrasi"nin geleceği de böylece somut bir biçimde ortaya çıkmış tı.36 Durumu daha o günlerde teşhis ede rek demokratik, sosyalist ve bağımsız bir h arek et yaratm ak istey en ayd ınlar ise (Tan gazetesi, DTCF olayları, kurulan sol partiler vb.) kaba yöntemlerle siyasî baya tın d ışın a itild ile r, T ü rk Ceza K anunu'nun komünizme karşı faşist İtalya Ce za Kanunu’dan ithal ettiği ünlü 141 ve 142. maddeler önce CHP sonra da DP ta rafından (1 9 4 9 ve 1951 yıllarında) iki kez değiştirildi ve ağırlaştırıldı,37 Bu koşullar da, milliyetçiliğin koyu bir antikomüniz-
zü m re le r b ak ım ın d a n 1 9 3 3 T ü rk iy e sizd en farklıydı. Demokrat Parti de, biri Atatürk’ün başbakanlığın ı yapm ış dört
me dönüştüğü, Cezayir Savaşı’n ın bile “kom ünizm” korkusuyla eleştir demediği ve dinci bağnazlığın da tarikatçılık (o yıl larda “Ticanilik") kisvesi altında hortladı
CHP milletvekili tarafından kurulmuştu. F a rk lılık u lu slararası k o n jo n k tü rd e k i
ğı b ir ülkede toplum bitimleri adına ne yapılabilirdi? Bu dönemde toplum bilim
önemli değişiklikten ileri geliyordu. Bur
lerinin okutulduğu fakültelerde Ameri ka’dan ithal edilmiş “modernleşm e” ku
juva dem okrasileri faşizme karşı büyük bir zafer kazanmışlar, fakat savaştan son ra faşizm korkusunun yerini komünizm korkusu alm ıştı. Soğuk Savaş, çok kısa süTerı b ir zafeT sarhoşluğu nd an sonra uluslararası ilişkilerin rengini belirleyen temel faktör oldu. Türkiye tarihî, toplum sal ve kültürel nedenlerle bu Soğuk Savaş’a en yatkın ül kelerden biriydi, “Millî Şef” İnönü, İkinci Dünya Savaşı sırasında müttefiklere karşı “sadakatsiz” tutumu yüzünden Batıktın güvenini kaybetmiş, “demokrasi* patro najı daha çok toprak ağalarının ve savaş vurguncularının başını çektiği bir CHP fraksiyonuna kalm ıştı. Ne var ki şeflik sisteminin ve savaş yokluklarının yarattı ğı hoşnutsuzluk o kadar büyüktü ki, öz gürlüğe susamış emekçi, köylü ve küçük
ramlarının daha çok sosyalizme karşı bir almaşık oluşturma esprisi içinde anlatıl dığım görüyoruz. Kısaca, 4936 sayılı ka nun bir yaudan özerkliği ve akademik öz gürlüğü getirirken, öte yandan da bunla rın sın ırla rın ı koyuyordu. Bu sın ırlar, özellikle, kanunun üçüncü maddesiyle üniversitenin yetiştireceği öğrenci profili çizilirken netleştiler ve ilk taslakta esas alman "çağımız medeniyetinin ilkeleri", TBMM’deki tartışmalardan sonra yerleri ni daha ulusçu değerlere terk ettiler.38 Bu şekilde açılan yol, 12 Mart 1971 darbe sinden sonra çok daha net ideolojik tavır lara zemin oluşturacaktır. Aslında tüm gelişmeler, baştan itibaren, Türkiye’nin çok partili hayata geçiş şek liyle belirlenmişti: Daha 1945’te Milli Eği-
215
d
ö
n
e
m
l
e
r
V
E
tim Bakanlığı, bir genelge ile, öğretim üyelerine ve öğretmenlere siyasetle uğraş mayı yasaklamıştı. 4936 sayılı Kanun da, özerkliği kabul etmesine ve başta dekan olmak üzere seçimle gelen organlara yer vermesine rağmen, üniversiteleri sıkı sı kıya Milli Eğitim Bakanlığına bağlıyor ve bakana da üniversite ve fakülte kurulla tı nın beğenmediği kararlarını yeniden gö rüşülmek üzere iade hakkım veriyordu. Bunun da ötesinde, tutum ve davranışla rını beğenmediği { “siyasî bulduğu’1) öğre tim üyelerini “vekalet emrine" alarak üni versiteden uzaklaştırabiliyordu. Defalarca
216
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
masında, Demirci Efe’ye gönderme yapa rak “bir ülke ya ilimle ya da zulümle ida re edilir!" derken ve öğrencilerine “nabza göre şerbet vermemeyi" tavsiye ederken tam anlamıyla siyasetin içindeydi. Garip olan, k end isin i "dem okrasi" olarak ta nımlayan her rejimde son derece normal sayılacak bir etkinliğin Türkiye’de yasak lanması ve bir kısım öğretim üyelerinin de üniversiteyi terke zorlanmaları idi. Üs telik Forum dergisi bir düzen tartışması yapmıyordu ve yazarları genellikle De m okrat Parti'nin kuruluş ilkelerine sıkı
uygulanan bu yasal olanak, sadece Anka
sıkıya bağlıydı. Nitekim, bu degiyi çıka ranlardan bir kısmı daha sonra Hürriyet
ra Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu veka let emrine alındığı zaman kamu oyunda
kacı ile birlikle kurdular. F oru m dergisi teorik bir dergi değildi ve
büyük yankılar uyandırdı. 19 5(flerde bilim le siyasetin buluşarak kamuoyunu harekete geçirdiği tek olay, bir kısım toplum bilimci ve hukukçu öğ retim üyesinin 1954 yılından itibaren çı karmaya başladıkları Forum dergisiydi. Prof. Feyzioğlu da Ankara’da çıkan bu derginin yazarlarından biri olarak “siyaset yapmış” ve şim şekleri üzerine çekmişti. Kamu oyunda büyük bir ilgi odağı haline gelen Forum dergisi 1954 seçimlerinden sonra, enflasyönist politikasının yarattığı huzursuzluğu antidemokratik önlemlerle bastırm aya çalışan DP iktidarına karşı sert bir muhalefet yürütüyordu. Üniversi teler bu antidemokratik gelişmeden (hu kuki planda) nasiplerini 1956 başlarında Ü niversiteler Kam ınu’nda yapılan deği şiklikle aldılar, 6435 sayılı kanunla yapı lan bu değişiklik, bakana siyasî beyanda bulunan üniversite mensuplarını, üniver site senatonusunun görüşü alınarak, “ba kanlı k em rin e alm a" yetkisini veriyordu. 1956 Kasım’mda Prof. Feyzioğiu’nu ba kanlık emrine alırken aslında Başbakan Menderes kanuna aykırı bir davranış için de değildi: Forumcu akademisyenler siya set y ap ıyorlard ı ve D ek an F ey zio ğ lu , 1956-57 akadem ik yılının açılış konuş
Partisini, DP’den ayrılmış birçok politi
toplum bilimleri açısından herhangi bir iddia taşımıyordu. İddiası, basma (kamu oyuna) ve dem agojik yöntem lerin ege men olduğu siyasal hayata bilimsel yön temleri ve rasyonel tartışm a kurallarını benimsetme çabasında ifadesini buluyor du. N itekim “planlam a” fikri o yıllarda bu derginin liberal iktisatçıları tarafından ve sadece “rasyonel bir iktisat politikası” anlamında kullanıldı ve kamuoyuna da bu anlamda mal edildi. Bu düşünceleri ve eylem tarzlarıyla Fummcular bir kıstın si yasetçiler ve gazeteciler için örnek oldu lar ve 27 Mayıs hareketini hazırlayan fikir ortamına önemli ölçüde kaıkıda bulun dular. 27 Mayıs hareketi üniversitelerin en dinamik ve en ileri fikirli elemanlarıy la sıkı bir işbirliği içinde gelişti. 27 MAVİŞ, ÜNİVERSİTELER, BİLİM VE SOSYALİZM...________ 2 7 Mayıs 1 9 6 0 ’ta DP iktidarını deviren genç subayların aslında üniversite ile ilgi li sarih bir programları yoklu. “Reform” adı altında 147 öğretim üyesini sorgusuz sualsiz üniversiteden uzaklaştırmaları da bu konuda ne kadar bilgisiz ve hazırlıksız olduklarını gösteriyordu.
Y A K I N
T A R İ H İ M İ Z D E
SI
Y A S E T .
İ D
E O L O J İ
VE
B İ I I M
2/7 Taşra ve tan rıd aki eğitim eşitsizliği tartışm ası Cumhuriyet in kuruluşundan itibaren tem el m eselelerden birisi o larak k a k lı B ir y a n d a taşra ve m etropoller arasında, eğitim eşitsizliğinin y o l açlığı diisiinıden kültürel t e buna bağlı sayılan ideolojik farklılık, diğer taraftan m illi eğitim sistem inin k en d i iç p roblem leri sorunun uzun yıllar devam etm esine y o l açlı.
Aslında. 1‘Kul larda u n iv eısile konu sundaki gelişmelere daha çok dış geliş meler damgasını vurdu Sovyetler Liirli-
mesi. örgütlenmesi ve fraksiyonlara ayrıla rak iç çalışmalara girmesi çeşidi yöııleıiyle
gi'ndeki dem okratik açılım lar ve "barış içinde birlikle yaşama polilikası, branşız kolonyaliztninın çirkin yüzıinü gösteren
epeyce zengin bir yazın ortaya çıkmıştır. Bununla beraber konunun üniversiteler, bilim \e politika ilişkileıı açısından üze
C.ezasıı Savaşı ve Amerikan kampusleriııi barış ve özgürlük karargâhları haline do
rinde yeterince durulmamış bir yönü ol duğu kanısındayım. Sanıyorum ki yanıt
ııüşlürcn Vietnam Savaşı. Türk üniversite gençliği için de birer aydınlanma dersi ol du. ini çevrelerde uluslararası politikayı
lanması gereken som şudur: Marksist ku ram hangi nitelikleri itibariyle IdftOlarda tüm üniversiteleri saran ve teori ile siyaseti
sadeee Osnıanlı usulü bir sığınma politi kası olarak gören Menderes dönem inin
buluşturan bir kuram haline gelmiştir?
taşralı perspektifi şiddetle kınanıyor ve bilimle siyasetin el ele \uruyecegı evren selci bir perspektil aranıyordu. Milli Bir lik Komilesi'ııin genç ve hırslı subay kad rosu da onlunun hiyerarşik yapısı dışında gerçekleştirdikleri ihtilali, iktidarı CIİB'ye teslim operasyonuna dönü ştürm em ek kaygısıvla bu harekele d estek oldular. IdöO larda Marksist düşünce Türkiye'de böyle bir ortamda gelişti. Türkiye'de sosyalizmin 1%0'larda geliş
ha\ lı incelenmiş bir süreçtir ve bu konuda
Bu g e lişim in her ülke iç in , küresel perspektif de göz önünde bulundurula rak. o ülkenin sosyo-kııltürel özellikleri çerçevesinde incelenm esi ve aydınlatıl ması gereken bir sorun oluşturduğu acık tır. Türkiye'de ise bu tarihî süreç o zama na kadar bilim \e politikanın ortaklaşa karşılayamadığı iki ihtiyaca yaıut veriyor du. Bunlardan birincisi şuydu: Marksizm, toplumsal formasyonları tarihî süreç için de ve goreselci bir kuramsal çcrçe\ ede ele aldığı ve farklı gelişme düzeyindeki lor-
d
ö
n
e
m
l
e
r
v
E
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
küreseli, bilim ile siyaseti birleştiriyordu. Böyle b ir yaklaşım Türkiye’deki siyaset pratiği ve bilimsel gelenek için, büyük bir
Bu hızlı dönüşüm üniversite gençliğin de de aynı derecede hızlı ve köklü bir psi kolojik dönüşüme yol açtı, Artık “burju va bilim i"nin büyüsü bozulmuş; üniversi te, öğrencilerin gözünde doğrulan öğren
yenilikti. Osmanlı devleti yüzyıllarca dış dünyaya kapalı bir “Nizam-ı Âlem” poli tikası uygulamış, “Nizam-Cedit” politika
menin ve hayatta bir statü sahibi olmanın kutsal aracı olmaktan çıkmıştı. Devrimci öğrenciler şu kanıya varmışlardı ki “bilim
sına zorlandığı zamanlarda da bunun ko şullarım bilimsel yöntemle incelem ek ira desini gösterememişti. Kemalist reformlar
yuvası” denilen yerler, aslında, egemen sınıfların maddi çıkarlarım korumak için gerçekleri saptırmak, ideolojiyi bilim dîye sunmak ve beyinleri yıkamaktan öte bir işleve sahip bulunmuyorlar. Bu koşullar da genç ruhlarda, aniden, öfke ve nefret, sevgi ve saygının yetini aldı. Psikolojide
masyonların küresel planda nasıl bütün leştiğini ortaya koyduğu ölçüde yerel ile
218
Z
ise üniversite dünyasında ve seçkinlerde tamamen Batılılaşmış bir ülke psikolojisi yaratmış ve yarı feodal bir yapı, olduğu gibi, ileri kapitalizmin kuramları ile açık lanm aya ve d eğiştirilm eye çalıştlm ıştı. Kuşkusuz Almanya’dan ithal edilen pro
ancak cath arsis (arınma) sözcüğüyle ifade edebileceğimiz bu dönüşüm, sanıyorum
fesörler ve bir kısım Türk akademisyenler bnnun yarattığı uyumsuzlukları görmü yor değillerdi. Fakat farklı bir formasyon
ki, o yıllarda üniversite işgallerini, öğre tim üyelerine yapılan saldırılan ve “kur tarılmış bölge" operasyonlarını açıklaya
ve b ir kültür devrimi gerektiren durum onların da birikimlerini ve iradelerini aşı yordu.
cak en uygun kavramdır.'10 Daha da geniş planda, o sıralarda kulla nılmaya başlanan ve bazı çevrelerde 27
Marksizmin 1960’!arda Türk üniversi
M ayıs’ı tamam layacak bir darbe özlem i
telerine nüfuzuna yol açan ikinci özelliği de suydu: Marksizm, Türkiye’de, (aslında
içinde benimsenen “zinde kuvvetler” söz cüğü de, aslında, içeriği olan sosyolojik
1 9 5 0 ’lerde liberal-Keynesçi iktisatçıların moda haline getirdikleri) “planlama” fik rini çok daha radikal bir düzeyde temsil
b ir gerçeği ifade ediyordu. T ü rk iy e’de burjuvazinin, orta sınıfın ve emekçilerin en uyanık kesimleri ve örgütleri (barolar;
ederek, ülkenin “kalkınma” ihtiyacına da yanıt verebilecek nitelikte görünüyordu.
tıp, mühendislik ve mimarlık odaları; işçi ve öğretmen sendikaları; devrimci polis lerin “pol-d er”ine kadar her türlü der
Aslında “kolektivbt planlama” fikri, tari hî maddeciliğin değil, Sovyet uygulaması nın ürünüdür ve bu uygulama daha çok da M arksizm in itibar kaybetm esine yol açmıştır. Ne var ki Sovyet sisteminin ka pitalizm le uzay yarışına girdiği yıllarda çok az kimse bunu fark edecek ve tartışa cak durumdaydı; kaldı ki Marksizm düş manlarının iktisadi kalkınma alanında or taya koyduklan performans da tüm fuka ralığıyla ortadaydı, Sotıuç olarak 1965’le
nek) bu koşullarda tarihî m addeci k u ramlara yaklaştılar ve daha on yıl önce dünyanın en katı “Soğuk Savaş”rtu yaşa yan bir ülkede benzeri görülm em iş bir dönüşüm yarattılar. Bu dönüşümden siyasal iktidar için çı karılm ası gereken önem li dersler vardı. Tem sil e ttik leri sınıflar da dahil olm ak üzere tüm ülkenin istikrarını ve geleceği ni düşünen bir iktidar için yapılması ge
1970 arasındaki beş yıl içinde tüm Cum huriyet tarihinde görülm em iş bir süreç yaşandı ve ülkenin en bilgili, en yetenekti
reken şeyler açıktı: Özgürlük sınırlarım genişletm ek ve TCK ’nm 14 1 -1 4 2 mad
ve en atak kesimleri Kemalizmden Marksizme kaydılar.39
son verebilir, ülkenin elit tabakasını “ille g a l” duruma düşm ekten kurtarabilirdi.
delerini kaldırm ak bu anorm al duruma
Y A K
İ N
T A R İ H İ M İ Z D E
S İ Y A S E T ,
İ D E O L O J İ
V E
B İ L İ M
B içim sel bİT d em ok rasin in bile gereği buydu. O ysa g e lişm ele r öyle olm ad ı.
yıl önce de Marx ve Engels’in M a n ije s-
1965 seçim lerini büyük bir çoğunlukla (% 53) kazanan Adalet Partisi, antikomü-
to’da yazmış oldukları gibi, “komünizm heyulası”nın korkusu ile sarsıldı. Bu kor
nizrn konusunda kendisinden çok daha tecrübeli aktivist milliyetçilerin ve (yerli,
ku, Türkiye’de, kökeni 19. yüzyıl “Şark Meselesi”nin acı anılarına dayanan “Mos kof düşmanlığı” ile örtüşünce, Soğuk Sa vaş, ülkede özgür düşünce ve bilim ala nında boğucu b ir atmosfer yarattı. Belli bir gelişme düzeyine kavuşmuş bütün ül
yabancı) istihbarat ajanlarının desteğini de alarak bu durumu bir partizan avanta ja dönüştürm eye çalıştı. İşte Soğuk Sa vaş’] en ilkel sloganlarla (“Ortanın solu, Moskova’nın yolu!”) yeniden körükleyen iftira ve karalama kampanyası bu koşul larda başladı.41
1960 ve ’70Ti yıllarda bütün dünya, yüz
keler, günümüzde, devrimci düşüncelerle ideolojik planda, irrasyonalist felsefelerle ve sm ıf çelişkilerini gizleyen toplumsal
Ortadoğu’da Batı emperyalizminin çı karları açısında hayati bir konumda olan bir ülkede en ufak b ir riske taham mül edemeyen karanlık kuvvetler de yine bu koşullarda Türkiye’yi (o tarihlerde icat edilen b ir terim le) "d estabilize” ettiler, yani istikrarsızlaştırdılan Böyle ce, Türki
kuram larla savaşıyorlar. Kuşkusuz dinî duygular ve milliyetçilik de bir ölçüde ve kontrollü bir şekilde seferber ediliyor; fa kat burjuva demokrasileri diyalog ve tar
ye’de bir demokrasi ve uygarbk kavgası
nakilcilik düzeyinde yürütüldüğü ülke mizde gerçek ideolojik araçlar milliyetçi lik ve siyasal İslâm oldu.
olarak başlayan hareket giderek toplum dan izole edilen ve lanetlenen bir üniver site gençliği k esim in in “silah lı sağ-soİ kavgası” haline dönüştürüldü. M arx’ın 1848 devrimleri için yazdığı gibi, kamu
tışma alanlarını hiçbir zaman tamamen boğamıyor. Ne var ki, felsefi gelenekten yoksun, toplum bilimlerinin de daha çok
12 Eylül askerî yönetiminin doğal ide olojisi daha çok milliyetçilikti Fakat sol
oyunda, kürsülerde yenilemeyen bir hare ket şiddete yöneltildi, sokaklara sürük
düşünceye karşı seferber edilen korku ve nefret o kadar büyüktü ki, Atatürkçü slo ganları ayet ve hadislerle desteklem ek,
lendi ve orada yenildi. Sonu ç önce 12 Mart 1971, sonra da onu tamamlama ve
generaller (ve 12 Eylül’ün arkasındaki Am erikalı ideologlar) için b ecerik li bir
kurum sallaştırm a hed efine y önelik 12
ihtiyat ve taktik önlemi halini almıştı. Bi limsel tartışma açısından daha da vahimi şuydu: 12 Eylül'de İktidan ele geçirmiş olanlar, YÖ K siste m in i k u rarak kendi
Eylül 1980 darbeleri oldu. DARBELER ARASINDA: SİYASET, ÜNfVERSİIE VE BİLİM Askeri darbelerin yakın tarihimizde bilim ve özgürlük açısından açtığı karanlık say faların öyküsü başka yerlerde uzun uzun anlatılmıştır. Günümüzde de hemen her gün farklı b içim ve iç e rik li yayınlarla (makale, kitap, anı, roman, öykü vb.) acı anıların tazelendiğini görüyoruz. Toplum hayatının her yönünü ilgilendiren bu ge lişmelerin, bugün, üniversite ve bilim açı sından (geçici) bir bilançosunu çıkarabi lir miyiz?42
korku ve vehimlerini kurumlaştırmak is tediler. Böylece kışlaların okula dönüş mesi gereken bir ülkede, giderek üniver sitenin kışlalaşmasma çalışıldı. Bunun ya rattığı çelişkilerden bugün de kurtulmuş değiliz. Bilim “kutsal değerler”! tanımaz ve ta rihte bilim önce dinî dogmalara, sonra da milliyetçiliğe karşı direnerek, onların “bü yülerini bozarak” kendisine bağımsız biı alan yarattı Thomas Kuhn’un “paradig ma”, E Bourdieu’nün “entelektüel alan”, J. Haber mas i n “kam usallık” adını verdiği
219
D
220
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
özgür araştırma alanı Osmanlı devletinde oluşup kendi geleneklerini yaratamadı. Oysa dalla 18. yüzyılda Aydınlaııma’nın büyük düşünürü Kam, en büyük kavgası nı üniversite içinde, felsefe fakültelerinin ilahiyat fakültelerine üstünlüğünü sağla
kararında, öğrencilerin “ö r f ve a d etler in e bağ lı" yetiştirilm elerini öngören hükmü de iptal etmiş, fakat, tamamen bilime kar
mak için vermiş ve f 9. yüzyılın başlarında da modern üniversitelerin atası sayılan
1979’da İran’da Şeriat D evletinin kurul masıyla hızla siyasallaşmaya başlayan din
Humboldt Üniversitesi bu temel üzerine kurulm uştu. Fransa’da da bu savaş 19. yüzyıl boyunca sürdü ve 1 9 0 5 te bir ka
de enfonnel yollarla aynı yönde kullanıl maya başlanmıştı.
nunla dinle devlet ayrıldıktan sonra, baş ka bir kanunla da (1906’da) ilahiyat fakül teleri yasaklandı. Bizde bu konuda zaten köklü bir gelenek oluşmamıştı; üstelik as kerî cuntalarla tam tersine bir süreç başla dı ve bilim giderek önce milliyetçiliğin,
dogmalarla (Akaid), dinî ritüeklen (İbadat) oluşur. Batı dünyasında laikleşm e, yüzyıllar boyunca dini akideler bağlamın
sonra da siyasallaşmış bir din yorumunun tabularına bağımlı kılındı. 12 Mart Darbesinden kısa bir süre son ra çıkarılan 7 Temmuz 1971 tarihli ve 1750 sayılı kanun, 12 Mart öncesi “anar şi”den aldığı dersi, maddelerine başlıca iki biçimde yansıtmıştı. Birincisi, üniver site tanımında ağırlığı öğ retim e veriyor ve öğretimin hedefini de “millî tarik şuuruna safıip, vatanına, ö r f ve adetlerine bağlı, m il l i y e t ç i ve sağlam düşünceli tıydtnltıri’ (madde 3-b) olarak saptıyordu. Tamamen siyasal nitelikteki bu amir hükümler ka nunun ideolojik işleviydi. Kanunun poli tik (ve disipliner) işlevini ise, mevzuatta radikal bir yenilik olan Yüksek Öğretim Kurumu ile ilgili hükümler oluşturuyor du. Başka bir deyişle, 12 Eylül D arbesi nin ünlü YÖK'ü, aslında, daha 12 Mart D arbesinde yüksek öğretimimize arma ğan edilmişti. Tine de kavga bitmemişti. 1750 sayılı kanunun kurduğu YÖK'ün yetkileri Ankara Üniversitesi ve CHP’nin Anayasa M ahkem esind e açlık ları dava sonucu 1975 Aralık ayında iptal edildiler. Böylece Yüksek Öğretim Kurumu, 1982 Anayasasfııda yeniden cani andı alıncaya kadar sembolik olmanın ötesinde bir an lam taşımadı. Anayasa M ahkemesi ayııı
şı bir espriyi oluşturan “milliyetçilik ve millî tarih şuuru” ile ilgili hükme dokun ma m ı ş 11. A slın d a bu da y e tm e m iş,
Her din gibi M ü slü m anlık da tem el
da, dinle felsefe ve dinle bilimin çalışmalı diyalogu içinde gelişti. Sonunda ortaya Orta çağ da kinden çok farklı, tamamen ru hanileşmiş, “Sezar’ın hakkını Sezar’a ve ren” bir Hıristiyanlık çıktı. Descartes da, Kant da inançlı insanlardı; fakat bunların Hıristiyanlığı, örneğin Descartes’ın okulu Cizvit kolejinde telkin edilen Hıristiyan lıktan ya da resmi ilahiyatçı Bossuefııin Hıristiyanlığından çok farklıydı. Oysa, İs lam dünyasının Romalıları olan OsmanlI lar tüm enerjilerini siyaset ve idare alan larına yönelttiler ve “Akaid" tartışmaları nı hiçbir zaman “fbadat” tartışmalarının önüne çıkarmadılar. 17. yüzyılın en güçlü yazarlarından, (Descartes'ın çağdaşı) Kâ tip Celebi M iz a n ’ül Halik’ta OsmanlIları ayıran en önemli sorunları anlatırken hep ritüel sorunları ve “bidat" (yasaklar) üze rinde duruyor ve esefle bu çatışm aların medreselerdeki hikmet ve felsefe dersleri ne sekte vurduğunu vurguluyordu. 19. yüzyılda da Sultan II. Abdülhamit, Batt'da s e s in i d u y u rab ilen b ir âlim i İsta n b u l medreselerinde değil, Afgan kökenli bir din b ilg in in in , Cem aleddin Afgani’nin şahsında bulm uş, fakat onu da siyasal amaçlarının hizmetine sokmuştur. Kısaca Osmanlı devletinde İslâm hiçbir zaman felsefeyle diyalog içinde tam anlamıyla “ruhani" 1eşmemiş, daha çok bir “ibadet bütünlüğü", belli bir “yaşam tarzı” olarak varlığını sürdürege İmiş lir. Bu koşullarda
Y A K I M
T A R İ H İ M İ Z D E
S İ Y A S E T ,
b ir kasta dönüşen Osm anlı m edreseleri de bilimi değil, dar çıkarları ve skolastiği temsil etmeye devam etmiştir.43 Dinle bi limsel zihniyetin çatışması ve dinin bilimi engellemesi de, Osmanlı medreselerinin M eşrutiyetten itibaren anlaşılmış olan44 ve kontrol edilmeye çalışılan bu özelliğin den kaynaklanıyor. Ö zetlersek, yakın tarihim izde bilim e tehdit, eleştirici akla dayanmadığı ve hiç bir bilimsel iddiası olmadığı halde devlet ideolojisi haline gelen ve bilim i kontrol
İ D E O L O J İ
V E
B İ L İ M
etmeye çalışan m illiyetçilikten, İslam cı lıktan ve bilimsel bir temele sahip olsa bi le kutsallaş tınlara k din mertebesine yük seltilmiş doktrinlerden gelmektedir. Bun ların müdahale edici ve tabu yaratıcı ağla rının dışında bir “bilim alanı" yaranlmadan, hiç kimse ülkede bilimin geleceğine güvenle bakamaz. Bu kavga elbette ki ye ni kastlar oluşturm a potansiyeli taşıyan “Akademi’’nirı tekelinde değildir; bu kav ga özgür ve çağdaş b ir Türkiye isteyen herkesin kavgasıdır. □
Dİ PNOTLAR 1
Max Weber; Le Savant et le Politique; Paris, Pion, 1963, s, 81,
2
J. Habermas'ın 1968'de yayımladığı "İdeoloji Olarak Bilim ve Teknik" başlıklı kitabında bu tezi geliştirir. La Technigue et ta Science comme "fdeo/ogıe"; Paris, Denoel-Gonthier, 1978.
3
Aynı eser, s. 106.
4
M. Weber; Essais sur ta Theoıie de la Serence, Paris, Plan, 1965, s. 211,
5
M. Weber; L'Ethiçue Protestan te et L'Esprit du Capitalisme; Paris, Plon, 1967, s. 13,
6
K. Mam, Le Capital, Kitap I, Paris, Editions 5ociales, 1983, s. 10. (Almanca ikinci baskıya ön sözden).
7
K. Marx; Thöses sur Peuerbah (yayına hazırla yan ve yorumlayan G. Labica); Paris, Presse Universitaires, 1987.
8
Aslında VVeber'in kendisi, tezlerini Marx'a karşı geliştirmiş değildi veya en azından böyle bir id dia ile ortaya çıkmamıştı. Aksine "büyük düşü nür" olarak nitelediği Mars'ın temel kavramla rını (üretim biçimi, üretim ilişkileri, artı-değer vb.) kendi geliştirdiği "ideal-tip" kavramının so mutlaştı rıl ması arayışı çerçevesinde (h euristic kavramlar olarak) değerlendirmiştir. Bilim kura mı konusundaki ünlü makalesinde bu hususta söyledikleri şunlardır: "Tüm özgül Marksiznrıin tarihî gelişme 'kanun’ları ve kurguları, kuşku suz, teorik olarak uygun olduğu ölçüde bir ide al-tip niteliğine sahipler. Marksist kavramları bir kez uygulayan herkes, bu rideal-tip'lerin sadece gerçekle kıyaslanmak için kullanıldıkları takdir de yüksek, hatta biricik beurisf/c (bulmaya yö nelik) değer taşıdığını, fakat ampirik bir geçeriiliğe sahip yapılar ya da 'hareket halindeki reel güçler' (yani gerçekte metafizik güçler) olarak sunulunca da tehlikeli olduklarını bilir." M. Weber; Essais surla Thöorie de la Science, s, 201.
9
KSrtip Çelebi: Keşfü'z-Zunûn, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2007 (5 cilt).
10 Osmanlı ilimleri hakkında betimleyici çalışma lar konusunda bkz. Dr. Adnan Adıvar'ın Osmanh Türklerinde İlim başlıklı eseri (İstanbul, Remzi Kitabevi, 2000) ile Ekmeleddin ihsanoğlu'nun Osman/ıtar ve Bilim (İstanbul, Nesil Ya yınları, 2007). Ben de Osmanlı Kim liği (imge Yayınları, 2000) başlıklı çalışmamda klasik çağ da Osmanlı zihniyetinin oluşmasında belirleyi ci olan ve etkileri günümüze kadar uzanan hukuk (fıkıh), felsefe-kelam ve tarih bilimlerini tarihî Öncülleri ile birlikte incelemiştim. 11 Muallim Cevdet naklediyor; Mektep re Med rese, Istan bul, Çınar Yayınları, 1978. s. 163. 12 Aynı eser, s. 163, Muallim Cevdet, eski zihniye ti "skolastik" sözcüğünü kullanarak eleştiren ilk düşünürün Salih Zeki Bey olduğunu söylü yor. s. 163. 13 Ahmet Mithat; İktisat Metinlen) yayına hazır layan ve sade leşti renler E. Erbay, Ali Utku; İs tanbul, Çizgi Kitabevi, 2005, s. 215. 14 Aynı kayrak, s. 216, 236. Burada, Mithat Efendi'den yaklaşık yüz yıl sonra da, yine Mülkiye'de, (ileri kapitalist ülkelerde "tam istih dam"! sağlamayı amaçlayan) Keynes doktrini nin aynı espriyle okutulduğunu, bir tanık ola rak aktarmak isterim. 15 Eileen Janes Yeo; The Contest for Sodel Scien ces: Relations and Representations o f Gender and Oass; Rivers Oram Press, Londra, 1996, s XV. 16 Aynı eser, s. 38. 17 Noel W. Thompson; The Peopte's Science, The
Popular Politicaî Economy o f Exploitatlon and Crisis Î8T6-7JL34, Cambridge University Press, 1984,5.219. 16 6u gelişme konusunu daha ayrıntılı olarak Toplum Bilimleri, Tarihi Maddecilik ve Praksis (Mülkiye, 2004, Yaz sayısı) başlıklı makalemde incelemiştim. Bu konuda genel bir tablo için bkz. Richard Olson; The Emergence o fth e So-
221
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
da l Sciences, 164? 1792; Tvvayne Publishers, New York, 1993. Amerikan toplum bilimleri nin gelişmeli hakkında, Dorothy Ross; The Ori gins o f American Sodal Sciences; Cambridge University Press, 1991. Ayrıca bkz. S. Rerkoviteh; The Puritan Origins o f the American Self; Yale University Press, 19/3.
222
19 Nizamnamenin ikinci maddesi "Darülfünun il mi muhtariyete sahiptir" şeklindedir. Nizam namenin metni için bkz. M. Tabir Hatiboğiu; Türkiye'de Üniversite Tarihi 1845-1997. Anka ra, Seivi Yayınevi, 1998. s. 57. Burada eklen mesi gereken bîr husus da, bu tüzükten he men önce Damat Ferit hükümetinin üniversi tede yaptırdığı "tensikat" (tasfiye) dir. Yüksek öğretim tarihimiz, hemen her reform girişimi nin bir tasfiyeyle birlikte olduğunu ortaya ko yuyor. Bu konuda bkz. M ele Tuncay, Haldun Özen; 1933 Tasfiyesinden Önce Darülfünun; Yapıt, Ekim-Kasım 1 9 8 a, sayı, 7. 20 Bu konuda daha ayrııııtılı ayıklamalarımız için bkz. 1. Timur; Toplumsal Değişme ve Üniversi teler, Ankara, İmge Yayınları, 2000, s. 229-236. 21 Hâkim iyeti IVİilliye, 1 Ağustos 1933. (Dr. E. Hirş'ten naklen. Dünya Üniversiteleri ve Türki ye'de Üniversitelerin Gelişmesi; Ankara Üni versitesi Yayınları, İstanbul, 1950, cilt I, s. 315). Bazı bilim adamları 1930'larda egemen olan kavram kargaşasına işaretle "kültür vahde ti"ni yeni üniversiteden bekliyorlardı. Mustafa Şekip Tunç bu konuda şunları yazmıştır; "(eski Darülfünun’da) fakülteler ayrı ayrı kurulmuş tu. Aralarında hiçbir modern üniversite tecanüsü, program vahdeti olmadan ayrı ayrı çalış tılar. Tıbbiye ayrı bir ocaktı. Hukuk öyle. Kendi başlarına, birbirleriyle alakası olmayan dilier, ıstılahlar icat ederek yaşadılar. Eski Darülfü nun organik bir halde değildi, müstakil parça lar halinde idi. Bugünkü üniversite, kültür tari himizde !lk defa olarak birbirinden ayrı ve bir birinden habersiz tekamüle çalışan meslek ve iliın şubelerini federe ediyor, onlara bir orga nizma ahengi ve nizamı vermek yolundadır." 1936'da yazıları bu satırların üzerinden yetmiş iki yıl geçmiş bulunuyor. M.Ş. Tunç'un bu bek tenlisinin bugün de gerçekleştiğini söylemek zordur sanıyorum. Bkz. Kültür Haftası, sayı 10, 18 Mart 1936. 22 Y. Akyûz; Türk Eğitim Tarihi, İstanbul, Kültür Koleji Yayınları, 1994, s. 310-311. 23 Fuat Köprülü, "DarülfCınun'un Vazifeleri," Ha yat, cilt II, sayı 28, 9 Haziran, 192/.
74 Necmettin SadK (Sadak) naklediyor; Hayat, su yı 141, 15 Ekim (Teşrinievvel), 1979. Ata tü rk 'ü n y a k ın ların d an o la n ve o yıllard a TBM M başkanhğı yapan Kazım Özalp ise, anı larında, tıp profesörleri Neşet Ömer ile Aki' Muhtar'ın kendisini Ankara'da ziyaret ederek bilimsel olarak çok zayıf olan üniversitenin "gün geçtikçe daha geri gittiğini, bu çöküşe bir çare bulunmasını, en kısa zamanda bir re forma gerek duyulduğunu” söylediklerini yaz maktadır. Özalp, daha sonra birlikte Başvekil İsmet Paşa’yı da ziyaret ettiklerini ekliyor. Kâ
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
İ
E R
zım Özalp, Teoman Özalp; Atatürk'ten Anılar, Ankara, T. İş Bankası Yayınları, 1994, s. 51 52. 25 Burhan Asaf; "Arkada Kalan Darülfünun;" Kadro. Ağustos, 1932, sayı 8. 26 Şevket Süreyya Aydemir; "Darülfünun İnkılap Hassasiyeti ve Cavit Bey İktisatçılığı;" Kadro, Şubat 1933, sayı 14. 27 Prof. Klaus Detlev Grothusen; "1933 Yılından Sonra Alman Bilim Adamlarının Türkiye'ye Gö çü," Belleten; Ekim 1981, sayı 180, s. 539. 78 Prof. Albert Malche; İstanbul Üniversitesi Hak kında Rapor, İstanbul, Devlet Matbaası, 1939. s. 58. 29 M. Tahir Hatiboğiu; a.g.e., s. 174. 30 Burhan Asaf; "Üniversitenin Manası," Kadro. Ağustos, 1933, sayı, 26-27. 31 Malche Raporu, s. 58. 3? Prof. Dr. Utku Kocatürk; "Atatürk'ün Üniversi te Reformu Te İlgili Notlar;;" Atatürk Araştır ma Mcrke7İ Dergisi; 1984, sayı I, s. 9, 10. 33 Yahya Akyüz'ün özetinden; a.g.e., s. 312. 34 Kanunun metni ve görüşmeler için Dr. Hirş'in eserinden yararlandık. A.g.e., cilt II, s. 816. 35 Aynı eser; ciit II, s. 942. 36 Bu konuda o yıllarda DP parti miiffettişliği yapmış olan Samet Ağaoğlu'mın tanıklığı ay dınlatıcıdır. Müffettiş sıfatıyla bazı Karadeniz illerini ziyaret eden Ağaoğlu, şu gözlemde bu lunmuştu: ' (Bölgede) öteden beri servet ve arazi mahdut ailelerir elinde toplanmış ve halkın çoğunluğu bu aiie erin iktisadi ve siyasî nüfuz ve kudret sahaları arasında bölünmüş tür." Oysa başlangıçta DP saflarında "hemen hemen yalnız işçi, küçük tacir ve topraksız köylü ve çiftçi toplandı; fakat DP kuvvetlene rek iktidara yürümeye başlayınca bu seter bu zengin ve toprak sahibi aileler ve insanlar çok kuvvetli bir şevki tabii ile bu yeni kuvveti de ellerine almak yolunu aradılar ve her iki parti nin köşe başlarını tutmak için çalışmaya koyul dular." Ağaoğlu gözlemlerini şöyle tamamlı yor; "(Böylete) karanlık günlerini cesaretle ge çirmiş unsurlarla bu yeni unsurlar arasında sert bir mücadele kendini gösterdi." Biliyoruz ki bu mücadele, sonunda, egemen sınıflar ta rafından kazanıldı. Bkz. Sam et A ğaoğlu ;
DP'nin Doğuş ve Yükseliş 5ehepleri; Bir Soru; İstanbul, 1972. Çok partili hayata geçiş süre ciyie ilgili genel bir tablo için bkz. T. Timur; Türkiye'de Çok Partili Hayat Geçiş, Ankara, İmge Kitabevi, 2003. .37 1946'da Türkiye'de "domokrasi"ye geçişin ni teliğini gözier önüne sermek için Necmettin Sadak'ın bir itirafı ilginç görünüyor. 1949'öa dış ışieri bakanı olan -ve Darülfünun'da mü derrislik yapmış bulunan- Necmettin Sadak, "Ben Darülfünun'da içtimaiyat dersleri verir ken MarxTa Engels'in 1848'deki Komünist Manifestosu'nu rahatlıkla okuturdum," demişti. M. T. Hatiboğlu'dan naklen, a.g.e., s. 179. 38 Doç. Dr. Nurkut İnan; Dr. Haldun Özen, "Üniver-
Y A K I N
T A R İ H
İ M İ Z
D t
S İ Y A S E T ,
s te Reformu, Kısa bit Tarihle ve Yeni bir Yakla şm;“ Mülkiye Dergin, A'alık 1992, sayı ISO. 39 Bun a r söylerken, dönüşümün en hızlı yaşandı ğı kımjmlarrian biri olan Siyasal Bilgiler Fakül tesinde asistan olarak yaşadığım o yılları bir tanık olarak anımsadığımı belirtmek isterim. 40 Aristo'na, "arınm a" anlamına gelen katarsis kavramı Yunan trajedileri aracılığıyla ortaya cıknvşlı. Trajedinin seyirciler tarafından naylaşılan duygusal b:r işleviydi. "Trajedi asil bir davranışın taklididir," diyordu Aristo; "(b u taklit) bir hikâye ediş şeklinde değil, hareket halindeki insanıar taraf ndan, merhamet ve korku gibi duygulan ortaya koyarak, (rahatsız lık yaratan) heyecanlardan temizlenme" şe’lı yıllar Keınalizmle solun bazı siyasal açı
açısından önem li bir bilim insanı olarak kabul edilip fikirlerinden yararlanılmıştır. N edir bü yorum lar diye baktığım ızda,
lım ların ın yakınlaştığı yıllardır. Kemalizmle milliyetçi solun sentezlenmeye çalı şıldığı bu yıllarda Mustafa Akdağ’ın Os
O sm anlı toplu m d ü zen in i a ç ık la rk e n ekonomik olaylara öncelik veren bir yak
manlI toplumu üzerine yazdığı metinler de bu anlayışa sahip olan siyasal akımla rın Türk toplumunun üretim ilişkileri ve
Mustafa Akdag’ın toplumsal değişme ve ilerleme anlayışrnda iktisadi süreçleri te
aşam alarım açıklam akta kaynak görevi görmüştür. Zira Muştala Akdağ, Osmanlı öncesinden Cumhuriyet dönemine kadar yazdığı ekonomi ve toplumsal tarih me tinlerinde Osm anlı im paratorluğum un klasik dönemim olumlayan bir anlayışa sah ip tir,3 M ustafa Akdağ, O sm anlI'nın ekonom ik ve toplumsal değişmesini ana hatları ile ortaya koyduğu İddiasındadır. Ü lkenin taıib boyunca geçirdiği ekono mik ve sosyal hayatın bütün açıklığı ile ortaya k o n u lm asın ın , toplu m lunu zun geçmişten bugüne olan bağlantılarının da ha iyi anlaşılması anlamına geldiğini belir tir.4 Siyasal düşün hare keti erittin ortaya koymak istedikleri anlayış da tam budur.
Mustafa Akdağ sadece araştırmaları ile değil, bu araştırmalar sonucu ortaya koy duğu yorumlarla siyasal düşün çevreleri
laşım içerisinde olduğu görülm ektedir.
mel belirleyici olarak görmesi, onu, O s manlI loplumu ile ilgili bulgularının sol siyasal düşün akımlan için kabul edilebi lir bilgiler üreten bir tarihçi konumuna taşımıştır. Mustafa Akdağ’a göre ekonom i, to p lumsal yapının değişmesi ve biçimlenme sinde, halkın dirlik ve düzenliğinde çok önemli bir etkiye sahiptir. Ona göre Mo ğol ve M ısır ablukaları, para darlığı, Bi zans ve Doğu Akdeniz ülkelerinin servet lerini Batı'ya taşımaları, Akdeniz çevresi nin ekonom ik üstünlüğünü yitirmesi ve Atlas O kyanusu’nun önem kazanm ası, Batı’daki merkezî krallıkların ekonomiyi kontrol altına almaları, Dogu’nun ham madde kaynaklarının sömürülmeye baş-
239
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
lannıası, Anadolu’nun ekonomik düzeni ni bozmuş; Türkiye’nin toplumsal ve si yasal yapısına büyük zararlar vermiş, ül keyi kökünden sarsmıştır. Sonraki yüzyıl larda Avrupa’daki üretimin büyük geliş meler göstermesi de Anadolu’nun ekono mik yapısını olumsuz yönde etkilemiştir. Ekonominin kötüye gidişi, Osmanlı kent lerindeki güvenliği bozduğu gibi, her şeyi alt üst etmiştir. Köylüler vergilerin ağırlı ğı yüzünden topraklarını terk ederken, asker ve öğrenci ayaklanmaları başlamış, iç karışıklıklar artmıştır, Yöneticilerin ül
240
keyi iyi yönetememeleri ve ekonomik nedenlerden dolayı kendine özgü ve m ü kemmel bir düzen kurmuş olan Osmatılı İm paratorluğu, toplumsal olarak çözül meye başlamışnr. Mustafa Akdağ’m yazdıklarından, yine
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
akımlarına tarihsel veri aktarılmaktadır. Türkiye’deki siyasal düşün akımlarının öne sürdükleri tezleri kanıtlamak için ça lışm alarından yararlandıkları bir başka tarihçi de Ömer Lütfi Barkan’dır. Barkan, Türk düşünce tarihinin oluşumunda söz sahibi olan önemli bilim insanları arasın da yer alm aktadır. M ustafa Akdağ gibi Ömer Lütfi Barkan da, OsmanlI’nın ken dine özgü ideal bir düzen kurduğu genel görüşüne sahiptir. Barkan, “Türkçü" bir çizgiye dâhil olm asına karşın, Osm atılı toplum yapısı, hukuk sistemi, toprak reji mi ve m ülkiyet ilişkileri üzerine yaptığı çalışmalarla, tüm düşün çevreleri tarafın dan kabul gören bir bilim insanıdır. Bar kan, Osmanlı devletinin feodal ve ATÜT olmadığım, iddia edildiği gibi her şeyi sı kı sıkıya kontrol altında tutmadığım, her
Türkiye’nin tarihsel geçmişi hesaba katıl dığında Batılı toplumlarla ekonomik işbir liği içinde yan yana, iç içe yaşayabileceği tezini ortaya koymaya çalıştığı, bıı başka an latım la B atıcılaşm ay ı savunduğu da açıkça söylenebilir. Şöyle der: “Gerek Set-
alanda iyi bir hukuksal düzenlem e ger çekleştirdiğini ve bu hukuksal düzen içe risinde insanlann ekonomik faaliyetlerde bulunduklarını, ticaret hayatı ile uğraş
çu kiler ve gerek O sm aıılılar çağı T ü rk harp makinesi, bunun için Hıristiyan halk
sal yapının değişmesinde etkili olduğu te zini savunmaktadır. Barkan, bütün Akde niz havzasında ortaya çıkan bir krizin Osmanlı ekonomisini derinden etkilediğini
kitlelerin e kork u n ç gelm iyor, böylece, Türk toplumsal hayatı da devamlı surette B atıca yaklaşıyordu.”7 Anadolu’da Türkleı ve Hıristiyarılar baştan beri birbirleri nin itikatlarına karışmadan yan yana yaşa mışlardır. İki halkın ekonomik çıkarları nın birbirlerine ihtiyaç duymaları vesile siyle, Hıristiyanların Haçlı zihniyetleri ve Müslümanların cihat telakkisi, iki tarafın da yalnız siyasi zümrelerinde yaşayan bi rer fantezi haline geliyordu, HıristiyanMüslüman mücadelesi yoktu. Bir Müslü man emiri bir başka Müslüman emire kar şı komşusu olan Hıristiyanfardan yardım isteyebiliyordu. Bu işbirliğinde ekonomik çıkarlar önemli rol oynuyordu.8 Bu nitele meler beraberinde başka bakış açılan ge tirm ekte; A nadolu’nun etnik ve dinsel kaynaşmasına da yer verilerek, Türk sos yalizm i ku rm ak istey en siyasal düşün
tıklarını ortaya koymaktadır. Ömer Lütfi Barkan da ekonom ik faktörlerin toplum
ileri sürmektedir,9 Ömer Lütfi Barkan, genel görüşleri iti bariyle, 14. ve 15. yüzyıllar arasını kapsa yan klasik dönem Osmanlı toplumunun feodal ve ATÜT m odelleri ile benzerlik gös t ermediğini belirtir. Ona göre, Osman tım an ile feodal düzen arasında belli bir benzerlik olmakla birlikte, ikisi birbirin den çok farklıdır. Yakından incelendiği zaman görülecektir ki, tımar sahiplerinin feodal düzenle benzer sıfat ve yetkileri bulunm am aktadır. Topraklar, tım ar sa lI
hiplerinin özel mülkü değildir, Toprağın gerçek ve mutlak sahibi devlettir. Toprağı işleyen çiftçiler tımar sahibinin kölesi ol madığı gibi, toprağı da belli bir kurala gö re işlerler. Yine tımar sahiplerinin çiftçile rin emeği üzerinde egemenlikleri yoktur.
3AZI BİLİM İNSANLARININ T Ü R K İY E 'DEKİ Slv A SAL DUŞUN TARİHİNE K A TK ILA R I Ü ZERİNE BİR DENCMI-
241 Ü niverstteler, 12. yü zyıldan itibaren h ocaların b ir aray a g elip h akla rım d a h a iyi koru m ak, kim d ers v erebilir kim v erem ez m eselesin i ku rala bağlam ak, v erd ikleri dersler, bıı d erslerd e ele a la ca k la rı m ü fredatın özgü r b ir biçim d e h azırian m ası kon u su n da k a z a n d ık la rı ö z erk lik n ed en iy le ken d ilerin d en ö n cek i eğitim ku ru n d an n d an ayrılırlar. B u özerklik- siy asi y a d a iktisa d i eg em en ler karşısın d a ün iversiten in ay rıcalığ ım k ıskan çlıkla koru m ayı gerektiriyordu . YÖK sistem i ise bunun a k sin i arzu ladığın ı ik ra r ediyordu.
Osmanlı'da toprak rejimi, devletin belir lediği ilke ve hukuksal kurallara sıkr sıkı ya bağlı olarak işlemekledir, 0 Diğer yan dan. "idari veya hukuki sahada alınmış oları tedbirler chcm m iyeıi ne kadar bu yuk olursa olsun, toprak rejimlerinin v e ziıai bünyelerin teşekkül ve inkişafında, nüfus ve fiyat hareketleriyle devre hâkim iktisadi konjonktürün diğer unsurlarının rolünü de hesaba kalmak icap etm ekte dir. Bu bakımdan Osmanlı İmparatorlu ğu. uzun müddet hâkim bulunduğu ve kendisine mahsus bir zirai ve iytinıai iti zaını yaşatmaya muvaffak olmuş görün düğü bölgelerde bile, m iri arazi rejim i,
şartların tesiıiyle yeni bir feodalleşme ha line sürüklenmekte olduğu da müşahede edilmiştir. I'akat Türkiye'de bilhassa tı mar sahibi beylerin zamanla arazı mülki yetini ellerine geçirerek, garbi Avrupa memleketlerinin klasik Ortaçağ scnvörleri gibi, kendilerine mahsus bir mertebeler silsilesi, m erasim ve örfleriyle dışarıya karşı kapalı, yerli ve soylu bir sınıf halin de geliştiği iddia edilemez."11 Ömer l.üllı Barkan a göre Osmanlı siste mi, ATÜT ile de açıklanamaz. "Asya üre tim tarzı nazariyecilcriniıı, çok dar ve katı doktriner bir anlayışla, Osmanlı İmpara
zam anla soysu zlaşarak , büyük toprak mülkiyetinin veya çiftlikler şeklindeki zi
torluğunun iktisadi ve içtimai bünye bakı mından henüz esirlik ve derebeylik çağla rını idrak ve şahıslar için mülkiyet fikri te
rai işletmelerin meydana çıkmasına mani olamamıştır. Bu suretle, uzun müddet iç
şekkül etmemiş, basit ve iptidai bir varlık olarak yaşayabildiğini iddia etmeleri de.
timai ve zirai alakalar bakımından feodal diyebileceğimiz bir düzenin tasfiyesi ha reketi şeklind e g elişm iş olan O sm anlı
milletlerarası dünya ticaret yollarını mura kabe eden büyük liman ve şehirlere, inki
toprak rejim inin, sonunda im paratorlu ğun içine düştüğü iktisadi ve mali kötü
şaf etmiş bir para iktisadiyatına, iç ve dış pazar münasebetlerine sahip bulunan ve bu suretle dünya piyasalarına hâkim fiyat
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
i
h
n
i
y
e
t
l
e
r
hareketlerinin ve mali buhranlarının tesir lerine tamamıyla açık bulunan bir impara
ortaya koymaktadır. Bu birincil el veriler de, siyasal düşün çevrelerinin görüşlerini
torluğun iktisadi bünyesine ait hakikatleri inkâr etmek manasına gelmektedir.”12
netleştirmeye yardımcı olmaktadır. Mus tafa Akdağ, Ömer Lütfi Barkan ve burada
Ömer Lütfi Barkan, imparatorluğun ol
yer almayan bazı tarihçilerin Osmanlı’ya
gunluk d önem ind e kurm ayı başardığı kendine özgü düzen içinde, toprak konu larına atfettiği önem ve derlediği toprak
ilişkin genel anlayışları kabul görmese de, Osmanlı’nm feodal veya ATÜT üretim bi çim ine sahip olduğunu ortaya koymaya çalışan siyasal düşün ekolleri ve bazı sos yologlar bu tezlerini kanıtlamak İçin yine de birincil kaynak olarak sözünü ettiği miz tarihçilerin eserlerini kullanmışlardır. Türkiye’de düşün tarihinin şekillenme sinde Mustafa Akdağ ve Ömer Lütfi Bar kan kadar etkili olan isimlerden biri de Niyazi Berkes’tlr. Niyazi Berkes tarihçi değfl, sosyologtur. Ama özellikle Türki
hukuku kurallarına hayrankk duyar. Ona göre, bu dönemde, hukuk kurallarıyla siyasî-idari teşkilat ve ekonom ik koşullar
242
z
organik bir kaynaşma içindedir. Biri diğe rini tamamlar Hiç kimse ekonomik haya tın yapıcı ve yaratıcı kuvvetleriyle bu kuvvetleri çevreleyen, sevk ve idare eden hukuk kuralları arasında bir uygunsuzluk olduğunu ve bu nedenle toplum hayannda sürtüşmeler, ızdııaplar mevcut bulun duğunu iddia edemez.13
ye'de Çağdaşlaşma adlı eseri ile hem bir tarihçi gibi tarih, hem de bir sosyolog gibi
Öm er Lütfi Barka rim Osm anlı huku kunun laiklik özelliği üzerinde ağırlıklı olarak durması da, Cumhuriyet dönemi siyasal düşün akım larının laikliği savu
sosyoloji yaparak tarihsel bilgileri derin
nan anlayışlarına tarihsel dayanak oluş turm aları açısından önem lidir. Barkan,
Görüşleri ile Türk düşün tarihinde her zaman önemli bir isim olan Niyazi Ber
daha arazi rejimiyle ilgili ilk çalışmaların dan itibaren Osm anlı devletinin ikili yapı içerisinde olduğunu, bir taraftan şerii hu kuk, diğer taraftan örfi hukukun bir ara
kes, 1 9 4 8 ’de üniversiteden uzaklaştırıla rak yurt dışına çıkm ak zorunda bırakıl masına rağmen 1960’latda Yön hareketi içerisinde bulunmuş ve bu hareketin et kin isim lerinden, teorisyenlerinden biri haline gelmiş, hareketin lideri Doğan Avc ıo ğ lu ’nu ön em li ölçü d e etk ile m iştir. 1 9 4 0 ’lardan günümüze bir bilim insanı olarak muhafazakâr çevrelerde Mümtaz Tut bari m yeri ne ise, merkez ve merkezKem alist sol çevreler açısınd an Niyazi Berkes de benzer b ir düşünsel konuma sahip olmuştur.
da bulunduğunu belirtmiştir. Barkan, ka mu hukuku, ceza hukuku ve mali hukuk alanlarında şer’i hukukun etkisinin azal dığını, örfi hukukun üstün hale geldiğini belirtm iştir.14 Mustafa Akdağ da benzer şekilde Osmarılı’da, dinin bağnazlık içeri sinde bulunmadığını savunur. Osm anlı ile ilgili pek çok toplum sal, ekonom ik ve hukuksal bilgi B arkariın araştırmaları ile ortaya konulmuştur. Ge nel kanının aksine OsmanlI'nın bir şeriat devleti olmadığını Niyazi Berkes ile bir likte Türkiye kamuoyuna ve bilim çevre lerine kabul ettiren isim Ömer Lütfi Barkaridır. Barkanın Osmanlı araştırmaları, toprağa dayalı ekonom ik ilişkilerin, hu kuk d ü zeninin ve ek on om ik faktörü n toplumsal olayları biçimlendirme gücünü
lem esine yorumlamıştır. Bu yorumların derinliği, onun tarihe verdiği önemden kaynaklanırı a ktadır.
Daha önceki yıllarda da O sm anlI’nın B atıcılaşm a sü recin e girm esini, Tanzi mat’ı, Meşrutiyet dönemlerini ve Cumhu riyete geçişi anlatan çalışmalar yapılmış tır. Ancak 1960’larda bu dönemleri eleşti rel bir bakışla değerlendiren ve daha ge niş kesimlere aktaran eserlerin sayısı art mıştır. Niyazi Berkes de Osmanh’mn Batıcılaşma politikalarım eleştirel olarak de
BAZ) BİLİM İN S A N L A R IN A T Ü R K İY E'D EK İ SİY A SA L DÜŞÜN TARİHİM E KA TKILA RI ÜZERİN E BİR D ENEM E
ğerlendiren, Cumhuriyet dönemi devrirnlerini ise çağdaşlaşma olarak nitelendiren çalışmalar yapmıştır. Berkes in Türkiye'de
oldukça zayıflamış olmasına karşın, Ke mal Tahir’in etkinliği hâlâ devam etmek tedir. Kemal Tahir, tarihçi ve sosyologlar
çağdaşlaşma sürecini anlatan eserleri dü şün çevreleri tarafından ilgi ile karşılan m ıştır. Berkes, O sm anlfnm Batıcılaşm a sürecini siyasal, ekonom ik ve sosyal bo
gibi belki doğrudan kaynak kişi olmamış tır. Ancak O sm anlıya, Batı’ya, sosyaliz me, Doğuya ilişkin değerlendirmeleri ile
yutları ile yorumlamış ve bir bakıma Batıcılaşm anın- çağdaşlaşman m tarihini yaz mıştır. Çalışmalarında Kemalizmi merke
hareketlerinin boyutlarını da aşarak geniş bir kesime yayılmıştır.
ze alan Berkes, yazdıklarıyla Kemalist sol çevrelere kaynaklık ve düşün önderliği yapm ıştır. Bu yanı ile N iyazi B erk es’le Mustafa Akdağ benzer çevreler üzerinde etkili olmuştur. Dolayısı ile Berkes'in or taya koyduğu tarihsel bilgiler ve bu bilgi lere dayalı yorumları, kaynak ve dayanak olarak kullanılmış ve siyasal çizgisi açı sından 1960’ların en önemli sosyologla rından biri haline gelmiştir. Niyazi Berkes hem OsmanlI’nın son dö nemi ve hem de Cumhuriyet’e getirdiği yorumlarla Türk düşün tarihine farklı bir bakış açısı kazandıran bilim insanların dan birisidir. Onun düşün çevreleri üze rindeki etkinliği, Batıcılaşma tarihine ge tirdiği yorumlar, Kemalizm savunusu, la iklik ve çağdaşlaşma konularındaki tezle riyle gerçekleşmiştir. Bu konuların yanın da, o da, klasik dönem Osmatılı üretim ilişkilerinin “n e’Tiği üzerinde kafa yor muş ve görüşlerini açıklam ıştır. Berkes, OsmanlI’nın feodal olmadığını, feodal dü zenden çok ATÜT’e benzediğini, ancak ATÜT de olmadığını söyler.15 Ona göre Osmanlı, Doğu despotizmi destekli padi şahlık sis temidir.16 Osmanlı İmparatorlu
1 9 6 0 ’lı yıllardaki etkinliği siyasal düşün
G enel kabuller karşısında hep kuşku duyan ve bunu bir yöntem haline getiren Kemal Tahir, düşünülmeyeni, akıl edile meyeni, aykın olanı ortaya koyan, dikkat çeken açıklamaları ile siyasetçiler, iktisat çılar, sosyologlar, sinemacılar, gazeteciler ve daha birçok kesim üzerinde etkili ol muş bir düşünürdür. 1960’larda, özellikle b irçok sosyal bilim ciyi de görüş ve yo rum ları ile yönlendirm iş ve kendisinin edebiyat eserleri ile kısmen ortaya koydu ğu görüşlerinin bilimsel açıklamalara ka vuşmasını sağlamıştır. Kemal Tahir de Osmanlı sisteminin si yasî yapısı ve üretim ilişkileri üzerinde durmuştur. Ancak Kemal Tarihtin tezleri diğer düşünürlerden oldukça farklı bir bakış açısı ile ortaya çıkm ış; OsmanlTyı Doğu-Batı çatışması tezi ile değerlendir m iştir. Yine B atı em peryalizm inin Osmanh’da ve dünyada nelere yol açtığına dikkat çekmiştir. Kemal Tahir’e göre, O s manlI devleti Batılı toplumlardan farklı b ir yönetim ve üretim b içim in e, evrim çizgisine sahiptir. Osmanlı Dogu’nun söz cüsü olarak tarihte yer almış, bu sözcülü ğünü yerine getiremez duruma düşünce Batıcılaşmaya başlamıştır.
ğu siyasal açıdan Doğu d espotizm ine, ekonom ik açıdan kapitalizm öncesi emtia üretim ine dayanmaktadır. Osm anlı top lum düzeni Doğu despotizminin en geliş miş örneğidir.17
Batı’dan aktarılan tezlere, kalıplara karşı geliştirdiği eleştirel yaklaşımı ile yeni eği timlere, sorulara, farklı özelliklere dikkat
Siyasal Türk düşün tarihinde etkin ol muş ve olmaya devam eden isimlerden birisi de Kemal Tahir’dir. Daha önce sö zünü ettiğimiz isimlerin Türk düşün tari
yalayarak çağdaş ilişk ilere k atılm anın mümkün olmadığı”13 yönündeki görüşle ri, 1960’h yıllarda çok etkili olmuştur. Batı
hi üzerindeki etkinliği zaman içerisinde
leri çeken Kemal Tahir’in “yabancı açıkla maları benimseyerek, hazır modelleri kop
aktarmacılığına karşı çıkışı, yerli çıkarları savunuşu ve Türk sosyalizmi konusundaki
243
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
düşünceleri ile siyasal düşün tarihimizin
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
O sm an lı İm p aratorlu ğ u k onu su nd a Cumhuriyet dönemi siyasal düşün hare ketleri için kaynak temin eden ve yorum larıyla bu hareketleri besleyen isimler ara sında Sabrı Ûlgener de bulunmaktadır. Ül-
anlayışı ile tek yönlü, ağırlıklı açıklama ların Ötesinde, zamanına göre daha yeni ve geçerli bir açıklama getirmiştir. Eko nom ik yaşamın sadece sayılardan ibaret olm adığını ve dinin ekonom i üzerinde etkili olduğunu ortaya koymuştur. Dola yısıyla Osmanlı ile Ban ekonom ik zihni yeti, sınıfsal yapısı, esnaf teşkilatlarının işlevleri, halkın, durumu ve dinin biçim lenişi arasında farklılıklar bulunduğunu
gener’in uzm anlık alanı genel iktisattır. Osmanlı tarihinin derinliklerine dalması ve oradan Osmanlı iktisadi zihniyetini et kileyen kültürel, dinsel ve psikolojik unsurlara nüfuz etmesi; Osmanlı toplumumın doğrudan görülmeyen, belgelere yan
göstermiştir, OsmanlI’nın ekonomik çözülmesiyle il gili olarak Ûlgener’in ortaya koyduğu ve rilerle, Mustafa Akdagirı ortaya koyduğu veriler benzerlik göstermektedir Ülgener Osmanlı toplumunu taşra ve merkez ol
sım ayan, sü b jek tif, zihinsel faktörlerin ekonom i üzerindeki etkisini ortaya koy
mak üzere genelde iki esas bloğa ayırır. Osmanlı için geliştirilen bu ayrım, Şerif
ması, LJlgener’i Önemli bilim insanları ara sına taşımıştır. Bir başka anlatımla Ülge ner, Osmanlı ekonomisine yön veren kül
Mardin'de merkez-çevre şeklindedir, Ûl gener’e göre Osmanlı Batılı anlamda fe odal değildir. Ancak taşranın değer ölçü
türel ve zihinsel kodlan ortaya koyarak si yasal düşün çevrelerinin en azından bir kısmına, geçmiş ekonomik ve sosyal yaşa mı etkileyen zihinsel, dinsel, kültürel ve psişik yanlan da hesaba katmak gerektiği gerçeğini gösterm iştir. Yine, Ülgerlerim düşün tarihimiz açısından bir başka özel liği, daha önce ele aldığımız düşünürlerin aksine siyasal çizgisini açıkça sağa sabitlemiş olmasıdır. Bu makalede, yer verdiği
leri feodal benzeri izler taşır. Eşraf, ayan ve tarikat kanşım ı yan feodal, yarı mistik bir yapı vardır. Merkezde ise alt ve üst
miz yazarlar genellikle devletçi bir ekono mi anlayışım savunurken Ülgener, belir gin bir anti-Marksist olarak, liberal iktisat
kültürel, dinsel ve zihinsel kodlan ortaya çıkarmaya çalışan isim Şerif Mardin’dir.
Önemli isimlerinden biri olan Kemal Ta hririn yerliliği, Osnıardı’yı, Türkiye’yi mer keze alan yaklaşımlan, 1960’lardan bugü ne hayli ilgi toplamış, taraftar bulmuştur.
244
Z
anlayışı içerisinde, ancak Keynesci anlayı şın gelişmelere göre zaman zaman ekono miye müdahale edilebileceği görüşüne ta hammül edebilecek bir çizgide olabilmiş ve gelecekle ilgili siyasal-toplumsal sistem
toplumsal tabakalarla birlikte oluşan bü rokratların taşıdığı iktidar katmanları bu lunmak tadı r.,J Sabri Ülgener in Osmanlı için ele aldığı konu başlıklarının en azından bir kısmım günümüz Türkiyesi’nde araştıran, ekono mik ve toplumsal davranışların altındaki
K ültürel ve dinsel kodlan esas alm alan açısından Sabri Ülgener ile Şerif Mardin’i birlikte değerlendirmek gerekir. Ülgener ile Mardin’in yakınlığı sadece ele aldıktan
arayışından uzak durmuştur.
konulann benzerliği ile de sınırlı değildir. Her iki bilim insanı da anti-MarksiSttir. Şerif Mardin bilim dünyasına Anglo-Sak-
G eçm işin karanlıkta kalan yanlarını, farklı kaynaklar ışığında, anlayışçı yakla
son ve yapısalcı bir yöntem anlayışı ile başlamasına rağmen, her iki bilim adamı
şım ile ortaya çıkarmaya çalışan Ûlgener, insanı ve insanı harekete geçiren zihinsel süreçleri anlamaya ve açıklamaya çalış m ıştır, Yine Ûlgener Türkiye'de din ve
nın bir başka ortak yönü, bilimde Weberyaıı-anlayışçı yaklaşımı benimsemiş olma larıdır, Mardin’in çalışmaları yapısal-işlev-
ekonom inin birbirini karşılıklı etkilediği
sel Amerikan sosyoloji anlayışının yanın da, Weberci anlayışı da kapsayan bir yak-
BAZI BİLİM İNSA NLA RININ T Ü R K İY E'D EK İ SİY A SA L DÜŞÜN TARİHİN E KA TKILA RI ÜZERİNE BİR D EN EM E
taşımla kaleme alınmıştır. Daha doğru bir ifade ile Mardin, A nglosakson ve yapısal cı bilim anlayışından W eberyan anlayışa doğru kaymıştır. Ancak Ülgener’in Türkçe yazması, onun etki alanını alabildiğince sınırlarken, Mardin’in metinlerini İngiliz ce yayınlaması onun etki alanını genişlet miştir. Diğer yandan, Şerif Mardin’in sos yoloji ile ilgili olarak yöneldiği çalışma alanları, Ü lgener’e göre çok daha geniş boyutludur. Onun çalışmaları Osmanlı ve Cumhuriyet donemi ile birlikte, din, ide oloji, merkez-çevre ve daha pek çok tarih sel, güncel, teorik ve pratik konuyu kap sam aktadır O nedenle, Mardin, yaptığı çalışm alar ve verdiği röportajlar ile son yılların siyasal düşün tarihi açısından en etkili isimlerinden biri haline gelmiştir. ŞeriF Mardin’in Türk düşünündeki yeri ve etkisi Mustafa Akdağ, Ömer Lütfı Bar kan, Niyazi Berkes gibi 1960’larda değil, 1980 sonrasında belirginleşmiştir. O yıl lar için antı-Marksist ve Anglo-Sakson bi lim anlayışına sahip birinin görüşleriyle, özellikle sol siyasal akımlar üzerinde etki
Başlangıçtan beri tarihsel çalışm alara ağırlık veren Şerif Mardin, Tanzimat dö n em i ( 1 8 3 9 - 1 8 7 8 ) ve so n ra sın ı T ü rk modernleşm esi kapsamında ele almıştır. Yeni Osmanlı düşüncesinin doğuşu ve İt tihatçılarla ilgili çalışm aları, bu hareket lerin başarı ve başarısızlıklanm, düşünsel yapılarını etkileyen faktörleri kapsamak tadır. Tanzimat dönemi uygulamalarıyla hukuk, yönetim, ekonomi ve eğitim alan larında ortaya çıkan oluşumları ayrmtılandırarak, tarihsel açıdan önemli bir ek sikliği gideren Mardin, OsmanlI'nın Batıcılaşma siyasî tercihiyle devletin ve top lumun hemen hemen her alanda gerçek leştirdiği değişimini ve dönüşümünü an latan, aktaran bir yazar olarak aydm çev releri etkilemiştir. Bu çalışmalarında, yeni ku ru m lann, yapıların oluşturulm ası ve bunlar aracılığı ile Batılı ideolojilerin ül keye girişini anlatmaktadır. Yeni Osm an lı lar ve ittihatçıların görüşlerinin bilin mesi, Batıcılaşma sürecinin evrimi konu sunda düşün çevrelerinin yeni değerlen
li olm ası zaten beklenilem ezd i. Ancak söylediğimiz özellikleri ile Şerif Mardin o
dirmelere ulaşmasına kaynaklık yapmış tır, Mardin, ilk dönem çalışmalarıyla Os manlI aydınının Batı’dan nasıl etkilendi
yıllarda da sosyal bilim çevreleri üzerinde
ğini, neler aldığını, bunu din, kültür, ide
etkilidir. Bu etkinin erken dönemde baş lamasının temel nedenlerinden biri, Ame
oloji bağlamında Osmanlı yapısı ile nasıl kardığını ve buradan neler yarattığını an lam a d en em eleri yapm ıştır. M ardin’in Türk modernleşmesinin tarihsel izini sü ren çalışmaları Batı tarafından da ilgiyle izlenm iştir. Türk aydmı Batılı yayuıları esas aldığından, Mardin’in çalışmaları, bu
rikan bilim anlayışının önde gelen temsil cisi olmasından kaynaklanmaktadır. Di ğer yandan, Şerif Mardin’in bilim anlayışı ve olayları değerlendirme biçim i, farklı dönemlerde farklı şekiller almıştır. Bu ya nı ile Mardin, 1960’lardan bugüne, Türk düşün tarihi açısından etkinliğini sürekli kılmıştır. Diğer isimlerin birçoğu bugün unutulurken, onun etkinliği artarak de vam etmiştir. 1960’lar düşünce ortamın daki etkisi ile 1980 sonrası etkisini karşı laştırarak Mardin hakkında fikir yürüt mek mümkündür. Din ve ideoloji konu
açıdan da aydın çevreler için birincil kay nak olmuştur. Ş erif M ardin O sm anlI’nın son d ö n e minde oluşan seçkinci ve Batıcı siyasal, hukuksal, ekonom ik vs. dönüşlerin nasıl gerçekleştiğini, Cum huriyet devrim leri ile modernleşme projesinin nasıl yol aldı ğını ve buna karşılık Anadolu’da, onun
sunda 1960’larda başlattığı teorik çalış maları, 1980 sonrasında reel alana doğru kaydıkça, Mardin’in çeşitli çevreler üze
deyimi ile çevrede, yerel önderler ve dinî liderlerin, cemaatlerin hangi koşullarda, nasıl ortaya çıktığım, bunların iç yapıları
rindeki etkinliği de artmıştır,
nın nasıl biçimlendiğini göstermeye çalış-
245
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
iniştir. O, dinsei cemaatlerin sistemle za man saman çatışan, zaman zaman da iş birliği yapan anlayışının hangi kaynaklar dan beslendiğini, dinsel örgütlerin nasıl biçim lendiğini, bunları çeşitli açılardan etkileyen kolektif belleğin nasıl oluştuğu nu ve nerelere kadar uzandığım göster meye çalışır. Din her koşulda yeniden yo rumlanmış, esnekliğini artırarak bireylere yeni olanak alanları açm ış tır.2C Bu bağ lamda M ardin, laiklik-din gerginliğinin dip dalgalarına ışık tutmaya çalışmıştır,
246
Mardin ve Herkes’in modemleşmeci sü reci farklı açılardan ele alan çalışmaları, çok bilinmeyen, kapalı kalan alanlara nü fuz etmek ve orada neler olduğunu anla ma çabası olarak da degerlendirılebilinir, Osmanb ve Cumhuriyet dönemlerindeki ikilemler, ileri/geri, laıkAınil-laık karşıt lıklar, resm î C um huriyet id eolojisin in görmezlikten geldiği noktalar ve bunun sonucunda ortaya çıkan durumlara dik kat çekilmiştir. Geleneksele ve yerele kar şı modemleşmeci Cumhuriyet projesiyle, tabanı ile yoğun olmayan çatışmaya daya lı bir yapının ipuçları bilimsel bir anlayış la ortaya konulmuştun Cumhuriyet halka egemen olmuş ama toplumun derinlikle rine inememiştir tezinden hareket ederek bunun nedenleri araştu tim ıştır.
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
arasında dinin algılanma biçim lerinden doğan gerginlikleri, dinin toplum ve siya sa) çevreler üzerindeki etkilerini, derinli ğine ortaya çıkarmayı dener, Onun çalışmaları kaba pozitivist ve düz ilerlem eci anlayışa karşı b ir tepkiyi de içermektedir. Mardin’in açıklamaları, ge leneksel, dinsel değer ve eylemlere büyük önem veren muhafazakâr bakış açısı için bu tür oluşumların meşrulaş tırılım sı açı sından, m odem ist aydın çevrelerin ezici üstünlüğü ve baskısı karşısında, önemli bir kaynaktır, Yine Mardin, din, siyaset* ekonom i ilişkisi, dinin toplum üzerindeki b a sk ıs ı, İsla m c ılık ve e tk ile ri, la ik lik , Cumhuriyet ideolojisi ve geleneksel de ğerlerin çatışması, sarmallaşması, çakışan ve ayrışan yanlan üzerinde durması ile de yeni çalışmalara önemli açılım lar sağla maktadır. Bu m akalede yer verilen isimler, O s manlI İmparatorluğu ve Türkiye Cundıuriyeti’nin tüm dönemlerine ilişkin değer lendirmelerde bulunmuşlardır. Ancak bazı isimler özellikle belli dönemler üzerinde yoğunlaşmışlardır. Bu bağlamda, Mustafa Akdağ ve Ömer Lütfi Barkan OsmanlInın klasik; Sabrı Ülgener "çözülm e”; Niyazi Berkes Baııcılaşnıa; Şerif Mardin ise Tanzi m at’tan y ık ılışın a kadarki dönem lerini
Şerif Mardin’in derinlemesine inceledi ği konular arasında din-toplum ilişkileri önemli bir yer tutmaktadır. Toplumu din
merkeze alan çalışmalar yapmışlardır. Ay rıca, başta Berkes ve Mardin olmak üzere
sel ö ğ e lerle b irlik te anlam aya çalışan Mardin, dinsel söylemin toplum ve birey üzerindeki etkilerinin boyutlarını an la
İm paratorluğu ve Türkiye C um huriyet i ’n in tü m d ö n e m le r in i o lu m lu veya olumsuz şekilde etkileyen iç ve dış tüm faktörlere eğilmişlerdir. Osmanh’yı feodal ve ATÜT olarak değerlendiren açıklamala ra kesinlikle itibar etmeyen tarihçiler ve
mayı denemektedir. "Halk İslâmî” üzerin de duran Mardin, halkın dinsel inançları nı “yumuşak ideoloji” şeklinde kullandı ğını öne sürmüştür. “Halk İslâmî” bazıla rına kısa yoldan çıkar ve halk önderliği kazandırm ıştır. M ardin, toplum un din konusunda neler hissettiğinin, neler dü şündüğünün, nerede ve nasıl yol aldığı nın ve nerede durduğunun haritasını çı karmaya çalışmıştır. Mardin, dinden kay naklı sorunlan, halk ile yönetim güçleri
bu bilim insanları ve düşünürler, Osmanlı
sosyologlar, onun kendine özgü bir sistem oluşturduğu konusunda ısrarcı olmuşlar dır. Toprak rejimi, ekonom ik ve sınıfsal yapı, mülkiyet ilişkileri, ekonomik aktiviteleri etkileyen zihniyet anlayışı, ekono m ik ve siyasal ilişkiler, ticaret yollarının değişmesi ve ekonom ik yapı üzerindeki etkisi, ekonomik çözülme, ekonomik çö
BAZI BİLİM İNSA NLA RININ T Ü R K İY E'D EK İ S İY A SA L DÜŞÜN TARİHİN E KA TKILA RI ÜZERİNE BİR D ENEM E
zül menin yarattığı kargaşa ve sistem deği şikliği; dinin, dinsel hareketlerin, ulema nın, tarikatların toplum üzerindeki etkile ri; klasik sistemin bozulması ile ortaya çı kan durum, yöneticilerin bu bozulmadaki yeri, askerin, köylünün, esnaf teşkilatları nın devletle ve toplumla ilişkileri, değişim süreçleri ve birbirlerine olan etkileri gibi konulan derinlemesine ele alaıı tarihçi ve sosyologlar; Osmanlı ve Cumhuriyet dö nemlerinde tartışılan gerici hareketler, la iklik, din, Batıcdaşma, çağdaşlaşma, mo dernleşme, Kemalizm, kalkınma, devletçi lik gibi kottular üzerindeki çalışmalarıyla siyasal düşün hareketlerinin teorik yakla şımları için sağlam kaynaklar oluşturmuş lar ve özellikle ekonomi merkezli yorum larıyla, oıılann görüşlerinin, biçimlenme sinde doğrudan veya dolaylı olarak etkili olmuşlardır. Osmanlı üzerinde yapılan bu çalışmalar resmi tezlerin ve bazı yargıların geçersiz liğini de ortaya koymuştur. Dinin-lslâmiyetin ekonom ik gelişmelere engel olma dığı, en inançlı Müslümanların bile uy gun koşullarda sayısız hilelere başvura rak, çeşitli dinsel içerikli yasaları (ribai) delerek aşırı oranlarda faiz alabildikleri kanıtlanmıştır. İslâm ülkelerinde kapita lizmin gelişm esini engelleyen din değil, sömürü, toplumsal koşullar, coğrafi yapı, uluslararası ilişkiler, sermaye yetersizliği gibi nedenler olarak belirlenmiştir. Bu ve riler de siyasal düşüncelerin OsmanlI’yla ilgili görüşlerini ve geleceğe yönelik çıka rımlarım biçimlendirmiştir. Yine Osmanlı ile ilgili olarak yapılan tüm çalışmalarda. Batı ile Osmanlı ve Türkiye’nin farklı bir ekonom ik zihniyete, gelişm e çizgisine, evrim sel sürece sahip old ü k ları kab u l edilmiştir, Doğu-Batı, Osmanlı-Baiı farkı tüm bilim ve düşün insanlarında açık ya
Cumhuriyet arasında bir devamlılığın ol duğu kabul edilip toplumsal kökler ara nırken, diğer yandan Batı ile bütünleşme nin, onun siyasetinin bir parçası olmanın hesapları yapılmıştır. Bu anlayışların orta ya çıkardığı temel zaaf, topluma uygun teoriler kurmayı denemek yerine, toplu ma ve toplum tarihine ait bilgileri, kabul edilen paradigmalara yerleştirmek olmuş tun Bu da topluma ve tarihe ait olan pek çok özelliğin allanm asına, görmezlikten gelinmesine, yaniış sonuçlar çıkarılması na neden olmuştun Ömer Lütfi Barkan, Şerif Mardin, Niya zi Berkes gibi isimlerin Türk düşünü açı sından kaynak oluşturmalarım etkileyen nedenler arasında; Şerif Mardin başta ol mak üzere, çalışmalarının bir kısmını Batı dillerinden biriyle kaleme almış olmaları da bulunmaktadır. Günümüzde kullanı lan Batı dillerinden biriyle yazılmış ve Batı’da yayınlanmış çalışmalar, Batılı çevre ler tarafından özellikle önemsenmiş, tak dir edilmiş ve kullanrlmışttr. Diğer yan dan, bu yazıda yer alan İsimlerin bir kıs mı, Batı düşüncesinden, Balı bilim anlayı şından ve B a tid a gelişen sosyal bilim ekollerinden yoğun şekilde etkilenm iş, onların yöntemlerini, teorilerini çalışma larında doğrudan kullanmışlar; Annales Okulu, Alman tarihçi okulu, Marksist ve Weberci düşünürler, İslâm sosyalizmi ile R. Garaudy, Doğu despotizmi ile K. W ittfogel, İslâm kapitalizmi ile M, Rodinson tarihçi ve sosyologlarımız üzerinde etkili olmuşlardır. G enel b ir değerlendirm e ile yazım ızı bitirirken şu saptamayı yapmakta yarar bulunmaktadır. Her dönem Batı etkisinde kalan Türk düşünü, 1960'lı yıllarda yaka ladığı canlılığım daha sonraki dönemler de yitirmiş ve çeviri ağırlıklı bir anlayışın
da kapalı, belli veya belirsiz var olmuştur. Diğer yandan bu verileri kutlanan siyasal düşün hareketlerinin geleceğe yönelik he
etkisi altına girmiştir. Böyle bir yönelim doğal olarak Türkiye'de oluşmakta olan
defleri, hep Batıcılaşmak şeklinde formü le e d ilm iştir. B ir yand an O sm an lı ile
muş; Kurtuluş Kayalı’nm da belirttiği gi bi, günümüzde “tercüme bolluğu yanında
düşün geleneğinin gerilemesine neden ol
247
D
O
N
E
M
L
E
R
V
E
telif metinlerin bile düpedüz tercüme ol ması düşünce dünyamızın zaafı” olarak ortaya çıkmıştır.21 Bu gerilemenin birçok nedeni bulunm aktadır. Bunlar arasında üç faktörün etkisi göz ardı edilemez. Bu faktörlerden birincisi, sürekli arayış içeri sinde olan, okuyan, düşünen gençliğin
Z
H
N
i
Y
E
T
L
E
R
tığı taham m ülsüzlüktür. İk in ci neden, düşünceyi m ahkum , kitabı suç unsuru olarak kabul edip yasaklayan, cezalandı ran, faşist n ite lik li askeri darbelerdir. Üçüncü temel neden ise, 12 Eylül askeri
1970’lerde hızlı bir şekilde silahlı müca
darbesinin destek ve kalkılan ile Türki ye’de de etkin olan neo-liberal ekonomik ve siyası politikaların ortaya çıkardığı yal
deleye doğru kaymış olması ve bunun ge tirdiği keskin kamplaşmaların, ayrışmala
nızlaşmış, güç süzl eşmiş, anti-sosyal, antıpoliıik, boyun eğici, hazcı ve tüketici bi
rın düşünce farklılıkları karşısında yol aç
rey tipinin yaratılmasıdır.
□
DİPNOTLAR
2 48 1
Doğan Avcıoğlu, Türkiye'nin Düzeni, Birinci Kitap, Tekin Yayınları, İstanbul, 1987, s. 221
2
Ergun Aydıncığı u, Türk Solu (1960-1971): Eleş tirel Bir Tarih Denemesi, Belge Yayınları, 1992,
10 Ömer Lütfi Barkan, Türkiye'de Toprak Mesele si, Gözlem Y a y ın la n , İstanbul, 1980, s. 852-881. 11 A.g.e„ s. 851-8S2.
S. 15-16.
12 A.g.e., s. B52.
3
Kurtuluş Kayalı, Türk Düşünce Dünyasının Bu nalımı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000, s. 76.
13 Ag.e-, s. 372.
4
Mustafa Akdağ, Türkiye'nin İktisadi ve içtimai Tarihi, cilt 1, 1243-1453, 3. baskı. Tekin Yayı nevi, İstanbul, 1979, s. 5.
15 Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma, Doğu-Batı Yayınları, İstanbul, 1978, s. 22 ve Teokrasi ve Laiklik, Adam Yayınları, İstanbul, 1984, s. 85.
5
Mustafa Akdağ, Türkiye'nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, cilt 2, 1453-1559, 2. baskı. Tekin Yayı nevi, İstanbul, 1979, s. 6.
16 Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma, s, 25-26 ve 35.
14 Çakır, a.g.m. s. 56.
17 İsmail Coşkun, “ Niyazi Berkes Üzerine", Sosyoloji Dergisi, 3- dizi - 2. sayı, İstanbul, 1991, s. 78.
6
Akdağ, Türkiye'nin iktisadi ve içtimai Tarihi, cilt 1,s. 9-10.
7
Akdağ, Türkiye'nin iktisadi ve içtimai Tarifi/, cilt 2. s. 69.
18 Baykan Sezer, "Kemal Tabir Üzerine", Kemal Ta/ıir'ın 30. Ölüm Yıldönümü Anısına, Sosyolo ji Yıllığı-Kitap 10, Kızrlelma Yayınları, İstanbul, 2003, s. 25.
8
Akdağ, Türkiye'nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, cilt 1, s. 432-433.
19 Ahmet Özkiraz, Saöri F . Ülgener'de Zihniyet Analizi, A Yayınları, Ankara, 2000, s. 23,
9
Coşkun Çakır, "'D evletin Tarihinden Toplu mun Tarihine1 Yeni Bir Tarih Paradigması ve Ömer Lütfi Barkan", Doğu San Dergisi, sayı 12, Ağustos-Ekim 2000, s, 44.
20 Olivier Abel vd Avrupa'da Etik, Din ve Laiklik, Çevirenler: Sosi Dolanoğlu-Serra Yılmaz, Metis Yayınlan, İstanbul, 1994, s. 8-14. 21 Kayalı, Türk Düşünce Dünyasının Bunalımı, s. 10.
“İttihatçılık” M. Ş Ü K R Ü
HANİOĞLU
249 uruluşu 1 8 8 9 yılm a kadar geri götürü leb ilen O s man İt İttihat ve
K
Terakki C em iyeti 1 9 0 5 yılında
geçirdiği yeniden düzenleme ve ideolojik yapılanma sonrasında kendi kullandığı deyimle “icraatçı” bir örgüt haline dönüş müş, temel hedefini ise ihtilal düzenle mek olarak belirlemişti. Bir anlamda söz konusu yeniden örgütlenme eskisiyle sa dece isim benzerliği taşryan bir cemiyet doğurmuş (örgüt yeni adı olarak Osmanlı Terakki ve İttihat Cem iyeti nam ım b e nimsemiş ve bu unvanı 1908 İhtilalin in ilk günlerine kadar kullanmış, daha sonra ise yeniden Osm anlı İttihat ve Terakki Cemiyeti adı istimal olunmuştu) ve Daşnaktsutyun (Erm eni İhtilalci Federasyo nu) ve VMORO (Vnatre_na makedonskoodrinska revolucionema organizacija-Da hilî Makedonya-Edirne İhtilalci Teşkilatı) örgütlerini model alan bir yapılanma or taya çıkm ıştı.' Bu nedenle “İttihatçılık" olarak tavsif edilmesi mümkün bir zihni yetten bahsederken bunun 1905 öncesi entelektüel yanı ağır basan İttihat ve Te rakki hareketini kapsam amasının gerekli
çılıgı bu fikri gizli bir örgütün düşünsel arka planı olarak benimseyen, içselleşti ren kişilerce yani nispeten dar bir kadro tarafından savunulan b ir zihniyetti. Ce miyet ihtilal öncesinde mevcut 83 şube ve hücresini iki yıldan az bir süre içinde 360'a ve takriben 2 ,2 5 0 olan üye sayısını aynı sürede 8 5 0 .0 0 0 ’e çıkarttığında bir kitle örgütü haline gelmişti.2 Bu yeni dö nemde Cemiyet devlet ile toplum arasın da iletişim i sağlayan tarikatlar, yerel ha nedanlar ve eşraf benzeri geleneksel yapı ların yerini alm ıştı ve herkes bu Cemiyet'e üye olmaya çalışıyordu. Mesela Mu sul’da her ikisi de bölgenin ileri gelenle rince kurulan iki ayrı tttihat ve Terakki Cemiyeti şubesi ortaya çıkmış ve merkez tarafından tanınm ayı talep etm işlerd i,3 Cemiyet bu inanılm az genişlemeye rağ men merkeziyetçiliğini sürdürmeye m u vaffak olabilmiş, müteakkiben diğer par tilerin kurulması, istifalar, m erkezin ka rarlarına itiraz eden yerel örgütlerin fes hedilmesi ve yeniden yapılandırılmaları sonrasında üye sayısının azalmasına kar şın “İttihatçılık”] içselleştiren bir kadroy
Pek tabii 1905 sonrası gelişen bir zihni
la çalışma imkânı bulmuştu. Ancak yine de 1908 öncesi ve sonrası “ittihatçılık"fa rı arasında, zihniyet devamlılığının yanı
yetten bahsederken, 1908 İhtilali sonra
sıra, tıpkı 1917 öncesi ve sonrası Bolşe-
sında yaşanan büyük dönüşümün altı çi
vikleri ar asında kin e benzer ciddi farklı lıkların bulunduğunu belirtmek eerekir.
olduğunu vurgulamak gerekir.
zilmelidir. 10 Temmuz öncesinin Ittihat-
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
1905 sonrası ortaya çıkan zihniyetin en önemli özelliği otoriıerliği ve bireyin, bi rey olarak değil ancak toplum içinde var olabileceğini savunm asıydı. İttih a tçılık d em okratik örgütlenm e ve karar alma m ekan izm aların ı reddeden, bunun da ötesinde sakıncalı gören bir zihniyetti. Bu zihniyet en veciz ifadesini Ziya Gökalp’in “G özlerim i kaparım/Vazifemi yaparım/ B e n im h a k k ım , m e n fa a tim , arzu m yok/Vazifenı var, başka şeye lüzum yok’'71
250
dizelerinde bulan bir bireyi temel alm ak taydı. Bu tür “vazife ve mes’u liy e ile r’le belirlenen insan ilişkilerinin temel alındı ğı to p lu m m o d e li M iz a n c ı M urad Bey’den5 Ahmet Rıza Bey’e6 kadar tüm es ki İttihatçı liderler tarafından savunul muştu ve belki de jö n Türk entelektüel birikim inin 1905 sonrasına yansıyan en önemli tezlerinden birisi olmuştu. Bu te zin Jö n Türk entelektüel harekelini de
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
sı çabasının önde gelen ürünlerinden bi risiydi. Daha önceki dönemlerde Ahmet Rıza Bey’in apartm an dairesini m erkez olarak kullanan cemiyet, yemden örgüt lenme sonrasında, Paris'te bir daire kira layarak kurumsallaşma alanında önemli bir adım atmıştı. Bahaeddin Şakır Bey’in ifadesiyle “m illetin istikbâli içün en bü yük medarı iftiharı olmak istidadını hâiz bir cem iyetin idarehanesi'’7 bu nedenle gösterişli olmak zorundaydı. Dolayısıyla Jö n Türk hareketinin başından beri göz lemlenen bir niteliği olan ve Ahmet Rıza Bey, Mizancı Mehrned Murad Bey, Damad Mahmud Paşa ve Sabahaddin Bey benzeri şahsiyetler etrafında oluşan liderlik oli garşisi ve kültleri 1905 örgütlenmesinden sonra tedricen ortadan kalkmış ve yerleri
rinden etkileyen pozitivizm ve tesanütçülük (solidarite) ile de tam bir uyum için de olduğunu belirtmek gerekir. 1905 ye
ne bir kurumsal kült geçmişti. İttih a tç ılık o la ra k ta n ım la n a b ilece k otoriter zihniyetin bir diğer önemli özelli ği her şeyin üzerinde olduğu kabul edilen bu kurumsal külte adeta tapı mİ maşıydı. 1905 yeniden örgütlenm esinin m im arı
niden düzenlemesinin en önem li netice lerinden birisi “vazife ve mes’uliyet"in ne olduğunu bireylere bildirme ve bu alanda
Dr. Bahaeddin Şakir Bey’in yardımcısı Dr. Nâzım Bey, Harb-i Umumi sırasında itti hat ve Terakki liderleriyle mülakatlar ya
devlet ile toplum arasında gerekli irtibatı sağlama iddialarıyla ortaya çıkan bir Ör
pan bir Alman gazeteciye cem iyetin şa hısların arzularıyla değil ilkeler çerçeve sinde idare edildiğim ve önde gelen düs
gütün doğmasıydı. 1905 sonrasında kül lerinden yaratılan bu örgütün söz konusu alandaki mutlak tekel ve otoritesine yö nelik sarsılmaz bağlılık, bir anlamda, itti hatçılık için bir sine tjua non idi. Dr. Bahaeddin Sakır tarafından gerçek leştirilen bu yeni düzenlemenin önde ge len amaçlarından birisi de Daşnaktsutyun ve VMORO gibi örgütlerdekine benzer bir kurumsal kült yaratılmasıydı. Cem i yetin icraatç ılığına işaret eden patlama halinde iki topu, değişik silahlan, Kanuni Esasi üzerine doğan güneşi, adalet tartı şım , Transız ihtilali, sloganları olan “Hür riyet, Müsavat, Uhuvvet”e eklenen “Ada let" şiarım ve Osmanlı anasırı arasındaki uyumu simgeleyen bir el sıkışmayı yansı tan yeni arması böylesi bir kült yaratılma
turlarının onun şahıslarla kaim olmama sının temini olduğunu iletmişti. Örgüt bir kurum sal yapı olarak varlığını sürdür mekte ve “hiçbir şahıs kültüne müsaade etmemekteydi (gestüttef h ein en P erson en kulfns)”.8 Bu şiddetli arzunun Sultan II. AbdülhamiL etrafında oluşturulan şahıs kültünü yıkma arzusu kadar, on doku zuncu asrın ik in ci y an sın d an itibaren yaygınlaşan “da’v a” am açlı örgütlenm e m odellerine duyulan hayranlık ve Jö n Türk düşüncesini derinden etkilediğini yukarıda zikrettiğimiz lesanütçülük fik rinden kaynaklandığını belirtmek gerekir. Leon Bourgeois’mn biyoorganisist temel lere bağlayarak “bilimsel” esaslara oturt tuğu lesanütçülük fikri Osmanlı/Türk en-
I_______ I ______ T
I
H
A
T
Ç
I
K
251 İttihat ve T erakki sa d ece d ev leti koru yan d eğ il ayn ı zam a n d a m ü stakbel u lusdevtetin kuruluşuna d a fik r e n k a tk ıd a bulunan b ir g elen eğ i tem sil eder. T arihse /etk isi fi z ik î varlığından d a h a uzun b ir sü re devam etm iştir.
ıdektuollerim derinden etkilemiştir. Iesanütçülük, bireyin "sorumluluğu” tenteli ııe dayandığı için kem geleneksel Osmaıılı değerleriyle kolaylıkla bagdaşıırılabiliyor hem de savunduğu dayanışmacı, sınıl çatışm ası benzeri sorunlardan arınm ış toplumsal örgütlenme modeli İttihatçılığa uygun dıışuyordu. N itekim benzeri ııe denlerle Ü lkü hareketi İd50larda Bourgeois’nın fikirlerinden mülhem bir "Kema list tesanutçuluk'’ yaratmaya çalışmıştı. İttihat ve Terakki erkânının örgüt etra fında yarattıkları kurumsal kültü “cem i yet-) mukaddese” ve ~ruh-i devlet” ben zeri kavramsallaştırmalarla ve yanılmazlık gibi insanüstü kutsal niteliklerle do natmaları ilginçtir. Cemiyet ihtilal önce sinde m istisizm i çağrıştıran bir gizlilik çerçevesinde yurt içinde m erkez-i umu misinin bulunduğu şehri dahi gizli tutu yordu. Yoğun sem bol kullanım ı ve kıı ıum sal kült kutsanma ile gerçekleştirilen katılım m erasim leri, yemin törenleriyle gü çlen d irilen bu m istik yapı cem iyete
ciddi anlamda güç kazandırıyordu. Nite kim ihtilal sonrasında yapılan ilk kongre ile gizli biçimde toplanmıştı. Ama Cemi yet daha sonra bu tiır bir gizliliği yeni re jim altında sürdürme imkânı bulamadı ğından ontı bir kenara bırakma kararı al dı. Buna rağmen kurumsal kilit \e “her şeyi düşünen, her yerde mevcut” bir ör gütün varlığı fikri bilhassa 1908-1918 dö neminde güçlendirildi. 1926 yargılamala rınd a b ile aslın d a san ık san d aly esin e oturtulanın şahıslardan ziyade bir örgüt kullu olması, ittihatçılığın bu alanda ne kadar başarılı oldugununun ilg in ç bir göstergesidir. Bolşevik Pariısi etrafında bilhassa 1917 sonrasında oluşan “parti kültü' ne benzeyen bu kurumsal yapı, her konuda görüşü olan, toplumun her kade mesini kapsayan bir “Cemiyetli ve onun yanılmazlığını vurguluyordu. Bu kurum sal külte tapınm a derecesind e baglanmaksızm İttihatçı olabilmek ise mümkün değildi. Bu açıdan bakıldığında İttihat ve Terakki. Osmanlı tarihinde o döneme ka-
d
ö
n
e
m
l
e
r
V
£
dar yaratılmamış bir kurumsal kült inşa sına muvaffak olmuştu. Bir kıyaslama ya pılırsa on dokuzuncu asrın ikinci yarısın da örgütlü m uhalefet oluşturma gayreti içine giren Yeni Osmanlılar Cemiyeti bu alanda fazla başarılı olamamış ve liderle rin gölgesi altında kalm ışa. İttihatçılığın kıyaslanabileceği tek anlamlı “kült" Tan zim at sonrasınd a yaratılan “B âb-ı Â li” kültüydü; ancak rasyonel bürokrasi yarat maya, bunu diğer toplumsal yapdanmala-
252
rın önüne geçirmeye çalışan bu tapı İtti hatçılığın sahip olduğu pek çok hususi yetten yoksundu. Erken Cumhuriyet dö nemi tek partisi CHF/F de lider küllü göl gesinde kalmış ve kurumsal kült oluştur ma alanında ittihat ve Terakki'nin çok ge risinde kalmıştır. ittih a tçılık aym zamanda b öy lesi bir kurumsal külte sahip örgütçe savunulan bir “da’va" fikri ve bu uğurda fedakârlık icrası temeline dayanıyordu. Bu nedenle tttihat ve Terakki Cemiyeti’ne mensubiyet herhangi bir cemiyet ya da siyasi partiye üyelikle karşılaştırılması oldukça zor bir aidiyetti. Nitekim Cemiyet’in 1908 yılın da yayımladığı T eşk ilâ t-ı Dahiliye N izâm n âm esi üyelerin hepsinin “icabı halinde Cemiyet’in maksad-ı mukaddesesi uğrun
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
yanm adığını iddia etm ek m ümkündür. Ama bu yaklaşım İttihatçılığın dayandığı temellerden birisi olan “muhafazakâr icraatçıhk" olarak tavsifi mümkün bir ide olojik posizyonun ürünüydü. Başka bir deyişle ittihat ve Terakki bizzat kendi ifa desiyle “icraatçı” bİT örgüt olmak ve hu susi fedai şubelerine malik olmakla bir likte değişimi arzulayan bir ideolojiyi sa vunm uyor, tam tersine, staius ıjuo’nun muhafazasını amaçlıyordu. İttihatçılığın en büyük zaferi olan 1908 İhtilali aslında statu s tjuo’nun temel ilkelerinin devamını arzulayan, II. Abdülhamit rejim inin bu düzenin sürm esini sağlam akta yetersiz kaldığı için değiştirilmesini arzu eden ve “muhafazakâr eylem cilik" olarak tavsif edilmesi mümkün bir fikri arka plana sa hipti. Diğer bir deyişle Daşnaktsutyun ile V M O RO ’nun örgüt nizam nam elerinden uyarlanarak kurulan fedai teşkilatı, ken dilerine istedikleri kimseler hakkında ve recekleri “vatana ihanet” hüküm leriyle infaz g erçek leştirm e h akkı bahşed ilen mahalli kom iteleriyle icraatçı b ir nitelik kazanan ittihat ve Terakki bu eylemciliği
da feda-yı hayata m ecbur” olduğunu be lirtiyordu (madde 4 8 ).9 Cemiyet fedaile
gerçek anlamda ihtilalcilik değil “impara torluk kurtarıcılığı” ideolojik zemininde yapıyordu. N itekim Osmanlı Muhalifin Fırkaları tarafından 1907 Aralık’ında top lanan kongTe öncesinde Daşnaktsutyun
rinden Mülâzım-ı Sânı Hamdı B ey in ihti lal sırasında “vatatı ve milletin istihsâl-i hürriyeti emrinde hiçbir hidmeı ibrazına muvaffak olamamasından mütevellid ye’s
toplantıda kabul edilecek kararlardan biri olarak “asker verm em ek”i önerdiğinde Cemiyet liderleri ülkenin etrafının düş manlarla çevrili olduğunu belirtip, O s
saikasıyla" intihar etmesi bu aidiyet ve fe dakârlık fikrinin ne derece derinlere inebildiğinin ilginç misallerinden birisidir.10 İttihatçılığın “da’va"sının basit bir rejim değişikliği olduğunu zannedenler, 1908 ihtilali sonrasında oldukça şaşırmışlardı, tttihatçdık “vatan kurtarıcılığı" kavramını
manlI ordusunun her zamankinden daha kuvvetli olmasının zorunlu bulunduğunu söylerek bu öneriyi tartışmayı dahi red
ve bunun yorumunu tekeline alıyor ve bu alanda siyaset üretecek tek kurum olma hususiyetinden en ufak bir lavız vermeyi reddediyordu, ilk bakışta bu tür bir yak laşım ın anlamlı bir ideolojik temele da
detmişlerdi.15 Benzer bir şekilde aynı top lantıdaki Daşnaktsutyun kanlım cılanm n dile getirdikleri yeteri kadar ihtilalci ol mama eleştirisin e Sami Paşazade Sezaî Bey, 1871 Paris Kom ünü’nü kastederek “ne yapalım biz kızıl olamayız” cevabını vermişti.12 Bir zihniyet olarak ittihatçılık, Daşnaktsutyun ya da VMORO tarafından benimsenenlere benzer radikal program
T
T
İ
H
A
T
Ç
I
L
I
K
ları savu nm aktan ziyade U atu s (fuo’yu temsil ediyor ve muhafazakâr bir eylem cilik temeline dayanıyordu. Bu açıdan İt
m işti.14 Halk bu anlamda b ir meşruiyet kaynağı olabiliyordu; ama ittihatçılar Le B o n ’dan m ü lhem b ir tezle h a lk , hatta
tihatçılık günümüz Türkiyesi’nde kendi sini ulusalcı olarak tavsif eden ve değişi mi önlem eyi hedefleyen bir eylem ciliği
tem sil ku ram larının toplum sal m ühen dislik çab alan önünde engel oldugnnu düşünüyorlardı, ittihatçılığa göre bu ku
savunan düşünce hareketi ile ciddi ben zerlikler taşır. Dolayısıyla 1908 ihtilali de bütün ihti lalleri sona erdirecek bir ihtilal yaparak
rumlar ancak Cemiyet’in yol göstericiliği ni benimsedikleri taktirde değer kazana biliyor, aksi takdirde “dahi" sosyologun
mevcut ştu tuş tjuo'nun değişmesini önle meyi amaçlayan bir eylem niteliği taşıyor du. ittihatçılık siyasî rejimin yenilenmesini liberal fikirler çerçevesinde, parlamentarist saiklerle değil bu rejimin sadece bir ayrın tısı olduğu stat us ıpıo’nun, yani “tenıami-i
şık k itle" olarak mahkum ediliyorlardı. İttihatçılığın günümüz Türkiyesi’nde en fazla hissedilen etkisi herhalde bu seçkinci tiktir.
mülkiyet” in, korunması için istiyordu. Bu nedenle de stcaus tjuo’nun devamının tehli keye girdiğim düşündüğünde eski rejimin baskıcılığım aratmayacak siyasetler uygu lanmasında, kavânin-i muvakkate ile mec lisin tamamen devre dışı bırakılmasında
belirttiği gibi bir “türdeş olmayan, karma
1908 thulali sonrasında liberal parlam en ter b ir düzene g eçileceğ in i um an çevreler büyük hayal kırıklığına uğramış lardı ama 1905 sonundan itibaren ittihat ve Terraki’nin on beş yılı aşkın bir sûre dir Jö n Türk çevrelerinde etkili olan en telektüel tartışm aları bir kenara bıraka
bir sakınca görülmüyordu. Enver Paşaya atfedilen “yok kanun, yap kanun”13 ifadesi
rak Türk unsurunun hâkim m illet rolü oynayacağı bir O sm anlıcılık, anıieınpervalizm, T ü rk olmayan Osm an İr anasırı
bu anlayışın veciz bir biçimde dile getiril
nın ayrılıkçılık olarak yorumlanan hare
mesidir. Bir “da’va” örgütlenmesi olarak İt tihat ve Terakki nazarında açılmasını te
ketlerine engel olm a ve im paratorluğu muhafaza temellerine dayanan, s tu (us qu o
min için ihtilal yaptığı meclis ya da huku
taraftan yeni bir ideolojiye yöneldiğini bilenler açısından yeni gelişmeler hiç de şaşırtıcı olm am ıştı. Bu tarihten itibaren
ka dayalı idare gereğinde bütünüyle bir ke nara bırakılabilecek detaylar olmaktan öte anlam taşımıyorlardı.
Ahmet Rıza Bey gibi pozitivizmi Osmanlı
Kâğıt üzerinde hizmet ettiği, söylemiy le kutsandığı halk da İttihatçı zihniyet ta ra fın d a n g ereğ in d e da’v a n ın b a şa rıs ı
resmî ideolojisi haline getirme hayalleri kuran entelektüeller gitgide arka planda kalırken, Dr. Bahaeddin $akir, Dr. Nâzım,
Önünde bir engel olarak görülebiliyordu. İttihatçılık dönemin tüm entelektüel ha reketleri gibi Gusiave Le Bon ve onun
M ehm ed Talât, Ö m er N aci B eyler gibi k om itecilik vasıflan ağır basan liderler
kitle psikolojisi tezlerinden derin biçimde etkilenmişti ve “halka rağmen halkçı” ol
yorumlarından kendisinin bu kimselerin entelektüel kapasitelerini sınırlı bulduğu
m anın gerekli olduğunu savunuyordu. Meb’usan çoğunluğunu arkasına alarak “halk” adına konuşmak ittihat ve Terak
ve onları küçümsediği anlaşılmaktadır,15 Ama bu kimselerin siyasî koşulları kendi lerini beğenmeyen entelektüellerden çok daha iyi anladıkları şüphesizdir. Unutul maması gerekir ki, bir zihniyet olarak İt tihatçılık önde gelen entelektüeller tara fından değil yukanda zikrettiğimiz kom i te örgütleyiciieri tarafından belirleniyor-
k iy e ciddi bir üstünlük kazandırıyordu. Nitekim Bâb-ı Âlî baskım sırasında Enver Bey, Kâmil Paşa’nm askerin arzusu çerçe vesinde istifa ettiğini ifade eden m ektu buna “ahali” kelimesini bu nedenle eklet-
ön plana çıkmışlardı. Ahmet Rıza B eyin
253
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
du, Bu onun bir hayli sığ, eklektik, za man. zaman da çelişk ilerle dolu olması sonucunu doğuruyor ama aynı zamanda geniş toplum katm anlarına ulaşm asını kolaylaştırıyordu. N itekim bu ideolojik yaklaşım im paratorluktan ulus-d evle t e geçişin gerektirdiği ufak rötuşlar dışında Cumhuriyet resmî ideolojisinin de zemi nini hazırlıyordu. Bu gibi liderlerin elinde pragmatizmi şiar edinen ittihat ve Terakki temel amacı olan imparatorluk kurtarıcılığını gerçek
254
leştirmek için değişik siyasetleri uygula makta bir sakınca görmüyordu. Tekrar et mek gerekirse bunlar İttihatçılık merdin
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
lık sembolleri olarak yüceltilmeleri bir zi h in karışıklığınd an ziyade esas amaca, da’vaya atfedilen ehemmiyetten kaynakla nıyordu, Benzer şekilde Alm an T arihçi Okulu hayranlarıyla iktisadi liberalizmin müdafii M ehmed Cavıd Bey’in aynı za manda ateşli İttihatçılar olabilmesi ya da materyalist, bilimci (sdentistj doktorlarla Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendinin aynı örgüt çatısı altında faaliyet göstermeleri ilk bakışta tuhaf gözükebilir; ama nihai tahlilde başka pek çok siyasî kuruluş için imkânsız olan bu tür beraberlikler İttihat ve Terakki tarafından olağan bulunabili yordu. Katı bir ideolojik kontrol yerine
lerin ideolojik eğilimleri olmadığı anlamı
kurumsal kültü her şeyin üstünde tutma ve örgütün her türlü kararım benimseme gibi oldukça esnek belirleyicilere uygun
na gelm ez; ama bu tercih ler kurum sal kült tarafından “vatanın menafaati için en gerekli” kararların alınm ası aşamasında
davranLİdığı takdirde İttihatçı kabul edil mek için bir sorun bulunmuyordu, ittihat ve Terakki zannedilenin tersine bu alanda
bir kenara bırakılabiyordu. Mesela Cemi yet, 1909’da Katıun-i Esasi’yi tslâmileştirecek değişiklikler yapılmasına onay ve
katı, dogmatik bir ideolojik denetim kur manın oldukça anlamsız olduğunu düşü
de birer “siyaset" olma ötesinde bir değer taşımıyorlardı. Bu pek tabii İttihatçı lider
rirken, aynı yıl Nizamî mahkemelerde ila ma rabt edilen şahsi hukuk davalarının
nüyordu, Ancak ittihatçılığın devamı için bireyler Cemiyet’in siyaset değişiklikleri ni tartışmaksızın benimsemek zorunday
Şer’î Mahkemelerde rü’yetini yasaklayan bir kanun çıkartıyor; bir yandan gayri müslimlere hakaret edenleri şiddetle ce zalandırırken16 öte yandan Zeydî İmam Yahya H anıideddin'e g izlice Yem en’in d ağlık k ısm ın d ak i Y ahud ileri M edine
dılar. Bunu yapmayanların ise dışlanmak tan kurtulm aları m üm kün olam ıyordu. Cumhuriyetin de K ad ro hareketine göste
Paktı çerçevesinde idare yetkisi bahşedi yor,17 her şeyin ötesinde Türkçü, İttihad-ı İslamcı ve Osmanlıcı siyasetlerin hepsine aynı zamanda destek verebiliyordu. Bunu
luk kalmaması ve ulus-devlet inşası mis yonu Cumhuriyete b ir dizi siyaseti daha katı biçimde uygulama imkânı veriyordu.
b ir id eo lo jik zaafiyet olarak nitelem ek m üm kün olduğu gibi tem el am acı elde etmeye yönelik anlamlı bir pragmatizm olarak görmek de mümkündür.
rilen tepkide şekillendiği gibi katı bir ide olojiye aidiyeti arzulam am ası ilginçtir. Ancak ortada kurtarılacak bir imparator
Bu açıdan bakıldığında İttihatçılık hem kapsayıçı hem de dışlayıcı olabiliyordu. Kurum sal kültün kutsallığını, da’vanın önemini, bu alanda her türlü fedakârlığın
Bütün bunlar Cemiyet için, nihai tahlil de, “v a ta n ın k u r ta rılm a s ı” ve “status
göze alınmasını benimseyen herkes İtti hatçı olabiliyor ya da en azından Cemiyet tarafından muhatap alınabiliyordu. Mese
(fuo’nun korunması” amaçlı siyasederden başka bir şey değildi. Enver Paşa’nın hem
la Cemiyet kendi “Osmanlılık" tanımım kabul ettiği sürece Bedros Hallaeyan ya
Türkçü hem de pan-IslSmist olması, Nicolae Constamin Batzarıa ve Fılıp Mişea
da Şekib Arslan ile beraber çalışm akta,
Efendilerin Cemiyet tarafından Osmanlı
sın d a n yerel liderlerle yapılan pazarlık-
N akibzâde Talih Bey’i Arap Yarım ada
T
T
I________ H
A
7
Ç
I
L
i
ö/
konusu çe rçe ve n in
devletle aranmasına yönelik eğilim ler bu
tüm zam anlan etkileyen, sürecin hiçbir
guıı bile geçerliliğini sürdürmekle. Buna
anında ortadan kalkm ayan ve belirli ara
göre toplum un referans alm ası gereken
lıklarla kendini yeniden üreterek hâkim
"merkez" kendi içinde değil, ancak dev
kılan tem el b ir n iteliğ e dönüştüğü de
lette bulunabilir. Ö te yandan toplum un
açıktır. Böylesine köklü bir yapının anla
çoğul yereliiklure dayanan vapısı nede
şıiması ve tanım lanm ası ise tarihsel süre
niyle, devlet yönetim inin merkeziyetçi bir
ci sosyolojik ve siyasî olarak aşan, diğer
anlayışla yürütülmesi gerekecektir. Böyle
bir deyişle çok daha yavaş değişen bir
ce kendini yerelde tanım layan her grup,
unsurla, yani zihniyet k avu n u yla münı
toplumun diğer kesim lerini muhatap ah
kün görülm ektedir.’
maklansa, yüzyıllar içinde devlete müra-
O T O R I T t- R
D Ü Z E N L F M f -
7 I H N I Y E T I
O L A R A K
A N A Y A S A C I L I K
275 K am usa! akın tartışm aları Türkiye gündem in e 1990 iı yıllarda girdi. H aber m as'm tartışm alara kayn aklık eden eserinin ve bu eser üzerin e tartışm aların da bu dön em de ö n e a k lığ ı söylenebilir. Tarihsel örn ek re den eyim lerin k am u sal ala n m odellerinin d a h a az. lâkin siyasal son u ç re çıkarım ların ın d a h a fa z la vurgulandığı tartışm alarda iletişim se! eylem, m eşruiyet re uzlaşm a noktaları an ca k p ragm aiik bahislere konu olabildi. caat etmeyi ve ondan m erkeziyetçiliğini
alandan söz edilebilir. Yereiliklerir karşı
kullanarak "sorunları" çözm esini bekle
karşıya geldiği noktalarda ise, devletin
meyi öğrenmiştir.
m erkezîyelçiliği sayesinde yönlendirilen,
D olayısıyla m erkeziyetçilik hem devle
"id ari" tasarrufların konusu olarak tanım
tin parçalı toplumsal yapıyı yönetebilm e
lanan ve hiçbir zaman hakiki bir derinli
sinin hem de cemaatse! yapılanm a içinde
ğe ulaşmasına izin verilm eyen yapay bir
yer alan birim lerin kendilerine siyasî ve
dengesizlik durum undan söz e d ile b ilir
ekonomik alan açm a çabalarının taşıyıcı
ancak. Çünkü kamusal alanın asli niteliği
sı olm uş; boylere salt ideolojik olarak de
olan işlevsel bir eş düzeylilik, ancak ye
ğil, sosyal anlamda da meşrulaşmıştır. Ne
re llik le rin veya d evletin için de bulun
var ki m erkeziyetçiliğin toplumsal aktör
makta; söz konusu yereliiklerin kendisi
lerin "ku llan d ığ ı" bir araç, olarak görül
ise, bir hiyararşik sıralam a içinde algılan
mesi, toplumdaki farklılıkların bizzat dev
maktadır.
let içinde yeniden üretilmesi imkânını da beraberinde getirm iştir. Bunun anlam ı
OSMASU
devletin bit siyaset "a la n ı" olarak algılan ması ve kullanılm asıdır. Böylece ortaya
OsmanlI'daki devlet ve toplum algısı ile
nevi şahsına münhasır bir dıırum çıkm ak
toplum sal düzen arasında doğrudan ve
tadır: O sm aıılı ve onun devam ı olan lür
organik bir bağ olduğuna birçok gözlem
kiye tle "kam usal alan " dediğim i/, toplu
ci işaret etmiştir. Siyasete ilişkin kamusal
mun kendi yaşan tısın ı tan ım lad ığ ı ve
alan parçalanm asının, toplumun cemaat-
içinde siyaseti oluşturduğu alan, gerçek
sel yapısında karşılığını bulduğu söylene
anlam da yekpare bir toplum sallığa otur
bilir. Osm anlı m illet sistemi her biri kendi
mayın. parçalı niteliktedir. Bir uçta yerel-
hukukundan ve özel alanından sorumlu
iiklerin kentli içinde, öteki uçta da devle
b ir cem aatler h iyerarşisin i ifad e eder.
tin içinde işlevsel olan iki farklı kamusal
H içbir cem aatin diğerine "eşit" olm adığı,
N
M
V
iıer birinin kendine has anlam ve işlevi
276
Z
H
N
sonucunda gayrimüslim cem aatlerin dev
nin oldıığu varsayılan bu yapılanm a, O s
letin içinde de "seslerinin" olması büyük
m anlI dünyasının ataerkil evren algısına
önem kazanmış; nitekim dinî önderlikle
da denk düşer. N asıl Tanrı'nın yarattığı
rin "vezir" olarak algılanm alarının ötesin
varlıkların her biri kendine has ve farklı
de hemen her zaman gayrimüslim cem a
ise, nasıl aralarında hiçbir zaman mutlak
atler m erkezî devlet mekanizması içinde
bir eşitlik mümkün değilse; aynı şekilde
(yine dinî önderliğin denetiminde) meşru
ideal toplum da birbirinden farklı nitelik
tem silciler bulundurmuşlardır. Çünkü ce
ve statüde cem aatlerden oluşur. N asıl
maatleri ilgilendiren kararların önem li bö
Tanrı'nın düzeni her varlığa kendini do
lümü devletin içinde alınm akladır ve ce
ğasına uygun bir biçim de idame ettirme
m aniler "d e vle tin için d e " karşı karşıya
hakkını vermişse; aynı şekilde ideal top
gelm ektedir. D iğer bir deyişle O sm aıılı
lum da içindeki farklılıkların kendi doğa
sisteminde devletin kendisi, cem aatlerin
larına uygun bir biçim de var olm alarına
aktörleştiği bir "üst" kamusal alandır.
izin ve imkân vermelidir. Bu anlayışın so
N c var ki gayrim üslim cem aatler için
nucu Sünni/I lanefi cemaatten başlayarak
geçerli o l,ir bu "tem iz" düzenleme, Müs
farklı gayrim üslim cem aatlere ve iroııik
lüman cem aat açısından önem li bir sorun
olarak devlet ideolojisi karşısında "m eş
yaratır. Çünkü İslâm iyet devleti meşru kı
ruiyet" sorunu yaşayan A levilero kadar
lan, onu toplumun tepesine oturtan ide
uzanan hiyerarşik bir sıralanmanın ortaya
olojik arka plan olm akla birlikte, sadece
çıkmasıdır.
devlete ait bir "id e o lo ji'' değildir. İslâm
B o yle re her cem aat bir tür "ye re llik "
aynı zam anda Sünni/I laneti kesim in de
oluşturur ve merkezden mesafeli olarak
inancıdır ve bu anlam da din, cem aatler
tanım lanır. G ayrim üslim cem aatlerden
den biri ile devlet arasında doğrudan bir
beklenen kendi hukuklarını işlevsel kıla
bağ ve geçişliliği ima eder. D evletin ken
rak cemaat içi meseleleri düzenlem eleri;
di meşruiyeti açısından dine yaslanan her
cem aatler arası ilişkileri ve hakları ilgilen
eylem i veya tutumu, Sünııi/Hanefi cem a
diren konularda ise devletin kararına biat
atin prestijinin artmasının ve "devlete ya
etm eleridir. D o layısıyla gayrim üslim ce
k ın la şm a sın ın " ifad esid ir. D o la y ıs ıy la
m aatler kendi içle rin d e birer kam usal
Sünni/Hanefi cem aat, cem aatler skalası-
alan oluşturmuş ve üyelerine bu alanda
nı.n en tepesinde olm anın ötesinde, dev
kariyer ve siyaset yapma fırsatını vermiş
letle aynı ideolojiyi paylaştığı için; bu ce
lerdir. ö te yandan her gayrimüslim cem a
maatin iç kamusal alanı da "k ap alı" bir
at merkezî devlet modelini kenrli içine ta
sistem olarak kalmamıştır. Diğer bir de
şımaz, dinî önderlikler aynen devlet misa
yişle Sünni/Hanefi cem aat içindeki kari
li m erkezî birer odak olarak cem aatler;
yer ve siyaset im kânı, kişi ve grupları
yönetm işlerdir. Bu açıdan bakıldığında
devletin içine taşımış, cem aat içi siyase
O sm aıılı m erkezî devleti ile cem aatlerin
tin devlet içinde de devam ını sağlamıştır.
yapılanm ası arasında açık bir paralellik
Böylece farklı tarikatların, güçlü dergâh
vardır ve cem aatler hem ideolojik hem
ve loncaların devlet içinde temsil edildi
yönetsel açıdan devletin izdüşümü konu
ği, giderek enforrnei biçim de hizipleşliği
mumladırlar. İdeolojik yaklaşım, farklılık
yapılat ortaya çıkm ıştır. Şeyh-Cil İslâm 'ın
ları olum ladığı ölçüde heterojen ve hiye
doğrudan bir devlet ınem ıııu addedilmesi
rarşik bir cemaat ve toplum yapısını ima
söz konusu geçişliliği doğallaştırm ış ve
eder. Yönetsel yaklaşım ise merkezi güçlü
din, siyasetin taşıyıcısı olarak işlev kaza
kılarak, eşit olması beklenmeyen farklılık
nırken, buna uvgıtn bir "d il" haline gel
lyr arasında otoriter bir hak (ve dolayısıyla
miştir. (Diğer taraftan "öteki" Miislüman-
imtiyaz) dağıtma sistemi oluşturur. Bunun
lar, yani Alevilerin toplumsal hiyerarşide
O T O R İ T E R
D Û Z C N I E M C
Z İ H N İ Y C 1
bir tür "gayrim üslim " cemaat olarak ska-
O L A R A K
A N A Y A S A
C. > i. i K
kurduğu koalisyonlar sayesinde alttan ge
lartın dibinde yer aldığını, ayrıca M üslü
len baskılarla bozulmuştur. Buna karşılık
m anlık iddiasının devini açısından tehli
Sünni/I tane.fi cem aat devlet mekanizma
keli olm ası nedeniyle m eşruiyet sorunu
sını kendi siyaset alanı olarak algılam ış
yaşadığını eklem ek gerekir. D o layısıyla
ve bu siyaseti hizipler eliyle yürütmüştür.
Aleviler torrrıel m erkezî teşkilatı olm ayan
Böylece Sünni/I Hanefi cemaatin iç sorun
bir tür "yeraltı" cem aatlerim e içinde var
ları ve gerilim leri devletin içine taşınmış,
olm aya çalışm ışlardır...’
güçlü merkeze yanaşmak ve onu etkile
Toplum sal yap ılanm a için de üretilen
mek üzerine oturan nüfuz siyaseti devlete
siyasetin devletin içine taşınması, devle
hâkim olmuştur. Bunun anlam ı devletin
tin içinde oluşan kamusal alanın da par
siyaset açısından özerk bir kamusal alan
çalı bir yapı kazanmasına ve bilinçli ola
haline gelmesidir. Bürokratik pozisyonlar
rak p a rça lan m asın a neden olm uştur.
siyaset imkânı veren ve bir anlam da siya
Çünkü söz konusu yapılanm a formol bir
set yapm ak üzere üstlenilen görevlerdir.
nitelik kazanmadığı, örneğin “ siyasi par
D olayısıyla bürokrasinin kendisi bir siyasi
ti" misali oluşumlara izin vermediği için,
aktördür ve nitekim bugüne kadar bıı ha
hizipler kendilerini gizlem eye, görünür
reke! alanından feragat etmek istememiş,
olm ayan koalisyonlar kurm aya, siyaseti
devletin içinde olabildiğince geniş bir , farklılık yarat
de ve yereldeki yaşam tarzlarında da ge-
maktaydı. Çünkü ilk kez bürokrasi devlet
çerliydi. Diğer bir deyişle Tanzimat'la bir
gücünü başkalarıyla paylaşm ak zorunda
likte özellikle gayrim üslim cem aatler bir
kaldı vır ilk kez bu "alttan g e le n le rin "
sivilleşm e arayışı içine girdiler ve dinî ön
meşruiyetinin bürokrasiden daha fazla ol
derliğin merkez gücü azalm aya başladı.
duğu şeklinde bir algı oluştu. Dolayısıyla
D iğer taraftan yerelde b irlikte yaşayan
Meşrutiyet dönemi "m uhayyel" toplumun
tarklı kim likler arasındaki net ayırıcı çizgi
ilk kez gerçek bir toplum olm a istidan:
ler belirsizleşti. Vergiden k ılık kıyafete,
gösterdiği yıllardır. Yereldeki kamusal alan
Müslüman/gayrimüslim ayrımı olanaksız
ile devletin içindeki kamusal alan arasın
laştıkça lıern cem aatlerin içinde hem de
da, partiler, seçim ler ve parlamento siste
cem aatler arası hiyerarşik ilişkiye alışm ış
mi sayesinde bir geçişlilik oluşmuş; "top
olanlar açısından, reformlara tepki başla
İLiiTi" adına konuşan, "toplum u" kendi ce
dı. Çünkü eşitsizliği bir yönetim aracı ve
m aatle rin in ötesinde tan ım layan lik ir
kamusal alan paylaşma ölçütü olarak kul
adamları ve akımları ortaya çıkmıştı.
lanmaya alışmış olanlar açısından, Tanzi
N e var ki, ne Müslüm an/gayrim üslim
mat "düzenin bozulm asıydı"... Dahası ye
ne de bürokraVsiyaselçi eşitsizliğinin or
ni dü/eıı devletin m erkezî gücünün arl
tadan kalkması kolay hazm edilir değildi
masını, yani yereldeki güç odaklarının ge
M odernliğin kuramsal olarak tek parçalı
riye çekilm esini rie ima etmekleydi.
kamusal alanı, O sm anlI'nın çok parçalı
Sonuçla Tanzimat reformları hem dev
kamu geleneği karşısında fa/la yol kale-
lette hem rie yerelde kamusal alanın den
demedi. Kısa süre içinde hem devlet için
gelerini değiştirdi ve m erkeziyetçiliğin
de hem rie kendisini modern düzenleme
yaygınlaşan etkisine dayanarak ilk kez
nedeniyle "kaybetm iş" gören Sünni/Ha-
yerelle devlet arasındaki kamusal boşluğu
nefi kesimde direnç ortaya çıktı ve bu di
"m tılıavye l" b ;r toplum la doldurm uş ol
renç (bugünlere gönderme yapacak şekil
du. Çünkü ne devlet ne do yereldeki ak
dei demokrasi karşıtlığı olarak ö/etlene
türlerin bu değişim i hazmetme istekleri
bilecek bir m ecraya aktı. Dünyaya adap
ve algıları yoklu. Ortaya bir "toplum " çık
te olabilenlerin tek parçalı toplumsal bir
tı am a hiçbir cem aat kendisini ötekilerle
siyasî ve kamusal alan talepleri karşısın
birlikte bu toplumun parçası hissetmediği
da; bu uyumu sağlayam ayanlar çok par
gibi; devlet de bürokrasi içindeki yerleşik
çalı, m erkeziyetçi ve enformel eşitsizlik-
O T O R İ T E R
D Ü Z E N L E M E
Z İ H N İ Y E T İ
O L A R A K
A N A Y A S A C I L I K
279 Cumhuriyet in Hanıyla birlikle Türkiye toplumunun Siinııi H an efi re Alevi cem aatlerin bir araya getirilerek Tiirk kim liği etrafım la -ınilletlestirilm esi", "homojenleştirilmesi" derletin tem el jıoliU kalanndandı. Bu politikan ın yarattığı gerilim , ilerleyen yıllarda ü lkedeki “kam u sal alan ’ ka tra n ın ım içeriğinin doldurulm asında d a ön em li sorunlar yarattı. ierden beslenen hiyerarşik bir kamusa!
sup kişiler bu şekilde vatandaşlık üzerin
alan ıvev.t kamusal paylaşma) düzeninin
den eşitlendiler; ancak eşitlenm enin be
savunucusu oldular...
delini devlete ideolojik bağım lılığı kabul lenerek ödemek zorunda kaldılar.
CUMHURİYET
Söz konusu stratejinin iki .sonucundan ?öz edilebilir... Birincisi, Siinni/llnneti ce
Tanzim at'la başlayıp M eşrutiyetle devam
maat içinde önemli bir çoğunluğun devle
eden ikircikli duruına van t. Cum huriyet
tin zorunlu bir yaptırım biçim inde zorladı
ile verilm eye yatışıldı. A rlık karşım ızda
ğı la leliğe tepki duyması ve cemuatsel ka
modern bir ı; us devlet vardı ve modem
lınlar içinde kendi İslârııi kimliğine daya
liftin iına etliği niteliklere sahip bir top
nan bir iüşkî ağını sürdürmesidir. Bu ağ
lum oluşturulm uştu. T ıirkive toplum u
konjonktürün elverdiği ölçüde kendini dı
Sıinni/I laneti ve A le v i cem aatlerin bir
şa vurmuş, siyasî alanda rol almış ve gide
arnva getirilerek Türk kim liği etrafında
rek siyasî hayatın göz ardı edilem eyecek
"m ilı'etieştirilm csi* ve ardından bu m ille
bağımsız bir aktörü haline gelmiştir. Ka
tin laiklik etrafında veniden tanımlanma?;
musal alan dengesi açısından Cumhuriyet
ile hom ojenleştirilm iş, eşitlenmiş ve dev
döneminde Sünni,/Hanefi kesim yerele sa
lete bağlanmış oldu. Büvlecc "lü rk ve la
hip çıkan, devletten topluma uzanan hiye
ik" kim lik bu toplumu oluşturmakta olan
rarşide "altla" kalan ve her fırsatta devletin
ların sahip olması gereken "doğru" kimlik
iç alanına nüfuz etmek üzere ursat kolla
olarak tanım landı. Diğer bir deyişle dev
yan bir siyasî tavrın etkisinde kalmış gö
let vatandaşın nasıl olması gerekliğine ka
zükmektedir. Devletin Diyanet işleri Baş
rar vererek, söz konusu kimliği ondan ta
kanlığı yoluyla bu kesimi denetleme isteği
lep etti. MiKİernleşm e bu yönüyle b r eh
nin sürmesi, din eğitimi ve kılık kıyafet ne
Üleştirme ve toplumu devlet yörüngesine
deniyle' yaşanan yığınla sorun, Sünııi/I la-
çekme projesivdi. Farklı cem aatlere men
nefi cemaatin ayrımlaşmasına ve kendi ka-
N
R
V
Y
dim kimliğine sahip çıkm asına neden ol
kurduğu koalisyonlar reformların aksama
muştur. (D iğer taraftarı devletin A leviler
sına ve hatta durmasına neden olmuştu.
konusunda da farklı bir tutum içinde oldu
Cum huriyet dönem inde ise eşitlik yönün
ğu söylenemez. A levilerin " I ürk ve laik"
deki demokratik reformlar "Türk ve laik"
kimlikle ilgili bir sıkıntı yaşamadıkları ger
kimliği benimsemiş cem aat tarafından en
çek olsa da, Aleviliğin dne çıktığı hiçbir te
gellenm eye çalışılm ış, bu cem aatin bü
şebbüsün devlet ııezdinde makbul sayıl-
rokrasi ile kurmuş olduğu koalisyonların
madiği, bu inanç sisteminin ;in tak devle
siyaseti engellem esine tanık olunmuştur.
bir
tin kanalları içinde enformel ilişkiler üze
Diğer bir deyişle Cum huriyet gerçek
rinden kendine yol açabildiği söylenebilir.)
toplum yaratmaktansa im tiyazlı bir cema
Devletin modernleşmeyi bir tiir ehlileş
280
Z
at üretmekle yetinmiştir. Toplumun "Türk
tirm e olarak işlevselleştiren stratejisinin
ve laik” kim likte vatandaşlardan oluşması
ikinci sonucu, "Türk ve laik" vataııd.ışla-
talebi, m illiyetçilik ve laikliği birer ideolo
rın bizzat cemaatleşmesi, yani kendileri
jik "elek" haline getirerek, makbul olan ve
ne has ve ötekilerden farklı b ir r.emaat
olm ayan vatandaşlar yaratmış ve bunlar
oluşturmasıdır. D evletin koruması ve des
kimliksel olarak rarklılaştırılmıştır.
teği altında yaşamak durumunda olduğu
D olayısıyla kamusal alanın parçalı ya
nu düşünen; bu kim liği paylaşm ayanlar
pısı sürmekte, işlevsel bir siyaset ya ce
dan tedirgin olan; dolayısıyla devlete ba
maat ya da devlet içinde yapılm akta, ce
ğım lı, kim liğini devleti1 borçlu bir cema
m aatler arası siyaseti yaşatacak kamusal
.ittir söz konusu o la n ... C u m h u riye tin
alan ise pratik olarak devletin nüfuz alanı
ironisi, bir "m illet" yaratmak ve bu "m il
içinde tanım lanm aktadır. Bunun anlam ı
leti" devlete bağlama yoluyla vatandaş ve
Türkiye'nin hâlâ gerçek bir "toplum " ola
toplum üretmek ti/ere yola çıkan bir mo
maması, kim liklerin ya yerelliklorin iç in
dernleşm e hareketinin, sonuçta yeni bir
de ya da devletle aranmasıdır. Ö te yan
cemaat üretmesi ve cem aatler arası hiye
dan devletin im tiyazlı bir cem aatle böyle-
rarşik skalayı yeniden ortaya çıkarm ası
sine organik bağ içinde olm ası, bizzat
dır. D olayısıyla I iirkiye'de kamusal alan,
devletin yerelleşm esini, "d e vle t" vasfını
Osm anlI'daki parçalı yapısından kurtula
cem aatler ııezdinde kaybetm eye yüz Ha
mamış; ne yerellikleri taşıyan cem aatler
masini ve bunun sonucunda devlet siste
ile devlet arasındaki boşluk gerçek anla
matiğinin bir iktidar paylaşım alanı olarak
m ıyla siyasetle d o ld u n ;lah iİm iş, ne de
farklı güçlerin çatışmasına ve işbirlikleri
devletin iç alanı bir tür kamusal alan o l
ne açılm asını ifade eder. Sonuç olarak
ma vasfından uzaklaşabilmiştir. Bu duru
Cum huriyet Türkiyesi hâlâ toplum olm a
mun doğal sonucu, Türkiye'de siyasetin
açısından başlangıç noktasındadır... G ö
hâlâ "devletin içinde" yapılan bir uğraş
rünen o ki, "m ille t" olm a isteğinin ağır
olm ası, temel siyasî meselelerin hâlâ bü
basması ve bunun devlet kontrolünde bir
rokrasinin uhdesinde bulunması ve toplu
süreç olarak tahayyül edilm esi, cem aatçi
mun siyaset yoluyla bu m eseleleri etkile
yapının yeniden üretilm esiyle sonuçlan
me fırsatlarının bizzat bürokrasi tarafın
mış; "m ille t" fikri ise bütünlüğünü koru-
dan sistematik olarak engellenmesidir.
yam am ış ve gerçekte farklı cem aatlerin
Söz. konusu devlet/loplum dinam iği
anlam dünyaları içinde parçalanmıştır...
Cum lıuriyet’le M eşrutiyet arasında aktör lerin değiştiği ama ilişki biçim lerinin sabit kaldığı ilginç bir parallellik üretir... Meşru
po stm o d crn d u ru m
tiyet'te eşitlik yönündeki reformların karşı
G eçen yüzyılın son çeyreği geri dönüşü
sındaki cemaatsel direnç Sünni/Hanefi ke
olm ayan değişim leri su yüzüne çıkarttı.
simden gelmiş, bu cemaatin bürokrasi ile
Modern dünya hem siyasî düzen ve den
O T O R İ T E R
D Ü Z E N L E M E
IH N İ Y E T İ
O L A R A K
A N A Y A S A C I L I K
ge açısından hem de ideolojik işlevsellik
levsiz kaldığını vurguladılar. Birincisi mo
ve yeterlilik açısından son derece sıkıntılı
dern ulus-devletler vatandaşlık tanımında
bir noktadaydı, İki bloklu dünyayı anak
ne denli titiz davranmış olurlarsa olsunlar,
ronik hale getiren iktisadi ve sosyal deği
tüm '“bireylerini" vatandaş yafrabi İm iş de
şimlerin sonucunda Sovyet Rusya'nın da
ğillerdi. G izli veya açık sınıfsal farklılıklar,
ğılması ve genelde Doğu Bloku'nun ba
devlet tarafından "görünm eyen" vatan
ğımsızlaşması yanında, Avrupa Birliği'nin
daşlar yaratm ıştı. İkincisi ulus-devletler
de ivm e kazanmasına tanık olundu. D i
her ne kadar gözlerini kapasalar da, kim
ğer taraftan Çin ve H in distan 'ın başım
likler modern kişilerin vazgeçemediği a i
çektiği bir ''m üstakbel" yeni dünyanın
diyetler olm aya devam etmekte ve özel
tabloya girmesi ve A B D 'n ln tek kutuplu
likle küresel ortamda siyasî anlam kazan
bir doğal hegemonya hayaline kapılması
m aktaydı. O ysa m odem tasavvurun bu
bütün dengelerin yeniden oturacağı bir
yeni durum a adaptasyon yeteneği nere
süreci ima etmekteydi- Siyasî alandaki bu
deyse hiç yoktu. N ihayet üçüncü olarak
dalgalanm anın, tiim boyutlarıyla yaşanan
m odernlik toplum sal düzen ve istikrar
bir küreselleşme dönem ine oturması ise
açısından giderek daha hayati hale gelen
yeni bir dünyanın habercisi oldu. Yerel-
toplumsal ahlâk konusunda da hiçbir sö
liklerin merkezî yapılanm aların sınırlarını
ze sahip değildi. Karşılıklı etkileşim in hız
zorladığı, bölgesel algı ve değerlendirm e
la arttığı, teknolojik im kânların herkesin
lerin anlam kazandığı, kültürel alanda
kullanım ına açık hale geldiği bir ortamda,
karşılıklı iç içe geçm elerden beslenen,
liberalizm in tek dayanağı olan bireysel
sermaye seyyal iyeti sayesinde sadece ikti
ahlâki tutarlılığın işlevsel ve yeterli olm a
sadi aktörleri değil, bizzat pazarları kırıl
yacağı açıktı... D olayısıyla modernitenin
ganlaştıran yeni bir dinam iğin içine giril
eleştirisi de sonuçta farklı bir kam usal
di. Bunun ideolojik açıdan en önem li so
alan tanım ını ima etm ekteydi: Katılım ın
nuçları, demokratik haklar alanında gelen
ön planda olduğu, hiyerarşinin azaldığı,
standardizasyon, hukukun m îllî d u yarlı
merkezî yetkilerin paylaşıldığı, kısacası si
lıklardan ayrım laşm ası gereken bir ha
yasetin demokratlaştığı bir kamusal alan...
kem lik müessesesi olduğu inancı ve katı
Küreselleşmenin verdiği imkânlarla da
lım cılık, şeffaflık, hesap verme gibi kriter
ha da anlam kazanan ve yeni bir küresel
lerin dem okrasi m ekanizm asına ye d iril
durumun inşası açısından işlevsel hale ge
mesi talepleriydi. Nitekim bugün küresel
len söz konusu eleştiri, bîr anda dem ok
leşme, kamusal alanı en azından kuram
ratlığı siyasî arayışların odak noktası hali
sal olarak m ilfî sınırların dışına çıkarm ak
ne getirdi. Katılım cılığı bireysel bir hak ol
ve ulusal açıdan birbiriyle ilintîsiz aktör
maktan çıkarıp, "ötekini" arayan bir çaba
leri ortak d u yarlılık ların ve siyasetlerin
haline getiren, toplum sal onay alm ayan
parçası haline getirm ekle kalm am akta;
ve insan haklarını ihlal etme potansiyeli
bu yeni aktör koalisyonlarının müdahale
taşıyan her tür m erkeziyetçiliği gayrı ahlâ
ci bîr tavır alm alarını da teşvik etmekte.
ki gören bu yeni zihnî atmosfer altmda,
Ancak geçen yüzyılın son çeyreği küre
kamusal alanın normatif niteliği de değiş
selleşm eye paralel olarak aynı önem de
ti. Bugün giderek esnek, zamana bırakı
bir değişim dinam iğine daha sahne oldu.
lan, geçişli bir kamusal alan tasavvuruna
M odernitenin ve m odernizm in eleştirisi
doğru kayıyoruz. Sınırları devlet tarafın
bizzat modernliğin içinden üretildi ve bü
dan net bir biçim de çizilem eyen, hatta
tün dünyanın kullanım ına sunuldu. Söz
hukukun bile "haddini bilerek” muhtemel
konusu eleştiri m odernliğin en azından
toplumsal değişimin Önünü açık bırakan
üç alanda yetersiz olduğunu ve günümü
bir davranış içinde tanım lam ak zorunda
zün toplum ların: yönetmek açısından iş
olduğu bir kamusal alan... Tüm siyasetin
281
IJ
Ö
N
I-
M
L
f-
fi
v-
■
^
I"
M■ ■JM
■(.
y-
E- " t
L
E
şeffaf bir biçim de "ortada" olduğu, kendi
Bu gelişm eye paralel olarak, fiziksel
içindeki nüanslar etrafında her an yeniden
yerellikleri kuşatan ve devletle ilişki kur
kurulan ve tüm dinamizmine karşın katılı
ma yeteneği olan bir "üst yerellik" olan
mı ve iknayı öne aldığı ölçüde bütünlüğü
cem aatlerin içinde de kritik bir dönüşüm
nü yitirm eyen, konuşma kültürüne daya
yaşanm akta. Ö zellik le Sünni/Hanefi ce
nan, topluma ait bir kamusal alan...
m aatte (am a ayn ı oranda olm asa b ile
R
gayrim üslim ler dahil tüm cem aatlerde)
ADAPTASYON VE D İRENÇ
bir "kişileşm e", cem aat üyeliğini sürdür mekle birlikte kendini cemaatten bağım
282
M odernite sürecinin sıkıntılı son dönem i,
sız sayma eğilim i güçlenmekte. Bunun en
m odernliği uius-devletler e liyle yerleşti
önem li sonucu sektilerleş menin doğal bir
ren ve yücelten alışılagelm iş yaklaşım lar
süreç haline dönüşmesi gibi gözüküyor.
için hoş olm ayan bir sürpriz im a etti:
Ancak bu modernist bir sekülerleşme de
Toplum yokken m illet olm ak da mümkün
ğil. Yani insanlar dinlerini terk ederek ve
değildi ve toplum olm anın önkoşulları gi
ya onu salt iç dünyalarına iterek seküler-
derek demokratik haklan İm a ettiği için
leşm iyorlar. Aksine kendilerini daha da
de, ulus-devletlerin ideolojisi halkı "top
dindar olarak algılıyor ve inançlarını ka
lum " yapm aya yetm eyeb iliyo rd u ... Bir
musal alana daha rahat koşullarda taşı
halkın devlet e liyle ve devlet etrafında
mak istiyorlar. N e var ki şimdi dindarlık
milletleşm esi, toplum içindeki farklılaşma
tan anlaşılan şey çok daha dünyevi ve b i
ve ayrışm a dinam iğini durdu ram ıyordu.
reysel. Böylece dindarlığını kamusal kim
Bu tespit hemen her ülkede “ devlet refor
liğinin parçası yapmak isteyen, ama aynı
m u" süreçlerini başlattı. M illetini kaybet
anda küresel dünyanın kıstas ve standart
mek istemeyen ulus-devletlerin bir an ön
larına uyum gösteren yeni bir toplumsal
ce topluma sahip çıkm aları ve kendilerini
kesim ortaya çıkıyor. Sünni/Hanefi cem a
yeni talep ve tercihlere uygun hir biçim
atin elinle olan bağını Kurt(erin etnisite ile
de "düzeltm eleri" gerekiyordu.
olan ilişkisiyle mukayese ettiğimizde, ay
Dünyanın genelinde yaşanan bu akım
nı toplumsal talebin bu kez Kürt kimliği
Avrupa Birliği üyelik süreci bağlam ında
üzerinden de yaşandığım öngörmek zor
T ü rk iye'ye de ulaştı. A n cak bu ülkede
değ il. N ih ayet din ve e tn isite yi kendi
toplum sal değişim A B 'y i beklem em iş,
kim liklerinde bütünleştiren gayrim üslim
1990'dan itibaren küreselleşm enin ve
lerde ise, söz konusu talep cem aat içinde
modernliğin eleştirisinin getirdiği yeni or
sivilleşm e arzusu ile Türkiye siyasetine
tama adapte olma yoluna girmişti. Yerel
kendi kim liğiyle m üdahil olm a isteğini
de iktisadi ve sosyal aktörler ekonominin
bütünleştiriyor.
ve sivil toplumun doğal ağları içinde ye
Bütün bunların anlam ı, Türkiye'de ce-
niden kişilik kazandılar ve kendilerini kü
maatsel yapıların son on yıllık değişimin
resel aktörler olarak da tanımladılar. Kü
ürünü olarak içeriden parçalanm ası, an
reselleşme Türkiye'nin yerelinde kürese!
cak parçaların cem aatlerin dışına çıkmak
anlam ı olan bir "yeniden yerelleşm eyi"
yerine onun sınırlarını genişleten bir etki
tetikledi. Bugün Ankara'nın bilm ediği ve
yaratm alarıd ır. B ö yle ce yerel kam usal
tanım adığı, ama dünyanın birçok merke
alanların genişleyerek şim diye kadar o l
zinde işlevsel otan iktisadi, sosyal, kültü
mayan toplumsal kamusal alanı ikame et
rel yerel aktörler var. Bu yeni aktörlerin
meye başladığını ve bu süreç içinde belki
dış dinam ikle de beslenen eylem maha
de İlk kez birbirleriyle "konuştuklarım "
retleri, Türkiye'nin yerelindeki kamusal
söylem ek mümkün gözüküyor. Küresel
alanın biterek parçalanmasını ve ulus dışı
leşme nedeniyle yaşanan fiziksel parça
parçalarla birleşmesini ifade ediyor.
lanma farklı cem aatlerde benzer kürese) ►
O T O R İ T E R
D Ü Z E N L E M E
Z İ H N İ Y E T İ
O L A R A K
A N A V A S A C I L I K
koşullara tâbi aktörler ürettikçe ve her ce
la siyaseti devletin iç alanına hapsetmiş
maat içinde söz konusu bireyselleşme ya
olan ve bu im tiyazından vazgeçmek iste
şandıkça, T ü rk iye'n in de kendisini bir
meyen oligarşik yapılanm anın elinde sa
"toplum " olarak inşa etme şansı artıyor.
dece iki araç var: Toplumu birbirine karşı
Ö te yandan yerelde ve cem aatler içinde
korkutarak ve kışkırtarak yeniden kim lik
gelişen bu dinam ikler yeni bir siyasetin
lerine bölm ek; ve huzuru bozacak e y
de habercisi... Türkiye ilk kez cemaatse!
lem lerle İnsanların kendi kabuklarına sin
kim likleri aşan siyasî tavırların eşiğinde.
m elerini, böylece kamusal meydanı yeni
Diğer bir deyişle kim likler arası koalis
den "d e vle te " bırakm aların ı sağlam ak.
2007
yonların yaşanm ası; insanların kim likleri
Seçim yılı olan
nedeniyle değil, birer vatandaş olarak ta
de şahit oldu... Yargının müdanasızca si
raf oldukları siyasetlerin üretilm esi gide
yasileşm esi ve hukukun araçsallaşm ası
rek mümkün hale geliyor. Bunun anlam ı,
bu çabalara destek verdi. A B ve A K P düş
bu taktiklerin ikisine
bu topraklarda devlet ile yerellikler ara
manlığı, İslâm ve Kürt tehditleri üreterek
sındaki hiyerarşik "toplum " algılam asının
toplumu kuşatan gerçek bîr kamusal ala
da ortadan kalkmasına, söz konusu boş
nın oluşması, bu kamusal alanın varlığını
luğun gerçek bir toplumla doldurulm ası
tescil edecek bir siyasî ve sivil iktidarın
na yönelik bir talebin ortaya çıkmış oldu
ortaya çıkması engellenm eye çalışıldı...
ğudur. Böylece iki kutuplu, parçalanm ış
Söz konusu m ücadelenin kısa sürede
bir kamusal alanın yerine, alttan gelen ve
bitmesi beklenemez. Ne de olsa arkasın
giderek açım lanarak toplumsallaşan, par
da yüzyıllara dayanan bir devlet ve top
çalı ancak eşdüzeyli yerel liklerden besle
lum algısı, bunlardan beslenen bir ilişki
nen bir kamusal alan oluşuyor.
türü var. Ancak çevre koşulların ve için
M odernliği tam olarak becerem em iş,
de olduğumuz zihmyetsel atmosferin ima
sorunlarını modernlik içinde çözüm leye
ettiği yön, salınım lar içinde de olsa Tür
mediği gibi bu sorunların kemikleşmesini
k iye 'n in devletle ye re llik le r arasındaki
yaşamak durumunda kalmış olan "Türki
kutuplaşmadan sıyrılacağı, toplumsal ke
ye", bugün toplum olm a, siyaset yapma
simleri karşı karşıya ama aynı zam anda
ve kendi kaderini eline alma doğrultusun
yan yana getirerek siyasete im kân tanı
da kendisine postmodern bir yot bulmuş
yan bir kamusal alanın oluşacağı ve siya
gözüküyor. Ancak devlet m ekanizm ası,
setin nihayet d evletin tahakküm ünden
kendisine yönelik reformları kabullenm e
kurtulacağı bir geleceği ifade ediyor. Bu
ye n iyetli olm ad ığı g ibi, açık ça siyasî
süreçte devletçi aktörlerin attıkları her
araçları kullanarak da direniyor. Bu uğur
adım, kısa vadede onların lehine sonuç
da Türk Silahlı Kuvvetleri ve Yargı bilinçli
lar üretir gözükse de, orta vadede devlet
bir biçim de kullanılıyor. Devlet bürokra
çiliğin daha da afişe ve deşifre olm asına,
sisi, memurları ve em eklileri ile gayrimeş
gayrimeşru hale gelm esine neden o lab i
ru çeteleşm elerin içinde g örünebiliyor
lir. Nitekim devletçi koalisyonun m illiyet
lar.,. Çünkü oluşmakta olan yeni kamusal
çilik üzerinden m eşruiyet arayışına gir
aîan, siyasetçiyi bir anda yetkili, etkili ve
mesi, son yıllarda bizzat bu ideolojiyi bir
meşru kılıyor. Geçm işteki bürokrat/siya-
tür "kam usal a la n " h alin e getirm iş ve
setçl dengesizliğinin sürdürülme şansı ar
toplum daki parçalılığın söz konusu ide
tık pek yok. Dahası devlet aktörlerinin
olojiyi de içeriden, taşıdığı öznel anlam
sırtlarını dayadıkları devletçiliğin ve onu
lar açısından parçalam asına neden o l
meşru gösteren Kemalizm anlayışının da
muştur, Bugün m illiyetçilik bir dalga gibi
günüm üzün m odem ite sonrası zihinsel
"yü k selir” gözükm esine karşın, giderek
atm osferinde herhangi bir saygınlığı ve
sığlaşmakta, yerel pragmatizmin ve opor
geçerliliği kalmamış durumda. D olayısıy
tünizmin aracı haline gelmektedir. Böyle-
283
IJ
Ö
fM
t-
M
I.
r
R
V
Z
I
H
W
I
Y
ce toplumu "m illet" kim liği altında blok
musal alanın parçalanm asının bir yönetim
olarak devlete bağım lı kılm anın vasıtası
cihazı olarak görüldüğü bu topraklarda,
olarak görülen m illiyetçilik, son yıllarda
nihayet modernliğin tasavvur ettiği türden
esas olarak devletle iç içe geçen hizip ve
bir kamusal alan doğmak üzere, ironik
çetelerin iktidar, güç, nüfuz ve rant üret
olan, bunun modernlik altında değil, post-
m elerine vesile olmuştur.
modern bir dünyada te celli edebilm esi.
Bu durum devletçiliği ayakta tutan ide
Modernliğin bir devlet siyaseti olarak top
olojik desteklerin, gerçekte toplum nez-
lumu biçim lendirm e cihazına dönüşmesi
dinde eridiğini ve buharlaştığını ortaya
nin sonucu olarak, toplumun kendi kim li
koyar. Toplumsal karşılaşm aların yü zyıl
ğini ve siyaset hakkım yeniden talep et
lardır engellendiği, siyasetin ya yerellikle-
mesi de ancak postmoderfi dönemde ger
rin ya da devletin içinde yapılabildiği, ka-
çekleşebilecek gibi gözüküyor.
284
□
OT 1
Zihniyet kavramım genelde ve özellikle OsmanlVîürkiye bağlamında başka yerler de geniş şekilde irdelemiş olduğum için burada girmiyorum. Bakrnız: i d e o l o jil e r v e
Modemitû (1996), (1997), (2000); Türki ye'de M erkeziyetçi Zihniyet, Devlet ve Din (1998); Zihniyet Vapıfarı ve Değişim (2000) . (Hepsi Patika Yayın iarı'ndan).
Türkiye’de Hukuk-Siyaset İlişkileri Türk Devlet Biliminin Doğuşu ve Yükselişi ORHANGAZİ
ERTEKİ N
285 _________KAVRAMSAL ÇERÇEVE _________ u
"T I .L
T ukuk" ile “siyaset” aynm ı I ve bunların ilişkisi sorunu, J . modemi iğin kendinden ön
ceki “şeh ir hayatı” ile “ev hayatı” veya “kam u a la n ı” ile "ç ıp la k hayat alan ı" (üreme alanı) ayrımına göre daha erdem li bir iddia ile Öne çıkar (Agaıııben, 2001: 19) Buna göre m odem hukuk ve siyaset kavram ları, hem m odern egem enliğin kendinden önceki dünya (ortaçağ ve an tik dünya) ile kesin tarihsel farklılığını ve insanlığın geçirdiği karanlık dönemlere nazaran huzur ve güvenliğine ilişkin mo dem tarihsel vaatleri garantileyen bir dü şünce çerçevesinin içinde anlam kazanır hem de klasik siyasal teorinin geleneksel ayrımlarına kendine mahsus yeni kurum sal çerçeveler kazandınr. Modern dönem de insani hayalın doğumdan ölüme kadar hukuk tarafından kayıt altına alınm ası, hayatı cinsiyet, yaş, akıl sağlığı vb, gibi temel birimlerde ölçerek hukuki ve siyasi kapasiteler kurm ası, bunları m ülkiyet, vatandaşlık vb, gibi çeşitli hak alanlarıyla birleştirmesi, “ev hayau"nın tanzim edil mesiyle “özel alan’hn hukuksallaştırılma sı ve buradan da siyasal iktidarın kurulu şu ve denetlenmesi ile bizzat kamu alanı nın sınırlanm n belirlenmesine kadar uza nan kurucu bir hukuksal makinenin keş-
fine dair temel süreçler “hukuk” ile “si yaset” arasındaki m odern ve karm aşık ilişkileri özetleyen ana veçheleri ortaya sererler. Biraz daha ilerlediğim izde hu ku k ile siy a se t ay rım ın ın m o d ernliğe m ünhasır önem i iyice göz önüne çık a caktır. Hukuk ile siyaset ilişkisin e dair modem düşünce çerçevesi siyasal iktida rın kuruluşunun keyfîlik ve tesadufîlikten uzaklaşm ak suretiyle “y asallık ” ve “kurumsaİlığıma vurgu yaparken zaman içinde giderek toplumsal ve siyasal ilişki lerdeki “h a k lılık ” ve “h a k sız lık ", “adil olan” ve “adil olmayan" sıfatlarını da be lirlemeye ve teşhis etmeye başlam ış, bu yönüyle m odernliğin kurucu yapıların dan toplumsal değer olgularına kadar ge niş bir etki alanına sahip olmuştur. Mo dern siyasal teorinin klasik siyasal teoriye nazaran kendine has kavram ve kurumları bu süreçten doğar. Modern devlet ve iktidar olgusu ise bütün bu süreçlerin ya p ıland ırdığı tem el kurum sal çerçeveyi temsil eder. Bu yazı hukuk, siyaset ve devlet arasın daki bu kapsamlı ve içinden çıkılması zor tartışm anın belirli bir cüzüyle; m odem devlet ve iktidara dair hukuk ve siyaset ilişkisinde özgülleşen ve giderek adına “kamu hukuku” denilen bir bilimsel ala n ın kuruluşu ile ilgilenecektir. Daha açık çası modem devlet ile kamu hukuku dü-
d
ö
n
e
m
l
e
r
V
E
ş ünce,sı arasındaki bağı tarihsel bir Örnek ■ürerinden anlamaya çalışacaktır. Modem iktidarın kurumsal ve yasal çerçevesi ile ilgilenen özgün bir sosyal bilim alanı ola rak kamu hukuku “hukuksal" ve ‘‘siya sal" olan hakkmdaki düşünsel üretimin büyük çoğunluğunu üstlenmiş durumda dır. Ya da en azından her iki alanın sınır larını bilimsel üretiminin odağına yerleş tirmiştir. Buna karşılık, tıpkı klasik siya sal teorideki “şehir hayatı" ve “ev hayatı”
286
ayrımında da yaşandığı gibi modern siya set teorisi ve hukuk felsefesinde de huku kun nerede başlayıp nerede bittiği ve bu na nazaran siyasetin nereye yerleştirilebi leceğ i, bu iki alanm b irb irle rin d e n ve devletten meşru ayrılıkları, aralarındaki sınırlar ve ilişki düzeyleri konusunda ol dukça geniş bir kuramsal belirsizlik ala nının bulunduğu ve hatta kamu hukuk çularının bütün yeterlilik iddialarına rağ men bu ilişkinin sayısız boşluklar ve “ka ra delikler” barındırdığı çok geçmeden anlaşılmıştır. Tarihî bakımdan değerlen dirildiğinde 17. ve 18. asırlar bu konuda pek az kuşkuya düşülen asırlardı. M o dern devlet, kendi iktidarına yasal-anayasal bir çerçeve kazandırmakla övülüyordu (bkz. Locke, 1980: 2). Henüz bugünkü anlamda bir kamu hukuku disiplini de oluşmuş değildi. Örneğin, Kant, bu dö nemde politik felsefe ile normatif hukuk felsefesin i b irlik te kavram sallaştırarak (Kersting, 1992: 159) hukuk ve siyaseti ortak-özdeş kavramlar olarak kurmakta herhangi bir sakınca görmemiştir. Fakat, 19. asırdan itibaren hukuk-siyaset ilişkisi sorunu, m odern devletin artık kendini
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
ilişkin geniş bir alanda hüküm sürerken, anayasal analiz kendi bağımsız devreleri ni şaşırtıcı bir kendine yeterlilik iddiasıy la oluşturarak yasal ve kurumsal çerçeve yi kendi çalışm asına ayırmıştır, Böylece Ecksteiriin “devlerin özel bilimi” (Eckste in, tarihsiz: 3 2) dediği kamu hukuku di ğer felsefi ve bilimsel alanlardan ayrılmak suretiyle kendine mahsus kapalı bir disip line dönüşmeye başlam ıştır. Bu özellik, aym zamanda modern devletlerle beraber doğan ve hukuk ile siyaset ilişkisini tayin eden “devletin özel bilim i"nin farklı ta rihsel dönemler ve mekânlarda farklı ku rumsal ve düşünsel anlamlar inşa etmesi ni de sağlamıştır. Çünkü, kamu hukuku düşüncesi, öncelikle, resmî bir kamu an layışının içinde doğa t ve oradan itibaren gelişir. Modern devlette hukuk ile siyaset alanları arasındaki sınırlara doğru İlgisini daraltan bu yazının konusu işte bu kamu hukuku düşüncesinin Cumhuriyet ikti darı içinde zuhur ediş süreçleri olacaktır.
CUMHURİYET VE KAMU HUKUKU DÜŞÜNCESİ Yeni Türkiye ve Kamu Hukuku Kemalist düşünce, esas olarak kamu hu kuku merkezli bir zihniyetin tüm özellik lerini sergiler. Devlet kurucu vasfı gereği kamu gücünün üretilmesi sorunlarını te mel bir mesele haline getirmiş olan Ke malist iktidar, kamuya ilişkin bütün siyasal-hukuksal kuram lardan olduğu gibi tüm bunların bilgisine dair bt 1imsel-di siplirter alanlardan da kamusal bir işlevselli ğe sahip çıkmasını talep etmiştir. Bu çer
tam olarak kurumsallaştırmış olmasından da kaynaklanan, siyaset felsefesine dair bir ilgiden resmî b ir çözümleme alanına doğru terk edilmeye başlanmıştır. Sonra dan aralarındaki fark giderek artan siyasal analiz ile anayasal analiz arasındaki kes kin bir kopuş da bu dönemden itibaren başlar. Siyasal analiz m odem devlet ve ik
çevede, o, “kamu”dan geri kalanlara, yani toplum a doğru uzanan sosyal, siyasal, kültürel, estetik vb. gibi modernleşmeye dair atı!im lan örgütleyerek bunu resmî
tidar yapıları ile tarihsel dönüşümlerine
içinden yeni bir devlet biçimine talip olan
misyonlar olarak kuramlarına dağıtmakla kaçınılmaz olarak ayrınnh, teknik ve sağ lam b ir kamu hukuku bilgisine ihtiyaç duymuştur. Bu nokta da bir imparatorluk
T
Ü R
K İ
Y
L
'
D E
H U K U K
- S İ Y A S E T
İ L İ Ş K İ L E R İ
287 Zorlu. Menderes. Kayar. Yasmada d a yargılanıyorlar Yassında m ahkem esi, Türkiye'de, olağandışı hukuku, -başka deyişle ku k u k thşı kanun ve yargı pratiğinin-, doğallaşm asının, yerleşikleşm esinin ön em li eşiklerin den biridir. Sunduğu grotesk görünüm lere karşılık. Isliklâl M ahkem eleri nden 12 Eylül yargılam aların a uzanan deneyim zin cirin d e o k a d a r d a 'tu h a f değildir.
Kemalistler, Osmanlı reformculuğundan devraldıkları tecrübeleri Cumhuriyet in tarihsel inşasına y e rle ştirirk en birçok
azından tarihsel kökenlerden bahsedilme
alanda özgün vurgular yaratmanın peşine düşmüşler, bu arayışlarına cevap yetiştire
bakıldığında toplumsal, kültürel ve siya sal meseleler bakımından Osmanlı ve İtti
cek. onun kamu iktidarına "söz” taşıya
Bozkıtrl ve Recep Pekcrdeıı K ad ro dergi sine kadar birbirind en farklı kesim ve gruplar yeni Cumhuriyet iktidarının logo
hat döneminin kurumsal çeşitliliklerinin varlıklarını devam ettirdiği söylenebilir. Buna karşılık, Cumhuriyet iktidarının Te rakkiperver Fırka, Serbest Cum huriyet Fırkası ve Türk Ocakları nı taşımakta zor luk çektiğinin anlaşıldığı 10 50'larla bera
suna "söz” yetiştirmekte, oııun kaimi hu kukuna derinleştirmekte yarışmışlardır. Yeni Cum huriyet in kamu bilgisinin
ber yeni bir kamu hukuku bilgi ve ide olojisinin şartları da belirginleşmeye baş lamıştı. İşte bu noktadan itibaren Kema
m illiyetçilikten laiklik anlayışına kadar kapsam lı b ir özgünlük iddia ettiği bu alanda genel olarak Osmanlı modernleş
list iktidar tecrübesi ve onun kamu lıuku kıt bilgisinin hem Batı tecrübesi ve hem de O sm anlı tarihi k arşısınd a kendine
inesi ve daha özgül olarak da İttihat ve Terakki reformları temel alınarak farklı tarihselleştirm e biçim leri de öne sürül müştür'. C um huriyet in “h u k u k düze ni' nin suç ve ceza sistem inden, toprak
mahsus kıldığı alanlar yapılandırılmaya başlanmıştır. Bunlar burada kısaca sayıla bilir. Türk kamu hukukunun yapılanma sına dönük bu bilgi alanının içinde, önce likle “Atatürk biyografisi"nin belirleyici
düzenine ve aile hukukuna kadar uzayan kurumsal bir tarihin üzerine yerleştiği, en
karakter çizgileri yer alır ve arkasından önderin örgütlediği çok ayrıntılı ve her
cak, birbirinden farklı entelektüel heves lere de açık olm uşlardır. Mahmut lisat
si gerektiği açıktır. Ayrıca CunıhuriyeTin 19 UY la ra kadarki kamusal ortam larına
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
biri ayrı hukuksal müesseselere ait kurtu luş savaşı süreci gelir k i bu sürecin kendi si tek başına yeni Cumhuriyet’in varlığı ve meşruiyetine mantıksa i kanıtlar taşır
288
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
lişim süreçlerine benzer biçimde kendine has ve özgün bir kamu hukuku anlayışı nın üretilmesine yöneldiği, bu anlayışın sanıldığından daha tek nik, ayrıntılı ve
lar. Kurtuluş Savaşı ile Cumhuriyet ara sındaki tarihsel ve mantıksal süreklilik de ön celikle buradan kurutur. D olayısıyla Osm anlı son dönemleri ile Mustafa K e mal’in yerel ve ulusal kongreler ve oradan da Millet Meclisi yoluyla yürüttüğü faali yetler Cumhuriyet’m siyasal ve hukuksal örgütlenmesinin özgün tarihsel kökenle rinden birincisini, yani Kurtuluş Savaşıriı anlamlandıran noktalardır. Kurtuluş Sa vaşı ile yeni Cum huriyetin ilanı arasında kurulan bu doğrusal ve zorunlu ilişki he m en arkasmdatı Cumhuriyet sonrasının
mamul bilgilere sahip bulunduğu ve en
“devrim” atılmalarına kadar ilerletilerek bütün bu sürecin belirli, tutarlı ve planlı
idare ile taşra arasındaki ilişkiler olmuş tur. Anglo-Sakson geleneğinde ise siyasal
b ir kam u eylem inin kanıtlarım belirgin
bilim ile kamu hukuku arasındaki ilişki
leştirmesi sağlanır. Bu anlamda Cumhuri yet sonrasını ise oldukça uzun ve ayrıntılı
hep doğrudan olmuştur ve Amerikan ve İngiliz siyasal tarihleri aynı zamanda bir kamu hukuku tarihi olarak anlatılagel-
bir reformlar ve “devrimler” süreci oluş turur. M edeni K anuriun kabulü. Şapka Kanunu, kılık-kıyafet reformu, Tevhid-i Tedrisat Kanunu, Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Kanunu, Harf devrimi, dil ve tarih atılırnlan vb. gibi tasarruflar ise Ke malist kamu hukuku düşüncesinin ikinci önemli kısmını sağlarlar. Türk devlet bili minin antolojisini oluşturan bu başlıklar, aynı zam anda C u m hu riyet’in , kendini
sonunda tüm bu bilgilerin bir bilimsel üs luba aktarıldığı rahatlıkla söylenebilir. 19. yüzyılda Alman “Tarihçi Hukuk Okulu” ve 20, yüzyılda “Genel D evlet Kuram ı” düşüncesi (bkz. Doehring, 2 0 0 2 ), Alman geç modernleşmesi ve onun ilerleyen za manlardaki özgün tarihsel sorunları üze rine düşünme pratiklerinin bir sonucu dur. Fransız kamu hukuku düşüncesinin (Dem ichel-Lalum iere, 1984: 5 vd.) zen ginliğini yaratan da onun burjuva devrim inin özgünlüğünü oluşturan merkezi
miştir. Buna karşılık yeııi Cumhuriyet ik tidarı ve onun kamu bilgisinin özgünlü ğüne karşın b ir adlandırma ve çağrılma sorunu yaşadığı muhakkaktır. Bu konu da, sosyal bilimler içinde jakobenizmden askeri d ik tatörlü k iddialarına ve hatta oradan faşizme kadar, Bonaparrizm den patrimonyalizme kadar birbirinden farklı siyasal arayış ve açıklama denemeleri söz
C H Fnin kuruluşu ve altı okta (Atatürk
konusu olm akla beraber kamu İlişkileri ve kamu hukuku düşüncesine ilişkin ay rın tıların odağa alındığı bir girişim den
İlkeleri) temsil edilen ilkeler ise bütün bu süreçlere örgütsel ve ideolojik çerçeveler
pek söz edilemez. Buna karşılık, özgün nitelikteki Alman,
kazand ırm ış, dolayısıyla tüm bunlarla
Fransız ve İngiliz kamu hukuku örnekle ri gibi “Fürk Kamu Hukuku'’nun da son 20 yıl içinde giderek bir “hikmet-i hükü
hep kanuni bir tutarlılıkta aramasını an latan başlıklardır. A tatürk biyografisi,
Türkiye’de yepyeni bir kamu hukuku bil gisi İnşa edilrmştir.
başlıkları verilen kamu hukuku bilgisine bütünlüğüne bakıldığında, tıpkı Alman “genel devlet k u ram ı”, Fransız “kamu
met" hukuku olarak anlatılabilme imkân ları artmaktadır. Fakat, bu adlandırmanın kendisinin bir bilgi ve bitim çerçevesi ol maktan çok bir liberal eleştiri alanı olarak dogması nedeniyle yalnızca bir m uhalif yansıtma özelliği taşımaya başladığı hatır
hukuku" ve İngiliz “siyaset b ilim in in ge
latılm alıd ır. 12 Eylül 1 9 8 0 d önem inin
Adlandırma M eselesi Kem alist C um huriyet’in, yukarıda ana
T
Ü
R
K
İ
Y
E
'
D
E
H
U
K
U
K
-
S
İ
Y
A
S
E
T
İ
L
İ
Ş
K
İ
L
E
R
İ
akabinde işlevsel ve anlamlı olan bu ad landırm anın bugün için iki temel soru
yacak bir kuramsal girişimin ve adlandır ma düzeninin geliştirilm esi ihtiyacıdır.
nundan bahsedilebilir. “Hikm et-i hükü met" terkibi, ilk olarak, b ir tarihsel devlet analizinin kamu hukukunu işgal ettiği ön varsayımıyla var olur. Buna göre hukuk
Biz bu konuda diğer kamu hukuku tecrü
dışı bir alanın haklar alanını kuşattığı id diası öne geçmekte ve bu itibarla da hu kuka tâbi kılınm ası gereken bir tarihsel meseleye işaretle kullanılmaktadır. Kısaca hukuk devletinin dışına terk edilen tarih sel sorunları toparlar bu adlandırma. Do layısıyla bir hukuki alana değil, tam tersi ne hnkuk dışt bir tarihsel birikim alanına ve hukuk aleyhine aşın gelişmiş bir dev let manevrasına işarel etmektedir. Böylece “hikmeı-i hükümet” hukuk açısından bir “kıskaç”, bir “tehdit” haline gelir. Oysa, bu, hukukun siyaset ile ilişkisini anlama ya uygun bir yaklaşım olmadığı gibi Türk Kamu Hukuku içindeki ilerde anlatacağı mız kanun ve kanuncu geleneği doğru bi çim de anlam ayı da tehlikeye düşürücü bir nitelik taşıyabilecektir. “Tarihsel” ola nın “hukuk" olamayacağı varsayımı libe ral yaklaşıma ait bir iddiadır ve bu yakla şım hukuk ve siyasetin tarihsel-toplumsal bütünlüğünü görmeye engel oluşturur, “Hikmet-i hüküm et" yaklaşımının ikinci önem li sonucu da burada ortaya çıkar. Hikmet-i hükümet terkibi bilimsel adlan dırma çabalarını üstlendiği ölçüde hu kuksal örgünün gerçek ayrıntılarını ve in celiklerini görmeyi engellemekte ve aynı ölçüde karşı duruş, çok genel ve geçişti ren bir itirazın ötesine taşmamamaktadır. Böylece Türkiye’de hukukun devlet ile girdiği özel ilişkinin, yani “devletin özel bilim Cnin boyutlarım ve sonuçlanın gö rerek bir hukuksal yüzleşmeyi ve dahası siyasal derinleşmeyi geliştirmemiz zorlaş makta hukuksal etkinliği müzakere dışın da bırakmamız gibi bir sonuç ortaya çık maktadır. Burada işaret ettiğimiz nokta, Cum hu riyet iktidarının kamu hukuku alanının bilgisine dair entelektüel çabalan hazırla
belerinden (Alman “genel devlet kuramı”, Fransız “kamu hukuku” ve İngiliz “siya set b ilim i") ayırt edilm ek üzere “T ü rk Devlet Bilimi” adlandırmasını öneriyoruz. Bununla kastettiğimiz Cumhuriyetin ku rucu Kemalist iktidarının resmî kamu hu kuku düşüncesidir. Türk devlet bilimi ad landırmasının, bu düşünce alanının örgü sü ve örgütleniş biçimine, kapsam ve içe riğine ve bunları bütünsel bir anlatıya dö nüştüren temel paradigmanın algılanma sına uygun düşen, kuşaücı bir adlandırma olduğunu düşünüyoruz. Bu çalışma bütü nüyle bu özgün bilim alanının inşasına dair süreçlere yönelm ekle beraber Türk devlet bilimine “bilimsel” özelliğini veren b irk a ç n ok tan ın burada erkenden ifşa edilmesi gerekiyor. Bu noktada Türk dev let biliminin en önemli özelliği kendi nor m atif dünyasını bütün bir sosyal dünya nın karşılığı olarak yerleştirmesidir. Ter sinden söylemek gerekirse, kendi siyasal gerçekliğini bir “hukuk” kuramı biçimin de dayatmaktadır. Dolayısıyla, Cumhuriyet’e ait bu bilgi alanı, bütün bir toplum sal, siyasal hayatı karşılayan tek bir kültü rel, siyasal, ideolojik ve teorik dilin üstle nilmesi anlamına gelir. Bu nedenle Türk devlet bilimi, akılcı ve bilimsel özelliğinde ısrarlı olmuştur. Bu anlamda, Kemalizmin norm atif beyanları ile tarihsel gerçeklik arasındaki ilişkiye dair bütün yanşan id diaları saf dışı bırakma yoluna girmiş, bu yolla da esas ideolojik çekirdeğini oluştu ran A tatürk ilk elerin i k atileştirm ek ve mutlak bir “kamu”ya dönüştürmek sure tiyle farklı kuramsal girişim leri önleyen bir içerik edinmiştir. Hukuk alanı kuram sal bir bağımsızlık kazanamamış, kendine ait bir tarihsel çizgi oluşturamamıştır. Bu çok net olarak şu dem ektir. Cum huriyet'iu kamu hukuku bilgisinde “hak” ku ramı ile bir “siyasal dönem” Öyküsü iç içe geçmiş, çok garip bir biçimde aynı anlam-
289
D
O
N
E
M
L
E
R
v
e
la n üretir olm uşlardır. “H ak ” ve “huk u k ıı anlamak için Türk inkılap tarihine ve Atatürk ilkelerine bakılmaktadır. Dola yısıyla belirli bir tarihsel donem bütün bir hukuk kuram ım karşılayabilir olm akta dır. K em alist (T ü rk ) kam u hu kuku na “devlet bilimi” özelliğini veren nokta tam da buradadır
290
Kemalizm ve T ü rk Devlet Bilim i: Başlangıç Hükümleri Türk devlet bilim inin “hukuk” alanı ile “siyaset” alanı arasında kurduğu ilişki çok dikkat çekici ve özgül bir kurgunun Üzerine oturur. Bu kurgu, Türk devlet bi lim inin, “hak" alanı ile “siy aset” alanı arasında yukarıda belirttiğimiz gibi tarih sel bir bağ yaratmış olmasıdır. Bu durum, hukuk alanının siyasetin tarihsel iklim in den özgülleşememesi ve kuramsal bağım sızlık kazanamaması gibi bir sonuç doğu rur. Bu nokta da Türk devlet bilimine has iki çok özel ve dikkate değer durumu saptayabiliriz. Bunlardan birincisi, Türk devlet biliminde “kanuri'un daimi biçim de “siyaset”e eşlik etmesidir. Yani, “hu kuk", “siyasedi bütünüyle içine almakta dır. Siyasetin dolaşım alanını, uzanımları nı ve sınırlarını belirlemektedir. Hukuk,
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
Türk devlet bilimini mantıksal olarak tu tarlı, tarihsel olarak uyumlu hale getirir; buradan da siyasî bîr veraset, ideolojik bir harita ve tarihsel bir görev edinir. Şimdi bu iki önemli özelliği biraz daha açıp ar kasından daha özgül vasıflara doğru açık lama çabamızı ilerletmemiz gerekiyor. Kanun ve İnkılap Yukan da da belirttiğimiz gibi, Türk devlet bilim inin ilk önem li özelliği Cum huriyet'in inkılapçılığı ile kanunculuğu ara sındaki siyasî ilişkide bulunabilir. Türk devlet bilimi, bu iki çelişik noktanın öz gün biçim lerde b ir araya getirilmesidir. Yeni Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı sürecin den başlayarak C u m h u riy ete g eçiş ve Cumhuriyet reformlanna ilişkin atılımlarınm “siyasalhgrm neredeyse bütünüyle “kaııu n”un belirliyor olm asının T ü rk i ye'de ilginç bir muhafaza kât hk-ilericüik ve kopuş-süreklilik bağlamları yarattığı söylenebilir. Aslında Osmanh reformculu ğunun temel niteliklerinden birisi, tıpkı Cumhuriyet gibi, kanunculuğu idi. Mo dernleşm enin asıl taşıyıcı-aracı yapıları
siyasete bir varlık alanı kazandırmaktadır. Dahası Türk devlet biliminin bağlı oldu
“kanun” biçimini alıyor, bir anlamda “si yaset” “kanun" ile özdeşleşiyordu. Bu ne denle ıslahat ya da reform ile kanun ve kanunculuk arasında çoğu zaman zorun lu bağlantılar kuruluyor, hatta Mithat Pa
ğu Kemalist “devrim” , ilginç biçimde bir htıkuk/kanun devrimidir. Bu çelişik bir durumdur. Başka deyişle Türk devlet bili
şa gibi liberal reformculardaki bu yakla şım bütün bir siyasetin tarihsel ve top lumsal temellerinden sıyrılarak yalnızca
mi hem “kanuncu” hem de “devrim ci" olmaktadır. Ama bu çelişkinin sonuçları nı ikinci önemli vasfıyla aşar, ikinci nok ta, Türk devlet biliminin, Türk inkılap ta
dilden ibaret olarak görülmesine yol açı yordu. Bu durum diğer bazılarında ise
rihi ve Atatürk ilkeleri ile kamu hukuku arasında onsuz olmaz, biricik ve tek zo runlu bilimsel ilişkiyi sergilemesidir. Böylece hukuk kuramı Kemalist ideoloji ile eşleşmekte, iç içe geçmekte ve özdeşleş mektedir. Dolayısıyla hukuk, siyaset açı sından araçsallaşırken, hukuk siyasete kendine yeter, ama yine de çok sınırlı bir varoluş alanı sağlar. Bıı iki önemli özellik,
kanun ve anayasacıhk gibi hukuksal bir
Cevdet Paşa gibi daha muhafazakâr ve tu tucu bir yenileşme ve geçmişle barışık bir kanun anlayışının belirginleştirilm esini (Chambers, 1997: 93-1 i 1] sağlamıştır Bu anlayıştan bakıldığında hukuk ve kanu nun devlet iktidarı karşısındaki bağımlı ve işlevsel niteliğinin Osmanlı-Cumhuri yet modernleşmesinin temel bir vasfı ol duğu söylenebilir. Böylece kanun, devle tin kendi geleceği açışından araçsal bir
T
Ü R
K İ
Y
E '
D E
H U K U K -
S
I
Y
A
i
E
T
I
l
I Ş K I
L
E
R
I
anlam edinir. Fakat dalıa ilk elde bu duruma aldanarak kola) bir sonuca gidilme m elid ir. K anu nu n a ra ç s a lla ş tırılm a s ı, I ürk kamu hukukunda kanunun basil bir tarihsel veri olmasına yol aymaz. Tersine hem iktidar hem de muhalefet ayısından siyasetin sürdürüldüğü temel bir havzaya dönüşür. Burada ilginç bir biçimde tüm siyasal taraflar kendilerine aynı zamanda kanun içinde anlamlar üretmektedirler. Bu şu demektir: Taraflar siyasal eylemleri ni iktibas ve kanuneuluk ile geliştirmek ledirler. Ama aynı zamanda bu iktibas ve kanuneuluk kendine aiı bir dinamizm ve yetkinlik alanı yarattı. Kanun ve hukuk meseleleri tanışmaların (emellerine doğru yerleşm eye başlar. O ralardan da temel gündemlere yerleşir, bir siyasal meşgale üretir. Bu durum gerçekten ilginçtir. Sun dan ilginçlir ki, sıradanlaştırılmış ve araçsaLlaştınlarak muhtevası alınmış olan bir yasal alan kendini araesallaştıran güçlerin varlık alanlarını incelterek, geliştirerek pekiştirm ekte ve ilerletm ektedir. Türk devlet bilim inin önem ve değeri lam da buradadır. Siyaset -v e “inkılap - “kamın" ile yapılır. Kamın ise siyasete kendi içinde bir ‘'varlık” alanı kazandınr. İlerde göre ceğimiz gibi bu dunun Türkiye'de devlet biliminin gücünün olduğu kadar siyasetin çıkışsızlığının nedenlerinden birisini leş kil eder. Bu anlamda, böyle bir kanunıııerkezcilik Türkiye'deki inkılapçılık, la iklik ve bununla bağlı olarak "Kırban so runu". milliyetçilik vb. gibi siyasal ıııeseleleriıı tamamen yasal bir meseleye indir genmesine de yol açmaktadır. 1080 lerden itibaren başlayan "türban sorunu" nu tanı da bu algı kalıplarına claiı bir sorun ola rak görmek gerekir. Yine "türban sorunu" gibi 765 saydı TCK'daki 141-142 ve 163. maddeleri ile yeııi TCK'tnn 301. maddesi nin soruıı oluıa niteliğinin de tamamen kanuni" sınırlarda daraltılarak toplumsal ve siyasal m eseld en» zengin çeşitliliğinin kanunun okuma düzenine indirgenmesi ni ve topluma ait bütün siyasal-sosyal iş
ü erıiz Gezmiş, y a kalan d ıkları sonra. “D en iz in Y usufA slan v e H üseyin İn an la b era b er asılm ası, sağ siyasetin kah v eh an e soh betlerin d e, 2 7 M ayıs tan son ra DP’l i M enderes, Zorlu ve P olatkan'm id am ed ilm esin e a tıfla , "surdan alın an b ir rövan ş o la ra k yoru m lu m bilrn işti. H aradaki k ısa sçı "m antık”, aynı zam an d a, dönem in p o litik ku tu plaşm asın a d a ir b ir fi k ir verir.
lemlerin devin iradesi karşısın,da hızla et kisini yitirmesini de bu zihniyetin sonu ç larına eklemek gerekir. Bu zihnî yapı toplumsal ve siyasal tüm m eselelerin bir kanunun örgüsü içine alınmasına, aynı kanım örgüsüyle yeni den kurulmasına, oralarda yeniden yara tılmasına, bir sorun haline getirilmesine ve yine o zihni yapı içerisinden halline, kısacası neredeyse büıuıı bir havalın k a nunun. bir normatif seslenme biçiminin niteliğini kazanmasına yol açıyor. Böı leee hukuk, yalnızca yasal bir alan olarak ya ratılmakla kalmıyor, aynı zamanda "ka nun kov ucunun iradesine" dönüşerek ik lidara teslim ediliyor. OsmanlI'daki ka nuncu geleneği devralan Türk devlet bili m inin geliştirdiği ve yaygınlaştırdığı en önemli zihnî yapı işte tam da buradadır. Bıı zihnî yapı ikıidar-muhalefet ilişkisinin
D
O
N
E
M
L
E
R
V
E
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
ve yaklaşım larının da tam am en bu ka nuncu yaklaşım a teslim edilm iş olm ası sonucunu getirmektedir. Bu durum siya sal pratiğin yasal bir taruşmaya hapsedil
Kamu Hukuku-lnkılap Tarihi Özdeşliği
m esi kad ar yasal m etin lerin tam am en devlet iradesine öncelik veren modernli
ve kopmaz bir kuramsal bağ oluşturulma sıdır. Bu aynı zamanda, kamu hukukunun
ğin ilk ve erken dönemlerindeki rasyona
Tü rkiye’de başka türlü yapılamaz, yani Türk İnkılap dersleri olmaksızın yürütü lemez bir etkinlik haline dönüştürülmesi ne de yol açar. Bu durum “Türk inkılabı”
list yaklaşımın öne çıkarılmasını da doğu rur. Diğer yandan hukuktan tarihsel ve toplumsal temeller ile kişisel siyasal gö rüş ve tercihlerin çıkartılması Türkiye’de ki liberal muhalefetin de sade bir “kanun
292
Z
cu” gelenek olarak var olmasını sağlamış tır. T ü rk devlet b ilim inin O sm anlI’dan devraldığı ve olgunluğuna vardırdığı bu yaklaşımın bugüne kadar sürdüğü söyle
Türk devlet biliminde saptanacak ikinci önemli durum ise Türk İnkılabı dersleri ile Kamu Hukuku dersleri arasında biricik
derslerinin 1935 yılında bütün fakülte ve yüksek okulların son sınıflarına konulma sıyla gerçekleşir (Peker: 1984; 9). Bu ders ler, öncelikle Bozkurt ve Peker gibi kuru cu kadro tarafından verilirken giderek Ya
nebilir, Bugün, kuşkusuz ki, birbirlerin den farklı n oktalard an hareket etm ek üzere M ehm et A ltan, Levent K öker ve
vuz Abadan, Hılzı Veldet Velidedeoğlu gi bi kamu hu kukçu larınca devralınmaya başlanır. Zaman içinde “T ü rk İn k ılabı” dersleri ile Kamu Hukuku dersleri arasın
Ayşe Kadı oğlu gibi liberal düşünce sahip lerinin Kemalist geleneğe m uhalefetinin ana yapıları da yine “kanun"da gizli bu
da zorunlu bir bağlantı oluşur; kavram ve ilgileri iç içe geçmeye başlar. Türk devlet bilimine asd kimliğini veren noktalardan
lunmaktadır, Çok kabaca Türkiye, Avru pa Birliğine girerek, Avrupa kanunlarını iktibas ederek siyasal iktidarını dönüştü
İkincisi, bilimse 1-disipliner alanın ihlali niteliği taşıyan işte bu birleşmedir. “Tarih dersleri" ile “hukuk dersleri" ilginç bir bi
recektir. Bu kesim lerin “hukuk devleti" mücadelelerinin siyasal temellerinde cid
çimde ortaklaşmaktadır, Türk İnkılap tari hinin ana dönemeçleri; Kurtuluş Savaşı,
di bir sorun bulunmaktadır. Buna karşılık daha sağlıklı ve hukukun siyasal ve tarih sel tem ellerine vurgu yapan b ir başka
C u m h u riy etin ilanı, Cum huriyet Halk Partisi’nin kuruluşu, devrimler ve Atatürk ilkeleri: C um huriyetçilik, m illiyetçilik,
yaklaşım ın giderek güçlendiği de görül mektedir. Bu yaklaşım, Ali Bayramoglu ve Etyen Mahçupyan gibi yazarların hukuk
halkçılık, laiklik, devletçilik, inkılapçılık ile “hak", “vatandaşlık” alanları arasında doğrusal ve tekçi bir baglann oluşur. So nuç olarak 193 Ollarda şekillenen Türk ka
salın siyasal tem ellerine yaptığı vurgu üzerine ilerlemektedir. Bu yaklaşıma göre hukuk devleti mücadelesi bir kanun ikti bası değil yerel-tarih sel ve siyasal bir an
mu hukuku düşüncesi yakın dönemin an lamlandırılması çabasında önderliğin ha zırladığı ilkeleri başlangıç noktası olarak
lam taşır (Mahçupyan, 2000: 150-154) ve T ü rk devlet b ilim inin k aııu n-m erk ezb zihniyetine karşı ciddi bir tehdit potansi
bulmuş, onu kamusal misyonu olarak be lirlemiştir..
yeli içerir. Sonuç olarak yasal alanın araçsallaştı rıl ması ve kanun-merkezli zihni yapı Ke
kendi özgün vasıflarım teker teker belir ginleştirme gayretine girer,
malist kamu hukuku düşüncesinin veya diğer adlandırma biçim iyle Türk devlet biliminin ilk ve en önemli unsurlarından
Türk İnkılabı ve Kamusal Görev Türk devleı bilim inin ilk kurucuları açı sından, Cumhuriyet, Batılı inkılapçı ör
birisini veya birincisini sergiler.
neklerden münezzeh bir inkılap tarihi öz-
Ve bu asgari şartlardan hareketle artık
T
Ü
R
K
İ
Y
E
'
D
E
H U K U K
günlüğüne sahiptir. "Türk kamu "s unun hukuka yüklediği ilk görev ise bu tecrü benin özgün anlamlarını pekiştirm ek ve bunlara Tefakat eden kurumsal refleksler oluşturmaktır. Bu noktada Recep Peker, Türk devlet biliminin kurucu önderliğini M. Esat Bozkurt, Afet inan, Falih Rıfkı Atay, Ya kup Kadri Karaosmanoglu, Vasfi Raşit Seviğ vb, gibi çekirdek bir grup ile paylaşır. Onun 1934-35 yılıuda üniversi tede verdiği derslerden oluşan “İnkılap Dersleri” ise Türk devlet biliminin ilk telif eserlerinden sayılm alıdır. Peker’e göre, Türk inkılabı “büyük evrensel bir hadise"yi tem sil eder. Peker, b ir “güneş gibi dünya ufuklarına” doğan Türk inkılabın dan önceki devrin Türkler için nasıl bir karanlık olduğunun tasvirini de yapmış tır. Osmanlmm “öz unsuru” otan Türkler ezilmiş ve harcanmış, yüzyıllarca Bannm
S İ Y A S E T
İ L İ Ş K İ L E R İ
götürmek arzusundadır: “Türk inkılabı, yalnız siyasal veya ekonomik bir rejim de ğiştiren b ir hareket değildir. O , ulusal, sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel ya şayışın bütün derinliklerinde aynı zaman da tesirler yapmış olan inkılaptır. Hatta günlük hayatımızdaki alışkanlıklar bile Türk inkılabının tesiri altında yenileni yor." (Peker, 1984: 19) Peker’in burada temellerini attığı çerçeve Türk inkdabıııa ait resmî devlet biliminin temel görev ta nımlarını oluşturmakta ve belirginleştir mektedir. O görev de “kamu” ve "hak” gi bi hukuksal alanların Cunıhuriyet’in var lığına dair özgün bir tarihsel işlevin içine çağrılmasıdır. Hukuka ilk görev bu nokta da verilir: Kurulu iktidarın korunması ve kollanması görevi. Laikçilik
bilgi ve bilim dünyasından uzak kalmış lardır. Türk inkılabı, bu “durgunluk" için den doğrulmuştur. Ama Türk inkılabım
Türk devlet bilim inin kurucu Kemalist irade —ve onun “altı ok”u - yoluyla edin diği görevlerden en temel olanı; Cumbu-
geçm işin tehdidinden korum ak da gere kir: "... büyük bir sıcaklıkla davaya yapı
riyet’in geri kalmış ve daha önemlisi dinsel-teokratik baskılarca geri bıraktırılmış bir dünyanın karanlığından sıyrılmış ol
şıp sökülen şeylerin geri dönm em esini, konan şeylerin yaşamasını, yerleşmesini temin edecek bir sistem kurmak ve işlet m ek de inkılabın değişmez şartıdır. Bu şart olmadıkça fenalıkların, geriliklerin., yerine iyiliklerin ve Benliklerin.,, konma
duğu iddiasını devralmasıdır. Bu, ona ay dınlanmış, akıl ve bilim in yol gösterdiği tarihsel bir misyon bahşeder. Türk devlet biliminin bundan kamu alanına dair özel bir ders çıkarması b e kaçınılmazdır. Bu
sı gelip geçici bir hadise değersizliğine iner ve eski fenalıklar daha geniş tahrip tesirleriyle geri döner ” (Peker; 1984: 18)
nedenle, Türk devlet bilimi, kamu alanı nın, siyasal iktidar yapısmın ele geçiril mesiyle yetin ilemeyecek, özellikle taşra
Buradaki “karanlığın geri dönüşü” Türk
ya, dinsel ilişkileri saklayan tüm toplum sal birimlere kadar ulaştırılacak bir aydın lanma heyecanını taşıma dersleri çıkar
devlet bilim inin sürekli olarak kendine hatırlattığı asli bir uyanct olmuştur. Buna karşı ise “inkılabın korunması ve ebedi
2,93
leştirilmesi için” bilgi ve inancın bir araya geldiği b ir şuurla davranmak gereklidir.
mayı zorunlu kı laca kür. “Türk kamu "su nun en önemli görevi b e bu aydınlanma misyonunun temel geçitlerini belirleyerek
Dolayısıyla Türk devlet biliminin kuruculanndan Peker’de Türk inkılabı, padişafılık-Cum huriyet gerili m inden daha fazla
geliştirmek, örgütlemek ve “vazifeye ha zırlamak” tır, Türk laikliğinin dinsel ku rum lanıl etkinlik ve işlevlerine ortak ot-
hurafe ile bilim, bağımlılık ve istiklal gerilim ini taşır, kamuya ek işlev ve görevler yükler. Dolayısıyla Peker, Türk inkılabı
masına yol açan ve faal bir sektör olarak kurulm asını sağlayan, onu hem geçmiş bir dünyanın karanlığı karşısında İşlevsel
nın özgünlüğünü daha derinlere kadar
kılan hem de geleceğin aydınlanmış dün-
,
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
yasının başlıca uğraşı ve mücadele alanı
eseridir. Bu yaklaşım zaman içinde giderek
olarak planlayan şey de budur. Dolayısıy la dinsellik alanı, Türk devlet bilimi açı sından yalnızca gelenekle mücadele et menin arenası değildir. Aynı zamanda o mücadelenin malzem esidir de. Osmanlı
genişleyen bir “Atatürk edebiyatı”m orta ya çıkaracaktır. Ama burada asıl önemli
iktidarının zihnî geleneklerinden kurtul
derek Cumhuriyet’in kamu alanının üzeri ne yerleştirilerek devlet biliminin yeniden üretiliş koşullarına yeni bir “şart" olarak getirilmiş olmasıdır. Bu şart, Türk inkılabı çalışmaları ile Mustafa Kemal Atatürk ça lışmaları arasındaki kopmaz ilişkinin ku rulmasıdır. Bu durum, Türk devlet bilimi
ma zorunluluğunun yarattığı pratikler ye ni Cumhuriyet iktidarında daha geniş bir toplumsal başarının hak edilmesi hevesi olarak da genişleme göstermiştir, Bu ise dinsel alanı. Cumhuriyet iktidarı açısın dan çift yönlü bir ilginin konusu yapar:
294
Z
Birincisi geçmiş “karanlık günlerdin he veslerini taşıyan bir Truva atı olarak din ve ikinci si ise toplumsal-küUütel faaliye tin konusu olarak din. Bu sayede, Cum huriyet iktidarı veya onun kamu bilgisi düzenini ü stlen en T ü rk devlet b ilim i, dinsel alanın tartışm alarına içerden bir ortak olarak da hak iddia etmeye, dinin ve dinsel pratiklerin tayinine kadar uza nan bir fetva alanına heveslenmeye baş lar, Bu durum, Türk devlet bilim inin bu güne kadarki pratiklerini anlam ak için önemli bir anahtar özelliği taşır. Atatürk Dersleri T ü rk devlet bilim inin an to lo jisin d e en esaslı nokta olan Atatürk biyografisi ve dersleri, kurucu irade ve önderliğe özel bir vurgunun da ortaya çıkmasını sağlamıştır. Türk devlet biliminin “tek adam kültü” ve milliyetçilik vurgularım geliştirenlerin ba şında ise Mahmut Esat Bozkurt gelir. Bozkurt, Türk inkılabı ile Mustafa Kemal Ata
olan şey Türk devlet bilimine kurucu ta rihsel ilişkileri aşan bir “önderlik tnüjdesi”nin tevdi edilmesi ve kurucu liderin gi
nin dokunulamaz yapılarına da işaret et mektedir, Vasfi Raşid Seviğ, bu durumu dönem inin en canlı ve heyecan yaratan devlet modelini oluşturan “faşizm dersle ri" ile birleştirerek özgün biçimde anlata bilmiştir: “Atatürk’ün kudreti muhtar idi. Yani başka hiçbir kuvvete muti ve tâbi de ğildi. Çünkü şef, şeflik kudretine,., yalnız kendisine mahsus olmak üzere ve başkası nın iştirakine imkân vermemek suretiyle maliktir (...) Şef, şeflik kudretini kullanır ken herhangi bir makamın ne inisiyatifine, ne tasvibine, ne kontrolüne, ne de rekabe tine tâbi kalamaz." (Tanör, 2008: 4 0) Bu sözler dünya tarihinin çok özgün faşist dönemeçlerinin dilinden ve özellikle Al man Nazi hukukçusu Cari Sdım itt’in ifa delerinden çalıntı ise de Türk devlet bili minin esaslı kaynaklarından ve dahası kamusal-hukuksal etkinliği olan önemli biri sine aittir. Dolayısıyla, Atatürk’ün biyogra fisi ile söylev ve dem eçlerinden oluşan
türk arasındaki zorunlu ilişkileri T ü rk
özel bir yorum alanının oluşumuna işaret etmektedir. Bununla, kamu hukuku çalış
devlet bilim inin bütünsel anlatısı içine yerleştirm iş, Cum huriyet'in kuruluş ve
malarına sonraki kuşaklarca da takip edi lecek olan bir seçkinci ve “Atatürkçü” çiz
kurtuluş süreci ile Atatürk biyografisi ara sında kaçınılmaz bir bağ yaratmış, bunu kamu hukuku düşüncesi İçinde pekiştir miştir. Bozkurt’a göre, tarih, birçok tarih sel sebebin itkilerini kendi varlığında top layan “büyük adam”ların eseri olarak orta ya çıkar (Bozkurt, 1967: 3 7 6 -3 7 9 ). Türk inkılabı ise Atatürk ve arkadaşlarının bir
gi önemli bir miras olarak bırakılacaktır. T ü rk devlet b ilim inin önem li folklorik malzemelerinden birisinin Atatürk figürü olduğu böylece ortaya çıkmaktadır. M illiyetçilik ve Hukuk T ü rk devlet b ilim inin önem li özellikle rinden bir diğeri de “vatandaşlık” esaslı
I
Ü
R
K
İ
Y
E
'
D
L
H
U
K
U
K
S______Y
A
S
E
T______ I
L
I
Ş
K
I
E
R
I
295 A hm et S ecd el Sezer, A nayasa M ahkem esi B aşkan lığ ı sırasın d a ( i998-2000) tem el h a k ve özgü rlü klere g ö rece du yarlı tutum uyla d ikka t çekti. C um hurbaşkanlığı dön em in d ey se (20002007), g id erek, h u ku ksal p o litik tutum u y a n ın d a ed asıy la d a b ir ‘y arg ıç m u h afazakârlığ ı 'p r o fili çizecekti.
olm aktan çok ''vatand aşlık” ile "lü r k lük” arasındaki özdeşliğin hassas bir k a mu hukuku diline aktarılmasına dayan masıdır. Türk devlet bilimi, birçok defa
vatandaşlık tanım ıyla bütünlüğünü ve gerçek anlamım bulurken, aynı aııda bir milli kültür, millî dil ve nıilli din alanına çekilmek suretiyle kendine ayrı bir çekir
Türk inkılabının yarattığı yeni bir “valaııdaş'tan bahseder. Ama ondan bahsettiği her noktada aynı zam anda 'T ü r k lü k ”
dek hukuk düzeni kurm ak yoluna giıtıtektedir. Çelişki bu iki noktanın ayrı toplumsal bütünlüklere ve kapsama işa ret etmesi ve kendi içinde vabancı-yurı taş, istisna-kural belirlem elerinin daimi bir hal almasına yol açmasıdır.
kavranılın da tanımladığını göstermiştir, fin durum hukuk düzeni ile m illî kültür arasında doğrudan bir ilişki yaratır ve sonraki dönemlerde defalarca görüldüğü üzere Türk devlet biliminin en özgün ç e lişkiler imlen birisini ortaya çıkarır. Bu çe lişki. hukuk düzeninin vatandaşlığı aşan
Türk hukuk düzeni açısından bu du rumun bir başka sontıeıı daha vardır ki
hir “Türklük’’ kavramıyla, çalışıyor olm a
larla çalışm asının ötesinde doktriner si y asî b ir z e m in in in de b u lu n m a sıd ır. "Hak” ve “d ev let” arasındaki ilişkid e,
sıdır. Lozan Antlaşmasının yorumlanma sından azınlık vakıfları tanışmalarına ve oradan da “anayasal vatandaşlık” mesele sine kadar b irçok alanda bu çelişkinin sonuçları gözlemlenebilir. Hukukun et nik bir ö zelliği ayırt ederek çalışm ası kendi içinde çelişik bir kültürün doğma sına da yol açmıştır. Hukuk düzeni bir yandan eşitliğe dayalı olan kaçınılmaz bir
bu da. "haklar” ile “devlet” arasındaki ilişkinin yalnızca kültürel ve etnik sınır
Türk devlet bilimi, İkincinin lehinde oy kullanır; “Kamusal haklar mı devlet s ın ı rı içindedir, yoksa devlet otoritesi mi ka musal hakların sınırı içindedir? Burasını anlatmak içirt parti hu kamusal hakların ancak devlet otoritesi sınırı içinde bulun duğunu açık ça söy lem ek le, ulusun en
d
ö
n
e
m
l
e
r
v
E
büyük hakkı olan egemenliği kurduğunu anlatm ak istiyor. Zira kam usal haklar ferdidir. Fert ise ölezdir. Devlet bu fani likten sıyrılm ış sonrasız b ir varlıktır," (Aykut, 1936: 12). Dolayısıyla, Türk dev let bilim inin tanım ladığı kültür el-etnik tem eller hak ve ferdiyet gibi devlet dışı alanlarda dağılan b ir siyasal-hu kuksal anlamı içermemekte, tam tersine, Rousseaucu anlamda kendini içeren toplum sal grupların varlığım aşan ayrı bir siyasi
296
bütünlüğe işaret etmektedir. Cumhuriyetin kamu hukuku düşünce sine dair yukarıdaki başlıklar asgari şartla rı sağlamakta, Kemalist Cumhuriyetin hu kuk ile siyaset arasındaki ilişkiye dair kav ram ve tecrübelerini özetlemekte ve yine hukuk ile siyaset arasındaki ilişkilerin asli boyutlarıyla tayin ve tarif edildiği bağlam ları oluşturmaktadırlar. Şimdi, bu kamu hukuku alanının bugüne kadar ayrıntılı biçimlerde örgütlenmesini devralan Türk devlet biliminin gelişimine bakabiliriz. TÜRK DEVLET BİLİMÎ __________ VE DONEMLER_______________ Türk devlet bilimi, önderliğin (Atatürk) siyasî tecrü belerini ilk eselleştiren “altı ok" ve kurucu devlet adamlarının siyasî dem eçlerinden beslenen İlk derlem eler dönemi hariç tutulursa üç farklı kuşağın bilimsel girişimlerine yön vermiş ve bu günlere kadar kuramsal bütünlük ve et kinliğini koruyabilmiştir. Cum huriyetin ilk d ön em in d e M ahm ut Esat B ozku rt (Adalet Bakanı), Sadri Maksudi Arsal (ilk “T ü rk H ukuk T arih i" öğretim ü y e si), Şükrü Baban (Babanzade Şükrü Bey: Mül kiye Mektebi Müdürü), Cemil Bilsel (An kara H ukuk M ektebi K urucusu ve ilk Müdürü), Emin Erişirgii vb. gibi önemli devlet adam larınca başlatılan düşünsel çabalar giderek Recai Galip Oltandan, Tahir Taner, Ali Fuat Başgil, Orhan Münir Çağıl, Sıddık Sami O nar vb. gibi kamu hukukçularıyla beraber hukuksal düşün
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
ceye şerhedilmiş; Yavuz Abadan, Tahsin Bekir Balta, Hüseyin Nail Kübalı, Tarık Zafer Tun aya, Hamide Topçu oğlu. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu,. B ülen t Nuri Esen vb. gibi Cum huriyetin birinci kuşağıyla olgunluğunu bulmuş ve sonradan Bahri Savcı, Ilhan Arsel, Muammer Üç ok, Tu ran G üneş, Seha L. Meray, Lütfi Duran, M ünci Kapani, Mümtaz Sosyal, Coşkun Kırca vb. gibi ikinci kuşak isimlerle güç lenmiş; Fazıl Sağlam, Cem Eroğul, Server Tanilli, Bülent Tanör, Sami Selçuk vb. gibi hukukçu entelektüeller yoluyla yeni ter kip ve denemeler kazanmıştır. Hepsi de hukuk-siyaset meselelerinin ortak bağla mında düşünce üreten sayısız entelektüel figür kendi kamusal sözlerim Türk devlet biliminin temel paradigmaları üzerinden anlamlı hale getirmişlerdir. Bu kuşaklar Türk devlet bilim inin “altın çagTna ait, b irb irin i y e tiştire n , besley en ve takip eden bir bilim adamları grubunu ve bun lara ait olan “Cumhuriyet paradigması"ııı yükselten kuşaklar olarak, uç ayrı kuşa ğın kamu hukuku tecrübelerini birbirin den ayrı toplumsal, kültürel iklim lerde ortaya koyarlar. Bu kuşakların entelektüel girişimlerine ansiklopedisi bir bakış bu çalışmanın sı nırlarını aşmaktadır Ama bu isimlere panoromik bir bakış, Türk devlet biliminin ne kadar geniş bir alan ve üslubun içinde dağılarak ilerlediği, yeni bağlamlar edin diği ve tarihsel meseleleri hakkında yarar lı bir izlenim oluşturacaktır. Bu noktada Cumhuriyet’in hukuk düşüncesi içindeki millî atıbmlanna örnek verilecek çabalar dan birisi olarak “Türk Hukuk Tarihi" alanının kuruluşu ve bilimsel bir disipline yöneltilmesi gösterilebilir, İlk ders 19251e Ankara Hukuk M ektebi’nde Tatar göç menlerinden olan Sadri Maksudi Arsal ta rafından verilmiştir. Arsal bu dersi, büyük oranda T ü rk le rin Orta Asya b ilg isiy le oluşturma yolunu seçmiştir. Devlet bili minin ilk kuşağından Başgil, Okandan gi bi kamu hukukçuları devlet, hukuk ve
T
Ü
R
K
İ
Y
E
'
D
E
H U K U K
bunlara bağlı meseleleri geniş bir müktesebaıla ele almışlar ye kamu hukukunda entelektüel emeğin yoğun olarak harcan
S İ
Y A S E T
İ
L İ
Ş K İ
L E
R İ
manda önderlik, kurucular ve CHP ile olan “yüz yüze" ilişkileri nedeniyle Türk devlet bilim inin imtiyazlı grubunu oluş
dığı bir demem yaşanmıştır. Ali Fuat Başgil siyasal faaliyetlere giriştiği son dönem lerinde daha "özgürlükçü" bir kamu hu
tururlar. Türk devlet bilimi, belirli bir di siplinin, bir bilim adamları grubu emeği nin ve birbirinden farklı kuram sal giri
kuku geleneğini zorlarken, O kandan’ın Cumhuriyet’in geriye doğru amme huku
şim lerin bilim sel doğasını k um cular ve öndere yakın olan bu kuşak ile kazanır.
ku tarihinin çıkartılması ve daha önemlisi yeniden tashih edilmesindeki çalışmaları ile Batı hukukunun çağdaş geleneklerine dair vukufiyeti dikkat çeker. Orhan Mü
Bu kuşağın, bir başka yandan bakıldığın da, asli çabalarının 1 9 2 4 Anayasası nın kamu bilgisini belirginleştirmeye adandı
nir Çağıl dönem ine göre ileri b ir Kant okuması geliştirirken, Tarık Zafer Tunaya tarihsel araştırma yetkinliğini kamu hu kukuna taşıyabilmiştir, Bülent Nuri Esen Türk devlet bilim inin önemli savunula rından birisini oluşturan “anayasal dev let" tezini geliştirirken, Hüseyin Nail Kü balı ve Onar “seçkinci” niteliği kuramsal bir temele kavuşturmuşlardır. Tunaya gibi
ğı, bu surecin Demokrat Parti iktidarına kadar sürdüğü, bu dönemle beraber bu kuşağın kamu hukukçuluğu pratiklerinin kurumsal bir çözülmeye uğradığı söylen melidir. Bu kurumsal çözülme 1961 Ana yasasının bu birinci kuşak bilim adamla rına havale edilmesi ve bütün hukuksal b irik im le rin i b ir a sli-k ıû em li sahiplik duygusuyla yeni anayasanın inşasına ak tarmalarıyla yeniden kendini tamir ede
Seha L. Meray da hukuk içinden sosyoloji ve siyaset bilimi okumalarım geliştiren k i şilerin başında gelir. Bahri Sava, İlhan Ar-
bilmiştir. Türk devlet biliminin bu ilk kuşak ka
sel ve Hıfzı Veldet Veiidedeoğlu ise Cum huriyetin laiklik vurgularım “irtica tehlikesi’’ne taşıyarak irtica tehlikesinin teorik
den birisi, Bülent Tanör’Un vurguladığı g ibi s e ç k iu c ilik le r i olm uşLur (T anör,
ve ideolojik bütün veçhelerini bugünkü k u llan ım ın ın çok daha ö tesin d ek i bir
lışmalarım ekonomik, toplumsal ve tarih sel analizlerin yorucu yükünden kurtar
noktaya kadar geliştirmişlerdir,
makla kalmamış, Türk devlet bilim inde ilan edilmiş “hukuk devleti”, “anayasal devlet”, “laiklik”, “millî bağımsızlık” vb.
Türk Devlet Bilim inin tik Kuşağı: Sahabeler ve Akademisyenler Bu dönemde Türk devlet biliminin kendi sine ait bir bilim adamları grubu oluşmuş ve ilk bilimsel ürünlerini vermeye başla mışlardı. Gençlik ve olgunluk dönemleri ni Cum huriyetin kuruluş heyecanı için de bulan ve milliyetçi-Itıilıatçı maariften edindikleri ilk kamu bilgilerinin eıı so nunda millî devlete tekamül ettiğini ken di hayatlarında tecrübe eden bu kuşak, entelektüel çabalarını bir “sahabe" tanık lığı ile beraber geliştirmişlerdir. Bu ilk ku şak Cum huriyet tecrü besinin düşünsel v e rim liliğ in e ad an m ış olan b ir b ilim adamları kuşağını temsil ederken aynı za
mu hukukçularının önem li özelliklerin
2008: 4 1). Bu özellik, kamu hukuku ça
gibi kazanımlar ile aydın azınbldann ey lem ve düşünüşleri arasındaki bağın ta rihselleştirilmesi yoluyla sonuçlandınlan bir kamu hukuku etkinliğini de belirle miştir. Dolayısıyla seçkin aydınların ey lem kapasiteleri kamu hukuku kazan un larında gelinen noktanın derinliğine iliş kin bir ölçüye dönüşmüş, Osmanlı-Türk m odernleşm esinin CumhuriyetTe bütün mantıksal sonuçlarına ulaşan ilerleyişi ay dın ve seçkin önderlerin halka borçlu ol dukları bir görevin icrasını hikâye etmek haline getirilmiştir. Kamusal etkinlik, on lar için, tabii ki halkta sonuçlanan bir aydm -seçkin etkinliğidir. Bu nedenle halk
297
D
298
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
ile seçkinler arasında bir etkileşim aranır. Kamusal eylemin başarısı halkta, seçkinin
lışm asının dışında kalarak bir tutarlılık örneği sergilemiştir. O sm anlı-Türk m o
somut kaynak ve m alzem elerini oluştu ran kitlelerde görünür Ama aralarındaki ilişki öğretici ve yön verici bir ilişkidir.
dernleşmesinin seçkinci bir kamu eylemi olarak okunmasına karşı sınırlı ölçülerde de olsa eleştiriler getiren bu ilk kuşağın
Yine de, bazen bu ilişkinin tehlikeli ve riskli bir taban eylemine, geriye ve karan lığa dönüşüm ün toplumsal damarlarına işaret edilmesi gerektiği de duyurulmuş tur, Bülent Nuri E senin "sokağın etkisi", “kalabalıktan geletı esintiler" derken (Tanör, 2008: 49) kastettiği tam da budur. Bu yaklaşımın önemli temsilcileri olarak ise Türk devlet biliminin B. N. Esen’den başka iki önemli ismi daha örnek olarak verilebilir. Bü isimler Hüseyin Nail Kubalr ve Sıddık Sami O nar’dır. Kubah, T ü rki
bir başka üyesi ise Kamu Hukuku profe sörü Recai Galip Okandan'dır. O da di ğerlerinden bir ölçüde ayrılarak “kolekti-
ye’deki anayasal süreçleri seçkinler ön derliğindeki bir “Batılılaşma’’ olarak gös
nin erken tezlerini birikim , üslup, kay nak ve iddiaları itibanyle bilimsel-disipli-
termekte, Cumhuriyet’i bu Batılılaşma sü
uer bir sıkıntıya sokan kamu hukukçula rının başında gelmiştir. Tunaya, hem si yaset bilimi, sosyoloji, tarih vb. gibi farklı
recinin radikal bir sonucu olarak kutla maktadır. Onar’m tezi de benzer bir seç-
vite’’ unsurunu çözümlemelerine kısmen yerleştirmeye çaba gösterir. Bu kuşağın içinde güçlü bir akademik tarih araştırma yetkinliğinin bulunduğu da m utlaka söylenm elidir. Recai Galip O kan dan bu açıdan Tanzimat’tan İkinci Meşrutiyet'e kadar uzanan surecin ayrın tılı analizlerini yapmakla beraber, özellik le Tarık Zafer Tunaya, Türk devlet bilimi
kincilige dayanır. O da Türk devlet bili minin olgunlaşmış cum huriyetçi, laikçi, m illiyetçi tezlerini ilerici aydınların ey lem lerinin tarihsel başarısına terfi ettir miş, halkın bu başan karşısındaki gerici eylem im kânlarına da İşaret etm ekten
disiplinleri kamu hukuku çalışm alarına doğru sevk eder ve hem de Türk devlet biliminin temel çalışma alanlarına aynn-
uzak kalmamıştır. Türk devlet bilim inin bu iki önemli entelektüel figürünün seçkinci niteliği 1960 sonrası Türk siyasî ta rihinin içinde kimi zaman sıradan araçlar
çalışmalarında özgün parçalanmalar ya şar. Genellemeler ayrıntılı araştırmalarda dağılır, kamu hukukunun m alzem eleri
durumuna düşmelerine yol açm ış; Onar 61 Anayasasının yapıcdarı arasında yer alırken, Kübalı 1971 darbesini destekle miş, ekonomik, toplumsal meselelere iliş kin kaygısızlıkları tutarsızlık sorunları yaşamalar mı da engellemiştir. Türk dev
tılı ve titiz bir araştırmanın somutluğunu kazandırır. Türk devlet biliminin politikid eo lo jik idd ialarının bütünlüğü onun
ağırlaşır, sorular ve cevaplar zorlaşır. Kı sacası Türk devlet biliminin erken heye canlan gerilimli, yoğun ve yorgun bir ça lışma yüküyle karşı karşıya kalır. Fakat Tunaya, Türk devlet bilimini değersizi eş tirmekten çok derinleştiren bir kamu hu kukçusudur. Tunaya'nm, Doğu-Batı soru
let biliminin birinci kuşağından sayılması gereken Tahsin Bekir Baha’nın oluşturdu
nu, kamuoyu, vatandaşlık vb. gibi birçok bağlamın derinleştirilmesinde katkısı ol
ğu bir başka ve tutarlı örnekten ise babsedilmelidir. Balta “anayasayı yapacak ku rucu m eclisin mutlaka b ir genel seçim den çıkması gerektiğini” savunmuş ve bu nedenle seçkin hareketin toplumsal meş ruiyet yaratma sorunlarına işaret etmek
muştur. Osm anlI’daki reform atılım larımn yetersizliğinin Türk devrimi ile kapa tıldığı bir tarihsel dönüşüm planını sa
suretiyle 1961 Anayasasının kurucu ça
çalışmalarıyla hem Türk inkılabının hem
hiplenmiş, bağımsızlık, millî iktisat, antiemperyalizm kavramlarının anlamlandır dığı bir milliyetçiliğe dayanmış, düşünsel
T
Ü
R
K
İ
Y
E
'
D
E
H
U
K
U
K
-
5
İ
Y
A
S
E
T
t
L
I
Ş
K
I
L
E
R
I
de laikliğin Türkiye’ye mahsus yapılarım
b ilim se l a lıştırm a la r yapma d ön em in i
öne çıkarmıştır. Onun Türk devlet bili mine en önemli katkıları işte buradadır: Tunaya, ilk olarak Türk inkılabının Os manlI tecrübeleri nez dindeki sahiciliğim vurgulamıştır. İkinci olarak ise laiklik il k e sin in T ü rk in k ıla b ın ın "d in a d ın a ” yön len d irilen k arşı devrim hareketleri karşısında bir savaş ilkesi olarak öne çık tığını ve Türk inkılabının özgünlüğün
temsil eder. Bu kuşağın önemli özellikleri olarak iddia, itiraz, teşhis ve tespitlerinin giderek politik tarafgirlikler edinmesi ve çok partili hayata doğru dönüşümün si yasal, sosyal ve k ü ltü rel so n u çla rın ın
mada, hukuk özel bir yer tutm uş, itici
Türk devlet biliminin temel iddiaları üze rinden sıkı biçimlerde takip edilmesi gay retleri gösterilebilir. Bu çerçevede birinci kuşağın kamu hukukçuluğu pratikleri ne kadar resmî-kurumsal danışmanlık düze yinde ilerlemekte ise ikinci kuşağın pra tikleri politik bir eylemi takip etmektedir. Bu noktada, kamu hukukçuluğu açısın
güç rolünü oynamıştır, Bu hukuk ideolo jik bir temele dayalı olmuştur Laiklik re
dan en önemli politik mevzi alanı ise la iklik olmuştur.
den doğduğunu savunmuştur. Bir başka önemli tespiti ise Türk inkılabında huku kun anlamıdır. Tunaya’ya göre. Batılılaş
formları, modern yasaların alınm ası vb.
Cumhuriyet’in kurucuları ve Türk dev
bunun uygulamaya konulusuyla ilgili atılım lardır (Tunaya, 1 9 6 0 : 1 0 3 -1 1 0 ) Bu tezleri, Türk devlet b ilim inin, daha da derinleştirilmiş bir toparlanmasını sahip lenmektedir.
le t b ilim in in b irin c i k u şa k la rın ca b ir Türk özgünlüğü içinde inşa edilen laiklik ilkesi, yukarıda da belirttiğimiz üzere, bü yük oranda Türk inkılap tarihinin içinde yaratılan Ortaçağ tahayyüllerinden besle
Bu kuşağın bütününe genel olarak ba kıldığında en önemli özelliklerinin aka demik bir karakter olduğu anlaşılır. Yirmi
niyordu. Fakat, burada Ortaçağ, bütün ekonomik-toplumsal ve siyasal bağlamla rından kopartılarak mutlak bir “karanlık"
yıldan fazla devam eden akademik inziva ve gayretlerin arkasından ancak 1950Tİ yıllar ile beraber kamu hukuku düşünce sinde bir ‘Taraf” olmak olgusuyla karşı laşmışlar ve ilk kez entelektüel tutarlılığı sınayan siyasal koşullar ile yüzleşmeleri hazırlıksız tepkiler oluşturm alarına yol açmıştır. Örneğin Tanör'ün de değindiği gibi bu kuşaktan Prof. Ali Fuat Başgil’in
olarak resmediliyor ve Cumhuriyetin ay dınlanm am m isyonuna geniş bir vurgu
ilk dönem bilimsel çalışmaları ile politik düşünce içindeki serüveni arasında bir gerilim vardır. Hazırlıksızlık yukarıda da belirttiğimiz gibi yalnızca ona ait bir du rum değildir kuşkusuz. Bu yeni döneme asıl hazırlıklı olan kuşak ise onların öğ
sal ve toplumsal koşullarının gözlemlen mesinden doğan iki önemli vurgusundan
rencileri olan ikinci kuşaktır,
b inaenaley h, hem m etafizik inanca ve onun m erasim ine, ibadetine uygulanan,
Devlet Bilim inin
hem de dünya m ünasebetlerine uygula nan şeriattan başka teşri olam az... O s manlIlarda d in, toplum içind eki yerini
İkinci Kuşağı: Tilm izler Türk devlet biliminin ikinci kuşağı, kuru lu paradigmanın 1945 sonrasının tarihsel ve siyasa] koşullarına uygulanmasına dair
sağlıyordu. Bu itibarla Osmanlı dînselliğinin teokratik uzviyeti ve gerici direncine karşı aydınlanma görevini devralan Türk kam u hu kuku nun en uyanık kılın d ığ ı meselelerden birisi veya birincisinin laik lik olması şaşırtıcı olmasa gerektir. Laikli ğin ilk dönemleri itibariyle Osmanlı siya
b irisi O sm anlı d evletinin teokratik bir devlet oluşu, İkincisi de toplumun da şe riat ile kuşatılmış olduğu idi. Onlara gö re, Osm anlı’da “tek hakikati ifade eden,
gittikçe kuvvetlendirmiş, siyasî iktidarın bütün icaplarım kontrol edici bir mevkie
299
d
o
n
e
m
l
e
r
V
E
yükselmiş ve nihayet bizzat kendisi bir si yası gtiç olmuştur; siyasî güç ile aynı taş mış tır... Çıktığı yüksek mevkiden, sosye teyi, akılcı, bilimci gelişmelerden alıkoy m uştur (Savcı, 1959: 19 4 ). Bu noktada L95 0 ’İmden itibaren laiklik meselesinde ilerleyen tartışm aları bir geri dönüş ve “irtica te h lik e si” itirazı ile yöneten üç önem li isimden söz edilebilir . Hıfzı Veldet Velidedeoglu, Bahri Savcı ve İlhan Arsel. Her üç İsim de Cum huriyetin aydın lanma görevlerini ivticanm hallerinin tes
300
pitine ve giderek İlhan Arsel örneğinde de görüldüğü üzere Kuran çalışmalarına kadar taşımış ve batta dine karşı din İçin den tutum alma tavrına doğru ilerlemiş lerdir. Özellikle Arsel, dinsel metinleri ay dınlanma çalışmalarına malzeme yapma ya devam etmiş, bu alanda sonradan baş kalarının da katılacağı bir kariyer alam kurmuştur. Kamu hukuku düşüncesinde irtica teh likesini işaret ederek bu alanın bilgisini hazırlayanların en başında Bahri Savcı ge lir. Savcı’nm şu ifadesi bugüne kadar ge len bir “laikçilik" dilinin özetidir: “Bir ke
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
faktörü olmakla kalmaz, yaşamın kendisi olur. Onun dışında başka bir şey tasavvur edilemez. Nitekim, son zamanlarda ric’i, gerici felsefenin ünlü bir tem silcisi, din ile siyaset nasıl ayrılabilir ki, din, siyase tin ta kendisidir, demiştir. Ben ondan da ileri gidiyorum ve din siyasetin kendisi olmakla kalmaz, ortada dinden başka bir şey kalmaz, diyorum. Bahçenizdeki gül ağacının dikilip sulanmasını bile, din yö netmeye kalkar. Onun için tehlike işte buradadır," (Savcı: 1988: 3 8 ) Savcı, bu konudaki itirazlarım 1950’li yıllardan iti baren geliştirmiş ilk önemli raporu 1960 yılında vermişti ve devam eden yıllarda aynı vurgularını sürdürdü. Bu grubun 1 9 5 0 ’li yıllardan itibaren “laikliği Cumhu riyet’in tehliked eki k u rum u” olarak görmeye başlamaları, esas olarak, “laikli ğin gerileme istidadı.göstermesi” şikâyeti ile ilgiliydi, 1961 Anayasasından, bu ne denle çok şey beklendi. Fakat bu konuda daha uzun bîr uğraş içine girmeleri ge r e k tiğ in i k ıs a zam an d a g ö rd ü le r ve 19 901 ar a kadar gelen süreçte şikâyetleri, dinin toplumsal hayatı kuşattığına dair
re ‘ric'i’ yani gerici hareketler olursa, bun lar başladıkları noktadan hep daha geriye giderler. Yaşam evre evredir. Her yeni ev rede, eski öğeler ya çok zayıflamıştır, ya da silinmiş görünür. Ama günün birinde bir ters akım olur da evreler geriye döne
kapsamlı bir muhalefet halini aldı. Arsel, bu sürecin en aktif kamu hukukçularının başında gelmiş, 1950’lerdeki anayasa hu
cek olursa, ortadan kaybolduğunu sandı ğım ız, ya da zayıfladığını zannettiğim iz özellikler, daha koyu olarak geri gelir. La iklik bakımından da durum budut. Laik
leye ortak olan entelektüel çabalara taşı mıştır. Bu durum din içi meselelere ortak
lik Türkiye'nin yeni bir evresidir. Anlamı, dinin, devleti yöneten temel ilke, toplum ilişkilerini düzenleyen temel faktör, birey
T ü rk devlet bilim inin yukarıdaki üç önemli taşıyıcı entelektüeline anayasa hu kukçusu olan Bülent Nuri Esen’i de ekle mek gerekir. Eserie göre: “Türk Mîllî Mü cadele İmtihanı, uygarlığı, Laiklik olarak görmüştür, Laiklik; aynı zamanda, uygar yaşayışın b ir şartıdır. Türk Devriminde Laiklik; kademe kademe gelişerek devlet,
yaşamının tüm evrelerine ve hatta mirası na egem en olan tem el görüş olm aktan çıkması; bütün bu alanlara, sosyo-ekonom ik gelişm elerden us yoluyla çıkarılan kuralların egemen olmasıdır, İşte btı sis temden vazgeçilir de bir geriye gidiş olur sa, kalktığımız nokralardan çok daha ge rilere düşeriz. Din, yaşam ın eu egem en
kuku çalışmalarım 19 8 0 'terden sonra ta mamen şeriat, Kuran, din adanılan, Arap milliyetçiliği vb. gibi birçok dinsel mese
olan K em alist geleneğe de uygun düş mektedir.
hukuk ve öğretim sistemlerimizin laikleş mesine de imkân vermiştir, ilahi, mistik bir hâkimiyet yerine; tamamıyla maddi,
R
K
I
Y
t
'
D
E
H U K U K
S
I
Y
A
S E T
İ L
I
Ş
K
L
E
R
I
milli bir hâkimivel kavrayışına. Türk Dev rimi ile erişilm iştir." (Kroğlu, 1973: 10) Fakat E s e n in bu d ü şü n cey e ek led iğ i önem li noktalardan birisi "irtica tehlike"siııe karşı hukuksal savunmanın zemi nini; genel oy karşısında "anayasal dıız e n 'in b elirleyiciliğin i pekiştirm esidir: "Oy çokluğu belli bir zamanda bu kaide lere aykırı irade belirlisi göstermişse, bu mm manası bir kısım siyasilerin hiyaneti, ya da aydınların gaileli demektir. Anayasa düzenine uygun olmayan kitle iradesi te zahürlerine itibar olunamaz. Demokrasi nin leıııel zabıtası Anayasa prensiplerin
30i
den kıl kadar ayrılm am aktır." (Tanrir: 2 0 0 8 : 4 6 ) T an o rü n de vurguladığı gibi “anayasanın üstünlüğü düşüncesi" ile Ke malisi aydınlat arasındaki dışkı, aydınlar ile halk kitleleri arasındaki gerilimin öl çüldüğü noktalardan birisini teşkil eder (Ianör. 2008: 51) Bu gerilimin en net ila dcsiııi de, yine Tanor'un gösterdiği gibi, lisen bize sunmakladır: "... rejimin kade ıine ilişkin meselelerde genel oy'un. Ana yasadaki değişmez prensiplerin bekçiliği ni yapınası tabii ve şart olan gerçek aydın larııı azınlık oy u ile ahenk içinde olması ve Anayasa üstünlüğünün sağlanmasıdır. Bıı neticeyi temin etmek aydınlanıl ödevi
Istiklâl M ahkem eleri resm î g örevlerin in yam stra ve uym zam a n d a rejim in neye, n erey e k a d a r izin verdiğin in d e a a k ç a g örü lebileceği, som ut hu ku k sm trİarın m izlen eb ileceğ i y a p d a r o la ra k fa a liy e t gösterdiler.
lan sonucu oluşan bir Kemalist hukukçu lar kuşağının Batı bııkuku okumaları za
dir. Ödev yapılmazsa sayı çokluğu gayeyi ve ülküyü tahrip eder... Sayı çokluğunun egemenlik demek olmadığım ve egemenli ğin kullanılma şeklinin Anayasada çizil miş bulunduğunu unutmamak lazımdır." (Taııöı. 2008: 46 47) l urk devlet bilimi nin. bugüne kadarki leıııel anayasal tartış malarda lu-p "anayasanın üstünlüğünü" hatırlatması halk kitlelerine olaıı güven
yıflamaya başlamış, bu ana geleneğin im kanları ya zayıflamış ya da bu geleneğin kendisini belirli ölçülerde koruyarak bu
sizliği kadar genel oy ile hükümet olan si yasal gruplanıl "iktidar sının nm çizilme si ile de ilgilidir.
da aynı yıllarda Türk sosy al bilimler pratigiııe giren Amerikan sosyal bilim gele neği (Mardin, 2006: 10} ile Marksist te
Üçüncü Kuşak: Tarikler ve "Tarikatlar"
orinin giderek güçlenmesinin çok önemli payı bulunduğunun belirt ilmesi gerekir. Bu iki geleneğin 1960'h y ıllarla beraber
1960'h vıllur Türk devlet bilimi acısından yeni bir donemin başlangıcıdır. 1960'h yıllardan itibaren, Cumhuriyet'in aülım-
yandan Marksizm diğer yandan da iiberalizın ile seyrek dokunan bir ilişki içine girdiği gözlenm iştir. K em alist hareke! içindeki hukukçuluk geleneğinin ve buna dair Türk devlet biliminin 19601ı y ıllar dan itibaren nispi bir gerileme yaşamasın
Burk düşüncesini* girişi düşünsel derin leşmeyi kamu hukuku düşüncesi alanın dan sosyoloji, ekonomi ve bunlarla besle-
d
ö
n
e
m
l
e
r
V
E
nen bir siyaset bilim i anlayışına doğru kaydırmış ve 19, yüzyıldaki Osmanlı hu kuk geleneğinden kopuştan sonra bir kez
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
ması engellenmiştir. Aslında, bu noktada 1961 Anayasası sonrası Türk devlet b ili
nüşmüştü. Fakat yeni toplumsal hareket lerin doğası, geleneksel çatışmalardan ye ni edinim ler elde etmeye doğru yönel mişti. Hukuksal-adli adaletin kendi sınır larından siyasal ve toplumsal adalet me selelerine doğru taşınm ası T ü rk devlet biliminin yeni hallerde kendine has yol lar belirlemesini de sağladı. Soysal, Tanil
mi çalışmalarında bir ivme gözlenmekle beraber geleneksel analizler giderek top
li ve Eroğul, bu yeni toplumsal sürece ce vap veren önem li kamu hukuku düşü
lumsal içeriklerde doğrulanmaya başlan mıştır. Böylece kamu hukuku analizleri toplum sal analizin hâkim iyetine doğru
n ü rlerin i tem sil etm ektedirler. T anilli,
daha Türk düşüncesinde kam u hukuku üzerine dayanan entelektüel m irasın bir sonraki kuşağa olgun biçimlerde aktarıl
302
Z
girmeye başlar. Siyasî İlimler Türk Derne-
Savcı ve Arsel’in laikçi misyonlarını yeni yüklemelerle devralmış, yeni çalışmalarla bu alanı ilerletmiştir.
ği bu süreci örgütleyen önemli örgütselkatvmsal atılım !ardan birisi olarak A.Ü
Kamu hukuku çalışm alarını kendine has biçimlerde sürdürme başansım gös
SBF merkezli bir kamu hukuku çalışma
term ek suretiyle Türk devlet bilim i ile kendi bilimsel serüveni atasına bir mesafe koyma başarısını gösteren kişilerin başın
alanı yaratmış, bu alana ilişkin birçok çe virinin gerçekleştirilmesinde ve tartışma ların geliştirilmesinde rol almıştır. Bu kuşağın önem li tem silcilerin d en Mümtaz Soysal, Server Tanilli, Cem Eroğul ve Yavuz Sabuncu, Kadro hareketin
da Bülent Tanör gelir. Tanor. birçok açı dan özgündür ve entelektüel verimliliğini tarihsel araştırma yetkinliğine kadar ge liştirir. Yarattığı entelektüel etki ve ilham
den itibaren Marksizm ile yakın tutulan ve anıiemperyalizm, aydınlanma ve ulu
ise birbirinden farklı entelektüel ve poli tik mahfillerde hissedilir, Türk devlet bi
salcılık vb. gibi vurgulara dayanan sol
lim ine ilişkin eleştirileri özgündür ama
Kemalist bir siyasal-hukuksal analiz çer çevesinde ilerlerken, Bülent Tan ör ise Ke
Türk devlet biliminin birçok malzeme ve iddialarım da devralır. O, birçok kişinin
malist hareketin tarihselleştirilerek aşıl masına dair daha özgürlükçü çabalara gi rişmiştir. 1960’lardan sonra Türk devlet
lerde liberal bir dile geçişinin koşuIIarını da hazırlam a}! başarmıştır. Onun açtığı
Kemalist bir tecrübeden gerilimsiz biçim
bilimini Kemalist laikliğin tarihsel mese le le ri ü zerin d en takip eden, ama ona Marksizm üzerinden yeni anlamlar ekle yen Server Tanilli ve Cem E roğ u l’dan bahsedil mel id ir. Bu isimler kamu hukuk çuluğu kariyerlerini, laikliğe dair tarihsel b ir m isy o n u d e v ra lm a k la b e ra b e r, 1 9 6 0 ’k rd a k i yeni toplum sal ve siyasal hareketlerin yönleri ile de birleştirme ça
bu aralıktan yararlanan örneğin Sami Sel çuk gibi birçok kişi, Türk devlet bilimi nin sıkışık ve bitişik nizam ilişkilerinden
basına girişmişlerdir. 1960’h yıllarda top lumsal ve siyasal farklılaşmalar, temel re jim meselelerini Türk kamu hukukunun
ile benzerlikleri de çoktur. Tanör, T ü rk devlet biliminin ölçü, değer ve kaynakla rını Osmanlı-T ürk modernleşmesinin ta
ilgilerini ve ufkunu aşan ölçüde yenile mişti. Türk kamu hukukunun o ana kadarki temel birikim leri 1961 Anayasası
rihsel planına yerleştirmek suretiyle ayırt
içinde sağlam bir hukuksal mimariye dö
ru da değildir. Aym zamanda. Tanör, Türk
sıyrılmış ve farklı düşünsel serüvenlerin önü açılmıştır. Tanör’ün Türk kamu hu kukuna katkıları, bir anlamda, Türk dev let bilim inin büyük araştırm acılarından Tarık Zafer Tunaya’nın yokluğunda yeni bir umut olmuştur. Ama Tanör’ün Tunaya
etme yolunu seçer. Onun açtığı geniş ta rihsel plan yalnızca bugünden geriye doğ
T
Ü
R
K
İ
Y
E
'
D
E
H U K U K
devlet bilim inin içinden bilimsel alıştır malar yapanlarda pek az görüldüğü üze re, Türk inkılabının tarihsel başarıların! takip etmek suretiyle aşılması imkânları nı da kabullenen bir kamu hukukçusu dur, Türk devlet bilimine kendi içinden kafa tutulmasına yol açan bu yaklaşımı; tarih s el-politik anlarda da farklı ve top lumsal farklılıkları kabullenm e, onların siyasal tem sillerinin önünü açmaya dair bir tavn da beraberinde getirmiştir. Bu kuşağın bir başka temsilcisi Ergun Û zbudun’un çalışm aları üzerind en ise 1960’lı yıllardaki bir başka örnek kamu hu ku ku g irişim in in izleri sü rü leb ilir. I 9 6 0 ’h y ılların eğilim lerini taşLyan bu ik in c i ö n em li kam u h u k u k u g irişim i Amerikan sosyal bilim ciliğinin özellikle rini taşıyordu. Bu yaklaşım Türk devlet bilimini, bir yandan Türk inkılap tarihi nin m erkezi yorum larından koparmaya çalışıyor, diğer yandan, ise ona yeni tarih sel tecrübeler ve bunlara ilişkin kavram lar sağlama yoluna gidiyordu. Bu anlam da, onun, so r dönemlerdeki yeni anayasa hazırlıklarının tevdi edileceği kişilerin ba şında gelmesi hiç de şaşırtıcı bulunm a malıdır Buna karşılık farklı tarihsel tec rübelere ve anayasal teorilere dair çalış maları ve Türk tecrübesini farklı disiplin lere ve kuramlara doğru açmaktaki başa rısına rağmen Ûzbudun’un aynı başarıyı Türkiye’deki kanun merkezli düşünüşün aşılm asında gösterebildiği pek söylene mez, Toplumsal ve siyasal gelişme ve ihti yaçlar ile tarihsel meseleler onun kamu hukuku yorum larında genelde dış anda duran ve hatta karşı durulması gereken konular olarak ortaya çıkarlar Bu anlam da adli aktivizmden uzak durur. Ûzbu dun’un içinde yetiştiği ve bağlı olduğu entelektüel ortam göz önüne alındığında asıl başarısızlığının Türk kamu hukuku na kendi entelektüel zeminini taşıyamamış olm ası ve hatta daha da ön em lisi TûTk kamu hukukuna dönük yorumları nı id eolojik ve siyasal yorum lara karşı
S İ
Y A S E T
İ
L İ
Ş K İ
L E
R İ
durur biçimde geliştirme yolunu seçmesi, bu anlamda, bütün entelektüel kökenleri ne rağmen Türk kamu hukukunun temel özelliklerini tekraT etm ekten başka bir şey yapamamış olması olarak görmek ge rekir. Zaten bu nedenle de bugünlerde onun önderliğini yaptığı bir anayasa ha zırlık komitesinin verdiği ürünün sınırla rı da -k i 1982 Anayasası’nın sınırlı tashi hinden başka bir şey değildir- tam da bu özellikleri ortaya çıkarır bir nitelik arz et m ekte, Özbudun Türk devlet bilim inin kendi gücünü muhaliflerine kadar yaydı ğım gösteren örnek bir kamu hukukçusu nu temsil etmektedir. Bu kuşağm birbirinden farklı alanlarda dağılan tecrübeleri bakımından 1960’h yıl ların kamu hukuku etkinliği içinde öğren miş ve bu dönemin kuşaklarına ait olmak la birlikte etkilerini ancak 1980’li yıllardan sonra gösteren bir başka isimden de bah setm ekte yarar var d m Bu isim Yargıtay Başkanlığı görevinde de bulunan Sami Sel çuk’tur. Yargıda entelektüel terfinin nasıl yürütülebileceği üzerine Sami Selçuk’un hayatı, tam anlamıyla bir Türk devlet bili mi dersi vermektedir. Buna göre bir yar gıç, birbirine bağlı üç temel konuda okuma-yazma öğrenir. Bunlar laiklik, Atatürk, dil ve öztürkçe meseleleridir ki, Türk dev let bilim inin de asgari geçim şartlarını temsil ederler. Bunlara Fransız dili ve ay dınlanma tarihine ilişkin genel geçer bilgi ler eklendiğinde Türk yargısında Türk devlet bilimine bağlı bir entelektüelin na sıl yetişmesi gerektiği konusunda genel bir taslak kurulmuş olur. Sami Selçuk’un 1 9 9 0 ’h yıllara kadar entelektüel alanın merkezi birimlerinin uzağında kalarak ça lıştığı bu konular onun yargıda uzun süre entelektüel bir yeterlilik ile tutunmasını sağlamış, 1990’lardan sonra ise bu gelene ğini liberal bir dil ile terkip etme yolunda ilerlemiştir. Her iki entelektüel geleneğin birleştirilmesine dair sorunlar ve gerilim ler ise çok ilginç bir biçimde Selçuk’un düşünce üreüminde pek hissedilmemiştir.
303
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
Çünkü bu bilgi alanları, onun düşünsel çabalarının pratik birer gündemi olarak dağınık ve esnek örgülü biçimlerde bulun duğundan güçlü, verimli bir gerilim ola rak sonuçlar dogurtnamtşnr. Bunun yeri ne, Sami Selçuk’un düşünce dünyasında, erken modem dönemin pozitivist ilmihal leri ile geç modem dönemin “liberal” duy
304
z
h
n
I
y
e
t
l
e
r
1990’LARDA TÜRK DEVLET BİLİMÎ: _______ SORGU VE SAVUNMA________ _ M ilitan Demokrasi Türk devlet bilimi, 1960'larda yaşadığı ilk kuramsal gerilimden sonra 1990’h yıllarla beraber artık giderek belirginleşen yeni politik taraflar karşısında sıkışm akta ve
gu ve inançları arasında eklektik ve çelişik bir fikirler hamulesi şaşırtıcı bir gerilimsizlik hali içinde var olmaya devam etmiş
çareyi kurumsal direnç merkezlerine sı ğınmakta bulmaktadır, tik kuşak açısın
tir (Ertekin, O. G., 2006).
nü ve etkisini yitirir. 1950’lerden itibaren laikçi itirazlarda toplanan ikinci kuşağın entelektüel ve politik birikimi yargı kuru ntunun içtihatlarını beslemekle yetinerek toplum sal ve düşünsel etkinliğini yitir meye başlayarak en sonunda bürokratik
Diğer yandan Sami Selçuk, Türk yargı sının entelektüel alan ile olan ilişkisinin sınırlarını da belirlemiş, Türk devlet bili minin güç ve etkisini yargı içinde pekiş tirm iştir. Bu sın ırlar, her şeyden Önce T ü rk yargısında özgürlükçülüğün sın ın ile ilgilidir. Selçuk, özgürlükçülüğü Türk devlet biliminin geleneklerine uygun olan bir kanu nculuk sınırlarınd a tutm uş ve kanun-merkezli zihniyeti aynen ve bütün tutarlılıklarıyla devralmıştır. Hak ve öz gürlükler İle Türk anayasası ve kanunlar arasındaki gerilim Selçuk’ta daimi olarak kanunun öğretilmesi görevine doğru çe kilm iştir. Başka deyişle özgürlükler ile T ü rk h u k u k düzeni arasındaki gerilim işaretlenm ekle beraber hu kukçu lu ğun üretimi ve yeniden üretiminin kanuni ko şulları daimi biçimde vurgulanmak sure tiyle bir yandan özgürlükçü bir eğilim ta şınmış, ama aynı anda da farkb hukukçu luk pratiklerine ilişkin kuramsal serbest lik koşulları engellenm iştir. Dolayısıyla Selçu k , T ü rk devlet b ilim inin son dö
dan çok önemli olan akademi, eski gücü
bir araç olarak işlev edinir. Kısaca bu dö nem Cem Eroğul, Server Tanilli, Yavuz Sabuncu vb. gibi akademisyen hukukçu lardan çok Vural Savaş, Yekta Güngör Öz den, Sabih KanadoğLu gibi meslekten hu kukçuların öne geçtiği aktif ve daha cep hesel bir tutuma doğru evrilir. Bu nokta da Türk devlet bilimi, 1990’lardan sonra, Alman kamu hukukunun önem li tartış ma konularından birisi olan “militan de mokrasi” (bkz. Hakyemez, 20 0 0 ) yoluyla kendi bilimsel pozisyonuna cephesel bir donamın daha eklemiştir. Edinilen yeni teçhizat, Türk devlet bilimine, 1990’lann her sorunu hukuksallaştıran ortamların da oldukça işlevsel bir nitelik kazandırdı. M ilitan dem okrasinin esas malzemeleri, aslında, 1 9 6 0 ’iardan itibaren T ü rk çe’ye çevrilm eye başlanm ıştı ve özellikle ko
let bilim ini kendi m uhalifliği içinde ve muhaliflere öğretmiş önem li yargıç ente lektüellerden birisi ve birincisidir. Bu du
münizm karşıtı içtihatlan iştiyakla besle yen araçsal bir nitelik kazanm ışa. Fakat 1 9 9 0 ’lardan sonra bu bilgi alanı, dinsel söylemb siyasal hareketlere doğru yönel tilmeye başlandı. Militan demokrasi ter kibinin. en önemli işlevi Türk devlet bili
rum kuşkusuz m uhaliflerin entelektüel sınırlarını olduğu kadar Türk devlet bili
mine yeni telif alanları kazandırması ve uzatmalı anlatım imkânı sağlamasıydı. Bu
m inin entelektüel gücü ve etkisinin ne kadar kapsamlı olduğunu da gösterir ni teliktedir.
yolla verilen can suyu, Türk devlet bili
nemlerdeki asli taşıyıcdanndan birisi ola rak göze çarpar. Onun için kısaca ve özet olarak şu söylenebilir: Selçuk, Türk dev
minin 1990’lann hareketli ve sıcak iklim lerinde daha güvenli ve ferah biçimlerde
T
Ü
R
K
İ
Y
E
'
D
E
H
U
K
U
K
-
S
I
Y
A
S
E
T
İ
L
İ
Ş
K
İ
L
E
R
İ
ayakta durmasını sağladı. Batı dilleri ve hukuksal tecrübelerinde kendisine karşı lık bulm ası Türk devlet bilim ini dinsel
mış; Köker, hukuk ve siyaset düşünceleri arasındaki kavrayış mesafelerini yakınlaş
söylem li hareketler karşısında yalnızlık hissinden kurtarıyor, bu doğrulamaların
liberal geleneğin izleyicilerine nicedir sı kıntıd a old ukları tem el bazı hu kuksal
onda eşsiz heyecanlar yaratması ve sürek li hatırlatılan örneğe dönüşmesi de kaçı nılmaz oluyordu. Dolayısıyla militan de mokrasi terkibi, Türk devlet bilimine Av rupa’daki hukuksal tecrübelerle bir anlaş ma imkânı sağlıyor veya en azından ulus lararası hukukun tarafsızlaşmasını garan
m eseleleri d ayatm ış, d ahası bu yönde ürettiği bilgiler siyasal özgürlük meselele rine de olumlu cevaplar verir biçimde to
tiliyor ve esas olarak hukuk-siyaset ilişki leri tartışm alarını daha içerden kurulan tarafların başarısına tevdi ediyordu Bu
tırmış; Sancar ise kimi Marksist ve kimi
parlayıcı ve entelektüel katılımı hızlandı rıcı bir ortam yaratmıştır. Tüm bunlat o güne kadarki entelektüel faaliyetin Önem li bir kısmının, sosyoloji, ekonomi vb, gi bi alanlardan bu yeni kamu hukuku ala
noktada Türk devlet bilim ine 1 9 9 0 ’larla
nına doğru taşınmasını sağlamıştır. Nite kim Türk devlet bilimi hu eleştirilerin et kisinden payını alacaktır.
beraber getirilen yeni eleştiriler önem ka zanmaktadır.
1 9 9 0 ’lardan sonraki akademik eleştiri nin önemli taşıyıcılarından birisi Prof. Le
Türk Devlet Bilim inin Sorgulanması: Hukuk Devletine Giden Yollar Akademik Gelişmeler; Türk devlet bilimi nin 1990’larla beraber ciddi bir sorgulan ma sürecine girmesi birbiriyle bağlantılı akadem ik ve politik çabalar tarafından hazırlanmıştır. Akademik açıdan bakıldı ğında, 1960’lı yıllarla beraber sosyoloji ve ekonomi disiplinlerine kaptırılan bir alan 1980’krden itibaren yeniden kamu huku ku d isiplininin ortaklığına doğru çek il miştir. Bu dönem Türk devlet bilim inin ve onun temel paradigmasının en ciddi soruşturm alardan geçtiği son dönem ini temsil eder, 1980Tİ yılların başından iti baren Cemal Bali Akal, Hayrettin Ö kçe siz, Mustafa Erdoğan, Taha Parla, Levent Köker ve Mithat Sancar gibi “akademis yenler" siyasal bilimin hukuk ile olan ka
vent Köker’dir. Levent Köker, Türk kamu hukuku düşüncesine farklı disipliner ha zırlıklarla giren özgün bir hukukçu ente lektüel figürü temsil eder. Köker, hukuk fakültesi mezunu olmasına rağmen aka demik çalışma ve ilgilerim siyasal kuram ve siyasal tarih disiplinlerinde geliştirme yolunu seçmiş, uzun bir zamandan sonra h u k u k alanına doğru geri dönm üştür. O nun akadem ik çalışm a alanlann a dö nük bu serüveni Türkiye'de hukuk ve ka mu hukuku çalışmalarına yüklenen ente lektüel anlamın dönüşmesi süreçlerini de önem li ölçüde tem sil eder. 1 9 6 0 ’lardan 1990’lara kadar, hukuk düşüncesi, kap sandı sorular karşısında yetersiz cevaplar alanı olarak görülüyor ve entelektüel fa aliyetlere girişen hukukçular etkinlikleri ni giderek daha fazla biçim lerde hukuk dışı alanlara, özellikle siyaset bilim i, sos
çınılmaz ilişkisini yeniden hatırlatmakta oldukça önemli entelektüel çabalar gös termişler, kamu hukuku ilgilerinin yeni
y oloji, ekonom i, tarih vb. gibi alanlara
den güçlenmesi ve popülerleşmesini ör gütlem ekte başarı kazanmışlardır. Akal, modernliğin saklı siyasal-hukuksal halleri üzerine düşünsel çabalara girişmiş; Ö kçe
rik im le r y en id en h u k u k d ü şü n cesin e doğru geri dönmeye başladılar. Köker’in düşünsel serüveni açısından da takip edi lebilecek olan bu durum Türkiye’deki ka
siz, sivil itaatsizlik vb. gibi daha önce cid di ilgi konusu olmayan meselelere el at
mu hukuku düşüncesini de hem disipli ner olarak zenginleştirm iş hem de yeni
doğru yönlendiriyorlardı. Fakat 1990’lar dan sonra diğer alanlara doğru kayan bi
305
d
ö
n
e
m
l
e
r
V
E
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
kuramsal girişimlere doğru sevk etmiştir.
ralm ış olm asının önem li sebeplerinden
Köker, demokrasinin liberal, sosyalist ve
birisi de budur.
Ü çüncü D ünyacı k ö k en lerin in , T ü rk i ye'de kapsamlı biçimlerde sorgulanması nın hazırlıklarını yönetenlerin de baştnda
1990'lardaki bir başka önemli entelek tüel isim olan Taba Parla ise Köker ile ay
gelir. Çeviri onda, başkalarında nadiren olduğu üzere, teorik olduğu kadar ülke içindeki toplumsal meselelere ilişkin ya pıcı tartışmalara kadar uzanan bir anlam kazanır, İlk dönemlerinde demokrasi tar tışm alarının liberal ve sosyalist dengesi yakın zamanlarında giderek liberal eği limlere doğru kaymaya başlamış, M ark sist dem okrasi ve özgürlük anlayışının
306
Z
çözümlenmesine ayrılmış ilk mesailerinin meraklı soruları yeni zamanlarında ken dine liberal cevaplar bulmaya başlamıştır. Levent Köker’in siyasal kuram ve tarih alanındaki uzun süren çalışm aları Türk devlet bilimine giriş açısından son derece kapsam lı ve sağlam bir hazırlığa işaret eder, M a rk siz m , d e m o k ra si ve C. B. Macpherson üzerine ve diğer yandan Ke malist modernleşme ve ideolojik mesele lere dair çalışmaları Türk kamu hukuku na yönelik eleştirinin gücüne de işaret edecektir. Özellikle İki Farklı Siyaset adlı çalışması pozitivist bir geleneğin politik alanı nasıl kuşattığı ve daralttığına ilişkin güçlü iddialarla doludur (Köker, 1990). Bununla beraber, K öker’tn T ü rk kamu hukuku içindeki varlığı, entelektüel serü venlerinden köken alan bir ilerleme kay detmemiş, herhangi bir külliyat oluştura mamıştır, Bu, çok ilginç b ir durumdur. Köker, siyasal bilimden kamu hukukuna geçerken her ikisini birleştirm enin gücü ve imkânlarına yaslanmış olmasına rağ men ilginç bir biçimde Türk kamu huku ku içinde yeniden başlayan bir serüvene de sahip olmuştur. Bir anlamda Köker, si yasal kuram içindeki bütün hazırlıklarım orada bırakıp kamu hukuku alanına yeni b ir başlangıç yapmış gibidir. Belki onun
nı dönemlerde Türk devlet bilim inin bü tün temel m alzem elerinin toplandığı ve bir bütün olarak sorgulandığı bir girişimi yüklenm iştir. K öker, kurucu K em alist iradenin ilke ve iddialarını doğrudan sor gulayarak işe girişmişti. Parla ise Kemalizm in sorgulanm asında köklere kadar gitm e yolunu seçti. G ökalp’in dayanış m acı-kolektivis t düşüncesini Cum huri yet a n a liz lerin e kad ar taşıy arak T ü rk devlet biliminin yeni analizlere açılması nı sağladı. Buradan daha ileriye giderek Atatürk’ün konuşma ve söylevlerini fark lı ve geniş çaplı liberal bir sorgulamanın malzemesine dönüştürdü. Parla’nın. giri şimi burada da kalmadı, Türk devlet bili mi folkloru nün ana gövdesini oluşturan Mustafa Kemal’in söylev ve dem eçlerin den başlayarak Cumhuriyet anayasaları nın derinleştirilmiş bir sorgulanmasını da devralarak ilerledi. Parla kadar Türk dev let biliminin temel malzeme ve iddiaları nı kendi çalışm alarının konusu haline getiren ve kapsamlı bir külliyat oluşturan b ir başka kam u hukukçusu gösterm ek zordur. Bu çalışmalarda Parla, “Cumhuri yet T ü rktyesinin ilk otuz form atif yılı doğru anlaşılmadan, çağdaş Türk siyasal kültürünün ve yaşamının da iyi anlaşılamayacagı" (Parla, 199T, 9 ) öngörüsüyle hareket etmiştir. Kamu hukuku çalışma larını Türk devlet bilimine karşı alterna tif bir külliyat oluşturmaya kadar götü ren Parla için asıl sorun giriştiği işin so nuçlarını yakalayabilecek, etkinliğini de rinleştirecek bir çabanın takip edilmesi sorunuydu. Fakat çalışma alanlarının ge niş ayrıntıları içerir kapsamı, çeşitliliği, Türk devlet bilim ine dönük eleştirileri
belirli ölçüde liberalizm ve Habermas il gilerine rağmen Türk kamu hukukunun
nin popüler ihtiyaçlara cevap verici bir etkinin ötesine geçmesini de engelleyici bir sonuç doğurdu. Parla’nın kamu hu
kanun-merkezli düşünüş geleneğini dev
kuku çalışm aları, Türk devlet bilim inin
Ü
R
K
1 Y
F
'
D
E
H U K U K
- S İ Y A S E T
I I
I
Ş
K
I
L
F
R
I
A skerî d a rb e d ön em leri hu ku ku fiile n ortadan kald ırırken , k en d i m eşru iyetin i d e güvenliğin sağ lan m ası m isyonu ü zerin d en biçim len dirir. D evletin istisn ayı belirley en gü ç d iy e t a r if ed ild iğ i m u h afazakâr an layışın b ir tecellisi o la ra k a s k e r i d a rb e ve cunta d ön em leri, bu istisn a “im k â n ım ’’ en çek in cesiz sın ırların a k a d a r kullanır.
b irb irin d en farklı kesim lerde ve fa rk lı barlamlarda sürdürülen sorgulanmasına önemli cevaplar getiren iddialı bir girişi mi temsil ediyordu. Ancak çalışm aları, talihsiz bir biçimde, entelektüel düşünce alanı ile popüler alan arasında kalarak
Sancar m akademik çalışmaları ile poliükhukuki sorgulamaları arasındaki ilişkiyi en başından itibaren sürdürülebilir bir entelektüel disiplin haline gelinilesi, bu alanın hep seyrek biçim lerde dokunan bilgisini özellikle de Alman kamu huku
bak ettiği yeri alamadı. Oysa onun çalış maları hem kapsam ve hem de iddia ve
ku üzerinden geliştirdiği yeni bilgilerle daha sıkı ve sağlam bitim lerde yeniden
üslubu itibariyle en geniş çaplı olanıydı. Parla nın girişim lerinin kendi sonuçları na kadar götürülüp derinleştirilm esi ve
örm esi olarak görülmelidir. Sancar, her şeyden önce, Türk devlet biliminin temel
Aynı dönemlerde çalışm alarına başla yan Mithat .Sancar ise. Köker ve Parla’dan
malzeme ve iddialarım doğrudan konu edinmemiş!ir. Bunun yerine Türk devlet biliminde, genelde, çok sağlam bir göndenne noktası olmayan Alınan kamu hu kuku çalışmaları öne geçer. Fakat Sancar bu çalışm alarını I 2 Eylül darbe sonrası koşullarında her geçen gün daha da çok
birçok yönlerden ayrılır ve kamu hukuku çalışmaları nispeten yeni ve oluşturduğu
sorulan ve bütün siyasal kesimlerce esaslı bir mesele haline getirilen siyasal-hukuk
külliyat daha dar ve sınırlı gözükse de bu alanın kürsüsüne en yakın duran ve onu sebat ve tutarlılıkla güçlendiren b ir hu
sal sorulan üstlenmek suretiyle geliştirme yolunu seçmiştir. 1990’lann başından iti baren aralıksız olarak ilgilendiği ‘‘hukuk
kukçu entelektüel olarak ortaya çıkmak tadır. Bunun onenıli sebeplerinden birisi
d ev leti so ru n u '- üzerine düşünm üş ve yazdığı makaleler 2000’de D evlet A klı K ıs-
onun yeni biçimlerde bakmaya davet et tiği Türk devlet biliminin ana malzeme lerinin yeniden sorgulamanın merkezine taşınması gerekiyor.
D
Ö
N
E
M
L
E
R
V
E
k a ç ın d a Hukuk Devleti başlığıyla ortaya ç ık m ış tır. S a n ca r iç in s ö y le n e b ile c e k
önemli noktalardan birisi de, kendisinden talep edilen bir kamu hukuku bilgisinin sınırlarım sorulan soruların sınırlarından kurtarmak suretiyle geliştirmesi, aralıksız olarak zorlaması ve ilerletmesidir. Böylece, Mithat Sancar sayesinde, belirli ente lektü el gruplar, içerd eki som ut siyasal problem ler üzerinden hukuk-siyaset ek senine dayanan kuramsal okumalar yapa bilecekleri bir el kitabı edinmiş oldular. Bu kitabın bu kesimlerin elinde tek başı na sürdüğü ömrü ne kadar uzun olduysa kendini aşacak denemelere ilham verme umudu da bir o kadar azaldı. Fakat b u nun önemli sebeplerinden birisi, özellikle de Marksist kesimlerin hukuksal mesele lerde kuram sal b ir güvensizliği yaşıyor olmalarıdır ve bu durum yeni denemeleri zorlayacak heyecan ve hevesleri ciddi b i çimde zayıflatm ıştır. Böylece, Sancar’m D evlet A klı K ısk a c ın d a Hu filik Devleti giri şim i, kendini b ir kez ortaya koyduktan sonra kıpırtısız bir bekleyiş ve yetinme süreci başlam ıştır. Bu çalışm a, rekabet edeceği paralel çalışmalardan yoksun kal dığı gibi entelektüel sorgulamadan geç
mesini sağlayacak bir entelektüel birikim de söz konusu olmamıştır. P o litik D ü şü n ced e D ön ü şü m ler: Giderek olgunlaşan bu entelektüel itiraz alanlarına politik düşüncedeki dönüşümler de refa kat eder. 12 Eylül 1980’den sonraki süreç ler politik düşünce alanının her bir taralı nı hukuk devleti kavramı ile giderek sıkı laşan bir ilişki içine sokmuştur. Neredey se hemen her politik grubun “hukukun
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
edinim lerinin yükselişiyle ilgili olduğu kadar belki daha da hızla “hukuksal” ola nın “politika”ya dönük eğilimleri giderek daha fazla biçimlendiren bir etki alanına dönüşmesi ile ilgilidir. Dolayısıyla bu yal nızca politik grupların dönüşümü ve hem 12 Eylül sonrası süreçler ve hem de ulus lararası alandaki gelişmeler nedeniyle ek liberal kapasiteler edinmeleri ile ilgili de ğildir, Aynı zamanda hukuksal olanın po litikada giderek daha fazla değer kazan ması, politik tarafları meşgul etmesi, poli tik mücadeleyi dönüştürmesi, politik te oriyi kendine çağırması da söz konusu ol muştur. Bu çerçevede 1980’lerden sonra hem politik süreçler, hem entelektüeller ve hem de politik teori “hukuksal" olana doğru gözlenebilir bir dönüşüm içine gi rerler, Türk devlet bilim inin önce itiraz larla başlayan ama zamanla teo rik k o numlara dönüşen sorgulanması süreci de burada başlar. Yukarıdaki akademik-entelektüel çabalann dışında Türk devlet bilimine yönelik 1980 sonrasındaki bu “tehdit" sürecini ör gütleyen üç önemli politik tecrübeyi libe ralliğin halleri içine yerleştirerek anlamak mümkündür. Her üç grubun ortak yanı toplumsal temsil ile iktidar arasındaki iliş kiyi, Türk devlet biliminin “anayasal dev let” tezinin aksine, giderek daha fazla si yasallaştırmak ve toplumsal grupların ik tidar taleb in in önünü açm ak isteğidir. B u n lard an b irin c is i, etk i ve ö n em leri 1980’den sonra belirginleşen ve liberalli ğin kuramsal ve ideolojik kanadını oluş
üsmnlügü"ne dönük, ama esas olarak 12 Eylül eleştirilerine ve politik itirazlarına
turan asıl liberal okuldur, Atilla Yayla, M ustafa Erdoğan ve Zühtü A rslan gibi akademisyenlerin hazırlıkların] gerçekleş tirdikleri ve giderek olgunluğa doğru ör
refakat eden bir kavramsal hazırlığın içine girdiği, en azından Türk devlet biliminin
gü dedikleri bir bilgi alanı arak kendi ken disini siya sal-hukuksal m eseleler içinde
hukuksal meselelerine yeni ortakların gel diği ve siyasal taraflann bu alandan gide rek daha fazla biçimde kendi haklarını ta lep ettikleri gözlenebilir. Bu durum 12 Eylül sonrası politik grupların hukuksal
bir taraf olarak üretebilir hale gelmiştir. Liberalizmi Türkiye'deki liberalliğin başka ideolojik konumlarla eklemlenmiş halle rinden ayırıp kendine ait bir entelektüel serüvenin içine yerleştirenler bu akade
T
Ü
R
K
İ
Y
E
'
D
E
H
U
K
U
K
-
misyenler olmuşlardır. Liberalizmin temel metinlerinin çevirileri, temel iddia ve en telektüel malzemelerinin kuruluşuna ada nan uzun emek ve gayretler Kemalist bir kamu hukuku eleştirilerinin içsel tutarlı lık ve bütünlüğünü artırmış, son dönem lerde liberal bir dilin “var'iıgıtıa ait içsel sıkıntı daha as duyulur hale gelmiştir. Bu na karşılık Türk anayasal düzeni tıezdinde yürütülen iktisat, politika ve hukuk ilişki leri bağlamındaki eleştirilerinin tamam landığı pek söylenemez. Türk devlet bili minin hukuk devleti ile karşılaştırılması yasal mevzuatın yetersizliklerinden başla yarak yargısal reflekslerin eleştirilerine ka dar genişletilerek tamamlanmış ve esasen iktisat ve politika arasındaki hukuksal m eselelere odaklanmışlardır Devleti ev rensel bir hukuka tâbi kılma ise en popü ler iddialarından birincisidir. ik in ci grup ise kendisini "dem okrat” olarak adlandıran ve zaman içinde etkile rini birbirinden farklı siyasal taraflar için de dağıtan, kendilerine ait özgün tavırlar belirleyen bir çevredir. Etyen Mahçupyan ve Ali Bayramoğlu tarafından temsil edi len bu sınırlı çevrenin hukuk devleti ve Türk devlet biliminin ideolojik ve bilim sel m alzem elerinin eleştirilerine dişkin vurgularında da etk ileri özgündür Bu grup Türk devlet bilimine karşı esas ola nın evrensel bir “hukuk devleti eleştirisi" olm ad ığım , ama T ü rk iy e ’deki “hukuk zihniyeti" olduğunu iddia etmektedir. Bu na göre sorun “devletin kendisini hukuk dışı tutması değil"dır. Çünkü bu sistem içerisinde devletin hukukun üstünlüğünü kabullenm esi kaçınılm az olarak kendi onayladığı bir hukuka dönüş olacaktır. Bu nedenle hukuk devleti ve hukukun üstünlüğüne dönük entelektüel bir çaba yerine, hukuksal olan bu “boyutun dışına çıkarak siyasallaşması; daha doğrusu si yasete taşan bir entelektüelliğin yaratıl ması gerekir. Bunun anlamı, felsefi bir te melden hareketle yürütülecek ve sivil ita atsizliği de kapsayacak eylem lerle; var
S
İ
Y
A
S
E
T
İ
L İ
Ş K İ
L E
R İ
olan hukuk anlayışının deşifre edilmesi dir" (Mahçupyan, 2000: 152-154) Liberalliğin hallerinin üçüncü grubunu b e hukuk devletine dönük arayışları sağmilliyetçi bir tecrübe ve buna dair kav ram larla belirginleştirm e yolunu seçen bir başka çevre oluşturm aktadır. Taha A kyol, H aşan C elal G üzel, M üm taz’er Türköne vb. gibi bim lerle temsil edilebi lecek olan bu çevre hukuk devleti tartış masına kendi kavramlarını ve kendi tec rübelerini vermek üzere diğer gruplarla yarışmakta, Türkiye’deki sağ liberalliğin önemli bir kısm ının bu grubun kavram ve tecrü beleriyle üretilm eye çalışıldığı gözlenmektedir. İlk iki grubun; yani libe ral okul ve demokrat grupların eleştirileri kuram sal bir tutarlılık taşırken üçüncü grup açısından politik işlevsellik öne ge çer. Bu açıdan sağ liberallerin hukuk dev leti eleştirilerinin sorgulanm asına karşı pek hazırlıklı oldukları söylenemez. Esa sen onların eleştirileri yargı organlarının yasa karşısınd aki konu m ları ile sınırlı kalmış, bu anlamda sadece yargının siya sallaşmasına karşı çıkm ak suretiyle hu kuksal b ir eleştirinin içinde sıkışm akla yargı ve hukukun politika karşısındaki sorunlarına dayanan daha geniş bir çerçe vede düşünme çabasına girişeni em işler dir Dolayısıyla “demokrat" grubun libe ral okula yönelttikleri eleştiriler bu grup için de geçerlidir. SONUÇ Türk hukuk geleneğinde yasal alarmı, si yasetin ve siyasal tarafların dışında saf ve mutlak bir varlığının olduğuna dair şaşır tıcı bir düşünce hâkim olagelmiştir. Bu durum Türk devlet biliminin kanun mer kezli zihniyetine uygun olmakla birlikte Türk kamu hukuku düşüncesinin nere deyse bütün taraflarını da bağlar durum dadır. İlginçtir ki, Türk devlet bilim ini sorgulama konusu yapan muhalif gruplar açısınd an dahi aynı zih n î kalıp hukuk
309
d
ö
n
e
m
l
e
r
V
E
analizlerinde yaygın olarak kullanılmıştır Öyle kİ, muhalif gruplar dahi kanun me tinlerinin sosyal ve siyasal bağlam larını kendi kavram ve zihniyetleri üzerinden geliştirme becerilerini sınamış ve hukuk
3 İ0
Z
İ
H
N
İ
Y
E
T
L
E
R
bulundu klan tarihsel konumlardan farklı kavramlar ve yorumlar getirilmesini en geller. Herhangi bir siyasal mücadelede d ev letin yasal irad esi b ek len ir. T ıp k ı TCK'nın 301, maddesi ve türban mesele
sal m etinlerin sosyal bağlamları ve top lumsal anlamlarının geliştirilmesi, dönüş türülmesi çabalarında yanşan etkiler gös
lerinde olduğu üzere. Bu kanuncu zihnî yapı toplumsal ve siyasal tüm meselelerin
terebilmiş değillerdir. Oysa, kanun ile yo rum (yargı) ilişkisi doğrusal, tekdüze ve
kanun örgüsüyle yeniden kurulm asına, oralarda yeniden var edilmesine ve yine o
basit bir em ir ilişkisi değil, her şeyden önce karmaşık, yorucu bir sosyal-siyasal kurucu çabayı içerir. K anunun “söz"ü devletin mutlak iradesinin ötesindeki ta rihsel ve toplumsal durumlara bağlı ola rak dönüşen ve değişen anlamların etkisi altında bulunmaktadır. Her farklı tarihsel
zihnî yapı içerisinden halline, neredeyse
durumda kendi tek bir anlamını garanti leyen bir “kanuni söz” yoktur. Daha baş ka bir deyişle, karmaşık sosyal anlam ve işlemlerden geçirilm edikçe hiçbir kanu nun anlam ve amacının sonuçlandırılma sı mümkün değildir. 20. yüzyılın tüm za manlarından bu yana “hukukçuluk" tam da böyle bir meşgale alanında varlığım kanıtlar, toplum karşısında kendi varbğını gerekçelendirir. Tersi bir yaklaşım, 17. yüzyılın hukuka yönelik rasyonalist bakış açışım aynen devralarak hukuksal ve yar gısal etkinliğin tümünü bir kam ın metni
bir kanunun örgüsü içine alınmasına, aynı
bütün bir hayatın bir kanunun, bir nor matif seslenme biçiminin niteliğini kazan masına yol açarak her biı toplumsal mese leyi bir “kanuni bulmaca”ya dönüştürü yor. Bu yolla, aslında birer toplumsal ve siyasal sorun niteliği taşıyan TC K ’nm 301. maddesi ve “türban sorunu” bir kanun so runu imiş gibi algılanıyor. Böylece, huku kun toplumsal ve siyasal alanın dinamik lerinden beslenm esinin önü kapanıyor, durağanlaşıyor ve toplumsala yanıt ver mesi zorlaşıyor. Bu durum , kaçınılm az olarak, siyasal iktidarı, hukuktan daha ge niş bir alana, “kanurT’un ötesine doğru ta şırken neyin yasal ve neyin yasal olmadığı konusunda iktidarın siyasal tekelini de belirginleştirir.
ne ve o metni de tamamen “kanun koyu c u c a teslim etmek sonucunu doğurur ki, uzak durulması gereken şey tam da yasal alanın tüm toplumsal taraflardan saklan
Bugün kamu hukuku içinden ve Türk devlet bilim inin etki alanı dışında düşün ce üretmek ve geliştirmek ihtiyacını his sedenler için önümüzde iki temel seçe nek duruyor. B irincisi, kanun m erkezli düşünüşün aşılması suretiyle Türk kamu
masına yol açan bu tekelci, devletçi-pozitivist yaklaşımdır. Türk devlet bilimindeki bu kanun mer
hukuku düşüncesini Bourdieucü yakla şım ile tanıştırmak ve yasal alanı bir sos yal rekabet alanına doğru çağırmaktır. Bu
kezli yaklaşımın en önemli sonucu yasal tartışm ayı teknik biçim leriyle geliştirip derinleştirirken siyasal performansı dü
iddia yasal m etinlerin akademik ve ente lektüel çabalarla orantılı bir toplumsal anlam eğitimi ile bağlantılı olduğu çağrı sını içerir. Yasal metinleri bir sosyal reka
şürmesidir, Hukukçuların siyasal görüş ve tercihlerinden ayn, hukuksal kavramların sosyal ve siyasal dolaşımından münezzeh, herkesi olduğu gibi hukukçuları da bağla yan bir yasal belirleyicilik alanının bulun duğu düşüncesi toplumsal ve siyasal taraf ları edilginleştirerek yasal metinlere kendi
bet alanı haline getiren de budur. Mahçupyan’m yukarıda talep ettiği “hukukun demokratlaştırılması” tam da bu sürecin sonunda bulunabilir. ilk o la ra k kanun m erk ezli düşünüş böylece aşılmak suretiyle yasal alanın bir
T
Ü
R
K
İ
Y
E
'
D
E
H U K U K
sosyal rekabet alanı, bir demokrasi alanı olarak ku ru lm asın ın arkasından. T ü rk devlet biliminin ikinci önemli ve zorlayıcı özelliğine yani T ü rk kam u hukuku ile Atatürk ilkeleri-Türk inkılap tarihi ara sındaki kuramsal bağın çözülm esi soru nuna eğ ili ilmelidir. Türk kamu hukuku düşüncesi ile Türk inkılap tarihi arasın daki kuram sal b ağ ın k o p a rtılm a sı, en azından yalnızca tarihsel bir bağ haline getirilmesi çabası bu noktada öne geçebi lir. Bu ön celikle şu anlama gelir: Türk devlet biliminin yürüttüğü üzere Türk in kılap tarihi, CHP ve altı ok Atatürk ilke leri ve devrimleri üzerinden bir kamu hu kuku düşüncesi kurmayı bırakıp bu bilgi alanını yalnızca tarihsel bir veri olarak kendi mütevazı yerine yerleştirmek gere kir. Başka deyişle Türk kamu hukuku bir tarihsel ipotekten kurtarılarak sosyal giri şim lere açık tutulmalıdır. B öylece, Türk kamu hukuku düşüncesi Türk inkılap ta rihinin, Atatürk İlkeleri ve anayasal bir dokunulm azlık kazanmış olan “Atatürk d evrimleri" nin sürekli artan baskısı altın da sıkışmaktan kurtulur ve kuramsal bir serbestliğe kavuşur. Kemalist Cum huri y etin kurucu ilkelerinin Türk kamu hu kukunun tarihsel bir verisi olarak yerleş tirilmesinden sonra kamu hukuku birbi rinden farklı kuramsal denemelerin ko nusu olarak sosyal zeminden beslenen bir yeni hukuk anlayışına açık hale gelecek ve giderek dem okratı aşacak tır. H ukuk, kuramsal bağımsızlığım kazanacak, ken dine ait bir tarihsel çizgi kurabilecektir. Bu konudaki yeni bir kamu hukuku açılı m ının liberal Anglo-Saksou yaklaşımıyla
S
İ
Y A S E T
İ
L İ
Ş K İ
L E
R İ
doldurulm ası gerektiğini düşünenlerin yapacağı katkı ise kısmidir. Bu gelenekten edinilecek bir entelektüel vurgu, özellikle hukukun toplumsal zemini ile siyasal te melleri üzerine daha geniş bir algı ve ka bul sağlayacaktır. Fakat hukuk tartışması nı artık daha geniş temellerde geliştirmek Türkiye açısından bir zarurettir. Bunun için ise Anglo-Sakson geleneğini aşan ve daha kapsamlı nitelik taşıyan soruların sorulması ve Türkiye tecrübesinde cevap lanması gereklidir. Buna karşılık ikinci yol ise Agambenci analizin açtığı yoldur ve bu yol yasayı, ya sal alanı siyasalın sorunları içine yerleştir mekle başlar, siyasal iktidarın “karar" gü cünü hukuksal analizin konusu yapmak suretiyle egemen güçlerin istisna üretimi ne karşı koymak çabası olarak öne geçer. Bu sayede hukukçuluk pratiklerini gele neksel olduğu üzeTe “d üzen", “k u ra l”, “norm” vb. gibi bütünsel yapılardan ege men gücün ölçülmesine dair herhangi bir yargısal kararın, istisnanın, tekil olaylann odaklanmasına doğru taşımak mümkün olacaktır. Bu ise hukuksal düşünüşü sos yoloji ve siyaset bilimi ile daha çok ilişki ye zorlayacak, bugüne kadar kendi içine kapalı olarak var olan bir alanın çok daha geniş bir düşünsel alan ile yüzleşebileceği b ir kapı açılm ış olacaktır. Türkiye’deki hukukçuluk pratiklerini Türk devlet bili minin dar, sıkışık ve derinleşemeyen dün yasından kurtarmak arük gerçek b ir ihti yaç olarak görünmektedir. Türkiye açısından her iki yol da iddialı, ama bir o kadar da zaruret olarak ortaya çıkmaktadır. □
311
0
N
i
1
M
l
E
R
V
E
Z
Kemalist Rejimin İnşası: Takrir-i Sükûn Kanunu S t. Y F İ Ö N G İ O F R
312
4 M art 192.5'te kabul edilen Takriri Sü
vesile oiduğu, hatta fırsat yarattığı söyle
kûn Kanunu, lürkiye Cıım huriyeti'nin ku
nebilir. Bu isyan olm asa belki baş 1931 'deki
.5.
kokusu geliyor, inşallah be-ı yanılm ışım
K ong resi'ııde tek partili sistem resm en
dır"^ diyerek İnönü'yü desteklemiştir. An
ilan edilecektir.
cak C H F grubu böyle sert önlem leri ge
Mustafa Kem al'in Fethi O kyar'a dediği
reksiz görüp, o n a y verm eyin ce İnönü
gibi bir tür "istibdat m üessesesi"nin ku
"sağlık koşulları n edeniyle" istifa etm iş
rulm astna o lan ak veren Takrir t Sükûn
ve daha "ılım lı" okluğu kabul edilen Fet
Kanunu, "Şeyh Sait İsyanı" d iye bilinen
hi O kyar hükümet: kurulmuştur. Gerçek
Kürt ayaklanm ası üzerine çıkarılm ıştır,
ten de bu hükümet odalığı biraz sakinleş
ancak bu isyanın C ! tF yönetim ine bir tur
tirmiş, !C F m uhalefetiyle de iyi ilişkiler
T
Ü K < İ v
£ ' c
e
H IJ
: .%-T>7).
malzemesi olduğu gibi aynı derecede hır
Baştan itibaren ulaşmak istenilen hedefi
davat eşyadan ınadul fikir ve ilim malze
"m uasır m edeniyetler seviyesine çıkm ak"
mesi de vardır. I lııkuk ıı düvel, hukuk-ıı
olarak ifade etmiş ve bu fikri' bağlı kalmış
şahsiye, ilrrı-i iktisat ve sosyologya gibi...
olsalar da. Kemalist entelektüeller, inkılâ
Bunlara Aristo! an'anesitıden gelen mantı
bın "b ayat ve re alite" karşısında kendi
ki ve Kaııt'ta eıı metafizik ifadesini bulan
yolum , çizdiğine inanm ışlardır.8 Avrupa
felsefeyi de ilave edebilirsiniz... Her biri
devletlerinin buhran yüzünden düştükleri
çöktüğü halıer verilen ve gözle görülün
durum bu zihniyetin güçlenm esinde eıı
elle dokunulan eski dünyanın içtim ai, ik
önem li etkenlerden biri olmuştur.
tisadi ve harsı şeraitinden doğmuş bütün
Buhran, inkılâbın orijinalliğine yapılan
bu m tidcvvenai tıpkı kurıınuvustanın sko
vu rg u yla beraber, A vrupa d e vle tle rin e
lastik ilim leri ve şarkın fıkıbı gibi artık bii-
karşı "biz ve onlar" (ya da "bize karşı on
tiin can lılığ ın ı kaybetm iştir. M ektepleri
lar"; kurgusunun kök salmasına da katkı
mizde hâlâ Bonfis'in eserlerinden memle
da bulunmuştur. Kurtuluş Savaşı'rian son
ketler arasındaki ıııünasebatın şeklini öğ
ra kısa zam anda um ıtulm ava bırakılan
renmek veya Charles C ide'den iktisadi c i
Batı karşıtı retorik. Büyük Bu h ran la be
han strukturıına dair ahkam çıkarır tağa
likle yeniden hatırlanmış ve dönemin ros
çalışan hocaların vaziyetini ufak bir mü
mî m etinlerine kadar sirayet etmiştir. D a
balağa ile eski müneccim!»aşıların yıldız
ha m uhafazakâr/kültürcü/ahlâkçı tonlar:
(ardan siyasî hadiselere dair istidlallerde
da olm asına rağm en bu kurgu, buhran
bulunanlarına benzetebiliriz. îCirk en te
şartlarında basitleştirilm iş bir "sömüren-
lektüelleri giiç bela kurtuldukları bir sko
söm üriilen m illetler'' söylem i şeklinde te
lastikten ikinci skolastiğe düşmemek için
zahür etmiştir. Buna göre buhran sömü
sabık Avrupa irfanı işportasında yığılı du
ren ve sömürülen m illetler arasındaki çe
rum bu hantal ve battal eşyaya ! uzatma-
lişkiyi açığa çıkarm ış ve bu çelişk in in
malıdırlar. I skileri, eskiler alanlara bıraka
üzerine inşa edildiği mevcut iktisadi/siya-
lım " (Y.(akup) K.fadri), 19 Î2 : 44 4 >».
sî düzeni tasfiye etmeye başlamıştır.9 I tat
Bu anlam da buhranın siyasi düşünce
ta sömüren ve sömürülen m illetler arasın
ortam ına etkisi Kem alizırıin orjinaJliğine
daki m ücadele buhranın temel sebeple
yapılan vurgunun derinleşm esi ve ente
rinden biridir. Bir zam anların sömüren
lektüel ve siyasî elitler arasında giderek
m illetleri bir zamanlar kendilerini zengin
yaygınlaşm ası olm uştur. Bu dönem den
eden bu istism arı-: düzenin şimdi çere
sonra lü rk inkılâbının, çökmekte olan biı
m eşini çekm ektedirler.10 H er kalıba ko
m edeniyetten ve bu çöküşe çare olarak
lavca döküllebilcn bıı sömüren-söıııürü-
ortaya atılan yeni ideolojilerden rarklı ve
ten m illetler retoriği, Recep Peker'de ga
daha ileri bir noktada olduğu iddiası da
liz bir işçi düşmanlığı ile birleşobilmişth:
ha kuvvetli bir şekilde dile getirilm eye
"Sanayi m emleketlerinde işçi sınırı ıledi
T
l"j K
K
I Y
E '
[3 L
K
A
I
K
; N
M
A
gımiz şımarık, ne istediğini bilm ez bir un
P
L A
N
I
A
M
A
S I
E F S A
ı\
b ir diğeri, ekonom ik çöküntü ile libe-
sur olarak yaşayan tabaka, o zaman Türk
ral/parlam enter dem okrasilerin "iktidar-
köylüsünün tahayyül bile edem ediği bir
sızhğrnı" ilişkİlendiren zihniyetin güçlen
refah içinde idi. Şim di Avrupa'da Am eri
mesidir. Yaygın olarak paylaşılan bu ka
ka'da bütün sanayi m em leketlerinde aç
naate göre kapitalizm in yol açtığı buhran
lık selleri halinde sokakları dolduran m il
ve buhranın yarattığı sosyal tahribatla ba-
yonlar, O sm anlı im paratorluğum dan ve
şetmedeki başarısızlık, demokratik rejim
ona benzer memleketlerden yok pahası
lerin de acizliğini ortaya çıkarm ıştır.11 Li
na aldıkları hammaddeyi m akina ile işle
beral iktisat ve siyaset anlayışını savunan
dikten sonra kat kat pahalı olarak yine o
Serbest Ftrka'mn geniş halk kitleleri nez
uluslara satan yurdların işçileri id i" [Pe
ri inde gördüğü ilgi yüzünden şiddetli bir
ke r, 1936: 56).
m eşruiyet krizine düşen Kem alist elitler,
Resmi söyleme göre Türkiye ise buhra
liberalizm ife Büyük Buhran'ı doğrudan
nın sonrasında yaşam aya başladığı sana
ilişkİlendiren retoriğe dört elle sarılm ışlar
yile şm e d e n e yim i ile b ir ham m adde
dır. Bu çabanın altında yatan biraz da iç
memleketi olduğu günleri geride bırakıp
siyasette politik olarak mağlup edemedik
ihtiyaçlarını kendi im al eden bir sanayi
leri liberal alternatifi, dünya çapında ya
m em leketi haline gelm eye başlam ıştır.
şan an lara referansla id e o lo jik o larak
Ancak inkılâbın başardıkları bununla sı
mağlup etme hevesi, liberal alternatifin
nırlı değildir; Türkiye bir yandan kalkınır
zaten Türkiye şartlarına uygun olm adığını
ken diğer yandan sınıf çatışm alarına yol
ispat etme arzusudur.
açm am ası bakım ından da benzersizdir:
Kem alist siyasî ve entelektüel elitler,
"N e tezadın, ne reaksiyonun, ne m illet
buhrana iktisadi liberalizm in sorumsuzlu
bünyesinde bir inhilalin ifadesi olm ayan,
ğunun sebep olduğu konusunda hem fi
siyaseten müstakil ve iktisaden cüzütam,
kirdirler. Liberalizm hiçbir şekilde dizgin-
tezatsız ve reaks iyönsüz bir yeni m illet ti
lenemeyen kâr hırsı, başıboşluğu, sorum
pinde tam manasını alacak olan yeni bir
suzluğu ve sosyal duyarsızlığı sebebiyle
nizamı alem, ilk defe Türk M illî Kurtuluş
dünyanın içine düştüğü felaketlerin mü
hareketinde kem âlini bulacaktır" (Şevket
sebbibidir.11 Üretim ile tüketim arasında
Süreyya, 1932: 12). Bu yüzden Türk inkı
ki dengeyi bozan ve bunu modem iktisa
lâbı hem Batı'daki istismarcı iktisadın iş
di sistemin değişmez bir niteliği haline
leyişin e "ço m ak sokm ası" bakım ından
getiren, liberal esaslar üzerine inşa edil
hem de ulusal boyutta ahenkli bir kalkın
miş mevcut kapitalist sistemdir. Bu sistem
ma hamlesinin yapılabilir olduğunu gös
bünyesinde doğal olarak anarşi, uyum
termesi bakım ından bütün dünyada ör
suzluk ve çatışm ayı barındırır. 1931 y ılı
nek teşkil etmektedir. 1929 krizi sonrasın
nın Temmuz ayında İktisat Vekaleti bütçe
da Türkiye iktisaden ve siyaseten içe ka
görüşmeleri esnasında İktisat Vekili Mus
panırken, Kem alist inkılâbın anlam ının
tafa Şeref Bey durumu şöyle izah eder:
evrenselleşm esine ya p ıla n bu ku vvetli
"D ünyada buhran fazla i istihsal, 'su kon-
vurgu siyasî düşünce açısından dikkate
süm asyon' denen istihlâk azlığı iie teza
değer bir gelişmedir.
hür ediyor. Fakat asıl buhranın menşe ve sebebi bu değildir. Buhranın menşei, mu
EKONOM İK BUHRAN ÜZERİNDEN LİBERAL/DEMOKRATİK DÜZENİN _____________ELEŞTİRİSİ ____________
asır iktisadiyatın bünyesindeki, uzviyetin deki kusur ve noksandır... Filhakika, men şe ve sebep muasır iktisadiyatın uzviye tin d e k i bu anarşik esastan ç ık m ış tır"
Siyasi düşünce açısından 1929 krizinin
CTBMM Zabıt
ortaya çıkardığı en çarpıcı gelişmelerden
189-190).13
Ceridesi,
akt. Kuruç, 1968:
339
D
340
Ö
N
E
M
R
V
Z
H
N
Liberalizm i buhranın yegane sorumlu
çekiriüir. ismet İnönü O t l'n in "m utedil
su olarak tasvir eden Kemalist elitler bir
d e v le tç i" olduğunu ilan etliğ i Ağustos
yandan da liberal dem okratik rejim lerin
1930 tarihli meşhur Sivas Konuşmasında
buhranla başotmedeki başarısızlığının al
liberalizm in, Türk m illetinin doğal bün
tın ı çizerler. Buna göre, buhran bütün
yesine uygun olm adığını beyan eıier: "I i-
d ü n ya yı kasıp kavu ru rken , dem okra-
beraii/m nazariyatı biiiiin bu memleketin
tik/parlamenter rejim lerde siyasî partiler
güç anlaşacağı Itır şeydir. Biz iktisadiyatta
kendi aralarındaki kısıı çekişm eleri hâlâ
hakikaten mutedil devletçiyiz. Bizi bu is
sürdürmekte, sınıf kavgaları sürmekte ve
tikamete şevketten, bu m em leketin ihti
do layısıyla halkların sefaleti daim i hale
v a n ve tnı m illetin fikri tem ayülüdür.
gelmekledirler. Parlam entolardaki bu "ka
Mem leketin ihtiyaçları iç ir herkes ve heı
yıkçı kavgaları" yüzünden, hükümetler iş
ver hâzineden çare atar. Elektriği olm a
yapam az hale gelmiştir, t iberal rejim lerin
yan şehir, lim anı fena olan yer, iş bulam a
basiretsizliği argümanı bu durumun bal
yan adam hükümeti muhatap tutar. M ute
çaresini de işaret eder; hiçbir yere varm a
dil devletçi olarak iıaikın tem ayülatına ve
yan münakaşaları bir tarafa bırakıp m ille!
n ıelalib ın e yetişem iyoruz diye kusurlu
için en doğruyu, en iy iyi bilen şeî/par-
yuz. D evletçilikten büsbütün vazgeçip,
ti/ideoioji etrafında toplanm ak; "B u g iir
her nimeti, serm ayedarların faaliyetlerin
demokrasi niye istenilen şey hükümetin
den beklemeğe sevkelıııek bu memleke
elini kolunu bağlamak ve hükümet kad
tin anlayacağı bir şey m id irî" .akt. Kur uç,
rosu dışındaki bütün vatandaş ve nıüesso-
1988: 101). Bu söylem i sahiplenm iş gö
selere hiçbir kayıt koym am ak dem ektir,
züken M uştala Kem al de O cak 193 i'd e
t akat bu türlü hürriyet de bir başka alaf
Cum huriyet H alk Fırkası’nm İzmir Vikıvet
ranga kelim enin, anarşinin tercümesidir.
Kongrosi'ndo yaptığı konuşmada ayıtı mi
... Ba/eıı bir memlekette bir işten anlayan
vaide şeyler söyler: “ i lalkım ız tab'an tdo
bit tek adam varsa, onun hükmü on beş
ğuştani devletçidir, ki her türlü ih tiyacı
m ilyonun hükmüne bedel olur: Bunun is
devletten talep etmek için kendisinde biı
mine salahiyet denir. ... D ünyayı salahi
hak görüyor. Bu itibarla m illetim izin te-
yetlerin idare etm ekle olduğunu irilm ek
bayii tyaratılışı) ile fırkam ızın programın
lazım dır" (ta lih Kırkı, 1931b). Falilı K ıt-
da fanıam ıle bir mutabakat vardır" .akt.
kı'ya göre faşizmin İtalya'da başardığı en
Kurııç, 1988: 132).
mühim iş butlun "Rom a'nın yeni mahal
Liberalizm in buhranın yarattığı tah ri
itelerinde ülreralizm ve demokrasiye avkı
battan doğrudan sorumlu tutulduğu böyle
rı birçok şeyler görsem de 1921 anarşi
bir ortamda rejim in resmî retoriğinin libe
sinden, fakirliğinden, gevezeliğinden, İra
ralizm ve demokrasi arasındaki bağı ko
şıboşluğıından h iç b ir eser görm edim "
parmaya yönelik yeni bir strateji takip et
(ra lili Rıfkı, 19.12: 108-109). I skiden sıt
tiğini do gözlem lem ek mümkündür. Ke
ması ve bataklıkları ile andan O sliya ka
malist anaakım entelektüellere göre dü
sabasında ise faşist idarenin yerleşmesin
zensizliğin ve başıboşluğun tecessıim e t
den sonra, "artık liberal ve dem okratik
miş hali olan liberalizm iie demokrasinin
idarenin sivrisineği" vızlam aınaktadır ğa-
bağdaşm ası mümkün değildir. Rejim in
lih Rıfkı, 1932:107).14
yarı resmî gazetesi
Kemalist elitler bir yandan liberalizm in
I lâkimiyet-i Milliyetde.
yazan Haşan C em il’e g ö re :"... Burada di
anarşik doğasının altını çizerken, öte ya n
beralizm de) fert her nevi cam ia bağların
dan da onun Türk m illetin in tab iatıyla
dan, aile ve taallukâttın, etkâr-1 umumive-
uyuşmayan bir ideoloji olduğu retoriğini
nin ve devletin vesayetinden kendini kur
geliştirm işlerdir. Bu noktada devletin en
tarmaya bakar, yainız nefsini, şahsi men
yukarısından gelen hamle, oldukça dikkat
faal ve saadetini
düşünür... Demokraside
T Ü R K l Y t ' D E
K A L K I N M A
P L A N L A M A S I
t L S A N C S l
.341
Yasanım işsizlik g elecek düşüncesinin yerini umutsuzluğa terketm esi. geneI m an ada sistem e duyulan güvensizlik, buhran sonrası donem in siyaset iklim ini d e belirleyecekti. CHP r e DP arasın d aki gerilim bu dön em den d e etkilenmiştir.
fertler, liberalizm de okluğu gibi devlete’
si'rd e uygulanam az görülmüştür. Buhran
ı: ■Yem .-VMnı'da şovle vazaft "Bühtan vamııs. Siyasette, ik!is,vT ı. ahlâkta. tiy.lhoua buhran Bunuıııı :>ccrmek i: in tedbir ,azımmış Şu vova b.ı tedbir. Buh'-sr a/ahvormuş, bt hıuıı çoğa I sormuş. Bu tıulıra ı merak ıl.ıonın lakın (ligi ilil . Kata ömerliojşlu bu söyleme başvurmanın arkas nd.ı Osrlcinlı'daıı mütevellit bir tıOlunme korkusunun vatlığını öne 'üre- ıK.ıraömer liofiiu, 2007: 2/Pıi. Aşağıda cöıuleı eği gibi İter, bu tezi gö/atdı etmemeklp birlikte, daha ziyade sınıfsal korkuların rejini bu yönde şekillendirdiğini dilşıaıüyoıum.
.W ili. k.iyen i Yakup Kahdum hokar.ı ad'ı Ke malisi tıin|;vasnd.t da lak ;> '’ıielejiıiz 'Ci-khetle V iler birer t.'eylf memuru iti. ye vtırcdertnde b 'k’v'e! ıııem:mnur bay •ayeini. yakar:'!, mesuliyetni taşıyordu. Haşlaucda patron - I-lopta l'eı /arıı.1 ". ger çefiin Z'dıii o lııık /oıu.ıda iid>:ldh anı ak yine rie Yakan Kadrı'e'm buıada le.ıl'u yie kurgu arasındaki mosatevt vaıeakulı^ım etaşt,ilmek çok da y.ınıiıır olmasa ucck 29 .Mustafa Kemal'in "M 'İtele fieyar'iam e'sı içerd iğ i tem el p rensipler d.b a-ivle t ‘l if ''i:rş :* n ı programını si'killerriirpıı iı mel metindir. N tekin t " Ko"n>rr'.i bu prensibi paıti programına almıştır: 'Iıir k 1 ye Cumhuriyeti balkım ayrı a\r. sınıflar dan mürekkep deg:l ve fakat terdi ve içti mai hav, • için ış bülur-ni itibariyle muhle lif mesai erbab u.ı ayrılmış o ' 0'lı yıllarda, daha çok "anayasalcı"
devletinin" korunması ve Türk birliğinin
bir vasfa bürünen sol hareket, şiddet ko
sağlanması ancak şiddet ile mümkün ola
nusunda bir düşünce üretmeyi mümkün
Esir hakleri Kurt,irme Ordusu, liirkçii intikam Ordusu gibi ad
di. T920'li yıllardan beri sol, şiddete değil
lar takınan radikal sağ komandoların va
de rl opali veto alışmış bulunmaktaydı ve
da ülkücülerin otosu şiddeti neredeyse sı
Hikmet K:\ ilcim lT nn 1‘HO'lu yıllardaki
bilir. 1970'lerde
kılabilecek biı gelenekten gelmemektey
v asî programla özdeşleştirmektedir.154Şid
Yol dizisinde
det siyasetle eşanlamlı hale gelmekte, si
yayınlamasını özellikle engellediği) iikir-
yaset. ancak aksîyolojik düzeyde icra
ieri dışında, şiddetin tahlili konusunda
edildiği ve kutsal bir muhteva kazandığı
entelektüel bir miras sahibi değildi. Yakın
öiçiide anlamlı bir sentaks haline gelebil
tarihte bazı haksızlıkların yapılmış olabi
mektedir.
geliştirdiği ive daha sonra
leceğini kabul etse do, irm eni soykırımı
I üOO-2000'ii yıllarda Sovyet lor Birli-
ya da zorla özdeşleşen Türkleştirme kam
fti’nin yıkılma?; luran imparatorluğu'nuı-
panyalarını sorgulayamıyor, 19 )0 ve son
kurulmasının imkânsızlığını gösterecek,
rasındaki Kürt hareketlerinin ya da "ir!i-
ama "lümpen altkültiirü" ve |xıp-m;lliyet-
ca'Tıın bastırılmasını ise, gericiliğe ve "ie-
çilik temelinde yeşeren, "şehit conazele-
odnlİ7m"e karşı kullanılan devrimci bir
ıi" ve "m illî -edeks" söylemiyle lxrslenen
icraat olarak takdir ediyordu.
Geçmişe daha çok bir kurtuluş savaşı
türecek olan şiddet politikasını temel alan
persektif inden yaklaşan bu akım, kendi
silahlı mücadeleye" davet eden59 T H K O
misyonunu K.ema [izimin zinde kuvvetlere
bile, zinde kuvvetlere karşı kızgınlıkla ka
verdiği sorumluluk ve icazet çerçevesin
rışık bir sempati beslemekteydi:
de algılamaktaydı.
Solu
Yön,. Devrim
ve
Türk
gibi dergiler ise, aynı zamanda Na-
strcılıktan ve Baasçılıktan etkilenmektey diler Bu neo-Kemalist yaklaşımda, Türki ye k o şullarında a lg ıla n a b ile n şiddet, "devrimci subaylardın ve "zinde kuvvet le rin iktidarı ele geçirmesi tahayyülün den Öteye gitmemekteydi. Neo-Kemalist solun "devrim ’' programı, hem Kemaliz-
378
mi, hem de akim kalmış bir tecrübe ola rak addedilen 27 M ayıs'ı tamamlamayı öngörüyordu, 1962-1963'te, daha sonra da "d a rb e yi d e vrim e " dönüştürm ek56 amacını güdecek olan Doğan Avcıoğiu, V'ön’de şunları yazmaktaydı:
Türkiye orduya dayanarak ve ordunun desteğiyle gericiliği ve geriliği yenmesi ni bilecektir. Toplumun zinde kuvvetleri yeni bir ilerleme devriminin öncülüğünü yapa cak olan liderin işaretini sabırsızlıkla beklemektedir.57
Kemal hareketinden sonra {...) kurtuluş vadeden, mutluluk vadeden yeni bir dönem f..J 27 Mayıs Hareket/; Türk ulusunun, Türk halkının ve Türk
Al usta fa
ordusunun yurtseveri iğin i, temizliğini
kanıtlayan bir hareket/ Bilinen kurallar dışında, ihtilali hatırlatan bir "İhtilal". Gençlerimiz bayram yaptı, yaşlıları mız sevinçten gözyaşı döktü. Bir ihanet şebekesi bir gece içinde toplanıvermişti. Sonra bekledik. Hiç değilse devletin 'İhanet şebekesi” ağlarından arındırıl masını, girişilen hareketin kendi amaç ları doğrultusunda, yeni bir devlet ku ruşunu, yönetmesini bekledik. Sonra anlaşıldı ki, romantik özlem lerden, tertemiz bir yurt sevgisinden başka bir şey yokmuş yüreklerinde. Bu nedenle, "ulusal varlığımızı yok et mek isteyen emperyalizm ve yerli ortak larına karşı m illici ve devrimci sınıfların takip etmeleri gereken M illî Demokratik
1 9 6 0'ların sonunda bestelenen bir
Devrim Stratejisi"ni benimseyen TH KO ,
marş, solun beklentilerinin artık ordu-
"M illî Kurtuluş Savaşını 1...) ve onun ba
gençlik birliği ile sınırlı kalmadığım, şid
şındaki Mustafa Kemal'i yok edici, orta
detin, giderek, "halkın şiddeti" olarak al
dan kaldırıcı bir düzen kuran Karşı-Dev-
gılandığını göstermektedir. Marş, aynı za
rimci gerici ittifaka karşı yapılmış olan 27
manda, artan radikalizme rağmen, solun
M ayis ihtilalinin ve 1961 Anayasası'nın
bazen antiemperyalizmle özdeşleştirilen
bir devamı ve tamamiayacısı" rolünü üst
"gavur" düşmanlığına varan neo-Kemalist
lenmekteydi.SD
yaklaşımdan uzaklaşmadığını da göster mekteydi:
dahi/Bağımsız olacak Türkün (ilkesi/lşçi genç lik elele/Bu meydanda gencimiz var/Er olan savaşa gelsin/Gavurlara hıncımız var/Sancak tutan başa gehin/Gençlik ordu elele/Bağımsız Türkiye/Bağımsız Türkiye,58 Tank farıyla, toplarıyla gelseler
Bu dönemde solun, iktidarın ve radikal sağın zoruna ve şiddetine karşı, hem bir tarihsellik, hem de bir evrensellik arayışı içinde olduğu unutulmamalıdır. îlk baş larda, bu arayışın K em alizm le tatmin e d ild iğ i k o nusu nda bir kuşku yo k . 1960’ların ikinci yarısında sol, Vietnam Savaşı, anti-sömürgeci savaşlar ve Foco tecrübesinden yola çıkarak, Kemalizm!, millî bağımsızlıkçı ve sosyal adaletçi ola
1970'te, devrim cileri, artık "barışçı
rak yeniden tanımlamakta, Kemalizmin
şartlar içinde m ücadele" umudunu terk
geçmişte kullandığı şiddeti ve zoru "dev-
etmeye ve "halk kitlelerini kurtuluşa gö
rimel Ieşti rmekte"y d i 61
R
E
F
A
Aynı dönemdeki "devrimci şiddel"i "la
Ş
İ
S
T
D
O
J
deki halk hareketlerine ve isyan gelenek
rihsel bir görev" ve "ahlâki bir somnılu-
lerine (Şeyh Bedreddini ya da dünya sol
luk" adına başlı başına i>ir kategori olarak
hareketlerinin romantizmine ("O ıe ", "H o
görer. Avrupa sol hareketleriyle karşılaştı
Am ca"...) bırakacaktı. Sol savaş literatü
rıldığında,67 Türkiye'deki sol hareketin
rünün (M ao, Giap, Troçki...), Türkçe'ye
şiddeti her şeyden önce "emperyalizme
çevrilmesi, solun lıeııı evrensel bir "kur
karşı bir savaş" ya da bir "bağımsızlık sa
tuluş ufku"na„ hem de "bilimsel" olarak
v a ş ı" olarak alg ılad ığ ını görm ekteyiz.
"doğrulanmış" bir savaş teorisine sahip
1 % 0 'ların sonunda bestelenen Dev-Genç
olmasını mümkün kılacaktı.
marşı buna açık ça göstermekle: "H e y
196 0'larır sonunda Aydınlık çevresi
Dev-Gençli. Hey Dev-Gençli, Savaş vakti
içinde bölünmelere yol açan ve Asya'daki
yaklaştı, Al silahını eline (ya da al silahı
gerilla direnişleri ve Hindistan'daki Çarı.
vur beline), Emperyalizme Karşı". Asya ve
Mazumdar hareketi ile veni bit ivme Ka
katin Amerika örnekleri ve Deniz Gez-
/anan "halk savaşı" teorisinin ve Carlos
ır.iş'in l % 9 'd a {-iliştin kamplarında eğitim
M arighdla'nin "el kitabı"66 ile yaygınla
görmesinin de gösterdiği gibi,33 filistin di
şan "şehir gerillası" modelinin "antiem
renişi, bu anliem peryahst tahayyülün
porvalis! savaşın" birbirini tamamlayan iki
oluşmasında büyük bir rol oynamaktaydı.
adı olduğunu söyleyebiliri/. Bu modeller den birincisi, "kızıl siyasî iktidar öğreti
SOLUM ŞİDDtlt KAYIŞI
s "6/ olarak özellikle İbrahim Kavpakkaya tarafından lürkiye'ye şartlarına "uygulan
12 Mart arifesinde sol gençliğin özerkleş
dı". İkincisi ise en önemli ifadesini Mahir
meşinde ve şiddete kaymasında "zinde
Ç ıyan'ırı "suni denge" ve "devrimci şid
kuvvetler "in " Ması rcılaşam,iması "nın ya
det" teorilerinde buldu. Ç ıyan , yetersiz
rattığı hayal kırıklığı önem i bir rol oyna
liklerini sert bir şekilde eleştirse