Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 9 [9] [PDF]

  • 0 0 0
  • Gefällt Ihnen dieses papier und der download? Sie können Ihre eigene PDF-Datei in wenigen Minuten kostenlos online veröffentlichen! Anmelden
Datei wird geladen, bitte warten...
Zitiervorschau

MODERN TÜRKİYE’DE

SİYASI

DÜŞÜNCE

Dönemler ve Zihniyetler Cilt 9

i l e t i ş i m

İMODERN 'TÜRKİYE'DE.

SİYASÎ

ıDÜŞÜNCE CİLT 9

Dönemler ve Zihniyetler

1. BASKI 2009, İstanbul

E D İT Ö R L E R

Tam l Bora. M a ra l G u lıe k ın ^ ıl

İçindekiler

15

Sunuş.................................................. MURAT

BELGE

Türkiye'de Siyasi Düşüncenin Ana Ç izg ileri.................... 39 ÜMİT

KIVANÇ

.

Üstüne Cilder Yazılmış H ayalet......

63

Aydınlar ŞÜKRÜ

ARGIN

Türk Aydınının Devlet Aşkı ve Aşkın Devlet A nlayışı..... 84 AHMET

ÇİĞDEM

Entelektüeller ve İdeolojiler.............................................. 112 •

Baykan Sezer KURTULUŞ KAYALI

TANIL

...... .................................. ................... 114

BORA

Uzmanlaşma ile Popülarizasyon Arasında Aydın ........ 125 • Mehmet Ali Aybar SEV G İ A D A K - Ö M E R T U R A N •

Doğan Avcıoğlu Ö M ER TURAN

.............................. .................... 132 .................................. 159

o

L

• Kıvılcımlı Söyleminin Uğrakları: Tarih, Gelenek ve Kutsal ihtilalcilik" NECMİERDOCAN................................................ ..............180 TANER TİMUR Yakın Tarihimizde Siyaset, İdeoloji ve Bilim.................... 195 • İsmail Beşikçi muratçelikkan.......................................................... İM OKTAY ÖZEL Ömer Lütfi Barkan.........................................................

224

H. BAYRAM KAÇMAZOĞLU Bazı Bilim İnsanlanmn Türkiye’deki Siyasal Düşün Tarihine Katkılan Üzerine Bir D enem e.....................

233

Devlet Zihniyeti M. ŞÜKRÜ HANlOĞLU “İttihatçılık”....................................................................

249

YASEMİN ÖZGÜN-ÇAKAR Otoriter Düzenleme Zihniyeti Olarak A n ay asaalık... 259 t. "0

• Osmanlı'dan Bugüne Parçalı Kamusal Alanda "Toplum" Meselesi ETYENMAHÇUPYAN..............................................

273

ORHANGAZİ ERTEKİN Türkiye’de Hukuk-Siyaset İlişkileri.............................

285

• Kemalist Rejimin İnşası: Takrir-i Sükûn Kanunu SEYFI öNCİDER................................. ALİS0MEL Türkiye'de Kalkınma Planlaması Efsanesi................. '

• Umutlar, Korkular, Kaygılar: Dünya İktisadi Buhranmm Siyasal Düşünce Ortamına Etkileri YIGITAKIN........................................

312 319

334

ç

1

N

D

E

K

I

L

E

Milliyetçilik, Irkçılık , Faşizm TANIL

BORA

Türkiye'de Faşist id eoloji................................................... 349 • Türkiye'de Siyasî Şiddetin Fikrî Kaynakları H A M İT B O Z A R S L A N

MURAT

................................................. ....... _.370

ERGİN

Türk Kimliği ve Irksal Sözlükler.......................................386 Yalçın Küçük



SÜ R E Y Y A TAM ER K O Z A K L I

............

394

Sol-Sağ, “M erkez” TANEL

DEMİREL

1946-1980 Döneminde “Sol" ve “Salı".............................413 • Çetin Altan DENİZ T A N S E L ................................. YÜKSEL

424

TAŞKIN

Türkiye’de S ağcılık..............................................................451 • Erol Güngör KILIÇ B U G R A

KANAT..............................................................................

• Türk Sağı ve Ekonomi Fikri F E R İD U N Y IL M A Z ..............................................................................................

MENDERES

460 474

ÇINAR

Merkezsiz Siyaset, Siyasetsiz M erkez..............................497 • Süleyman DemireI T A N IL B O R A ...........................

SEVGI

UÇAN

502

ÇUBUKÇU

Türkiye’de M erkez Solun “Sosyal Demokratlaş(ama)ma” V akası............................519 • Turan Güneş C EM A L F ED A Y İ.....................................................................

528

o

Kürt Sorunu AHMET

YILDIZ

Kürt Ulusal Hareketinin Üç Tarz-ı Siyaseti: Kemalizm, îslâmcıhk ve Sol.......... ..................................... 545 • Orhan Kotan

559

RECEP M A R A Ş L t.................................



Sait Kı,,!,ız/toprak . ~ *

' coc

O R H A N M IR O G L U ....................................................................................................

• Küti Sorunu ve PKK Ö M E R L A Ç İN E R ....................

505

606

Din, Laiklik , îslâmcıhk ZERRİN

KURTOĞLU

Devlet Aklı ve Toplumsal Muhayyile Arasında Din ve Siyaset.......................................................................617 • Medreseden Okula Osmanh-Cumhuriyet Modernleşmesi SER D A R Ş E N G Ü L ........................................................... ..................... .634 CİHAN

AKTAŞ

İslâmî Hayat Tarzının Yeniden K e ^ i.................................651 HALDUN

GÜLALP

Türkiye’de Laiklik ve S ol............ ..................................... 669 METİN

KARABAŞOĞLU

İslâm ve Milliyetçilik Arasındaki İlişki ve Etkileşim ..... 690 • Geçmişten Günümüze Milli Türk Talebe Birliği Z Ü LK Ü F O R U Ç ............................................ ........ ° ......... 703 • Miiliyetçi-Muhafazakâr Bir Dergi Olarak Türk Edebiyatı Dergisi Y IL D IZ A K P O L A T .................................................................

710

I__________, __________|__________ N__________D__________ , __________K__________I

ÜMİT

AKTAŞ

, __________ E__________R

.

Islâmcüık ve Sosyalizm....................................................... 722 • Türkiye'de İslâm ve Sol veya îslâmcılar ve Solcular YASİN AKTAY

AYHAN

758

YALÇINKAYA

Siyaset, Din, Alevilik ve Özgürlük H ayaleti....................785

Kadınlar, Toplumsal Cinsiyet YAPRAK

ZlHNlOĞLU

Kadın Kurtuluşu Hareketlerinin Siyasal ideolojiler Boyunca Seyri (1908-2008)...............805 • hKadın Sorunu" mu, Erkek Egemenliği mi? A K SU B O R A ................ TANlL

BORA

- ULAŞ

818

TOL

Siyasal Düşünce ve Erkek D ili...........................................825

Basm-Medya, Edebiyat, Sanat M.

ALI

TUNALI

Siyasî Fikir D ergileri.......................................................... 837 A.

ÖMER

TÖRKEŞ

'

Toplum ve Kimlik Kurma Kılavuzu Olarak Rom an........ 844 NECMİ

SÖNMEZ

Türkiye’de Siyasî Düşüncenin Görsel Sanatlara Bakışı 870 TANIL

BORA

- LEVENT

CANTEK

Köşe Yazarlığındaki Değişim ve Politik Düşünce Vasatı .....................................................879 • Refik Halid Karay N U R A Y M ERT .

..

.............................. .882

• Medyanın Siyasal İdeolojilere Etkileri U M U R T A L U .................................................................... .902

D LEVENT

CANTEK

..... 917

Aziz N esin.........

“Çeviri” Düşünce?' | ALİ

ERGUR

Türkiye’de Siyasî Düşüncenin Gelişmesinde Fransız E tkisi....................... ....... ................ • "Acentacılık" Kavramı Üzerine A H M E T Ç İĞ D E M .......................................................................

SUAVİ

AYDIN

BERAT

.... 945

^

Türk Düşüncesinde Alman E tkisi.................. BEKİR

..... 927

ÖZİPEK

.... 947

:

Anglo-Sakson ve Fransız Siyasi Modelleri Arasında Osmanlı ve Cumhuriyet Modernleşmesi.......................... 971 • Modernizmin Vaad Edilmiş Cennetinin Kapısmda iki Ülke: Finlandiya ve Türkiye F U N D A Ş EN O L C A N T E K ......... i........... ................ .................. 981

Dünya, Avrupa, Batı-Doğıı ENGİN

ERKİNER

Teori Sol ve “Mahalle Baskısı” ........................... .............. 987 MEHMET

UGUR

:

Türkiye’de Avrupa Birliği Sorunu..................................... 999 • Sağ ve SOI Siyasal Düşüncede Emperyalizm KEREM Ü N Ü V A R ....................................................... ....... 1018 MELTEM

AH1SKA

Garbiyatçılık: Türkiye’de Modernliğin G ram eri...........1039 • Celal Nuri ileri C U M H U R A R S L A N . ........................................ ................... 1042

I

I

ç

ALEV

N

D

E

K

î

L

ERKİLET

Modern Türkiye’de Doğu Düşüncesine Yaklaşımlar....1066 AKIN

ATAUZ

i

Türkiye’de Siyası Partilerin ve Siyası Düşüncenin Çevre/Ekoloji Sorununa Yaklaşımı Ü zerine.................. 1075

Tabular METE

K.

,

KAYNAR

:

Totem, Tabu, Mustafa Kemal ve Atatürkçülük...... ..... 1089 AYŞE

HÜR

Türk Millî Kimliğinin Kurucu Unsuru Olarak Ermeni Tabusu...................................................................1121 TANIL

BORA

- BAYRAM

ŞEN

Saklı Bir Aynşma Ekseni: Rumelililer - Anadolulular 1149 NESİM

ŞEKER

!

......................................1163

Millî Mücadele D önem i.......... Kâzım Karabekir



.... ...............................................

ALÎ ÇİFTÇİ

ÜMİT

FIRAT

1177

:

Dogmalar, Tabular, Siyaset ve K ü rtler........................... 1195 ERDEM

DENK

i

Türkiye Siyasetinin Dış P olitika) T abu lan ................. 1207 NERGİS

CANEFE

j

Vatanını Arayan Devlet: j Kuzey Kıbns Türk Cumhuriyeti........................... AYŞEGÜL

1229

ALTıNAY

Tabulaşan Ordu, Yok Sa

ilitarizm

1245

s YASİN

o

AKTAY

Halife Sonrası Durumdan Vatandaşlık Siyasetine: tslâmcı Politik Teolojinin Seyir N otlan.......................... 1258 MURATHAN

MUNGAN

Yalpa.................................................................................... 1281 K ayn akça....................... 1296 Yazarlar H akkında.................... 1330 D izin ................................................................................... 1333

Sunuş

u son ciltteki yazıların bir bö­

lenebilir, yani tüm akımlara teşmil

lümünü, siyasal düşünce alanı­

edilebilir zihnî/olgusal faktörleri ser­ gileme amaçlı denemelerdir.

B

mızda kendi özgül mecralarını ancak şu son onyıllarda oluşturabilmiş feminizm, anarşizm, çevrecilik ve Kürt milliyetçiliği gibi akımlara dair yazılar ile, önceki ciltlere katkı niteli­ ği taşıyan makaleler oluşturuyor. Bu,

Zihnı/olgusal deyimi ile kastedile­ nin Türkiye toplumunun özellikle son yüzyılına ait birçok belirleyici

son bahsedilen katkı türündeki yazı­

önemde toplumsal-ekouomik siyasî... olay ve kişilikler hakkında “sessizliği koruma veya başka türlü ifade edile­

lar daha ziyade, b aşlıca düşünce

mezlik” biçiminde işleyen bir kural,

akımlarının bazıları arasında mevcut veya tasarlanabilir kesişme, örtüşme

yani tabular olduğunu belirtelim. Bu ciltte o tabular elbette olgusal içeriği

noktalarına dairdir. Ve dolayısıyla,

açımlanarak değil, ama genel siyasal

sözkonusu “örtüşme” noktalarını ve­

düşünce üzerinde ve içindeki işlevi ve sonuçlan açısından ele alınacaktır.

ya bunun ihtimal ya da imkânını cid­ diye almış, o nedenle de ilgili akımla­ rın ana mecrası dışında durmuş - ‘itil­

Bu giriş/sunuş yazısında ise hemen

m iş - düşünürlerimizi de kapsıyor. Bu cildin asıl konusunun işlendiği ikinci bölümde ise, Türkiye’de siyasal

düşünüş alanının bu tabuların birço­ ğunu neden bu denli itirazsızca içsel­

düşüncenin genel ve dönemsel değer­ lendirilmesine ilişkin, bu bağlamda onun karakteristiklerine işaret etme­ ye matuf yazılar yer alıyor. Bu yazılar siyasal düşünüşümüzün hem içerik hem de tarz olarak -özellikle kendine özgü yönlerini öne çıkararak- genel­

tüm akımlarıyla Türkiye’deki siyasal

leştirebilmiş; tamamen onaylamış, be­ nimsemiş olmayanların da en azından sessizlik, ifade etmeme kuralına uy­ muş olduğu konusu üzerinde etraflı­ ca bir yorum yer alacaktır. Ancak, bu asli konumuza geçme­ den önce, en azından kapsamı, hacmi itibariyle benzer bir esere yerini ter-



Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

ketmesi için on yıldan fazlası gereke­ cek olan Modem Türkiye'de Siyasî Dü­ şünce ciltlerinin bu sonuncusunun, hazırlanışında gözettiğimiz birkaç önemli noktayı bilhassa belirtmemiz gerekiyor. * ^f *■

16

Modern T ü rkiye’de Siyasî Düşüııce’nin sadece bu son cildi değil, daha tamamı planlanma aşamasında iken, bilmekteydik ki Türkiye, yüz yılı aşkındır siyasal ufkunu, düşünüş tarzı­ nı belirleyen modernleşme paradig­ ması içinde teşekkül etmiş bütün akım ları ile oluşturduğu zihniyet dünyasını kaçınılmaz olarak değişime zorlayan sarsıntılı bir süreçten geç­ mekteydi. İki yönlü bir zorlama idi bu. ilki, gi­ derek etkisini dünya ölçeğinde duyu­ ran, kapitalizmin devletçi - “reel sos­ yalist”- versiyonuna karşı kazandığı “zafer”le de taçlanıp hızlanan postmodem evreye geçişin, parlak teknolojik atılımların da eşlik ettiği ideolojik, kültürel nüfuzundan kaynaklanmak­ taydı. İkincisi ise, Türkiye’nin yüzyıl­ lık sanalı modernleşme tarihinde bir kırılma, savrulma noktası olarak 12 Eylül rejimi ertesinde, bu kırılma ve tahribatın enkazı üzerinde siyasal dü­ şüncenin mecralarını yeniden oluştur­ ma ihtiyacının gereği idi. Bu iki etkenin ortak noktası mo­ dernleşme sürecinin sorgulanmasıdır. Ancak, postmodern sorgulama, yani ileri endüstriyel toplumlar üzerinden yapılmakta olanı, modern dönemin birey ve topluluklara kazandırdığı si­

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

yasal özne/etken olma hak ve özgür­ lüğünü erişebildiği sınırların ötesine geçmek, bu dönemi belirleyen ulusdevlet form atlarım aşmak gibi bir eğilim ve vurgu taşıyorken; Türki­ ye’deki sorgulama, yüz yılı aşkm bir m odernleşm e tarihim iz olm asına, eğitim, öğrenim ve ekonomide azımsanamayacak mesafeler alınmış ol­ masına rağmen, siyasal planda so­ nuçların neden bu denli kısır, kısıtlı ve kırılgan olduğu sorusunda dü­ ğümleniyordu. 19 Ödlere kadar Türkiye siyasal dü­ şünce dünyasında bu sorunun cevabı apaçık gibiydi. O sonucun yegâne so­ rumlusunun Islâm cı-m uhafazakâr akım-çevreler olduğu genel kabul ha­ lindeydi ve sözkonusu çevre-akımlar da bu ithamlar karşısında savunma durumundaydı. Suçlayıcıların oda­ ğında ise resmî-Atatürkçü-ideoloji yer abyor ve başta sol —sosyalist- eti­ ketliler olmak üzere diğer akım ve hareketler de onun mantığını kendi özel argümanları ile takviye ediyor­ du. Bunlar olurken, bir m odernleş­ me) ideolojisi olduğu peşinen varsa­ yılan Atatürkçülüğün asli sahibi ve taşıyıcısının ordu ve onun yörünge­ sindeki yüksek bürokrasi olduğu da kabul ediliyor ve bunların Türkiye modernleşmesinin en güçlü ve karar­ lı öğesi olduğundan da şüphe duyul­ muyordu. 12 Eylül darbesi, uygulamaları ve hazırlattığı 1982 Anayasası ile kur­ duğu rejim; Türkiye modernleşmesi­ nin tamamına damgasını vurmuş bu düşünme biçiminin ve varsayımları­

s

u

N

u

ş

nın yanlış/yamltıcı olabileceği fikrini tetikleyecek kadar çarpıcı, bir dene­ yim oldu ülke kamuoyu için. Milli­

tâbi kılınan, öyle yorumlanan ve uy­

yetçisinden sosyalistine, liberal veya sosyal demokrat eğilimlisinden İs­

kın dönem tarihine yeniden bakmayı kaçınılmaz bir ihtiyaç haline getirdiği gibi; siyasal yelpazedeki konumunu da yeniden gözden geçirmeyi gerekti­ rir. Çünkü bu ülke/toplumun siyasal

lam cısına, m uhafazakârına kadar tüm hareket ve akımlar, Atatürkçü­ lük ve onun adına meşrulaştırılan bir modernleşme amacından söz edilebilse dahi, bunun aslında hayli yalın­ kat ve arkaik bir “güçlü devlet" man­ tığı ile sınırlı olduğunu farkettıler. Tebaasını ve toprağını kaybetmemeye odaklı bu devlet mantığıyla kendini özdeşleştirmiş bir zümrenin modern­ leşmenin ekonomik, toplumsal, kül­ türel boyutlarım bu mantık ve konu­ mu süzgecinde sınırlamış ve sınırlı­ yor olabileceği fikri açıkça tartışılır oldu. Bu haliyle çarpıtıcı araçsallaştırmamn, bunca on yıl sonra hâlâ “azgelişmiş1’Tik kategorisinde debe­ lenmemizde modernleşme karşıtla­ rından daha fazla payı olduğu tespiti, çok farklı çevreler tarafından ifade edilir oldu boy 1ece. Bu, Türkiye’deki siyasal düşünce­ nin —bütün akımlan ile- içinde şekil­ lendiği yüz yıllık modernleşme para­ digmasının artık dışına çıkıldığı anla­ mına gelir. Çünkü o paradigma, 19, yüzyıl ortalarından beri, asli taşıyıcı gücü Ordu/Devlet olan bir ana mo­ dernleşme mecrası olduğunu, bunun Cumhuriyet ve ertesinde Mustafa Ke­ mal Atatürk odaklı -Atatürkçülük

gulanan bir “araç” olduğunu -n ih a­ yet- keşfetmek; bu keşfin ışığında ya­

akımlar yelpazesinin sol-sağ, ilericigerici, demekrat-otoriter gibi koordi­ natları, bizatihi modernliğin tanımın­ dan hareketle değil, asıl olarak mo­ dernlikle Atatürkçülük özdeşleştiril­ mesinden ötürü, Atatürkçülükten ha­ reketle -Atatürkçülere göre—belirlen­ miş, akım/hareketlerin nerede tanım­ landıkları, “ne oldukları” bununla tespit edile gelmişti. Bütün o kavram ve nitelemelerin artık -v e herhalde evrensel ölçütler uyarınca— yeniden tanımlanmaları, akım veya fikirlerin bu çerçevede konumlandırılması ge­ rekiyordu. l98QTerin ortalarından beri bn ihti­ yaç duyulmasına rağmen siyasal dü­ şünce alanımızda hâlâ eski kavram ve kıstasların -çoğu yıpranmış, içeriği boşalmış veya bulanmış da olsa- kullamlageliyor olması, yenilerinin otur­ mamış olması şüphesiz ilk planda, dünya ölçeğinde de benzer bir duru­ mun varlığına bağlanabilir. Kimilerin­ ce “büyük anlatıların -ideolojilerinsonu, çöküşü” diye adlandırılan ve modern zihniyet dünyasını oluşturan

adıyla—devam ettiğini esas alır. Mo­ dernleşmenin Ordu/Devlet ve Ata­

başlıca kavram ve kabullerin iç çeliş­ ki ve boşluklarım sergileyerek, onları yapı çözüme uğratarak zımnen veya

türkçülüğün üzerinde, tâbi olunan bir amaç değil, aksine kendi(ler)ine

açıkça kapsamlı, iç tutarlılığı olan açıklama ve anlamlandırma perspek-

D

O

N

E

M

L

E

R

V

£

Z

İ

H N İ

Y

E

T

L

E

R

üflenilin olamayacağını, hatta olma­

kadar değil ulus-devlet, kıtalar ve uy­

ması gerektiğini savunan postmodem

garlık alanlarının, dil gruplarının em­

dalganın “küresel” hegemonyasının burada birinci derecede görünür etki­

poze edegeldikleri sınırlara tâbi olma­

si vardır. Siyasal akım ve programlann yerini -modem kavram ve ölçüt­ lerle bakıldığında eklektik denilmesi­ ne aldırılmayan- “proje”!erin, fikrin yerini imaj oluşturma ve iletişim tek­ niklerinin aldığı bu postmodem (lige) geçiş durumu kalıcı olamaz; olmama­ lıdır ve zaten sürdürülebilir sınırına da yaklaşmıştır. 1990’lardan beri siya­ setin dünya ölçeğinde, bu saydığımız özellikleri yanında emik, dinî, mez­ hepsel, bölgesel kimlik hareketleri üzerinden “yapılan" kanalının etkin­ leşmesi de öyle. Bu bakımdan, önümüzdeki yakın onyıllar içinde bu geçiş evresinin so­ na ereceğini, siyasal düşünce dünya­ sının -herhalde şimdikilerden mahi­ yetçe hayli farklı- varsayımlar üzerin­ den kendi-özgül akımlarının teşekkü­ lü ile yeniden canlanacağını kesinlik­ le öne sürebiliriz. Elbetteki bu akım­ ların her biri modern çağ akımların­ dan birini veya bir kısmım kendi ön­ cülü, onun son üç-dört yüzyıl boyun­ ca temsil ettiği, ilham ve gerçekleştir­ me umudu verdiği kabul, değer ve amaçların bu yeni koşul ve ufuklarda mirasçısı sayacaktır. Fakat bu, kendi­ ni bir tarife bağlama bir sonraki aşa­

yacak olan bu akımlar, küresel bir ses/sentez olarak, insanlığın özellikle şu son yüzyıllardaki siyasal deneyim­ lerinin mirasıyla yoğrulmuş olarak şekillenecekler ise de; bu mirası oraya taşıyacak olanlar son asırların ulusdevlet dünyaları içinden, toplumla tı­ nın siyasal birikimlerini bu potaya katmak için geleceklerdir. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce ciltleri bu bakımdan önemlidir. Top­ luca, bu ülke/toplumun siyasal bilgi, fikir hasılasının yer aldığı başlıca mecralar üzerinden ilk tasnifinin ve günümüz ölçütleri dahilinde yapılan değerlendirmelerin sonraki ilk onyılın kuşaklan için çok önemli bir veri, malzeme olacağına eminiz. Ama bu son cildin sunuş yazısmda, bir adım daha atıp, akımlar toplamı olarak Türkiye’deki siyasal düşünü­ şün tamamına şamil bazı çıkarımları da buna eklemek istiyoruz, * *

*

Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce ciltlerinde yer alan yazıların tümü de —az Önce özetle anlatılan- 12 Eylül dönemi sonrasında, yani Ataturkçüresmî-ideolojinin abluka/ambargosunun fiilen kırıldığı bir evrede, 2000’li

ma olacak, sözkonusu 21. yüzyıl siya­ sal akımlarının, tarihen yerini alacak­ ları akımlarla önce “şiddetli" bir hesaplaşma/çatışma evresinden geçme­ leri gerekecektir.

yıllarda kaleme alındı. Bu geçiş döne­ minde, aynı zamanda Cumhuriyet’in kuruluşundan beri adeta kurumsal­

Ayrıca belirtmek gerekir ki; herne-

sindeki birçok olay ve uygulamaya

laşmış olan düşünce-ifade yasakları­ nın ve Cumhuriyeı’in arefesi ve erte­

s

u

ilişkin tabuların da geniş ölçüde kalk­ ınış olması da özellikle belirtilmelidir. Şüphesiz, eğer Türkiye'de siyasal düşünce alanının, ufkunun hem bü­ tün herrı de başlıca mecraları iıibariyle darlığından, sığlığından, tutarlılık­ tan ziyade eklektizme ve ika ineci lige meyilli olduğundan bahsedilecekse, bunun nedeni öncelikle sözkonusu düşünce yasağı kurumu ve tabulardır. Bazı düşüncelerin yasaklanması ve kimi konuların tabu addedilmesi. Balı dışı lopluııılarda olduğu gibi Batı’daki modernleşmenin ilk safhalarında da mevcuttur. Dolayısıyla hernekadar düşünee-ifade özgürlüğü ve tabuların reddi bir modernlik göstergesi/ölçütü sayılıyor olsa da Türkiye'deki durum bir anormallik, istisnailik sayılamaz. Ama öte yarıdan, sözkonusu yasak ve tabuların, kendini toplumun üze­ rinde konumlandırmış pre-modern bir devlet anlayışı ve onun resmî ide­ olojisi tarafından yürürlüğe konuldu ğu noktasından hareketle, bunları Türkiye —sivil—siyasal düşünüş dün yasının “dışsal" etkeni de sayamayız. Bu tespit, sadece o yasak ve tabula­ rın başta muhafazakârlık ve milliyetçi­ lik olmak üzere derece derece hemen tüm akımlar tarafından şu veya bu öl­ çüde savunulduğu, desteklendiği ol­ gusuna dayanılarak yapılmış değildir. Yani düşüncc-ifade özgürlüğü, tabu reddi konusunda 20. yüzyıl Türkiyesi siyasal düşünce dünyasının “iç”inde geniş ölçüde, uzlaşılmış bir ilke olduğu ama “devlerin aksi yöndeki dayatma­ sı ile başedemedigi de söylenemez. Ni­ tekim Cumhuriyetin kuruluşundan

N

u

ş

21. yüzyıl eşiğine kadar “resmî ideolo j i ”nin kanunlarla yasakladığı akımlar arasında bile rnodem-demokratik öl­ çütler dahilinde her tür düşüncenin özgürce ifade edilmesi konusunda hir uzlaşma sağlanamamıştır. Daha da dikkat çekici olanı, hu, resmen illegal addedilen sosyalizm, anarşizm, Kürt milliyetçiliği ve İslamcılık, kendi ka­ nalları içinde bile, bu ciltte bahsedilen tabuların pek çoğuna dokunmaya da­ hi cüret edememiş, resmi ideoloji ve legal akımlar gibi, o konularda sessiz­ liğini korumuş, “yok sayma" kuralına riayet etmişlerdir. Türkiye'deki durumu istisnai kılan ilk nokta işte bu düşünce yasağı ve tabu “kurum"larının içselleştirilme derecesinin yaygınlığı ve derinliğidir. İkinci nokta ise; hemen her düşün­ ce akımının bizzat kendi içinde de fi­ ilen yasaklanmış düşünce alanları, doğrultuları olması ve özel tabuların varlığıdır. Kasdcttiğimiz sadece, zaten temelinde birtakım dokunulmaz ko­ nular. sorulmaz sorular olan milliyet­ çilik. muhafazakârlık. İslamcılık vc Atatürkçülük gibi akım/ideolojilcr değil, liberalizm, sosyalizm gibi ken­ dini de dahil “eleştiri "yi esas alan dü şünmeve sınır konulamayacağına dair modern kabulün geçerli olması bek­ lenen ideolojilerdir. Bunların, kurucu varsayımları dahilinde, ele almaktan çekindikleri konular olmamak gere­ kir ve ayrıca da düşüncelerinin man­ tığını sonuna kadar götürmeleri bek­ lenir. Oysa, yakın dönemlere kadar -hatta hâlâ bile—bir akını cesametine erişemeyen liberalizmin haliyle cılız

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

literatüründe ne Türkiye’nin genel yasak ve tabularına net bir karşı du­ ruş ne de liberal akımın kendi içinde­ ki netameli sorun/konulan sorgula­ yan örnekler vardır. Sosyalist düşün­ ce alanında aynı durum, haliyle daha belirgindir. Örneğin Troçkizm, dünya ölçeğinde bir sosyalist akım olduğu halde Türkiye'de 1980’lere kadar bu alanın hemen tüm diğer akımları, ha­ reketleri tarafından adeta “illegal” sa­ yılmış, fiilen yasak addedilmiş; dünya ve Türkiye sosyalist hareketi tarihinin bazı “netameli” iç olayları hakkında fiili bir “resmî açıklama dışında ko­ nuşmama” kurah işlemiştir. Üçüncü olarak belirtilmesi gereken nokta, son yüzyıl içinde bu ülkenin siyasal düzeninde yapılan büyük de­ ğişikliklerin (Cumhuriyet, ulus-devlet ve demokrasi) gerçek bir tartışma sürecinden geçilmeksizin yürürlüğe girebilmiş olmasıdır. Bunların mahi­ yetlerini, anlam ve içerimlerini açım­ layan herhangi bir fikri hazırlık olma­ dığı gibi, devrin yönetici kadrolarınca ilan edildiklerinde, ne açıkça karşı çı­ kan bir akım/hareket görülmüş ne de adı geçen akımlar arasında Cumhuri­ yetin , ulus-devlet ve demokrasinin -haliyle farklı olması gereken- yo­ rumlan üzerinden bunlann önemiyle oranlı bir tartışma süreci yaşanmıştır. Gerçi 12 Eylül dönemi sonrasında bilhassa Kürt sorunu ve 1982 Anaya­ sası bağlamında derinliğine denilebi­ lecek bir tartışma, sorgulama süreci başlamış ve devam ediyorsa da; bura­ ya gelinceye kadar, muhafazakârlık, İslamcılık, milliyetçilik ve resmî Ata­

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

türkçülüğün oluşturduğu yaygın si­ yasal düşünüş platformunda Cumhuriyet’i saltanaun ilgasına, demokrasiyi çok partili rejime indirgeyen haliyle sığ bir kavrayışla yetinilmiştir. Aslında bu sığlık, sığlaştırma, şeklîleştirme sözkonusu akımların kullan­ dığı tüm modem siyasal kavramlar için de geçerlidir. Bu kavramlar, modern-öncesi siyasal düzen/zilıniyetten bir kopuşu vurgulayacak biçimde içe­ ri kİendirilmemiştir. Siyasetin, hakla­ rın, işlev ve yükümlülüklerin yeni bir tanım ve tanzimini belirtmekten ziya­ de, eski kalıplara oturtulabilecek, ya­ ni esasta pek bir değişiklik olmadığı algısını verecek biçimde kullanılıyor oluşu dikkat çekicidir. Bu tutum, İslamcılıktan Atatürkçü­ lüğe modern siyasal zihniyetle bir bi­ çimde “sorunlu” olduğunu söyleyebi­ leceğimiz akımlar için elbette yadır­ gatın değildir. Ama liberalizm ve sos­ yalizm gibi, gelişip güçlenmeleri bu “sorumluluk” halinin ifşasına, önemi­ nin kavratılmasma bağlı akımların da bu noktaya pek aldırmamaları düşün­ dürücüdür. Bn aldırmazlığın görünür ilk nedeni, sayıca zaten çok az liberal aydınların Cumhuriyetin de öncesin­ den beri muhafazakâr-İslâmcı mecra ile ittifak halinde davranmayı seçme­ leri; sosyalistlerin ise İttihat ve Terakki'ye kadar uzatılabilecek bir tarihten beri otoriter-devletçi-modernleşme akımıyla işbirliği, ona yanaşma eğili­ minde olmaları gibi politik stratejiler­ dir denilebilir. Bu hesaplar, sözkonu­ su akımların kendi perspektifleri doğ­ rultusunda yapabilecekleri radikal si­

s

u

yasal eleştirileri, geliştirebilecekleri önerileri fiili veya varsayımsal mütte­ fiklerini gözeterek törpülemelerini gerektirmiş olabilir. Bunu mümkün kılan şey, bu akım­ ların siyasete, dolayısıyla onun kav­ ram ve değerlerine başlıbaşına bir önem ve anlam yüklemekten yok; on­ ları özellikle ekonomiye bağlı, orada­ ki düzen, çıkar, talep mücadelelerin­ den türeyen ihtiyaçların yansıması olarak ele alıyor, bu eksende kavrıyor oluşlarıdır. O nedenledir ki sadece Türkiye'de, değil, pek çok ülkede de. liberaller, siyasal liberalizme öncelikli ve önsel saydıkları ekonomik liberal­ leşmeye yatkın mulıafazakâr-dinci ve milliyetçi diktatörlük rejimlerini sine­ ce çekebilir; sosyalist akımlar, mülki yet ve bölüşüm bahsinde "sosyal ada­ letçi” olduğuna hükmettikleri dikta­ törlüklere "ilerici” etiketi takmaktan yüksünmeyebilirler. Ancak, hemen belirtmelidir ki; bu yorum, vaklasım ve tutum o akımların tamamına teş­ mil edilemez. Çünkü, her iki akımın kökeninde de. modernleşmeye temellik eden bi limsel. ekonomik, toplumsal değişim­ lere bir kopuş, aşama özelliği ve bi­ linci kazandıran öğenin siyasal dev­ rim olduğuna dair inanç yer alır. Bu iııaııç, insanların kendi ve içinde ya­ şadıkları toplumun varoluş ve kade rindcıı sorumlu ve muktedir -olması gereken- özneler oldukları fikrinden türer ve bu doğrultusunda Cumhuri­ yet ve demokrasi kavramlarına varır. Modernleşmenin karakteristiği olan dinamizmin ve harekete geçirdiği çok

N

u

yönlü büyük enerji potansiyelinin kaynağı, fitilidir bu fikir. l.iberal ve özellikle sosyalist pers­ pektifi bu fikir temelinde yorumlayan bir damar, akımlarının geneline dam­ gasını vuracak ölçüde değilse de; hep varolagelmiştir. Bunlar, içinde olduk­ ları toplumun Cumhuriyete veya de­ mokrasiye geçiş gibi kritik dönemeç­ lerinde, bu geçici gerçek bir aşama, bir zihniyet dönüşümü, geçmişin tor­ tularından tamamen arınma süreci olarak yaşanması için itici bir rol üst­ lenirler. Diğer akım ve hareketlerin belirli bir smır ve kalıp içinde kalmak koşuluyla seferber edebilecekleri top­ lum enerjisini, gerçek bir özne olma­ ları fikri ve bilincine eşlik edecek öz­ güven duygusu ve yetkinleşme arzu­ suyla donatacak hedef ve taleplere yönlendirmeye uğraşırlar. Türkiye'de ise -6 0 0 yıllık tarihin belki de. cn uzun süreli hanedanının tasfiyesinin de eşlik ettiği- Cumhuri­ yet ilanında olsun. 1945'te alelacele “demokrasi”ye geçilirken olsun: bu süreçleri. Cumhuriyet ve demokrasi kavramlarının gerektirdiği kitlesel in siyahilerle radikalleştirme işlevi üze­ rine düşünen, bunun imkânlarını ara­ yan veya zorlayan bir akıma rastlan­ maz. Yani bu ülkede. Cumhuriyet ve demokrasi gibi modern adlar altında rejimler kurulurken, değişim siyasal ilişkinin yönetenler tarafında olmuş: yönetilenlerin geleneksel tebaa konu­ mu ve işlevi “oy verme” etkinliği ek­ lenmiş olsa da esasta değişmemiştir. Oysa premodern siyasal zihniyetten ve düzenden kopuşun asli göstergesi.

D

O

N

E

M

L

E

R

V

E

tebaanın yurttaşa dönüşmesidir. Dev­ leti toplumun üzerinde, ondan ba­ ğımsız karar verebilen, kural koyan, müeyyide uygulayan ve itaatle yü­ kümlü olunan bir güç olarak algılan­ maktan çıkarıp onun toplum iradesi­ nin tecessümü olması gerektiğini esas alan modem siyasal devrimlerin ger­ çeklik ölçütü, yurttaşların bireysel ve­ ya örgütlenmiş olarak siyasal kararla­ rın oluşumuna, uygulamalım deneti­ mine katılım ve etkileme imkânıdır.

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

direrek giderme yolunu gösterir ön­ celikle. Temel hak ve özgürlükleri ge­ nişleyen, bunları kullanarak kaderi ile ilgili her konuda bilgi edinme, ka­ rarların oluşumuna, uygulamanın de­ netimine katılma imkânını edinen bir toplumla kuşatılacak bir “devlet”in

yış ve düzenin hâlâ büyük ölçüde ge­

tüm tortularıyla birlikte tasfiyesi pe­ kâlâ düşünülebilecek iken, bu yakla­ şımın neden bu denli cılız olduğu, herhalde hayati önemde bir somdur. Bu sorunun, çok daha temele iliş­ kin bir soruyu gerektiren cevabı şu özetlemede içkindir? Yakın dönemle­ re kadar Türkiye’de siyasal düşünü­ şün hemen tamamında, o pre-modeın dediğimiz “devlet”i, modernleşme ta­

çerli olduğu “sorunu”nu ele alan de­ ğişik açılardan yazılmış birçok eser bulmak mümkündür. Ancak, bunla­ rın tümünde sorun, toplumun temel

rihimizin başlatıcısı, asli gücü adde­ den bir kabul geçerliydi. Bunun ta­ mamlayıcısı ise, toplumun büyük ço­ ğunluğunun da ya eğitim-ögrenim

Önemde kararlarım, kurallarını belir­ leyen ve seçimle gelmiş hükümetleri

düzeyi düşüklüğünden ya ekonomik koşulların gelişkin olmayışından veya

bunlara uygun davranmaya icbar eden bir sivil-asker yüksek bürokrasi­ nin varlığıyla Özdeşlenir. Yani, konu, siyasal düzenin temel -yoneten/yönetilen—ilişkisinde değil, yönetenler ka­ tında “devlet-hükümet” ayrımı ve geriliminde tanımlanmış olur. Böylece sorunun çözümünün hükümet (fiilen yasama ve yürütme organı) yetkileri­

düpedüz modernleşmeye karşıt gele­ ne ksel/dinî-İslâmî kalıplara tâbi hayat tarzlarından ötürü “geri”(ci) bir ko­

ni ‘'devlet” aleyhine artırmak suretiy­ le olabileceği sonucuna, bu akıl yü­ rütme biçimine yönlendiriliriz. Oysa, yu kanda bilhassa vurgulanan modem siyasal zihniyetin, Cumhuri­ yet ve demokrasi kavramlarının man­

devletten daha fazla talepkâr olmala­ rını toplum/halk-devlet ilişkisinde

Türkiye siyasal düşünce literatü­ ründe devleti toplumun üzerinde —ondan bağımsız demlemese bile— özerk bir güç olarak kabul eden anla­

numda olduğu idi. Hemen tüm akım­ ların ana mecrası bu kabuller üzerine kurulu olduğu için, o “geri” halkın oy çoğunluğu ile iktidar olan muha­ fazakâr modernist -sağ - partiler dahi, kendilerine oy vermiş kesim lerin

tığı, tözü, bu sorunu, yönetilenlerin

ileri bir adım olarak savunmak yeri­ ne, bunun “devlet”e zarar vermeye­ cek bir rötuş olduğunu anlatm a, “karşı devrim” olduğu ithamlarını sa­ vuşturma derdin deydiler.

siyasal özne olma konumunu güçlen­

1970Tere kadar yanıbaşmda sosya-

s

u

N

u

üstlerin de yer aldığı “devlet" mer­

kanalıyla siyasete müdahale düzeyi

kezli modernleşme blokunun, genel oy kanalı ile halkın siyasete katılımını süreci hızlandıracak değil köstekleye­

açısından da durum böyledir. Bu bakımdan siyasal akım ve hare­ ketlerin bu durumu değerlendirme tarzları, onların siyaseti kavrayışları­ nın ne ölçüde modernleştiğinin mi­ henk taşı olarak ele alınabilir.

cek bir etken gibi görmelerinin ana gerekçesi, halk çoğunluğunun oyunu henüz modern saik ve ölçütlere göre vermiyor oluşudur. 1950’den beri tüm seçimlerde en çok oy alan muha­ fazakâr modernist güdümlü partiler bu tespite itiraz etmedikleri gibi; oy gücü bu vasfını korudukça, taşıdıkla­

Türkiye’de muhafazakâr modernist (merkez-sag) ve ’70’li yıllara kadar onun kanatlan altında olan Islâmcı akım ve Türk milliyetçiliği, sanayileş­ me ile birlikte teşekkül eden işçi sını­

rı “demokrat" sıfatının esas gerekleri­ ni örneğin temel hak ve özgürlükleri genişletmek yükümlülüğünü yerine getirmek zorunda olmayacaklarını bi­ liyor, buna göre de davranıyorlardı.

fının ve diğer -h er türden- emekçi kesimlerin sınıf bilinci, iktisadi çıkar farkhlığı/ça tışması üzerine kurulu ör­ gütlere yönelmesini daima tehlikeli

Bu bakımdan 1 9 7 0 ’li yıllar hem

cu-Atatürkçü ideoloji de aym fikri paylaşmakta, ama ötekiler işçi ve di­ ğer emekçilerin geleneksel aidiyet ka­ lıplan içinde düşünüp davranmaları­ na, sendikal yapıların da buna uyar­ lanmasına çalışırken; Atatürkçülük

“devlet” merkezli modernleşme blo­ kunun modernlik perspektifinin sığ­ lık ve sınırlarım, hem de muhafaza­ kâr modernistlerin “demokratlığının arkaik dayanaklarım açığa çıkaran bir test oldu. Nitekim bu açrdan bakıldığında 1973 ve 1977 seçimlerinin, Türki­ ye’de ilk kez hükümeti tayin edebile­ cek oranda bir seçmen kitlesinin, hem büyük ölçüde modern saik ve ölçütlerle oy kullandığı, hem de oy vermekle yetinmeyen birey ve toplu­ luklar halinde, devletin işleyişinin ve ekonomik-toplumsal hayatın sorun­ larına ilgili, tartışan ve tavır alan, et­ kin yurttaşlar olarak sahnede belirdi­ ği bir dönemi yansıttığı açıkça görü­ lür. Partilere verilen oyların sınıfsal bileşiminin modern toplu mlardakine en fazla benzeştiği seçimler bu dö­ nemdedir. Örgütlenme ve örgütler

addetti ve engellemeye çalıştı. Kuru-

bu aidiyet ilişkilerinin yerini devlete tâbiliğin almasını öngörüyordu. Dö­ nemin en çok üyeye sahip işçi konfe­ derasyonu Türk-İş, bu iki anlayışın ittifakını temsil ediyordu ve 1970’li yılların kitlesel politikleşmesinin ha­ liyle en fazla sarstığı kuruluş olarak, hu dalgayı yeniden eski mecrasına so­ kabilmek için elinden geleni yaptı. M uhafazakârlığın, İslam cılığın, Türk/Atatürk milliyetçiliğinin ortak noktası ve modern toplumun temel kurgusu ile çeliştiği/çatıştrğı yer, az önce de değinildiği üzere onların bu toplumu, -im kânları elbette değil ama- temel hak ve iddiaları eşit, çı­ karları farklı/çelişik sınıfların birlikte-

D Ö N E

M L

E

R

V

E

ligi, dinamizmini, gelişme güç ve ye­ teneğini de bu çatışmadan sağlayan toplum “modeli" olarak kabul etme­ meleridir. Daha doğrusu “modePin kendisi böyle olsa dahi, o “biz”e, Türk toplumuna uyarlanırken sözkonusu öğeleri içermemesine bilhassa önem verilir. Osmanlr son dönemin­ den beri modernleşme sorunsalının başlıca -muhafazakâr/devletçi- taraf­ larının ideoloji ve kadrolarının “öz

24

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

grevlere, boykotlara sürükleyen, ken­ disine yönelmiş kitleleri “sürekli ey­ lem halinde olmaya, kurduğu örgütle­ re katılmaya” teşvik eden bir sol-sosyalist hareket vardır. Ancak —birkaç ve sürekliliği olmayan istisnai örnek dışında—büyük çoğunluğu ile bütün bu örgütlü hareket, eylem hallerinde, geleneksel yöneten-yönetilen ilişkisi­ ni, işlev bölümünü yönetilenler lehi­

rumak" , “Batı-modernleşme(si)nin

ne değiştirmiş bir katılım tarzı, bu yönde bir gayret de görülmez. İnsan­ ların örgütlerin oluşum, karar alma ve

kötü, olumsuz yanlarım almamak

uygulama süreçlerinde daha etkin

vb.” ortak temalarının kesişme nokta­ sı tam da burasıydı zaten. Sınıfların,

olabilecekleri, yani özne olma vasıfla­ rını geliştirebilecekleri işleyiş model­ leri, mecralar ve kuruluşlar oluştur­ mak gibi öncelikli olmaktan geçtik,

kültürümüzü (harsı)-benliğimizi ko­

kesimlerin -edinilebilir- imkânları­ nın eşitsiz, buna karşılık hak ve iddia bakımından eşit ve yine eşdeğer meş­ ruiyete sahip ama farklı çıkar pers­ pektifleri olduğu varsayımını kabul etmemenin kaynağında ise iki gayet köklü önyargı yatmaktadır. Bu son derece temel noktayı ele al­

ikincil derecede bir amaç bile sözkonusu değildir. Amaç, hareketin, onun içinde ve çevresinde yaşandığı örgüt­ lenmelerin yönetim kademesinin, ke­ sin doğru bilgi ve bilinç sahipliğini kendi kendine tammış bir merkezî çe­

madan önce, 1970’li yılların kitle si­ yasallaşmasının en önünde yer alan,

kirdeğe tâbi kadrolar tarafından ele geçirilmesidir. Bu yeterli şart gerçek­

daha doğrusu, o kitlesel hareketlen­ menin ön saflarına taşıdığı sol-sosyalist akımların da perspektif ve tutum­ ların m -ciddi farklılıklar taşımasına

leştirildiğinde o örgütlenme “sosyalist/devrimcileşmiş” sayılıyordu. Katı­ lımın sağcı, karşı devrimci akım ve partilerle aynı hiyerarşik modele

rağmen- geleneksel zihniyetten kopamamtş olduklarım da belirtelim.

uyarlanması son derece normal sayıl­ dığı gibi; onlardan daha sıkı bir disip­ lin ve işbölümünün olması üstün bir nitelik sayılmaktaydı. Demokrasi, ha­

** * Oysa ’70'li yılların görünümü bu tespitin tam tersini işaret eder gibidir. Ortada tüm sorunların “sınıfsal" ol­ rinde, okullarda, mahallelerde o so­

reketin legal imkânlardan -d a - yarar­ lanması için elbette isteniyor, ama bu­ nun hareketin kendi iç işleyişine de şamil olması fikri hemen tüm eğilim­ ler tarafından bir bilinç, inanç zaafı,

runları yaşayanları kitlesel gösterilere,

bir “sapma" olarak görülüyordu. Sos­

duğunu sürekli vurgulayan; işyerle­

s

u

İM

u

ş

yalist literatürde bu yaklaşımın Sta-

doğrusu, bu dönemin az öncesinde ve

lin’le özdeşleş tirildiği dikkate alındı­ ğında, o dönem Türkiye sosyalist ha­ reketinde Stalin/izm eleştirisine ne­ den hem az rastlandığı ve hoş görül­ mediği de epeyce açıklanmış olur.

başlangıcında ortaya çıkmış -1 9 6 7

Sonuç olarak şu söylenebilir ki; Türkiye’de siyasal yelpazenin ve kitle­ lerin siyasete katılma istek ve saiklerinin modem şemaya en fazla benzeşti­ ği 1970’ler dönemecinde, tüm siyasal akım ve partilerin odaklandığı konu, aralarındaki güç-iktidar mücadelesi­

Alpagut, 1975 Yenıçeltek gibi- özyö­ netim girişimleri, siyasal zihniyet ve düzen dönüşümünü kitlesel —yurttaşinsiyatif(ler)inin gelişimi bazmda düşünemeyen yaklaşımın ağırlığı altında kaale ahnmamışnr, * # # G elen ek sel siyasal zih n iyetten uz akla şamamanın kaynağındaki iki köklü önyargının ilki sadece Türki-

dir. Bu mücadelede sağ (muhafazakâr, tslâmcı, milliyetçi) partiler, sola yöne­ lik kitlesel siyasallaşmanın karşısına

ye’ye özgü olmayıp, bizzat modern egemenlik kavramının kökenindeki bulanıklıkla, gerilimle ilişkilidir. Ege­

pre-modem (dinîAnezhebî ve emik) saikleri tahrik edilmiş bir kitle hare­ keti ile, zaman zaman bu hareketi kit­ lesel katliamlara sürükleyen milliyetçi vurucu güçlerle çıkıp yıldırmaya çalı­ şırken; sol ve onun en aktif kesimi

menliğin halka/topluma ait olduğu il­ kesinde birleşen modem siyasal dü­ şünce, bu ilkenin insanlar arasındaki

olan sosyalist/devrimci akım ve örgüt­ ler, bu yıldırmm mecbur ettiği meşru müdafaa zemininde kitlesel katılımın düzeyini, işlevsel içeriğini geliştirecek bir yol izlememiş; o kitlesel yöneli­ min içinden geldiği pre-modem yöneten-tebaa ilişkisini fazlasıyla andıran bir eylem ve örgütlenme anlayışı ile onu bir sayısal-fizik güç olarak kazan­ maya ve muhafazaya çalışmışlardır. Bu nedenledir ki, 1970’ler Türkiyesi’nde, 18. yüzyıl sonlarından beri modernleşen hemen tüm toplumlarm benzer kriz-kitlesel siyasallaşma evre­ lerinde belırivermiş doğrudan de­ mokrasi yönelimli, halkın kendi ken­ dini yönetme arzusunun ifadesi olan oluşumlar ortaya çıkmamıştır. Daha

“doğuştan” veya “zorunlu" addedilen eşitsizlikleri veri alarak uygulanması­ nı savunanlar ile bu eşitsizliklerin gi­ derilebilir olduğuna ve hatta egemen­ liğin meşruiyetini bunu sağlayabil­ mekten aldığına inananlar arasındaki mücadele ile belirlenmiştir. Batı-Avrupa-nın endüstriyel dev­ rimle örtüşen modernleşme tarihi, odağında bu iki eğilimden birinin yer aldığı sosyo-politik cepheleri karşı karşıya getiren, devrim-karşı devrim dalgalarının birbirini izlediği bir sü­ reçte şekillenmiş; eşitlikçi cephenin asgari uzlaşma zemini olarak önerdiği genel oy hakkının kabulü bile ancak 20. yüzyılın ortalarında gerçekleşebil­ mişti. Genel oy hakkı, işçi ve zanaat­ karların başını çektiği, çoğunluğu şe­ hirli kitlesel muhalefetin talebiydi ve sanayi/fınans burjuvazisi ile yeni dü-

23

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

zene intibak etmiş pre-modern nüfuz sahipleri buna karşı çıkıyor, engelle­ meye çalışıyordu. Fakat, yine bilinmektedir ki; ege­ men sınıfların genel oy hakkına karşı

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

mokrasiyi, özel/özerk bir yönetim ay­ gıtında yöneten-yönerilen ayrımından

çıkış ve korkuları, daha 19. yüzyılın

söz edilemeyecek bir insani-toplumsal yetkinlik düzeyini gerçekleştirme­ nin yolu aslında -hemen akla gelebi­ lecek- kimi pratik nedenlerle kapalı,

ortalarından itibaren azalmaya başla­ mıştı. Özellikle küçük-orta mülk sa­ hibi köylülüğün görece kendini koru­ duğu, kapitalizme entegre olabildiği Batı Avrupa/ABD gibi ülkelerde, bu

sınırlı değildir. Asıl engel, sözkonusu egemenliğin temel “birim”i olarak or­ talama insan tipinin kendini, kendin­ de varsaydığı nitelik potansiyelini, egemenlik kavramının içerimi, gerek­

kesim ve onların çevresinde şekille­ nen taşra yaşamı, pre-modern hiye­ rarşik ilişkileri ya aynen ya da adap­ tasyonlarla koruyor ve alt sınıfların, emekçilerin politik radikalizminde

tirdiği nitelikler karşısında kıyaslanamaz hatta doğrusal bir bağlantı kum­ lamaz derecede düşük, yoksun say­ ması; bunu aşılmaz bir gerçeklik ola­ rak içine sindirmiş olmasıdır. O, aynı

bir alt üst olma tehlikesi görüyordu. Egemenliğin halka ait olduğu ilkesini mevcut eşitsizlikleri veri alarak sınır­ lamaya kararlı hâkim sınıfların top­ lumsal desteğinin omurgasını, oy de­

zamanda egemenliğin gerektirdiği ni­

polarını bu kesimin oluşturacağı bel­

te lik le rin için d e yaşadığı toplumun/topluluğun çeşitli alanlardaki az sayıda bireyinde varolduğunu ve o alanlara ilişkin karar ve icra gücüyle donatılmış olmalarını kendi ortalama

liydi, Yüzyılın sonuna doğru Batı top-

varoluşu için zorunlu, altına sığınaca­

lumlarında genel oy hakkının peyder­ pey tanınm aya başlam asında en önem li etken herhalde buydu. Bu toplumların küçük-orta mülk ve gelir

ğı bir çatı olarak görür. Pre-modern dönemin hükümdarlıklarında, bu çatı “kendiliğinden" vardır. Modemite, sayılarım çoğaltmış, onun gibilerin seçmesi gibi bir "usüP' getirmiş olabi­ lir, ama “çatr’nın işlevi, anlamı şekil­ den öteye pek değişmemiştir; değiş­ memelidir de. İçinde yaşadığı zama­ nın giderek genişleyen yapılabilirlik, düşünülebiliri ik ufku karşısında ken­

sahibi kesimleri, kendilerinden daha güçlü/kudretli bir kesimin, hatta tüm güç ve kudret mekanizmalarına hük­ medebilecek bir tek adamın -diktatö­ rün, örneğin bir III. Napolyon veya Bismarck’ın - tepelerinde olmasını, sa­ dece normal saymıyor, ayrıca bunu kabullendikleri vasat varoluş tarzının bir güvencesi sayıyorlardı. Dolayısıyla şu anlaşılmıştı ki; ege­

di yapabilme, düşünebilme perfor­ mansı arasındaki büyük uçurum, kendi varoluşunun aczini, bundan dolayı duyduğu ezikliği artırdıkça

menliğin halka ait olduğuna dair mo­ dem siyasetin kumcu ilkesini mantı­ ki sonucuna, yani tam/doğrudan de­

daha sıkı basmaya, yani kendinden alt-düşük düzeydeki kesimlerin öyle­

üzerinde durduğu toplumsal zemine

s

u

ce kalmalarına, kıpırda ma mal arın a çok daha fazla ihtiyaç duyar. Bu ihti­ yaç, duyduğu o acizlik duygusunu te­ lafi ettirdiği “üstünlük” duygusunun tatmini için de gereklidir.

N

u

5

lu olarak kendi ve ortak kaderleriyle ilgili her konuda söz sahibi olduğu, onların meşru onayına dayanmayan bir irade veya güce itaat etmemeleri ilkesi -Cum huriyet- insanların bü­

1871’de Paris Komünü, modem si­

yük çoğunluğunda mevcut, kendi ka­

yasal zihniyetle ulaşılabilecek ama tu-

pasitelerinin bu hak ve yükümlülüğü

tunulamayacak zirvesini yaşadıktan

tam anlamıyla yerine getirmek için yetersiz, düşük olduğu yolundaki ga­ yet köklü önyargı aşılmadıkça; açtığı ufkun sonuna kadar doğrudan de­ mokrasiye gidemez. Ve hatta, koşul­ lar bu önyargıyı sürekli depreştiren bir duruma yol açarsa, mevcut Cum­ huriyetler diktatörlüklere, dahası tüm uygarlık edinimlerinden silkelenip fa­

sonra, siyasetin geleneksel yapı ve te­ mellerinden bir kopuşun değil, önem­ li ama niteliksel de sayılamayacak bir “geçiş”in sözkonusu olduğu fikri yer­ leşti. 17. yüzyıl ortasında İngiliz Dev­ rimi ile açılan, Amerikan ve özellikle Fransız Devrimi ile derinleşip, 19. yüzyılın Avrupa çapındaki ayaklanma­ ları ile kapanmayacağı izlenimini ve­ ren uçummu, bütün bu süreç boyun­

şizme, nazizme dönüşebilirler. * -k *

ca alttan alta dolduran her şeyin harcı şu yukarıda özetlenen “malzeme”den karılmış tır. Modern siyasetin iki ana mecrasından birinin -liberalizm- ge­ lenekselle içiçeleşmesi bu sayede ol­ duğu gibi, diğer ana mecrayı -sosya­ lizm- devrimle reel politikayı birlikte düşünme eklektizmine yönelten de budur. Nitekim 20. yüzyıla girilirken Avrupa’da bile, en yetkin demokrasiler bir krallığın adıyla anılıyordu ve mo­ dem siyasal devrim dalgasının ulaştığı Latin Amerika diktatörlerin veya tek parti rejiminin hâkim olduğu Cumhu­ riyetlerle kaplıydı.1 Buradan çıkarılabilecek sonuç şöyle özetlenebilir: Egemenliğin halka ait olduğu, yani bireylerin tek tek ve top­ 1

20. yüzyıl ortalarında devrim fikrini resi politi­ kaya yedirerek sosyalizmi reei sosyalizm hali­ ne getirmiş olan "halk demokrasi"leri bezeli Doğu Avrupa ve Çin'le manzara tamamlana­ caktır.

Avrupa aydmlanması/modernleşmesinin ana mecrası değilse bile bir kolu, bu önyargıyı aşabilmenin yolla­ rı üzerinde kafa yormuş; orta-alt sı­ nıfların siyasal bilinç ve katkı düzey­ lerini yükselterek kendi ve ortak ka­ derleri ile ilgili sorunların çözümün­ de başkalarıyla eşit/eşdeğer roller üst­ lenmelerinin sağlayacağı yetkinleş­ menin bu bakımdan ümit verici bir kanal olabileceğini düşünerek; özel­ likle kriz/isyan dönemlerinde kitlesel insiyatifleri teşvik edecek argümanlar geliştirmeye çalışmıştır. Dikkat çekici olan nokta şudur: Rusya ile birlikte Batı Avrupay’la en yakın-yoğun teması olan toplum ol­ masına rağmen; Türkiye modernleş­ mesinin rotasını belirleyen olayların yaşandığı çöküş dönemine kadarki Osmanlı “Batılılaşma”sınm yüz yıla

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

yaklaşan çalkantılı sürecinde, çoğun luğu oluşturan Sünni Müslü man/Türk 'm ille r içinde "eşitlik" kavramından esinlenmiş kitlesel bir hareketten geçtik -e ıı son safhanın birkaç soluk figürü hariç - bir düşün­ ce akımı bile teşekkül etmemiştir. Bunu mutad olduğu üzere ekono­ mik koşullara -geriliğe- bağlamak da mümkün değildir. O dönemde eko­

28

nomik durum-koşullar itibariyle Osrnaıılı kadar değilse bile yine de “ge­ ri" sayılan Rusya'da Rus çoğunluk için d e gayet etk in bir sosyalist akım/bareketin, kırsal nülus içinde bile yaygınlaşmasını, bu ülkede oda­ lar halinde bile olsa ağır sanayinin kurulmuş olmasına bağlamak da ye­ terli bir açıklama değildir. 1liııdistan ve Çin'de, Vietnam’da emperyalist bo­ yunduruk ve nüfuza karşı modernleş­ menin kaçınılmazlığını da kabul ede­ rek yürütülen mücadelede, bu toplumlarııı alt-orta sınıflarında gayet güçlü, aktif destekler bulabilmiş radi­ kal eşitlikçi akım ve hareketler karşı­ sında o "ekonomik koşullar' tezinin fazla bir geçerliliği varsayılamaz. Ancak “Osmanlı modernleşme sü recinde eşitlikçi akım-hareketler yok­ tu ’ demek, sürece tamamen SünniMüslııman çoğunluğa odaklanarak bakmak koşuluyla mümkündür. Oysa Osmaıılı toplununum dinî/mezhebî cem aat("m iller)!erin başta "millet-i hâkime " Sünni Müslûman/Türklerin yer aldığı hiyerarşik yapının toplamı olduğu gerçeği gözönünc alınırsa bu tespit geçersizleşir. Çünkü, bu hiye­ rarşik yapı dolayısıyla eşitlik talebi

«

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

zorunlu olarak öncelikli ve ağırlıklı olarak bu yapıya yönelmiş; gayrimüs­ lim tebaa, M üslüm anlarla kanun önünde eşitlik ve Muslümanlara ta­ nınmış bir imtiyaz olan askerlik ve devlet memurluğunun kendilerine de açık olmasını istemişlerdir. Ayrıca 19. yüzyılın sonlarına doğru dinı/mezhebî kimlikleriyle değil, sosyo-ekonomik konumlan ile işçi ve emekçi ola­ rak hakları için örgütlenen azımsananıayacak bir kesim; sosyalist kimlik­ leriyle II. Meşrutiyet meclisine millet­ vekili olarak girecek ölçüde taraftar bulan insanlar ve partiler de teşekkül etmiştir. Ama bu olguların hemen hemen hiçbiri, Türkiye sosyalistleri de dahil hiçbir siyasal akımın ‘resm i' tarih anlatılanınla yer almaz. Bu tarih anla­ tılarının tümünde özellikle gayrimüs­ lim halklar ya tamamen dışta tutul­ muştur ya da "dış" bir güce tâbi, "öte ki 'lcştirilmiş. hatta düpedüz düşman kategorisine dahil edilmiş, olumsuz rol ve işlevler üstlenmiş olarak yer alırlar. % 30’u gayrimüslim nüfusuyla "asırlarca bir arada yasamış" bir top­ lumun en dağdağalı dönemini böyle kurgulayan anlatı kalıbı. "% 99 u Müslüman Cumhuriyet I ürkiycsi'nin tarihini anlatırken de % l'c ba­ kış tarzını değiştirmemiştir. Aynı tarih anlatılan içinde, bu denli belirgin olmamakla birlikte impara torluğun diğer Müslüman -Arap. Kürt, Arnavut...- halklarına da kıs men örtük ve farklı derecelerde olumsuz bir dille ve yine ölekilcştirilcrek yer vcı ilegclmiş olmasından ha­

s

u

re ketle bunu milliyetçiliğin nüfuzu olarak yorumlamak şüphesiz yanlış değildir, ama yetersizdir.

M

u

$

Ancak bunun lslâm iyetin inanç esaslarından türeyen, türetilmiş bir tutum olduğu söylenemez. Sözkonu-

Çünkü burada milliyetçiliğin de öz­ gül bir türü sözkonusudur. Bunu kavrayabilmek için yukarıda işaret edilen olgulara biraz daha ya­ kından bakmak gerekiyor.

su olguyu, Müslümanların -ilk Mek­

Birincisi; eğer Osmanlı son dönem tarihi özellikle gayrimüslim halklar dıştalanarak, hatta düşmanlaştırılarak anlatılıyor, kurgulanıyor ise; bu aynı

tirdiği bir tutumun yansıması olarak değerlendirmek daha doğru görünü­ yor. Gündelik hayatın dokularına ka­

zamanda onların dinî-mezhebî cema­ atler olma adına; hem de çoğunluğu emeğiyle varolan, işçi-zanaatkârlar olarak bu sosyo-ekonomik kimlikle­ riyle katıldıkları, nüfus oranlarının

ran İslâm hukukunun oluşturduğu bu

çok üzerinde bir oranla oluşumunda yer aldıkları eşitlikçi hareket ve dü­

ke dönemi hariç- başlangıçtan beri asırlar boyunca gayrimüslim toplu­ luklarla birlikte egemen cemaat ola­ rak yasaya gelmiş olmalarının içselleş-

dar işlenmiş bu hiyerarşiyi yasalaştı“habitat”ta şekillenen Müslüman kim­ liğin eşitliği kabul etmeyi “özü”nden verilmiş bir taviz, bir kimlik kaybı olarak algılaması bu bakımdan açıkla­ nabilir bir tepkidir.2 Böyle olmakla birlikte; Osmanlı

şünce akımlarını dışlamak, ötekileş-

toplumunda Sünni Müslüman çoğun­

tirmek, düşmanlaştırmak anlamına gelir.

luğun tutumunun bölgelere göre ba­ kıldığında hiç de benzer olmadığını

Bu tutumun zihniyetle ilgili öğesi, eşitlik kavramına pek yer vermeyen, bunu -eşitsizliği veri sayan- “adalet” kavramıyla ikame eden İslâm'ı dünya görüşüne bağlanabilir mi? Az Önce, “Batı” dışı toplumlann birçoğunda, emperyalist boyunduruk, işgal gibi dış koşulların, pre-kapitalist ekonomi gibi iç koşulların ortak olduğu Çin, Hindistan başta olmak üzere birçok ülkede modernleşme hareketlerinin güçlü bir eşitlikçi damar içerdiğini belirttiğimiz; buna mukabil aynı ol­ gunun hemen hiçbir Müslüman ço­ ğunluklu ülkede, Müslüman halk içinden zuhur etmemiş olduğunu dikkate alırsak, hu soruya evet cevabı vermemiz gerekir.

görmek ilgiye değerdir. Nitekim im­ paratorluğun nüfus ve sosyo ekono­ mik olarak en ağırlıklı bölgeleri olan Balkanlar, Ege ve Akdeniz kıyısı böl­ gesinde yaşayan Müslüman halk, di­ ğer bölgelere göre daha yoğun ve ak­ tif gayrimüslim “millet”1erle birarada olmalarına ve “Batı"baskısma çok da­ ha doğrudan maruz kalmalarına rağ­ men, 19. yüzyıl başından beri yapılan tüm reform girişimlerine aktif kitlesel destek vermiş; gayrimüslim halkların eşit yurttaşlar olma yönündeki talep­ lerine karşı çıkmamıştır. Buna muka­ 2

Nitekim, uzun yıllar Sünni egemenliğinin bas­ kısına maruz kalmış Şiilik, Osmanlı yönetimin­ de ağır baskı ve tecrit altında yaşamaya zor­ lanmış Alevilik için aynı şey söylenemez.

29

d

ö

n

e

m

l

e

r

V

E

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

bil merkezî Anadolu ve imparatorlu­

man halk, bu tepki ve endişeyi pay­

ğun Doğu ve Güney bölgesi Müslü­ man halkları büyük çoğunluğu ile re­ formları kuşkuyla karşılamış; gayri­ müslimlerin eşit hak taleplerine şid­

zanaatkârlık, modem tarım, özel eği­ tim gerektiren —tıp gibi- meslekler, ti­

laşmakla birlikte; nitelikli kol emeği,

detle karşı çıkmış; bunun Müslüman kimlik açısından bir zül, varlıklarını

caret ve iş yöneümi/girişimcilik gibi modernleşmenin ekonomik-sosyal te­ melini oluşturan vasıf ve işlevlere sa­

tehlikeye atan bir adım olacağına dair

hip olma bakımından gayrimüslim­

propaganda gayet etkili olabilmiştir. Bu durumu, iki bölge Müslüman halkları arasındaki bu belirgin tutum,

lerle en azından rekabet edebilecekle­ rine, halihazır konumlarını koruyabi­

yaklaşım farklılığını büyük ölçüde açıklayabilecek anahtar, modernleş­ menin asıl olarak toplumun ekonomik-sosyal işlevlere dayalı hiyerarşisi­ ni sarsan, dönüşmeye zorlayan niteli­ ğinde bulunabilir. Bilindiği üzere, pre-kapitalist/geleneksel toplum, idari-askerî güç ve işlevlerin ayrıcalık sa­ yıldığı, üstün/egemen konum sağladı­ ğı bir toplum düzenidir. Buna muka­ bil modem/kapitalistleşen toplum, önceki toplumun düşük statü tanıdığı maddi/teknik üretim ve ticaretle doğ­

leceklerine güveniyorlardı. Aynı gü­ ven merkezî Anadolu ve imparatorlu­ ğun doğu, güney Sünni Müslüman halkı için pek sozkonusu değildir. O nedenledir ki son dönem Osmanlı tarihinin ilk sarsıcı olayı olup ciddi bir rota kaymasıyla II. Abdülhamit’in muhafazakâr-modernist mo­ narşisine kapı açan 1876-77 OsmanlıRus Savaşı’ndan sonra; imparatorlu­ ğun gayrimüslim tebaası Islahat ve Tanzimat fermanlarıyla kendilerine verilen sözlerin tutulmadığını, ayak

lumsal-sıyasal hiyerarşinin birinci de­ recede bu ölçüte göre tanzimini zor­ layan bir toplum düzenine gidişi ön­ görür. Pre-modern/kapitalist toplu­

süründüğünü iddia ederek, hukuki eşitlik taleplerini daha etkin biçimler­ de dile getirmeye yöneldiklerinde, imparatorluğun bu iki bölümünde Sünni Müslüman halkın tavrı arasın­ da belirgin bir fark ortaya çıktı. Do­

mun imtiyazlı sınıf zümreleri —Osmanlı düzeninde “millet”i dahil—bu toplum biçimine has zihniyetle hor gördükleri, mecbur kalmadıkça uğ­ raşmadıkları ve o nedenle de alt-orta

ğuda merkezî hükümetin örgütlediği para-militer Hamidiye alayları ile baş­ ta Ermeniler olmak üzere yörenin gayrimüslim -Süryani, Nasturi, Asuri halklarının isyanları bastırılır,

sınıf (“milî et”) ler e -askerî-idari işlev­ leri yasaklayarak- bıraktıkları işlevle­

üzerlerine isyan ettirecek kadar baskı uygulanırken; batıda bir yandan mer­ kezi hükümet en seçkin birliklerini Makedonya dağlarındaki İsyancılar

rudan ilgili işlevleri yükselten, top-

rin önem, güç, hukuki koruma ve be­ lirleyicilik kazanmalarına doğal bir tepki duyacaktır elbette. İmparatorluk batısı Sünni Müslü­

üzerine gönderirken, bir yandan da yerel Müslüman halkın ve bizzat o

s

u

N

U

5

seçkin askerî birliklerin içinde siya-

ve kültürün harcıyla bir düzen içinde

sal-hukuki reformun gerekliliğine

biraraya getirebildiğinde; bu yapıyı

inanan ve II. Abdülhamit yönetimine

sürdürebildiğinde; yani çeşitliliklerle oluşan dünyanın birliğini yansıtır gibi olduğunda imparatorluk haline gelir. Macaristan’dan Hint Okyanusu’na, Cezayir'den Hazer Denizi’ne kadar uzanan topraklarda egemen olmuş ol­ masına rağmen, bu imparatorluğun “ana vatanı" Tuna1dan Fırat’a kadar Balkanlar ve Anadolu'dur. Ama yıkılmcaya kadar “Rumeli”, hem iktisadiaskeri gücünün en yoğun olduğu ve

ve muhafazakârlığına muhalefet eden akımlar güçleniyordu. II. M eşruti­ yetin ilanına götüren insiyatif de bu­ radan ve coşkulu bir kitlesel destekle doğmuştu; II. Meşrutiyete karşı tep­ kiyi -31 Mart vakası—bastırmaya ko­ şan Hareket Ordusu’nun bu yöre hal­ kından gönüllülerle de takviye edil­ miş olduğunu da altını çizerek belirt­ mek gerekir. 1908 Temmuzu’nda II. M eşruti­ y e tin ilanı imparatorluk batısının müslim-gayrimüslim halkının büyük çoğunluğu tarafından coşku yla, umutla karşılanmıştı. Gerçi daha bir yıl geçmeden patlak veren 31 Mart

beslendiği, hem de her alandaki elit­ lerini, yönetici kadrolarını sağladığı, devşirdiği kaynak olageldi. Eğer, Müslim ve gayrimüslimlerin etnik/di­ nî aidiyetlerini gizlemeden sahiplen­

bini aşkın ölümle sonuçlanan Ada-

dikleri bir —ü st- Osmanlı kimliğin­ den, kültüründen söz edilebilir ise; bu, imparatorluğun doğusunda ancak büyük eyalet merkezi şehirlerde birer

na’daki Ermeni-Müslüman çatışması ile bu hava bir hayli bulandı ise de

ada halinde, Batı Anadolu ve Rume­ li’de ise kasabalara kadar nüfuz etmiş

asıl darbe Balkan Savaşı oldu. Balkan bozgunu ile Osmanlı İmpa­

olarak vardı. Ayrıca Rumeli, Balkan­

Vakası ve ardından Adana’da vukubulan ve büyük çoğunluğu Ermeni on

ratorluğu ve siyasal-kültürel kimlik olarak Osmanlılık fiilen çökmüş ve bitmiştir, ••• -t- ;

Balkanlar, Osmanlı devletinin her­ hangi bir bölgesi değildi. İstanbul’la birlikte onu imparatorluk yapan yer orasıydı. Kapladığı alan ve nüfus ne denli büyük olursa olsun, tebaasının büyük çoğunluğu etnik/dinî bakım­ dan homojen olan vasat bir devletten farklı olarak imparatorluk, çok farklı etnik/dinî toplulukları bir üst hukuk

lar, imparatorluğun diğer bölgelerin­ den çok farklı olarak, 17. yüzyıldan beri gelişen, güçlenen ve dönüşen Batı-Hıristiyan dünyasının, uygarlığının sınır komşusu olarak, temsil ettiği Osmanlılığı karşıtı/rakibinin aynasın­ da görme imkânının yüzyıllar boyu birikmiş deneyimine de sahipti. Dolayısıyla Balkanlar, imparatorlu­ ğun en ağırlıklı bölgesi olarak var ol­ dukça, Osmanlı, ne denli güç ve ko­ num kaybına uğruyor olursa olsun; hâlâ rakip gördüğü Batı/Hıristiyan aleminin tek boyutlu olmayan, asker­ likten bilime kadar her alanda büyü­

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

yen dünya çapındaki iddialılığı karşı­ sında nicelik olarak değilse bile nite­ lik olarak denk bir varoluş tasarlamak zorundaydı. Eğer Balkanlar, Avrupa’nın birleşik gücü veya bunlardan biri tarafından fethedilerek elden çıksaydı, yarattığı çöküntü bvı denli büyük olmazdı. İm­ paratorluk ona bu vasfı kazandıran bölgeden, “anavatanının en ağırlıklı parçasını, o bölgenin hâlâ kendinden kopmamış saydığı kesimlerinde oluş­ muş güçlere yenilerek çekildiğinde; sadece nüfus, toprak, ekonomik im­ kânlar gibi “maddi” unsurunda çok ağır bir kayba uğramış olmakla kal­ maz; kendi benliğine ilişkin yücelik, büyüklük, yani büyük çap ve derin­ likle düşünebilm e, tasarlayabilme duygusu, vasfı da çok ağır bir yara al­ mış olur. Büyük sıkıntılar, sorunlar içinde bile korunabilmiş özgüven, ye­ niden büyüklerle denk olma umut ve arzusu çöker ve yerini “ikinci sınıf" olmaya razı olmanın daralmış ufku ve onu çevreleyen sürekli korku, tedir­ ginlik haline bırakır. “Balkan bozgunu"nun ardından bir hükümet darbesiyle işbaşına gelen it­ tihat ve Terakki, bu kırılmayı ve bunu kabullenmeyi, kırılma sonrasının, şu yukarıda özetlenen daralmış, kıstırıl­ mış ruh, düşünüş ve davranış biçimi­ ni temsil eder. Nitekim, iki yıl sonra Birinci Dünya Savaşı başladığında ve savaş sonunda galiplerin yeni bir dünya düzeni dikte edeceği bilinir­ ken, Bulgaristan ile birlikte Almanya ve Avusturya-Macaristan safında bu savaşa katılma kararı veren İttihat ve

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

Terakki’nin Balkanlarla ilgili bir talep ve umudu yoktur. Orası galip gelin­ mesi halinde müttefiki AvusturyaMacaristan ve Bulgaristan'ın hesapları içindedir. İttihat ve Terakkinin ise, Çarlık Rusyası’mn egemenliği altın­ daki Kafkasya ve İç Asya’daki Müslüman-Türkî halkların yaşadığı toprak­ lara ve İran’ın batısını ele geçirmeye dönük planlan vardır. Birinci Dünya Savaşı'na Rusya'ya saldırı tertipleye­ rek girmenin ve Sankamış faciasıyla biten ilk büyük askeri harekâtı doğu­ da Rus kuvvetlerine karşı düzenleme­ nin gösterdiği de budur. Burada uğra­ nılan askerî yenilgiden çok daha ağır olan sorumluluklarını örtbas edebil­ menin azgın telaşı, korku ve paniği­ nin 1915’teki o meşum “Ermeni tehcirT’ndeki payı herhalde birinci dere­ cededir. Balkan Savaşı olmasaydı, “Rumeli” kaybedil meşeydi Osmanlı devleti Bi­ rinci Dünya Savaşı’na girer miydi so­ rusu şüphesiz şu anda bir zihin jim ­ nastiği konusudur. Ama Balkan boz­ gunu ile “Rumeli"nin kaybıyla -az önce işaret ettiğimiz gibi “madden” olandan çok daha önemli ve belirleyi­ ci olarak- maneviyat-zihniyet bakı­ mından ne derece hayati bir kayıp ya­ şadığımızı düşünmek, “canlandır­ mak” zorundayız. Çünkü, biraz düşünüldüğünde fark edilecektir ki; bu olay Cumhuriyet Türkiyesi’nin kuruluş zeminini, man­ tığını, ufkunu belirlemiş faktörlerin en önemlisi olmakla da kalmayıp. Dünya Savaşı’na giriş, Ermeni tehciri, "mübadele" gibi Türkiye Cumhuriye­

s

u

N

U

Ş

ti’nin “insan malzemesi”ni, coğrafya­

İtalya’nın Trablusgarp’ı işgali gibi

sını koşu Hayan faktörlerin de “tetik-

olayların bu kırılmayı hazırladığı;

leyicisi”dir. Balkan bozgununa kadar, İslamcı ve Türk milliyetçi eğilim/kad-

Balkan Savaşı esnasında Arnavutların bağımsızlıklarım ilan etmesinin, erte­ sinde Arap ve Kürt üst sınıflan içinde milliyetçi-bağımsızhkçı eğilimlerin boy verişinin de yalnızlaşma ve kuşa­ tılmışlık psikolojisini beslediği şüp­ hesizdir.

roları “Osmanlı” üst kimliğini yeni­ den kurmaya halel getirmeyecek, im­ paratorluğun Müslüman ve Türk ol­ mayan mensuplarım dıştalamayacak bir söylem ve tutum içinde olmak kaydıyla barındıran İttihat ve Terakki

Ancak burada belirtmek istediğimiz

partisinin bu olayın ardından -İslam­

nokta şudur: Eğer Osmanlı Müslü-

cı damarı da ihmal etmeyerek- huşu-

man/Türk halkın özgüveni, idari-as-

netli bir Türk milliye tçiliği zeminine

kerî yetenek ve özelliklerine dayalı

kayması, indirgenmesi, 20. yüzyıl

olmaktan çok, modernleşmenin ge­

Türkiyesı siyasal kadrolarmın ve siya­

rektirdiği, ön plana çıkardığı maddi

sal düşüncesinin yürüyeceği mecrayı

ve zihnî üretkenlikle ilgili niteliklere

da hazırlamıştır.

dayalı olsa idi bunca derinden yara

Bu milliyetçilik, 19. yüzyılın sonla­

alması gerekmezdi. Çünkü maddi ve

rındaki doğuş evresinde Türklük bil­

zihnî üretkenlik idari ve askerî vasfı

gi ve gururunu tesis etmeye matuf,

da türetebilir, o tür kayıpları telafi et­

kendini olumlu nitelikleriyle tanıma­

mesi de mümkündür; ama idari ve

ya ağırlık veren bir “bilinç” geliştir­

askeri yetenek maddi-zihnî üretkenli­

meye çalışırken; Balkan bozgununun

ği türetemez; kendisine değil sonuç­

arefesi ve sonrasında bir kırılma ol­

larına, ürünlerine sahip olma, kullan­

muşçasına; kendisi dışında her milleti olumsuz yan ve sıfatlar atfederek ötekileştiren, tehdit ve tehlike çemberin­ de olduğumuzu vurgulayan, içindeki her farklılığı bu dış güç/tehlikenin uzantısı, aleti gibi görmeye koşullu bir söylem haline gelmiştir. Bu kırılmanın Balkanlar’da Müslüman/Tûrk halkın özgüveni en geliş­

ma gücü verebilir, Balkan bozgunu, Osmanlı modern­

kin kesiminin yaşadığı yerde, hiç um­ madığı biçim ve kesinlikte bir yenil­ giye uğrayıp bozgun halinde yurdunu terk edişi ile herhalde derin bağlantısı vardır. 1908-1912 döneminde vuku bulan Girit’in Yunanistan, Bosna-Hersek’in Avusturya tarafından ilhakı,

leşm esi dönem inde; gayrimüslim halkların her düzeyde eşit hak sahibi yurttaşlar haline gelirler ise asırlardır üretim ve ticarete yoğunlaşmış olma­ nın avantajları ile üstün/egemen ko­ numa geçebileceklerinden endişe eden, daha önemlisi hala Üretmek ve ticareti, kısaca “çahşma"yı hor gören, idari-askerî işlev ve makamları yücel­ ten zihniyetten kopmayan Osmanlı merkez-Doğu Sünni Müslümanları­ nın dirençlerini, kendi maddi-zihnî üretkenliklerine de güvenen ağırlıklı duruşlarıyla dengeliyor, hatta gerile­

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

t eb iliyorlardı. Balkanlardaki Müslü­ manların özgüvenlerini de sarsan Bal­ kan yenilgisi ile bu ağırlıklarını bü­ yük ölçüde kaybetmesinden sonra bu denge her anlamda çöktü. Milletin askeri güç ve özellikleriyle varlığım ve konumunu koruyabileceği inancı­ nı esas alan bir milliyetçiliğin, askeri özelliğin yüceltilmesi, başatlaştırılma­ sı üzerine kurulu bir tarih ve kimlik algısı inşasının yolu böylece açılmış oldu. Türkiye Cumhuriyeti’ne devre­ dilen, onun kurumlarmm harcını ve havasını oluşturan miras budur. Fakat, hemen görülebileceği üzere modernleşmenin gerektirdiği vasıf ve birikime yeterince sahip olunamadığı ön kabulünü barındıran bu tür bir milliyetçilik ve kimlik algısı ya onu amaç olarak talileştirir ya da onu ken­ di süzgeçlerinden geçirerek, sözkonusu “asli vasıflardı zayıflatabilecek, tör­ püleyecek unsurlarından alabildiğin­ ce arındırarak, kısaca “millî karakterimiz”e uyarlayarak hedefleştirebilir. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşun­ dan sonra, hatta o sürecin daha baş­ langıcında ayrışarak, günümüze ka­ dar süren bir iktidar mücadelesinin tarafları olan otoriter (Atatürkçü) ve muhafazakâr modernleşme akımları­ nın paylaştığı moral-düşünsel arka planın özeti budur. M uhafazakâr akım, modernfeşmenin gerektirdiği vasıf, yatkınlık ve birikim noksanlığı­ nı ve ayrıca bunları edinmenin kimlik/kişilik kaybı -k i bunlar da statüle­ rinin düşme ihtimaline indirgenebi­ lir- endişesini telafi etmek, yani nite­ lik azlığım niceliksel çoklukla ikame

Z

H

N

I

Y

E

T

L

E

R

etmeyi önemsemesi ile ayrışır. Çünkü onlara göre; kumcu -otoriter- kadro­ nun Türk milliyetçiliği eksenli çağ­ daşlaştırma tasarımı ve asimilasyonu zorlayıcı uygulaması, başta Kürtler ol­ mak üzere ülkenin diğer Müslüman etnik topluluklarını tepki ve dirence itebildi. Onları Sünni Islâm’ın birleşti­ rici zemininde tutmak mümkün iken bu Osmanlı batısı ve doğu/merkez Müslüman halkları arasındaki, Osmanlı modernleşmesinin ana sorunu olan gayrimüslimlerle eşitlik konu­ sunda yüzyıldır olagelmiş tutum, yak­ laşım farkı, Balkan hezimetinin her bakımdan ağır darbesi altında büyük ölçüde belirsizleşti, geçersizleşti. O zamana kadar ibrenin tedrici bir eşit­ lik politikası yönünde olmasını sağla­ yan batı Müslümanlarının en dinamik ve ağırlıklı unsurunu oluşturan Ru­ meli halkının bir kısmının bozgun halinde Anadolu’ya göçüşü, büyük kısmının dünkü madunlarının devlet­ lerinde azınlık ve ikinci sınıf konuma düşme tehlikesiyle başbaşa kalışı ile bu kez ters yöne savrulmuştu adeta. Ancak bu savrulmanın, Osmanlı merkez ve doğusu Müslüman halkın­ da bin yıllık alışılmış imtiyazlarım koruma, gayrimüslimlerle eşitlenme­ ye direnme tutumlarının acı bir doğ­ rulanması olarak algılanmadığını bil­ hassa belirtmek gerekir. Aksine, hernekadar imparatorluk batısının re­ formcu tutumuna katılmamış iseler de; onların Batı/Hıristiyan dünyasının sınırında, nüfus çoğunluğuna da sa­ hip olmaksızın asırlardır egemen ko­ numlarım koruyabilmiş olmalarının

s

u

kendi özgüvenlerindeki payını bildik­ leri için, bu bozgun merkez ve doğu Müslüman halklarda çok daha güçlü

N

u

s

bir sarsıntı, telaş havası yarattığı gibi;

ğunun gayrimüslimleri, modem dün­ yanın her bakımdan ezici gücünün işaret ettiği edinim zaafiyeti üzerinden karşı karşıya olunan “tehlike”nin ya-

imtiyazlarını koruma asabiyesi yerini

nıbaşımızdaki, içimizdeki uzantıları

bizatihi varlığım koruma içgüdüsü­ nün tekinsizliğine bıraktı. O nedenle, Balkan hezimetinin he­ men ardından, Osmanlı Doğu ve Mer­ kez Müslümanlarının çoğunluğunun

olarak görme düşüncesi yeni değildir ama bu durum/ortamda yaygınlaşmış ve pekişmiştir. Bu tehlike tamamen kim lik —yani doğuştan saydığımız özellikler- üzerinden algılandığı için

eğilimlerine daha fazla uyan muhafa-

insanları “doğariığın ölçü, kural, de­

zakâr-Islâma ılımlı, reformist ağırlıklı blokun değil, “Batıcı”lığı çok daha be­

ğer tanımaz rotasına yöneltmek de kolaylaşmıştır. Anadolu ve Ön As­ ya’nın binlerce yıldır buralarda mu­ kim gayrimüslim halklarını söküp at­ mak gibi bir önceki dönemde akla bi­

lirgin, esas olarak batı Anadolu ve Ru­ meli’de örgütlü Ittihat-Terakki’nin hü­ kümet darbesiyle ve ertesinde - “sopalı”da olsa- seçimle iktidara gelişi şa­ şım a değildir, karşılıklı savrulmaların ortaya çıkardığı bir sonuçtur. Varlığı nı/kiml iğin i koruma ihtiyacı, kişinin veya topluluğun kendini sor­ gulamasını gerektirmeyecek bir bü­ yük tehlike karşısında kimliğinin de­ ğil kişiliğinin, yani edinim lerinin, kendine kazandırmış olduklarının harekete geçirilmesiyle giderilmeye çalışılacağı gibi; eğer bu ihtiyaç he­ men giderilemeyecek bir kişilik, yani edinim zaafiyetini ürperten bir “tehli­ ke” karşısında duyulmuşsa, doğal kaynağına çekilerek, yani salt bir gü­ dü olarak giderilme zeminine koyar.

le gelmez “savunma” tedbiri, artık sa­ dece vesilesini bekleyebilir. Ama sade­ ce kimliğe indirgenmiş bir Müslü­ manlığı, onun kişilik olarak içerdiği ahlâki-insani edinimleri kaale alma­ yan bir Müslümanlığı “koruma” yöne­ limi, bu güdü yaptırtabilir bunu. An­ cak kişilik olarak İslâm’ın dizginleyiciliginden boşanmak birleştirici har­ cın da dökülmesi demektir. Bu da ka­ çınılmaz olarak doğal özellik ve farklı­ lıkları ön plana çıkaracağı için, Müs­ lüman toplulukların birbirleri arasın­ daki ayrımları da belirginleştirir. Nite­ kim Balkan Bozgunu sonrasında Müs­ lümanların birliği fikrinin büyük öl­

kendilerine gerekse birarada oldukla­

çüde mecalsizleştigi, Arap ve Kürt üst sınıflan arasında milliyetçiliğin, Os­ m anlI’dan ayrılıp bağımsız devlet oluşturma eğiliminin hızla boyverdiği görülecektir. İttihat ve Terakki’nin on­

rına dair düşünüş ve tutumlarının bu ikinci durumu yansıttığı görülecektir. Müslüman tebaanın büyük çoğunlu­

ları tâbi millet olarak tutacak ve Os­ manlI “mülkü”nü bir Türk ulus-devlet haline getirme kararlılığı ise bun­

Balkan bozgunu ertesinde, varlığını koruma ihtiyacına odaklanmış Os­ manlI toplumunun tüm bileşenlerinin hangi açıdan bakılırsa bakılsın, gerek

d

ö

n

e

m

l

e

r

V

E

lardan bağımsız olarak zaten Balkan Savaşı öncesinden belirlenmiş bir tu­ tumdu. Ve ayrıca, başka konularda İt­ tihat ve Terakki ile ciddi çatışmaları olan muhalefetin sünni-Türk unsur lan tarafından da paylaşılan bir yakla­ şımdı bu. İttihat ve Terakki, bu nokta­

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

muhafaza cephesinin genişliğini ve giderek sertleşebileceği gerçeğini azımsamayı da gerektirmiyor. Çünkü düşünce özgürlüğünün ha­ yati önemine ve erdemine inanmak, dolayısıyla veya başlıbaşma tabuları reddetmek, son analizde toplumun

da diğerlerinin “ılımlı” ve tedricî yak­ laşımına karşılık çok daha hızlı ve sert bir uygulamadan yana olduğu gibi; ül­ kenin Türk nüfus oranım yükseltmek için İran ve -Çarlık denetimindeki-

kendine ve ilişkilerine -öz-güveni, so­ runudur. Özgüven ise kibir gibi imti­ yaza değil, edinilebilir olandan, bu­ nun kökeni ve kanıtı olan yapıcı-yaratıcı vasıflar ve etkinliklere dayalı bir

Kafkasya ve Orta Asya’yı da kapsayan projeleri ihmal etmiyordu. Birinci Dünya Savaşına girme kara­ rının verilmesinde ittihat ve Terakki’nin Savaş —üstelik bir Dünya Sava­ ş ı- koşullarının bütün bu projelerini

duyumsayıştır. 20. yüzyıl Türkiye toplumu, bu va­

uygulanabilmesi için en uygun orta­ mı sağlayacağı tespitinin, bütün diğer faktörlerden daha fazla etkili olduğu tezini tartışmak, bugün bile Pandora’nın kutusunu açmakla eşdeğerdir. Çünkü bunu yapm ak, Cum huriyet’ten beri Türkiye'deki siyasal düşü­ nüşün dokunmamak için eğilip bü­ küldüğü, kavramlarını iğdişleştiren, fikri tutarlılık derinlik ve etiği sakat­ layan tabuların hemen tümünün kök­ lerini taşıdığı o kurşuni havayla bir­ likte ortaya dökmek demektir. Son yıllarda, düşünce yasaklarının tutunamadığı, tabuların ağır örtüsü­ nün ister istemez açıldığı bir döneme girdik. Düşünce yasağının ve tabula­ rın koşulsuz reddini savunanların sa­ yıca az bir kesim olmalarına karşılık mesafe alabiliyor olmaları, şüphesiz gelecek açısından umutlu olmamızı sağlıyor. Ama bu yasak ve tabuları

sıf ve etkinliklerin askerî-idari işlev ve makamların ezici üstünlüğü altın­ da hor görüldüğü -geleneksel- yapı ve hiyerarşinin eteklerinde yeralagelmiş büyük çoğunluğu ile, kendilerine hor görülen ticaret ve üretim alanı açık olan gayrimüslim halklardan üs­ tün olduğu avuntusunu veren bir dü­ zenin, bu hiyerarşiyi olabildiğince muhafaza etmeye kararlı egemen zümrelerince yönlendirildiği bir mo­ dernleşme sürecinin giderek tüm ni­ rengi noktalarım bulanıklaştıran ikli­ minden gelmekteydi. Bu zaman bo­ yunca hem güçlülüğünü her bakım­ dan sürekli arttıran modern toplumlara karşı imrenme/takdir duygusu çoğalmış ama hem de, bu güç ve di­ namizmin kaynağındaki yapıcı-yaratıcı vasıf ve etkinlikler b aş allaştır ildiğında alttaki gayrimüslim tebaanın ayakları altında kalacağı korkusu körüklenmişti. Bu korkuyu askerî vasıf­ larına güvenerek bastırmak, sorun sa­ dece ülkedeki gayrimüslimlerden iba­ ret olsaydı mümkündü ama “düvelri

S

u

N

muazzama”, korkuyu çoğal t Lığı gibi kimliğini de ezen varlığı ile tam kar­ şısında durdukça acizlik duygusuyla buna tepkinin yıpratıcı sarkacı işleye­ cekti kaçınılmaz olarak, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde büyük çoğunluk ola­ rak, bir isyanlar, savaşlar, katliam ve tehcirler fırtınası içinden kah fail, za­ lim ve galip kah kurban, mazlum ve mağlup olarak geçip , son u çla gayrimüslimlerin neredeyse tamamen tasfiye edildiği viraneye dönmüş bir yurtla başbaşa kaldığında fiziki varlı­ ğım koruma güdüsünün güçlülüğü ile, bunu etkinleştiren askerî özellik­ leriyle övünebilir, ama bu o vasfın, önünde ergeç diz çökeceği, tâbi ola­ cağı yapra-yaratıcı vasıflara ne yete­ rince sahip olunduğunu kanıtlar ne de bu eksikliği ikame edebilir. Modernleşme, geleneksel toplumda gayet sınırlı bir azınlığın, imtiyazları­ na yaslanarak takındığı kihirin reddi ve onun yerine, üretme ve eser/ürün vermenin hem yol hem de miktarını alabildiğine açarak, bundan kaynak­ lanan özgüveni çok daha geniş bir ke­ simin duyumsamasını sağlamak de­ mektir bir bakıma. Modem toplumun iki ana varyantı kapitalizm ve -reel— sosyalizmin ekonomik, toplumsal, si­ yasal kurumlarının herhangi biri veya bir kısmı o özgüven duygusunu bastı­ racak, tahrip edecek hiçimde işleme­ ye yöneldiğinde, altından kalkamayabilecekleri buhranların sarmalına gi­ rerler bu yüzden. Özgüven duygusu­ nun keti eninesinin, yerini endişeye bırakmasının siyasal düzlemde ifade­ si, apolitikleşmedir, insanların kendi­

U

ş

lerini siyasetin öznesi değil nesnesi gibi görmeye başlamalarıdır. Bu açıdan bakıldığında; Türkiye’nin modernleşme sorunsalı içinde ve çev­ resinde kumlan siyasal düşünce dün­ yasının bu özgüven eksikliğini, değiş­ meyecek veya değişmesi pek de ge­ rekmeyen bir veri olarak kabul etme ortak paydası üzerine kumlu olduğu söylenmelidir. Bu kabulün Cumhuri­ yetin öncesine, Osmanlı modernleş­ mesindeki köklerine işaret etmek, Cumhuriyetle birlikte, bu kabulü pe­ kiştiren bir kurucu iradenin bu yö­ nüyle tartışılabilmesinin ancak şu son yıllarda mümkün olabildiği gerçeğiy­ le birlikte ele alınmalıdır. Bu eleştiri ortamının oluşabilmesin­ de, düşünce yasaklarının, tabularının hâlâ varlıklarını sürdürmelerine rağ­ men, koydukları duvarların geriletilmesinde şüphesiz sosyalistinden libe­ ralin e, İslâm cısm a kadar siyasal akımların, başta Kürtler olmak üzere bastırılmış etnik/mezhebî kimlik ha­ reketlerinin payı var. Tümü birden, 12 Eylül kabusunun ertesinde, görü­ nür apoli tiki eşmeye rağmen, birbirleriyle çelişseler, bir diyalog ve tartışma ortamı kurmuş sayılmasalar bile; ken­ di köşelerinden yürüttükleri mücade­ le oluşturduklan fikri birikim ile dü­ şünce yasağı ve tabu savunucularını gerilemeye mecbur ettiler Ama bilhassa belirtmek gerekir ki; bu mümkün olabildiyse, ilk bakışta görülmeyen büyük pay daha doğrusu önyargılarımız nedeniyle fark etmekte zorlandığımız faktör; 1980 sonrası yıl­ larda Türkiye toplu mu nun dünyaya

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

açılmış olmasıdır. “Küreselleşme”nin o tarihten bu yana hangi açıdan ne tür bir eleştirisi yapılırsa yapılsın, şurası da mutlaka belirtilm elidir k i, tüm olumsuzluklarına rağmen bu süreç Türkiye toplumunun işçisinden kapi­ talistine, çiftçisinden akademisyenine kadar tü«ı kesimlerinin kendilerini dünya standartlarında ölçme, yapıcı

38

ve yaratıcı vasıflara sahiplik, yatkınlık derecelerini görme imkânım da ver­ miştir. Ve bu bir keşif gezisinin ilk etabıdır ve sonuçlar en azından, gele­ neksel elitlerinin ona açıkça veya zım­

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

lerini seferber ettiği, bir toz duman havası yaratabildiği şn koşullarda bu­ na dikkatimizi yöneltmemizden geç­ tik, görmemiz dahi zordur. Hangi eti­ keti taşıyor olursa olsun geleneksel zihniyetin sürdÜTücüsü olan bu yo­ ğun propaganda, bu toplumun dünya ölçeğindeki gerçek, çağdaş başardarını, insanlığın bilimsel, kültürel, sanat­ sal, düşünsel birikimine yaptığL katkı örneklerinin neredeyse tümünü kara­ lamaya, bunları “kendi eserimiz” sa­ yıp özgüvenimizi beslememize şiddet­ le karşı çıkıyor. Ve tüm haşinliğiyle

toplumun dikkat ve enerjisini yapıcıyaratıcı vasıflarını keşfetmenin heye­

askeri övgü ve şişinmeye dayalı bir “çılgın” milliyetçiliği hem körüklüyor hem de o örnekler üzerine saldımyor. Şu anda sonuç alıyor gözükmesi karamsarlık verebilir ama unutulma­ malıdır ki gecenin en karanlık anı şa­

canına yöneltmesini önlemek için, adeta bir “dian vital” halinde tüm güç­

fağın hemen öncesidir. ÖMER LAÇfNER

nen empoze ettiği “bu halk adam ol­ maz” perdesinin yırtılmasına yetecek kadardır. Fakat öte yandan, o empoze edilmiş zihniyetin, savunucuları da bu

Türkiye’de Siyasî Düşüncenin Ana Çizgileri MURAT

BELGE

smanlı kültürü, çeşitli alanlarda

ve Newtoria gelindiğinde gerekli olgun­

in celm iş b ir zevkin ü rü n lerin i

alanda hemen hemen hiçbir gelişme gös­

luğa erişen “n e d en sellik ” anlayışı, O s­ manlI’nın düşünme tarzım belirleyen, dü­ zenleyen ilkeler haline gelmez. Bunlar Ba­

termemişti. Bu yazıda bu konuya girmek,

tid a olurken dikkat edilmemiş, 19. yüz­

O

üretmiş olmakla birlikle, bilimsel

bunun nedenlerini araştırmak değil, daha çok bunun daha sonraki dönemlere etki­ lerine bakmak istiyorum, Adnan Adıvar olsun, Hilmi Ziya "Ülken olsun, bu eksik­ liği ve nedenlerini ele almışlardı. Jale Par­ la da B akılar ve Oğullarda “Mutlak Me­ tin” konusuna değinir, Tanzimat yazarla­ rının epistem oîojik düzeyde bri “DoguBatı" ikilemi yaşamadığım söyler, ter­ sine İslâm düşünce, Eelsefe, dünya görüşü

yılda belki “bilgi" olarak öğrenilmiş, ama genel olarak sindirilmemiş düşünsel ön­ cüllerdir. Üstünde durmak istediğim nokta, böy­ le bir “düşünme” alışkanlığı çerçevesinde “düşünce”ye insan hayatında saygıdeğer bir yer, bir rol, bir işlev vermenin güçlü­ ğüdür. Doğa “kanunu” olamıyor, çünkü doğa kendisi bir özerkliğe sahip değil. Bu durumda tanımı doğanın kanunlarını in­

bilimlerinin de güvenilmez olduğunu sa­

celemek olan bilimin, bilimsel yöntemin de kaydadeger bir önemi kalmıyor. “Düşün­ ce” diye bir şey var, orasmı inkâr etmek mümkün değil; ama belli ki düşünce, ger­ çekliği araştırmak için bir araç değil. Hele

vunma noktasına kadar gelir. Bir başka

doğa bilim lerin d en toplum bilim lerin e

söyleyişte, Tanzimat yazarları, 12. yüzyıl­

veya felsefe gibi bir disipline geldiğimiz­ de, bunların “işe yaramaz’Tığı veya “ya-

ve bilgi kuramının tartışılmaz belirleyiciliği”ni vurgular. Bu anlayış sonunda, doğa da Allah’ın yaratısı olduğuna göre, doğa

da îbn Rüşd im geldiği noktaya dahi gel­ memişlerdir. Bilginin temeli hâlâ tektir, o da “vahiy”dir. Başka konularda düşünce­ leri birbirine çok yaklaşmayan Namık Ke­ mal ve Ahmet Midhat, burada birleşirler; kavaid-i tabiiye, evamir-i ilahjyye ve ehâdis-i nebevviyede mündemiç bulun­ duğu İçin...”

nıltıcı"ltğt daha da belliğin biçimde karşı­ mıza çıkacaktır. Zaten bu yazarların eser­ lerinde Batı düşüncesinden gerçekten et­ kilenen veya esinlenen bir şey görmek de mümkün değildir.

Bu durumda, ‘şüphe "nın önemini vur­

“D üşü nce” gerçekliği araştıracağım ız araç değilse, ne için var? Yukarıda, doğru bilginin kaynağının, Ibn Sina’yla tartışma­

gulayan Kartezyen felsefe, oradan türeyen

sında Gazalfnin savunduğu gibi, “vahiy"

D

40

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

Z

I

N

N

I

V

E

T

L

E

R

olduğunu söyledim. Şu halde, bildiğimiz bir “gerçeklik” olduğunu kabul ediyoruz.

de buydu: pragmatizm, yani, “bizim için faydalı" olanı düşünmek ve bulmak.

Bu, ancak, K ur’cın-ı Kerim’in bize tebliğ ettiği gerçeklik olabilir. O zaman, düşün­

Üçüncü ideolojiye, Pan-Türkizm’e gel­ diğimizde aynı örüntü yeniden karşımıza

ce, o gerçekliği egemen kılmanın aracıdır. Ö rneğin, im paratorlu ğun dağılmaya yüz tuttuğu sıralarda devletin ve devlet çevresinde toplanmış aydınların oluştur­ duğu üç temel ideolojinin sıralaması il­ ginçtir: Tanzimat’ın ilânım Pan-Ottoma-

çıkar: Rusya’da Pan-Slavizm’in gölgesi al­ tında yetişen Türkik, çoğunlukla Tatar ve Azeri aydınlardan Türkiye’de yaşama ka­ rarı verenler, bu düşünceyi buraya getirir ve savunurlar, ittihatçı kadrolar arasından bu düşünceyi benimseyenler doğal olarak çıkar. Ama çoğunluk “Osmanlı" sıfatın­ dan vazgeçmez, çünkü Dünya Savaşı’mn

nizm diye adlandırılan ve doğrudan doğ­ ruya devlete mal edebileceğimiz ideoloji izler. II. Mahmut Batılılaşma kararını ke­ sinlikle vermiş ve bunun gerçekleşm esi için en belirleyici adımı atarak Yeniçeri O cagı’m ortadan k ald ırm ıştı, G ülhane

sonuna kadar Osmanlı’yı kurtarma umut­ ları vardır. Kurtuluş Savaşı sonrasında Atatürk Osmanlılık ile birlikte İslâm’ı da geri plana iter, “Türklük” kavramım öne

Ferm a nı'm n okunmasına ömrü yetmedi ama bu ferman herkesten çok onun eseri­ dir. “Millet Sistemi" nden Batı Avrupa’nın

çıkarırken, büsbütün değilse büyük ölçü­ de “biz bize" kalmışızdır. Islâm ortak pay­ dasıyla burada tutacağımız kimse kalma­

“eşit yurttaşlar” hukuna geçişin, bütün gayrimüslim Osmanii uyruklannı devlete bağlayacağına inanılıyordu, “Pan-Ottomanizm” bu umutla üretilmiş bir ideolojidir.

mıştır ya da kalmadığım sanırız. O zaman, “çağın gerçeği" olduğuna inand ığım ız “Türklük” olgusuna dayalı bir milliyetçili­ ğin zamanının geldiğine karar veririz.

Ama umulanı gerçekleştirmeye yetme­ miştir (bunun nedenlerini de burada tar­

Tanzimat yazarları, BatYdan “düşünce tarzı”, "bilimsel metodoloji” vb. almak is­

tışm ayalım ). Sonuçlardan hoşnut olm a­ yan, ama yerine koyacak başka bir şey de

temiyorlar, bundan korkuyorlardı. Batılı­ laşmanın hem zorunlu, hem de tehlikeli

d üşü nem eyen A bdülaziz’den sonra 11. Abdulhamit pan-lslânıizmı getirdi. Avru­ pa kıtasında kalmış, kimisi ancak “nom i­ nal" anlamda İstanbul’a bağlı son toprak­

olduğuna in an ılan b öy le b ir zam anda “düşüne e "den beklenen de tam buydu: o tehlikeli tuzaklara düşmeden teknoloji al­ mak. Cum huriyetle birlikte onların şid­

larda yaşayan hatırı sayılır Müslüman ce­ maatler vardı hâlâ: Amavutlar, Torbeş ve Pomaklar, artık uzakta kalan Boşnaklar ve tabii doğuda Araplar, Kafkas yal dar, Kürtler. B unlarla, b elki de, elde kalan topraklar elde tutulurdu. Yani, Pan-Ottomanizm’in seçilmesinde,

detle bağlı olduğu “Mutlak M etin", yani Kur’an-ı Kerim ve onun çevresinde kum ­ lan “literatür” , “m utlak" özelliğini kay­

“e ş it y u r tta ş la r d a n o lu şa n b ir “toplum "un iyi b ir şey olduğu düşüncesinin

güçlü bir karşı çaba olmadıkça, bu “yeni metni” mutlaklaştıracaktır. Nitekim bun­

fazla bir payı yoktu. Aynı şekilde, “panIslâmizm" kendisi olması gereken, iyi b ir şey olduğu için seçilmemişti. Bu kararla­ rın verildiği dönemlerde ve konjonktür­ lerde varolan koşullara uygun görüldük­ leri için seçilmişlerdi. Bu, p r a g m a tik bir

ların ikisi de oldu ve Türk milliyetçiliği çağı da, “düşünce ve gerçeklik" ilişkisine eskisinden fark lı bir yorum getirm edi. Gerçeklik yine belliydi ve düşünceden ya da “akıT’dan beklenen yine “raison d ’i t a l ” olm aktı. Bizim için “en faydalı" neyse

seçimdi ve zaten “düşünce"den beklenen

onu bulup çıkarm aktı, “Aydın" olduğu

betmiştir, Ama “Mutlak Metin” alışkanlı­ ğı kolay kolay geçm ez, değişmez. Top­ lumda eski metne bağlı kalanlar olacak­ tır; y eni m etni ben im sey en ler de, çok

I Ü 8 K I Y E • D E

S I Y A S I

D Ü Ş Ü N

C E N İ N

A N A

Ç I 7. G I L E R i

iddiasıyla ortalığa çıkmış bir kişinin yöre­ yi. sözgelişi. "Gûneş-Dil Teorisi" gibi bir varsayım ın tem ellerini lariışm ak değil, kafasını çalıştırıp, "elektrik", “robot" vb. kavramların bazı “Türkik k ö k lerd en gel­ diğini kanıtlamaktı. Bu “yen ilik ", bir T a n ın ım yerine bir başkasını koym aktan çok farklı bir du­ rum yaratmadı. üleştiririm dışın d a kalma sı gereken şeyler yine vardı, zaıııarı içinde güçlenecekti de. TÜRK M ÎLLÎYTTÇll tCI

Osıııanlı'nm en değer verdiği bölgesi olan Balkanlar 19. yüzyılda Yunan Bağımsızlık Savaşı ndan başlayarak, son sarsıntıları birkaç yıl öncesinde de duyulan bir "mil liyetler boğazlaşması"na girmişti. Bu sar­ sıntılar süresince sınırlar değişti, nüfuslar değiş tokuş edildi, çok acı günler vaşaııdı. Yüzyılın ilk yirmi yılından başlayarak. Türk m illiy e tçiliğ in in doğduğu b eşik , başta Selanik olmak üzere. Manastır gibi kentleriyle, bugünkü Türkiye ile Itır ilgisi kalmayan Makedonya olmuştu. Bunun gibi Bulgar m illiy etçileri Ro­

Ahmet lla m d i Başar, ülkeye d a ir ken din ce tespit ettiği sorunları liberal bir fik riy a tla anlatm ak, geliştirm ek y erim , devlet d ili g ram erin e tahvil etm eye çalıştı. "Gazi b a m ç o k kızm ış" korkusu, y en i bir dilin ön ü n de k en d i yarattığı bir engel halin e geldi.

manya ve Odessa'da. Makedon milliyetçi­ leri Bulgaristan'da örgütlenmiştir. Başarı­

la görülmedi. Abdülhamit, Muhafız Alayları nda uyguladığı politikayı asıl ordu­

sız Romen devrimcileri İstanbul'a sığın­ mıştır. Böyle pek çok karışıklık, gidiş-geliş olmuştur.

nun subay kadrosunda da uygulamaktan geri durmuyordu: A rınm alara. Araptara ayrıcalık tanımak bunlardan biriydi (paıı

Balkanlar, hem Osnıanlt devletinin en fazla önem verdiği bölge, hem de çağdaş siyaset koşullarında topun ağzında olan bölgeydi. İstanbul'da Tıbbive'de kurulan İttihat ve Terakki Makedonya'daki genç subaylara ulaşınca maddi bir güç haline geldi. 15u “genç" subaylar da orduda su­ bay kadrolarının ‘meritokratik" bir siste­ me göre askere alınm aya başlam asıyla

IsLûmizm politikası çerçevesin d e); aynı mantık gereği Hanıidiyc Alayları kurul­ muşun İltimas yoluyla terfi de kural hali ne gelmişti. Tabii bunlara tepki de vardı (ta Serasker e kadar uzanan k işilerd e).

oluşmuş, yeni tip Osmanlı aydınlarıydı. Ironik şekilde. Abdültıamit'in tahta çıktı gı 1876 yılında 9 yeni askeri ruşdiye açıl­ mış ve bunları başkaları izlem işti. Ama Abdülhamit yönetiminin son yıllarına ka­ dar bu gibi yatırımların sonuçları pek faz-

Aralarında Mustafa Kemal'in de bulundu­ ğu, II. Meşrutiyet, Balkan Savaşı ve Kur­ tuluş Savaşı sürecinde öne çıkan kuşak ise iltimasla gelen değil, o düzene karşı "gerçek m ektepliler" olarak yetişen bir kuşaktı. Fnver'in "orduyu gençleştirm e” uygulaması bu nedenle başarılı olmuş, işe yaramaz yaşlıları tasfiye etmişti. Bit genç lerin çoğu da. rütbe takıp kıtalarına git­ tiklerinde kendilerini Balkanlarda bul-

D

O

N

E

M

L

E

R

V

E

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

muşlardı. Balkanlar yalnız askerî değil, si­

alandır ve derginin ilk sayılan bu konuda

yasî eğitim için de birebirdi. Ö z e llik le S e lâ rıik s iy a s î b a k ım d a n önemliydi; çünkü Abdülham it’in hafiye

yayımladıklarıyla adım duyurmuştur Ge­

teşkilâtı burada İstanbul’daki kadar etkili olamıyordu. Selârilk zaten yerli ahalisiyle

Farsça “lugât”!erden arınm a ve “avamla havassı" bir araya getirecek anlaşılır bir

de kozmopolit, uyanık, politize bir kentti. Ayrıca, bir bölge sel-ticarî merkez olduğu için birçok yabancı da vardı; çeşitli ma­ son locaları kurulmuştu. Böyle yerler de

Türkçe üzerinde anlaşma gereği vurgula­ nır G m ç Kalemler’de talep edilen arınma,

genç Osmanlı in fe ügetıtsıa’smm. sokuldu­ ğu, Batıdan gelen yeni fikirlerle tanıştığı yerlerdi, İttihat ve T erak k in in bunlarla ilişkileri üstüne çok şey yazılmış, söylen­

42

Z

miştir. Türkçü-milliyetçi düşüncenin ilk tutar­ lı yayın organının Genç Kalemler olduğu, konusunda anlaşıyorsak, o zaman Selânik’in bu derginin anayurdu ve bu düşün­

nellikle Ömer Seyfettin’in yazdığı bu ya­ zılarda gereksiz (ve ağd alı) A rapça ve

C um hu riyetin dil politikasının içerdiği tasfiyeciliğin yanında çok ılım lı kalmak­ ladır. Buna rağmen, dilde daha muhafaza­ kâr tutumu benimseyen, çoğu daha yaşlı kuşaktan yazarların tepkisini çeker. Yakup Kadri gibi “Fecr-i Atı”'ri yaşıtlarından da itiraz gelir. Ama dergi onlara karşı po­ lemiklerinde daha ılımlıdır - sanki onları kaybetmek istemez. İkinci cildin 10. sayısına gelindiğinde (1 Teşrinievvel 1327) İtalya Trablus’a as­

ce tarzının doğum yeri olduğunu da gö­ rüyoruz. Bu kentte yayımlanan Hüsün ve

ker çıkarır. Beklenmedik bir olaydır bu,

$iir adlı bir edebiyat dergisini çıkaranlar bunu Ali Canib’e devretmiştir, o da adını G en ç K a le m le r e çevirerek düşünce arka­

Hakkı Paşa’ya kızar: “Yes ve asabiyet... m ukareneciligiyle m eşhur, hırsızlığıyla

daşlarını yanma toplar ve yeni tarzda ya­ yma başlar. Bunlardan biri Ömer Seyfet­ tin’dir Kısa süre sonra Ziya Gökalp da yardıma gelir ve dergiyi İttihat ve Terakki’yle bir ilişkiye sokar: “Ali Canip, İttihat ve Terakki Cemiyeti Merkez-i Umumîliği tarafından 12 Mart 1372 (2 5 Mart 1911) ta rih li kararn am e ile ‘G en ç K a lem ler’ mecmuası Sernıuharririigine getirildi” ! Aşağı yukarı aynı zam anlarda İstan ­

ama dergi “beklem ediği için ” Sadrazam

m aruf llalyaıılar zavallı vatanımızın kıy­ metli bir cüz’ıı olan Trablus-u Garbi, sa­ daret sandalyesinde müsterih bir uykuya daları Hakkı Paşa’mn Marinbad seyahati­ ne dair gördüğü rüyalarla sermest olma­ sından istifade ederek elimizden kapmak istiyorlar. Bilm iyorlar ki yaşamaya abd eden bir millet ölmeye de hazırdır, öldür­ meye de” (Genç Kalemler, s. 27 9 ). Bunu başta Rıza Tevfik, dergi yazarlarının sev­

bul’da da Türk Yurdu yayına girer, Bu iki­ sinin çok benzer dergiler olduğu, zaten yazarlarının da çok zaman aynı kişiler ol­ duğu doğrudur. Ancak Genç Kalemler ırk-

m edikleri insanlara saldırıları izler (Ali Canib’in kullandığı takma adla). Aym sa­

çı-yayılm acı T ü rk çü lü k akım ının daha açık bir sözcüsü ve öncüsüdür. Belirli bir

yazı dahi vardır.

tip Türkçü milliyetçiliğinin bütün belirle­ yici özelliklerini, topn topu iki yıl yayım­ lanabilmiş bu dergide bulmak mümkün­ dür. Bu yanıyla ilginç ve önemlidir.

Ekinı’de yayımlanın Bu sayıda Trablus’ta ilgili hiçbir söz, yazı vb. görülmez. Zaten

yıda İtalya’nın birleşme mücadelesini ol­ dukça hayırhah bir dille anlatan kısa bir 1 1 . sayı b iraz g e c ik ir ve a n c a k 2 3

çok ince bir sayı olduğu anlaşılmaktadır. Tepkiler, 12. sayıdan itibaren başlar, Bura­ da “İtalya Trablus’u Çiğnerken Sanlı Bayra­

Bu özelliklere delginin İlk sayılarında p ek rastlanm az. Şüp hesiz “ulu sal d il”

ğımıza’’ başlıklı, yazarının “Kemal Nesrin”

m illiyetçi id eo lo jin in önem verdiği bir

olduğu belirtilen kısa bir yazı yayımlanır:

T U K K I Y

E 1 D E

S İ Y

A S T

D Ü Ş Ü N

O

K

I

N

A N A

Ç I 7. ü

I 1 F R I

Bir incecik hilâl ile kan. sade kan ve san!

Son rak i sayıda Ö m er Sey fettin "P ri­

T.v bugün ceh resin d e in tikam gözlü ta

mi) "sunu yetiştirmiştir. Bu da standartları koyan bir hikâyedir. Selanik'te Kenan Bey.

lıa ssü r leı ut asan nur! H arp ila h e le r in i ön ü n de eğdiren kulu n ların ın güneşten bıı-

vâk, fe z a la r d a n y ü ksek h ir sanı, b ir ih ti samı sardır. B ugünkü hain h a k a n ı onu k iıcu h em ez , a lc a lta m a z . P.y dün Ç a ld ıra n la rın , Y ivan aların s e m astın zenıiıı. zem in in i sem y apan sanlı

ve kan lı b a y r a k ! fliı z a m a n la r kü krem iş a sla n la rın p a r ıa la y a ın a d ıg ı tem iz kalb ın ı siıınli ku du z b ir k o p e k tırn aklay a ın azl:\ s a r ın ... ah unutm a ki k e fen siz '■il­

a n la rıy la m e z a r la r ın d a s a t a n s a h ip le ­ rin onu y a ln ız onu. . sen den y arın ı b e k liv ar!..

Selanik. 23 liylül 1327 Bunu izleyecek olan (ve bugüne kadar izlemekle kusur etmeyen) milliyetçi ede lhyalın belli haslı öğeleri bu kısa parçada oldukça saydam biçimde gözlenebiliyor: "bayrak" ve "şehit" retoriği var: geçm işten zaferler hatırlatılıyor: "G eçm iş'te olması kolu, ama bir iki taşın yerinden oynama siy la oraya yeniden dönüleceği (ne olsa bir "öz" bu) umudu yaşıyor. "Biz"den söz edilirken abartılı ( “fezalardan yüksek" vb.) ve yerine oturmayan ( “nur" ne. "ka­ nadan" ne vb.) bir retorik; "düşm atrdaıı söz ederken düpedüz "küfür den de. sa kmınayaıı bir aşağılama ("kuduz köpek' vb.): “katı" kavramı çevresi "ıapııım a"ya varan bir yüceltme. “Çaldıranlar", “Vivaııalar”la. "kanlı b ay ra k la tam anlamıyla militarist hir dünya görıışu. Bu yazıyı Aka Gündüz ün ‘Kayıkçı" adlı hikâyesi izliyor. İtalyan askerleri gelip hu­ kuk dışı, insanlık dışı bir biçimde bü Arap kayıkçıyı ve yoluğunu çocuğunu hunharca boğazlıyorlar. Bir olay övgüsü, oram içinde

Balı bayram, o nedenle Türk düşmanı biı mühendis ("Türklüğe yani medeniyetsiz­ liğ e..." s. 3 1 7 ). “O İliç harbi sevmezdi. H arp, hayattır! diyen filozofun kırmızı bir canavardan başka bir mahluk olmaya­ cağını iddia eder, ur.viyallaki 'mücadele' fiilmin içtim aiyatla, insanlıkta da lâzım ve mevburi bulunduğunu fetıle. tecrübe ile gösteren Danvin’drn nefrel ederdi.. insaııiyyeT hüly ası onun m ezhebi idi.. Dokuz senedir masondu" (s. 31.7). Öm er Seyfettin burada "Sosyal-Darvvinizm" övgüsünü yapıyor (D a rv in 'in bi­ yolojide olduğu gibi sosyolojide de bu mm bulunduğunu "fenle... gosler”digini ileri sürerken yalan söylüyor). Ama asıl önemlisi, hıan aııizm 'c düşmanlığını açık ça belirtiyor: "İrk ve muhit nazariyesini, ruhu ve fikri hasta bütün zavallılar gibi inkâra kalkardı... fazilet ve insaniye!' fik­ ri. muayyen ve sahil manası olmayan bu umunu ve müphem iki kelime... dimağını sııhura uğratmış ruhunu karinmiş, onu... yaşar bir ceset halinde bırakmıştı" (Aynı yerde s. 317). Bu Kenan Bey bir Italyan kadınla yalva ra yakara evlenir. Doğan oğullarına Iıalyan-usulü. Primo atlını takarlar. Çocuğun Tüı kçesi bile bozuktur. Bu sıralarda Trab­ lus olayı pal lak verir ve karı-kocanın ara­ sı açılmaya başlar. Ama asıl Primo. nede ni açıklanmayan (herhalde "damarların­ daki asil kan a bağlayacağımız) bir dönü­ şüm geçirir ve "Ben var Türk çocuğu!" tarzı bir şeyler bağırıp Garibaldi'nin res­ mini parçalar. Artık Kenan da kendine gelmiştir:

bir "davranış tutarlılığı” filan \ok. Zebani­

“Ben H ırka, ben l iırlıo... Ben y o k h ü ly a­

lerin Italyan olmasını gerektiren bir du ­

lın.. " d iy erek vatlığını id r a k ve ilân eden

rum da yok. “dalyanlar bövledır" demek için yazılmış, “böyle" olduklarım kanıtla­

k ü ç ü k m abu du nu t e k r a r t e k n ır öp u y oı.

mak içiıı "boy ledirler" demenin ötesinde bir zahmete girişmeyen hir hikâye.

ö p ü y o r: O'razia, M uzaffer, g em . kav i ve u yanık Tutan ın m u h a k k a k g a leb esi a lım ­ d a e z i le c e k ola n z a y ıf, h a sta \e m iskin

d

ö

n

e

m

l

e

r

V

E

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

garbın korkak ve kadından bir timsali gi­ bi hıçkıra hıçkıra ağlıyordu {Ay., s. 330).

mine çalışm ak olm alıdır” (A.y., s. 4 3 7 ). “icat” demesi anlamlı.

Üçüncü didin birlikte çıkan 17.-18, sa­ yılarında “Hindistan ve Türkler” başlıklı

Mdtıevî yurt, şimdi yaşayanların evvelce yaşamış olanlara ruhen merbut obuası­

bir yazı (Selanik İttihat ve Terakki Kulüb ü ’nd e verilm iş b ir k o n feran sın yazılı m etni) yayımlayan M ehmed Ali Tevfik,

nın ifad esid ir... Mânevi vatanın aslî unsu­ ru m ezarlıktır.. Bu ruhen merbutiyeti teşkil eden a n a s ır üçtür: Aynı kan dan o l­ m a k hissi (açıkça “ırk", yani Renan’ıu reddettiği], muayyen bir tarzda ve muay­

yine aynı sayıya, İtalya ve Trablus’la ilgili yedi şiir vermiş ve bunları “İntikam Şiir­ le ri” başlığı altında toplam ıştır. Şiirler “sone" biçiminde (“İtalyan Sonesi” olma­ ları da bir ironi!) yazılmıştır. Bu şiirlerde “in tik a m ” ve “ö ç ” k e lim e le ri 6 k ere, “kan” ve “h u n ” kelimeleri 9 kere geçer. İtalya'nın “ata"sı Roma olduğu için, Meh­ med Ali Tevfik de “ata” olarak Cengiz1'de karar kılar. Roma bir “medeniyet” olduğu için , intikam, “medeniyeti yıkmak” biçi­ mini alır:

Pamal eder zeminini bir Cengiz ordusu; Heybetli çan la nn yıkılır; muJilesem, ulu Mabetlerin çöker yere... Türk kavmi... Bir gün unutma sen bu aziz intikamı al, Dolsun mezarla hep Roma, aksın T i beride hûtı! Veya şöyle: öc almak.., İşte aşkıyla kalbimi dolduran:

Ezmek sejil İtalya’yı... Görmek o milleti Sahrası kan, denizleri kan, asıîmâm kan! Aynı Mehmed Ali Tevfik, 20. sayıda da başka bir konferansm, yazılı metnini der­ gide yayımlar. Bunun başlığı “Yeni Hayat Mânevi Yurt”tur. Konuşmasına Renan’dan alıntıyla başlar. Renan, “m illet” i oluştu­ ran öğeleri incelerken, bunların arasında "ırk ”ın bîr yeri olmadığını özellikle be­ lirtm iştir, Ama “ırk ”, M ehmed Ali Tev­ fik’in -görüleceği g ib i- sevdiği gibi kav­ ramdır. Konferansın başında şunları okuyoruz: ”... Türk’ün en mukaddes vazifesi mân ev! yurt, mânevi vatan mefhumunun evvela

halk ve icadına (abç), sonra neşr ve tami­

yen bazı e fk â r ve hissiyat d airesin d e b ü ­ yü tü lm ü ş b u lu n m a k hissi ve bir d e şük­ ran hissi (A.y., s. 438). M ehm ed Ali Tevfik bu tanım lard an sonra Arjantin ve Japonya üstüne konu­ şu r ve bu loptum larda geçm işin oldu­ ğundan parlak gösterilm esi için eğitim sistem in e b ilin ç li yalanlar konduğunu anlatır: “Fakat efendiler, bunlar m eşru bir takım yalanlardır" (s. 4 3 9 ) der. Bizim de böyle yapmamız gerektiğini vurgular: “T ü rk m ille ti, T ü rk vatan ı y a p ılm a lı [abç] diyorum. Nasıl? Türk etnografişini, T ü rk coğrafyasını, T ü rk tarihini, T ü rk mefahirim öğrenmek suretiyle” (s. 4 4 3 ). Bu alıntılarda değinilen temalar, Türk milliyetçiliğinin bu “ırkçı” kolunun ayırdedici, tanımlayıcı özelliklerini bir araya getiriyor, Bu özellikleri üç ana başlık al­ ımda toparlamak istiyorum. Bunlardan ilki anti-hümanizm: Burada “hümanizm” teorik yan-anlamlarıyla de­ ğil, sadece insanlığa ve insanlara sevgi ve saygı anlamında ele almıyor. Örneğin Althusser gibi bir düşünür Marksizmin “te­ orik aııti-hüm anizm " olduğunu söyler­ k en, tarihî belirlenm elerd en bağım sız, d o la y ısıy la da “d e ğ iş m e z ” b ir in s a n “özü"nıın bilimdışı bir kategori olduğunu söylüyordu. Türk m illiyetçilerinin “antihü m anizm "inin böyle inceliklerle ilgisi yok: M illiye içiysen, yalnız kendi ırk ın ­ dan, milletinden olanları sevebilir, insan yerine koyabilirsin. Başka herkesten, en hafifind en kuşku duym alı, ama iyi bir m illiyetçisiysen, onlardan nefret etmeli­ sin. Ömer Seyfettin’in “insaniyyet"ten na-

T Ü R K İ Y E ' D E

S İ Y A S Î

D Ü Ş Ü N C E N İ N

A N A

Ç İ Z G İ L E R İ

sil bir tiksinti ve küçümsemeyle söz etti­

den kaynaklanır, onun için T ü rk M illî

ğini gördük. Şüphesiz bunu yalnız “Primo”da yapmıyor. Ama bu çizginin ondan

Eğitim sistem inden aynk otu gibi ayık­

sonraki sözcüleri de farklı tavır almamış­ lardır. Nihat Atsızin oğluna "Vasiyet” ola­ rak yazdığı, herkesin “düşman" olduğuna

Bu milliyetçiliğin ikinci ana başlığı ola­

dair kısa metin bu tavrın “klasik" örnek­ lerinden biridir. Ama yalnız Atsız’da bula­ cağımız yüzlerce örnek arasından yalnız biridir. Örneğin, bakın: “... biz tek daya­ nağımız olan Türklük ruhunu unutarak

lanması gerekir, rak, “Medeniyete, Karşı” olma özelliğini görüyorum. Bu, “geçm işte m illî mefahir bulma” çabasının da ikiye ayrılmasına yol açan bir konu. “Biz Türkler hangi gele­ neksel m irasın varisiyiz? Göçebe ve sa­ vaşçı mıyız? Yoksa gittiğimiz yere mede­ niyet ve adalet mi götürdük?”

yerine Tanrı’nın belâsı olan hümanizmayı koym ak sureliyle bizi ayakta tutan tek gücü, millî şuurla millî ruhu silmeye çalı­

Türk milliyetçiliğinin içinde biçim len­ diği genel ortam ın, d eğinilen Trablus,

şıyoruz” ( ö t ü k e n , 1971, sayı 10). H ep sin in p ay laştığ ı “S o sy a l-D a rw inizm" anlayışı da gereğinde bu başlık al­ tında ele alınabilir. Aynı şekilde, “savaşa

gibi olaylarla (öncekileri bir yana bırakır­ sak) dolu olduğu ve bu savaşları kaybet­

tapınma" tavırlarını da buraya bağlamak mümkündür (bu da zorunlu olarak “m ili­

şmda yatan ilk özlemin bir “askerî zafer” özlemi olması normaldir. Öte yandan, ha­

onu izleyen Balkan Harbi ve Dünya Harbi

me utancının genel psikolojiyi derinden etkilediği düşünülürse, ortaklaşa bilinçdı-

tarizm" i getiriyor. Bu ırkçı-milliyetçi zih­

lın saydır bir sûreden beri “Batılılaşma”

niyetin en temel, en değişmez özellikle­ rinden biri “militarizm "idir).

sürecinde yaşadığını düşünen inteligcmtsio açısından Batı ile ilişki de arızalı bir

Reha Oğuz Türkkan: “X IX.uncu (sic) yüzyıl, kuvvetli sosyalizmle birlikte yeni bir mikrop daha getirdi: pasifizm (sulh-

ilişkidir. Benzemeye çalıştığımız bu ülke­ lerle aramız her zaman iyi değildir. Kaldı ki, benzem eye ça lışırk en k î altta yatan duygu da, “onları yenmek üzere onlara

ç u lu k )" (T ü rkçü lü ğ e G iriş , İsta n b u l, 1940, s. 175). "Sulhçu telkinle yetişen Norveç, Holanda ve Fransız askerleri, en

benzem ek" duygusudur. Pek fazla dost­ luk içermez. Dolayısıyla, özellikle “dosta­

ufak bir tazyikle panik yapmış, kaçışmış ve bu yumuşak milletler [abç] savaş ate­

ne" olmayan karşılaşmalarımızda (Genç Kalenderde bu infiallere yol açan İtalya

şiyle eriyerek mahvolmuşlardır” (A.y, s. 181). “Her harp sonunda, cemiyetlere ye­ ni bir hayat geliyor; her savaş sonu çağı, yeni bir m ed eniyet çagL o lu y o r” (A.y.,

k a rşılaşm asın d a olduğu g ib i) o n la rın

s .184). savaşta galip gelip mağlubun menfaatlarım kendine alan ve faydalanan kuvvetli milleti nasıl ‘Haksız’ sayabiliriz?” (A.y., s. 191) dediğine göre, “hak” kavra­ mının da ancak “güç’l e bir anlam kazan­ dığına inandıklarını görüyoruz. Daha sonra Aydınlar Ocağı’nı kurmuş olan İbrahim Kafesoğlu, Muharrem Elgin

“m edeniyet”i de b ir “nefret n esnesi”ne dönüşebilin ektedir. Yukarıda M ehnıed Ali Tevfik’in “İnti­ kam Şiirleri”nden birkaç kısa alıntı ver­ dim. Bunlar önemli, ama benzerleri çok. Aynı dergide, Trablus ön cesi, Yunanis­ tan’ın G irit’i alması üstüne bir şiir yayım­ lanır. Şairi Âkil Koyuncu’dur, Bir yerde şöyle der:

gibi profesör ve yazarlarda da çok güçlü

Artık yeter Aşillernı ahfadıyım diye G österdiğim şecâ'at-i k ez z a b e d en sıkıl!

bir “anti-hümanist" damarın devam etti­ ğini görürüz O nlara göre “kom ünizm ”

Artık yeter o yaktığın eî’âk-ı nâriye Bir styl-i hûn içinde sön er sonra;

gibi zararlı akımlar da “hümanist" temel­

git, yıkıl! (A.y, s. 135)

d

ö

n

e

m

l

e

V

r

E

Burada da Homeros’ta cisimteşen Helen medeniyetine bir saldın var ve yine “ka­

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

nında söndürme” tehdidini görüyoruz.

Bu şiirin başlığı “Makyavel" olduğuna göre, Mehmed Ali Tevfık’de olduğu gibi Rom anın ve İtalyan Rönesansı’nın birlik­

İttihat ve Terakki’n in bir yayın organı olarak K ah ire’de yay ım lanan Anadolu

te lanetlendiğini düşünebiliriz. Derginin son sayısında, dergiyi bitiren

adında bir dergide 1320’de, yani 19041e yayımlanan Paul Gillıard adlı birinin ya­

şiirde, Ziya Gökalp de başını alıp gitmiştir;

zısında Tinrurlenk’ten ve Cengiz Han’dan “insan kasabı" sıfatıyla söz edilmiştir. Ya­

Cenk Türküsü

zarın “ecnebi” olması önemli. Ama Turk-

Düşman yine ö z yurdu n a el attı, M ezarın dan atan kılıç uzattı,

ler içinde de Attila veya U m ur gibi “Ci­ hangir’le r i “vandal” olarak niteleyenler

A ttila’m n oğlusun sen, unutma!

vardı. Ama Genç Kalem ler ya da yaşın Türk Yurdu gibi, “Türkçü" ideolojiyi ciddi şekilde benim seyen dergiler ve akım lar asıl o tür “kahraman”lan seçip göklere çı­ kardı. Bu “kahramanlaştırma"ya (yine Trablus öncesinden) Gökalp da katılmıştır; .Şarka, G arb'a yürüsün Oğuz Han’ın

Yürü, diyor, h a k k ı zulüm kanattı,

‘Medeniyeti’ d em e, d u y m a z o sağır; Taş üstünde taş kalmasın du rm a, k ır; K a fa la r la d ü z y o l olsun h e r bayır, Attila'n m oğlusun sen, unutm a!

Koş! ‘Plevne’yifteal bayrak taksın, Gece gün dü z Tuna suyu kan aksın, Yaksın, kakruı bütün Balkan’ı yaksın, Attila’nm oğlusun sen, unutm al

ordusu. U lutoş H an sö y lerk e n g en ç ‘T m n ıa tf k a rşıd a

Bu hutbenin ruhunu dikkat ile dinlerdi. Bu genç sonra 'Cengiz; Han’ olup çıktı m ey d an a, ‘B ü y ü k fş’in pek y a k ın olduğunu gösterdi

(A . y s, 183). Yukarıda değindiğim, “militarizm" mi, “medeniyet" mi, ikilemi başından beri Zi­ ya Gökalp’t e vardır. O, bunları dengede götürmeye çalışır; Kimlerdendir unutma büyük Ikrt-i 5 iııâ'lar? Kimlerdendir unutma k a h ra m a n A tila ’lar? (A.y., s. 2 1 8 )

Gökalp burada Ömer Seyfettin’i, Meh­ med Ali Tevfik’i de gerilerde brraknıış ve “medeniyet yıkma" hevesi ve nefretinde yeni mesafeler almıştır. Bu “T ü rk çü ” yazarlar böyle ama “İs ­ lam cı" M ehmed A kif’in de, konu “Batı medeniyeti’’ olunca, tavrı değişmiyor, işin içine din girdiği, Batı “materyalist” mede­ niyetinden ötürü Islâm’a üstünlük sağla­ dığı için, A kif’in öfkesinin daha da şid­ d etli olduğunu d ü şü nebiliriz. Ama bu yalnız ona, onun gibi, İslam cılara Özgü bir tavır da değil, olmamalı. “İstiklâl Mar­ şı”nda “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar" dizesi Batıcı-milliyetçi kesimi de belli ki hiç rahatsız etmedi, çünkü Akif’in İslamcı oluşu bazı Kemalistleri biraz te­

Ö tekiler işin “m edeniyet” yanma pek fazla önem vermez.

dirgin etse de, bu dizenin “isabeı"ini tar­ tışan kimse görülmedi.

“A. İsm et" adını kullanan biri de şunla­ rı yazıyor

Mehmed A kif’in “medeniyet" karşısın­ da duyduğu rahatsızlığın dile geldiği tek yer de değildir bu dize. Gerçi “Asım”da

A lç a k em ellerin le sen ey kanlı iştiha, A lça l ki şimdi, g a y z ve ten effü rle titreyen

Kalbimde her zaman düşeceksin, sefil R om a!

Gezmeyin o rta d a , oğlum, sokulun bir sapaya, Varsa imkânı, yann avdet edin A vrupaya

T Ü R K İ Y E ' D E

S İ Y A S İ

D Ü Ş Ü N C E M İ N

A N A

Ç İ Z G İ L E R İ

der ama, “fen’’ ve “teknoloji" almak üzere gitm elid ir oraya Ahm et İviidhat’ın da

h ir d e n söz ediyor: yani tarihimizi "ifti­ har" edeceğimiz olaylarla dolduracağız.

inandığı gibi, bundan öle bir şeyi kendine bulaştırma malıdır (bu arada '‘medeniyet" de a tab ild iğ in e “m ad d i”le fm e k te d iv ).

Bunlar olmamış olsa da. Tabii Mehmed Ali Tevfik bu m antığı kurduktan sonra

Çünkü

yok” diyerek uydurmaya başlıyor.

... Gösterdiği v ah şette "bu: b ir A v ru p alI Dedirir-yjrtıcı, his yoksulu., sırtlan kümesi,

Varsa gelmiş, atılıp mafıbrsı, yalıud kafesi! Ve ayrıca, M a sk e y ır tü m a s a h â lâ b iz e â fetti o y ü z ... M edeniyyet denilen k a h b e, h akik at, yüzsüzS o m a m e lu n d a k i tah rib e m û v ekh el esbâb. ö y l e m ü dhiş ki: ed e r h e r biri b ir mülkü

“As-lında bizim uydurmaya ihtiyacım ız Bu düşünce tarzının devamını Cumhuriyei’in başında, muhtemelen Mehmed Ali Tevfik’in tahmin edemeyeceği boyutlarda görüyoruz. Güneş-Dil Teorisi ve Türk-Tarih Tezi Cumhuriyet’te otuzların bütün en­ telektüel atmosferini belirlemiştir. Bunların ikisi de aynı kapıya çıkıyordu: Türkler Or­ ta Asya'da, sonra kurumuş olan bir iç deni­ zin kıyısında büyük b ir medeniyet kur­ muşlar, sonra deniz kuruyunca buradan

h a ra b .

göçm ek zorunda kalm ışlar, göçünce de medeniyetlerini bütün dünyaya yaymışlar

Ama "Batılı" olmayanlar da Akif'in öf­ kesinden payım alır:

Böylece bütün medeniyetler Türk kökenli oluyordu. Daha sonra Türk Tarih Kuru-

O.strafyayla b e r a b e r bakıyorsun: K a n a d a ! Ç eh reler b a şk a , lisanla^ deriler rengârenk. S ad e b ir hadise var ortad a: vah şetler denk.

A n ah atlan adında, yalnız toz adet basılan

K im i Hindu, kim i Yam yam , kim i

potamya, Mısır ve Hitit, Çin ve Hint, Pers, Aka ve Roma medeniyetlerini hep Türkler

b ilm em n e b elâ... H ani tâû n a d a gü ldü r bu rettiJ istilâ...

Bu kadar “vaveyla”tun ahlâki gerekçesi­ ni anlamak da mümkün değil. Savaş var (Dünya Savaşı!) ve bir taraf öbür tarafa bir saldın başlanyor. Karadeniz’e çıkarttığımız Alman gemilerinin yaptığı gibi, savaş ilâm olmaksızın başlatılmış bir saldın yok, ör­ neğin. Biz “Galiçya'da destan yazdık" diye övünürken bunun “ahlâki" yanlışlığının nerede olduğunu kim açıklayabilir? Ah­ lâksızlık, sadece b iz e saîdıniması mı? Hümanizme ve medeniyete karşı olma­ nın, m ilitarizm den, savaştan, güçlünün hakkından ve Sosyal-Danvinizm’den yana olmanın nihâi adımı (benim sıralamamda üçüncü kategori) da bu zihniyetin “ger­ çekliğe" karşı olmasıdır ki bunsuz öteki­ ler de olam azdı. M ehm ed Ali Tevfik’in “mânevi yurt" kavram ını ve toplum un zihninde bunun inşa edilmesi için gerekli gördüğü yöntemi okuduk. Yazar, “m efa­

mu’mı oluşturacak kadro T ürk T arihinin bir kitapta, bunları yazdı: Sümer ve Mezo­

yaratmıştı. Buna paralel olarak, bütün kül­ tür dilleri de Türkçe’den türemişti. Birinci Türk Tarih Kongresi 1932’de An­ kara’da toplandı. Burada “kuruyan deniz", “Türk ırkının kafatası” ve buna benzer bir­ çok konu, zaman zaman gerginlikler yaşa­ narak tartışıldı. Kongrenin sonuna doğru, G enç Kalemlerde Mehmed Ali Tevfjk’in oy­ nadığı rolü oynamak Yusuf Akçura'ya düş­

tü. Uzun konuşm asının b ir noktasında Fransa’da gittiği bir okulu anlatır ve şöyle der Yusuf Akçura:

çok istifade ettiğim

ve hocalarına minnettar kaldığım bu mek­ tebin tarih dersleri, bir kül teşkil ederek, talebeye muayyen fikirler veriyor ve talebe­ ye muayyen bir emel, bir gaye telkin edi­ yordu.” Bunu özetliyor ve orada telkin edi­ len bu “gaye"tün “adeta Harbi Umumînin bir programı” olduğu sonucuna varıyor: “D em ek Büyük H arp bu su retle m e k tep le­ rin tarih tedrisile seııelerd en beri ilim n a -

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

m ın a ih z a r ediliyor, telkin ediliyor, d a h a d o ğ ru fa k a t (iğ b ir ta b ir le p r o p a g a n d a ed iliy o rd u ,’’ Bu s ö y le d ik le r im d en a n la ş ılm ış tır ki tarih m ücerret b ir ilim değildir: Tarih h a ­ y a t için dir: tarih m illetlerin , k av im lerin

Yarlıklarını m u h a fa z a etm ek, ku vvetleri­ ni in k i ş a f e ttir m e k iç in d ir (Türk Tarih

Kongresi, s. 605). Sonra benzer başka şeyler söyler: T ilv a k i V litard. I 9 2 7 ’d e neşrolunan bu m a k a le s in d e , P r o fe s ö r L a v ıs s e ’in F r a n ­

48

sa'da tarih tedrisatının ıslah ın a m ü teallik fik ir le r d e n b a h se d erk en , bu m eşh u r m ü v eırih ve m üderrisin A lm an m ek tep lerin ­ d e tarihin ta le b e d e v ata n p erv erlik hissini ta k v iy e e d e c e k ta rz d a okutulduğunu m i­ sal g östererek, F ra n sa ilk ve o rta m e k tep ­ le rin d e F ra n sa tarih in in o y o ld a te d ıisi z a r u r e tin i ö n e sü rm ü ş o ld u ğ u n u y a z ı ­ yor... a n in oı uz ki F r a n s a ’nın o rta ve ilk m e k te p le r in d e o k u tu la n ta rih ta m a m en o b je k tif değildir (Ay., s. 605-6).

Büıün Avrupa’nın böyle yöntemler uy­ guladığını da iddia ettikten sonra (o do­ nemde büsbütün temelsiz değil ama abar tılı bir iddia): ... Büyük Hocamızın irşadı sayesin d e... T u r k le ıe y o l gösteren o ku dsî elin işaret ettiğ i ta r a fa d o ğ ru y ü r ü m iy c b a ş la d ık

(sürekli alkışlar). C ih an a n a z a rım ız bundan b ö y le Avru­ p a g ö z lü ğ ile o la r a k değildir. G ö z lü k le ri k ır a r a k ç ıp la k g ö z le h a k ik a ti ve m en faati g ö r m e ğ e ça lışıy o ru z . C em iy etim iz t a r a ­ fın d a n y a z ıla n k ita p la r d a te fer ru a ta ait h a ta la r o la b ilir; fakat, kita p la rın istihdaf ettiği g a y e ve o g a y e y e doğru biz i g ölü re t e k a n a h a tıı d oğ ru du r (Alkışlar). B iz bu eserim izd e, ia m enşeinden itiba­ ren ken di kav m ım izi, ken d i ırk ım ız ı m ih ­ ver ittih az ettik. Ve bütün b e ş e r î v a k ıa la ­

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

Kongrede son konuşmayı Maarif Vekili Esat Bey yapar: 'T arilı tedrisinde birinci vazifemiz milli tezin mahfuziyetidir. Millî tezimizi çürütecek mevzulardan uzak kal­ mak [Bunlar acaba neler olabilir? 1 her bi­ rimiz irin, muallim için, talebe için millî ve vatanî b ir m ü k elle fiy e ttir’’ (A.y.. s. 62 8 ). Bakanın bu sözlerinden Akçura’mn "m esajı" nı anladığı belli oluyor. Ama za­ ten o yıllardan beri okullarda okutulması uygun görülmüş kitaplara bir göz atıldı­ ğında, bunun Milli LgitinVin leınel direği olduğu açıkça gorulıiyor. Yani, denebiliı ki Mehmed Ali Tevfik’in 1911d e “yapıl malı” dediği iş otuzlarda kurumlaşmıştır. Bu dil ve tarih ‘Teori''leri. yukarıda de­ ğindiğim "yol ayrımı” çerçevesinde, mili­ tarizm ve iutuhaıtan çok. "medeniyet ku ruculuk” özelliğini vurgulama çabasında­ dır. Ama mantık düzeyinde bakıldığında birbirinden çok ayrı gibi gorıınen bu iki "yol” pratikle hiçbir zaman birbirinden büsbütün aynşmamıştır. Örneğin Cumhu­ riyet milliyetçiliği Osmaıılı’ya genel olarak iyi bir gözle bakmaz. Ama fütuhatın de­ vanı eniği Kanunî döneminin sonuna ka­ dar bu tavrını fazla öne çıkarmaz. Demek ki "fütuhat” olduğu sürece. Osmanlı bile iyidir. Bu vurgu şaşm ası, genel ideoloji içinde “militarist” değerlerin ne katlar ağır bastığının göstergelerinden biridir. Cumhuriyet kurulduğunda, yukarıda da işaret edildiği gibi, Abdülhaıııit’in "İs­ la m c ılık ' p olitik ası güderek yedeğinde tutmak istediği “M üslüm anlaı’ dan fazla kimse kalmamıştı. Artıavuilar daha Bal­ kan Savaşı sırasında fırsaııan yararlanarak kopmuşlar, Araplar ise bunun için Birinci Dünya Savaşı’nı beklemişlerdi. Yani, yeni kurulan devletin İslam vurgusunu g ü ç ­ lendirerek sadakatim kazanacağı bir nûlus yoktu bir istisna ile: Kâriler! “O sırıanlı”, “H ilâfet”, “ls lâ m e ılık "...

kim , buğun A v ru p alılar d a b ö y le y a p ıy o r­

Cum huriyei’in ilk bir iki yılında bunlar hepsi bir arada temizlendi. Cumhuriyetin 6 0 0 yıllık bir saltanattan sonra yeni rejim

lar (A.y., s. 606).

olarak yerine oturması, ikili bir ideolojik

ra o m ihverin yan ın d an b a k ıy o ru z . N ite

T Ü R K I Y

E ' D F

S I Y A S

İ

D O Ş j

N C F N İ N

A N A

Ç İ Z G İ L E R İ

Atatürk'ün b ir epifitim/ o larak K enan E n en , kültüre / cam/? tem sil ediyordu. Murat Belge 12 Yıl Sonra 12 Eylül kitabın d a bunu şöyle izah eder: Sıradan yurttaş, Kenan Evren in şah sın d a nihayet k en d i g ib i düşünen b ir ö n d er bulmuştu. K enan Evren, m em lekette han gi kahveye gitsen iz beş-on ben zerin i bulabileceğiniz bir tip ti.... S allandıracaksın ellisini... diyenlerden fa r k sız d ı ."

çaba gerektiriyordu. 1) Cumhuriyet reji­ minin kendisinin "meşrulaşiırılrnast" (le­ yi t i mal ion); 2) Yerini ak lığ ı sa lta n a tın meşru olmadığının kanıtlanması (delegiiinıati/m ).

Avrupa tarihinde monarşilerin yıkılma sı veya meşrutiyet sınırları içine alınması mücadelelerinde, on planda “millet" kav raıııı rol oynamıştır. Siyasi önderler, "m a­ vi kan sahihi olarak kendini meşru ikti­ dar sahihi de gören monarşiler ve aristok rasilere karşı, iktidarın "asıl sahibi’Tıin "m illet" olduğunu söylemişlerdir. Bu ön derlerin kendi konumlarını meşrulaştır­ mak için de ileri sürdükleri gerekçe, "mil­ le rin "tem silci’si, “sözcü su vb. olmala­ rıdır. Boylere, burjuvazi fiilen “m illetin temsilcisi" konumunu üstlenerek aristok­ rasileri zapturapt altına almışım Türkiye’de ne o aristokrasinin, ne dc o burjuvazinin bir benzeri vardı. “Burjuva sın ıfı" modernleşm e hareketinin öznesi değil, hedefiydi. Bu koşullarda, Batidaki "burjuva demokratik" karakterli devrim

leriıı (Amerika'da. Fransa’da. Britanya’da. Latin Amerika'nın güneyde kalan ülkele­ rinde ve Avrupa’nın başarıya ulaşamayan ya da halt a gibi gceiken-demokratik giri­ şimlerinde) “millet "i ya da "halk "t öne çı­ karan sloganları ve tabii felsefesi, ancak silik bir şekilde sahneye çıkabildi, ama egemen olamadı. Bugün bile. Osmanlı pa­ dişahlarını, mutlak ve deşpolik iktidarla rından ötürü değil, haremde kadınlara düştükleri, içkiye tutsak oldukları, sefere çıkmadıklan, yani sonuç olarak "fütuhat” yapm adıkları için e le ştiririz . Badişahlık’tan Cum huriyete geçiş. Türk siyasi bi­ lincinde devletin nıullakçılığm ı değiştir metli; "toplumun devleti" hiç olmadı; fi­ ilen her zaman "devletin toplumu” olarak yaşandı. Cumhuriyet in "allı ok 'u arasına "devletçilik" girdi ama “dem okrasi" gir­ medi. Bu dönüşümü bir "burjuva devri­ m i" olarak görenler var. Olgunluktan bir hayli uzak, "burjuva olmuş"tan çok “ol mak isteyen" bir “p ro to-bu rju v azin in ” hareketi olarak nitelendiği zaman, bu te-

D

O

N

E

M

L

E

R

V

E

rim de kullanılabilir. Ama b ir parantez daha açm ak gerekiyor. Olgunlaşm adığı Ölçüde özerk de olamayan bu “proto-burjuvazi’’nin asıl mücadelesi, mücadelesinin hedefi “despotık yönetim ” değil (çünkü aslında buna m uhtaç olduğuna inanır), “gayrı m illî” kabul ettiği burjuvazidir. Bu mücadele "Ege’den Rum toprak sahipleri­ nin kovalanmasından 1915 Kıyım’ma ve ve M übadele’ye, sonra da Varlık Vergi­ sin e, 6 E ylüle, 1964’e uzanır. Anti-feodal bir mücadele de olmamıştır çünkü -tam

50

te rsin e- “feodal” d enebilecek kesim leri kendisi içerm iştir ve 19, yüzyıl sonundaki Prusya modeline uygun olarak toprak sahibi kesimin yukarıdan aşağıya burju­ valaşm ışını gerçekleştirm iştir. Bütün bu koşulları yanyana getiren bir süreç içinde herhangi bir liberal-demokratik ideoloji­ nin oluşması m üm kün değildi ve zaten böyle bir şey olmadı. Bu türlü bir feno­ meni M arksist term inolojinin “burjuvad em okratik” adıyla adlandırm anın çok yerinde olmadığım düşünüyorum. _________ ÜRETKEN BİR KUŞAK __________ İttihat ve Terakki i k başlayan ve dış ko­ şulların (sürekli yenilgi ve kayıplar) kat­ kısıyla kısa bir sürede biçimlenen SosyalDarwinist milliyetçilikten söze başlayın­ ca, o ideolojiyle birlikte Cumhuriyet çiz­ gisinin bu tarafına kolayca geçiverdik. Bütün bu süTeçte, “zor koşullar” etkenin­ de fazlaca bir değişiklik olmadı. Şüphesiz Büyük Savaş’m bitmesi ye Kurtuluş Sava­ ş ı l ı n başarısı Türkiye’ye soluk alma im ­ k â n ı ta m d ı. Am a en k az da b ü y ü k tü . Onun için bu “soluk alış’Tarm “astmatik” karakteri çok değişmedi. Her yenilik, “ilk” adım, yeni "başlan­ gıç" toplumlara iyimserlik verir ve eneıji üretir. Cum huriyetle birlikte topluma yayılm asa da (çü nkü yayılm asının som ut araçlan, kanalları, kurum lan vb. yoklu)

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

Burada bir kuşak, varlığını hissettirir. Kabaca, hatta biraz da “keyfî” biçimde bir ayrım çizgisi çizecek olursak, 1890-1905 arası doğmuş insanlardan oluşan bir ku­ şağa işaret edebiliriz. Ö zellik leri, “Os­ manlI İmparatorluğu” denen büyük küt­ lenin dağılma sürecinin iyice hızlandığı b ir evrede hayata haşlam ış ve bu süreci an be an yaşamış olmalarıdır. Cumhuri­ y etin kurulmasından önce, 18-30 yaşlan arasında, temel formasyonlarını almışlar­ dı. Kısacası, bu yaşadıkları evrenin son derece olumsuz koşullarının zihinlerinde uyarıcı, kam çılayıcı b ir etki yarattığını söyleyebiliriz. Aynı zamanda, düşüncele­ rinin yönünü kendileri dışında belirleye­ cek bir entelektüel otoritenin - “henüz” diyelim— kurulu olmadığı bir dönemde, büyük ölçüde kendi çabalarıyla “biçim ­ lendikleri" de söylenebilir. Bu, paradoks­ lar içeren bir süreçtir. Kendileri, çok bü­ yük ihtimalle, bu boşluktan hoşnut değil­ lerdi. Ama o aynı boşluk daha özgür dü­ şünmelerine ve daha sağlam bir donanım edinmelerine yardımcı oldu. Cumhuriyet sırasınd a, özellik le rejim in yerleşm eye başladığı otuzlarda otorite de yeniden ku­ ruldu ve andığım hu kuşağın çeşitli üye­ leri otoriteyle bağdaşmanın çeşitli yolları­ nı arayıp buldular. Bu konuyu daha önce başka yazılarım­ da ele alm ıştım . Onun için şimdi fazla uzatmadan geçeyim. Örneğin tarihyazım ınd a F u a t K ö p rü lü ( 1 8 9 0 - 1 9 6 6 ) ve Ömer Lülfi Barkan (1 9 0 2 -7 9 ) iki iyi ör­ nektir. ikisi de, üniversitede kürsü kur­ m uş, adam yetiştirmiş, alanlarının aşıla­ m ayan o to rite le ri olarak kalm ışlard ır. Cum huriyet m illiyetçiliğinden onlar da etkilenm işlerdir. Ama form asyonlarını alırken A n n ales okulundan vb. haberdar oldukları için , ufukları C u m h u riy etin kuruluşundan sonra doğan kuşaklarınki

se çk in kesim arasında b ir e n te le k tü e l

gibi sınırlanmamıştır. Edebiyat tarihçili­ ğinde Ahmet Hamdi Tanpmar (1 9 0 1 -6 2 ), düşünce tarihçiliğinde Hilmi Ziya Ülken

canlanma oldu.

(1 9 0 1 -7 4 ) yine bu kuşaktandır ve Cum­

T Ü R K İ Y E ' D E

S İ Y A S Î

D Ü Ş Ü N C E N İ N

A M A

Ç İ Z G İ L E R İ

huriyet’le uzlaşmaya çalışm alarına rağ­ m en h içbir zaman farkltlıkları silinm e­

yılını tamamladığında kapatıldı. Bu tartış­ ma uzun süre ortamdan çekildi.

miştir.

Ama Şevket Süreyya solculuğunu reji­ me göre rötuşlarken Ahmet Hamdi’nin de

“Entelektüel hayat" denince hemen ilk ağızda akla gelm eyen çeşitli alanlarda benzer biçimde öncü rol oynayan, bir di­ siplini ilk kuran, yerleştiren kişiler hep bu kuşaktan çıkar. Musikide Mesut Cemil ( 1 9 0 2 - 6 3 ) , co ğ rafy a d a B esim D a rk o t (1 9 0 3 -9 0 ), arkeolojide Arif Müfit Mansel

tanım ını uluslararası liberal düşüncesin­ den alm ış bir ekonom iyi savunduğunu söyleyemeyiz. O da “liberalizm"ini Cum­ huriyet koşullarına uydurmuştu. Dolayı­ sıyla, sonuçta o da (tabii Şevket Süreyya’m nki de aynı) b ir çeşit “devletçilik"

(1 9 0 5 -7 5 ) gibi adları düşünün. N usret Hızır (1 8 9 9-1980), Yavuz Abadan (1 9056 7 ), Haşan Âli Yücel (1 8 9 7 -1 9 6 1 ), İsmail Hakkı Tonguç (1 8 9 7 -1 9 6 0 ) yine bu ku­

bir anekdot anlatm ıştı. Bir okula öğret­

şaktandır, Nihal Atsız (1 9 05-75) Türk fa­ şizminin önem li bir öncüsü, Kemalettin Tuğcu (19 0 2 -9 6 ), acıklı çocuk edebiyatı­

m en tayin edildiği b ir dönem de (A tatürk’ün sağlığında) okula müfettiş geliyor ve Şevket Süreyya’nın nasıl ders verdiğini

nın öncüsü, daha birçok şeylerin öncüleri bu “a ile "dendir. Şevket Süreyya (1 8 9 7 - 1 9 7 6 ), Nâzım

izlemek istiyor. Şevket Süreyya, K adro'd a da yazdığı gibi, Kemalist düzende yaratı­ lan “artık"m devlet eliyle yine topluma

Hikmet (1 9 0 1 -6 3 ), Vâlâ Nurettin (190167) solun bu kuşaktan çıkmış öncüleri­ dir. Şevket Süreyya’nın “liberal ekono­

döndüğünü ve böylece ortada bir sömürü olmadığını anlatıyor. Müfettiş bunu çok

mi" deki “muadil”i de Ahmet Hamdi Başar’dı (1 8 9 7 -1 9 7 1 ). Dostluklan da, tartış­ maları da, Başar'm ölümüne kadar sürdü.

adına konuşuyordu. Ş e v k e t Süreyya b ir k o n u şm a m ız d a ("tartışma" demek daha doğru olacaktır)

beğeniyor ve onu kutluyor. Şevket Sürey­ ya, bunu izleyen özel sohbetlerinde, artık değerin “amelenin ödenmemiş say’i” ol­ duğunu bildiğini ve kendisinin de buna

Em in T ü rk E liçin, Kemalist Devrim İde­ olojisi adını verdiği çok önemli kitabında

inandığını söylüyor. “Ama ben sorumlu­ luk nedir, bilen bir adamım” diyor. “Dev­

bu iki düşünürün düşüncelerine “Ayde­ m irisin" ve “Başarizm " der ve ikisinin, m erkezde duran Kem atizm in iki karşıt

let beni öğretmen tayin etmişse ben o bil­ diğim şeyi anlatmam, sizin dinlediğiniz dersi anlatırım.”

ucu olduğu görüşünü geliştirir. T ü rk i­ ye’deki ekonom ik tartışmanın sınırlarını onlann çizmiş olduğu görüşü, doğrusu, yabana atılacak bir görüş değildir.

Sanırım bu anekdot (Şevket Süreyya bunu kıvançla anlatm ıştı!) merkezî otori­ te ile düşünce arasındaki ilişkiyi yeterince saydam laştırıyordun “A rtık -d eğ er"d en

Bu noktada, bir konuyu bir daha vur­ gulamakta yarar var: bu kuşağın üyeleri­

vazgeçerek “sosyalist" olmak veya “devletçiHiği benim seyerek “liberal" olmak,

nin düşüncelerini bir otorite boşluğunda kurduğunu, ama daha sonra bir “devlet otoritesi” ile karşılaştığını söylem iştim . Örneğin Şevket Süreyya 1917 sonrasında

Türkiye’nin siyasî iklim ine uygun tavır­

(Rusya’ya gitmiş ve orada Marksizmi öğre­ nerek buraya gelmişti. O ve Vedat Nedim

düşünceye değer ve önem verilen top­ lumlarda böyle bir şey olamaz, kabul edi­

(1 8 9 7 -1 9 8 5 ) sonraki yıllarda görüşlerini buradaki rejim çerçevesinde değiştirdiler. Buna rağmen de hiçbir zaman rejimin gü­

lemez.

venine mazhar olamadılar. K ad ro üçüncü

lardır, Belki dünyanın bazı başka ülkele­ rinde de benzer durumlar ortaya çıkmış­ tır; ama d em okratik toplum larda veya

Yazının başında Ahmet M idhat Efen­ d iye değinmiştim. Allah’ın "mutlak met­ ni” karşısında "doğa yasası’’nın bile bir

5 J

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

geçerliliği olam ayacağını savunuyordu. Laik Cum huriyetin de kendine göre bir “mutlak metni" olduğunu görüyoruz. Bir noktaya daha değinilmezse önemli bir konu eksik kalacaktır. Şevket Sürey­ ya’nın rejim in otoritesine karşı nasıl bir taviz verdiğini anlattım. Ama bu onun ki­ şisel seçimi, dolayısıyla da sınırlı bir tekil davranış değil. Şefik Hüsnü’nün (1 8 8 7 1939) başında bulunduğu TKP de farklı bir strateji izlemiyordu. Yalnız, bunu Kom intem üyesi olarak yapıyordu. Bu çizgi­ yi ona empoze eden de, sımsıkı bağlı ol­ duğu SBKP idi. SBKP, Mustafa Suphi’nin öldürülm esine rağm en, “anti-em peryalist" kabul ettiği milliyetçi Türkiye’yi des­ teklemeye karar vermişti. “Proletaryamı olmayan Türkiye Cumhuriyeti’nde müm­

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

çıkmasına engel olmaya çalışacakları yer­ lerden bitidir. Zaten 1 9 3 3 ’teki bu “yeni­ den kuruluş" olayında da birçok hoca “li­ yakati” olmadığı için değil, “sadakati” ye­ terli görülmediği, düşünceleri “sakıncalı” bulunduğu için kadro dışı bırakılm ıştı. Örneğin Ahmet Ağa oğlu bilgisi bakım ın­ dan herhalde üniversitede bulunması ge­ reken bir kişiydi ama tasfiyeye uğramak­ tan kurtulamadı. İnönü zamanında Boratav. Boran, Berkes'in ihraç edilmeleri Tür­ kiye’nin resmî çizgisinin tezahürlerinden biridir. Bu da, fikir adamının/iferinin nite­ liğiyle değil, rejime uygunluğuyla ölçül­ mesi gerektiğini gösterir. Siyasî merkez, aynı zamanda “entelek­ tüel merkez”dir. Devletin bir 'ideoloji’'s i vardır; Kemalizm.

kün olan “ilericilik"in Kemalizm olduğu kanısı orada da egemendi. Mustafa Kemal de Sovyetler Birligi’ni düşman etmeyecek

Ama Kem alizm in ne olduğuna karar vermek güçtür. Bunun önemli bir nedeni,

dengeli bir dış politika uyguluyordu. Sözünü ettiğim kuşağın çabalarının se­

A tatü rk’te anlattığı gibi) bir “öğreti" kur­

mere vermesinde, bir iyi rastlantının da payı oldu. Bu da Almanya'da Hitler’in ik­ tidara tırmanmayı başarması üzerine o ül­

sidir. Gerçekten de, hayatında gösterdiği uygulama, yüksek dozda “pragmatizm" içerİTve bu özelliğiyle düşüncenin Türki­ ye’deki seyrinin uzağında değildir. İde­ olojisini kendisi değiştirdiği gibi onu izle­ yenler de değiştirmiştir. Sağ olsa bu gibi

kede başlayan beyin göçüydü. Yahu diler, solcular, demokratlar, tam da Türkiye'de Darüîfünurt'un kapatıldığı ve Üniversite’nin açıldığı zamanda Almanya’yı terk ediyorlardı. Atatürk bunun m odern bir üniversite kurmak için çok iyi b ir fırsat olduğunu çabuk farkedip vakit kaybet­ meden onları davet etti. Birçok bilim ada­ mı böylece Türkiye’ye geldi, İstanbul ve Ankara’da üniversite kurulmasında görev aldı. Genel olarak çok olumlu bir rol oy­ nadılar. Atatürk bu inisiyatifi doğru kul­ lanmış olmasa (rekabetten kimse pek Faz­ la hoşlanmadığına göre) böyle bir fırsat­ tan yararlanmak da muhtemelen hiç dü­ şünülmezdi. Şüphesiz, siyasî iktidarlar, hele bizimki gibi dem okrasinin tem ellerinin sağlam bir şekilde atılmadığı toplutnlarda, ser­ best düşünceden çok fazla hoşlanmazlar. Üniversite de. hoşlanm adıkları seslerin

Atatürk’ün kendisinin (Yakup Kadri'nin mayı bir “donma” tehlikesi olarak görme­

değişikliklere karşı tavır alıp almayacağı da ç o k k e sin d eğ ild ir. Ö rn e ğ in “a ltı o k ”tan biri “devletçilik”ken Türkiye’nin de, Atatürkçülerin de, gitgide daha “özel teşebbüsçü" bir tavır almalarına muhte­ melen karşı çıkmazdı. Ama onun hayan boyunca her şeyden önce bir “Batılılaş­ m a” ideolojisi olarak tanınan Kemalizmin bugün bir Batı düşmanlığı ve Batı reddiyeciligine dönüşmüş olmasına tepki gös­ termesi beklenirdi. Kendisiyle İttihat ve Terakki ve onun ideolojisi arasında daha belirgin ayrım çizgileri görmek isteyeceği de epey kesin görünüyor. Öte yandan, “en hakikî mürşit ilimdir’’ sözünün de gösterdiği gibi, Kemalizm, pragmatizmle “pozitivizm "in bir karışı­ mıdır. Ta başından beri, Türk modemiz-

T Ü R K İ Y E ' C E

S I V A S I

D Ü Ş Ü N C E M İ N

mi, her düşünceden çok pozitivizmin, et­ kisinde kalmıştır, Ahmet Rıza’yı bir yan­ dan Beşir Fuat veya Sadullah Paşa’ya, bir yandan Ziya Gökalp ve Atatürk'e bağla­ yan bağ pozitivizmdir ve şüphesiz bunun da anlaşılır nedenleri vardır. Pozitivizm, 19. yüzyılda doğan bütün ideolojilerin, entelektüel sistemlerin de­ rinden etkilendiği “scientism ” (bilim ci­ lik) eğiliminin oldukça yalın bir biçimde gözlemlendiği bir anlayıştır. Doğa bilim­ lerinin şaşırtıcı, göz kamaştırıcı gelişmesi, dinleri zayıflatırken, doğa bilimlerine te­ mel sağlayan deney vb. yöntem lerin ha­ yatın her alanına uygulanabileceği ve za­ ten uygulanması gerektiği inancının yay­ gınlaşmasına yol açmıştı. “Bilimsel” sıfatı­ nı kıvançla benimseyen Marksizm de bu­ nun dışında kala matruş t). Onun için Ata­ türk’ün “hakikî m ürşitli de doğal olarak " bilim" dir. Pozitivizm ile pragm atizm çelişeb ilir mi? Bazı durumlarda belki çelişebilir ama Tü rkiye’de buna meydan verm eyen bir yapılanma vardı. Bu “yapılanma" politik­ tir, Türkiye’de bilim ve düşünce dahil her şeyi devletin siyasî denetimi altına alan sistemdir. Her askerî darbenin üniversite­ yi ve basını denetim altına almak üzere, zam an içinde baskı dozu gitgide artan (27 Mayıs’m 147’liklerinden 12 Eylül’ün

A M

Ç İ Z G İ L E R İ

kararlardır, dolayısıyla aynen uygulanma­ ları gerekir. ÇOK-PARTİLİ REJİM YILLARINDA

Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonra­ sında, 1946’dan başlayarak çok-partili bir sisteme geçmesi kısa vadede ya da dolay­ sız bir biçimde entelektüel hayatı etkile­ medi. Daha doğrusu, farklı düzeylerde et­ kiler oluştu ve bunlardan bazılarının ken­ dilerini hissettirmeleri için daha uzun sü­ reler geçmesi gerekti. Savaş y ıllan savaşa katılm adığı halde yordu ve yıprattı Türkiye’yi. Büyük bir ordunun sürekli silâh altında tutuİmasına gerek görülmüş, bu da büyük bir masraf kapısı açmışu. Birincisi gibi bu savaşm da zenginleri çıkmakta gecikmedi. Alm anların Stalingrad’a kadar devam eden üstünlük görüntüleri Türk Faşizmini g ü çle n d ird i. N ih al A ts tî, R eha O ğuz Türk kan gibi yazarlar çeşitli yayınlar çı­ kardı ve Almanya’n ın yanında savaşa gi­ rilmesi, böylece Sovyet sisteminde yaşa­ yan “esir Türk! er" in kurtarılması konu­ sunda yoğun ve sürekli bir kampanya yü­ rüttüler, Ama Almanya’nın savaşı kaybe­ deceği anlaşılınca onlar da gözaltına alı­ nıp takibata uğradılar. Devlet ve hükümet (tek-parti boyunca

YÖK uygulamalarına) müdahalelerde bu­ lunması bunun sonucudur.

b u n lar özd eşti) her zam anki o to rite r, b a sk ıcı tu tu m u nu devam e ttiriy o rd u .

Şimdi, neyin “p o zitif’ olduğuna karar verme yetkisini devletin eline bırakıyor­

Ama Savaş koşullan normal hoyratlığını aşan bazı davranışlara girmesine de fırsat verdi Örneğin Tan’a yapılması düzenle­ nen saldırı, bu işin örgütlenmesi, İtalya ve Alm anya örn ek lerin d en , oralardaki hüküm et gençlik ilişkilerinden esinlen­

sanız, pozitivizm ile pragmatizmin çatış­ masına imkân kalmaz. Karan veren özne, “pragmatizm"inden ötürü, neyin ne oldu­ ğunu saptam akta tam am en özgürdür. “Ahmet Ağa oğlu ders vermemeli", uK a d ro dergisinin yayınının bitmesi iyi olur”, “Bu koşullarda İktisadî devletçilik yapmak ge­ rekir”, “bu koşullarda İktisadî devletçilik yapmamak gerekir” vb. Politik ve ente­ lektüel merkez, bütün bu kararlan verir; uygulama faslında ise işin içine “poziti­ vizm1’ girer. Kararlar bilimin “irşad” ettiği

miş bir olaydı. Varlık Vergisi açıkça ırkçı b ir u y g u la m a y d ı. Y ü z k a ra sı M u stafa Muğlalı olayının tarihi de 1943’tür. İçin­ deki Yahudilerle batan vapur olayı yine bu y ılların olayıdır. İnön ü resm en bir “tarafsızlık” p o litik ası güdüyordu ama bunun Almanya’yı içten içe destekleyen bir tarafsızlık olduğu çok belliydi. Bu du-

53

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

n ım , Halk Partisi içinde ve “müesses ni­ zam” ın çeşitli kadem elerinde yerleşm iş kadrolar arasında faşizmin sevilen ve tu­ tulan bir ideoloji olmasmm da sonucuy­ du. Saraçoğlu, M en em en ci oğlu, Recep Peker, Şükrü Kaya, Mahmut Esat ve daha

Bu politikanın CHP açısından “oportü­ nizm”, “ikiyüzlülük" vb olduğu ileri sü­

p ek ço k la rı N azizm ’e de, F a şiz m ’e de hayrandı. Erkilet gibi b ir general gidip

gereken kurumlan (ve bunların yokluğu­ nun olumsuz sonuçları) bu muhalefet tar­ zı sayesinde geniş çapta tartışıldı. Tarnş-

N azi ce p h e sin i a ç ık ça z iy a ret ediyor, C u m h u riy et gazetesi çok açık b ir Alman

taraftarlığını yürütebiliyordu,

5 4

Z

Çok-partili rejime geçiş, CHP’nin o yıl­ larda edindiği aşın faşizan tavırlannı bir miktar budadı (tabii Nazilerın yenilgisi, dünyada demokrasinin büyük zaferi gibi etkenlerin de payı vardı). Ama 1950’de ik ­ tidara gelen Demokrat P arad in de düşü­ nülmüş ve sindirilmiş bir demokratik kül­ türü olmadığı için, kısa dönemde çarpıcı bir dönüşüm görülmedi. Demokrat Parti iktidarda oturmaya devam ettikçe ve ikti­ dara ısındıkça, demokrasiden uzaklaştı. Bu oldukça konjonktürel durum, epey

rülebilir elbette. Ama sonuçlarının genel­ lik le o lu m lu old uğu da s ö y le n e b ilir. “Ö zerk ü n iv ersite”den “hâkim tem inatı”na, bir parlamenter demokraside olması

ma, DP’nin oy depolan olan kırsal bölge­ lere çok fazla yayıfamadı. Ama kentlerde, serbest meslek sahipleri, modem küçük buıjuvazinin çeşitli kesimleri bu tartışmalan bir “siyasî eğitim” gibi izledi. Bu saye­ dedir ki, 27 M ayıs’ın A nayasasında bu türden ilkelere ve kuramlara yer verildi. Bunlar hep “paradoks” içeren süreçler, hele aradan bunca yıl geçmiş olarak dö­ nüp bakılınca. Örneğin, CHP muhaLefeti anayasaldı, burjuva demokratik düzenle­ rin k u ru m lan üzerinde odaklanıyordu; ama bunun vardığı sonuç da “askerî dar­ be" oldu!

paradoksal sayılması gereken bir biçimde,

Gerçi bu da bir çelişkiydi, ama yukan-

CHP’nin “muhalefet etme” tarzını yönlen­ dirdi, Böyle rol değiştirm elerine T ü rki­ ye’nin “çok-partili siyaset" tarihinde za­ m an zaman rastlanır. CHP’nin ataerkil diktatörlüğüne ( “doğru fik irle r") karşı Demokrat Parti de oyla desteklenen “plebisiter diktatörlük" yolunu seçmişti ( “hal­ kın istekleri"). Bu durumda CHP “klasik

da değindiğim gibi bu onyılın büyük kıs­ m ını dolduran muhalefet söyleminin bu

burjuva dem okratik” diyebileceğimiz bir düzenin kurum ve değerlerini savunmaya başladı. Üniversite, radyo gibi kunımlarm “plebisiter diktatör" bir iktidarın sultasın­ dan ve güdümünden bağışık kalabilmesi “özerk” olmalarım gerektirir. Bu da “ço­ ğulcu " b ir sistem e işaret eder. Türkiye Cum huriyetinde böyle b ir düzen, böyle kurumlar yoktu. Yokluğunun başlıca ne­ deni de hâlen yürürlükte olan ve CHP’nin yaptığı 1 9 2 4 A nayasası idi. Yani CHP, DP’ye m uhalefet ederken, çok ciddi bir

karakteri taşıması, bir “darbe”nin dahi 27 Mayıs Anayasası gibi —hiç değilse kendi bağlamındaki, önce ve so n ra - benzerle­ riyle karşılaştırıldığında hepsinden daha demokratik bir metnin onaya çıkmasına katkıda bulunmuştu. Başlayan yeni sosyo-politik süreçte bunların hepsi değişe­ cekti. Darbenin iktidardan devirdiği kadroyu “cezalandırması”, herhangi bir demokra­ tik değerle bağdaşacak bir şey değildir. Buna karşalık, amaçlamadığı halde üretti­ ği sonuçlardan b iri, sol, “M arksist s o l” düşüncenin ilk kez ciddi bir şekilde ülke­ ye girm esi ve legal örgütlenm e im kânı bulm ası gibi, dem okratik yönde olduğu pek tartış ilam ayacak olayların gerçekleşmesiydi.

anlam da, kurucusunun kendisi olduğu

Ama bu tuhaflığın sonuçlan çok parlak

bir düzene m u halefet ediyordu. “Para­ doks” derken bunu kastediyorum

olm adı. Solun , kendine yol açan güce “hayırhah" bir gözle bakmasına yol açtı.

T Ü R K İ Y E ' D E

S İ Y A S Î

D Ü Ş Ü N C E M İ N

Bunda, daha baştan militarist bir yöntem­ le b aşlatılan “m odernieşm e” sü recinin ürettiği ideolojide askere verilen olumlu ro lü n payı vardı. R esm î id eo lo jin in bu önemli öğesi, Marksizmin geçmişini tem­ sil eden “Eski Tüfekçi" teorisyenler tara­ fından da hararetle savunuluyordu. Bu gelişmeler, her anlamda çok "genç” olan sosyalist hareketi uzaklaşmaya başladığı milliyetçi ideolojiye geri getirme sonucu­ nu verdi. Bu da “milliyetçiliğin çoğu bey­ nelmilelciliği" güçlendirir yolunda saçma sloganlarla desteklendi, teşvik edildi. De­ mokrat Parti'nin ezici bir seçim zaferiyle iktidar olması ise bir “karşı devrim" ola­ rak yaftalandı. A ncak, "k lasik ” sağın da, “vigilante” tarzı örgütlerle sosyalizme saldırması, işi kaba kuvvete dökmesi, böyle bir toplum­ da herhangi bir “liberal-demokratik” an­ layışın serpilm esinin çok güç olduğunu gösteriyordu. Hangi türü olursa olsun,

A N A

Ç İ Z G İ L E R İ

odal”di, yani "geri”ydi (“ecnebiler”e ayıp olacak kadar); ü stelik bir "kom prador" kapitalizminin egemenliği altında yaşıyor­ duk. Bu kapitalizm, sadece bir “montaj ve ambalaj” sanayii ve ona uygun bir “komp­ rador" burjuvazi yaratmıştı! Oysa gerçek yapının bu söylenenlerle hiçbir ilgisi yoktu. Devlet sektörünün da­ ha en başından Türk-IşTe denetim altma alınmış memur-işçilerinin dışında, “ithal ik am esi” p o litik asın ın çerçevesi içinde güçlenen bir buıjuvazi, aynca çeşitli Ana­ dolu merkezlerinde de görülen bir “burjuvalaşma” enerjisi vardı. Bu gelişme, sos­ yalizm için bir maddî temel hazırlamıştı. Nitekim T IP’i de, sonradan DISK’i kura­ cak sendikacılar kurmuştu. Ekonom ik gelişme, bunun dışında da bazı yeni imkânlar açmıştı. Tek-parti dö­ nem inde intdigentsifl’nın devlet dışında ayağını basabileceği bir yer, bir iş yoktu ya da bulunması çok zordu. Cumhuriyet

düşüncenin karşısına kaba kuvvet çık ı­ yordu. Kendisi kaba kuvvetin gadrine uğ­ rayan da, başkasına aynı araçlarla saldırı­

b a şın d a n b eri y a z a rla ra , d ü şü n ü rlere "devlet katında" mansıp bağışlardı: idare heyeti üyeliği, öğretmenlik vb. Çok-parti­

ya geçmekte bir sakınca görmüyordu. Bu çatışma ortamı MHP (önce CKMP) ve Ül­

li dönem de özel teşebbü sün yayılm ası devletin doğrudan denetim alanı içinde

kü Ocakları gibi kaba kuvveti fetiş leş tiren faşist örgütlerin dogmasına ve eskisine oranla kendilerini devlet aygıtından ba­ ğımsız! aştırmalarına yol açtı. Bu arada, çok-partili düzene geçişin ön­ celikle politik olm ayan, ama toplumsal yapıda bazı dönüşümler yaratan sonuçlan da yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlıyordu. İlkin “sanayileşme” olgusuna bakmak ge­ rek, 60-ö n cesi M arksist sol, 60-stm rası sosyalist hareketine büyük ölçüde yön vermiş, “strateji” çizmişti. Bu strateji, bir yandan “en ilerici” kurum gibi övgülü ya­

olmayan yeni iş imkânları yarattı; bu da, inteligentsta’nm devlet karşısında b ir öl­ çüde özerkleşmesine yol açtı. Bu gibi ge­ lişmeler şüphesiz düşünce alanının ken­ disini etkilemediler. Ama düşüncenin ser­ pileceği alanın topografyasını etkilediler. Türkiye’deki “m onolitik ideoloji” sistemi, devlet dışında görece özerk geçim alanla­ rına izin verdiği ölçüde, düşünce üzerin­ de, sözgelişi “Doğu Bloku” ülkelerindeki gibi “mutlak” ya da “total" bir denetim kuramadı. Ancak, bu gibi gelişmeler, m illiyetçili­

rektiriyordu. “Millî Demokratik Devrim”

ğin Türk siyasî düşüncesindeki belirleyici konum unu temelden etkilem edi, 1960b izleyen dönemlerde de, liberalizm olsun, Marksizm olsun, uluslararası ideolojiler, Türkiye’den içeriye girerken, kılık kıya­ fetlerini epey değiştirmek gereğini duy­

tezinde bunların hepsi vardı. Toplum “fe­

d u lar. T iy a tro n u n da ç e v irid e n ö n c e

kıştırmalarla ya da serbest seçime “Karşı Devrim” demekle Silâhlı Kuvvetleri ittifa­ ka çekmeyi, bir yandan da o kesimin “kalkmmak/güçlü olmak” vb. özlemlerine hi­ tap edecek bir ajitasyon dili bulmayı ge­

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

“adsptasyori’la başlam asını andıran bir süreçle, Türk siyaset diline adapte olarak geldiler. Sosyalizm, yalnız tepedeki güçle­ re hoş görünmek için değil, devşirmek is­

tiya karşı” söylemin de dozu yükseldi. Bu gelişmenin sonunda, Atatürkçü ideoloji­ nin en belirgin yam olan Batıcılık ciddi bir biçimde aşındı; Atatürkçülük, Batılı­

tediği kadrolara daha “kabul edilir” gö­ rünmek İçin de, “anti-emperyalizm" cep­

laşmamın ideolojisiyken, Batı düşmanlığı­ nın ideolojisi olma yönünde, bugünlere varan evriminin kanalına oturtuldu. O l­

hesini alabildiğine öne çıkardı. Libera­ lizm ise, “siyasî liberalizm”i vestiyerde bı­ rakmadan içeri girem eyeceğini görünce bunun gereğini yaptı. ___ __________ BUGÜNLER______________ Yirmi birinci yüzyılın ilk onyılımn sonu-

56

Z

na g elirken , T ü rk iy e C u m hu riy eti’nde “düşünce” alanında olagelmiş Önemli de­ ğişik lik ler olm akla b irlik te, 19, yüzyıl sonlarından veya 20. yüzyıl başlarından kalm a bazı kem ikleşm iş g elenekler de varlıklarını sürdürüyor. Bu bakımdan, ra­ dikal bir dönüşüm olmadığını kolaylıkla ileri sürebiliriz. 1960 darbesi, 27 Mayıs Anayasası gibi,

dukça “paradoksal” bir yanı vardır: Alt­ mışlarda Marksistlerin ordudaki “Sol Kemalİ5tler"e hitap etmek için seferber etti­ ği bu “antı-emperyalizm” (Batı nın en ko­ lay tarafından “emperyalizmde özdeşlen­ mesi ve “eşanlamlı” sayılması), o kuşağın ö n cü leri vu ru ld uktan veya a sıld ık tan , sosyalizm etkili bir biçimde bastırıldıktan ve susturulduktan sonra, günümüzde, çe­ şitli generallerin ağzından çıkan sözler haline geldi. Ama bunun da, “Türk düşüncesi’’nin temel özelliği olan pragma­ tizmle bağdaşm adığı söylenem ez. Aynı düşünce, birini idam sehpasına gönderir­ ken, gönderen aynı söylem i kendi alanıet-i farikası yapabilir - “koşullar” değiş­ miştir ve şimdi öyle gerekmektedir. Bu dönüş 12 Eylül generallerinin çok

toplumu Balı’ya yaklaştırma misyonuna göre yazılmış bir anayasa getirdikten son­ ra, onu izleyen askeri darbeler açılan bu pencereyi kapatmak içgüdüsüyle davran­

bilinçli bir tercihinin sonucu değildi. On­ lar, “düşünceler dünyası" ile, kendilerin­

dılar ve özellikle 12 Eylülün 1982 Ana­ yasası ile bunun gerekli yasal çatısını kur­ dular. Yaklaşık otuz yıl sonra, Türkiye,

den önce ve sonra aynı mevkilerde bulu­ nanlardan daha ciddi, bilinçli, bilgili bir ilişki içinde değillerdi, içgüdüsel bir mu­

1960 ruhundan çok daha fazla, 1980Terin

hafazakârlığın bu toplumda benimseyece­ ği sloganları benimsemiş olmanın ötesin­ de bir “düşünme” çabası içinde değillerdi, O yıllara kadar Aydınlar Ocağı çevresinde şekillendirilen “Türk-tslâm SentezE’nde onlara aykın gelecek fazla bir şey yoktu.

ruhunun etkisi altında. 12 Eylül darbesi, benzerleri gibi, “Ata­ türk ilk eleri” adına yapıldı, A ncak, de­ mokrasiye karşı aldığı düşmanca tavır ve sorumlusu olduğu faşizan uygulama, nor­ mal olarak, Batımın tepkisini çekti. Soğuk Savaş devam ettiği ve Türkiye bir NATO ülkesi olduğu halde, Batı’mn demokratik kamuoyu 12 Eylül askeri rejim ini m ah­ kûm etti. Bu da, Kenan Evren iktidarının Batı dem okrasisi ile sonu gelmeyen bir polem iğe girm esine yol açtı. Benzerleri daha önce de olmuş, 12 Maıt’ın askeri re­ jim i de eleştirilm işti. Ama seksenlerde eleştirinin dozu yükseldi. Onunla birlikte sözcülüğünü Kenan Evren’in yaptığı “Ba­

Yine aynı dönemde ABD’nın komünizmi bir “yeşil kuşak "la (İslâm) kuşatma “fikri"ni de kolayca benimsemişlerdi, "TürkIslüm Sentezi"ne “teknoloji” kılığında bit “Batıcılık” da ekleyip bunu resmî ideoloji halinde toplum a sunm akta bir sakınca görmediler. C ih et-i askeriye’den gelen “id eolojik form üller”, ne kadar “ideolojik" olsalar, epey yüksek dozda bir “pazu kuvveti" öğesi içerirler. Seksenlerin ikinci ideoloji

T »

R K i Y

t ■ O E ___ S y _ Y A _ S j ___ D J Ö Ş J J

N_ C

S _ N IJ j

A N A

Ç İ Z G İ L E R İ

merkezi kurguı Özal ve ANAP harekeli oldu. Burada üretilen ideoloji ötekinin hiç gerisinde kalmayan bir “itaatkâr top­ lum " ideali tasarımı içeriyordu. Yalnız, yöntem ler farklıydı. Ozal. "pazu kuvve ıi"nden çok "ııza ’ya güvenir or. güven­ mek istiyordu. Onutı için de. Ozal formu losyonunda dine daha çok yer vermek ge­ rekiyordu. "Hak yok, vazife vardır" felse­ fesini. “yoksa kafanı kırarını" vaadiyle de ğil de, “dinimiz boylesini emretmiş'' te­ vekkülüne bağlama stratejisini güdüyor­ du. IÖ20-Ö0 arası Japon ıoplunuımın (as­ lında o da bıtsbülun değişm iş değildir herhalde) bir "Müslüman versiyonu" de­ nilebilir bu toplum projesine. Halkın ter­ cih i. doğal olarak, "so p a" içerm eyene -veya daha "az sopa)f'sına- yöneldi. Ozal’ın “ANAP'ta dört eğilimi birleştir­ me" ıezi (buııu gerçeklen, bir ölçüde, ba­ şarmıştı), Türkiye'nin düşünce tarihinde güçlü bir biçimde yer alan eğilimlere uy gıtndtı: "düşunee'yi toplumu "bölen" kö­ tü bir varlık, ihanet" değilse "uğursuz­ luk" gibi algılama eğilimi. "Birlik ve bera­ berliğe heT zamankinden iaz.la ihtiyarımız olan o günlerde", bunun olması gereken şer Turgut Sunalpın MDP'si olduğu hal­ de. Ozal partisinde böyle bir buluşmayı gerçekleştirerek, "fikir a y n h ğ fn m ne ka dar "zararlı", ama aynı zamanda ne kadar "yapay bir şey okluğunu kanıtlamaya ça­ lışıyor. buna inanmaya zaten hazır geniş kesimler de durumdan hoşnut kalıyordu. Bu kısa dönemin kavgaları arasında "fi­ kir" tartışılm adı; "hak gaspı" tartışıldı, ü stelik, cuntanın "hak gaspı" da değil, Ozal gibilerin, fırsattan istifade ortaya aıılıp başkalarının "malı "nt kapıp kaçması... 12 Hylıd'ün en ağır baskısı, "düşünce" alanına, düşüncenin üretildiği ve yayıldı­ ğı alanlara yöneldi. Bu, özetle, "üniversi­ te" \e "yayın dıınyası/ıııedya" demektir. Her ikisinde de alınan sonuçlar. 12 kylıtl yönetimi açısından, "memnuniyet verici" idi. Seksenli yıllarda başlayan bu süreç bugün de (daha “olgunlaşm ış" olarak)

Şevket Süreyya, Türkiye .sulunda Kadro d an Yön'e t arlığını korum uş n adir figü rlerin den di. Au çak ku şağ ın daki d iğ er solcu lar g ib i Kem alist projeyi sosyal izan fik ir le r e a ç ık tutmaya çalışm ak gün sıkıntılı bir misyon üstlenmişti.

devam ediyor. Louis Althusser "D evlet id e o lo jik av g ııları" dediği b ir kavram oluşturm uş, bunu devletin, asker, polis gibi kollarından oluşan "baskı" aygıtları­ nın yanma koymuştu. Tezini ortaya attığı yıllarda, birçok ülkede özel girişime daya lı medyaya, buna benzer bir yapısı olabi­ len eğitim e, hele "aile” gibi kuram lara, genel ideolojiye eleştirel olmayan katkıla­ rından ölürü "devlet" sıfatının takılması bana aşırı görünmüştü. Bugün de böyle düşünürüm, ideolojik yoniden-üreıimin düzenin de ye nid cn -ü retilm esiııi nasıl sağladığının somut mekanizmalarının da­ ha iyi incelenmesi gerek iv or. Gelgeldim. Türkiye gibi özgül bir örnekte ("devlet fe lişiz n n n in her zaman dorukta olduğu bir örnek), bir "metafor" olarak kabul et­ sek de, eğitimin ve medyanın “devlet" ' sıfatıyla nitelenmesinde ampirik olgularla

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

çelişen bir durum olmadığı görülüyor. Özellikle medyada (çünkü eğitim zaten

uysal toplumun bunlan ezberleyip yerine getirdiği bir düzen kurmaya çalışnlar.

büyük ölçüde kurumsal anlamda devlete

İdeal “tek-parti" ve otuzlar olmakla bir­ likte, yaşanan zaman arak otuzlar değildi ve dünyada uyulması gereken başka zo-

bağlı), bu, genel ideolojinin bazı özellik­ leri sonucunda, gönüllü bir “öz-görevlendirme” sonucu ortaya çıkıyor. Her yerde olduğu gibi burada da medyada çalışan belirli bireylerle devletin özellikle “istih­ barat" örgütleri arasında kurulmuş özel ilişkiler olab ilir ve vardır. Ama T ü rk i­ ye’deki durum bunun çok ötesinde bir bağımlılık gösteriyor.

58

Z

“Epigon" kavramı, Yunan m itolojisin­ deki “Tebai'ye karşı yedi kişi" mitinden tüketilmiştir, “sonradan doğan" demektir ve bir “önderin yolundan giden”, “izleyi­ ci" anlam ına gelir. Troçki, Stalinistlere karşı ideolojik mücadelesinde bu kavramı kullanm ayı severdi. B ir “önder"i yücel­ tenler, normal olarak, onun kadar parlak olmayan kişilerdir. Bu “yüceltme” olgusu, “Biz onun gibi olam ayız” (aslında, “hiç kim se on u n gibi olam az") itira fın ı da İçinde taşır. Yine Troçki’ye göre, yücelti­ len önderin pek çok özelliği olabilir; ama “epigon”lar bunlardan en fazla birkaçım ve genellikle en olumsuz olanlarını seçer ve bunları yüceltirler. 12 Eylül darbesinden sorumlu olanlar, TSK içinde bu mertebeye yükselen hemen hemen herkes gibi Kemalizmi içtenlikle benim seyen ve bütün davranışları “epigon ” nitelem esine uygun olan kişilerdi. 27 Mayıs’ı izleyen yıllarda, kariyerlerinde yükselirken, sivil siyasete küçümseyerek, sosyalizme ise derin bir nefretle bakmış­ lardı. Darbeyi, “tek-parti rejim i”nin, yani Atatük’ün sağlığındaki Türkiye’nin resto­ rasyonu olarak gördüler. Bunu gerçekleş­ tirmeye çalıştılar. Bu “epigori’ların Ata­ türk bütünselliğinden çekip çıkardıkları özellik “o ton terlik”ti. Ama, yukarıda be­ lirttiğim gibi, bunu “B aticı” özelliğinden de izole ettiler. Ayaklann baş olmaya he­ veslenmeyeceği, " küçük”1erin “b ü y ü k le ­ rin verdiğiyle yetinmeyi bildiği, baştaki kişinin topluma “dogrtı”İarı dikte ettiği,

runluklar türemişti. Örneğin “tek-partili” rejimlere İyi gözle bakılmıyordu. 12 Ey­ lül, çeşitli yasalarla varolan bütün partile­ ri aynılaştırarak “ço k -p artili” b ir rejim kurmaya çalıştı. Bunda tamamen değilse de, kısm en b a şa rılı oldu. Yeni Anayasa’mn armağanı olan Millî Güvenlik Ku­ rulu, gerçek iktidarın kurulduğu organ haline geldi. Bu gelişmeler, "düşünce" ile “gerçek­ lik" arasındaki ilişkinin, ta 1911’de Meh­ m et Ali Tevfik’in tanımladığı ilişki gibi ol­ masını devam ettirdi; arkasını “kurumsal­ lık " gücü ile takviye ederek sürdürdü Türkiye Cütnhuriyeti’nin yani “T.C. devleti’’nin bir (resmî) görüşü vardı: bir dün­ ya görüşü, buna uyan çeşitli açıklamalar vb. Bunların doğru olarak kabul edilmesi gerekiyordu, Sözgelişi, dış dünyada binle­ ri Tü rkiye’de çokça işkence yapıldığını iddia ediyor (o yıllarda bunun “içeride" telaffuz edilmesi zaten pek mümkün de­ ğildi). Bu durumda, “resm î” ağız, bunu reddedecektir, iddianın am pirik bakım ­ dan doğruluğu, yanlışlığı önemli değildir, k ateg orik olarak reddedilm esi gerekir. Devlet reddetmişse, medyanın vb, işken­ ce olm adığı yolunda yayın yapm ası ve yurttaşın da buna inanması gerekir. Yurt­ taş, yalnız kendi devletinin söylediğinin doğru olduğuna inanmalıdır, İnanmıyor, başka şeyler söylüyorsa suçludur, haindir. S on u ç olarak , M ehm et Ali Tevfik’in önerileri, belki onun da umutlarının öte­ sinde gerçekleşti, kurumsallaş ti. Bu, tabii, Türkiye'nin “resmî” gerçekliğinin de “lictive" bir gerçeklik olduğu anlamına gelir. Örneğin, yer adlarını değiştirerek, “tarihi yeniden inşa etme” çabası... Elazığ, Tun­ celi gibi kent adlarından başlayarak kent­ lerin içinde sokak adlarına uzanan binler­ ce ve binlerce ad değiştirme; boyutlarım

T Ü R K İ Y E ' D E

S İ Y A S İ

D Ü Ş Ü N C E N İ N

A N A

Ç İ Z G İ L E R İ

bilm ekte zorlandığım ız “tahrip" sureci; yıkılmaya terkedilen ya da fiilen yıkılan,

pek kimse bilmez veya hatırlamaz. Ama okula giden bir “Türk çocuğu” onuıı yaz­

başta kiliseler olmak üzere, pek çok de­ ğerli bina, “Rtmı Bükü"nü “Türk Bükü", “Apostol Burnu "nu “Atabol Bum u"na dö­

dığı “a n t”ı okum aya devam eder. Yani “süreksizlikler”in yanında “süreklilikler" de var.

nüştürmek gibi trajikomik çabalar.

Zihnini otoritenin talimatına teslim et­ m iş “d ü şü n ü l" ya da “b ilim adanıY’na k arşı, aslında o to riten in de gerçek bir

Ve bütün bunların getirdiği tuhaf “no­ m in a liz m ” ! N esn eleri “a d la n d ıra ra k ” “gerçekliği kurm a”m n müm kün olacağı in an cı, “Kim “şeh it" olur, kim “ölü ele geçer”, "gerilla" demek ne demektir, “te­

saygısı yoktur. “Akşama imam bayıldı pi­ şir" denince iyi bir imam bayıldı pişirme­

rörist" nedir? "Gerçekliği kurm ak" gibi bir projenin Yarıp varacağı yer, zorunlu olarak, “kur­

bu tip “bilim adamı”na duyulacak saygı da öyle bir şeydir. Peki, ikinci yolu seçenin yoluna ne çı­

m aca g e rçek lik " tir. B ir toplum (ya da onun “ebedî yöneticileri”) böyle bir ter­ cih yapmışsa, o toplumda “doğru" kaçı­ nılmaz olarak “tehlikeli", “sakıncali” vb.

kar? Böyle bir toplumda? İyi bir şey çıkmayacağı kesindir, ama bu “iyi olmayan" şeyin ne olacağı bazı iç ve dış koşullara

dur. “Bilgi”, sıkı sıkı denetlenmesi gere­ ken bir nesneye dönüşür (üniversitelerin, yüksek öğrenim in sık ı denetim altında tutulması bu nedenle büyük önem kaza­ nır). Toplumun b ilm em esi gereken şeyle­ rin listesi uzadıkça uzar. Bu koşullarda “d ü şü n ce"n in önünde iki yoldan birini seçm ek zorunluğu orta­

yi bilen abçıya ne kadar saygı duyulursa,

göre değişir, G iordano B ıu n o ’dan beri (1 6 0 0 ) bildiğimiz dünyada insanları dü­ şüncelerinden ötürü yakm ıyorlar. Ama kötülük etmenin başka —daha ılım lı- yol­ ları da bulunabiliyor, Türkiye’de bunlardan biri “1 4 0 2 " uy­ gulamasıydı. 12 Eylül, bu yolla, üniversi­ teyi, doğru bir şey bilme ve düşünme ih­ timali olan “zararlı unsurlar"dan temizle­

ya çıkar: 1) Yukarıdan belirlenen sınırlar içinde ve “kurmaca gerçekliği" destekle­ mek Üzere düşünmek; 2) Gerçek gerçek­

di. G eçim ini elind en alam adıkları için yaygın uygulama, “sözde" demek oluyor:

liği kavramak için düşünmek. Bunların birincisini seçm iş olana “dü­ şünür" demek müm kün değildir. Böyle biri, şüphesiz, “y e ten ek li” de o labilir. Ama o da yeteneğini “düşünce”yle ilgisi olmayan bir makamın hizmetine vermiş

“sözde Nobel ödülü” vb. “Abes’’e doğru bir gidiş!

demektir, ö rn eğ in , otuzlarda harıl hani uğraşarak olmayan bir “Türk tarihi” yaz­ maya çalışanlar bu kategoriye girerler Bunlann arasında adını dünya bilim tari­ hine yazdıran tek bir kişi bulunmadığı gi­ bi, Türkiye’de bile pek fazla hatırlandıkla­ rı söylenemez. O proje terk edilmiş, ama

araştırm aların teşvik edilmesi" için tali­ mat yolluyorsa, böyle bir toplumda “araşürma”ya, dolayısıyla “bilgi"ye, “doğru"ya biçilen değer hakkında bir fikir edinme­ miz mümkün oluyor. Böyle bir “akademya" nm “intihal” gibi bir olay karşısında gösterdiği kayıtsızlık da bu tavır çerçevesinde antaşıhrhk kaza­ nıyor. Çalman şeyin değerinin büyüklüğü

bu da tam bir sessizlik içinde gerçekleş­ miş, yapılan işin, kurulan teorinin eleşti­ risi de yapılmamış tır, Bugün, Reşit Galip’in, Orta Asya’da ku­ ruyan “iç d en iz” hakkında ne dediğini

“sözde aydınlar", “sözde bilim adamları",

Yüksek öğretimde koordinasyon sağla­ ma “gerekçesiyle” kurulmuş YÖK adında­ ki kurum birkaç ayda bir bütün üniversi­ telere “Sözde Erm eni soykırım ı üzerine

oranında, hırsızlığın zihnimizdeki önemi de artar. Çalman şey “bilgi” ise, bu da çok önem verilecek bir şey sayılmaz. Ancak,

5 9

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

düzenin hazzetmediği birini karalamak için kullanıla biliyorsa, işlevsel bir önem kazanır, intihali yapan, ‘ düzenin adamı’’ ise, o zaman Yargıtay gibi bir kurum dahi

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

dir ve son yılların “linç” karakteri göste­ ren çeşitli olaylarında gözlemlenebil inek­ tedir, Kaba kuvvet, böyle bir milliyetçilik anlayışının kaçınılm az yol arkadaşıdır.

işi örtme çabasına katılabilir. Şu yaşadığımız günlerde “Yüksek” veya değil, Yargı'mn bütün kademelerinden ge­ len çeşitli kararlar, “d o ğ n i’nun yanı sıra “hukukî"nin de yargı kararıyla nasıl yok edilebileceğinin çarpıcı örnekleriyle dolu.

Kemalizmin çok acemi ve İtaba saba b i­ çimde olsa da içermeye çalıştığı “medeni­ yetçilik” ten “sav aşçılığ a ( “en büyük as­

“Kurmaca gerçektik” arak mahkeme ka­ rarlarıyla da teminat altına alınabiliyor.

dogmaya dönüştürülmesi eğilimi de güç­ lenerek devam etmektedir. Bu yakınlarda M u sta ja adında, Mustafa Kem al’in bazı zaafları da bulunan bir büyük kahraman olduğunu kanıtlamaya çalışan bir Filmin

Ancak, bu “yargıyla takviye", ciddi bir

60

Z

bunalım belirtisi olarak da yorumlanabilir. Ortaya konan ideolojinin “ideoloji” olarak zayıflığı, inandırıcılıktan uzaklığı, böyle bir takviyeyi gerekli kılıyor. Bu bunalım, son analizde. Cum huriyetin kurucu ide­ olojisinin içine düştüğü bunalımdır. Ne var ki bu, sahibini konumundan sü­ kûnetle istifa ettiren b ir bunalım değil B ugü nlere kadar “ik tid a r" konu m u nu sürdüren kesim bugün de ayrıcalıklarım elden çıkarmaya hazırlıklı ya da istekli değil. Dolayısıyla bu süreç toplumun ta­ m am ım etkileyen bir m ücadele orıam ı içinde devam ediyor. 12 Eylül g en era llerin in y an b ilin ç li

ker bizim, asker” vb,) oldukça kesin bir dönüşü gerçekleştirmektedir. Bunların yanı şıra, ideolojinin dini bir

katı Kemalist çevrelerde karşılaştığı tepki bunun sadece bir örneğidir. Bir kitapta canını kurtarmak için kadın kılığına gir­ mesinin anlatılması yine bunun gibi bir tepki salvosuna yol açmıştır (bu, tabii, bu çevrenin "kaduı"a ne gözle baktığı hak­ kında da ilginç bir fikir veriyor). Roma’m n “politeizm’’! çökerken, impa­ ratorlar “ta u n ” olduklarını ilân etmeye başlamışlardı. Bu da, inanç sisteminin na­ sıl bir buhran içinde olduğunun işaretiy­ di. Şimdi, buradaki “tanrısaltaştırma" ça­

diyebileceğimiz bir değişim daha söz ko­ nusudur; bu, Kemalizmin her türlü Türk milliyetçiliğini içine alacak şekilde geniş­ letilmesidir. Atatürk’ün ne kendilerinden

bası da benzer b ir bunalım ın sinyalidir. Bu toplumda “mutlakiyetçi" düşünce tar­ zının ne kadar k ö k lü , g erçek anlam da “sekülarizasyori'un ne kadar zor olduğu­ nu gösteren durumlardan biridir. Bize la­ ik liğ i arm ağan eden “b ü y ü k ö n d e re ", “ebedî şe f”e saygım ızı gösterm ek için, onun "profili” olduğunu düşündüğümüz bir gölgenin önünde tören yapıyorsak, buna nasıl bir anlam verebiliriz?

ne de ideolojilerinden hoşlandığı İttihat­ çılar da bugünün “M illiy etçiler Panteonu' nda yerlerini almışlardı - Enver da­

Bunların hepsi ciddi bir ideoloji bunalı­ m ının göstergeleri olm akla birlikte, bu ideoloji bugün hâlâ iktidar konumunda

hi. Böyle bir “genişleme” ihtiyacının geri­ sinde şüphesiz yukarıda değinilen “buna­ lım” durumunun payı vardır. Bu “genişlem e" nin üretmesi beklenen bir sonuç, milliyetçiliği daha geniş bir ke­ sim in ideolojisi haline getirm ektir. Bu,

ve yukarıda kısaca değinildiği gibi bu ik­ tidarı devam ettirmek için zorlu bir mü­

doğal olarak, bir “avamlaştırma” projesi­

lumda sagaltılması güç yaralar mı açacak?

müdahalelerinden bu yana, Kemalizmin geçirdiği dönüşüm “Batılılaşma” ideolojisiyken “Ban düşmanlığı” nın ideolojisi ha­ line gelm ekten ibaret değildir. Bu ciddi ters dönüşüm yanı sıra belki “genişleme”

cad ele veriyor. Bu m ü cad ele, m iad ın ı çoktan doldurmuş (ve hiçbir zaman “çağ­ daş" olmamış) bir ideolojinin defterinin kapanması mı olacak, yoksa bütün top­

T O R K I y

E ' D

l _5

I V A S İ

D U Ş Ü N C E N I N

Uluslararası düzeyde baktığımızda her­ hangi bir " konvenibililesi" bulunmayan bu düşünce tarzı, düşünce olarak geçerli­ liği yitirmiş olsa da. onu ayakta tutan ke sim in fiziksel gııcü sayesinde Türkiye içinde yerini koruyor. Sonunda bu varlığı da sadece nominal" kalmış olabilir, ama balâ bu loreıısı varlığım sürdürebiliyor. Doğu Bloku ülkelerinde uygulanan Ko­ münizm tarzında Sıalin “kısi putlaştırma­ sı" diye adlandırılan âdeti başlattı. İlk ağızda I.e ııin 'i \ü c e lte re k ve h er yeri onun heykelleriyle donatarak işe giıişii ama çok geçm eden 'Stalin ilk eleri" de çıktı. Stalin heykelleri ile dikildi. C inde M ac sağlığında putlaştı Kore'de Kını II Sımg bir başka örnektir. Yaşayan bir önderin bu şekilde yüceltil­ mesi. bu aııti-d em okraıik loplumlarda. onları o yere getiren örgütün, yani Komü­ nist Partinin çıkarına olmamışın. Çünkü önderler olur, öncekinin yerini alan bu gelenek içinde kendi kültünü yaratmak geregiııi duv ar. Önderin büyüklüğü örgüt için zararlı bile olabilir. Türkiye'de Atatürk başta eğilim siste­ mi. ideolojik dünyanın her yerini kapla­ mış durumda. H eykelleri, resim len de. söz konusu Dogıı Rloktı toplam larının ■'önder külUT’nün çok ilerisinde. Ancak hu. büyük ölçüde Atatürk'ün ölümünden son ra g e rçek le şti ve her şeyd en öııee onun yerini kimsenin alamayacağı nokta sı vurgulandı. Bu. sosyalist ülkelerdeki, belirli zamanlarda resim \e heykel değiş­ tirme zonmluguııu ortadan kaldırdı. Varolan bütün kurum lardan önce Si­ lâhlı Kuvvetler Atatürk'ü benimsiyor ve toplum da buna itiraz etmiyor. 27 Mayıs 1 % 0 ’taki darbenin gerekçesi iktidarın Atatürk ilkelerinden sapm ış olm asıydı: bugün de aynı sloganlar üzerinden ateşli bir kavga yürüyor. Silâhlı Kuvvetler Tür­ kiye toplunnuula ve siyaset hayalında iş­ gal eltimi yeri, kendisinin Atatürk’ün İra (leşinin temsilcisi vc sözcüsü olduğu iddi­ ası üzerinde tem ellendiriyor. Böyle bir

A N A Ç İ Z

G I L

t

R I

durum dünyanın başka herhangi bir fil kesinde görünmüyor. Demokrasiyle bu­ nun bağdaşması da mümkün değil. Dolayısıyla sorun, merkezinde TSK'nın yer aldığı bir siyasî düzenin değişmesi ya da değişmemesi sorunu. Siyasî düzenin kendisi de, İni biçime sokulmuş ideoloji de. bütün pragmatizmine rağmen, içine yeni öğe kabul edemiyor, esnemiyor; bu özelliklerini korumakta ısrar ettiği ölçüde ele anakronik bir karaktere bürünüyor. Müthiş bir "statüko ideolojisi" haline ge­ liyor. Bu devletçi ideolojiye karşı güçlenen İslam cı hareket, siyaset ve id eoloji, bir din temeli üzerinde yükseliyor olmasına rağmen, onun kadar değişime ve yenile­ meye kapalı görünmüyor. Ama onun bu görece esnekliğinin sınırları nereye kadar genişleyebilir? Bu “devlet laisizmi"nin o dini ideolojinin "panzehiri" olacağı inan­ cı btıgıın vardığı yerlerle, boş bir inanç olduğunu da gösterm iş oldu. Ama dini ideolojinin de bu "devlet dogmatizmi"ııin panzehiri" olacağım um m ak, aynı so ­ nuçsuz diyalektiği sürdürmek olur. D ü n y an ın her y e rin d e d ü şü n ce n in önünün açılması ve özgür gelişmesinde en bu\ ük. eıı belirleyici rolü oynamak so­ la düşmüştür. Türkiye'de de solun benzer bir rol oynaması muhtemeldir, ama hesa ha katılması gereken bazı ciddi handikap­ lar vardır: 1} Batı dünyasında hemen her yerde etkili bir varlığa sahip olan sosyaldemokrat gelenek Türkiye'de bugüne kn dar kurulamamıştır. Bu sıfatı kendilerine yakıştıranlar, otoriter devletçi ideolojinin asıl sah ip lerid ir, Sosy al-d em ok rasiııin Tü rkiye'de ancak Kem alizm olduğunu kanıtlama çabasındadırlar. 2) Marksist sol eıı etkili olduğu zamanlarda da kendi dü­ şünsel orlodoksisiniıı dışına çıkmak için bir adını atmadı. Tersine, bütün gruplar, kendi "resm î” çizgilerinden eıı ulak bir sapma olmaması için gerekli her şeyi yap­ tılar Şimdi "eski” denilen bu solun bu­ gün devanı eden çeşitli kollan ya Maucu

61

D

62

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

grup ve bazı benzerleri gibi “faşist" sıfatı­ na uygun b ir “u lu sa lc ılık ’’ konu m u na

laysız sonucu, 20. yüzyıl ortasından beri dünyanın gidişini yönlendiren Soğuk Sa-

yerleştiler ya da onun çok uzağında sayıl­ mayacak bir yerdeler. Bu konuma yerleş­ mekle, yalnız “Marksist dogma tizm"lerini

vaş’ın fiile n son a erm esi old u. Bu da, “Hür Dünya”nın müttefik sayarak eleştiri dozunu yumuşattığı çeşitli (kimisi askerî)

sürdürmüyor, Türkiye’nin geleneksel ikti­ dar yapısını ve ideolojisini de desteklemiş oluyorlar.

diktatörlükleri “anakronik” bir hale gelir­ di. Böyle rejimlerde direten ülkeler yeni dünyada kendilerine yer bulmakta zorla­

Bütün bunlara rağmen ve bütün bunla­ rın yanı sıra, hem ülke içinde, hem de

nacaklar, şimdiden zorlanıyorlar. Şüphesiz bu global gelişmeler her top­

uluslararası ortamda kendini gösteren de­ ğişim, yenileşme akımları Türkiye’nin de orta vadede bir kabuk değiştirme süreci­ ne girm esini kaçınılm az kılıyor. Burada çeşitli yanlanyla ele aldığımız m illiyetçi düşünce, son analizde, “ulus-devlet” çağı­ nın ürettiği ideolojilerden biridir; “ulus-

lumun kendi iç dinamiklerinden bazılan ile buluşarak ve örtüşerek ilerliyor. Bu ge­ lişmeler Türkiye içinde de var. Statükocu direniş özellikle eğitim kurumlannda çe­ tin bir varkalma mücadelesi vermekle bir­ likte, bu kuram larda da düzeni eleştiren öğretim elemanı ya da öğrenciler gittikçe

devlet”in en akılcı toplumsal örgütlenme biçimi olarak görüldüğü bir tarihî döne­ min ürünüdür. Oysa bugün, dünyanın

çoğalıyor; bütün bu tarih eleştirel bir göz­ le yeniden ele alınıyor; alındıkça, resmî ve “sanal” Türkiye’nin yerine gerçek tari­

gelişmesi, bu çağın miadının dolduğunu gösteriyor Bu çağın “m iad ın ın d olm asrim n bir

hi, gerçek ilişkileriyle Türkiye geçmeye başlıyor. “Düşünce", o sanal imgeyi takvi­ ye etmek üzere iktidar hizmetinde çalışan

yan-ürünü de, bütün “enternasyonalizm” edebiyatına rağmen dünyanın en “izole"

bir “büro" olmaktan çıkarak, olması ge­ rektiği gibi, gerçekliği kavramak ve açık­

ulu s-devletlerind en b iri olarak varolan SSCB’nin bu özelliğinden ötürü global ge­ lişm e “tre n d ”ierin in d ışın d a kalm ası,

lamak amacıyla çalışan nesnel ve eleştirel bir etkinlik olmaya başlıyor. Bu gidişi ya­ vaşlatacak çeşitli girişimler mutlaka ola­

kendi sanal gerçekliğine kapandıkça ger­ çek sorunlarıyla başa çıkm a yeteneğini kaybetmesi ve çökmesi oldu. Bunun do­

cak, kısm en başarı da elde edebilecektir, ama durdurmak bundan böyle mümkün olmaktan çıkmıştır. □

T ü r k iy e ’d e

Siyasî D ü ş ü n c e

Üstüne Ciltler Yazılmış Hayalet ÜMİT

KIVANÇ

am da “adamlar neler yapıyor, biz­ de olmaz k i” sınıfına sokulacak bir

lerinin yanına katmayı asla toplu aklın­ dan geçirmemiş bir ülkede Tanıl ve öbür

muazzam proje bu ciltle sahiden

m aceracıların böylesine bir işi başarmış olması değil. N açizane, benim açım dan m esele hâlâ, “siyasî d ü şü nce" g ib i b ir

T

tamamlanıyor. Böylece elim izde, dokuz ciltlik, yaklaşık 7, 500 sayfalık, eşi görül­ memiş bir külliyat olacak: M o d e m T ü rk i­

y e ’d e S iy a s i D ü ş ü n ce. Ü stüne yazılm ış

bunca sayfa, dolayısıyla patlatılmış bunca kafa var da, bahsi geçen inceleme nesne­ sinin kendisinden ne haber? O, sahiden, ne kadar var? Sinir bozucu bir soru; biliyorum. Bu sa­ atten sonra... Bir miktar “evveliyat" bilgisi vererek başlamak zorundayım. Elimizdeki külliyatı azim ve emekleri­ ne b o rç lu o ld u ğ u m u z a rk a d a ş la rım , “Türkiye'de Siyasî Düşünce" projesinden sö zettig in d e, b u n u n olsa olsa “İn g iliz mutfağı" türünden incecik kitaplardan bi­

kavramın içini doldurma amacıyla çıkıla­ cak b ir A nadolu ve Trakya seferind en herhangi bir ganimede dönüp dönemeye­ ceğimizden emin olamayışım. Pek uygunsuz bir davranışla, “Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce" külliyatının kapanış cildinde şu soruyu açıkça sorma küstahlığını yapmaktayım, farkındasınız elbette: Böyle bir şey var mıdır? Arayalım. Madem “modern Türkiye” gibi bir kav­ ramsal sınırlamamız var, o halde didikle­ meye modern Türkiye’yi kuran ve yoğu­ ran zihniyetten başlamamız yerinde olur.

ri olabileceğini söylemiştim. Tanıl güldü. Şimdi toplam 6 0 0 ’a yakın m akale veya çerçeve yazı barındıran sekiz cilt karşı­ mızda duruyor, dokuzuncu sunu, başlık

KEMALİZM BİR "SİYASİ DÜŞÜNCE” MİDİR?

ve konu hakkında kateg orik şüpheleri

H epim izin m âlûm u, Atatürk ve Kem a­ lizm övülürken sık sık, “donmuş bir ide­

olan ben dahil 3 5 0 ’den fazla kişi harıl ha­ n i b irşeyler yazarak tam am lam ışız de­

olojiye saplanıp kalmama", “gelişmelere göre daima ileri götürülebilecek bir kav­

mektir, siz bu satırları okuyorsanız. Mesele elbette entelektüel —ve basitçe, gündelik—disiplinsizlikte Top 10’deki ye­ rini hiç kaybetmeyen, “muhakeme” kav­ ramını “misafirperverlik” vs. gibi haslet­

rayış”» sahiplik vs. temalar dile getirilir. Bunlan Atatürk ve Kemal İzm e dair geniş övgü yelpazesi içerisindeki yerinden çıka­ rıp ele alırsak pek isabetli bir iş yapmış oluruz. Çünkü bunlan azıcık evirip çevi-

d

ö

n

e

m

l

e

r

V

E

rince, elimizde kinin, bir siyasî düşünce değil, pragmatist b ir düşünüş tarzından ibaret olduğunu anlarız. Kemalizm, belir­ li teorik temelleri, hipotezleri olan, bun­ lara dayalı hedeflere varma amacıyla şe­ killendirilmiş eylem kılavuzları sağlayan, yani tutarlı politikalar üretm eye imkân veren, kapsayıcı bir “siyasî görüş” değil, bir devlet yönetme zihniyetidir. Tonunu, hatta kimi zaman rengini Batıya benzeme hedefi oluştursa da, OsmanlI'dan devrahnmışür ve aslî meselesi, devleti her kim yönetiyorsa unun yönetmeye devam ede­ bilmesini güvence altına almaktır.

64

Diyelim, “asker vesayeti” gibi bir kav­ ramı aldık merkeze oturttuk, kolaycılık yapıp; bu durumda vaziyeti de kısa yol­ dan şöyle tasvir edebiliriz; Dış politika da

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

şıldı. “Çok partili sistem yapalım, muha­ lefet de olsun” vs. dediğinizde, bu lafları­ nızın bir siyasi projenin ifadesi olması ih­ timali vardır şüphesiz. Peki ya muhalefe­ tin seçim kazanm a ihtim ali karşısında onu dağıtıp tek partiye dönmeniz neyin ifa d esid ir? K em alizm b irta k ım siy asî önerm eler içermiyor, demiyorum. Özel­ likle Batı toplumlanna benzeme hevesin­ den kaynaklanan girişimlerde böyle izler bulunabilir. Ama m ütem adiyen aksine davranılan önermeleri birbirine bağlayıp, “Alın işle bir siyasî düşünce zinciri!” de­ menin herhangi bir inandırıcılığı olamaz elbette. Kaldı ki, ortada, eti azından aksi­ ne davranmadığınızda birbiriyle tutarlı kalabilen bir önermeler dizisi de yok. Kem alizm e karakterini veren başlıca

asker vesayetini garantileme hedefiyle şe­ killendirilir, eğilim sistemi de.

kavramların -m eselâ çağdaş uygarlık, la­ iklik—ve formülasyonlann -m eselâ “ırkçı

Temel devlet politikalarına yön veren

o lm a y a n m i ll iy e t ç ilik ” ; Ne m u tlu Türk’üm diyene- hepsi tartışmalı, çelişki­ li, keyfîdir.

ve aslında millî güvenlik sisteminin anah­ tar kavram ı olan “m illi g ü ç ”, bütün o kapsayıcılığı ve baskınlığıyla, sadece ülke çapındaki bütün belirleyici faaliyetlerin m erkezî denetim altında yürütülm esini değil söz konusu merkezin başka herhan­ gi bir güç tarafından denetlenemezligini de ifade eder.' Kemalizmİn şekillendirdiği devlet mekanizmasının belirleyici unsuru budur: M illet dahil başka hiçbir gücün hiçbir şekilde denetleyemeyeceği bir yö­ netim odağı, h e r bakım dan güvenceye alınmıştır. Faaliyetlerinde başına buyruk­ tur, ondan hesap sorulmasını sağlayacak herhangi bir mekanizma da yoktur. Kısaca, Türkiye’yi hâlâ İttihat ve Terak­ ki Partisi yönetiyor, diyebiliriz. Çekirdek budur. Etrafına da göz atalım. “Modern Türkiye" nin kuruluş dönem­

Çağdaş uygarlık, hiçbir zaman Batı de­ mokrasisi olarak anlaşılmamıştır. 1930’ların T ü rk iy esi’nd e, 19 Mayıs töreninde kızlara kısacık şortlar giydirmek ne Batılı bir davranıştır ne de demokratça. İlk sa­ hici muhalefet partisi, a da başında İttihat ve Terakki geleneği ve örgüÜeninesinden gelen birinin varlığına güvenilerek tanı­ nan imkânla, anca 1940’larda seçime katılabilmiş, kazandığı seçimin sonucu dev­ let gücünün h ileli kullanım ıyla tersine çevrilmiş, İkincisinde daha büyük bir za­ fer elde edince iktidara gelebilmiştir. Var­ dığı nokta, başbakanla iki bakanın asıl­ m asıdır. A sılanlar k rav at-cek et ve fötr şapka giyen siyasetçilerdi. Kem alizm İn

lerinde, tek otoritenin tartışılmaz hüküm­

Cumhuriyet projesinin sözde hedeflerin­ den bu süreçte varlığını tesbit edebildiği­

ranlığı sırasında problem olmayan şeyler, toplumsal gelişmeyle birlikte gelen çeşit­ lenmeler, ayrışmalar vs sonucu problem

şapkadır. Şapka mıdır Batı demokrasisi? Türkiye Cumhuriyeti hiçbir zamatı laik

haline geldiğinde, Kemalizmİn başlı başı­ na bir siyasî görüş olmadığı, en çok, bir­ takım “kırmızı çizgiler” barındırdığı anla­

olmamıştır. Dinle devlet işlerini ayırdım, demiş, ama birtakım işlerini din üzerin­ den halletm ekte hiçbir sakınca görm e-

miz yegâne unsurlar da kravat-ceket ile

Ü

S

T

Ü

N

E

C

İ

L

T

L

E

R

Y A Z

I

L

M

I

Ş______ H

A Y A

I

E

T

Ahm et Çiğdem, Taşra Epiği 1nete "ideolojilerin Türkleştirilmesi" kon u su n da şunlara işaret eder: “Türkleştirme am eliyesi. eklem len diği h e r id eo lo jik yön len im in tarihselliğinde verili bulunan p o z it if işleri ortadan kald ırıy or ve gerçeğinin sa d ece kötü b ir kopyası o larak varkatm asm ı sağ lıy or.... K öylere liberalizm den m u hafazakârlığa, sosyalizm den m illiyetçiliğe biitûn ideolojik eğilimler, kola y ca den etlen ebilir b ir a ra c a indirgeniyor '

iniştir. Bu topraklarda kendisine

iktida­

rına— rakip olabilecek tek toplumsal gu cu n . dinin toplum sal etk in liğ in i, işine geldiği yerde kırmak, işine geldiği yerde ondan yat arlanmak islediği itin , sadece ve sadece, devletin belirli bir zihniyet sa­ hiplen zümresine e kontrol edilmesi anla­ mına gelen, benzeri olmayan bir laiklik kavramı üretm iştir. Cum huriyet k u ru l­ duktan 30 yıl sonra hâla Alevi kıyımları­ na kalkışılabilm esindeıı sözeınıesek, 60. yılı geçtikten sonra ders kitaplarında Ale­ vdik için “sapkın bir mezhep” gibi lallar edilmesine takılmasak bile. I C. devletine laik dememiz asla mümkün değildir. Bir tek Hıristiyan valinin, generali bırakın, albayın kategorik olarak bulunamayacağı bir ülkede hangi laiklik? Sünni-Ilanefi ol­

nüllülfık. iş demeyenlere ne yapılacağına geldiğinde tam bir kötü kalpliliğe dönüşe bilmiş, zaten sonuç da demeyene dedirt­ me olm uştur.2 T arihin, her ulııs-devlet için normal sayılacak ölçülerde çarpıtıl ması bizde fersah fersah aşılmış, sonunda kendi geçmişimizi inkara varmış, nereden dayanak bulunup da teıııellendirileceği belli olmadığından. Orta Asya'lara. Güneş Dil Teorilerine sarılarak da sonuç alına­ madığından. dünyanın en kendine güven siz. dolayısıyla her aıı panik halinde ve saldırgaııbğa teşne milliy etçiliği, çoğunlu­ ğuyla toplumun değil, ama devletin bir nevi "harcı” olmuştur. Yıkılan ve kötülen­ mesi elzem olan eski nizam . O sınanlı, milliyetçiliğin kendine şan şeref ve tabii daha önemlisi, dayanak temin edebileceği

m ayanların da vergileriyle döndürülen resmi Diyanet İşleri, finanse edilen za­ lim in din dersi, ödenen imam maaşları?

yegâne malzeme olarak kalakalmışım elle­ rinde. Devlet zümresinin yapısal paratıoyaklıgınııı dayanaklarından biri budun

Milliyetçilik konusunda durum daha da berbat. “Kendine Türk'üm diyeni Türk

yani aslen dayanaksızlık. Kemalizm de bu şanlarda, ortadan kaldırılması pek müm­ kün görünmeyen sahici zaafların gizlen-

kabul ederizTe sergilenen sözde vücegö-

D

O

N

E

M

L

E

R

V

E

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

meşinde kendinden önce muazzam evren­ sel başarılar kaydetmiş olan dinlerin pe­

dır. D evlet iktidarına yaklaşm a ve onu paylaşma —seçimle gelen “siyasî" iktidar,

şinden gitmiştir. Kutsallardan geçilmeyen mayınlı alanında, tartışılmaz kabullerine boyun eğmeyenlere yönelik sürek avlan düzenleyebilm ek için modern Teşkilatı M ahsusa’nm ürettiği bahanelere “siyasî

“m odern T ü rk iy e"d e, devlet ik tid arın ı kısmen paylaşmaya hak kazanan bir “si­

düşünce" demek... biraz fazla olmaz mı? Din ve milliyetçilik konularındaki aşırı­ lıklar ve acayiplikler, devlet hayatımıza ve özellikle devle t-toplum ilişkisine yön ve­ ren “siyasî düşünce”ye bakınca, çok do­ ğal görünüyor üstelik. Çünkü Kemalizm, en başta, kendini “aklın yolu”na düşmüş aydınlanmacı bir derviş olarak gösterme­ ye çakşırken, “aklın yolu bir” ilkesini, ka­ rakterinin belirleyici özelliği olan prag­ matizmle eline alıp bir güzel amorflaştırmışlır. Sonuç, Kemalizmin bir din haline gelmesidir. “Siyasî düşünce", tartışılabilir bir şeydir; din tartışılamaz, Başlıbaşma Kemalizmin yorumlanması, değerlendirilmesi burada konumuz dışı. Ben sadece, Kemalizmin b ir “siyasî dü­ şünce" olmadığına, kendine çekmeye ça­ baladığı toplumsal unsurlar için din, “sa­ h ip le ri" için se pragm atist b ir yönetim zihniyeti olduğuna dikkat çekmeye uğra­ şıyorum. 2007 başlarına damgasını vuran “Cumhuriyet m itingleri" ve benzeri kal­ kışmalara bakmayın, Kemalizmin bir mu­ halefet siyaseti olabilm esi, doğası gereği mümkün değildir3 Devletin seçilmeyen­ den e tlenemey en kısmıyla elele verip se­ çilm iş hüküm ete m uhalefet etmek gibi, hele parlamenter demokrasi kavramlarıy­ la düşünüldüğünde aşırı acayip kaçan bir konumu Kernalistler yadırgamaz. Genel­ likle sevmedikleri partiler seçim kazandı­ ğı için buna fazlasıyla alışıktırlar da. Kemalizm, tıpkı yönetim elitinin elinde türlü işlere yaradığı gibi, birtakım siyasî partilerin etinde de belirli dönemlerde çe­

vil” g üçtür- potansiyeli taşıyan herkes bu aracı kullanma ehliyeti kazanabilir. Elbet­ te, daha önce buraya yaklaşm a ehliyeti kazanabilmişse. “Modern Türkiye "de devletin belirleyi­ ci bölümünü denetleme kudretine sahip kesimlerin yönetim zihniyeti, aslında ik­ tidar üzerinde tam bir paylaşım hak ve yetkisi bulunm am asına rağm en bu ke­ simlerle kader birliği etmiş sivil topluluk tarafından siyasî düşünce gibi sunulur. Aslında bu, içini ihtiyaca göre doldurabil­ diğiniz bir kumanya torbasıdır. Yerine gö­ re her türlü “siyasî düşünce”nin çeşitli unsurlarını bannd ırabtlen, esas olarak, devlet iktidarım kim in kontrol edeceğini garanti altına alma hedefiyle şekillendiril­ miş bir esnek talimatnamedir. Esnekliği, buna maruz kalacaklar için değil, bunu elinde tutanlar içindir. Dağı taşı Atatürk portreleriyle dolduran, neredeyse bütün takvimi Atatürk’ün doğum-ölüm ve icraat tarih lerin e göre yenid en düzenlem eye kalkışan 12 Eylül darbecilerinin okullara zorunlu din dersleri koymasında bu ba­ kımdan hiçbir gariplik yoktur Kimi Kemalistîerin kendilerini “esas solcu" veya “esas Müslüman” saymasında da olmadığı gibi. Kemalizm, bir fotoğraf değil, esnek ve değişken bir çerçevedir. “MODERN TÜRKİYE "D E ___________ “SİYASET ALAN I” Fakat sadece resim çerçevesinden değil, çitle, parmaklıkla, dikenli telle bir alanın çevrelenmesinden de sözetmemiz gerekir. Türkiye’de “siyaset” denen alan, böyle bir alandır. Düzenin meşru saydığı kulvarlar­

şitli işler görebilir. Çünkü, içleri çeşitli şe­ killerde doldurulabilecek sloganlardan ve esas olarak, devleti kimin kontrol edece­

da yarışacak bütün siyasî güçler, herhangi bir ulusal devler için doğal gereklilik olan

ğine dair bir temel öneriden oluşmakta­

bir asgari zeminin fersah fersah ötelerine

Ü

S

T

Ü

N

E

C İ L T L E R

taşan b ir ortak alanı paylaşm ak d uru­ mundadır, 1 9 8 0 ’lerden sonra politikada en gözde laflardan biri oldu: "m erkez". Oysa Türkiye’de yasal siyasetin bütünü m erkezd e yapılır. “M erkeze götürm e" esprisinin bunca yaygınlığının gerisinde,

V

A

Z

I

L

M

I

Ş

H A Y A L E T

Türk siyasetçisi, devletin nasıl yönetilece­ ğine, devlet-toplum ilişkisinin geleceğine, vatandaşların haklarına, ortak yaşam ilke­ lerine dair etraflı projeler geliştirm ekle yükümlü biri değildir. Oy alacak, hükü­ m et iktidarım'1 elde edecek, öngörülmüş

belki de, sadece vatandaşın pek haklı po­

bir çerçevenin dışına çıkmadan, kendisi­

lis korkusu değil, üst düzey siyasete iliş­ kin derinlikli bir tesbit de vardır. Herkes b ilir ki, b ir şekild e g ötürü lü rsünü z: o merkeze olamıyorsa-bu merkeze!

ne bırakılmış alana kendinden bazı renk­ ler katarak işlerini yürütecektir. “İşler”

Her ulusal devlet, bir anlaşma üzerine kuruludur. İster zorla ister barışçıl yollar­ dan elde edilmiş olsun, o ulusal devletin

fiyeye yönelik personel a tantal an, vs. Bu, siyasîler veya siyasî partiler doğuştan kö­ tü ruhlu olduğu için böyle değildir; siya­ sîye bırakılan “iş” sahası budur. Mutema-

hükmedeceği topraklar üzerinde yaşayan­ ların ortak kabulleri vardır. Bu ortak ka­ buller, bîr arada yaşamanın olmazsa ol­ maz birkaç asgari kuralından oluşur ge­ nellikle. Oysa Türkiye’de, parti kurarak, seçim e girerek, M eclis’te söz sahibi ola­ rak, hatta hükümet olarak yapılan siyaset, kendi tercihlerine bırakılmış olması gere­ ken konularda da idarenin talimatlarına tâbidir Çünkü başka yerde birkaç asgarî kuralla tanımlanan alan, bizde üstüne ka­ rargâhlar kurulmuş engin bir arazidir, Her türlü siyasî düşünceyi, azıcık sağa sola kıpırdandığında meşru çerçevenin dışına dûşürebilen bu durum, esas siyaset diyebileceğimiz şeyi, bilmemkaçuıcı sınıf­ tan sonra alınabilen seçm eli ders konu­ muna geçirmiştir. Hangi liseden mezun­ sun? Şundan. Esas olan bu. Fen m isin edebiyat mı? Bu artık ayrıntı. Siyaset alanının devletçe bu şekilde sı­

deyince neleri anlarız genellikle? İhaleler, rant paylaştırma faaliyetleri, rakipleri tas­

diyen siyasîleri kötüleyerek, onları çıka­ rından başka şey düşünmeyen açgözlüler gibi sunarak bir iler inin yapmaya çalıştığı, durumun yapısal nedenlerini gizlemektir. Allah için, Türkiye siyasî hayatı elbette bu yakıştırmaları fazlasıyla hak eden kişi ve “ekip’Terle dolu olageldi, ama amaç üzüm yemekse, bize düşen, bu yapısal ne­ denleri görmek. İşimize yarayacak bir alış­ tırma için, siyaset alamnda faaliyet göste­ renler arasından siyasîlerle ötekileri ayırt etmeye çalışabiliriz. Çünkü birine baka­ rak ötekini, ortalama siyasetçinin “siyasi­ lik” eksiğini anlamak daha kolay. Heraekadar siyaset alanı, yukarıda artık simge­ selleşmiş olan başkc al arını sıraladığım “iş­ ler”den ibaret kılınmışsa da, sahiden “dü­ şünce "si olup “siyasî” tavırlar gösteren politikacılar arasıra çıkar. Bunlar hep özel kişiler olmuşlar, hep bir şekilde ayn tutul­

nırlanması “modem Türkiye”nin vasıfları sap İmaya başlandığında ilk sıraya yerleş­ tirilecek şeydir. Herhangi bir varsayımlar,

muşlar, bilinmişlerdir. Çoğuna hep bir tür hayalci, idealist insan5 muamelesi yapıl­ mıştır. Tıpkı fair-play’i abanan futbolcular

dayanaklar, hipotezler, Öneriler vs. toplu­ luğuna “siyasî düşünce" diyebilmek için gereken zemin, bu yüzden, meşru siyaset alanında, yapısal olarak son derece elve­

gibi tasavvur edilmişlerdir. Hepsinin en

rişsiz kılınmıştır. Bu elverişsizlik, “Türk siyasetçisi" ve “Türk siyasi davranışı" olarak adlandıra­ bileceğim iz iki değerli varlık tarafından pekiştiriliyor ve derinleştiriliyor. Önce;

çok vurgulanan ortak Özelliklerinin, “iş takibi yapmama”, “voli vurmama" filan oluşu, Türkiye siyaset sahnesinin neyle karakterize edileceğinin kulak tersten gös­ terilerek kanıtlanmasıdır. Tekrar etm e ihtiyacını hissediyorum : Siyasetçi, sadece cebini doldurmak iste­ yen açgözlü biri olduğu için temel meşe-

67

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

leşi etrafına çıkar sağlamak değildir; Tür­ kiye’de siyaset adı verilmiş faaliyet zaten esas olarak bu dur. “T ürk iye” de -d ev let tarafın d an - siyasetçiye bırakılm ış alan, rant paylaşımıdır. Zenginliğin devlet eliy­ le veya devlet üzerinden dağıtımına son verm ek Cumhuriyet inkılâpları arasında yeralmadığmdan, aksine, Tek Parti Döne-

6 8

mi'nde bizzat devlet içinde dönen bu iş çok-partili rejim le birlikte bütün parla­ menter sisteme yayıldığından, bugün si­ yasetçinin elinin yüzünün karası gibi gör­ meye çalıştığımız mesele aslında "modern Türkiye” devlet ve siyaset yapısının asli özelliklerinden biridir.

z

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

tanın yanma yanaşıp doğrulan usulca ku­ lağına fısıldayan bir danışman gibi. Top­ luluk içinde komutandan fırça yemeyi si­ neye çeker. "E s a s ” olan ı k a v ra m ıştır: Köprüyü geçer, m alını satar. G eçilecek çok köprü var... Hemen bütün büyük ser­ maye sahiplerinin hemen bütün partilerle ilişkilerini iyi tuttuğunu, hatta değişik partilere yardım yaptıklarını vs. biliriz. En büyük yardımları devlet partisine ya­ parlar. Bugün uluslararası sermaye egemenli­ ğinin vardığı aşamada, siyasî partilerin karşısına bir de Türkiye’ye özgü olmayan

masıyla, siyasete ve siyasetçiye bırakılmış “ekonom ik" alan da daraldı. Hangi siya­ setçi, bambaşka bir rant paylaştırma poli­

sınırlama çıkıyor. Devletin kırmızı çizgi­ leri b ir yanda, büyük sermayenin koru­ malı duvarlan öbür yandaysa, uluslarara­ sı malî sermayenin tanrısal kişiliği de te­ pededir. Günümüzde siyasetçinin "piya­ salar”a mahkûmiyeti basit bir çıkar ilişki­

tikasıyla Koç, Sabancı veya Eczacıbaşı’m devreden çıkarabilir? Devlede gayet ilginç bir ilişki içerisinde olan Türkiye burjuva­

sinin ifadesi değildir. “IMF dayatmaları” da birtakım açgözlü emperyalistlerin an­ lık çıkarlarının kollanmasından ibaret de­

zisinin üst tabakası, siyasetçiye göre ayrı­ calıklı bir konumdadır, Siyasetçi çerçeve dışına düşebilir, kırmızı çizgiye basabilir,

ğildir, Bu meselenin Türkiye’ye özgü ol­ madığını biliyoruz. Ama Türkiye’de siya­ set alanı zaten yapısal olarak daraltılmış

ehliyetini kaptırmakla kalmayabilir, kelle­

bulund uğu nd an, etk ile ri burada daha ölümcül olabiliyor.

Elbette, "modern zamanlar”da, çok güç­ lü bir iş-sermaye sahipleri grubunun oluş­

yi de kaybedebilir; büyük sermaye sahip­ leri için böyle bir arıza ihtim ali yoktur.

Siyasî partisin. Günümüz koşullarına

Hangi büyük sermaye grubu, “askeri har­ camalar kısılsın, eğitime, sağlığa daha çok para aynisin” diye ortaya çıkar?

göre en olağanından başlayalım; Piyasala­ rı ürkütm eyeceksin Büyük sermaye ile

Burada da Türkiye’yi Batı demokrasile­ rinden ayıran özgün bir ilişki bulunuyor. Özgünlük, büyük sermaye sahiplerinin

yal güvenlik, köylülerin yoksullaşm ası, şehirlere göç, hatta işsizlik konularında hareket alanın neredeyse yok denecek bo­ yutlarda. Bunlar bir yana. Öbür yan -T ü r ­ kiye’ye özgü o la n -: Kürt sorununda ne diyeceğin, ue yapacağın - e n azından ne

gücünde değil şü p h esiz, B a tı’da siyasi mücadele, hepsi büyük sermayenin -a rtık uluslararası- çıkarlarını garanti eden, do­ layısıyla en azından onun da temsilcisi ol­ mayı taahhüt eden siyasî partiler arasın­ da. Oysa bizde büyük sermayenin İlişkisi, siyasetle, partilerle değil, devletle. Siyasî düşünceler ve kavga gürültüden etkilen­ meyen, siyasi parti temsilcilerinin pek gi­ remediği "esas iktid ar" alanında büyük serm aye de saygılı b ir gözlem ci olarak bulunur. Toplantı bittikten sonra kom u­

papaz olmayacaksın. Sendikal haklar, sos­

yapamayacağın- belli. Kıbrıs konusunda da belli. Genelkurmay ile ilişkilerinde ha­ reket alanın belli. Jandarma senin deneti­ minde olmayacak. Ellerinde özel operas­ yon planlan, silahlar, bombalar bulunan, her türlü gizli ilişki ve örgütlenmeler için kendilerine yasadışı im kânlar tanınmış, görünmez biryerlerden emir alan ve gere­ ğinde sana karşı da kullanılabilecek un­

Ü

S

T

Ü

N

E

C İ L T L E R

surların -Teşkilatı M ahsusa- varlığını b i­ liyorsun ama bunlara dokunamayacağını da biliyorsun. AB müzakerelerini önce AB ile değil kendi devletinin sahipleriyle yü­ rütmek zorundasın. Vs.. Sen ne biçim si­ yasî partisin ve senin söyleyebileceğin sa­ hiden siyasî lafların toplamı ne kadardır? İşte bu yüzden, ABD ile birlikte Irak’a dalmayı engelleyen meşhur tezkere oyla­ ması, uzun yıllardır Türkiye’de meydana gelmiş ilk ciddi siyasî hadisedir.6 (O da

Y A Z

L

M

I

j

H

A

Y

A

L

E

T

kırıntıları elbette var. Ve bunlar kendini anca bu alanlarda ortaya koyabiliyor. Mil­ lî Eğitim 'd e alışılagelenden, m in icik bir sapma, Kültür Bakanhğt’nın hazırlattığı şu veya bu tem sil, TRT G enel M üdürü ’nû n kim o lacağ ı... bunlar “m o d em Türkiye" kamuoyunda her zaman Kıbns m eselesinden de insan haklarınd an da daha fazla tartışm a k on u su olm u ştur. Çünkü partilere bırakılmış gibi gözüken

Iç ve dış politikanın okkalı konularında d evlet p o litik a s ın ı, şu rasın a b u rasın a farklı renkler, tonlar atarak sürdürmek,

bu alanlar, siyasilerce, “meşru siyaset ya­ pılabilir alan” sanılıyor ve hadler aşılıyor. Trafiğe kapalı alandasınız. Türkiye iç ve dış siyasetinde, devletin alenen taraf olmadığı bir tek önemli konu yoktur Son zamanlarda buna Genelkurmay’m doğrudan doğruya bir siyasî patlı

ekonomide karşılarına “gerekler” olarak d ikilen lere uygun h arek etlerin yatım a belki bir Yeşil Kart vs. iliştirm ek, siyasi

gibi davranması âdeti eklendi.7 Bu kon­ jonktüre] olguya çok fazla takılmayalım. Zaten bizi bu aleni çıkışlar değil, kimse

parti dediğimiz teşkilatlara kalan başlıca

herhangi bir çıkış yapmıyorken bazı şey­ lerin niçin ve nasıl tartışılmaz ve doku­ nulmaz kalabildiği ilgilendiriyor. “Siyasi

hükümet partisi ileri gelenlerinin her tür­ lü fair-play dışı harekete başvurarak önle­ meye çalıştıkları bir sonuçtu.)

iş. Derinde tanımlanmış işlevleriyse, ken­ d ile rin i d este k ley e n ç e ş itli k esim lere avantajlar, rantlar, zenginleşme veya top­ lumsa] etkinlik imkânları sağlamak. Bun­ ların da sın ın belli. AKP iktidarı bu mev­ zuları anlamamız için pek güzel bir deney oldu. Çünkü başörtüsü gibi b ir simge, hangi ehliyetle nelerin kullanılabileceği ve nerelere girilip nerelere girilmeyeceği hususunda pek bariz bîr manzara ortaya çıkardı. Yani “modern Türkiye”de, siyaset de­ nen alamıı belirlenmiş sınırları, parti ku­ rup siyaset yapmaya soyunacak kimseyi herhangi bir “siyasî düşünce" geliştirme mecburiyetiyle karşı karşıya bırakmıyor. Siyasî düşünceye yer de bırakmıyor. Olsa olsa “eğilimleri" olabiliyor siyasîlerin. Nitekim, kırm ızı çizgiler orada öylece durduğu sürece sorun edilm eyen, M illî Eğitim ve Kültür Bakanlığı yetki alanları­ na giren meseleler, hep de, devlet sahiple­ rinin hükümete geçmiş partilerin tepesi­ ne çökmesine yolaçan simgesel hadiseler olmuşlardır. Çünkü, ne kadar sınırlanmış olsa da, her siyasî partinin siyasi düşünce

düşünce" tohumlannı filizlenemeden çü­ rüten topraktan söz ediyoruz. Ve bu toprağı ekip biçm e gibi, olmaya­ cak b ir vaatle karşım ıza çık m ak duru­ munda kalan Türk siyasetçisinden. Ken­ disinin hareket alanını ve işlevini kabaca tanımladık sanıyorum. İstisnalarından da bahsettik. Onlar hakkında bir-îki şey da­ ha söyleyelim: Sahiden “siyasî düşünce" geliştirm ek isteyen “idealist” siyasetçi adayının karşı­ sında, şüphesiz, ik in ci aşama engelleri var. Siyaset alanında varolabilm ek için, özgünlüğünü ve kavrayış kapasitesini sı­ nırlamak zorunda. Çünkü siyasetin işle­ yiş tar 2i, tıpkı devletin kırm ızı çizgileri gibi, partilerin de kırmızı çizgiler yarat­ masına ve bunları çiğneyeni tasfiye etme­ sine imkân veriyor. Ve ne yazık ki, bunlar da aslen siyasî görüştü, ilkeydi, bunlarla değil, lider otoritesini tartışm aya k a lk ­ makla ilgili oluyor. Tş bu kadarla kalsa, bu belki zorlanarak aşılabilir bir engel olurdu, işte bu nokta-

69

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

da devreye toplum sal siyaset kavrayışı­ mız, hatta belki de kültürüm üz giriyor. (En iyisi, zihniyet mi desek acaba?) Biz, her zaman, birlik ve beraberliğe her za­ mankinden fazla ihtiyacı olan bir toplu­ muz. Rejim m uhalifi olanlarım ız, haklı

70

olarak bir devlet yavesi saydığımız bu lafa gülüp geçiyor. Geçemeyiz. Çünkü bu ay­ nı zamanda toplumsal kültürümüzün yapıtaşlarmdan biri. Farklıhklardan nefret eden bir toplumuz. Bu yetmiyormuş gibi, yatay ilişki kuramayan, eşit haklara sahip bireyler olarak varolduğumuzda örgütlen­ me, planlama yapamayan insanlarız; dolayısıyla, otoriteyi bir ihtiyaç olarak gör­ mekteyiz.® Tek-tip ligin nasıl içimize işlemiş oldu­ ğunun en güncel ve çarpıcı kanıtlarından biri, sanırım , 8 0 ’lerden sonra özellikle büyükşehirlerde herkesin fena halde b i­ rey olm ası, ancak bu bireylerin niyeyse fena halde birbirine benzemesi, dolayısıy­ la yeni tek-tipler yaratılmış olmasıdır. İlk defa, haşin meşin yelekleri, sivri sivri saç­ ları ve yırtıcı ifadeleriyle ortaya çıktıkla­ rınd a epey m agazin rö p o rta jı konu su olan Heavy M e ta İkilerin, bu röportajlar­ da, “Biz ailemize bağlı gençleriz, tabii ki askere gideceğiz, vatanım ız...” nutukları atm asının burada konuyla ilgisi var mı, emin değilim. Sosyologları biraz daha kızdırmayı göze alarak, T ürkiye toplum unun, özellikle “m odern Tü rkiye” dönem inde, “siyasi” denebilecek her türlü girişiminden ötürü sonunda gaddarca cezalandırıldığım, do­ layısıyla bu bilinci kuşaktan kuşağa akta­ ran bir toplum haline geldiğini, böylece günümüzdeki siyaset âlemini şekillendi­ ren bir tür bilinçaltı oluştuğunu ekleye­ yim. Bu toplum ne zaman ki (1 9 8 0 lerin so n la n -1 9 9 0 ’Iar) ev basıp yargısız infaz yapan p o lisleri om zuna alarak İstiklâl Marşı söyledi, o zaman kısmen rahat etti. Çünkü artık babası onu sevecekti; niha­ yet. Bunun yerine Turgut Özal geldi, zen­ ginleri sevdi. Ama toplum Ûzal’da da se­

z

H

N

I

Y

E

T

L

E

R

vecek bir yan buldu; O, namaz kılan ilk Cum hurbaşkanı idi! T ü rkiye’ye yaptığı şey kısaca "bizi vicdanımızdan azade et­ m ek" olarak özetlenebilecek, seçkmci, bal gibi tek-otoritecı, merkeziyetçi bir kimse olan Özal, bütün o Papatyalar’a, pırlan tali Semra Özal gözlüklerine falan rağm en, Loplumumuzun ö z ellik le m uhafazakâr hatta dindar kesimi tarafından bağırlara basıldı. Galiba “siyasî düşünce”den sözedıyorduk, O halde, namaz kılan cumhurbaşkanı­ na gelmişken, İslamcı siyasete uğrayaca­ ğız. Ama önce uğramadan geçemeyeceği­ miz bir alanda durmak zorundayız: Mu­ hafazakârlık. TÜRK MUHAFAZAKAR/ ________ NEYİ MUHAFAZA EDER?________ Türkiye’de siyaset ve siyasetçi dendiğinde akla gelecek ilk yüz İsimden sekseni için hiç duraksamadan “muhafazakâr” diyebi­ liriz herhalde. Hele siyasetçileri başarıla­ rına -kitleleri peşinden sürükleme, oy at­ ma, baglı-sadık zümresinin genişliği veya genel bir saygınlık- göre sıralayacak olur­ sak, “Karaoğlan" dönemindeki Ecevit ve vaktiyle CHP içinde varolan, herkesçe sa­ yılan, itibarlı birkaç kişi dışında listenin tepesini tamamen muhafazakâr siyasetçi­ ler işgal edecektir. Menderes’li DP, Demirel’li AP, O zalit ANAP ve son olaıak Erdoğarilı AKP, Türkiye siyasetinin en yay­ gın destek bulmuş, en güçlü partileridir. AKP’nitıkİ, bu yazı yazıldığı sırada ha­ len devam eden bir pratikti, bu yüzden, onu şimdilik değerlendirme dışı tutalım. Bütün ötekiler için öncelikle anabileceği­ miz bir ortak özellik, demokrasinin temel nosyonundan yoksunluktur. Bir tuhaf il­ letle mâlûidür, Türkiye’de, halen süren gizli ittih at ve Terakki iktidarına karşı k itlelerin gözünde serbestlik , hürriyet, demokrasi vs. umudu olıuuş hu partiler; Çoğuuluk oylannı alabileni mutlak ik ti­

Ü

S

T

Ü

N

E

C

İ

L

T

L

E

R

Y A Z I L M I Ş

H

A

Y

A

L

E

T

dar sahibi sayar ve bu oyların almışının b ir dakika sonrasından itibaren azınlık durumuna düşenlerin herhangi bir siyası

rını tehdit eden gelişmeler karşısında ak­ siyon geliştirebilmektir.

hakkı kalmadığını kabul ederler. Azıcık derine inildiğinde, bunun, kendi varlık nedenlerini inkâr etme anlamına geldiği

tin sahip olduğu zenginlikleri korum a konusunda herhangi bir çaba göstermedi­ ği gibi, siyasetçileri aracılığıyla, tarih tala­

görülebilir. A zınlık kavramına duyulan yapısal nefretten de beslendiğine ihtimal verebileceğimiz bu özellik, birlik-beraber­ liğe her zaman her zamankinden Fazla ih­ tiyaç duyma huyumuzla birleştiğinde, se­ çim i, oy vermeyi, parlam entoyu, siyasi mücadeleyi filan anlamsızlaştıran, bunla­ rın içini boşaltan garip b ir onam yarat­ mıştır.

nına da, kültür zenginliğinin heba edil­ mesine de ortak olmuştur. Evine kapanıp d ertlene d ertlene klasik Türk m usikisi ayinleri yaparak elde edebildiği şey, en fazla, ABD’ye tahsile yolladığı çocukları­ nın kulaklarında bu müziğin biraz yer et­ miş olmasıdır.

Bu bir tesadüf değil. Türk m uhafaza­ k ârlığ ın ın çe k ird e k ö z e llik le riy le çok uyumlu bir sonuç.

neyin muhafazakârlığı? T ü rk m u h afazak ârlığ ın ın ak siy onla,

Türk muhafazakârı, kendisini bu kav­ ramdan uzaklaştıracak en küçük sapma karşısında bile neredeyse içsel bir korku duyar. Bu, birtakım değerlere tutkuyla sa­ rılmaktan doğan bir korku değildir. Bal gibi, çoğunluktan ayrı düşme, toplum gö­ zünde "yabancı gibi görülm e” korkusu­ dur. Bu özelliğiyle, zaten, partili siyasetin dışında duran bir fikir adamı bile olsa, âdetâ, gönül okşayarak (“aslansın kaplan­ sın” muhabbeti) itibar kazanma peşinde­ ki ma halı politikacı gibidiı, Türk muhafazakârı pozitif, eylemci, ile­ riye dönük bir tip değildir. Muhafazakâr­ lıkla ileriye dönüklüğü bir araya getirme­ ye çalışmamda tuhaflık yok. Çünkü, sağcı okuryazarların pek sevdiği tabirle “aksi­

Oysa Türk muhafazakârı, bu memleke­

80 yılda bir tek güzel cami inşa edeme­ miş bir toplumda, hangi muhafazakârlık,

koruyup geliştirmeyle, bir tür toplumsal sorumlulukla alâkası olmamıştır. Çünkü bu düşünce âleminde esas olan, yalnız ve yalnız, doğuştan sahip olduğumuz iddia ed ilen b irta k ım özellik lerd ir. E ğer bu "T ü rklük"se, meselâ, muhafazakâr fikir adamları-kadınları topluluğumuz, sahici bir Türk tarihinin ortaya çıkarılması için ne kadar çaba göstermiştir? Kahramanlık destanlarından sözetmiyonım; hele resmî tarihin doğrulanması ve güçlendirilm esi uğruna bile bile kalkışılmış tahrifat faali­ yetlerinden hiç sözetmiyorum. Aile ağacı çıkarmaya uğraşır gibi, tutkulu bir tarih­ çilikten sözediyorum. Türk muhafazakân, üniversitede sınıfa gelip, dünyanın en eski, en köklü, en ge­ lişmiş dilinin Türkçe olduğunu ilân eden,

yon" olmaksızın siyaset olmaz. Ve muha­ faza edilecek olan her ne ise, değişen dün­ ya koşullannda onu muhafaza edebilmek

“Türkçe’nin evreleri" diye şemalar ezber­ lettiren , sonra, bu şem adaki ilk birkaç

elbette aksiyon işidir. Derinlerden bulup çıkarmalar, günün koşullarına göre yeni­ den değerlendirmeler, yeniden anlamlan­

nak! anndan edinebildiğimizi hiç sıkıntı duymadan anlatabilen b ir sahte tutkulu insandır.

dırmalar, içerik ve karakteri koruyup g e li ­ şebilecek yanlara yeni bir gözle bakm a­ lar... bir muhafazakârın işi nedir ki?

Türk muhafazakârlığının gösterebildiği en büyük gelişme de, 1 9 8 0 ’lerden sonra

M u h afazakârlığın h akkı olan, onun üretebileceği siyaset, bir içeriği, anlamı koruyabilmek için, bunun varlık koşulla­

aşamaya ait bilgileri ancak yazılı Çin kay­

kendini neoliberal akıntıya bırakabilmiş olmasıdır. İşin garibi, bunda da bir garip­ lik olmayışıdır. Çünkü yapısal özellikleri itibariyle T ü rk m uhafazakârı, siyasette

71



ö

n

e

m

l

e

r

V

E

tercihini güçlü den, egem enden, zengin­ den yana yapmış biridir. Türk muhafaza­ k ârın ın , T ü rk m illetinin sık ın tılarıy la, yoksunluklarıyla İlgili herhangi bir derdi olmamıştır. Aksine, politika alanında gös­ terebildiği yegâne çaba, bu dertlerden sözeden solcu la nn bertaraf edilebilmesi için sağ siyasete ham aset m alzem esi sağla­ maktır. Eğer naylondan değil de sahici bir Türk

72

muhafazakârlığı olsaydı, belki yine otori­ ter bir toplumda, haklarımız kısıtlanmış olarak yaşıyor olabilirdik, ama çeşmeleri­ mizi kırıp dökmemiş, külliyeIeri, kiliseleri ahıra çevirmemiş, antik eserleri talan ettirmemiş, bu topraklara özgü müzikleri geliştirebilmiş olurduk. Memleketin uzak köşelerinde yoksul ve yoksun yaşayan in­ san larım ızın özen eceğ i, g eld ik lerin d e kendilerini uyarlama zorunluluğunu his­ sedeceği şehirlerimiz olurdu. Türk muhafazakârı, Boğaziçi’nin yem­ yeşil tepelerine bakınca yalnız site yapıla­ cak alanlar gören insanların ahbabıdır. Otoyol veya otomobiller için yeni bir köp­ rü yapma uğruna yıkılacak yok edilecek eski eseri şunu bunu korum a misyonu hiçbir zaman onun omuzlarında olmamış­

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

tini asla gösterm em iş, bu nitelikleriyle, toplum hayatımızın ayrıntılarından kabul edebileceğimiz bir tiptir. Bağrından çıkardığı siyasetçinin nasıl olması beklenirdi? Turgut Ûzal, Türk m u­ hafazakârlığı diye bir şeyin ya hiç varol­ madığının kanıtıdır ya da o tarihte sona erdiğinin. T ü rk m uhafazakârına sorarsanız, İs­ lâm’ın ve Türklüğün güzelliklerini yete­ rince dillendirememiş olmasının sebebi, anlamsız bir modernlik ve Batı hayranlı­ ğının iğvasına kapılmış devletin baskısı­ dır. Oysa en az modern ittihatçılar kadar o da, ergenliği komünizm korkusuyla şe­ killenmiş, ruhen zedelenmiş bir karakter­ dir. Fakat o kadar ezik ve siliktir ki, bir dramatik yapı içerisine yerleştirseniz ken­ dini belli etmesi çok zordur. Dedim ya, ayrıntıdır en fazla. Devlet baskısından ötürü mağdur olma hissinin böylesine elitist bir kesimde de sürebilmesi, özellikle kültürel alanda sa­ hici mağduriyet hadiseleri varolsa bile, esas olarak devletin başarısıdır. Dolayısıyla: Türk muhafazakârlığının ürettiği, dünyanın başka kitlesel sağ partileriîiinkinden farkh, sıradan olmayan

tır. Şalvarın geliştirilmesiyle son derece ra­ hat ve bize özgü bir giyim eşyası üretilip üretilemeyeceğmi yıllardır düşünüp duran

herhangi bir siyasî düşünceden maalesef

benim. Bunu hiçbir mu ha faza kürdan veya kendini halkın bağrından kopup gelmiş sayan, benim gibileri memlekete yabancı

zedemiyoruz.

ilân eden hiçbir siyasetçi veya fikir ada­ mından duymadım. Türk m uhafazakâr, bütün günahlannıu yanı sıra, elitisttir de. Neo liberali iğe teveccüh gösterirken bu yüzden hiç zorlanmamıştır. Türk m uhafazakâr, muhafaza etmeye gayret gösterdiği hiçbir şey bulamayacağı­ mız, toplum çoğunluğunun doğuştan ge­ len birtakım özelliklerini överek belirli bir toplumsal statüyü muhafaza etmekten başka derdi bulunmayan, aslî ve hayatî saydığı değerler uğruna devlet egemenle­ riyle herhangi bir çatışmaya girme cesare­

sözedemiyoruz. Bir üründen sözedemediğimiz gibi, tarladan, potansiyelden de sö­ Mağduriyet bağlantısından, aruk İslam­ cılara geçebiliriz. _____________HAYIRLI l$h ER_____________ “Modern Türkiye"de bir İslam cı partinin varolması elbette yapısal bir gereklilikti. Kem alizm in din konusundaki -a slın d a laiklik dışında bin türlü nitelemeyle anı­ labilecek, sadece laiklik denemeyecek fa­ kat ısrarla öyle denen ve öyle sa u ıla n tehlikeli oyununun buna yo [açacağı ke­ sindi. Birdenbire, neoliberal, postmodern âlemin, yu pp i e' 1erden, clubber’lardan b i­ le daha tipik simgeleri haline gelen İs-

Ü

S

T

Ü

N

E

C

İ

L

T

L

E

R

Y

A

Z

I

L

M

I

Ş

H

A

Y

A

L

E

T

73

12 Eylül son ra sın d a d ah a ön ced en ayrım ları a n latd ab ilir ıv an la şıla b ilir olan, bu yü zden d e sim geleriy le d a h i fa rk lılık la rı koım bilen siy asi id eo lo jiler h a llerin i dön em in ruhu y la uyumlu b ir sü p erm arket p ratiğ in e uyarladılar.

lâıncı işadam larının tısı katlarda artan zenginlikten pay istemeye başlamaları da kaçınılm azdı. Alışveriş m erkezleri. Üt -

toplumsal destek ihtiy acı değişecek: deva mini o zaman görebileceğiz. Demirci iııki gibi, karşısındakine duyulan antipaliden

ness center'laı ve araba galerilerine ba­ şörtüsüyle girilebildıgıne göre, haydi ba

ve darağacında sonuçlanmış bir girişimin

kalın ı. G alatasaray k arsısın d a Yiınpas Yozgat sporu bulmasın mı?

politika kurnazlığına dayanan lipik bir sag siyaset yürütmüyor bu hareket. Özal'ınki

İslamcı hareket, 12 kyltil IÜBCden son­ ra. memleketle uzıııı yıllardır tartışmasız solcuların elinde bulunan entelektüel ha­ reketlilik bayrağını kaptı. Daha sonra bu ıııın yerine çirk in m adenî d irek li dev Türk bayrakları geçecekti, ama olsun, en azından bir ara, Islâmeılar siyasî düşünce üretebilecek gibiydi. Muhalefet günleri böyle isler için daha uygundur. Öyle de

gibi de insafsız değil. Ancak daha ııe ka tlar zaman "harekei” ını sözedebileneğimi­ zi bilemiyoruz, çünkü iktidar oldu. Kırını zı çizgilerin orasına mı bassak burasından mı atlasak tereddütleri içerisinde, kendile­ rine özgü siyasi iddialarını “ivi akşamlar” verine "hayırlı akşamlar” demekle yetin­ me raddelerine indirgeyebilmelcrine bakı­ lırsa. pragmatiklikte kimseden geri kalım

oldu. Arayı atlıyorum, sonunda elimizde yine m illiyetçi, yeni zcnginci. yani neoliberal bir lıaıeket kaldı. I arkı, yoksullarla ve

yorlaı. Şimdiden, kendi siyasî iddialarına hay li mesafeli bir yere sürüklendiler. Bira km "gerçek laikliği”, Ktırı sorununa sivil

toplum çoğunluğuyla ilişkisini henüz ko­ parmamış oluşunda. Kendini laik cumhu­ riyetçilik olarak açığa vuran gizli İttihatçı­ lıkla ezelî m ücadelenin gidişatına göre

duygusal mirasından beslenen, hamasete,

çözümü, başörtülü öğrenci kızlar falan bir kenarda unutuldu. İktidar İslamcıları ister istemez ayrıştır­ dı. Siy asî-ıop lu m sal çözü m leri sadece dindarlar için aramayanlar, "modern Tuı-

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

kıye"ııin sahiden modern kesimine katıl­ dı, kararlı demokratlar oldular. Böyleee bu hayırlı gelişm e de “siyasî düşünce" hayatımızdaki potansiyel zen­ ginleşm enin önüne geçilm esi antam m a geldi. Çünkü Türkiye’de demokrasi iste­ menin de olmazsa olmazları var ve bunla­ rı kabullendiğinizde üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri söyleyen, dolayısıyla aslında tek bir partide toplanabilecek bir grup oluyorsunuz. 2 0 0 0 ’lerde demokrasi cep­ hesinin kararlı unsurları olan bu tür İs­ lam cılara İslam cı demek için sebep var

74

mı, çok şüpheliyim. Bu yüzden biz yine ana akıma dönelim.

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

Oysa bu “fantezi” denip geçilen şey, or­ tada bir siyasî düşünce bulunup bulun­ madığının hayatî ölçütüdür: Hayalgücünü devre dışı bırakmış bir siyasi düşünce olamaz. Siyasî hedefler, ne kadar akılcı olurlarsa olsunlar, hayalgücü ürünüdür­ ler ve “siyasî d ü şü n ce” d ediğim iz de, içinde bulunduğumuz ortam ve koşullar­ dan hareketle ne yapıp ederek bunlara yaklaşabileceğim izin derli toplu, tutarlı ifadesidir sonuçta. “5iyasî düşünce”den, bunun yanı sıra, dayanaklarını açıklama­ sı, h ed eflerin in niye isten ir olduğunu

Siyasî düşünce zenginliğimiz açısından

göstermesi beklenir. Hatta siyasî düşünce, öncelikle hedefleriyle tanımlanır. İslam cıların iktidar deneylerinin bize

değerlendirince, insanın, keşke İslamcıla­ rın b atın sayılır bir kısmı, iddia edildiği

gösterdiği, “modern Türkiye” İslamcıları­ nın kendilerine özgü siyasî düşünce üret­

gibi şeriatçı falan olsalardı, diyesi geliyor.

mede tamamen yetersiz kaldıklarıdır. Zi­

Zira Cumhuriyet tarihi boyunca İslamcı­ lık, tek tek birtakım insanların, köşesinde oturmuş felsefe yapan adam halinden çı-

ra, N ecm ettin E rbak an 'a bas sim gesel acayiplikler de bir tarafa bırakıldığında,

kamadan geliştirdiği bazı görüşler dışın­

ortada sadece hafiften demokrat, neoliberal, milliyetçi b ir siyasî akım gözüküyor.

da, doğru dürüst bir siyasî düşünce ürete­ medi. 12 Eylül sonrasında bu kesim de yaşanan yoğun entelektüel kıpırdanma ve dünyanın bütün kaynaklarından beslen­

Çünkü o acayipliklerle birlikte, Komü­ nizm le Mücadele Dernekleri döneminin sığ ve gerici çizgisi de terk edilmişti. Mo­ dern demokrat İslamcı ana akım, kırmızı

me konusunda özellikle gençlerin göster­ diği övülmeye değer çaba, birtakım İs­ lam cı aydınların, aslında hepsi tek soru

çizgiler konusunda devletin sahipleriyle mevzi çarpışmalara girebilen, ancak İtti­ hatçıların karargâhından yapılan salvoları

etrafında dönen arayışlara girmesini teş­

g eçerli yorum u ve anayasası sayanlar,

onlarınkinden farklı bir siyasî perspektif ve dünya görüşüne dayalı tutarlı siyasî hamlelerle karşılamaktan aciz, demokrasi yönünde attığı adımlardan bazen utandığı

böyle yapmayanlarla bir arada nasıl yaşa­ yacak? İslâm kaynaklarına uzanmaktan

izlenimi yaratan, garip bir tek parti ik ti­ darı yarattı,9

vik etti. Som şuydu: Topluma şekil verme iddiasındaki İslâm dinini evren nizamının

da kaçınılmadan yürütülen çabalar sonu­

AKP, “modern Türkiye" İslam cılarının

cu, buradan, bu hayat! soruya cevaplar arandı “Çok-hukukiuluk" kavramı orta­

Cumhuriyet tarihi boyunca yaşadığı de­ neyimlerden süzülüp gelmiş bir oluşum, neredeyse varılmış bir noktadır. Bu nok­ taya toplum hu haldeyken varıldığı için haliyle bugünün izlerini taşıyor. Yine de,

ya atıldı. Ancak, gerek oy patlam aları yaparak iktidar ortağı olan Refah Partisi gerekse bilahare yine patlamalarla ve bu sefer tek başına iktidara gelen AKP deneyi, İslam­ cıların çoğu için şu anlama geldi: fantezi­ yi bırakalım realiteye bakalım. E, oıılar da memleketin insanı...

bir geleneğin uzandığı yerdir. Herhalde, lslâmcı siyasî geleneğin var­ dığı nokta diye Adnan Hoca’cıLan veya FetnOah’çıları sayacak değiliz. Sık sık bi­ raz da gizliliklerin komploların esrarlı ca­

0

T Ü N

C İ L T L E R

Y

A

Z

I

L

M

I

Ş

H A Y A L E T

zibesinden yararlanacak şekilde sözü edi­

kisini anlamak bakımından bence çarp ıa

len Nakşibendilerin şunlar m bunların ise, sanırım siyasi düşünce tartışm asından

bir gösterge, Recep Tayyip Erdoğan’ın ge­

çok toplumsal etkinlik vs. üzerine incele­ melerde ele alınmaları daha doğru olur. AKP’yi vanlmtş b ir nokta, gelenekler­

çirdiğini ileri sürdüğü siyasi görüş değişi­ mine dair derli toplu tek laf etmemiş olu­ şudur. Bu bir genel son yargı, ama şim diden

den süzülüp gelmiş bir siyasî oluşum saym asak b ile , yine şu n u s ö y le y e b iliriz : “Modem Türkiye” İslamcıları, düşüncesi­

söylemek uygun: Çünkü Türk siyasetçisi için siyaset, devlet için neyse odur; yani iktidar mevkiine ulaşabilmek ve orada tu­

ni siyasete dönüştûremeden yok edilmiş olan Said Nursi dışında, "bu toplum, bu insanlar nasıl yaşasa, nasıl bir devletleri olsa daha iyi olur?” sorusuna sahiden ce­ vap aramam ışlardır. Oysa, yukarıda da

tunabilmek için gerekli söz ve davranışlar bütünü. "B ü tün” derken, bunun tutarlı bir bütün olması gereğine işaret etmiyo­

değindim, siyasî düşünce dediğimiz şey bundan ve buna nasıl ulaşılacağına dair yollar ve önerilerden başka nedir ki? İslamcılar bu asli soruya ne cevap ver­ mişler? Bir vakte kadar, dediklerini kaba­

rum; asla! Geçiyorum şim dilik. Tura devam edi­ yorum. M İLLİY E T Ç İLİK VE SALD IRGAN LIK KURUNU DEVLET BELİRLER

ca şöyle özetleyebilir miyiz: Namaz kıl­ sınlar, oruç tutsunlar, kadınlar başını ört­

MHP’yi meselâ Mesut Yılmaz’m ANAP’ına, meselâ Tansu Çiller’in DYP’sine, De­

sün. Bu, sahiden laik bir ülkede, olsa olsa

niz Baykal’ın CHP’sine göre daha "siyasî" bir parti sayabiliriz herhalde. En azından, Türkleri ihya etmek için hangi Türklerin

tebliğ görevi üstlenmiş dindarların yapa­ cağı gündelik faaliyettir Siyasetle ilişkisi, böyle yaşamak islemeyenleri huzursuz et­ tiği ölçüdedir. "Modern Türkiye'de dev­ let, kendi denetimi dışındaki dinî faaliyeti de k rim in a liz e e ttiğ in d e n , İs la m c ıla r uzun yıllar bunu siyaset sandılar. Ama 1950’lerde meselâ, biri çıkıp da, “buynın, iktidar sizin, ordu da çekiliyor, ülke nasıl yönetilsin isterdiniz?” dese, kimsenin or­ taya ciddiye alınmaya değer bir siyasî al­ ternatif koyabileceğini sanmıyorum. Ha­ nedan geri gelemezdi, gelse bile bu özgün bir siyasî düşüncenin ürünü sayılamazdı. Kaldı ki, hanedanın Islâm’la ilişkisi hiç de öyle, Fetih törenlerinde Dolmabahçe’den yukarı gemi yürütünce kendiliğinden vü­

ortadan kaldırılması gerektiğine dair, çe­ şitli tarih tezlerine dayanan (Adsız vs.), pratiği başka isimler altında çeşitli geliş­ miş ülkelerde yapılmış bir siyasî düşün­ ceye (faşizm, Nazizm vs.) sahip oldukla­ rını kabul edebiliriz. Hayır soruyu şöyle sormayacağım: eğer devlet içindeki İtti­ hatçılar, özellikle taşra gençliğine sesle­ nen, gerektiğinde sokak gücü olarak kul­ lanabilecekleri bir potansiyel sivil özel harekât kuvvetini bir kenarda m utlaka bulundurma emelinden vazgeçseler, Tür­ kiye ve Kuzey Kıbrıs’ta birçok üniversite­ de terör estiren, taşra şehirlerinde linç gi­ rişimlerine öncülük eden Ülkücülere bir­ denbire “suç işleyen insan" m uam elesi

cut bulacak bir ilâhı nizama işaret etm i­ yordu. (Osmanlı için dinin de her şey gi­ bi bir araç olduğu ııe kadar inkâr edilebi­ lir ki?) Dem okrasi yakın zamana kadar

yapılm aya başlansa ne olurdu? Soruyu şöyle bükeceğim: MHP’yi besleyen bir si­

Islâmcılar için resmen şeytan icadıydı. O yola sapılam azdı. $ii d eğ iller, hazırda Molla hiyerarşisi yok. Ne olacaktı? Islâmcı hareketin siyasî düşünceyle iliş­

gusu” bu düşünce etrafında, doğrultu­ sunda, her neyse, oluşmuş bir toplumsal güç müdür? Daha da bükeyim: sadece bu mudur?

yasî düşünce elbette var, ama “MHP ol­

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

Mesele MHP değil. Siyasetin siyasî dü­

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

Eylül’de hapse atılan, İşkence gören, idam

geciktirmeden sol siyasete atlamamız uy­ gun düşer. İttihatçıların her türlü sol si­ yasetle ilişkili tavrı, kendilerine sokak gü­ cü devşirmekle meşgul oldukları kesim ­

hücresinde bekleyen MHP'liler, şimdi ye­ niden önemli siyasi kişilikler oldular, el­

lerle ilişkileri kadar karmaşık ve derinlik­ li değil. Daha basit: ezemiyorsan krimina-

şünceye en fazla rastlayabileceğimiz kesi­ minde bile devlet eli var. Mesele bu. 12

bette ağızlarını açmazlar, ama her şeyden önce bu durumu fark ettikleri için kim i­ leri Başbuğ’a isyana sürüklenmişlerdi. Bi­ zi bu durumun kriım nal yanı ilgilendir­ miyor burada, tekrarlayayım; siyaset ala­ nında manevra imkânlarının ummadığı­ mız taraftan bile kısıtlanmasına tanığız,10 Bunları söylemek, elbette Türkiye siyasî hayatının en önemli özgün yanma yeni­ den işaret etmektir: farklı siyasî odakların bir üst siyasi odakça denetlenmesi, yön­ lendirilmesi. Bütün siyasi partilerin, eşya­ nın tabiatı gereği tâbi oldukları manipıılasyon, MHP (ve herhalde artık BBP) ör­ neğinde, daha ilginç boyutlar kazanmıştır Türk milliyetçisi bir partiye Türkiye siyasî hayatında elbette yer var, olacak. Ama bu parti, bu kadar yakınında, hatta çoğu za­ man içinde, bu kadar yasa dışı oluşumla, devletin gizli birimleriyle ilişkili bu kadar elemanla, eylemle, “operasyon"la birlikte, sanki bütün bunlar hiç yokmuş gibi ilginç bir varlık sürdürebiliyorsa -buna “yaşatılıyorsa” demek daha doğru olabilir-, onun sadece bir "siyasî parti” veya “siyasî dü­ şünce” odağı olarak ele alınması mümkün müdür? Doğru mudur? Yine de, MHP/BBP, en azından, eleman ve yandaş devşirme sürecinde kullanılan motiflerin siyasiliğini gözönünde bulun­ durarak, bir yanıyla “siyasî” diyebileceği­ miz oluşumlar. Peki bütün o m utlakçıotcvriter liderlik geleneğiyle, “siyası dü­ şünce” geliştirmeye uygun bir ortam mı? Orada yine kırmızıya takıhyoruz. Kırmızı demişken...

lize et. 1 Mayıs’ta mesele, yürüyüşe katl­ iam yıldırmak değil öncelikle. Toplumun gözünde 1 Mayıs'ı kriminalize etmek En masum itirazın vatan hainliğiyle damga­ lanması sadece bir sapkınlık değil. Vak­ tiyle bir gözaltına alınışımda bent Adliye’ye götüren polislere, “Evde kitap gör­ seniz adamı hemen şüpheli sayıyorsunuz, in sa f!” dem iştim , onlar da şöyle cevap vermişlerdi: “E, karinedir..." Devlet, kri­ minalize etmeye kitaptan, başlamış, Allah ne verdiyse dayamıştır. Bir gün eve gelip "ben solcu old um ” diyecek b ir gencin anababasım kalp krizine sürüklememesi ihtimali hâlâ çok düşük, bu ülkede. “Ben arkadaşlarla mitinge gidiyorum”un sonu­ cu sanırım bir-iki tekrarda mide kanama­ sı ve bilahare kansere kadar uzanır. Mi­ tinge giden içinse, kol kırılması, kafa ya­ rılm ası ve/ve ya örgüt üyeliğind en bilm em kaç yıl hapis olab ilir. Polis O kulu’nda yapılan bir röportaj dizisinde, genç polis adaylarına, “Gösterilerde polis genç­ lere aşırı şiddet kullanıyor. Orada sizin oğlunuz kızınız olsa ne düşünürdünüz?” diye sorulmuştu. O nlar da hiç tereddüt­ süz, “Bizim oğlumuz kızımız öyle sapık­ lık yapmaz," demişlerdi. Türkiye’de dev­ let egemenleri için solcu, vatan hainidir. Canım , devlet baskısı siyasî düşünce oluşumunu niye engellesin, diyebilecek olanınız var mı? Lütfen bu baskının so­ nuçlarının ne kadar derinlere işlemiş ol­ duğunu hesaba katalım. İnsanın faaliyet­ leri, onuru, varlığı sürekli tehdit altınday­ sa hayatını korumaya yönelik savaşçı dü­ şünce tarzlarına meyleder. Ama düşman

____ ____________VE SOL____ ____________

çok güçlüyse ve o da bunu alttan alta bili­ yorsa, onurunu koruyabilmek için kahra­

Madem siyasî düşünce geliştirmeye uy­ gun Ö2gür ortam peşindeyiz, daha fazla

m anlık duygularından m edet um acak, hayatını feda etmesini destanlaştırmak is-

0

S

T

Û

N

F

C

İ

L

T

L

E

R

Y

A

7

I

L

M

I

Ş

H A Y A L E T

teyccektir. Devletin haşin baskısının ve onyıllarca bu memlekeııcki her türlü sol-

ların modası linç girişimlerinde, görü) ör­ sünüz. milletvekilleri, valiler çıkıp yapıla­

cuya karşı sürdürdüğü vicdansızca ayrı mm yarattığı bu genel ruh halinden bağı­ şık tek solcu bıı topraklarda yetişmiş mi dir? Belki. Doğuştan olgun veya güçlü bir aile terbiyesiyle olgunlaşmış birkaç ustun kimse...

nı savunuyor, "Bilsem ben de katılırdım" diyen vali var. Ona da kimse bir şey de­

Türkiye'de sol. garip ve paradoksal bir

oklûrlmesi de günah değil midir? İhı ra­ dikal, en militan, en kararlı olduğunu ile­ ri süren bir sol siyasi harekelin, ardarda,

biçimde, siyaset için hayatını feda eden insanların âlemidir fakat genel ve sürekli ve ısrarlı olarak, apolitiktir. Pek çok sol­ cin a küfür gibi gelebilecek bu lafı izah et meye çalışacağım elbette. Ama izin verin, önce şunu söyleyeyim: gençliğimden baş­ layarak. uzun bir sure, aşağıda niçin apoliıik lık olduğunu izaha çabalayacağım davranışın âlâsını inatla sürdürmüş in­ sanlardan biriyim. Şimdi erdim ve doğru yolu buldum mu? sanmam. Hn sıkı siyasi görünen davranışın aslında nasıl apolitiklikle malul olabildiğini bir dela faik elli ğim için belki kendi yüksek fikirlerime ve anlık tepkilerime karşı daha şüpheci ol masumdur en fazla. Yani ona buna çamur alınıyorum, bizzat paylaştığım, öze ilişkin bir kusurdan bahsediyorum. Fazla m er­ hametli olmama gerek \ok. Ö te yandan epeyce m erham etli olm a gereği var. Çünkü, solcu öldürmenin mu­ bah olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Tıpkı yakın zamana kadar Alevi öldürm enin mübalı oluşu gibi. O döneme yetişemetııiş olanlar, lütfen araştırın, geçen yüzyıl da değil, henüz otuz yıl önce. 1970lerde, üstüste kaç Anadolu şehrinde, Alevilere -v e solculara- yönelik kitlesel kıyım giri­ şimlerine kalkışılm ış, öğrenin. Haydi 12 F.vlûl ö n c e s in i k o n u d ışı tu ta lım , 1980'lerdeıı bu yana, bu memlekette kaç kişi, sırf solcu olduğu için sorgusuz sual­ siz öldürüldü. Tesadiıl müdür? Münferit vaka mıdır? Sivas'ta. Madımak Olcli'nde insanlar yakılırken. Türkiye Cumhuriye­ tinin başbakan), “oteli saran vatandaşları­ mıza bir zaraı gelmemiştir " di\e açıklama yaptı. Ona kimse bir şey demedi. Son yıl­

medi. Cünkıı genel bir uzlaşma var bu konuda. Sok u öldürmek günah değildin ve lıalil suçtur. Peki solcuların kendini öldürmesi veya

en fedakâr insanlarını goz göre göre ölü­ me gönderm esi meşru mudur? F.lbettc bunıı tanışmayacağız burada. Ama siyasi düşüncesi yepyeni insanlarla bugünkünden farklı bir dünya kurma hedefine da­ yalı siyasî örgütlerin, kendilerim nikele rek siyaset yapmasında bir } amaıı çelişki yok mudur? Hn azından meselenin "dü­ şünce" tarafında bir problem..? Apolitiktik meselesine geçmiş oluyoruz boy 1ece. Apolilikliğin son aranacağı yerden baş­ layalım. Türkiye'deki pek çok m arjinal sol örgütün davranış kalıbını şöyle uisvir edebiliriz: Ö zne, örgüuür. Kazanılarak kitle, halkıır, işçi sınıfıdır, kitledir işle. Düşman da burjuvazi ve devlettir. Örgüt, düşmanla çalışır, halkı kazanmaya çalışır. Bu arada memleket politikasında olan bi­ lenin filan hiçbir önemi yoktur. Örgütün planladığı bir eylemin şu veya bu zaman­ da yapılması sadece örgütün liderliğinin bildiği \e üzerine birşeyler inşa ettiği bir takım ölçütlere bağlıdır. Tam da şu sırada toplumda demokratik açılımların onunu tıkamak isteyenlerin eline koz vermeye­ lim. lalan gibi görüşlerin dile getirilebile ceği bir zemin yoktur ortaçla. Mücadele­ nin tekil silahlı eylemlere indirgenmesi en başta bu düşünüş tarzı yüzünden kaçı­ nılmazdır. Silahlı sol mücadelenin başlan gıcında varolan "silahlı propaganda" kav­ ramı bile unutulup gitmek üzeredir. I latıriandıgı yerde de, propaganda, sadece, o an için "düşmana üstünlük sağlanıa”ya, o da meselâ yoldan geçen bir polis arabası-

77

d

ö

n

e

m

l

e

r

V

E

m tuzağa düşürmeye indirgenmiştir. Siya­ sî mücadelenin mücadelesi metamorfoza uğramış, siyasisi maalesef çatışmada vu­ rulup hayatım kaybetmiştir. Görece marjinal gruplar halinde faaliyet gösteren silahlı siyasî örgütler genellikle hayatını bu siyasete adamış insanlardan oluştuğu için, oradaki apolitiklik özellikle garip ve hazindir. Siyaseti sadece bir örgü­ tü iktidara taşıma perspektifine indirgedik­ leri için varolan “buıjuva partileri” İle bu konuda aynı bakış açısını paylaştıklarım sanınm bu Örgütlere yön veren hiçbir insa­ na kabul ettiremeyiz. Ama böyledir.

78

“Silahlı propaganda”, daracık b ir azınlı­ ğın gaddarca ezdiği, şimdilik korkup sin­ miş ama bulabildiği ilk fırsatta diktatörün sarayını yerle bir etmeye hazır geniş kitle­ lerin yaşadığı Güney Amerika’da, döne­ minde, bir siyasi perspektif olarak ortaya atılmıştı. Ezenlerin yenilebileceği gösteri­ lirse halkın öncülerle birleşerek bir devri­ mi gerçekleştirebileceği öngörülüyordu. Bu, o coğrafya ve o ülkeler için epeyce doğruluk payı barındıran, en azından tar­ tışılabilir bir alternatifti.11 Bunu olduğu

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

le yetinelim . Politika m em leketin siyası ve toplumsal hayatında -öngörülm üş bir yönde— değişimler yaratmaya çalışmaksa, burada apolitikbkten başka hangi kavra­ mı kullanabiliriz ki? Daha saf, “düşünce1’ açısından yaklaş­ maya çalışalım, 1980 öncesinden beri va­ rolan kitlesel sol hareketlere. Acaba o ka­ dar eskilere uzanmasak mı? Yoksa daha da eskilere, “modern Türkiye" kom ünist­ lerinin hiçbir özgün siyasî görüş gel işti rmeyip “dünya sosyalizminin merkezi"ne kulak kabarttığı dönem lere m i gitsek? Gitmeyelim Ama bunları hatırlayalım. Türkiye solcuları olarak, en sıkı kadro­ lara ve en geniş kitlesel desteğe sahip ol­ duğumuz dönemde, sosyalizme bize Özgü hangi unsuru kattık? Herhangi bir unsur katm akla uğraşan insanları bugün isim isim sayabiliriz. Liste uzun çıkmaz. Ne ga­ riptir ki, bu isimlerin hiçbiri de, kitlelere yön verebilen kalabalık, güçlü örgütlerin lider kadrolun arasında değildir. Niye? Çünkü bize göre, “siyasî” ayrı, "düşün­ ce" ayrıydı. Oysa, “biz burjuva siyasetçi­

gibi alıp Türkiye için de bir alternatif say­

leri ve partileri gibi yapamayız" diye hay­ kırarak sesini duyurmaya çabalayan bir­

manın ağır sonuçlan oldu. Ve bu, sabiden de birer kahraman gibi yaşayıp ölen gen­

kaç insanın demek istediği basitçe şuydu: "çünkü bizim bir siyasî düşüncemiz var".

cecik insanların anısını lekelememe kay­

Oysa kimilerim ize göre bizim bize özgü bir siyasî düşüncem iz olamazdı çünkü buna ehliyetimiz yoktu; bunları birtakım sosyalist devlet sahipleri geliştirir, biz de

gısı kadar, bildiğimiz feodal değerler üze­ rine siyaset inşa etmeye çalışan müstak­ bel Liderlerin gelecek kaygılan nedeniyle de tartışı lama di. “Modern Türkiye”de her türlü muhalif düşüncenin vatan hainliği

uyardık; kimilerimize göreyse, basitçe sa­ vaştaydık; düşünecek halimiz mi vardı?

şu bu yaftasıyla ezilmesine benzer şekil­ de, sol siyasî düşünce de bir tür silah ve kahramanlık kültünün altında ezildi.

Kendimiz düşünemeyince, kopyaladık. Kimimiz Çinci oldu, kimimiz Enver Ho­ ca’cı. Peki, Enver Hoca ne diyordu? Hangi

Legal faaliyetleri olan, kitle çalışmaları yapan sol etiketli örgütlerin çoğu için si­ yaset, silah lı eylem dem ek değil; yani düşmana o an için üstünlük sağlamak de­

özgün sosyalizm yorumuydu ona ait olan? Umurumuzda mıydı? Sovyetler bürokrasi batağına batm ış, Çin m illiyetçi olm uş,

gülden sonraki sıfır sayısını rekabet ko­

Hoca ikisine de posta koymuştu; yetmez miydi? Che ölmüştü. Kahramanca ölmüş­ tü. H içb irim iz onu tartışm ad ık. Fid el problem oldu biraz. Yine de kayırdık.

nusu yapabilmeye başka adlar da verilebi­ lir. Biz bunu apolitiklik olarak nitelemek­

Görüldüğü üzre, biz düşünce değil duy­ gu insanlarıydık. Yanlış ne vardı bunda?

ğil. Benzer öbür örgütlere üstünlük sağla­ mak, Seçimlerde alınan oyların sıfır vir­

Ü

S

T

Ü

M

E

C

İ

L

T

L

E

R

Çoğum uzu sosyalist m ücadeleye sü­ rükleyen şeyin vicdan oluşunda elbette bir yanlışlık yoktu. Yanlışlık, duyguları­ mızı düşüncenin yerine geçirmeye bu ka­ dar hazır oluşumuzdaydı. Bundan kaçınılmaz bir sonuç doğdu: biz bir dine bağlandık. Marx demiş, Leniu aç­ mış, Stalin özetlemişti. İsteyen, bir-iki yar­ dımcı hoca daha ekleyebilirdi bıına. Şah­

Y

A

Z

I

L

M

I

Ş

H

A

Y

A

L

E

T

1980 öncesinin savaş yıllarında değilse de -k i o zaman bile birtakım alçakgönül­ lü girişimlerim olm uştu-, uzun zamandır, okuyan-yazan, fikir üretmeye çalışan sos­ yalistlerinden biriyim memleketin. "Sos­ yalizm bayrağının en çok yükseldiği" dö­ nem deki h aleti ruhiyem i anlatıyorum . Kafa yapımı da diyebilirim bal gibi. Bir ben miydim böyle? Onca zaman?

sen, pek çok insana, sosyalizmin eşyanın

Tabii ki değil. Bu yüzden “modern Tür­

tabian geregi bir gün nasıl oba kurulacağı­ nı ve oradan da herkesin sonuna kadar öz­

kiye’de siyasî düşünce"den sözedilen bir yerde bunları anlatabiliyorum. Siyasîyi bı­

gür olacağı komünist topluma ulaşılacağı­ nı anlattım. “Nasıl olsa”..! Tarih bir hedefe doğru akıyordu. Tarihin durdurulmaz akı­

rakın, düşüncenin ne işi vardı bizim orta­ mımızda?

şıydı bu. Tabii biz insanlar bu akışın hız­ lanmasına yardım edebilirdik ve etmeliy­ dik. Atıla bu “nesnel" bir haldi. Biz, irade­ miz ve toplumu oluşturan, henüz bu şuura ermemiş insanların ideolojileri, saplan ula­ rı, kompleksleri, korkulan falan aynntıydık. Altyapıyı kurduk mu üstyapı zaten... Evet, “zaten”di.,. Bugün pek çok insan abarttığımı düşü­ nebilir. Buna karşılık ancak şunu ileri sü­ rebilirim: Hayatımda hiçbir zaman, ken­ dimi o kanlı acılı korkunç günlerde his­

Ama ben o sırada siyasî düşünce üret­ meye çalışan biriyle tanıştım: Ömer Laçiner’le. Sonra biriyle daha: Murat Belge. Tanışıklık arkadaşlık andan anlatacak de­ ğilim, Sadece bugün bu konuları konu­ şurken şunu söylemeliyim; onlarla yaptı­ ğım tartışm aların özünde varolduğunu sonradan anladığım şeyi: Ben aslında de­ mek istiyordum ki, "bırakın duygularımız bize yön versin, öfkemiz, radikalliğimiz, takınılmış bıçkınlığım ız... bütün bu dü­ şünceleri ne karıştırıyorsunuz işe!" Ben

settiğim kadar huzurlu hissetmedim. Ga­ rip bir iç huzuruydu. Kaderini bir büyük akışa teslim etmiş olmak...

büyûkşehiT çocuğu bit köylü isyancısı ol­ mayı arzuluyordum. Fazla mantıklı şeyler söylüyorlardı. îsyanm yeni bir toplum ha­ yatı oluşturm aya yetm eyeceğini, devri­

(Aramızdan kimileri de bunu kendini bir büyük güce teslim etmiş olmak şek­

min birilerini devirmekten ibaret olmadı­ ğım kabullenmek kolay olmadı. Gelece­

linde yaşadı. Onların dini bir iktidar ta­

ğin toplümunun nüvelerini bugünün içe­ risinde oluşturmaya çabalamak... yepyeni bir siyasî düşüncenin temel taşı olabilirdi. Ama bunun için, 'karşı çıkan’ olma konu­ m undan ‘kurm aya ça lışa n ’ konu m u na geçmek gerekiyordu.

pınması da içeriyordu. Tapmakları falan vatdı; daha rahattılar.) Sonradan dindarlan daha iyi anlamamı sağladı, o vakit duyduğum iç huzurunun nasıl b ir şey olduğunu düşünmek. Ama insanın kendine karşı dürüst, kendinden güçlülere karşı başı dik, güçsüzlere karşı m erham etli olmasa için vicdanından ve aklından başka bir şeye ihtiyacı olmadığı­ nı artık anlamıştım —garip bir şekilde, bu­ nu, din gibi benimsemiş olduğum sosya­ lizme borçluydum yine—, bu yüzden sa­ mimi dind arların iç huzurunu k ısk an­ mam, beni bir İlâhî inanca bağlamadı.

H içbirim iz doğru dürüst geçem edik. Çünkü biz isyancıydık. Türkiye sosyalist hareke ti -büyük çoğunluğuyla- devrimci değil isyancıydı. Eğer hâlâ başaramadığı­ mız şeyi o günlerde kıyısından köşesin­ den azıcık başarabilmiş olsaydık, bugün inanılmaz gerçi, bize umutla bakan çok ama çok insan vardı, üzerimizden darbe geçse bile yine onlarla birlikte olabilirdik.

79

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V E

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

Türkiye sosyalist hareketi, en iyi karşı çıkan hareketlerden biri oldu dünyada.

Belirli bir siyasî düşünce âlemine aidiyet ile tavır-davranış ilişkisi konusunda en

Ve onca gücüne rağmen ikna edici bir şey önerem eyen Ü stelik, her biri binlerce,

bol örneği yine sosyalistler arasında bula­ biliriz (bkz, dipnot 12).

□nbinlerce kararlı, fedakâr insanı bünye­ sinde toplamış değişik değişik hareketler her zaman her yerde aynı pratikleri yü­

“M o d em T ü rk iy e ’’de “siyasî d ü şü n ­ ce" nın zeminine dair gezimimizin sonu­ na yaklaşıyoruz. Akademyaya uğramadan

rüttüler, denetim ellerine geçliğinde yap­ tıkları ettikleri tamamen aynı oldu. Sade­

olmaz. Fazla da oyalanmamız gerekmeye­ cek orada.

ce etrafa yazılan sloganlar ve buyrukları veren yüzler değişikti, Türkiye sosyalist hareketi, siyasî dü­

ÜNİVERSİTE : “ÇALIŞACAK" AKADEM İSYEN ARANIYOR

şünce yoksunluğundan başarısızlığa uğ­ radı. Sağlam bir siyasî düşünceyi darbe marbe yok edemezdi. Bizi, yani o düşün­

Türkiye üniversitelerin iel, siyaseti bırakın,

ceye o gün için hayat verenleri yok edebi­ lirdi, o kadar. Evet... Kendi âlemim olduğu için burayı biraz uzatmış olabilirim. Ama bu yazının muradından uzaklaştığımı sanmıyorum SİYASET YERİNE __________ DEVLET YA DA DÎN ________ __

tıp veya biyoloji alanlarında özgür bir ça­ lışma ve kendini geliştirme imkânı sunup sunmadığını tartışmak bile abes değil mi? Birkaç istisna dışında, öğrencilerin, sağa sola da saçılarak - m a z a lla h !- özgürce “düşünce geliştirm eleri” m üm kün mü? Türkiye’deki üniversite ortamı hakkında konuşacak insana sadece tek şey söyleme hakkı verseler, o da, dünyanın en eski ve

Şimdi de, uğrayıp geçtiğimiz bütün “siya­

k ök lü üniversitelerinden b irin e Kem al Alemdaroğlu’nun üsiüste rektör seçildiği­

sî” mihraklardaki siyasetçilerin paylaştığı bir ortak Özelliği konu edelim. Soru şu:

ni belirtip sussa yetmez m i?13 Hayatmda herhangi bir konuda ciddiye alınmaya de­

Türkiye’de şu veya bu şekilde siyaset ya­ pan kaç insanın siyasî kararlarım, hamle­ lerini, davranışlarını siyasî düşüncesi be­ lirler? İslamcılar bir ara bende bir umut yarat­ mıştı. “Siyasî hedefleri var," diye düşünü­

ğer tek yazı yazmamış, tek inceleme yap­

yordum, “Bu onları en azından hesap so­ rulabilir kılar.” Çünkü her siyasî düşün­ ce, ister istemez, birtakım ilkeler çıkarır ortaya,^ “Modem Türkiye” siyasî hayannda “il­ ke" kavramının tek kullanımı vardır: Ata­

ortamı? Daha kötüsü, kimi yerde bu ezi­ yetin bile yapılmaması, yani kısaca hiçbir

türk ilkeleri. O da sayılmaz. Şöyle bir laf edebilir miyiz meselâ: Bilmemkim şu partidendir (şu akımdandır

şında hiçbir fikri olmayan şizofrenler ha­ line getirmeye çalışır, üniversite de bunu “çek eder”. Askeri okullardaki eğilim ka­

v s,); dolayısıyla şu konuda şöyle tavır alır. D ikkat edin, bunu diyebileceğim iz

litesinin pek çok üniversiteden yüksek oluşu ne anlama gelir? Üniversite öğretim

durumlar ya devlet zihniyetinin temsilcisi olm akla ilişkilid ir ya da dinî aidiyetle

üyelerinin, yöneticilerinin, devlet partisi­ ne sadakat dışında herhangi bir kaygı ta­

Bunun da ilkeyle milkeyle ilişkisi yoktur.

şıdığı kaç öğretim kurumu var?

mamış, üstelik yapamayacağı da bilinen yüzlerce (b in lerce?) öğretim üyesin in, Türk Millî Eğitim Sistemi denen vahşetten geçmiş genç beyinlere ilave eziyet ettiği b ir yerden başka nedir, Türk üniversite

şeyin yapılmaması, Ortalama Türk üniversitesinin içerikli tek faaliyeti şudur: Türk Millî Eğitim Sis­ temi çocuklarım ızı otoriteye bağlılık dı­

Ü

T Ü M

C

İ

L

T

L

E

R

Y A Z

L

M

I

j

H

A

Y

A

L

E

T

Aşınlaştırıldığı için gayninsant bulaca­

geliyor bana. Ama artık toplumsal psiko­

ğımız bir “b ilim sel im a n ” dan yakınm a şansımız bile yok bu memlekette. Konu­ larına tutkunlukları yüzünden dünyayı görem eyen atgözlûklü bllim adam larına

lo ji konularına da girip ahkâm kesmeye kalkarsam fazla olacak diye çekiniyorum. Yoksa, meselâ şunları da sormayı isterim:

dahi muhtacız. Saçma tavırlarıyla öğren­ ciler arasında tin yapmış hafif çatlak fel­ sefe profesörleri nerede? Benim gibilerin akıl erdirmeye çalışarak kafayı yedikleri konularda derinlemesine incelem eler y a ­ pıp önüm üze koym uş olm ası gereken, bu toplum u anlam akla uğraşan sosyo­ loglar nerede? Bugünün siyasî tartışma­ larına malzeme sağlama dışında bir kay­ gıyla geçmişe uzanıp bizi hem m eraklan­ dıracak hem zihnim izi açacak tarihçiler nerede? Kısaca, üniversite öğrencilerinde merak ve araştırma, öğrenme zevki yaratma der­ di taşıyan öğretim elemanlarımız nerede? Evet, varlar. Az sayıda. Birkaç yerde. Böy­ le insanların sayısı artsa, üniversite siste­ mimiz bunu taşıyabilir mi? Hazmedebilir mi, daha doğrusu? Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en ibret verici ve umutsuzluk yaratıcı sahnesi, sa­ nının, bilimi, araştırmayı, özgür düşünce­ yi temsil etmesi gereken üniversitelerin başındaki adamların 12 Eylül darbecileri­ nin Önünde tebrik kuyruğuna girmeleriy­ di O günden bugüne kaydedilmiş geliş­ meye bakın. Bulabilirseniz.

D üşüncede tutarlılık, düş ünce-davranış birlikteliği gibi mevzuların ortalama Tür­ kiye inşam için kıymeti harbiyesi nedir? “Ahlâk”, evin genç kızına tanınacak ser­ bestlik dışında başka hangi konularla iliş­ kili bir kavramdır? “Siyasî düşünce”den bahsedil e bilm esi, böyle bir şeye ihtiyaç duyulabilm esi için b ir man tık-m uhake­ me, bütünlük-rutarhlık nosyonu önkoşul değil midir? Resmiyet gerektiğinde hazı­ rd a geçen fakat o sırada zihninde tama­ men başka bir ruh durumunda ve yerde ve zamanda bulunan insanların, “siyaset” dendiğinde, b ir tür pragmatizm dışında bir şey anlamaları mümkün müdür? Dav­ ranışlarımızın, kendimiz için öngördüğü­ müz ve ortaya koyduğumuz bir kabullerreddedişler, talepler-hedefler bütünlüğü­ ne göre değerlendirilmesi, bünyemize ya­ bancı b ir hadise midir değil midir? Zekâkurnazbk ikilem inin, onca zengin tarihî geçmişiyle bunca köklü b ir müessese ve problem oluşu, hafife alın ır şey midir, “düşünce "den söz ediyorsak?

DÜŞÜNDÜK DİYELİM...

Bu çölde, insanların daha mutlu, daha insanca, özgürce yaşayabilmesinin yolları üzerine kafa yormuş, uğraşmış herkese iç­ ten hayranlığımı, saygımı ve şükranlarımı sunarak bitirmek istiyorum. Bu kitap dizi­ si, belli ki, onyıllarca sonra bile, bu mem­

Bir ü lked e, siyasî veya değil, “d üşü n­ c e l i n gelişebilmesi için uygun zemin ge­

leketin içi-dışı, sagı-solu hakkında bir şey­ ler öğrenmek için en muazzam kaynaklar­ dan biri olacak. Bir sabah binleri benim

rekir. Bizim memleketimizin hali bana iş­ te böyle görünüyor. E, sonuçlara da bakı­ yorum, ortada bir şey göremiyorum.

bu yazımı okusun ve tahtaya vurarak, “Ne kötü zam anlardan g eçm işiz ,” desinler. Öğleden sonra da balık tutmaya gitsinler.

Başka türlü yapısal engeller de var gibi

İşte benim siyasi düşüncem.



D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

Z

E

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

Dİ PNOTLAR 1

Başta “ milli güç" kavramı olmak üzere, Türkiye Cumhuriyeti devletinin toplum üzerindeki temel egemenlik ilkelerinin ve denetlenemez merkezî yönetim zihniyetinin temel metinle­ rinden birini vaktiyle didik didik etmiştim: "Sa­ hibinden 'Devletin Kavram ve Kapsamı'", Biri­ kim. Sayı 93-94, Ocak/Şubat1997, s. 27-45.

2

"Demeyeni yok etme, gerikalana dedirtme" diye anlatmak daha doğru belki. Ermeni kıyı­ mını böylesine içten sahiplenme ve bunu onyıllar boyu sürdürme, Varlık Vergisi rezaleti, 67 Eylül vahşeti, Tunceli Kanunu'nun simgeledi­ ği olaylar, 1970'lerdeki Alevi kıyımları ve deva sa Kürt sorununun kaynağını böyle özetleye mer miyiz?

3

4

Uğur Mumcu öldürüldüğünde sokaklara taşan tepki, bir s vil Kemalist muhaletet hareketi ya­ ratır gibi olmuştu. Bu çok hazindir aslında. Dev letin egemenlerine bu kadar yakın duran, yay gın bir protesto hareketi, Mumcu cinayetinin aydınlatılmasını sağlayamadı. Daha kötüsü, ta­ lebin iletildiği mercilerle bu tür cinayetlere sık ça karışan gizli güçlerin yakınlığından, talepkâr protestocuların bu odakların üstündeki koruyu­ cu şemsiyeye önsüz-sonsuz ve mecburî-nesnel bağlılığından ötürü talep kısa zamanda bir ke­ nara atıldı. 2007'de "şeriat tehlikesine karşı" sokağa dökülenler arasından, Murncu'nun ölü münün ardından yapılan gösterilere katılmış olanları bulmak ve sormak gerekirdi, "Sizce Uğur Murncu'nun (ve tabii hepsinin tereddüt­ süz sahip çıkacağı Turan Dursun'un, Bahriye Üçok'un, Muammer Aksoy'un, Ahmet Taner Kışlalı'nın...) katilieri neden bulun(a)madı?" di­ ye. Mumcu cinayeti protestocuları arasında, "Paşam, sizden bekliyoruz!" diyenler bolcaydı. Bu cümleyi "Teşkilatı Mahsusa'nın tasfiyesini" diye tamamlayamazdı ki onlar. "Hüküm et iktidarı" kavramı kiminize saçma görünebilir. Hükümetin başına gelindiğinde hiçbir iktidar aracına sahip olunmadığına m inanıyoruz? Yoksa en az "devlet iktidarı" ka­ dar okkalı bir güç mü ele geçiriliyor? Her ikisi de değil. Bu ayrım "modern Türkiye" siyasî âlemi için hayatîdir. Uygun kavramlarla ayrıştı­ rılması, tarif edilmesi, kesinleştirilmesi hâlâ tam olarak başarılamadı. Umalım ki, bu aka­ demik eksiklik, tarifi gerektiren durumun or­ tadan kalkmasıyla giderilsin.

5

Türk siyasî hayatında "idealist" kelimesinin kullanımı bütün hikâyeyi özetler. İdealist, gü­ zel sözler söyleyen ancak yükselmek için ge­ rekli hırsa sahip olmayan, kişisel çıkar gözet­ mediği için siyaset hayatının olağan aiengiri işlerinde güvenilemeyecek bir garip insan tipi­ ni anlatır.

6

İkincisi de bu yazı yazılırken meydana geldi. Sanal âlem muhtırasına pabuç bırakmayıp meydan okuyan AKP, ezici çoğunlukla seçim kazandı.

7

Bunu, görünmez devlet partisinin görünmez etkinliğinin azalmasına bağlamak da bir ihti­ mal. Devletin derinliklerinde, tescilli devlet po­ litikalarına koşulsuz uyum sağlamayan unsur­ ların artmış olması da mümkün. Hele benim için fazla iyimser bir yorum. Ama ihtimai ola­ rak kurcalanmasında fayda var. Gerekmedik­ çe, Genelkurmay niye doğrudan kendini orta­ lara atsın? Yani işle' zaten "öngörüldüğü şek­ liyle" yürüyorsa?

8

Bunları sosyolojik dûz.emde temellendirip ka nıtlayamam. Ama babun maymunlarıyla le oparlarırı sindirim sistemleri arasındaki farkı bilmememe rağmen, onları yeterince gözle'sem, babunların grup nalinde yaşayıp gani­ metlerini paylaştık,arını, leoparların tek ta ­ banca takıldıklarını ve sudan korktuklarını tes­ h il edebilirim sanırım. (Tabii sahiden gözler­ sem, böyle uydurursam değil.)

9

Toplumdan, "aşağıdan'' gelen herhangi bisert harekete karşı daha sertinden tepki gös­ termeye ve tek-parti iktidarı sıfatının hakkını vermeye pek hazır görünen unsurlarıyla, gizli şeriatçılık anlamında değil ama içsel otoriterlik anlamında "takiyeci" gibi görünen bu iktidar, bu yazı yazıldığı sırada, ordunun yeni bir postrnoaern darbe girişiminin ardından, yüzde 47'lik oyla pekiştirilmiş olarak, ikinci beş yıllık dönemine giriyordu. Burada söylediklerimin bu dönemde geçersiz kalmasını umarak de­ vam ediyorum. E, ben de memle açıdan entelektüelin her türlü iktidarla ça­ tışma içerisinde kendi kimliğini oluştur­ duğu ve sosyal pozisyonunu tahkim ettiği

belirlensin, Osmanh modernizasyonunun içerisindeki entelektüellerin, Avrupa’daki “ulûm ve fünûn" konusunda bir bilgisiz­

söylenemez; çatışüğı kadar uzlaşan, hatta genel olarak uzlaşan ama bu uzlaşmanın

lik ya da kavrama sorunuyla m üseccel olabileceğini düşünmek y anık lad ır (Ha-

düşünsel sonuçlan konusunda bir tür etik

nioğlu, 1984). Dolayısıyla elbette bir tür

sakinim i da geliştiren b ir boyum vardır. Böyle bakıldığında, BatTyla geri kalan top­

toplumsal sorun eşliğinde (nizâm -ı âle­ min bekası) yürüyen seçici bir ilgilenme­

lumlar arasında, bu kez entelektüel kavra­ mı üzerinden yine ve mutlaklaştırıcı fark­

nin yarattığı darlık bir yana, doğrudan “b ilişsel” diyebileceğim iz b ir sorundan

lılık yaratma girişimlerini sürdürmek ye­ rinde bir tutum olmayacaktır.

bahsetmek yerinde olmayacaktır. Mesele, bu bilişin toplumla nasıl paylaşılacağı, da­ ha doğrusu nasıl iletileceğidir. Yoksa söz-

Hangi olumsuz niteliklerle belirlenirse

E

N

T

E

L

E

K

T

Ü

E

L

L

E

R

V

E

İ

D

E

O

L

O

J

İ

L

E

kiye'de sosyolojiyi araştırıp değerlendir­

"g e n e li" temsil etmektedir. M ese le ye

miştir, B ir başka d eyişle çalışm asının

neresinden bakıldığı bu noktada dikkat

ana ekseni, sorunun dünya boyutunda

çekici bir husus olarak belirm ektedir.

çözüm lenm esine yönelm esidir. Türki­

D önem in tipik sosyologlarının yazdığı

ye'd e sosyal bilimin son dönem de yö­

tem el m etinler T ürk iye'nin toplum sal

neldiği, meseleye dünya ölçeğinde bak­

yapısı üzerine metinlerdir.

R

ma anlayışına Baykan Sezer daha çalış­

Sezer'in temel ilgi alanı sosyoloji ol­

m alarının başında ulaşmıştır. Ancak bu

Sosyolojinin Ana Başlıkları (t 985) ve Türk Sosyoloji­ sinin Ana Sorunları (1988) çalışmaların­

iki tür çalışma arasında diğerinin aktar­ macı özelliği dışında da farklar vardır.

muştur. Meseleyi özeliikie

H a y a tın ın d ah a ilk d ö n em lerin d e ,

da formüle etmiştir. Türkiye'de entelek­

daha doğrusu entelektüel hayatının ilk

tüellerin hemen hepsi genellikle sosyo­

Sosyolojiye Giriş

aşam asında girdiği doğrultu son yaz­

loji dere kitapları,

d ıkların d a da varlığını hissettirmiştir.

tapları yazmayı tercih etmişlerdir. Ancak

Kem al Tahir bile zam an içinde değiş­

bu kitaplar genellikle Batılı metinlerden

ki­

ken mecrada seyreden düşünsel bir de­

satır satır tercümelerden ya da serbest

vinim yaşamıştır. Baykan Sezer'in dü­

tercüm elerden oluşmuştur. Türkiye'de

şünsel doğrultusunda daha belirgin bir

bu tarz kitapları bol miktarda bulm ak

tutarlılık olmuştur. Bu durumu genelde

kabildir. Nitekim çoğu entelektüel, Batılı

b ir yaklaşım tarzıyla, form ülleştirilm iş

ders kitaplarınrn tercümesinin daha ter­

bir düşünce biçim i olarak anlam landır­

cihe şayan olduğunu söyler. Va da ente­

m ak mümkün görünmektedir. Sosyoloji

lektüeller, sosyologlar, "Türkiye'nin top­

ve tarih eksenli çalışm alar bü anlam da

lumsal yapısı" metinlerine benzer kitap­

en fazla açıklayıcılık işlevine sahip gö­

lar y a z a rla r. A s lın d a s o s y o lo g la rın

rünmektedir. Beiki de temel soru B a y ­

ö n e m li ö lç ü d e T ü rk iy e 'y e kapandığı

kan S e z e r'in neden bir "T ü rk iy e 'n in

1960'İJ ve 1970'li yıllarda bu durum da­

toplum sal yap ısı" kitabı yazm adığıdır.

ha barizdir. Daha sonraki dönem de ba2i

Bu noktanın üzerinde titizlikle durul­

sosyologların Baykan Sezer için söz ko­

m alıdır. T ü rk iy e 'n in toplum sal yapısı

nusu edecekleri içeri kapanma durumu

üzerine 1970'li yıllardan itibaren yazı­

kendileri için geçeriidir. O y sa Baykan

lan m etinler bir tür "o la ğ a n ı", bir tür

Sezer açıkça farklı nitelikte sosyoloji ki-

gelimi Rusya örneğinde de karşımıza çık­

konum lanna yapılan vurguyla belirlenir.

tığı üzere, “alımlama" bir mesele teşkil et­ mez; mesele, bu alımlamarun vargılarına ilişkindir. Bir teorik ya da zihinsel yeter­ sizlik değil, ilgilerin tematizasyonu ve so­ runların önceliği gibi pratik ancak belirle­ yici faktörlerden söz etmek gerekir. Bu ba­

Türkiye’de eğitimin, bütün siyasal tartış­ malarda merkezi bir husus teşkil etmesi, yine bu çerçevede değerlendirilebilir As­ lında bir tür Leninciliğm entelektüellerin yönlendirici dürtüsü olarak büküm sür­ mesi, ilim irfanın kitlelere eğitim yoluyla

kımdan entelektüellerin “jakoben” vasfı­ nın kendisi hakkındaki eleştiri saklı kal­

aktarılabileceği ve böylece onların aydın­ la tılabil e çekleri ve belli bir amaç doğrul­

mak kaydıyla, sorun, jakobenliğin kendi­

tusunda mobilize edilebilecekleri inancı­ nın ne denli güçlü olduğunu göstermekte­ dir, Kemalist aydınlanma ülküsünün, top­

sinden çok, sonuçlanırda yatmaktadır (Tezel, 1995). Bu iki boyutu birleştiren bağ­ lam, entelektüellerin “öğretici” ve “lider”

lumu, neredeyse tarihin sıfırlandığı bir an-

117

E

N

T

E

L

E

K

T

Ü

E

L

L

E

R

lapları yakacaktır. Türkiye'de genel sos­

E

İ

D

E

O

L

O

J

İ

L

E

landırma denem esinde bulunmadıkları

rastlamak söz konusu değildir. M arx 'a

görülür. Bu noktada temel göstergeler­

y ö n e lik m esafeli e leştirel tutum u ve

den biri örneğin, Türkçe'ye de erken bir

Mnrx'ı yaşadığı toplum ve dünya çerçe­

dö nem d e k a zan d ırılan G o rd o ıı Chil-

vesinde anlam a denemesi sosyolog ve

de'm kitabının, neredeyse herkes tara­

sosyal bilim ci olarak farklılığını ortaya

fından bir tebliğ metni olarak anlaşılma­

Doğu/Batı çatışması ekseninde mese­ leleri anlam ak açısından dünyayı tarih­

R

bilim cilerin dünyayı anlam a ve anlam ­

yoloji kitapları arasında bu tarz kitaplara

koyacak mahiyettedir.

U 8

V

sına m ukabil Baykan Sezer açısından dünyayı anlam anın dayanaklarından bi­ ri olarak kullanılmasıdır. Bir de, diğerle

sel gelişimi çerçevesinde genel, soyut

ri Batılı metinlerin olduğu gibi tercüme­

sayılabilecek bir bütünsellik içinde kav­

sinin m eseleyi halledeceğini düşünür­

rama denemesi, onun sosyolog olarak

ken Baykan Sezer farklı bir tutum için

ö n e m in in altını çiz e cek bir noktadır.

dedir. Bu aşamada birkaç noktanın ya­

H e m B a tı'n ın genel gelişim dinam iği

nında iki hususa dikkat etmek anlamlı

gündemdedir, hem de Doğu'nun. O ne­

olabilir. Bunlardan biri klasik Osrııanlı

denle belki de Baykan S ez e rin önem i­

tarihçilerinden hemen hiç kimsenin ilgi

ne Kem al Tahir'in de dikkat çektiği, 1x1-

duymadığı bir dönem de Annales O kulu

ki de ilk kez dikkat çektiği Yunanlılık

ile ciddi bir şekilde, yoğun olarak uğ­

Asya tarihinde Su Boyu Ovaları ve Bozkır Uygarlıkları

raşmasıdır. Bir dönem sonra v e hatta

üzerine bitirme tezi de,

yeni yeni Türkiye'nin sonradan olm a ta­

da, kendi tabiriyle gençlerin de, öğren­

rihçilerinin temel doğrultusunu şekillen

cilerin in de genelde dikkatini çekm e­

diren Annales O kulu, Baykan S e z e rin

miştir. Diğer kitapları yanında özellikle

gündem ine oldukça erken bir dönemde

bu k ita p la rı ü z e rin d e d u ru lm a d ık ç a

girmiş ve çıkmıştır. Dikkat edilmesi ge­

Baykan S e z e rin düşünsel dünyasının

reken bir husus da Annales ekolünün

anlaşılm ası m üm kün değildir. D ü n ya

Türkiye hakkında söylediği pek bir şey

tarihinin gelişim ini çözüm leyen d e n e

olm aması ve bu ekolün I iirkiye üzerine

inesi ç a lış m a la rın ın tem el m ih ve rin i

düşüncelerinin şekillenm esi açısından

gösterecek mahiyettedir. Türkiye'de sos­

bir entelektüelin katkısına gereksinim

yologların, dahası genel anlam da sosyal

duyulmasıdır.

dan başlayarak mutlak eğitme iştiyakı ve bu iştiyakı karşılaması mümkün olmayan ve benzerlerini daha çok Balkanlardaki reci sosyalist rejimlerde gördüğümüz bir pedagojik obsesyonla işgörm esi, bu açı­ dan anlamlı olmaktadır. Bu obsesif tutum, diyelim, her insani kötülüğün, aslında ne­ redeyse mekanik bir nedene dayandığı ve

erken Cumhuriyet, ideali olarak, "iyi in­ san” diğer bütün siyasal ideolojilere sira yet elmiş, tinselliği ve cinselliği eşderece de yasaklayan bir anoniınleşmcye, tekıipleşmeye yol açmıştır. Hatalarından ve gü­ nahlarından arındırılm ış, "iyi proleter’", "iyi dindar” figürü hem elik hem de este­ tik olarak ohımlanmıştır.

o nedenin de ortadan kaldırılabilir okluğu iyimserliğini içerir. Aydınlanmanın, "in ­ san bir makine” mirası, iç dünyâsının, eği­ lim farklılıklarının, sınıfın sözgelimi, lopyekûn reddini gerektirmektedir. Böylece

BARKI ! ADLANDIRMA, TEKİL TARHI Entelektüele, "münevver" ya da “aydın” demenin sadece bir tanımlama yahut ad

e

n

t

e

l

e

k

t

ü

e

l

l

e

r

Diğer önem li husus, Baykan Sezer'in

Sosyolojimin Ana Başlıkları

V

E

İ

D

E

O

L

O

J

İ

L

E

R

renselliği ilkesinden kalkarak Doğu ve

kitabında

Türkiye üzerine yeni baştan düşünme­

M a rs 'ı belirgin bir şekilde değişik bir

m e noktasına gelmektedirler. Ç in'de ai­

ç e rç e v e d e in ce lem esid ir, T ü rk iy e 'd e

le sistem inin an la ş ılm a s ı v e s ile s iy le

herkesin ye n i b ir B a tılı e n te le k tü e li

Türk aile sisteminin de anlaşılacağı dü­

önemsediği dönem de o hiçbir entelek­

şüncesi genel geçer yak laşım ları be­

tüelin önem ini öne çıkarm adan mese­

nim sem enin vasatını oluşturmaktadır.

leye eleştirel bir çerçeveden bakmakta­

Bu kavrama biçim i Türkiye'de Annales

dır. M arx'ı da Batı düşüncesi içinde bir

O kulu'nun, M arx'ın ve Edward Said'in

yerde mütalaa etmiş ve onu anlam aya

anlaşılm a biçim inin çerçevesine uygun

çalışm ıştır. Sağ kesim in on a y ö n e lik

görünm ektedir. B u düşün o d ak la rın ­

toptan red tavrı olmadığı kadar sol ke­

dan, k işile rin d e n h iç b irin in T ü rk iy e

simin ona yönelik gözü kapalı benim-

hakkında bîr a çılım d a bulunm am ası,

seyici bir tavrı da yoktur. Zaten Sezer,

benim senm esinin gerekçesini oluştur­

Türk top) um un un aktarmacı bir şekilde

maktadır. Baykan Sezer'in bu düşünce­

a n laşılab ile ceğ in i h iç düşünm em iştir.

lerin hemen hepsine mesafeli bakması­

Bunu n yanında M a ra 'ın m etinlerinin,

nın nedenini de sözü edilen temel eği­

dokunulam az nitelikte olduğu ve bun­

lim inde bulm ak gerekmektedir. O n u n

lardan Türkiye hakkında kesin doğrular

temel ilgi alanının O sm anlı olm ası bu

çıkacağı şeklinde bir kanaati de bulun­

nokta-i nazardan incelenm elidir. O dö­

mamaktadır. Nitekim M arx'ın esas o la­

nem de hem en h iç b ir entelek tüel bu

rak Batı Avrupa kapitalizminin tarihini

konu üzerinde durmamıştır. Türkiye'de

yazdığına dair bir düşünce vardır. Bir

konunun uzmanı olarak telakki edile­

kısım entelektüeller benimsedikleri B a ­

bilecek entelektüel sayısı sınırlıdır.

tılı düşünürlerin O sm a n lı ve T ü rk iye

B a y k a n S e z e r 'in , K e m a l T a h ir 'in

hakkındaki kanaatleri hakkında, -sınırlı

M a rx k a d a r ö n e m li b ir d ü şü n ü r v e

sayıdaki kanaatleri hakkında-, kuşku

Dostoyevski ölçüsünde gelişkin bir ro­

izhar etmezken, onların Türkiye üzeri­

mancı olduğunu telaffuz etmesine ben­

ne düşünce belirtmemeleri durum unda

zer bir yaklaşım, -tabii bu başka Türk

da bunu eşyanın tabiatına uygun gör­

entelektüelleri açısından da söz konusu

m ekte; anlad ıkları tarzda b ilim in e v ­

olabilir-, gündem de olmamıştır. Diğer

landırm a m eselesi olm ad ığ ın ı, bunu n Türk m odernleşm e tarihi içerisinde iki faiklı döneme tekabül ettiğini biliyoruz. Yine de bu tarihin Batılı modernizasyon gibi tekil bir evrimsel mantığı var ve bu mantığın içerisinde “münevver” ve “ay-

liliğinin kurulmasında faydalı bir teorik veri sunar. “Aydın" ya da “m ünevver'1, entelektüel ideal-tipinde içerilen, teoriyle pratiğin kurulmasındaki aracılık rolünü üstlenmekle birlikte, esas olarak toplumu

dın'Tn işlevleri ve konumu açısından an­ lam lı b ir farklılaşm a dan sözedem eyiz.

bir “nesne” olarak kavramakta; bu nesne­ nin, “aklın gereklilikleri”ne göre aydınla­ tılarak biçim lendirilm esi gerekmektedir.

Entelektüelin s oyku lüğünde İd idealizasyonlara rağmen, en azmdan modem top­

Söz konusu Türkiye olduğunda, bu akıl, kaçınılmaz olarak “devlet aklı "dır “Dev­

lumun kuruluşuna ilişkin belirli bir mis­

let aklı”, ne pahasına olursa olsun, “düze­ nin” korunmasını amaçlayan ve bu amaç

yon Özdeşliğine tenıâs etmek gerekin Bu özdeşlik, Türk modernleşmesinin sürek­

için her şeyi araçsallaştıran b ir sevk ve

119

E

N

T

E

L

E

K

T

Ü

E

L

L

E

R

V

E

İ

D

E

O

L

O

J

İ

L

E

entelektüellerin bakış açısından, Türk

da a çık layab ilecek am a genelde dü n ­

entelektüellerinin dünya çapında etki­

yayı açıklam aya çalışan önem li bir de­

leri yoktur. O labİlem ez de.

nem e olarak nitelenebilir. Bu durum

R

Baykan Sezer'i çağdaşı sosyologlardan

EV M ERKEZİ YERDE OSMANLI

daha yoğun bir şekilde Osm anlı ilgisine yöneltmiştir. Diğer entelektüellerde Os-

120

D em ek ki konu iki açıdan Önemlidir.

m anlı, o da A T Ü T nedeniyle, sadece

O sm anlı hem en temel konu olarak be­

klasik dönem i itibariyle incelem e konu­

lirmektedir; hem de genel anlam da ta­

su olmuştur. Bu noktada A T Ü T açıkla­

rihsel bürokratik im paratorlukların ya

masına yaslanan Sencer Divitçioğlu ve

da genel anlamda dünyanın genel geli­

jdris Küçüköm er'i işaret etmek anlamlı

şim inin açık layab ileceğ i bir olgu gibi

olabilir. Sosyologların ana mecrası açı­

görülm em ektedir. O n u n ötesinde ge­

sından durum çok daha farklı gözük­

nelde D oğu'nun açık lanabileceği çer­

mektedir. O n lar açısından O sm anlı, bı­

çevede yaklaşılabilecek bir konu da de­

rakın Doğu'dan farklılığım ana hatları

ğildir. O s m a n lI'n ın v e onun ötesinde

itibariyle Batr'dan da farklı görünm e­

T ü rk iy e 'n in D o ğ u 'd a n farklı bir yanı

mektedir. Baykan Sezer'in O sm anlı il­

vardır ve Doğu/Batı çatışmasında Türki­

gisi özellikle sosyologlar açısından o la­

ye, O sm anlı merkezî bir yer tutar. Z a ­

ğanüstü farklıdır. O n u n ekonom ik un­

ten bu nedenledir ki ne A T Ü T kavram­

surlar dışında bütünsel anlamda tarihin

sal! aştırması başka bir yorum a İhtiyaç

her dönem iyle, O sm anlı'nın her döne­

o lm ad an O s m a n lı'y ı a ç ık la y a b ile c e k

m iy le ilgilenm esi de farklıdır. T ü rk i­

bir anahtar, ne de W ittfoge!'in "Orien-

ye 'd e özellikle tarihsel araştırm alarda

tai Despotizm " açıklaması meseleyi ç ö ­

tarih dışı nitelik yaygınlaşırken, Baykan

zebilecek b ir m aym uncuktur. D o la y ı­

Sezer tarih-sosyoloji ilişkisini sadece

sıyla O sm an lı'yı anlam aya dönük ayrı

soyut düzeyde teorik tartışmanın öte­

bir çaba gerekmektedir. Bu tarz, genel

sinde som ut b iç im le n iş iy le düşünsel

an lam d a d ü n yayı an la yış ve O s m a n ­

gündem ine almıştır.

lI'ya yaklaşım Baykan Sezer'i meseleye

da bu noktada iyi bir göstergedir.

Sosyoloji Yıllıkları

odaklamıştır. Baykan Sezer'in metinleri

Türkiye'de tarih konusu diğer sosyal

genelde sosyoloji içinden O s m a n lı'y ı

bilimcilerin gündemine oldukça geç bir

idârenin belirlem esiyle oluşur, O sm an­

desüblime ediyor) “daem onik” boyutun

lI’dan beri, bürokratla entelektüelin varlıksal içice yaşamasını mümkün kılan da bu akıldır. Burada W eber’in sözünü ettiği türden b ir literati’den sözetm ek işlevsel açısıdan yararlı olsa da, bürokrat ve ente­

eksikliği meselesi (1 9 8 4 ), aşağı yukarı ta­ pu sicil memuruyla aynı zihinsel önkay-

lektüelin aynı bedende yaşamasından ka­ çınılmaz olarak zararlı çıkan entelektüel olmuştur. Türk entelektüelinin düşünsel

den çok, yaptığı işin nihai amacına ilişkin başlan kendisini sınırlayan, şartlandıran bir tutumdan sözetmek yerinde olacaktır.

zaafiyeü, yahut Şerif Mardin'in vurguladı­

D olayısıyla T ü rk m od ernleşm esinin

ğı ve Özünde tartışmalı (çünkü, bu Batılı entelektüeli kusursuz kılan b ir özcülük

özellikle siyasal bağlamında bir öğretici, jakoben, ideolog ya da akademisyen kılı­

içeriyor ve aydını dolaysız b ir biçim de

ğında karşımıza çıktığı biçimiyle, entelek-

gıları taşıyan bir varlıktan sözetmeyi zo­ runlu kılm aktadır. Bu durumda “devlet a k li’na bağlanmanın fom ıel bir biçim in­

E

N

t

F

I

E

K

T

U

E

l

L

E

R

V

E

t

D

E

O

O

J

I

L

E

R

121 B aykan Sezer. A sya üretim tarzım tartıştığı, başyapıtı olduğunu söy ley ebileceğ im iz Asya

Tarihinde Sıı Boyu Ovalan ve Boykır Uygarlıkları ad lı çalışm asın d a. Firdevsî'nin Şehname sin e g en iş y er ayırır. Sezer. Şehname j ı ön celikle. T iirklerin Iran-Tııran çatışm asın d an "d a lıa g en iş re dünyanın k a d erin i çizen "Doğu B alı çatışm asın a g eçişlerin in b ir belg esi o la ra k oktu: dönem de girmiştir ve Batılı açıklamalara

Baykan Sezer'in meramını olanca açık

yönelik hiçbir direnç görülmez. Osmaıı-

lığıyla aktarmaktadır. 1978 yılında ya­

lı konusu da hiçbir şekilde, bugünden,

yınlanan o m akalenin ana tezlerinden

daha geniş anlam da Cumhuriyet döne­

biri, O sm anlI'yla ilgili meselelerden bu­

minden soyutlanır bir lar/da ele alınmış

güne dair ipuçları çıkm ayacaksa o dö

değildir. Aslında O sm anlI'yı anlam a me­

nemi anlam anın, anlam aya çalışm anın

rakı bugünü de anlam anın bir vesilesi

akademik işgüzarlık dışında hiçbir kıy­

olarak da düşünülm elidir. H em en her

meti harbiyesiııin olm adığıdır. Bu ne­

çalışması bu noktada ipuçları sunsa da

denle Baykan S ez e rin O sm a n lıya dair

" l iirk Toplum Tarihi Üzerine Tartışma­

yaklaşımlarını bugüne izdüşümü açısın­

lar: I. Feodalizm'' (1978) başlıklı metni

dan da değerlendirmek gerekmektedir.

tüeli. aydın ya da münevver, bu devlet ak linin işlevsel kılınmasının bir organı say­ mak durumundayız. Bu yargı, ancak ta­ rihsel bir tasvirin içerisinde doğru olabile­ cektir. Çünkü özellikle sosyalizmin yay gınlık kazandığı 1960 sonrası için geçerli olmadığını, entelektüellerin piyasayı, pi

açıdan yeni bir öğrenme seferberliğine yol açmıştır. Okur-yazarlık oranının arıışı. ya­ zılı basının Anadolu’ya girmesi, kitap ve dergi yayımındaki çoğalma, belki de ilk kez "kiıle ’yi gözetmeyi zorunlu kılmıştır.

lektüelin boy gösterdiğini vurgulamak ge­ rekecek. Hnıeleklüelin grup hüviyetinde­

6 0 ’lanıı sonundaki yoğun siyasallaşma, aydınların, doğrudan siyasal rejim in de­ ğiştirilmesi talebiyle somutlaşır. Gelgelelirn. bu talebin askerî darbe özlem ine, cuntacılığa uzanan ve aydını tekrar Osnıanlı modernleşmesindeki “sakatlanmış"

ki bu dönüşüm, sadece siyasal ideolojiler­ le de sınırlı kalm am ak üzere, düşünsel

da olmuştur. 1 9 7 0 -1 9 8 0 yıllan arasında.

yasanın da entelektüelleri keşfetmeye baş­ lamasıyla birlikte, artık yeni bir tur ente­

konumuna gönderen önemli bir sonucu

E

N

T

E

L

E

K

T

Ü

E

L

L

E

R

V

E

İ

D

E

O

L

O

J

İ

L

E

Bu ç e rçe v e d e Bayk an Sezer'in dü nle

Ö zellikle Türk sosyolojisine dair yak­

bugün arasındaki süreklilik meselesini

laşımları bu kitabındaki düşüncelerin­

ilk defa gündeme getiren entelektüelle­

den izler taşımaktadır. İstanbul Ü n iver­

rin başında geldiği söylenebilir.

R

sitesi Sosyoloji Bölümü, Türkiye'nin çok yerine yayılan öğrencileriyle Baykan Se ­

ETKİLERİNİN SATHİLİĞ İ VE ŞAH İN LİĞ İ

zer'in metinlerinin belli ölçüde yaygın­ laşmasını sağlamıştır. Ancak bu durum da belki de Baykan Sezer'in metinleri­

122

Batı-dışı m odernleşm eyi. Batı dışı top­

nin en sathi bir b iç im d e anlaşılarak,

lum I arın gelişim şeklinin farklılığını ve

Türkiye'nin özgünlüğünün yüzeysel bir

özgünlüğü, yerliliği Batılı düşünce for-

biçimde savunulmasına yol açmıştır. Bu

m atlarında arayan ların zam an içinde

sathi savunu tarzı, belki çelişik gibi ge­

Baykan Sezer'in yaklaşım larına yaklaş­

lecek ama en bariz bir şekilde muhafa­

tıklarını sanmaları, onun yaklaşım ları­

zakâr entelektüellerin önemli bir çoğun­

nın esasını d a Batılı formatlarda aradık­

lu ğ u n u n B a tı d ü şü n c es i fre k a n s ıy la

larının bir işaretidir. Son dönem de bu

uyum lu Türkiye tahlilleriyle örtüşmekte-

tarz açıklam alar Baykan Sezer'in etki

dir, Baykan Sezer düşünceleri itibariyle

alanının geliştiği, yaygınlaştığı yönünde

doğal olarak İstanbul Üniversitesi Sos­

bir anlayışın yerleşmesine yol açmıştır.

yo lo ji Bö lü m ü tarafından temsil ed il­

B e lk i de B ayk an S e z e r'in en ya yg ın

mektedir. O rada da iki yönlü bir savrul­

yanlış anlaşılm a biçimlerinden biri bu-

m a söz konusudur. Baykan Sezer üzeri­

dur. Baykan Sezer'in düşünce dünyası,

ne yazm adan düşünce üretilebileceği

çeşitli tarzlarda farklı yanlış anlayışlara

sanısının yanlışlığı açıktır. Bir dönem

da konu olmaktadır. O n u n dünyayı an­

O sm anlı üzerine yazm aya konan sınır­

lama denemesi, en yanlış ve en eksik

landırma ister istemez Baykan Sezer'in

anlaşılan yönlerinden biridir. Sosyolog­

düşüncelerinin anlaşılmasını da kısıtla­

ların bilhassa dikkatini çekmesi gereken

mıştır. Bütün bunlara rağmen çıkarılan

Sosyolojinin Ana Başlıkları

kitabı hiçbir

Baykan Sezer ve Kemal Tahir Armağan­

biçim de önemsenmemiş görünmektedir

larıyla, Baykan Sezer'in düşünsel an­

- Baykan Sezer'in düşüncelerine yakın

lam da en belirgin takipçisi burasıdır;

olan çevrelerde bile.

S o sy o lo ji Yıllığı en azından duygusallı-

Türkiye’deki yoğun siyasal mobılizasyon,

yasal hareketler üzerinde kurduğu ya da

entelektüellerle toplumun çeşitli düzey­ lerde buluşmasına yol açmıştır. Gelenek­ sel udeba (m an o/ 1et ters) ve ulema kat­

kurmaya çalıştığı vesayetin nereye dayan­ dığının örneğini teşkil etmesi bakımından anlamlı olmak bir yana, Türkiye’nin top­

manlarının hızla angaje bir kim lik edin­ melerini zorunlu kılmıştır. Bunun muhte­

lumsal ve siyasal tarihinde neredeyse el yordamıyla şekillenen bir örgütlenmenin,

va açısından getirdiği kültürel ve düşün­

kendisini, sonuçta bu türden bir mobilizasyoııa katkıları sınırlı seçkinlere onay­

sel çıkmazlar ayrıca değerlendirilmelidir. Dille ilgili dilbilimsel ve kavramsal sorun­

latması da dikkat çekicidir,

ların doğrudan siyasal sorunlar olarak ya­ şanması bu sürecin önemli bir boyutudur.

1 9 5 0 ’terden itibaren, daha geleneksel sınıfların kendi en te Iij ansıyasım üretmesi

Fatsa’daki sosyalist deneyimin, kendisini aydınlara ekspoze edişi de, aydınların si­

ve bu grubun kam usallık im kânlarının artmasıyla, 1960 sonrasında sosyalizmin

E

N

T

E

L

E

K

T

Ü

E

L

L

E

R

V

E

İ

D

E

O

L

O

J

İ

L

E

R

ğı, heyecanı v e dürüstlüğü yönünden

G ü n ce l siyasetin ötesinde C um huriyet

bu konumu hakeder. Fakat asıl önem li­

dönem i üzerine metinleri de düşünce­

si, Türkiye'de ana düşünsel mecralarda

lerini Örtük bir şekilde anlatmaktadır.

Baykan Seze r'in g enellikle atlanm ası,

D o la y ıs ıy la yazdığı m etinleri daha

görmezden gelinm esi, bilinm em esidir.

dikkatli okum ak gerekmektedir. Türki­

B ir a k ad e m isy e n in , Bayk an S e z e r'in

ye'd e sosyal bilimlerin, Özellikle sosyo­

metinlerine jüride olması halinde yönel­

lojinin ana konusunun Cum huriyet dö­

diklerini söylem iş olm ası, manidardır,

nemi olması bu metinlerin ciddi bir şe­

Mo­

kilde okunm asının önünde önem li bir

dern Türkiye'de Siyasi Düşünce dizisi­ nin Tanzimat ve Meşrutiyet'in Birikimi

engel oluşturmuştur. Bu anlam da Ke­

başlığını taşıyan ilk cildinde, Türkiye'de

rom anından ziyade

Batılılaşma problemiyle en yoğun ilgile­

c/e/dinin daha fazla ilgi uyandırması an­

nen entelektüel olan Baykan Sezer'in

la şılır görünm ektedir. Z a m a n iç in d e

m etinlerinden alıntı yaparak yararlan­

B ayk an S e z e r'in m e tin lerin in T ü rk i­

mak bir yana hiçbir metnine gönderme

ye'd e daha fazla önem seneceği konu­

yapılmamış olmasıdır. Bu eksiklik birin­

sunda önem li dayanaklar bulunmakta­

ci cildin ikinci baskısında İstanbul Sos­

dır. M uhalifliği, m arjinalliğî neredeyse

□aha çarpıcı olan ise, dokuz ciltlik

Devlet Ana Bozkırdaki Çekir-

mal Tahır'in aynı yıl çıkan

yoloji Bölüm ü'nd en bir öğretim üyesi­

hayatlarının m erkezine koyup palavra

nin önerisiyle düzeltilmiştir. Bu durum,

sıkan siyasetle meşbu akademi erbabı­

Türkiye'deki düşüncenin ana m ecrası­

nın Baykan Sezer'in yaşantısından, gö­

nın Baykan Sezer'e uzaklığını göstere­

rünür olm am ak konusundaki ısrarından

cek mahiyettedir.

ve piyasada satılmayan, kimisi 250 adet

Baykan Sezer güncel sorunlarla ilgili,

basılmış kitaptan ibret almasının m üm ­

özellikle güncel siyasetle ilgili hayatı

kün olm adığı görünmektedir. "Gösteri

boyunca hemen hiçbir şey yazmamıştır.

toplum u"nun oyuncuları yanında hasbi

Cum huriyet dönem iyle en doğrudan il­

bir entelektüelin anlaşılm asının vasatı

Türk Sosyolojisinin Ana

Türkiye'de bulunmamaktadır. O nun gü­

kitabında bulunmaktadır. M e­

vend iğ i "g e n ç le r" belki uzun vad ed e

tinlerinde Türkiye ile ilgili tahliller daha

Türk düşünce dünyasında merkezî bir

z iy a d e örtük o la ra k yer alm ak tad ır.

rol oynayacaklardır.

gili m etinleri

Sorunları

kazandığı ivmenin sonucu olarak ortaya çık an en telektü el canlanm a aydınlarla



devlet arasındaki “işbölüm ünü” sonlan-

keziyetçi tutum u, en önem lisi de resmî ideolojiye karşı kırılgan olmaları nede­ niyle akadem inin etkinliğini kaybettiği

dırmasa bile, burada millî eğitim politika­ ları ve talim ve terbiye işleriyle daha da

1 9 8 0 -2 0 0 0 arasında, medyanın büyüyen ekonom ik ve toplumsal hacmi aydınlara

somutlaşan bir Fılistenizmin devlete “kal­ m asına” yol açm ıştı. 12 Eylül 1980 den sonra “Türk-lslâm sentezi aydmlarT’mn

yeni “geçim ve gerileme” kaynaklan sun­ muştur. Sonuç, toplumsal ve siyasal so­

devlet katındaki itibarlarının aralıklarla da olsa taltif edilmelerinin bir nedeni de,

runların büyük bir kısmının daha dar bir sözlük ve içeriksiz kavramlar aracılığıyla tartışılm ası olm uştur. Siyasetin daralan

yeniden bu filisten tutumu üstlenmeleriy­ le de ilgilidir. Üniversite m ensuplarının

alanı, siyasal ve toplumsalın buluşması­ nın önündeki yasal, yapısal ve kültürel

YÖK’ün kurumsal düzenlemeleri ve mer­

engeller, görünür siyasal ideolojilerin bü-

123

d

ö

n

e

m

l

e

r

v

E

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

yük oranda bir “aydınlar ideolojisi" ola­ rak varolmasını gerektirmiş, ancak özel­ likle İslam a aydınlar da somutlaştığı üze­ re, bu rol, hem aydınları hem de soz ko­ nusu ideolojinin aleyhine işleyen bir va­ sat yaratmışnr.

refleks halini almıştır. Bu nedenle '801 er­ den sonra, olup bitenler hakkında görüş­

Günümüzde, kamusal görünürlüğü ve medyatik arzuyu tatmin etmeyi ilke edi­

m en tekrarlanamaz durumdadır. Toplu­ m un, m edyanın aracılığıyla ve kim i za­

nen bir tür entelektüel tipinin varoluşu,

man da nevrotikleşen bilgilenme talebine gönül indirerek kam usal aydınlanmaya katkıda bulunma isteğinin bugün, gele­

en telek tü ellerin “kam usal e n telek tü el” kimliği kazanmasıyla değil, pazarın iğvasryia ilgilidir, 20 0 0 'lerin sonuna doğru, sag ve sol entelektüellerden çok, giderek hegem onik b ir ideolojik oluşum hâline

124

Z

lerine müracaat edilen, söylediklerine ku­ lak kabartılan figürler olarak aydınların yaşadığı tatlı hayal, bugün aslında daha medyatik imkânlara sahip olmalarına rağ­

neksel toplumun sevk ve idaresi işleviyle yer değiştirm esi, aydınların ve özellikle akad em isyenlerin önceden b elirlenm iş

gelen liberalizmin temsilcilerinin öne çık­ maları ise, sosyalist ve îslâm cı “aydınla­ rın ” taşıdıkları ideolojinin genel sönünı-

bir gündem ve bu gündemin sorunlarıyla boğuşması bu çöküşün önemli bir sonu­

lenmesiyle ilgili olsa gerektir. Burada çö­ küş, 12 Eylül rejim inin ve kapitalizmin kurumsallaşması sürecinde ve bu sürece rağmen, aydınların işlevleri konusunda toplum un artık bir ilgi ve beklentisinin kalmaması olgusuna denk düşer, Orhan

lektüellerle siyasal ideolojilerin buluşma­ sı, daha çok entelektüelin işlevleri bağla­ mında değerlendirilebilirdi. Bugün bu iş­ levler, geçtiğimiz yüzyıldan oldukça fark­ lı, hatta entelektüelin belirleyici nitelikle­ rinin ortadan kalktığı bir vasatta, ne dü­

Pamuk’un Nobe) Edebiyat Ödülü’nü al­ masıyla, devletçi/ulusalcı paranoyanın dı­ şında kalmaya çalışan aydınların T ü rki­

şünsel ne de pratik açıdan verimli sonuç­ lar üretmeye muktedirdir. Kuşkusuz söy­ leyecek sözü olan, her zaman bir adım

ye’deki en yaygın ideolojilerinden birisi olarak filisteni 2min saldırıları m illî bir

öne çıkacaktır-herhangi b ir id eolojinin desteğine ihityaç duymaksızın, üstelik. □

cudur, Başlarken belirtildiği üzere, ente­

Uzmanlaşma ile Popülarizasyon Arasında Aydın' T A N IL

BO RA

_________ MEŞRUTİYET AYDINI___________

b en ce İk in cisi m ü reccah tır Ben sana onu

anm bilgili, tutarsız, kafası karışık

c isi m ü reccah o la c a k tır. S en d e ev lâ d ın a

“Meşrutiyet aydım”nın karikatürü

on u tavsiye eyle! (akt, Okay 1991: XI)

Y

ep ey ce ç iz ilm iş tir . R eşat N uri

Güntekin, G öky ü zü adlı romanında böyle

bir Jö n Türk münevveri tipini tasvir eder: Paris’te ‘politik sürgün’ romantizmi içinde yaşarken, bir mektebe yazılmaya ihtiyaç duymadan, konferans dinleyip risale oku­ makla “sayılı alim ler arasına geçtiğini” düşünen, “her telden çalan bol ve karışık malûmatlı” bir heveskârdır bu: Gençlik n e g ü z el şeydir: Mesela, Sorel’m yahut Tarde'tn b ir d ersin i oldu ğu g ib i h a ­

tavsiye ederim. Fakat bu n dan son ra b irin ­

O da Osmanh-Müslüman-Türk münev­ verlerinin n akı sasın m farkındaydı. Başta kendisi olmak üzere, y an aydınlar olduk­ larım biliyor ancak çağa ayak uydurma­ nın, bu ‘ilkel kültürel birikim’ evresinde belirli bir yüzeyselliğin kaçınılmaz oldu­ ğunu düşünüyordu. Şüphesiz, yalnız da değildi bu değerlendirmesinde. P eki, A hm et M ith at E fend i’nin oğlu kendi evlâdına “her şeyi öğrenmek fakat

ra y a k la şm ış san ıyordu m . ‘Madem k i o n ­

nakıs olarak öğrenmek" yerine “bir şeyi öğrenm ek fakat m ükem m el öğrenm ek" gerektiğini telkin etmiş midir? M odern­

la r g ib i dü şü n ü y oru m . D em ek ki o n la r

leşmenin ilerleyen merhalelerinde, aydın

d e r e c e s in d e o lm a sa m b ile o n la r a y a k ı­

olmanın koşulunun ve itibarının bu yön­ de değiştiğim söyleyebilir miyiz?

tırla y ıp anlattığım za m a n k en d im i o n la ­

n ım !' y o lu n d a b ir ku ru n tu ... (G üntekin

1976; 22) Ahmet M ithat E fend i, 19. yüzyıl s o ­ nunda (/in de siecîe) muazzam bir çağ dö­ nümünün krizini yaşayan Osm anlı m ü­ nevverleri için iki kademeli bir görev ta­ nımı yapmıştı - nasihat formunda: Oğlum! Y aln ız b ir şey i ö ğ ren m eli, fa k a t m ü kem m el o la r a k ! Yakut her şeyi öğren­

Bu som ya gelmeden önce, Ahmet M it­ hat’ın ayrım ını sorgulayalım. Onun b il­ giyle ilişkid e y etk in lik aşam ası olarak gördüğü uzmanlaşma, gerçekten en yük­ sek mertebe midir? Edward Said, “profes­ yonel" olarak tanım ladığı uzm anlaşm ış entelektüeli, ‘hakiki’ entelektüelden ayırır (Said 1995: 67 vd.). Kuşkusuz uzmanlaş­

meli, bittabi nakıs o la r a k ! Osmanlılığımı­

manın insanı otomatik olarak entelektü­ ellikten uzaklaştırdığını söylüyor değildir.

zın bugünkü katine nisbetle şu ik i şıktan

Said’in kastettiği, belirli bir dalda ihtisas-

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

126

A hm et M ithat F fen di: Y an aydın karakterin in , y ü zey sel h a lta m alû m atfu ru ş kan a a t ön derliğin in p rototip i m i? Yoksa bilgin in p op ü lerleşm esin e v e d em okratikleşm esin e k a tk ıd a butunm uş birisi[ olum lu an lam ıyla a m a tö r’ b ira y d ın nıı? A hm et M ithat’ın 'm isyonunu'tartışm ak, ayn ı z a m a n d a Türkiye 'de ka m u sa l d ü şü n ce vasatı ve ‘a ydın soru n u ' ü zerin e tartışm ak an lam ın a geliyor.

laşarak. belirli bir konunun inceliklerine

fa y d a n bakışı, "düşüncelere ve değerlere

dalarak bilginin başka dallarına tümüyle

özen gösterme" hassasına uzaktır.

ilgisizleşen, daha önem lisi in san lık ve dünya meselelerine kayıtsızlaşan kişinin, gerçek anlamda entelektüel olarak lanıınlanamayacagıdır. Bu kayıtsızlığıyla mev­

UZMANIAŞMA VE KAMUSAL-I’OI.lTİK İŞLEV

cut düzene ve iktidara eleştirel mesafe al­ masını sağlayacak 'aklını' da yi tiren böyle birisi, ancak bir "bilirkişi" sayılabilir. Fdvvard Said, bu çağın entelektüelinin umu­ lur ruh taşıması gerektiğini söyler. Ama­ törlüğü, a şk ve m era k vasıflarıyla tamın­

Said’in tanışmasını biraz daha devam etli

lar; bu vasfı taşıyan entelektüel, uzmanlaşm anın-profesyonelleşm enin m eslekî darlığına kısılmayan, "düşüncelere ve de­

sevgisi) felsefed en yoksun kalmamalı, tek­ nik değil kelime anlamıyla (ıcfekkür) te­

ğerlere özen gösteren"’ birisidir. Yalın de­ yişle, d erdi vardır, meselesi vardır.

leriyle rabıtasını kaybetmemeli, teorinin

Ahmet Mithat'ın sözlerinde yan avdın

lama için süzülmüş "pratik bilginin beri­ sindeki tartışmayı, akıl yürütmeyi, ayrıntı­

yüzeyselliği zaruri görülürken de uzman taşma yücelıilirken de eksik olan şey, işte

relim. Entelektüelin merak ve aşkı, başka bir anlamda u zm an laşm ad an geri kalma­ malıdır aslında: düşüncenin ö z erk liğ in i ta ­ n ım a ve d erin leşm e , o d a k la n m a anlamın da... "Branş’ değil kelime anlamıyla (bilgi

o riy e ilgisini yiıirnıemelidir. Düııya bilgi­ ev ren sel niteliğinden kopmatnalıdır. Uygu­

bu aşk ve merak ruhu ve eleştirel bilinçtir.

yı önemsememek, düşüncenin iç zenginli­ ğinden heyecanlanmamak, aydın/rmelek-

Şahsen ziyadesiyle aşk vc merak dolu bir amatör olmakla beraber. Ahmet Mithat’ın

tüel olmakla bağdaşmaz. Sözgelimi, (seve­ rek tüketilen klişeyle) İstanbul kuşatma

iktidara devlete sadakatle bağlı a ra çsa Icı

altındayken rahiplerin meleklerin cinsiye

U Z M A N L A Ş M A

İLE

P O P Ü L A R I Z

ti üzerine münazaraları devam ettirmesi, ‘ayıp' değildir bu bakımdan. Ancak bu PatJıos, kamusal b ir Ethos’la birleşmelidir. ‘Eski’ Aydınlanma paradig­ masının. diliyle: “Aydınlatma”, “bilinçlen­ dirme" işlevinin ahlâki sorumluluğudur bu. Başka LütIû söylersek: Uzmanlaşmış bilgiyi, incelmiş fikri kamusallaştırma iş­ levidir (Toker 2007). Bilginin d em o k ra tik ­ leştirilm esin i getiren bir işlevdir bu. An­ cak sadece b ir n akil, b ir vaaz değildir, bizzat refleksiyomı (üzerine düşünmeyi) kamusal bir ortama mal etme, böylece bir feanıusallığı inşa etme eylemidir. ‘Eski’ Ay­ dınlanm anın didaktiğini (hatta p ed a n tiz mi) ile aradaki fark da buradadır, bu edi­ min bir ilişki, bir etk ileşim olmasıdır: BilgiyiVfikri kamusallaştırm ak, bizzat aydı­ nın refleksiyonuna da katkıda bulunur, onu bir Praxis deneyimine sokar. Bir Ha­ dis-i Şerife başvurarak söylersek: “Herke­ se idrakine göre hitap etme"nin salt propagandif olmayan, bir etkileşimi başlatan dönüştürücü deneyiminden söz ediyoruz, Aydmı politik kılan veya politik aydım tanımlayan da, bu ilişkiye açıklığı, bura­ daki g erilim d en beslenmesidir. Tekrarlar­ sak, düşünce üretimi ile onu bir yere ‘ta­ şıma’ arasında mekanik bir ilişkiden de­ ğil, diyalektik ve bütünleşik bir etkinlik­ ten söz ediyoruz (Ptm is'ın anlamı da bud u r). D olayısıyla, organik aydın da bir propaganda veya irşat görevlisi değildir! Tefekkür emeği ( “fikir çilesi") ile bu te­ fekkürü kam u sallaştırm a sorum luluğu arasındaki salınınım ik i ucuna da ay m ciddiyetle yoğunlaşmayan bir entelektüel etkinlik, ‘angaje’, organik veya değil, en­ telektüellik sıfatım yitirir. Teorinin, bilginin, fikrin kamusallaştı­ rılması, bir popülerleşti rm e uğrağını içerir. Zaten fiilen politik düşünceyi de ayırt eden bir uğraktır bu. Ancak teorik etkin­ liğe uğram ayan, OTada derinleşm eyen,

A 5 Y ON

A R A S I N D A

A Y D I N

bir popüler söylem, vulgerizasyon anlamı­ na gelecektir. Basitleştirmenin, sadeleştir­ menin, bilginm dönüştürüGülüğünden ta­ mam en feragat ederek bayağılaştırmaya dönüşmesidir bu Popülarizasyon ile vulgerizasyoıı arasındaki ince hat, özellikle, bir toplum ve insan tasavvuru olan, fakat bunu gerçekleştirmek için entelektüel et­ kinlikte derinleşmeyi, meselelerin âcilliği karşısında ‘lüks’ veya oyalayıcı (hatta bel­ ki yoldan çık arıcı, ayartıcı) b ulanların zorlu im tihan geçididir. Onları bekleyen tehlike, zayıf, yüzeysel bir donanımı popülarize etme girişiminin kolayca vulgerizasyona dönüşecek olmasıdır. ERKEN CUMHURİYETİN PEDANTİZMf VE ANIt-ENTELEKTÜALÎZMt Erken Cumhuriyet döneminin aydınlan, -e n azından devletli-hâkim aydın e liti,Ahmet Mithat Efendi’nin oğlnna nasihati­ ne kulak vermeye devam ettiler Bilgiye, muzır ihtimalle kendi güç ve ikbal arzula­ rına hizmet edecek bir kültürel sermaye olarak, salih ihtimalle ise modernleşme (ve nıilletleşme) sürecindeki gecikmenin açı­ ğım kapatma telâşıyla yaklaştılar. Bu araçsalcı-faydacı bakış, “Meşrutiyet aydım” di­ ye karikatürize edilen çizginin devamlılığı­ nı -kronikleşm esini- temellendirdi. D ö n em in m u teber aydın p ro fili: bu araçsalcı-faydacı yaklaşımın güdümünde, pedantik üsluplu, çoğunlukla gazeteci, yarı aydındır. İstisnaları kuşkusuz vardır, Bir istisna tipi: belirli bir düşünce ekolü­ nü tanıtmaya ve uyarlamaya kendini ve­ ren nakilcilerdir - örneğin Bergson nıüvezzii olarak Mustafa Sekip Tunç. Bir baş­ ka istisna tipi: Kaynak alınan Batı düşün­ cesinin bir tatbikat yönergesine indirgen­ mesine karşı, Aydınlanmanın ve eleştirel akim lâytkıyla içselleştirilmesi, hazıriedilmesi gereğine dikkat çekmeye çalışan, ço­

relleksiyondan uzak, b iz z a t popülerleştir­

ğunlukla politikanın dışında veya kıyısın­

me d en ey im in i b ir rejlek siy o n sürer t o la r a k k a v ra m a y a n , didaktik ve araçsalcı-faydacı

da konuşan aydınlardır. Ö rneğin; yeni uygarlığın cevheri olarak özgür düşünce

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

ve ilim zih n iy e tin i vu rgu layan Adnan

le gerek milliyetçi-muhafazakâr gerek li­

Adıvar, vulgerizasyona ve popolarizasyo­ na (pedantizme) ilkesel olarak ve tiksin­ tiyle karşı çıkan Nurullah Ataç; dünyaya açıklıkta ve evrenseldi hümanizmada ıs­

beral fikir üstadlannın gönlünü alsa bile, onları ideologlar olarak referans almamış, böyle bir ilişkiden kaçınmıştır Modernist

rarlı Orhan Burian, Tanpınar’ı düşünerek, muhafazakâr bir melankoliye kapılmaksızın, modernleşme sürecinin tra jiğ in i cid­ diye alan b ir başka tîpolojiyi daha not edebiliriz. Erken Cum huriyet dönem inin, “Yeni Türkiye”nin buluğdan orta yaşa uzanan evrelerine devreden bir özelliği, politik

(ekonom ist) iyimserliği ve pragmatizmi, merkez sağı katı ideolojik çizgilere veya herhangi bir fik rî sorum luluğa bağlan­ maktan alıkoymuştur.2 Bu hürmetkâr oyalama taktiğine milli­ yetçi-muhafazakâr entelijansiyanın verdi­ ği tepkinin, kim i zaman, antipoîitik b ir e n tele k tû a liz m suretinde tezahür ettiğini

gözleriz. Politikanın idealizm ve fikir kar­

lunmamasıdır. Ziya G ökalp’le İttihat ve

şısındaki kaypaklığım küçümseyen, aşa­ ğılayan b ir tu tum ... Ö rnek, N ecip F a­ zıldan. “Suhan-ı Ş tâ râ ”, Adnan Mende­

Terakki arasındaki türden bir ilişki, teker­ rür etmemiştir! Entelektüeller ancak epi-

res için yazdığı “destanvarî şiir”d e "/dur e r k e k t ir b iz c e , p o lit ik a m û en n e s [dişil -

gonlar (taklitçiler), propagandistler, vazi­ feli araştırmacılar, bilirkişiler, m etin ya­

T.B.]" der (Kısakürek 1970: 33 4 ), Zaten onun İslâm devleti ütopyasında, politika­ cıların yerini “Yüceler Kurultayı"nın aris­

elit ile “fikir adamları” (teorisyenler, ide­ ologlar) arasında bir Prcreis zemininin bu­

zarları olarak, sınııh sorumluluklarla is­ tihdam edildiler. “Türk Inkılâbr’mn prag­ m atizm inin, entelektüel idealizm le telif edilmesi zordu. Bize-özgülüğünü, biricik­ liğini, gücünü ve ilhamını h ay atın kendi­ sinden aldığını, dolayısıyla düşünce kalıp­ larıyla d on duru la maya cağı m vaz’eden, iki savaş arası dönemin vitıdist felsefesi, er­ ken Cum huriyetin Kemalizmine an tien tele k tü a lis t bir çehre kazandırıyordu. İlim ve fenni yücelten yan dinî pozitivist söy­ lemin, felsefe ve teoriye asla aynı nazar­ larla bakmamasıyla da pekişiyordu bu. SAĞ PO LİTİKA VE A N Tİ-EN TELEKTÜ A LtZM

tokratik idaresi alacaktır. İnsan k a fa s ın ın y a r a t ıc ı hatniderini ve id r a k çilelerin i p la n la ştıra n ... eser, k ey if,

görüş, terkip ve d a v a sahibi aksiyomu g ü z id eler (...) m illeti, - d o k t o r h â k im iy eti

altındaki hasta gibi- s a f ve m ü cerred id ­ ra k ıstırabı çek e n ru h ve d im ağ İşçileri­

nin hâkimiyeti yolundan, 'hak ve hakika­ tin h â k im iy eti altında tutacaktır. (Kısakürek 1986: 257). Yeni zamanlarda, sağa da sola da âmir olan yapısal bir değişim, ideolojik yeni­ den üretim işlevinin merkezi hale gelen

Aydınlarla onların göreli özerkliğini tanı­

medyanın bilgiyle araçsalcı-faydacı ilişki­ yi ve vulgerleşm e eğilim ini olağanüstü güçlendirmesidir. Fikri uğraş ve zihinsel

yarak politik (ve entelektüel) sorumluluk paylaşan b ir alışverişe girmemenin ve an-

etkinliğin özerkliği, onu “en te llik ” k ü ­ çümsemesiyle kriminatize eden b îr söyle­

tientelektüalizm in, 1 9 4 6 sonrasının yo­

min tarassutu altındadır.3

ğun kutuplaşma ve politizasyon dönem­ lerinde de geçerliliğini koruduğunu söy­

____SOSYALİST HAREKET VE TEORİ

leyebiliriz. Örneğin Yüksel Taşkın (2007: 8 6 -9 ), merkez sağ geleneğin bu yanıtla dikkat çekiyor DP, AP, ANAP, DYP, AKP

“Dünya bilgisi” ve teorinin evrenselliği, özellikle sosyalist ve M arksist aydınlar

silsilesi, ara sıra törensel hürmet jestleriy­

açısınd an aslî değer taşır. Keza Proıcis,

U / M A N I

A Ş MA

İL t

P OP

U L A R

I Z A S Y O N

AR A SI N

D A

AY

D I N

A bdülhak A dnan Adrnır. dü şü n ce özgürlüğünün ve dü şü n sel etkinliğin özerkliğ in in tutarlı r e tutkulu b ir savunucusuydu. 1945 te "a k a d e m i" ü zerin e y azd ığ ı m akaled e. iinirersiU m tn g erçek tem elin in f i k i r k ııliib ii b en z eri olu şu m lar h a tla m ü n evverler ara sı y a ra n so h b etleri oldu ğu m , devletin sa d e ce bıı g ib i filiz lerin yeşerm esin e alan açm ası g erektiğ in e d ik k a t çekiyordu .

sosyalist aydın açısından, bir ahlâk veya elkililik ölçüsü olmaktan öte, düşüncenin insan eyleminin bütünlüğü içindeki salih anlamını belirler. Oysa 1960’lar ve '70'lerde, solun yükse­ liş ve kitleselleşm e dönem inde, teoriyle ilişkide laydacı yaklaşım belirleyici o l­ muştur (Akın 2007; Ünal 20 0 7 ). Teoriyi "eylem kılavuzu"na indirgeyen anlayışlar, sosyalizmin popülerleş! irilmesinden ziya­ de. v u l g e r i z e e d ilm esin e yol a çm ıştır. Özellikle devrim stratejileri bağlamında teo rik kavram ların, id e o lo jik referans kaynaklarının dümdüz' uyarlanması, da­ ha doğrusu çok defa uyarlama bile dene­ meyecek bir yüzeysellikle 'nakledilmesi', bu deneyimi popülarizasyon değil de vulgerizasyon olarak adlandırm am ızın gerekçesidir. Zira popülarizasyon, teorikpoliıik öncüller ve hedeflerle popüler ide­ oloji etmenleri arasında bir bağ kurulma­ sını gerektirir ve ucu açık bir etkileşimi başlatır. 1965-80 döneminin kitleselleşme tecrübesi içinde, bunun bir ölçüde başa­

rıldığı örnekler sınırlıdır (Dev-Yol örneği­ ni tartışması için bkz. Erdoğan 2007). So­ lun bu etkileyici yükseliş dönemi, söz ko­ nusu kitleselleşme ve silahlı mücadelenin fiilî radikalizmi ile bit radikalizmin teorik ve ideolojik-politik ifadelerinin kitabi ya­ paylığı arasındaki yiııe çok etkileyici çe lişkiylc malûldür. E leştirel ve d iy alek tik olm ayan, düz uyarlam acılığın paradoksal görünen bir sonucu, evrensellik fikrinden kopmaktır. Zira teoriyi taktiğe indirgeyerek araçsal laştıraıı, böylece aslında değersizi esi iven bu adaptasyoncu tavır, herhangi bir cvrensel-ııesnel değerlendirme ölçütünden ‘istila eurıek anlamına gelir. Dolayısıyla, tikel (verel-somut) ile evrensel arasındaki ilişkiye eleştirel bakış imkânı da kalmaz, lâ 'uzaklardan ideolojik politik ilmihal­ leri sıızgeçsiz adapte eden sosyalist sıfatlı grupların, Türkiye'ye ilişkin en aynksıcı, k end ın e-ö zg u cu açıklam alara, giderek apaçık milliyetçiliğe savrulmalarının esra­ rının ardında bu da vardır.

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

Türkiye’de sosyalistlerin bu ‘entelektü­ el çelişkisi’ ile ilgili ayrıksı örnekler -ç o k şü k ü r!- yok değil. Elinizdeki ciltteki Hik­ met Kıvılcımlı ve Mehmet Ali Aybar port­ releri, onların bu yanlanna da dikkat çek­ mekte. Ben burada biraz. Sevgi Adak ile

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

lama yordamına 'kapılıp' mekanik bir indirgemeciliğe meyletmiş; ayrıca dikine hi­ yerarşik örgütlenme m odelini kapitaliz­ min bütün evreleri için genel geçerleştire­ rek, tarih-dışı bir toptancılık yapm ıştır (Doğan 2005: 54 vd,). Tü rkiye’n in toplum sal analizind e ve

Ö m er Turan’ın Aybar hakkında dikkat çe k tik le ri bazı n o k ta la n tek rarlay aca­ ğım... Aybar, dünyadaki Marksizm içi tar­

Türkiye’ye ilişkin politik strateji geliştir­ mede, Aybar’m teorinin evrenselliği ile ti­

tışmaları izlemişti; bu ilgisi dönemin güç ve cazibe m erkezlerini takip etmekle sı­

kel ‘gerçek’ arasındaki bağı ciddiye aldığı­ nı görürüz Öncelikle, az evvel değinildiği

nırlı kalmamıştı. Örneğin Avrokomünizm

gibi, Teel’ icaplara göre eğip bükmediği b h sosyalizm anlayışı vardı. Öte yandan, reel toplum sal-politik koşulların t e o r i k analizine de, esas itibariyle reel-p olitik

etrafındaki tartışm aları ‘reflekıe ediyor’, Althusser’i okuyordu, Aybar’m ‘beynelmi-

130

Z

lel sosyalizm’ fikriyatıyla ilişkisi, adaptasyoncu-nakilci bir ilişki de değildi; bu te­ orik kaynaklarla tartışıyordu. Bu, teorinin onun nazaraıda bir âlet olmamasıyla, sos­ yalist hareketin Özüne, esasına dair bir değer taşımasıyla ilgilidir. Üniversite yıl­ larından itibaren, Marksist bir hümanizma anlayışına ve btı bağlamda demokrasi­ nin sosyalizmdeki özsel değerine odak­ lanmıştı (Ünlü 2002: 138-41); beynelmi­ lel Marksizm tartışmasıyla, bu teorik ön­ cüller tem elinde rabıta kuruyordu, Althusser’in önemsediği teorik müdahalesiy­ le ilgili tartışması, bunun örneğidir: Ay­ bar, yabancılaşm a kavram ının M a n tin salt gençlik dönemine inhisar etmediğini, Kapîfal’de de meta ve Fetiş üzerinden de­ vam eden aslî bir mesele olduğunu savu­ narak, Althusserm bu kavramı ‘itibarsız­ laştırmasına’ karşı çıkıyordu (Aybar 1989: 166; Özman 2007: 399), L en in ist Parti Burjuva Maddinde Bir Ö r­ g ü ttü r risalesi, M arksizm in ‘ustalarının’

putlaştınldığı bir dönemde, manevî-medenî cesareti yanında, teoriyle eleştirel bir ilişki kurm anın örneği olarak saygındır. Polemiğin ve ‘çubuğu öteki tarafa bükme­ n in ’ keskinliği ile, Aybar’m bu risalede yer yer Faydacı b ir bakışa kaydığını da kaydetmek gerekir. Kapitalist üretim Ör­ gütlenmesi modelini her alana, her top­ lumsal düzeye şâmil kılmakla, Althusser vesilesiyle (de) sorguladığı yapısalcı açık­

icaplara göre eğip bükmediği, araçsal ol­ mayan bir önem veriyordu. Burjuvazi ile proletaryanın ve bunların nisbetlerinin ta­ yin inde n/’atan m asından’ ibaret kitabî bir sınıf şeması yerine, somut-tarihsel üretim ilişkilerinin analizine dayalı bir model ge­ liştirmeye çalışmıştır. Üretim ilişkileri ve iktisadi artık üzerindeki denetimiyle bü­ rokrasiyi ( “devleti elinde bulunduran sı­ n ıp ), özgül egemen sınıf olarak saptar.* Asya Üretim Tarzı tartışmalarını da bu te­ orik ilgiyle, -doğrudan atıfta bulunmasa bile belli ki heyecanla- izlemişti. Aybar’ın Marksizm-sosyalizm açısından demokra­ siyi bir ‘olmazsa olmaz’ olarak görüşü ile Osm anlı-Türkiye toplumu analizi pragmaıik kaygılarla buluşturulmuş değildir, aralarında teorik bir tutarlılık vardır. Bu öncüllerle, Türkiye'de halkın) em ekçi sı­ nıfların Vüşdlerini' kazanmalarını, vesayet denetim inden çıkm alarını, kısacası de­ mokratikleşme davasını, sosyalizm dava­ sıyla birebir örtüş türür. Aybar’m 1960’larm TİP deneyimindeki politik söylemi, koyduğu teorik öncülleri reel politik bağlama uyarlama çabasının tutarlılık dozu yüksek (her halükârda, tu­ tarlılık kaygısını elden bırakm ayan) bir örneğidir. Aybar, Osmanlı-Türkiye toplumunun sınıf yapışma ilişkin analizlerini ve dem okrasinin —sosyalizm açısından d a - araçsal, taktiksel değil aslî bir değer

U Z M A N L A Ş M A

İ L E

P O P Û L A R I

olduğu fikrini p o p ü lerleştirm ek te de başa­ rılıdır, Örneğin antidemokratik vesayet el­ liği anlatırken başvurduğu “tepeden in­ m ecilik” sıfatı, egem enleri tanım larken başvurduğu “cebem ıt devlet” ve “bey ta­ kımı” adlan, çağrışımı zengin sloganlardı, Aybar’ın popülerleştirm e ile vıtlgerizasyon arasındaki hassas terazisinin dengesi, kefeye Kemalizm ve milliyetçilik kondu­ ğunda bozulmuştur. Sosyalizmi meşrulaş­ tırma ve popülerleştirme çabasının parça­ sı olarak Kemalizmtn ve onun m illiyetçi­ lik anlayışının fayda cı-hayırhâh yorumu­ na başvurması (Şener 2007: 3 6 6 -7 1 ), onu tutarsızlıklara ve bizzat kendi teorik-politik öncüllerini tahrif eden bir vulgerizasyona sürükleyebilmiş t ir. Bir başka paradoks, Aybar’m '6 0 ’larm TİP’inde “tepeden inm eci" ve doktriner bir tutumla fiilen teori tartışmalarını men

Z A S Y O N

A R A

SI

N DA

A Y

D İ N

etmesi’dir (Aydmoğlu 2007: 128-34)! Aydınoğlu’nun belirttiği gibi bunu m uhte­ melen eskhyeni TKP’lilerin ve silahlı m ü­ cadeleyi savunan fikirlerin ‘bozucu’ etkile­ rine set çek m ek için yapıyordu... Ama böylece solda teori tartışmalarını ‘tekinsiz’ bulan tutumun inşasına bizzat tuğla taşı­ yarak, belki ’7 0 ’lerde kendi teorik müda­ hale çabalarının olabileceğinden daha te­ sirsiz kalmasına da katkıda bulunmuştur! Aybar'm ‘som ’ fikir, 'yüksek* teori ile bunların kamusallaştınlması, popülerleş­ tirilmesi ve politik etkinlik arasında mü­ kemmel bir köprü kurduğu söylenebilir mi? Aslında şöyle sorm alı: Bunun 'm ükemin el çözümünü’ kim kendi başına bu­ labilirdi? Önemli olan, bu iki kutup ara­ sındaki gerilimi önemsemiş, buradan bir enerji üretmiş olmasıdır - ne yazık ki is­ tisnaî bir çabadır bu. □

DİPNOTLAR 1

6 Ekim 2007'de “ Politik, Toplumsal ve Kültürel özne Olarak Aydın" Mehmet Ali Ay bar’ An­ ma Sempozyurnu'nda yapılan konuşmanın ge­ liştirilmiş biçimidir.

2 Merkez sol olarak anılan çizginin de bu ba­ kımdan çok farkiı olduğunu söyleyemeyiz pragmatizmi 'becerememesi' dışında! 3

Medyanın bizzat f o r m a t ıy la yeniden ürettiği

ant ten telektü al İzm e, elinizdeki ciltte Tanıl Bora-Levent Cantek imzalı "Şu köşeden bu köşe­ ye" başlıklı makalede değiniliyor. 4

"D evlet sınıfı" kapitalizme geçişle beraber tedricen burjuvaziyle bütünleşmektedir, ama bir yandan da onunla egemen sınıflar arası bir rekabet sürdürmektedir - Aybar'da buralar bi­ raz muğlaktır!

131

D

Ö

N

E

M

E

R

V

E

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

M ehm et Ali Aybar

oluşturduğunu sö ylüyord u. M illi D e ­

SFVGİ ADAK

D evrim tSD: tartışmalarının hızlandığı

ÖMÜR T UR A N

m okratik D e v rim iM D D ı

Sosyalist

dönem de Yetkin m uhtem elen, bir ta­ ranan Yon çevresinin "biz bize benzeri/"c i tavrını, diğer taraftan yin e M D D çizgisinin düşünse! önderlerinden olaıı M ihri B e lii'ııin "çağım ızda her devrim m illî yol izler" şiarını (Belli, I970: 04ı h a tırlıy o r v e hu ç e rç e v e d e A y b a r'ın M D D karşıtı pozisyonunu boşa çıkar­

ö z g ü n lü ğ ü ve dönemseli ic i

ARASINDA BİR DENGE ARAYIŞI M ehm et A li A yb ar hakkında yazanlar onu genelde liirk iy e sosyalist düşünce tarihinin özgün bir figürü olarak değer­ lendiriyor. A ybarT n özgünlüğü genel olarak kabul edilse de, özgünlüğü açık lanırken farklı yorum larla karşılaşılıyor. Ö rn e ğ in A y lin Ö /.nıaıTa (2000) göre Aybar'ın özgünlüğü yabancılaşm a, şeyleşme,

pmxis

gibi kavramlara dayanan

M arksist h üm ani/m a tem elinde düşü­ nülmeli. Kenan Som er 12003) ise “ Aş bar'ın düşüncesinde bağımsızlık. Tür kiye'nin kendine özgü koşullan içinde, Atatürkçülüğe; dem okrasi, halkçılığa;

m aya çalışıyordu. ti bette ararlan bunca zaman genlik­ ten sonra donem in polemiksol üslubu­ nun yarattığı sis dağılm ış d u nunca ve b u g ü n d e n b a k ın c a A y b a r 'ın d a h a 1940’lerden itibaren önem sediği d e ­ m o k ra s i v e ö z g ü rlü k d ü ş ü n c e s iy le M D D 'n in tepeden inm eciliği arasında­ ki mesafe daha net görünüyor. Bu yazı, A ybar'ı bugün hatırlarken onun özgün yanlarıyla, fikirlerini ürettiği ve seslen­ dirdiği genel sol/sosyalist atmosferden elkilenm işliği arasında bir denge kur­ m anın A yb ar'ı anlam anın en iyi yo lu olduğu iddiasına dayanıvor. B u denger a r a y ış ın ın

b ir y a n ım

"M arksist hüm anizm a" ve diğer yanını

sosyalizm de m illiyetçiliğe dönüştüğ ü

"m illiyetçiliğ e dönüşen bir sosyalizm "

ölçüd e Aybar'ın özgün olduğunu belir-

oluşturuyorsa; bu iki perspektifin sıra­

tiyor. Uzlaştırılm ası kolay olm ayan iki

sıyla Suavi A ydın'm (1998) "e vren s ek i

farklı yorum.

sol" ve "özgücü sol" olarak adlandırdı

S a d e c e son y ılla rd a k i yo ru m la rd a

ğı, Türkiye'de sol düşünce tarihinin iki

değil, önceki dönem lere baktığımızda

ana m ecrasına tekabül ettiği söylene­

da A y b a r'ın özgünlüğünün hep gün­

bilir. "Fvre n seld sol" M arksi/m i genel

dem de olduğunu, am a bu özgünlüğün

bir çerçeve olarak benim seyen bir ta­

n edenleri hakkında farklı yorum ların

vırla , farklı coğ rafyalard a benzer in ­

o ld u ğ u n u g ö r ü y o r u z . 1 9 6 0 'la r v e

sanlık halleri ve benzer sınıfsal çelişki­

1970'ler dönem inin polemiksol atmos­

ler yaşandığı görüşüne dayanır. Bunun

feri iç in d e Ç etin Yetkin (1 9 7 0 : 32;,

karşısında "özg ücü so l" ise ülkelerin

T ü rk iy e 'ye özgü sosyalizm arayışının

spesifik koşullarına, kendine özgü y a ­

y a ln ız c a A y b a r'ın bir savı o ld u ğ u n a

falarına vurgu yapar, temel çelişkiyi sı­

ilişkin yaygın bir kanı olduğunu belirli­

nır üzerinden değil, em peryalist d e v ­

yor ve aslında bu arayışın Yön çevresi­

letlerle ezilen uluslararasındaki çelişki

nin çabalarının da önem li bir parçasını

olarak tanımlar. Bu yaklaşım da sosyal

U Z M A N I

A Ş M A

İ L E

P O P U L A

R İ 2 A S Y O

N

AR

A S I N D A

A Y D I N

değişim in ana kaynağı sınıf değil ıılııs olarak belirir. A yd ın 'a göre Türkiye so lunda genellikle özgiic ü eğilim in elkileri gözlenmektedir. Bu bağlamda Ay b a r 'ııı ö n e m i v e ö z g ü n lü ğ ü , y a y g ın o lan "ö z g ü rü so l" eğilim lerden etki lenm ekle beraber, kendi sosyalist po­ z isyo n u n u dem okrasi, insan hakları, b ire y ö z g ü rlü k le ri, işçi sın ıfın ın d e ­ mokratik öncülüğü v e em ekçi sınıfla­ rın yönetimde; söz sahibi olm ası gibi evrensel kavram lara dayan arak oluş­ turmuş olm asın d an k aynaklanm akta­ dır. A yb ar'ın sosyalist düşüncesi evren­ sel sol değerlere yaslandığı ölçüd e dö­ n em in d e özgün bir ses oluştursa da, ö z e llik le O sm a n lı- C u m h u riy et tarihi v e lü r k iv e to p lu m sal yap ısı üzerine yaptığı analizleri dönem in özgürü at­ mosferi içind e şekillenm işti. A y b a r'ın düşüncesi bu yö n ü yle evrenselci solözgücü sol ayrım ında bir "a ra " pozis­ yon gibi durmakladır.

M ehm et A li Aybar. Zincirli Hürriyet ’/e haşlayan m u h alefet m açm ışım Türkiye'nin sosyalist p a rtisi TİP'ic doruğa taşıdı. A ybar iy i b ir h atip r e sosyalist literatü rle ilpisin i kesm eyen b ir aydın olarak- d a fa r k ım hissettirm iştir.

Bu yazı Aybar'ı tam am en tutarlı bir kuramcı olarak ele alm ak yerine, doğ­

dö n ü k bak ışını serim lem ek , hem de

rultusu belli bir siyasî hayatı olsa da

k endisinden sonraki d ö n em e etkileri

y e r ye r k ara rsız lık lara v e ç e liş k ile re

hakkında bir çerçeve oluşturabilmek.

düşmüş bir siyasetçi olarak ele alm ayı öneriyor. Avbaı ancak, hem Marksizmin hümanist yorum undan etkilenen,

AYBAR VE KEMALİZM: BİR İKİLEMİN HİKÂYESİ

hem de zam an zam an m illiyetçi tona yaklaşabilen, yanılgıları ve tutarsızlıkla­

M od ern T ü rk iye'n in siyasi yaşam ında

rı da olan bir siyasal önder olduğu ha­

Kom alizm e gönderme yapılm adan po

tırda tutularak d eğ erlend irilebilir. Bu

lifik konum üretilm esinin örneği yok

ç e rç e v e d e A y b a r'ın fikirleri üç odak

gibidir (Parla, 1991: î 3) ve bu tespit sol

üzerinden tartışılacak: ilk olarak, A y

muhalefet için de geçerlidir. Aybar da,

b ar'ııı Kem alizm ve tek-parti dönem ine

hem gazetelerde düşüncelerini açıkla­

ilişkin düşünceleri ele alınacak. Ardın­

m aya haşladığı 1940'ların ikinci yarı­

dan A y b a r'ın ö z g ü rlü k ç ü so sya liz m

sından itibaren, hem de T ü rk iye İşçi

vurgusuna değinilecek. U çiin cü ve son

Partisi (T İP) dönem indeki siyasi yaşa­

o la ra k s a , A y b a r'ın O s m a n lı/ Iü r k iy e

mında Kem alizm le ilişki kurma ihtiya­

toplum sal yapısı üzerine çözüm lem e­

cını fazlasıyla hissetmiştir. Bu ihtiyacın

leri ele alınacak. Aybar'ın düşünceleri­

bir boyutu solun T ürkiye'deki meşru

ni bu iiç o d ak e trafın d a tartışm ak la

iyet sorunu çerçevesinde değerlendiri­

yap m aya çalıştığımız, onun hem geriye

lirse, diğer bir boyutu da A ybar'ın Mııs-

D

O

N

E

M

L

E

R

V

E

tafa Kemal ve Kem alizm ile ilgili sami­

134

z

i

h

n

i

y

e

t

l

e

r

m ini v u rg u la m a k la kalm am ış, kendi

mi olarak dile getirdiği olum lu düşün­

sosyalist dü şüncesini ve oluşturduğu

celeridir. Aybar’ın siyasî çizgisi izlendi­

T ü rk iy e 'y e özgü so syalizm a ra yışın ı

ğinde onun bir yandan tek-parti yöneti­

"ik in ci bir Kurtuluş Sa va şı" düşüncesi

m ini oldukça sert bir biçim de eleştirdi­

üzerine kuracak kadar da siyasî ve kişi­

ği, bir yandan da kendisinin ve başkan­

sel o la r a k b e n im s e m iş tir (O z m a n ,

lığ ın d ak i T İP ' in A tatürk çü olduğunu

1998). Bu savaşın evrensel nitelikte ol­

ila n e tm ek ten ç e k in m e d iğ i görülür.

duğunu belirten Aybar'a göre Kurtuluş

Hatta Aybar, Mustafa Kem al ve bilhas­

Savaşı, sömürü düzenine karşı çıkan,

sa onun liderliğindeki Kurtuluş Savaşı

a n trk ap italist ve a n tie m p e ry a lis t bir

dönem ini önceki ve sonraki dönem ler­

halk m ücadelesi olm ası nedeniyle bu

den ayırarak adeta Özel bir hâle etrafı­

niteliği kazanıyor, em peryalizm e karşı

na almaktaydı. Fakat aynı Aybar, M us­

savaşan halkların m ücadelelerinin ilki

tafa Kem al'i kapitalist ekonom i politi­

olması sebebiyle insanlık tarihi için de

kaları ve daha az vurgulu da olsa anti­

bir dönüm noktası oluşturuyordu (A y­

dem o kratik u yg u lam aları d o la y ıs ıy la

bar, 1968: 268-269}. Bu düşüncelerini

eleştiriyordu.

güçlendirm ek için Aybar sıklıkla M u s­

Bu çerçevede, Aybar'ın Mustafa Ke­

tafa Kem al'in savaşın nedenleri ve nite­

mal ve Kem alizm e ilişkin görüşlerini iki

likleri üzerine yaptığı açıklam alara atıf­

odakta e le alm ak mümkündür, ilk o la­

ta bulunmuştur. Bu açıklam alardan en

rak Aybar için hem Mustafa Kemal ve

ç o k k u lla n d ığ ı, M u stafa K e m a l'in 1

Kemalizm, hem de kendi sosyalist dün­

A r a lık 1 9 2 1 'd e M e c lis kürsüsünden

ya görüşü açısından Kurtuluş Savaşı'nın

yaptığı şu konuşmadır:

merkezî bir önemi vardı. Kurtuluş Savaşı'm ilk antiemperyalist halk m ücadele­ si olarak benim siyor, "K u v a y ı M illiy e ruhu" gibi kavramlarla bu dönemin tam bağım sızlık düşüncesini sahipleniyor­ du. Aybar'ın ikinci odağı, yine tam ba­ ğımsızlık düşüncesine yaptığı vurguyla şekillenen bir Mustafa Kemal yorum uy­ du. Bu yorum kısmî bir eleştirellikle bir­ leşmiş seçici bir okum a ve buna bağlı olarak özellikle Atatürk'ün dış politika­ sına ilişkin övgücü değerlendirm eleri kapsıyordu. Bu iki nokta temelinde Aybar'ın K em alizm e yaklaşım ı hem Ke­ malizm! önemseme ve kendi siyasî ko­ numu için temel olarak görmesi, hem de Kem aiizm e karşı bazı eleştiriler dile getirm esi b ağ lam ında m ütereddit bir ilişki olarak biçimleniyordu.

(B)iz hayatını, istiklalini korumak için çalışan erbabı sayiz (emekçile­ riz), zavallı bir halkız!... O halde ifa­ de ediniz efendiler! Halkçılık, niza­ mı içtimaisini (toplum düzenini), sayine (emeğine), hukukuna istinat eftirmek (dayandırmak) isteyen bir meieki içtimaidir. Efendiler! Biz bu hak­ kımızı mahfuz bulundurmak, istiklâ­ limizi emin bulundurabilmek için heyeti umumiyemizce, heyeti milliy em izce bizi m a h v e tm e k isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyeti milliyece mücadeleyi caiz gören bir mes­ leği takibeden insanlarız. (A ybar, 1988a: 126) Aybar'ın devamlı olarak atıfta bulun­

Aybar Kurtuluş Savaşı'nın Türkiye ta­

duğu bu konuşma yalnızca savaşın an­

rihi açısından önem ini siyasî yaşam ının

tiemperyalist ve anti kapital İst özellikle­

her evresinde vurgulamıştır. Hatta, öne­

rinin vurgulanması açısından değil, ay­

U Z M A N L A Ş M A

İ L E

P O P Ü L A R İ Z A S Y O M

A R A S I N D A

A Y D I N

nı zam anda halkçılık vurgusu açısından

AybarTn bu noktada "biz bize ben­

da önemlidir. Aybar'a göre Kurtuluş Sa­

z eriz" konum una atfettiği özel önem

vaşı yalnızca ulusun yeniden doğuşuna

ve M ustafa Kem al'in bu sözünü onun

yo l a ç a n , sö m ü rü len h a lk la ra örnek

T ü rk iy e'n in kendi k o şullarında o lu ş ­

olan bir savaş değil, aynı zam anda Tür­

muş bîr demokrasiyi ve sosyalist rejimi

kiye'nin geri kalmışlık boyunduruğunu

kurm ak istemesi olarak yorum lam ası

kırma girişimiydi. Kurtuluş Savaşı Türki-

aslında AybarTn kendi görüşleriyle ör­

yesi A y b a r'a (1988a: 137) göre "tam

tü şmekted ir. Aşağıda daha ayrıntılı de­

bağımsızlık için dövüşen, emek ilkesine

ğinileceği gibi Aybar enternasyonaliz­

dayalı bir halk devleti"ydi ve "ideolojisi

min Sovyetleşmek ile aynı anlam a geti­

K em aiizm d i". Kurtuluş Savaşı dönem i

rildiğini, dolayısıyla her toplumun ken­

Türkİyesi için "halk d evleti" kavramını

di işçi sınıfına ve kendi özgül koşulları­

sık sık kullanan Aybar kimi zam an da

na d ayan an bir sosyalizm in savunul­

bu rejimi sosyalist bir rejim olarak ad­

ması gerektiğini, bunun da M andın

landırmaktaydı: "Em peryalizm e, kapita­

münist Manifestcfda

Ko­

yazdığının ta ken­

lizme karşı savaşan ve toplum düzenini

disi old uğ unu düşünm ekte, "T ü rk iy e

em eğe dayandıran bir rejim sosyalist bir

sosyalizm i"ni savunm aktaydı. D o la yı­

rejimdir. Ve de halkçılık olduğu için de

sıyla, genellikle pek değinilm eyen Ay-

demokrasiye yönelik bir rejimdir." (Ay­

bar'daki özgücü yanla da ilişkili olarak

bar, 1989: 49) O ysa AybarTn Kurtuluş

düşünülebilecek bu bakış açısıyla M u s­

Savaşı ve dönemini anlatırken devamlı

tafa Kem al'in "biz bize benzeriz" sözü­

olarak atıfta bulunduğu konuşmasının

nü iyim ser bir b iç im d e y o ru m lu y o r,

devam ında bizzat Mustafa Kemal döne­

sosyalist hareketin, em peryalizm e karşı

min hükümetinin demokrasiye de sos­

ilk savaşı başlatmış bir halkın m ücade­

ya liz m e de b enzem ediğini belirtiyor,

lesine ve onun kapitalizm e ve em per­

"Efendiler, benzem em ekle ve benzet-

yalizm e karşı çıkan liderine sahip çık­

m em ekle iftihar etm eliyiz. Çünkü biz

m ası g e re k tiğ in i s ö y lü y o rd u (A k ar,

b iz e b e n z iyo ru z e fe n d ile r!" diyordu

1989:131).

(Aybar, 1989: 49). Aybar, kendi yoru­

A yb ar'a göre Mustafa Kemal emeğe

muyla ters düşen bu İfadeleri şu şekilde

dayalı, hakkın hukukun çalışarak elde

açıklam ak ihtiyacı hissetmiştir:

e d ild iğ i, d e m o k ratik , e şitlik ç i ve en

Atatürk, ne demokrasiye ne sosyaliz­ m e ben zem iyor d erk en de, Avru­ pa'daki rejimlere ve Sovyetler Birliği'ne benzemediğini belirtmek isti­ yordu herhalde. Çünkü açıklamaları­ nı sosyal öğretiye, yani sosyolojiye dayandıran bir kişinin dem okrasiyi, sosyalizmi yadsıması ters bir iş olur. B en ce b iz b iz e b e n z iy o ru z d iy e n Atatürk, demokrasinin ve sosyalizmin bizim tarihsel koşullarımız içinde bi­ çimleneceğini ifade etmek istemiştir. (Aybar, 1989: 49) [vurgu aslında]

önem lisi ekonom ik, siyasî ve kültürel açıdan fam

bağımsız

bir rejim düşün­

mekteydi. Ulaşm ak istediği çağdaş uy­ garlık d ü zeyi a çısın d an bakıld ığ ın d a ilericiydi; ve bu M ustafa Kem al'i sola yak laştırm ak tayd ı (Aybar, 1968: 96). Kem alizm de, temelleri Kurtuluş Savaşı Türkiyesi'nde atılmış, antiemperyalizm ve antikapitalizm le beslenm iş, sol bir ideolojiydi:

Kemalizm bir sol ideolojisiydi. Mus­ tafa Kemal paşanın ve arkadaşlarının solculuğun bilincinde olup olmama-

135

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

ları önem li değildir. Tu!tuklan yol, soida olan, sola giden bir yoldu. (Ay-

Atatürk'ün bu ilkeyle uyum lu bulduğu

bar, 1986a: 137)

nızca Türkiye'nin A m erika'ya yaklaştı-

A y b a r'ın M ustafa Kem al ve K em a­ lizm ile ilgili olum lu yorum larında kay­ nak olarak özellikle M ustafa Kem al'in sö yle v ve d e m eçlerine başvurduğuna yukarıda değinmiştik. Bu konuşma ve d e m e ç le r e b a k ıld ığ ın d a g e n e llik le 1920'lerin ilk yarısında toplandıkları, batta Kurtuluş Savaşı yıllarında yoğun­ laştıkları belirgindir. Atatürk dönem inin 1938'e kadar sürdüğü düşünülürse, bu­ nun ne denli problemli olduğu ve Ayb a r'ın kafasındaki M ustafa Kem al ve Kem alizrnin ne denli seçici bir bakışa d ayan d ığ ı ortadadır. B u n u n ya n ın d a A y bar, yalnızca Mustafa Kem al'in ken­ disi ve d ü şünceleri konusunda değil, aynı zam anda dönem in diğer siyasî ak­

dış politikasına yaptığı vurgu onun yal­ rılcnasına karşı çıkışı ve antiemperyalist pozisyonuyla ilgili olarak düşünülm e­ melidir. Bu tutum aynı zam anda Sovyet çizgisinden de bağımsızlaşmak, Türki­ y e 'y i ve T ü rk iy e so syalist hareketini Sovyet etkisine çekm eye çalışan sol gö­ rüşlere karşı ç ık m a k b a ğ lam ın d a da onun savunduğu genel sosyalist pozis­ yo n la uyum içindeydi. Ö rn eğ in beşli önerge sonrası T İP içerisinde çıkan tar­ tışmalar sırasında yaptığı bir konuşma­ sında T İP 'in T ü rk iye'nin bağım sız bir ülke olm ası gerekliliğini savunduğunu belirtiyor, T İP "Am erikayı yurdumuzdan çıkardıktan sonra Sovyetler Birliği ile Am erika'ya aynı uzaklıkta, bağımsız bîr politika izleyece k tir" diyordu (Aybar, 1988a: 184-185).

törleri ve olayları için de yine Mustafa

A y b a r'ın tam b a ğ ım sız lık Şikesine

Nutukla, baş­

verdiği önem i Türkiye'ye ilişkin genel

vurmaktadır; dolayısıyla Atatürk döne­

değerlendirm elerinde de görmek m üm ­

m ine karşı tavrı yeterince eleştirel o l­

kündür. Aybar'a göre T İP'în kurulduğu

Kem al'in anlatımına, yani

madığı gibi, değerlendirm eleri de her

yıllarda T ürkiye'nin birbirine bağlı iki

o lg u sal m a lz e m e y i İç erm em ek ted ir.

temel problem i vardı: demokrasi ve ba­

Bununla birlikte Atatürk dönem inin ki­

ğımsızlık (Aybar, 1988a: 265). Aslında

mi politikaları da onun olum lu bakışım

bu iki tem el sorun, A y b a r'ın sonraki

pekiştirmekte etkili olmuştur, Aybar'ın

d ö n em ler için yaptığı a n a liz lerd e de

siyasî çizgisinde belki de en merkezi

hep en ön sıradadır. Aybar bu durumu

yeri tutan tam bağ ım sızlık fikri onun

da Kurtuluş S a vaşı'n d an sonra hedef­

Atatürk ve d önem ine bakışını doğru­

lenm iş fam bağım sızlıkçı halk yöneti­

dan etkilem iş, onu, tem elini tam ba­

m inin kurulamamasına ve yüzlerce yıl­

ğımsızlık ve halk devleti düşüncesi o la­

lık antid em o kratik devlet g eleneğine

rak gördüğü Atatürk ilkelerine yaklaş­

bağlıyordu. Tam bağım sızlık yenid en

tırmıştır.

kazanılm adan demokrasinin uygulana­

A yb ar özellikle Atatürk dönem i dış

m ayacağına, ulusal bağımsızlık savaşı­

politikasına bu bağlamda özel bir Önem

nın da demokrasisiz sürdürül enleyece­

atfetmiş, "K u vayı M illiy e ruhuna sadık

ğine inanan A yb ar'a göre her iki soru­

kalm ak" olarak tanımladığı bu politika­

nun çözüm üne giden yol em ekçilerin

yı özellikle Türkiye'nin A B D 'y e bağımlı

aktif bir güç haline gelmesi ve karar at­

hale getirilmesine karşı çıkarken bir re­

ma m ekanizm alarına katılm alarından

ferans noktası olarak kullanmıştır. Aslın­

geçiyordu (Aybar, 1988a: 291). Aybar,

da A yb ar'ın tam bağım sızlık ilkesi ve

aktif siyasette de, dönem in antiemper-

U Z M A N L A Ş M A

l E

P O P Ü L A R İ Z

valisi vurgusuyla uyum lu olarak, T İP'in

A S V O N

A R A S I N D A

A Y D I N

yetin ilm e sin ! ve altya p ıd a k i zorunlu

çizgisini hop lam bağımsızlık sorunsalı

dönüşüm lerin ya p ılm a m a sın ı asıl et

rtratjnfla şekillen d iriyo r, ü lke so ru n ları­

in e n o l.ır.ık işa re l e tm e kte d ir (Avbar,

nın çözüm ünde önceliği tam bağımsız

1988a: 255).

lığın sağlanmasına ve bunun için de ilk

Görüldüğü gibi A ybar'ın genel ana­

olarak bağımsız bir dış politikanın be

liz le rin d e A tatü rk d ö n e m in e ilişk in

nimsenmesine veriyordu.

doğrudan bir eleştiriye az rastlanmak-

bu raya kadar anlatılanlara d a y an a ­

tadır. A n cak O s m a n lI'd a n d evralınan

rak A yb ar'ın Mustafa Kem al ve dö n e­

devlet geleneği ve antidemokratik siya

m iyle ilgili olarak hiçbir eleştirel yakla­

sî kültürün devam lılığı çerçevesindeki

şımının olm adığını söylem ek haksızlık

genel eleştirileri Atatürk dönem ini de

olur. Aybar, her ne kadar birçok nokta­

kapsadığı ölçüde iki devam lı olarak bu

da M ustafa Kem al ve K em alizm e iliş­

çerçevede bir sürekliliği vurgulam akla­

kin fikirlerinde dönem indeki sol çevre­

dır) bir eleşlirelliğe sahip olduğu sonu­

lerle hemfikirse de, onun duruşunu ör

cu çıkartılabilir. Bunun yanında Atatürk

neğin sol Kcmalistlerden de, her şeyin

d ö n e m in e ilişk in o lu m su z a n la m d a

suçlusu olarak İnönü'yü gören Attilâ İl­

doğrudan değindiği noktalar az da olsa

han gibi yazarlardan da ayırm ak gere­

vardır, zira şaşırtıcı bir biçim de Aybar,

kir. Aybar, Kurluluş Savaşı'n d a kurul­

M ustafa Kem al dönem inin birçok u y­

m aya çalışılan "halk devleti"nin Q ım -

gulamasının aslında kendisinin aktardı­

huriyet'in ilanından sonraki dönem de

ğı M ustafa K em al’le bağdaşm adığının

büyiik oranda gerçekleştirilememiş o l­

da farkındadır.

duğunun farkındadır. Bu durum un ne

Bu bağlamda ilk çelişki ona göre İz

dünleriyle ilgili analizlerinde A ybar'ın

mir İktisat Kongresi'nde gelmiştir. M u s­

farklı açıklam alar getirdiği, kimi zaman

tafa Kem al'in kongreyi açarken yaptığı

M u stafa K e m a l'in p o litik aların a gön­

konuşmada yabancı serm ayeye daveti­

derm eler yapm akla birlikte, kötüye gi­

ye çıkaran bir duruşu savunması Aybar

dişi O sm anlI'dan miras kalan nedenler­

(1089: 12) açısından şaşırtıcıdır. I lenfiz

le açıkladığı da görülm ektedir. Ö rn e

birkaç vıl önce aııtikapitalist bir m üca­

ğin, "sağa kayış" olarak nitelendirdiği

deleyi savunan Mustafa Kem al'deki bu

T ü rk iy e 'n in kuruluş ilkelerinden sap

değişimi "elde belirli bir ekonomi m o­

m asını, lid e rin tan rısa lla ştırılm asıyla

delinin bulunm am ası" ile ilişkilendiren

kurtuluş hareketinin yoldan çıkm asıyla

Aybar, "b u yolun Türkiye'yi er geç em­

a ç ık la y a b ild iğ i g ib i fA vb ar, 1 9 8 8 a:

peryalizm in, dünya kapitalizm inin ku­

140), "muhalefetsiz bir halk iktidarı dü

cağına atacağı, ya gereğince bilinin i

şünülem ez" düşüncesiyle daha Birinci

yordu ya da güçlü bir devletin durumu

M eclis'ten başlayarak muhalefete karşı

her zaman denetleyeceğine inanılıyor­

geliştirilen sert tavra da atıfta b u lu n ­

du " diyordu (Aybar, 1988a: 295).1 B u ­

m aktad ır (A yb ar 1988a'. 141). Bazen

na ek olarak, A y b a r'ın dönem le ilgili

sorunun asıl kaynağını Atatürk'ün ölü­

yanlış gördüğü noktalar şöyle sıralanır:

m üyle Türkiye'nin Batı dünyasının nü

Toprak reformunun yapılm am ası, sana­

fuzu altına girmesinde aramakta, bazen

yileşm eyi gerçekleştirecek üretime dö­

de daha yap ısal bir a n alizle kurtuluş

nük fabrikaların ihmal edilm esi, ekono­

y o lu n u n doğru ta n ım la n m a sın a rağ­

mide ve m âliyede bağımsızlığa yönelik

men sonrasında üstyapı reform larıyla

yeni adım ların atılmaması. Aybar'a gö-

137

d

ö

n

e

m

l

e

r

V

E

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

re bu uygulam alar sonucunda Türkiye

kûn Kanunu ile T ürk iye'de solun y a ­

adım adım kapitalizme kaymıştır.

saklandığım ve yer altına itildiğini, do­

Ekonom i po litikalarında A ybar'ı şa­

layısıyla etkinliğinin büyük ölçüd e sı­

şırtan bu u ygulam aların ya n ın d a, bir

nırlandırıldığını belirten Aybar, Mustafa

başka şa şırtıcı g elişm e M u sta fa K e ­

Kem al'in muhalefetsiz bir rejime doğru

m al'in Kurtuluş Savaşı boyunca vurgu­

yol aldığını belirtir ve tavrını dem okra­

ladığı halkçılık ilkesinin geçirdiği deği­

siden yana koyar:

şimdi. "Bağım sız yaşam ak için durm a­ dan ç a lış m a k z o ru n d a o la n z a v a llı halk" gitmiş, yerine sınıfsız, imtiyazsız ve gruplar arasında çatışm a olm ayan b ir to p iu m g elm işti. D e n ile b ilir ki, Mustafa Kem al'in söylem indeki hiçbir

138

Z

değişiklik, Aybar için bu denli çarpıcı olm am ıştır. Elbette bir sosyalist için, böyle bir halkçılık yorum u antiemperyalist ve antikapitalist m ücadelenin in­ kârı anlam ına geldiği gibi, aynı zam an­

Mustafa Kemal Paşa, Rauf Bey ve ar­ kadaşlarının cumhuriyetçiliğinden kuşku duymakta haklı olabilirdi. Kendin/ onlardan daha cumhuriyetçi ve ilerici saymakta da haklı olabilir­ di. Ne var ki, kurulan Cumhuriyet gerçek bir Cumhuriyet ise, bu konu­ da karar verecek olan kendileri değil, seçm en yurttaşlar olmak gerekirdi. (Aybar, 1988a: 143)

da sosyalizm m ücadelesinin de önünü

Bu noktada belirtmek gerekir ki A y­

kapatan bir unsurdur, A ybar M ustafa

bar, Mustafa Kem al'in muhalefete karşı

K em al'e belki de en ağır eleştirisini bu

tavrını onaylam adığını açıkça belirtme­

noktada getirecektir:

sine rağmen onun bu tutumunu kişisel

Gerçekler yadsınarak politika yapıl­ maz, ... Örneğin toplumumuzda çı­ karları çatışan sosyal sınıflar bulundu­ ğunu bir türlü kabul etmek istemeyiz. Toplumumuzda sınıflar var. Çıkarları çatıştığı için, aralarında mücadele sü­ rüp gidiyor. ... Türkiye'de kör topal olsa da, ulusal çıkarlarımıza ters de düşse kapitalizm uygulandığına göre, işçi sınıfı da var, burjuva sınıfı da var, ... Ve sistemin doğası gereği, bu iki sı­ nıf birbiriyle mücadele halinde. Gelin görün ki, yalın gerçek kabul edilmi­ yor. Atatürk gibi seçkin bir zekâ bile, Türkiye'de sınıfların çıkarlarının çatış­ madığım, tüm sınıfların birbirlerine karşı olmadıklarını, tam tersine daya­ nışma içinde olduklarını söyleyebili­ yor. (Aybar, 1989: 54)

olm asından ziyad e tarihsel bir analiz içinde değerlendirir. A yb ar'a göre bu "b ir ortam sorunudur" ve O sm anlI'nın yönetim i bir tek kişinin d in d e toplan­ m asını gerekli kılan mirası n edeniyle "T ü rk iye'd e kişisel iktidarı eng elleye­ cek gelenekler, kurum lar yoktur" (Ay­ bar, 1988a: 144). Mustafa Kemal dönem ine İlişkin o la­ rak bu eleştirileri dile getiren Aybar'ın eleştirellik düzeyi M illî Şef dönemi için çok daha yüksektir. H er ne kadar Aybar bazı a n tid e m o k ra tik u y g u la m a la rın Atatürk dönem inden beri süregeldiğini biliyorsa da, onun tek-parti yönetim i olarak anladığı dönem esas olarak İnö­ nü dönemidir. Ö 2m an'ın (1998) da be­ lirttiği gibi, Aybar'ın gazete yazılarında tek-parti y ö n e tim in e ilişkin getirdiği eleştiriler tem elde "hürriyet, eşitlik ve

A y b a r 'ın d ö n e m le ilg ili bir başka

dem okrasi" kavramları etrafında biçim ­

eleştiri noktası muhalefete karşı takını­

lenmiştir. A y b a r'a göre dem okrasinin

lan tavırdır, ö z e llik le 1925 Takrir-i Sü­

iki koşulu olan kişi hak ve özgürlükleri

u

z m

a n

l a ş m

a

İ

l e

p

o

p

Ci

l

a

ile ekonom ik eşitlik (sosyal adalet) Tür­

r

I

z a s y o n

a r a s i n d a

a y d i n

olarak kimi dayanaklar, paralellikler bu­

kiye 'd e yoktur; tek-parti yönetim i ise

luyordu. Aslında bu ilkelerin 1960'Iar­

ancak "kağıt üzerinde" bir dem okrasi­

daki sol hareketin ana eksenini oluştur­

dir. A y rıca Aybar, M illî Şef dönem ini

duğu düşünülürse Aybar'ın tavrının en­

Atatürk'ün bağımsız dış politikasından

der raslanan bir tavır olm adığını akılda

ve antiem peryalist çizgisinden de bîr

tutmak, onu özgünlüğü ve dönemselfi-

sapma olarak değerlendirir. Aybar'tn İnönü liderliğindeki tek-parti

ğiyle ilişkili olarak anlam ak açısından önem li gözükmektedir.

yönetim ine ilişkin hürriyet, eşitlik, de­ mokrasi ve bağımsızlık üzerinden geliş­ tirdiği tavizsiz eleştirel tavır onun sosya­

AYBAR'IN "ÖZGÜRLÜKÇÜ SOSYALİZM" DÜŞÜNCESİ

lizm e bakışını da oldukça etkilemiştir. Russeil Mahkem esi'nin üyesi olarak git­

Eğer A yb ar'ı anlam ak için onun özgün­

tiği V ie tn a m 'd a g ö rd ü k le riy le T ü rk i­

lüğü ve dönemselliği arasında bir den­

ye'nin tek-parti deneyim ini birleştirince,

ge kurulması gerektiğinden söz ediyor­

"nasıl bir sosyalist düzen" sorusuna ver­

sak, yukarıda anlatılan h aliyle Kema-

diği yanıtta belirleyici unsur, çoğulcu

lizme bakışı dönem selliğin getirdiği bir

bir demokrasi, yani tek-parti rejiminin

zaaf olarak okunabilir. Bunun yanında

tam tersi bîr düzen olarak belirir. Bunun

A y b a r'ı T ürk iye solunda özgün kılan

yanında Aybar'ın Mustafa Kemal ve dö­

en önem li özellik onun sosyalizm dü­

nemine yaklaşımında sezilen ikilem ge­

şüncesindeki özgürlük vurgusudur. D e­

nel olarak Türkiye solunun Kem alızme

nilebilir ki, Türkiye'de sosyalist düşün­

bakışında da görülebilecek bir durum

ce ve siyasetin tarihi bir şem ayla Özet­

o larak not e d ilm elid ir. Kuşkusuz Ay-

lenecek ve şem ada her ismin karşısına

bar'ın tek-parti dönem ine getirdiği eleş­

siyasî pozisyonu y a z ıla c a k olsa, Ay-

tirilere karşın Kemalizm konusunda ya­

b a r'ın karşısına m uhtem elen "ö zg ü r­

şadığı bu ikilem şaşırtıcı bulunabilir.

lükçü so syalizm " yazm ak uygun dü­

Örneğin, nasıl olmuştur da kapitalist ve

şerdi. Kendisi de farklı konuşma, söyle­

a n tid em o k ratik z ih n iye tin d e n d o la y ı

şi ve yazılarında kendi konum unu ve

eleştirdiği İttihat ve Terakki ile Mustafa

onun dö nem indeki T İP 'in konum unu

Kem al ve kadroları arasındaki ilişkiyi

"h ü rriy e tç i s o s y a liz m ", "g ü le ry ü z lü

görememiştir; ya da görmek istememiş­

sosyalizm ", "fertçi sosyalizm " gibi kav­

tir? Ya da Aybar gibi birçok tabuyu kor­

ram larla özetlemiştir. A yb ar'ın özgür­

kusuzca yıkan bir insan, Atatürk kültü

lükçü sosyalizm perspektifinin sağladı­

karşısında nasıl yalpalamış, aynı cesare­

ğı katkının d a h a iyi a n la ş ıla b ilm e s i

ti gösterememiştir? Bu durumun sebebi

onun özgürlük sorununa yaptığı vurgu­

solun Türkiye tarihi bo yu n ca yaşadığı

ya, güleryüzlü sosyalizm şiarına, hü­

m eşruiyet sorunu ile yakından ilişkili

manizm v e dem okratik sosyalizm ilke­

olarak düşünülebilir. Fakat bu, resmin

lerine, Leninizm e yönelik eleştirilerine

tam am ını anlam ak açısından eksik bir

ve "Türkiye sosyalizm i" kavram sal!aş­

yaklaşım olur. Aybar, tam bağım sızlık

tırm a s ıy la ne kasttettiğine y a k ın d a n

ve antiemperyalizm ilkeleriyle şekillen­

bakm ayı gerektirir.

miş kendi sosyalizm düşüncesine Kur­

A ybar özgürlük kavram ını sosyaliz­

tuluş Savaşı'n d a ve M ustafa Kem al'de

min temel meselesi olarak görür. O n a

bir "geçm iş" ve meşruluk arıyor, samimi

göre "sosyalizm , söm ürüye son veren

139

d

140

ö

n

e

m

l

e

r

V

E

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

ve insanı gerçekten özgürlüğe kavuştu­

661), "Sosyalizm bir ekonomi sistemin­

ran toplum dü zeninin a d ıd ır" (Aybar,

den ibaret değildir. Sosyalizm , bir ah­

1968: 639) ve bu çerçevede "hürriyet

lâk anlayışı, m ihveri somut ve gerçek

problem i sosyalizm in kalbidir" (Aybar,

insan o lan bir hayat felsefesidir" der.

1988c: 22). Aybar için temel siyasî he­

Y in e 1 9 6 0 'lard aki bîr konuşm asında

def sosyalizmi hürriyet içinde kurmak­

sosyalizmi "em ekçilerin ahlâkı" olarak

tır. Bu ancak "yönetilen halkın aktif du­

tanım layan Aybar (1968: 480), sosya­

ruma gelmesi ve bir nevi yönetici duru­

lizm in belli başlı üretim araçlarının ka­

muna yükselmesi, yani kendi hakkında

mulaştırılmasıyla, meselenin ahlâk gibi

alınacak kararlarda söz ve karar sahibi

diğer boyutlarım ihmal ederek kurula­

o lm a s ı il e "

m ü m k ü n o lu r (A y b a r

bileceğini düşünenlerin hata içinde ol­

1988c: 37), A yb ar'ın ifadesiyle T İP 'in

d u k la rın ı b elirtir. T İP 'i de, b ilim s e l

çabası da bu yöndedir. D olayısıyla si­

esaslarla çalışan bir ahlâk partisi olarak

yaset, insanları politik bilince kavuştur­

tanım lar (Aybar, 1968: 212).

m ayı h e d e fle m e lİ, so sya liz m i halka

Aybar, ahlâka ilişkin vurgusunu hü-

rağmen değil halkla beraber kurm ayı

m anizm a kavram ını vurgulayarak güç­

am aç edinmelidir.

lendirir. insanlar için olduğu ölçüd e,

Bu şekilde bir sosyalizm tahayyülü

"sosyalizm bir hüm anizm adır" (Aybar,

m u h te m e le n

1989: 155), ye n i bir toplum yaratm a

1967'de gittiği Kuzey Vietnam 'da net­

çabası ve "bir yeni insanlığa yöneliştir"

leşmiştir. Komünist Partisi'nin her şeye

(A y b a r, 1 9 8 9 ; 1 6 5 ). Z a f e r D o ğ a n

egemen olduğu bir ülkede Aybar, sos­

(2005: 257) A ybar'ın M arx'ın hümaniz-

ya liz m in d em okrasiden kopuk o ld u ­

masını, klasik hüm aıiizm adan ayrıştır­

A y b a r 'ın

k a fa s ın d a

ğunda insanın değerini h iç le y e n y ü ­

mayı önem sediğini belirtiyor. G e rçe k ­

züyle karşılaşır; halkın piyonlar gibi şu­

ten de A ybar'ın izini sürdüğü, M arx'ın

raya buraya itelendiği bir rejime tanık­

hüm anizm a odaklı bir okumasıdır. B u ­

lık eder. Bu o rtam d a A y b a r (198 8 b :

na göre Marx, insanı soyut ve metafizik

138) sıklıkla "sosyalizm insanlar için­

bir kavram olarak anlam az; toplumun

dir; insanlar sosyalizm için değil" for­

somut ilişkileri içinde somut bir varlık

m ü lü n ü k u lla n m a y a başlar. B u n d a n

o la ra k kavrar. K ısa ca , "so m u t insan

sonra, Aybar'ın sosyalist siyasetinde so­

em eğe d a y a lı bir k a vram d ır" (Aybar,

mut insana ve onun mutluluğuna yap ı­

1989: 170). Bu bakış açısıyla insancıl

la n v u rg u ö n p la n a ç ık a r. A y b a r 'a

öz bir soyutlam a olarak değerlendiril­

(1988c: 17) göre, sosyalizmde "h er şey

mez; insancıl öz doğrudan sosyal ilişki­

İN S A N içindir... G eri kalmışlıktan kur­

lerin tümüdür. Bu temel üzerine yükse­

tulmak, hızla kalkınmak; tam bağımsız­

len M a rx 'ın d iya le k tik hüm anizm ası,

lık, sömürüye son vermek; aslında İN ­

sadece tarihsel koşullara değil, aynı za­

S A N IN bir aracı olarak kullanılmaktan

manda sosyal gerçeğin nasıl değiştirile­

kurtulup İN S A N L IĞ IN A K A V U Ş M A S I

b ile c eğ in e odaklanır, A y b a r'a (1989:

içindir." [vurgu aslındal

169) göre Marx hüm anizm asını, belirli

Ö zgürlükçü sosyalizm yaklaşım ı çer­

bir toplum da somut insanların yetenek­

çevesin d e Aybar, sosyalizm in ekono-

lerini geliştirmelerini engelleyen koşul­

m izm le eşitlenm esine de karşı çıkar.

larla m ücadeleye yöneltmiştir.

K im ile ri için so syalizm bir eko n o m i

A yb ar'ın özgürlükçü sosyalizm per-

te k n iğ in d e n ib aretken A y b a r {1968:

p e k tifin d e, k a yn a ğ ın ı b ü yü k ö lç ü d e

U Z M A N I A Ş

MA

I I F

P O P Û L A R I Z A S Y O N

A R A S I N D A

A Y D I N

Z ekeriya S erte! i uzun sürgünlük d ön em in den Türkiye 'ye dönüşü sırasın d a karşılay a n lar arasın d a Aybttr d a v ard ı Tek p a rti dön em in in ön em li m u h aliflerin d en Serte!'in d e arala rın d a bulunduğu ku şakla A yhar'm ilişkisi ayın zam a n d a en telektü el b ir y akın lığ ın d a ifadesiydi. TKP g elen eğ in e m esafesiy le tan ın an Ayhan en telektü el o la ra k o kuşağın ü yeleriyle b en zer b ir kültüreI m irası paylaşıyordu. M arx 'ın hüm anist okum asında bulan,

kınlaştıracak olm asıdır. Ö zgürleşm eyi

bir yabancılaşm a vurgusu göze çarpar.

hedefleyen sosyalizm, insanın koşullara

Aybur ı1988c: 40! için özgürlükçü sos

tâbi bir varlık olarak yaşamaktan kurtui

valizinin en kısa tanımı, "som ut insan:

masını, koşullara egemen bir varlık o l­

bütün yabancılaşm a unsurlarından kur

masını hedefler. Aybar'a göre sosvalist

tarmaklır". A n cak bu sayede insan ken

düzen yabancılaşm ayla m ücadele ettik­

di olum lu ö/ıine geri dönebilir, özgür­

çe üretim in odağı olarak iş. insanları

leşebilir vc birey olarak toplumla barı

köleleştiren bir faaliyet olmaktan çıka-

şır. Aybar detaatle, yabancılaşm anın sa­

00 yıl sonra, İbıı i H aldun'u bir adım

man "M arksi/m den sapan" kavram ve

öteye götüremez miyiz?" diye sorar. ) tat­

önermelere sahip olmakla eleştirilmesine

la İbn Haldun için, "A llah'ı bilimin önü­

rağmen, Belge'nin ! 975'te yayınlanm ış

ne mistik bir engel olarak kovmadan to[>-

eleştirisinden başka bütünlüklü bir eleşti­

lıırnun gidiş kanunlarına eğilerek vonım

riye

bilebildiğimiz kadarıyla - konu edil­

kapısını kapayan İslâm tarihlerini şiddetle

medi. Bir otodidakt olarak Kıvılcım lı’nın

eleştirmiş ve önemli kanunlara ulaşmıştır.

tarih tezinin. Belge'nin vurguladığı üzere.

5(X) yıl önceden Marksizmi ve Dnrviniz

Iıem çevresinde kendisi kadar okuyan az

mi müjdeleyen görüşler öne sürdüğü hal­

insan bulduğu ve hem de yürüttüğü ana­

de Allah (Din) bayrağı altında dügüşmeyi

liz açısından gerek Türkiye'de, gerekse

becermiştir... Çok büyıık ibrettir .. Bir do

de dünyada zengin bir literatür bulunma­

ateizmi, tanrı tanımazlığı maddeci poz

dığı için ciddi zayıflıklar taşıdığı aşikârdır.

diye kullananlara bakılal ." der ki, kendi

Bir o kadar aşikâr olan şev de, Kıvılcım-

İslâm analizini do benzer -ama bu defa

lı'nınki ile aynı düzlemde değilse de, ay­

•Marksizm bayrağı altında - bir eksene

ıtı çapta ve ayarda bir Osmanlı veya İs­

oturttuğunu düşündürür.

lâm analizinin Türkiye solunda nadiren

BirT K PT i olarak Kıvılcımlı, bize şaşıriı

yapılmış olduğudur. Dolayısıyla, Doktor,

cı gelebilecek bir şekilde, sınıf arkadaşı

Kürkçü'nün de vurguladığı gibi, teorik

olan F. Kerim G ö k a v 'ın kurduğu (etili

planda "hep kendi kendisiyle tartışan bir

Derneği'ne katılmakta Ijeis görmez ve İs­

insan olarak kaldı.1'3 Kıvılcım lı'nın tarih

tanbul'un fethinin >00. yılında "Fetih ve

lezinin kapsamlı bir tartışması bu vazının

Medeniyet" başlıklı bir tebliğ sunar ki bu

ve yazarının entelektüel donanımının sı­

metin, onun tarihi yeniden yazmasının

nırlarını fazlasıyla aşıyor. Yine de, Kıvıl-

yayınlanmış ilk işaretlerinden birini oluş­

rım lı’nın tarihvazımı :le ilgili ve tartışma­

turur: "Osm anlı erlerinin yüzyılları aşan

mız açısından önem li görünen birkaç

güçlerinin sırn 'nı "demokrat ruh kerame­

noktaya dikkat çekmeye çalışalım.

timde bulan Doktor'a göre, "Demokrasi­

î ngels, Morgan, Tovnhee gibi figürlerin

yi lıiz kaybetmişiz. Batıklar bulmuş. Şim­

analizlerinden esinlenen Kıvılcımlı, bar­

di hayatta kaybettiğimizi kitapla araştır-

181

E

Ö

N

E

M

R

H

N

makld öm ür törpülüyoruz. Çünkü de­

bilecek bir şekilde, bir yandan I lıılefây'ı

mokrasi, ilk O sm anlIlarda süslü bir laf

Râşidîn çağına özgü bir "İslâm sosyaliz

değil, basitçe yaşanan bir hayattı” (Kıvıl­

mi"nderı söz ederken, öte. yandan da Os

cım lı, tarihsiz: 40). Kıvılcım lı için "O s­

manii toplumunda sınıf oluşumunu İs­

manlI tarihinin maucıesi"nin altında yalan

lâm'a bağlar: "Müslümanlık, [ürk toplu­

"ruh " toplumsal sınıf bölünm elerini ve

munda, o zamana dek yaşayan sınılsız

üretim araçları üzerinde özel mülkiyeti

toplum davranış ve düşüncelerini, sosyal

tanımayan eşit katıkardeşliğinde temelle

sınıflı toplum davranış ve düşüncelerine

niyordu. "Atalarımız” ilkel sosyalist idiler

doğru değiştirdi. İlkel Sosyalizm çağı ola­

ve zengin-etoruTilerin özel mülkiyetti top­

rak sosyal sınıfları bulunmayan Türk top­

raklarını fethedip

lamlımın yazılmamış kuralları: KANKAR-

"M ülk Tanrınındır'' di

yen "ilk Müslüman uluları” gibi- sosya­

DI.ŞI İĞ İ AN A YA SASI idi. İslâmlıkla bir-

listçe dağıtmışlardı (K ivili im li, 2000a:

likte, o yazılmamış Türk löresi'nin yeri­

14). İlk O snıanlılar "'askerd i ılemokra

ne, sosyal sıuıı münasebetlerini haklı çı­

si nin elverdiği ölçüde lıer zaman halkla

karıp d ü z e n le y e n y a z ılı D o g m a 'lar.

birlikte ve ildik için Tiysebiylilah' (tanrı

Nas'lar geçti" (Kıvılcımlı, 1994: 71). An­

uğruna) savaşan ilkel komüııa yiğitleriydi­

cak, Islâm'ın hem sosyalizme ve kolekti

ler" (Kıvılcım lı 2000a: 90-100). M üslü­

vizme işaret etmesi, hem de sınıl oluşu­

manlığın ilk günlerine has "temiz insan

mu sürecinde rol oynaması K ıvılcım lı

demokrasisini" ve "Toprak Mülkiyet Sos­

söylem i açısından çelişki oluşturmaz.

yal adalet prensiplerini" kendilerine bay

Çünkü Kıvılcımlı, tarih tezinden hareketle

rak edinmişlerdi (Kıvılcımlı, 1965: 18.5).

okuduğu Islâm tarihini barbarlıktan me­

"Ü lk ü c ü M üslüm an rönesansı" olarak

deniyete ve ilkel kornünal kan örgütün­

Osmanlılık, soysuz özel mülkiyeti toplum

den devlet örgütüne çelişkili bir geçiş sü­

mülkiyetine çevirmesi sayesinde kitleleri

reci olarak düşünür. Benzer bir çelişkili

yanına çekmişti (Kıvılcımlı, 2000a: 2,54).

geçiş Osmanlı tarihinin maddesinde de

K ıvılcım lı ya göre, O sm an lI’daki tımar

yeniden c.isimleşecektir. Zira Kıvılcım lı,

sistemi (dirlik düzeni; ve miri toprak reji­

"eşil kankarrieşliği"ni her iki tarihsel uğ­

mi özel mülkiyeti hiçe saydığı için, "ilkel

rakta da hem korunan, hem de yadsınan

de olsa bir sosyalizm gelenek-görene-

"ruh" olarak görür.

ği’ uir. Zira ilk Osnıanlılar, toprak üzerin

Kıvılcımlı'nın tarih tezinin ve özel ola­

de ö/el mülkiyeti bilmeyen göçebe gele­

rak da Osmanlı tarihi hakktndaki argü­

nekleri ile "H ı.le tâ y'ı Râşidîn" çağında

manlarının özcüiiik gibi teorik sorunlarla

kurulmuş düzenin ilkelerini birleştirmiş­

malul olduğu, hele hele günümüz lop-

lerdi (1963: 184; 2000a: 237). Zaten

lumsal tarih lilera'ürıi düşünüldüğünde

"beytül maJ’i müslimin" mülkiyeti de ko-

"z a yii" kaldığı düşünülebilir. Sözgelimi,

leklivi/me işaret etmektedir (2000a: 2415).

barbarlık- medeniyet analizinde barbarlı­

I5ıı perspektiften, Osmanlı dirlik düzeni­

ğın Belge'niu iddia ettiği üzere Hegelci bir

nin ruhunu "demokratik sosyal adalet”

idealist diyalektik ekseninde formüle edil

oluşturuyordu ye Osmanlı, hu düzen sı­

eliğini düşünmek mümkün. Ancak, Kıvıl-

nıfları kaldırdığı için yükselebilmişti. İlk

cımlı'nııı özellikle Osmanlı tarihinin mad­

dirlikçiler veya tımarlı sipahiler "aza ka­

desi ve ruhu lıakkındak: analizini1bakıldı­

naat eden, gözü toprakla olmayan millet

ğında, barbarlığın hep kendine dönen bir

fe d aisi bir halk m em uru 'ş ö v a ly e ' -

öz olarak kurulduğunu söylemek de zor.

llb"ler idiler. N e var ki, kesim düzeninin

Bu noktada, D e le u z e ve G u a ttari'n in

yerleşmesi ile birlikte, dirlik düzeninin

(1988) hiç de I legelci olmayan göçebebi

"tilkürü, sapına kadar Müslüman gazi­

lim analizindeki "göçebe savaş makinesi"

ler"! derebeyleşmeye başlamışlardı.

ile "devlet makinesi" kavramlaşfırmaları

Kıvılcımlı, ilk bakışta çelişkili görüne­

ile Kıvılcım lı'nın analizi arasında ilginç

U Z M A N L A Ş M A

İ L E

P O P Ü L A R İ Z A S Y O N

A R A S I N D A

A Y D I N

183 K ıvılcım lı h er an lam d a özgünlüğüyle ö n e çıkan b ir sosyalistti. H em sü rekli o larak partU U ngüllü m ü cad eley e verdiği ön em hem d e k en d i ku şağın ın p e k ç o k üyesinden fa rk lı o larak d erd in i an latm ak için in şa ettiğ i d il onu farklılaştırıy ord u . Tarih ü zerin e tez leri r e ö z ellik le Yol d izisin d e e le ald ığ ı konular, o sıralard a ü zerin d e sasıd an n oktalara işaret etm eleri bakım ın d an d ik k a te değerdir.

bir ortak /emin bulabiliri/. I lor iki durum­

varlıklarını tartışabilirlerdi. Memleketin ne

da da »orıııı. devlet formasyonu ve bu for­

Sınıflaşmak, ne Sınıflar Savaşı gütmek

masyonda "göçeİje'Tıin yersizvurtsuzlaştı

haddi değildi. O hak Dev/eltulanndı. Bt

rırı v yeniden yerliyıırtkılaştıneı rolü et

böyle gelmişi:, lxiyle gidecekti. Osmanlı o

rafında düğümlenir. İlginç olan. Deteuze

çığırı açmamış, o çığıra girmişti... Nasıl

ve (îuattari'nin analizinde de. kıvılcım-

o ’ıırf Sosyal Sınıflar dışında Devlet olur

lı'ıı.mki ile aynı ağırlıkta olmasa da. ibn

mut Olm az. Ama, va Osm anlI’da görül­

Haldun'un temel bir referans noktası o l­

düğü gibi, Sosyal Sınıflar kurulup keskin

masıdır. Dikkate defter bir nokta. Kıvılcım

sınırlar edinmeden ön< e Devlet kuruldu

lı'n ııı O sm an ı an alizin d e

isek Ve Memleket bu De\ !etleşmc kemik­

H assan’ın

>20011da altını çizdiği- şu vurguda kendi

leşmesi sırasındaki I iituhatla biçimlenmiş­

ııi gösterir: “ Osmanlı için Devlet, ta ibn

sek" İlginç bir şekilde, I Deleııze ve Guatia-

Haldun'dan, d.ılıa doğrusu Hazrel'i Mu

ri de Î1Ü88', MarxTıı Asvatik formasyon

hammed'den beri: Toplum demektir. Dev-

analizini tartışırken -Çatal H öyük'e do

lel-Osmnnlılığı: bir Payitaht. bir de Mem­

atıfta bulunarak- evrimciliğe karşı benzer

leket biçiminde iki avrı dünva'dır. Bu ayı­

bir iddiada bulunurlar: "Kenti gitgide iler­

rımı yapmakta Osmanlı'nın suçu yoktur.

leyen bir şekilde yaratan kır değildir: kırı

Antika Tarihte, Biiyiik Devletler ve İmpa-

yaralan kenttir. Devlet bir üretim tarzını

Mlorlıık aK kurabilmiş olan yıldız Kİ \ I Ter

önvarsaymnz; lanı tersine üretimi bir Tarz'

onu icat etmişlerdir. Kent dünyayı fethe­

yapan devlettir." Bu noktaya dikkat çeker­

dince: Kendisini Başkent Payitaht yapmış

ken, basitçe Kıvılcımlı'nın D e le u / m i bi"

fethr'dilen yerleri de Kuyrukken! - Monde

okumasını önermiyoruz. Elbette ki "tarih

ket saymıştır... Çevrelerine bağladıkları

tezi" ile "g ö çeb eb ilim ", K ıv ılcım lı'n ın

bütün ülkeler ve insanlar, toplan: Memle­

"barbarlık"! ile Deleuze'iin "göçebe maki­

ket olmuştu. Memlekette herkes Payitahta

nesi" bir ve aynı teorik bağlama oturmu­

bakacaktı. Devlet o irli. 'S ın ıfla r orada

yor; Kıvılcımlı'nın kapitalizme ö/gii "go-

gebe vektörleri" layıkıyla analiz edebildi­

Hassan'ın 12001) Ha işaret ettiği üzere-

ğini de söyleyemeyiz. Yine de, ikisinin lxs

Osm anlı devlet formasyonu ve Türkiye

raber okunması Türkiye toplumsal tarihini

toplumsal tarihinde sınıf oluşum süreçleri

düşünürken verimli olabilir.

hakkında bugün bile önemli ipuçları sağ­

ö te yandan, Kıvtlctmlı'nın tarih tezinin

layabilir. Kıvılcım lı'nın toplumsal tarih ile

en çok dikkat çeken ve eleştirilen yönle­

ilgili eserlerine böyle analitik bir önem

rinden biri, "klasik Marksizm'de söz ko­

atfetmesek bile, sosyalist bir siyasal pers

nusu olmayan bir şekilde, "gelenek-gore

pekliden doğru "tarihi yeniden yazmak"

nekler"i ve "kolektif aksiyon'Tı (zor ve

üzere -bilebildiğimiz kadarıyla iik

şiddet anlamıyla gücü) "üretici g üçlerin

sam): ve sistematik girişim olmaları kendi

birer parçası saymasıdır (1974a: 47-8!.

başına önemlidir. Zira Kıvılcım lı'nın bu

Burada böyle bir tartışma yapm ayacak

sol tarihyazımının temel kaygısı, aşağıda

kap­

olmakla birlikte, Kıvılcımlı'nın bir yandan

tartışacağımız üzere, Türkiye solunu ta­

"iradeciliğe" nesnel-loplumsal bir ver aç­

rihsel bir kökene dayandırmak ve tarih-

tığını, diğer yandan da kendinden sonraki

sel-kültürel geleneği icat etmektir.

(neo-)Marksist literatürün siyasal-kültiirel

K ıvılcım lı'nın söyleminde çok çeşitli

yapıların "özerkliği” , "özgül ritmi" ve "ta­

çelişkiler bulabiliriz. Bunlardan en dikkat

rihsel etkililiği"ne yaptığı vurguyu ken­

çekici olanlardan biri, yine onun "üretici

dince formüle etmeye çalıştığını düşüne­

güçler" arasında saydığı "tarihi gelenek-

biliriz. Bununla ilişkili sayılabilecek bir

göreneğimizi? yaklaşımında ortaya çıkar.

başka nokta, Belge'niıı i l 975: 57i, Kıvıl-

Söz konusu geleneğin bir yönü, eşit kar.

cu n lı'ya yönelttiği -deyim yerindeyse

kardeşliğine dav alı ilkel sosyalizm mirası

"sınıftan kaçış" eleştirisidir: "Türkiye'de

nın izlerini hâlâ barındıran popüler din

sınıf yaklaşımı henüz belirli çizgiler ka­

sel kültürel gelenektir. Diğer bir yönü ise,

zanmadığı, zengin-takir ayrımına daya­

Türkiye'ye -ve diğer eski Osmaıılı toprak­

nan popülist yaklaşımlar ya da hatta ba

larına

yağı 'servet düşmanlığı' zamanında sos

.eli kurtarmaya çalışmasının oluşturduğu

yalizm san ılabildiği için, 'h alk ç.ocıı-

"devrimci geleneklin Nitekim Kıvılcım-

özgü olan devlet sınıflarının dev

ğu/aydırT ayrımları, 'Anadolulu/İstanbul-

11'ya göre, Türkiye devrlminin "orijinalite­

lu' ayrımları bâlâ geçerli olabildiği için,

si", bu devlet sınıflarının "bzgüç" olan iş

bu muğlak 'barbar/medcııi' kutuplaşması

çi sınıfı ve "yedek güç" olan köylülüğün

hazır ideolojik kalıplarda kolay nüfuz et­

yanında bir "vurucu güç" olarak ortaya

me im kânları bu labilm iştir". Kıvılcım-

çıkmasında yatar. Doktor un en çok tartı­

lı'nın medeni ve barbar kategorilerinin

şılan edimleri olan 27 Mayısçılarla ilişki

birözcülük ve idealizm ile malul olduğu­

kurmaya çalışması, "İkinci Kuvayımiliive

nu söylesek İtile, Marksist sınıf analizini

( iliğim iz" programı ekseninde yeni bir

bilen ve T ü rk iye'yi de bu perspektifle

anayasa taslağı sunması ve 12 M arti "O r­

analiz etmeye girişen K ıvılcım lı'nın ne

du k ılıc ın ı a ttı" d iye karşılam ası gibi

don itti "Marksist olm ayan" kategorilere

edimler, geleneğin bu ikinci yönüne atfet­

ısrarla başvurduğu üzerinde düşünmeye

tiği anlam çerçevesinde düşünülmedir.

değer. Bu açıdan, K ıvılcım lı'nın "elinin

Ancak, Kızıltan'ın da :2006: 74 51 vurgu

altında bulunan" teorik problematiğin sı­

ladığı gibi, gerek

nırlarını çelişkilerle de olsa zorlayarak, sı­

letçiliğimiz" eleştirisi, gerekse de lıern 27

Yön bağlamındaki

"d e v­

nıl oluşumunda ve tarihsel süreçlerde ge­

Mayıs ve hem de 12 Mart sonrasında or

lenek göreneklerin özgül rolünü ve etkili

duyla ilgili yazdığı kimi yazılarda kurum

ligini kavramaya çalıştığını düşünebiliriz.

içi geri timlere ve sınıfsal dinamiklere işa­

Ayrıca ele alınması gereken bir konu ol

ret etmiş olması hesaba katılırsa, K ıv ıl­

m akla b irlik te, K ıv ılc ım lı'n ın analiz.:

cımlı söyleminin "dirlikçi devlet sınıflan"

U Z M A N L A Ş M A

İ L E

P O P Ü L A R l Z A S Y O N

A R A S I N D A

A Y D I N

geleneğini olımılnmak ile bu geleneğin

araçsa! veya retorik atıflarda bulunmanın

aldığı modern biçimi eleştirmek hattında

da ötesinde, kendini İslâm geleneğinin

bir gerilim taşıdığı görülür. Geleneğin sö­

içini* yerleştirmek. İslâm'ı sahiplenmek

zünü ettiğimiz diğer yöııü ile kurduğu iliş­

ve sosyalizmi İslâmi bir tülle kurmaktır.

ki de hesaba katıldığında. Kıvılcımlı söy­

Bu niteliğiyle, 1960'larda

leminin

Solu gibi

Türkiye solunun konumu tartışı

Yön

ve

Türk

dergilerde, Garaudy'nin de etki

lirken karikatiirize edilmiş bir Kiiçükömer

siyle yürütülen sosyalizm-islâm ilişkisi

yorumuyla yakıtı zamanlarda sıkça baş­

tartışmasını lıem önceler, hem de İslâmi

vurulan- "Balıt ı-modernisl-laik bürokrat

geleneği söylemine vukufla eklemlemesi

ce p h e s i' ile "Doğurıı-gelenekçi-islâm i

açısından ayrılır (Krş. Halemi, 1988;.

halk cephesi" gibi bir ikiliğin ilk taratma

Doktor, söylem analizini fazlasıyla inak

yerleştirilmesi pek mümkün veya sorun­

eden bu konuşmada, özel, kapalı bir dil

suz görünmemektedir. I lülasa, Kıvılcımlı

veya jargondan kaçınan bir lügatçe kul­

söylemini "kuvayımillivocilik" ve "vurucu

lanmıştır. "Frenkçe" ve "uyduruk Türkçe"

güç" gibi uğrakları nedeniyle "sol Kema­

"züppeliklerine" karşı geliştirmeye çalıştı­

45)

liz m 'in basit bir türevine indirgemek,

ğı -ve fakat Belge'niıı

hem içerdiği İki vektör arasındaki geı ilim­

lirttiği gibi nihayetinde kentlisine özgü,

1975:

de be

leri ve çelişkileri görmezden gelmek, hem

bireysel bir dil üretmekten öteye gideme­

de gelenekçi İslâmi addedilen “ çevre'nin

yen- dil siyasetinin vazettiği şekilde, sos-

kültürel geleneğini sosyalizme eklemleme

yalist bir siyasal söylemde görülebilecek

çabasını yok savmak olacaktır.

birçok terimi kullanmamış ve bundan da özenle kaçınmıştır. Konuşmanın grameri basit, karmaşık olmayan t ümle yapılarına

EYÜP SULTAN'DA m KOMÜNİST DERVİŞ

davalıdır; morfolojisi ise. tarihsel gele­

Doktor'un Vatan Partisi Genel Başkanı

adaletinden D P iktidarına doğru bir akış

nekten günün sorunlarına, H z. Ö m er

olarak, 1957 seçim kampanyası sırasında

sergiler. Yaklaşık olarak 7.500 sözcükten

Eyüp Sultan meydanında yaptığı konuş­

oluşan metin varsayılmış bir diyalog ola­

ma (Kıvılcımlı, 2003), I ürkiye solunun ta­

rak kurulmuştur ve 150'yi aşkın irili ulaklı

rihindeki en ilginç metinlerden biri o l­

soru cümlesi içerir. Ihı sorular ise. doğru­

makla birlikte bâlâ hakkıyla tahlil edilmiş

dan dinleyicilere sorulan ve onları konuş­

değildir, lopu topu 150-200 kişilik (üste­

maya katılmaya davet eden somlardır. Kı­

lik önemli iti' kısmı da polis olan!) bir ka­

vılcım lı, bu soruları, seslendiği " vatan-

labalığın dinlediği Eyüp Sultan konuşma­

flaşlun'Tun verebilecekleri cevapları var

sı. Türkiye solunun tarihinde herhangi bir

sayarak kendi kendine cevaplandırır. Söz

anlamda kritik biı rol oynamamıştır. Sola

gelinil: "Cam i: Hepinizin bildiği gibi, top­

hâkim olmuş veya ola gelmiş eğilimleri

layıcı demektir, vatandaşlarım. Ve Müslü­

göstermek gibi bir önemi rio yoktur. Aksi­

manların tatil günü de vaktiyle 'C um a'

ne, ayrıksıdır ve hatta ana damara göre

günti itii, vatandaşlarım. Bu ne demektin’

sapkındır. Asıl önemi de bıı ayrıksılığın­

Bir an düşünelim: Cuma, toplanma günü

da, yani Türkiye solu içinde ciıini, kalıt ı

demektir. Nerede toplanıyoruz^ Toplayıcı

bir eğilimin bir parçası olmamış olm asın­

olan Cam i de... N için toplanıyoruz, va

da yatar. Kıvılcımfı'nın bu konuşmasını il­

tandaşlarınıf I lak için, değil miC.. İşte o

ginç kılan, bıı konuşmadan dolayı

Tür­

büyük ve necip dava, bugün dünyada in­

kiye solunda ilk ve tek olarak- "dini siya­

sanlığın arıya arıya henüz bulabildiği, he­

sete alel ettiği" iddiasıyla yargılanmış oi-

nüz güçlükle çalışabildiği Demokrasi de­

nıası değildir. Çünkü Kıvılcım ITnın asıl

diğimiz gâvurca lakırdının ta kendisidir"

yaptığı şey, islâmi bir takım referanslara

■Kıvılcımlı. 2003: 15).

185

D

O

N

Doktor, böylece, teorik metinlerinde

cümlelerle, seçimin çocuk oyuncağı de­

uzun uzadıya tartıştığı bir tezini, büyük

ğil, "çoluk çocuğumuzun rızkı olduğu"

bir maharetle, birkaç cümlede "halkın di­

ve "ciddiyetsizlik yapmamamız" gerektiği

liyle" anlatmış olur. Doktor'un buradaki

gibi uyarılarda bulunur; "A lla h rızası

söylemi, başka açılardan ciddi bir şekilde

iç in ” soru sorar ve "vatandaşlara" yine

farklı olmakla birlikte, Demirel söylemi

"Allah rızası için kendiniz gibi insanlara

ile benzerlik içindedir. Zira her ikisi de,

(oy) verin" diye seslenir. Dahası, "müba­

halkın "aklıselimi" ile rezonansa girerek,

rek ezanı M uham m edi'm in okunm aya

içeriden ikna edici bir siyasa) dil tuttur­

başlaması nedeniyle "H A K davam ızın

maya çalışır. Kıvılcımlı, Cuma ile demok­

k onuşulm asına ara verdiğini söyler ve

rasi denen "gâvurca lakırdı" arasında öz­

hemen ardından "N e zaman mübarek bîr

deşlik kurarak ve -Ecevidin "hak-sever-

cam iin; mübarek bir mescidin önünde

lik " bağlam ında 1970'lerde yaptığına

bulunsa[m], daima, HulefâyT Râşidîn za­

benzer şekilde- çokanlamlt olan "H ak "

manındaki vatandaşların siyasî hayatları­

Sözcüğünü çokvurgulu bir şekilde telaffuz

nın" gözünün Önüne geldiğini ekler (Kı­

ederek balkın dinsel geleneğine sahip çı­

vılcımlı, 2003: 15-6). Kıvılcım!ı'rsırv bun­

kar. Böylece, kendi davasını "o büyük ve

dan sonra Hz. Öm er hakkında anlattığı

necip d a v a "yla aynı çizgiye yerleştirir.

kıssa ve o kıssadan hisse çıkarması, cami

Her ikisi de "H ak davası"dır zira.

kürsüsünde konuşan vaizlerin vaazlarını

Aslında Kıvılcımlı (2003: 13) konuşma­

hatırlatır. Ancak, Kıvılcım lı'nın Hz. Ömer

sının daha ilk cümlesiyle -en azından bu­

ve diğer H ulefâ/ı Râşidîn yorumu elbette

gün bizim bakış açımızdan bakrldığında-

ki ortodoks İslânıi yorumlardan radika)

şaşırtm "Bugün, Müslüman İstanbul'umu­

olarak farklıdır.

zun, İstanbul'dan önce Müslüman oian

Eyüp Sultan konuşması, sosyalist söyle­

Eyüp bölgesinde Vatan Partisi'nin sesini

min tarihinde ayrıksı olmakla birlikte, Kı­

duyurmaya geldik," Bundan sonrasında,

vılcım lı külliyatı içinde ayrıksı durmaz.

Islâm i ilkeler ile sosyalizmin İlkelerini bir­

Zira Kıvılcımlı'nın İslâm ile kurduğu ilişki

birine telif etmeye girişir. "Vatan Partisi İŞ

seçim m eydanında oy avcılığı yapm ak

ve İŞÇİ partisidir" diyen Kıvılcımlı, bunu

için başvurulan bir retoriğin veya “ popü­

sö yle r sö ylem ez "e lin d e o lm a y a ra k "

list pragratizm"in fazlasıyla ötesine geçer.

Müslümanlığın büyük bir hikmetini, "K ı­

Sözgelimi, "Türkiye'de Kapitalizmin Celi-

yamete kadar yaşıyacakmış gibi çalış, ya­ rın ölecekmiş gibi ibadet et” sözünü ha­

şimi" (1974b) ve “ Allah-Peygamber-Ki­ tap" (1999) da Kuran ayetlerine atıfla baş­

tırlar. ibadeti "H A K önünde konuşmak,

lar. Seminerlerinde ise, "dîn elbette, hele

halk önünde hakkı teslim etmek" olarak

bizim dinimiz, Müslüman dini devrimci,

tanımlayarak, Vatan Partisi'nin "hak ve

ilerici, gerçekten halkçı bir dindir. Onu bi­

çalışm ak" ilkeleri üzerine kurulduğunu

le Finans-Kapital elimizden almaya çalış­

söyler. Nitekim, Vatan Partisi progtamı da

mıştır. Ve almış gibi gözüküyor hatta..."

"mukaddes cihad ilânr" ile başlar: "Bütün

der (Kıvılcım lı, 2000b: 73). Eyüp Sultan

memleket radyoları ve bekçileri, sabah, meydanlarında şu büyük m illî gerçeği her

konuşm ası, " A l Iah -Peygamber- Kıta p ", "Dinin Türk Top!umuna Etkileri" ve "O s­ manlI Tarihinin Madde si" gibi metinlerle

gün haykıracaklar: 'Tarlada, fabrikada,

bir arada düşünüldüğünde, bütün Kıvıl­

akşam ezanlarından sonra, şehir ye köy

karada, denizde, havada çalışmak: masa

cımlı külliyatının temel bir derdinin özeti

başında; salonda, sarayda oturmaktan

gibidir. Doktor, İslâm, Osmanlı tarihinin

çok daha üstün şereflidir!..' 'insan için, iş­

maddesi ve modern Türkiye'yi bir arada

ten gayrisi yalandır!'" Doktor, "Allah rıza­

düşünür ve H 2. M uham m ed'e atıfla der

sı için vatan d a şlarım " d iye başladığı

ki: "B iz ondan yüzlerce yıl sonra bile

U Z M A N !

A Ş M A

İ Lf c

P O P Ü l A S I Z A S V O N

A R A S I N D A

A Y D I N

onun kadaı tarafsız laik olabilivor muyuz? No gezer! Sağlar, koyu bir İslâm tapınca vo Nihilizm iyle ve bir o kadar da bezirgân ikiyüzlülüğüyle kudurup kudurtulıırken; sollar da ateist afur talurları ve tafralarıyla konunun üzerinden atlayıp geçiyorlar ve­ ya ‘geçtiklerini sanıyorlar. Oysa İslâm Türkive'dir, Türkiye İslâm'dır. Vo Cumhuriyet Türkiyesi'nin toprak ekonomisi olsıın-köyliiliiğü olsun oradan çıkagelir ve başkala­ şır durur’' {Kıvılcım lı, 1999). İlk Vtüslüman jlıılannı "ne mutlu gerçek Müslümanım divene" diyerek selamlayan Kıvılcım­ lı (2000a: 14! Kuran'ın surelerini tarihsel

187

rnaddoc i bir perspektiften tek tek "tefsir" etmeye girişir ve isiâm tarihinde "kutsal ihtilalcilik" olarak nitelediği bir damar bu­ lur. O na göre, "II/.. Muham m en rejimi antik çağın kent komünasından sınıflı top­ luma geçiş zincirinin son halkası olmaklı­ ğı hesabıyla müthiş birikim ve sentezlere sahiptir". Kıvılcımlı, "işin aslına, yani Kurancasına" bakıldığında İslam'ın sosyaliz­ mi- dek vardığı kanısındadır. O na göre, toprağın ortak mülkiyeti teoride İslâmlığa aykırı olamaz; hatta "H z. Muhammed'in temsil elliği ilk İslâmlık ve Şeriat" fethedi­ len topraklan ve hatta taşınır ganimetleri Müsltimanlar arasında ortaklaşa benimse­

K ın la m lı k em li inşa e lliğ i d ilin sın ırların a re h an d ikap ların a ken d in i esir etm ese hile, hu d il zam anla onun etrafıy la sın ırlı h a le geldi. H alkın an lay acağ ı d ild en değil, basbayağı h alklaşlın lm ış h ir dild en h a rek et ediyor, tartışm aların ı. ö fk e s in i r e an latm ak isled ik lerin i hu d ile döküyordu. ri Allah'ındır" diyen bir başka aveflni ha­ tırlatarak, bir ayette ilân edilen hükmün bir başka ayette "rötuş edilmesi nin bu çelişkili gerçekliğin kutsal metinde buldu­ ğu yankı olduğunu düşünür .2000a: 242-

me ilkesine göre düzenlemiştir. Enlal Su

.0. /İra İslâm, bir yandan Arap topiumu-

-esi'nin "Ganimet lanrı'mn ve Peygambe­

nun barbarlıktan medeniyete, ükel komü-

rindir" ayetine atıfta bulunan Kıvılcımlı,

nadan sınıflı topluma geçişin sağlarken,

b ö yle ce ganim etin bütünüyle A lla h 'a adandığı, "yani ortak

Müslüman mülkü

yapıldığını" söyler. "Kuran ortada" diyerek

bir yandan da ilkel komunaııın sosyalist gelenek göreneklerini yaşatmaya çalış mistir: "M edeniyet ’tcfec; bezirgan ser-

de, "gözü kararmış vurguncu, derebeği

mave'nin 'veledi zinasTyken, Kurun daki

ezgiui o lm ıyan" Müslümanları bu ayetti

en yalın kılınç Mekki surelerin hepsinde

"bir. bir daha namusluca okuyup anlama­

boyuna 'nbâ'nın (tefeciliğin) en ağır gü­

ya" davet eder (2000a: 240-1).

nah sayılması bundandır. Bu ekonomi te­

Ancak Kıvılcımlı ilk İslâmlığı düpedüz

meli üzerinde zekât gibi, sadaka gibi, fit­

idealize de etmez. Çünkü ona göre İslâm

re gibi, beşte bu 'Müslümanların mal evi­

"ilkel sosyalizm i hem kaldırmak, hem

ne pay' gibi, dula-yetime-yolcuya resmen

sürdürmek gibi çelişkili bir sistem kurma

yardım gibi, hatla hac ılık gibi ve daha

doktrinidir" ve "nesnel olarak ilkel komii-

yüzlerce başka üstyapı farzları-vâcipleri-

ııayı kaldırırken, öznel olarak ilkel komü-

sünnelieri-helâlleri haramları (tabuları)

tıanın yazılı olmayan anayasasını bir ker­

hop o yilirileceğj sezilen ilkel komunaııın

teye dek yazılı biçime sokmaya çalışır".

yaşatılması için konulmuş önlem lerdir"

Yine Enlal Suresi'nin ganimetin "beşte bi

(2000a: 243).

İlk OsmanlIları "ilkel komünü yiğitleri"

ki! nam azlarında, cennete kavuşmanın

olarak tanımlayan Kıvılcımlı, ilkel kornü

hasretini tespih gibi çektiğini" söylüyor.

nal kan örgütünün aldığı kurumsal biçim­

Tam da bu ahire! inancı K ıv ılrım lı’nın

ler arasında "at sırtında devlet", "açık ça­

söyleminde bir bakıma Batı'daki halk ha­

dır" gibi şeylerin yanı sıra, nama/, oruç,

reketlerinde görülen ııtileneryanlzm in

cam i vo cumayı da sayar. K ıvılcım lı’ya

ıbinyıleılığın) karşılığı gibi görünüyor:

göre, bir tören olarak namaz "şahın (dev­

"Neresidir o 'aiıiretV /engin, fakir, sultan,

let başkanınım' da, gedanın (dilencinin)

dilenci, ağa, köylü, herkesin anadan doğ­

de, efendinin de, kölenin de en ön safta-

duğu gibi eş t okluğu bir ülkücü yaşantı

yan yana-eşitçe yer alıp kutsal törende bir

evrenidir. Bu evrenin düzeni İslâm top­

hizaya gelmesidir." "Sınıf, zenginlik, rüt­

rak ekonomisindeki dirlik anayasa veren

be ayırdı bilmeksizin bir hizada boy gös

şeriatça kurulmuştur. Bıııuı aklından çıka

termek” olarak da "sosyal sınıflı toplum

r,ınııyor köylümüz. Şu dünyada bulama­

vurguncusunun" pek gö/e alamayacağı

dığı 'mahşer' dovrimini ve 'mizan' sosyal

bir "demokrasi"dir. Bu toplumun şöleni

adaletini başka diinvada olsun aramak

ise oruçtur ve ilkesi, "yemek çevresinde

zorunda kalıyor" (2000a: 247). Bövlesi

bütün Müslümanların bir askerdi demok­

bit bakıştan, tiııanş kapital de "içimizdeki

rasi demir disiplinine uyarak hep birden

şeytan" olarak görünür: "Küzgâr eken Fi-

işah-geda-efendi-kölet gündüz aç ve su­

nans-Kapital tekelcileri ile omuzdaşları

su/ kalıp, gece İftar-Sahur şölenine katıl­

Tefeci-Be/irgân sovgııncuları, hiç bekle­

masıdır" (2000a: 100). Araplar ile kürkle­

medikleri yerlerinden fırtına ile biçilecek-

rin ilk toplum yapışırını namaz ve oruç

lertlir. Mi I i m '' i n onun "atom çekirdeğini"

şimi akim kalmış ve solda kayda değer bir

bulup çözerek, enerjisini açığa çıkarması

yankı bulmamıştır. Laçincr'in '200-4> deyi­

gerekmektedir. Dolayısıyla, sosyalizmin

şiyle, İslâm felsefesi ve Batıni/tasavvuf ge­

varlığı/yoklıığü diyalektiği Kıvılcım lı'nın

leneğinin "sosyalist dünya/însan kavrayı­

halk ve tarihsel- kültürel gelenek ile kur­

şıyla anlamlı bir rezonansa" girmesi ger

duğu ilişkinin odağında yer alır. Betimle­

çekleşmemiş b r potansiyel olarak kalmış­

yim bir sözce olarak "işle orada"dır, "var­

tır. Bunu söylerken, Türkiye solunun Sün­

dır"; edimsel bir sözce olarak ise eksiktir,

ni Müslümanlıkla ilişki kıır(a)mamasının,

açığa çıkarılm ayı ve gerçekleştirilm eyi

Laçiner'in (2004: 470) de vurguladığı üze­

beklemektedir.

re, Sünniliğin sosyalizme karşı -Şiilik le

K ıvılcım lı, Türkiye solunun tarihinde

karşılaştırılamayacak ölçüde- katı ve ade-

"İslâm sorununa" ilişkin kapsamlı bir siya­

la refleksif bir düşmanlık geliştirmesiyle ve

sal analiz geliştirmeye çalışmış olan tek fi­

Sünni İslâm'ın Türkiye'deki tarihiyle ça­

gürdür. Kıvılcımlı'nın dinsellikle kurduğu

kından ilgili olduğunu akılda tutmalıyız.

teorik ve politik pratik ilişki, 1970'ler so­

A n c a k , y in e L a ç in e r ’ in (2 0 0 4 : 47 »ı

lunda, Alevilik ile kurulan bağlardan -az

1990’ların İslâmi hareketi bağlamında be­

da olsa örnekleri görüldüğü üzere

lirttiği gibi, sosyalist hareketin "Batmi/eşit-

"ica­

bında" Cuma namazı için camiye gitmeye

likçi tasavvuf geleneğinin, izlerini aramak"

veya eamisiz köye cami yapmaya kadar

veya "küllerini yeniden canlandırmak" gi

uzanan bir çizgi boyunca, büyük ölçüde

bi bir ihtiyacı duymamasının nedenleri

"leorize edilmeden", kendiliğinden bir şe­

arasında Alevilik ve Kemalizm ile ilişkile­

kilde tezahür etmiştir. Türkiye solu, özel­

rinin yanı sıra, "formol kavrama, anlam­

likle 1970'lerde belirginleştiği üzere, Ale

landırm a tarzının" dini zihniyete veya

vi-Bektaşi geleneğine özgü kültürel motif­

Sünni akaidin empoze ettiği alışkanlıklara

ler. imgeler ve ritüeller ile sosyalizm ara­

özgü olmayıp sosyalist düşünüşe de sız­

sında neredeyse bir eşdeğerlik zinciri kur

mış olmasını saymak gerekir. Sonuç ola­

muştur. Alevi-Bektaşi geleneğinin sosya

rak, Kıvılcımlı, Islâm ile kurduğu ilişki ba­

li/m ile aynı "öz"e sahip olduğuna ilişkin

kımından, İslamcılığı Ali Şeriati gibi bir fi­

ilk siyasal tahlillerinden biri de yine Kıvıl-

gür çık a rılm a m ış bir ülkenin "Marksist

cım lı'ya (1980) aittir. Hatla sonrası için

A li Ş e r ia ti's i" g ib id ir. Bu b ağ lam d a,

değilse de, 1960'larve 1970'ler itibariyle

1 9 7 0 'le rd e k i T ü rk iy e so lu n u n y in e

bu ilişkinin kendiliğinden gelişen bir pra­

1970'lerdeki İran solu ile karşılaştırılması,

tik olmanın ötesinde "leorize" edilmesinin

başka açılardan olduğu kadar, dinsellikle

ilk örneklerinden biridir bu metin. Ancak,

ilişkiler açısından da önemli çıkarımlar

Türkiye solunun tarihinin bütünü düşü­

sunabilir ,'Krş. Bebryoz, 2000).

193

Dünya solunun bugün salıip olduğu le-

oride bir hayalet olarak dolaşmaya devanı

orik-fîolitik miras ve birikim ve ayrıca geç

ediyorsa, Kıvılcım lı da Türkiye devrim-

kapitalizmin karmaşık özgüllükleri karşı­

ci/'sosyaiist harekelinin söyleminde "var

sında Kıvılcım lı'nın "orijinal tezlerinin"

yok" bir hayalet olarak dolaşıyor. Solun

bir siyasal sistematik olarak çoktan hü­

hegemonik bir dil ve pratik üretmesinin

kümsüz kaldığı düşünülebilir. Ancak, tekil

can alıcı bir yönü “ geleneğin muhafaza­

öğeleri veya uğrakları bir tarata bırakılırsa.

kârların tekelinden çıkarılması" ise, Dok­

Kıvılcım lı fikriyatının bize öğrettiği asıl

tor Hikmet Kıvılcımlı'nın bize söyleyeceği

şey, yoğun bir yerlılik/yereilık kaygısı ve

çok şey var hâlâ. Tabii Doktor'un zama­

vurgusunu sancılı bir şekilde de olsa ev-

nından beri köprünün altından çok sular

renselcilik ile telif etmenin, Türkiye'nin

aktığını, sermaye mantığı ile muhafaza ­

özgüllükleri iie dünya solunun/Marksiz-

kârlığın pek de mutsuz olmayan evliliği­

ırıirı teorik sorunlarını aynı zeminde ve iç

nin geleneğin anlamını sabitlemc müca­

içe düşünmenin nasıl verimli olabileceği­

delesinde epey yol almış olmasının işimi­

dir. Bu anlamda, Marx nasıl geç sosyal te­

zi daha da zorlaştırdığını bilerek.

3

DİPNOTLAR t

1

3

Bkz. Irtuğrui Kürkçü ile söyleşi, Dr. H ık m e l K ıv ılc ım lı ve D e v r im c i I la r e k e t iıı G a n a l O to k r itiğ i, Alaz Yayıncılık, İstanbul 1994 içintıe, s. t fob,1 Burada konumuz olm amakla birlikte, Kı vılcım lı'nm sonradan “susmayı" tercih ettig: bir sorun olsa da, daha 1930'ların ilk yarısında, Kun sorunu hakkında "Türk soiu"nun ürettiği gelmiş geç iliş en önemli ve ufuk açıcı metinlerden birini yazdığını ve TKP Meıkez Komitesine sunduğunu ha­ tırlatm ış olalım : " ih tiy a t K u v v e t: M illiy e t (Ş ark)" (htip jVwwvv.k;vilcim U.org/eser ler/sark.htmll.

A.j'.y., s. 154.

4

"K ad ı israiloğlu Sim avnah Şeyh Becired din", S o sy alist, Z(! Ocak 1966.

5

"Ve M illet Cinayetlerin I lesabmı Soracak­ tır!." S o s y a list, 5 Or ak 1971.

b

"Kanın Sosy.ı! 'S ın ıfin ıı?'", lıttps'Avvvvv.kiviicimli.org/eserler,’kaclin.html.

7

"Ve M illet Cinayetlerin Hesabın: Soracak­ tır!" S osy alist, :> O cak 197i.

8

Dr. i i i k m c t K ıv ılc ım lı v e D e v r im c i H a r e k etin G e n e l O to k ritiğ i, Akız Yayıncılık, İs tanbui 1994 içindeki söyleşisi, s. 183

9

"Kadın Sosyal 'Sın ıfım ız'", http:/Avww.ki vilc imli.org/e4eirlerAticlin.html.

Yakın Tarihimizde Siyaset, İdeoloji ve Bilim T ANER T İ MUR

yü zyılın başlarında bilim ile siyasetin ilişkileri üze• rinde düşünen M ax Weber, Batılı toplumlarda gelişen iş bölüm üne işaretle, “artık hiç kimse, tam bir uzman­ laşmaya dayanmadan bilim alanında yet­ kin bir şeyler yaptığından emin olamaz,” diyordu.1 Bilim artık kolektif bir ürün ha­ line gelm iş, bilim sel araştırm anın daha çok kişisel çabalara dayandığı eski çağlar, alim lerin “özel lab o ra tu a rla ra sahip ol­ duğu Aydınlanma yüzyılı geride kalmıştı, Böyle olunca elbette ki siyasal iktidarın müdahaleleri de artacak, hatta bilim ve teknolojinin modem devletlerde bir poli­ tik ve ideolojik araç haline geldiği iddia edilecekti.2 Weber, modernleşmeyi toplum yöneti­ minde “rasyonelleşme” ve “büyülerin so­ na erm esi" olarak betim lem iştir ve ona göre Antik Yunarida “kavrandın, Röne­ sans’ta da “tecrübe"nin keşfedilmesi bilim tarihinde iki büyük dönemin temel taşla­ rım oluşturdular. Modern bilim, Batı’da, iş bölümünün hızla gelişmesi ile mitlerin, putların, resmî dinlerin, ayin ve ibadetle­ rin “b ü yü lerin i" kaybettiği {E n tz ttu b erung) ve toplumun “s ekü ler”leş ligi bir or­

Aslında, W eber'in bilim sel gelişm ede saptadığı iki ana dönem, sadece tarihî bir farklılaşmayı dile getirmiyordu, aynı za­ manda coğrafi ve eşzamanlı bir ayrışmayı da gözlerimizin önüne seriyordu. “Değer­ ler" alanını “olgular" alanından titizlikle ayıran sosyolog, bu konuda Alm an ve Fransız kültür ortamlarım örnek olarak vermiş ve şunu söylemiştir: “Alman kül­ türü ile Fransız kültürü arasındaki farkı bilimsel olarak nasıl saptayacağımızı hiç bilmiyorum (vurgu W eber’in ).”3 Bilimsel gerçeklerle kültürel değerler birbirinden ayrılınca, artık siyasetçinin bilime müda­ halesi de kabul edilemez bir olgu haline gelecekti. Hatta bilim adamının kendisi bile bilim yapan kuramlarda siyasal gö­ rüşlerini ve “değer hükümlerini" bir yana bırakıp (W e r tfr n h e ii ) , sadece nedensellik ilişkileriyle uğraşmalıydı. Değerler ve kültürler arasındaki farklar çağdaş bilimleri sınıflamaya çalışan epistemologlan yakından ilgilendiren bir konu olmuştur. Ne var ki çağdaş toplumlardaki bilim anlayışları arasındaki farklar, ulusal kültür ve değer farklarına indirgenemez. Bunları da belirleyen sosyo-ekonomik ge­ lişme düzeyleri, bireylerin “bilimsel ger­

tamda doğmuştu ve serbestçe gelişebil­ mesi için de siyasal müdahalelerin dışın­

çek" anlayışını belirleyen öğelerden biri, batta bunlann en önemlisidir. Weber bu­ nu yadsımamakla beraber, daha çok öz-

da kalmalıydı.

nelci (sübjektivist) ve “değer” odaklı bir

D

O

N

E

M

L

E

R

V

E

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

kuram geliştirm iştir. Böylece, göreselci

“kuram”larla açıklanabileceğini ileri sü­

düşünüre göre, toplumsal yaşamda “ger­ çekler” farklı kültürlere göre değişen, öz­ nel bir biçimde kurgulanmış “değer" lere

rer. Bunun en çarpıcı örneğini de kendi ülkesine, Almanya’ya, İngiltere’den iktisat ilminin “ithali" konusunda vermiştir

dayanır ve bu bağlamda “bilimsel gerçek­ ler" de kültürlere göre farklılaşan değerle­ rin dışında bir anlam taşımazlar. Bu de­

Bu nasıl olmuştur? 18. yüzyılda Ingiltere ve Fransa’ya göre kapitalist gelişmede geri kalmış olan Al­ manya’nın üniversitelerinde iktisadi konu­ lar, “kameral bilimler" denilen idari, mali ve ahlâki bilgiler çerçevesinde öğretiliyor­

mektir ki Batı uygarlığının yaratmış oldu­ ğu “bilimsel gerçek leri, başka kültürlerin aradığı “gerçek”lerle karşılaş t ıram ayız; bunlar aynı şey değildir, “(Batılı bilimsel) gerçeğin bir değeri olduğuna inanmayan­

196

Z

lara,” diyor ünlü sosyolog, “bilim im izin araçlarıyla bir şey arz edemeyiz; çünkü biIimsel gerçek bir doğa verisi değildir, bazı uygarlıkların ürünüdür.”'1 Aynı bağlamda, Weber, bakışını Çin ve İslâm uygarlıkları­ na çevirerek şunları söylemiştir; “Çin ve İslâm ülkelerinde birim üniversitelerimiz­ le ya da hiç olmazsa yüksek okullarımızla az çok benzerlik gösteren her türlü yük­ sek öğretim kurumuna rastlayabiliriz; fa­ kat rasyonel, sistem atik ve uzmanlaşmış bir bilim sel araştırm a ile yetkin bir uz­ manlar heyeti biz deki belirleyici öneme

du. Mars, “bilgi salatası’’ diyerek alay etti­ ği kameral öğretinin yerini daha soma “ik­ tisat ilm i”nm nasıl aldığım Kapitalde şu cümlelerle anlatmıştır: “Almanya’da bugü­ ne kadar ekonomi politik, (kapitalizm ge­ lişmediği için) yabancı bir ilim olarak kal­ dı. Orada canlı bir zeminden yoksundu. Ingiltere ve Fransa’dan mamul bir madde gibi ithal edildi; onu öğreten Alman profe­ sörlerin kendileri de öğrenci kaldılar ve kendilerine ait olmayan bir realitenin te­ orik ifadesi, ederinde, küçük burjuva ev­ renlerinden ve ters yönden yorumladıklan bir avuç dogmaya dönüştü,”6 Kuşkusuz, M ars’ın, bilim i de tarihsel

yaklaşan bir derecede başka hiçbir yerde mevcut olmadılar (vurgu W eberiin).”5 İşte

süreç içinde açıklayan bu gözlemleri, tüm 19. ve 20. yüzyıllar boyunca sömürge ve

yüz yıl kadar önce, Weber’in Farklı uygar­

yan sömürge dünyasında Batılılann kur­

lıklarda bilim anlayışı ve bilimsel gerçek­ ler konusunu irdelerken saptadığı nokta­

dukları ve “Batı bilim i" öğreten üniversi­ telerin (18. yüzyıl Almanya’sından çok

lar bunlardır ve bunlan iki cümlede şöyle

daha çarpıcı boyutlardaki) bilîm -ideoloji ikilem ini de çok iyi sergiliyorlar. Fakat Marx’ta bu saptama, olgulan gözlemek ve açıklamakla yetinen bilim adamının spe­

Özetleyebiliriz: 1) Çağdaş bilim Batı uy­ garlığının ürünüdür ve bilimsel gerçekler ancak Batı uygarlığında “değer” haline gelmişlerdir; 2) Bilim olması gerekenle de­ ğil, olanla uğraşır ve bu niteliğiyle de siya­ sal müdahalelerin dışında kalmalıdır, İlginçtir ki, Weber'den elli yıl önce de M ars aynı konuda çözümlemeler yapmış ve o da Weber gibi Almanya’yı bilim açı­

külatif düşünceleri anlamına gelmiyordu. Daha düşünce hayatının ilk yıllarında Feu erbacb’ı “insan etkin liğinin nesnel et­ k in lik (p rak sis) olduğunu kavrayamamakla” eleştiren ve insan düşüncesi için gerçeklere ulaşma sorununun te o rik değil

sından komşularıyla karşılaştırmıştı, k a ­ ka t tarih î m ad d eciliğ in k u ru cu su n u n perspektifi Weber’inkiuden çok farklıdır.

pratik bir sorun olduğunu söyleyen M ars, kuşku suz, b ilim -siy aset ilişk ilerin e de W eber‘den çok farklı bir şekilde bakıyor

Marx da eşitsiz gelişm elerin harm an­ landığı bir dünyaya “göreselci” bir pence­ reden bakar ve farklı gelişme düzeyindeki

ve bilimi toplumsal dönüşümün bir aracı olarak görüyordu. Bu demektir ki, Weber, Batılı olmayan toplumla ra, ‘bunlar farklı

toplum sal form asyonların ancak farklı

değerlere sahipler, bn yüzden Batı’nın bi-

Y A K I N

T A R

K İ M

I 7 D E

S I Y A S E T ,

t D E O L O l l

V E

B İ L İ M

OsmanlI 'dan Cum huriyet e devreden B atılılaşm am od ern leşm e sürecinde, İnlim bir g ereklilik olarak l a r i f edilm esin e karşı p ra s m a lik b ir tarzla ahm landı. Yalnızca m addi gelişm eyi hedefleyen , toplum sal d e v r im le m bilim sel devrim ler a rasın d aki ilişkiyi h esaba katm ayan bu b akış açısı m odern leşm e He ilişkisini d e m addi düzeyde ele aldı.

lirasel gerçeklerini anlamıyorlar!" diye ba­ karken. Marksist perspektifte bu bakış "dünyayı değiştirmeye"’ yönelik, pratik (devrimci) bir bakıştır/ Çağımızda bilim kritiği (epistem oloji) tartışmaları, elbette ki burada çok genel düzeyde değindiğim Marx ve W eber’iıı görüşlerinden ibaret değildir. Hatta, gü­ nümüzde söz konusu tartışmalarda bu iki düşünürün adlan artık en ön planda da

OSMANLI BİLİMİNDEN BATİ BİLİMİNE

Siyasal tarihimizi, çoğu kez kesin bir ko­ pukluk şeklinde algıladığım ız salumaıCumhıırivet ikilem i çerçevesinde dıışü nüyoruz. Fakat bu ayrımın zihniyet yapı­ lan ve bilim anlayışı açısından da kesin bir kopuşu ifade ettiğini söyleyebilir mi yiz? Ve de medreseden Darülfünuna ge­ çişimizi bu kopukluğun örgütsel ifadesi

bulunmuyorlar. N'e var ki, en sak rastla­ nan şekillerde, örneğin Canguilhem, Alt husser. Fou eau lt, Bourdieu, Gadamer. Habermas vb. gibi düşünürlerin çalışma­ larında karşılaştığımız epistemoloji tartış maları, ilhamını şu veya bu ölçüde Marx

sayabilir miyiz?

ya da W eber"den alıyorlar. Bu yüzden,

edebileceğimiz açıktır. Oysa bu evrimin gelişen iş bölümü ve artan üretim güçleri,

Osmanlı devletinde ilk darülfünun ha­ zırlıklarına 1840'larda başlandığı, halta bir İtalyan mimarın da darülfünun binası­ nı yapmakla görevlendirildiği anımsamrsa, bu konuda daha çok bir evrimden söz

Türkiye’de, yakın tarihimizde ilmin geliş­ mesini ve siyasetle ilişkisini irdelerken,

yani iç d inam ikler sayesinde olduğunu

çözümlem elerini alt-yapı (M arx) ve üst­ yapı (W eber) düzeylerinde yaptıkları için

bilim anlayışının gelişmesinde karşılaşı­

bir ölçüde antinomik nitelik taşıyan Mam ve Weber"in öğretilerini gözden uzak Ilıt­ mamamız gerekecektir.8

iddia etmek güç görünüyor. Bizde çağdaş lan engeller, 19. yüzyıldan itibaren Os­

manlIlarda bir sanayi devrimine zemin oluşturacak "u lu s-d cvlet” yapısını kur-

D

O

N

E

M

L

E

R

V

E

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

İsmail Beşikçi

v e görüşleri " s a k ın c a lı" yaftasın d an

MURAT ÇELIKKAN

s i t e c e de bir çalışm anın konusu o la­

kurtulamamış olacak ki, "özgür üniver­

m am ış. D e vletin , Beşikçi konusunda ortaya koyduğu Örnek, üniversite m en­ suplarını da bilim v e ifade Özgürlüğü açısından kısıtlamış, belirlem iş. 1969 y ılın d a n bu y a n a "K ü rtle r", "Kürdistan", "T ü rk iye'd e bilim ve resmi ide­ oloji", "O rtadoğu" hakkında çalışm alar "B u ülkede Kürtler de var," dediği için, üstelik bunu bir sosyolog olarak söyle­

198

diği için yaşam ının 18 yılını cezaevin­ de g eçirm iş bir ayd ın. Yap ıtları hâlâ "sak ın calı" kabul edilen bir bilim insa­ nı. Yazıları, röportajları ve konuşmaları nedeniyle hakkında hâlâ Genelkurm ay Başkanlığının suç duyurusunda bulun­ duğu, bağımsız yargının savcılarının da hakkında d ava açtığı ve kovuşturm a yürüttüğü "sak ın calı" biri. İsmail Beşikçi, 36 kitabı, çok sayıda m akalesi o lan bir araştırm acı, teorisyen, bilim insanı, sosyolog v e siyasetçi. H akkında kapsamlı bir biyografi yok, yapıtları üstüne kayda değer bir eleştiri veya incelem e de. İsmail Beşikçi, kuş­ kusuz derin ve geniş kapsamlı bir çalış­ mayı hak ediyor. A ncak ilk kitabım ya­ yım layıp, ilk tezlerini ileri sürdüğünden bu yana geçen 38 yıl boyunca, Beşikçi

yapm ış bir bilim insanının yapıtlarını m utlaka yazıldıkları dönem çerçevesi için d e değerlendirm ek gerekiyor. B e ­ şikçi, siyaset ve akadem i dünyasında '90'lardan sonra yükselen "etnisite" ko­ nusunda henüz bugünkü akademik bi­ rikim olm adan yazm aya başlamış, Kem alızm le erken hesaplaşmasını bugün yine de genel bir modernite yaklaşımı çerçevesinde okum ak mümkün.

Örneğin Kemalist h a re k et kendini antiemperyalist, antisömürgeci ola­ rak değerlendiriyor. ...Kemalist hare­ ketin İngilizlerle mücadelesinin özü, antiemperyalist değildir. Çünkü her iki taraftn da isteği Musul ve Ker­ kük'ün kendilerinde kalmasıdır, Kürdıstan üzerinde yürütülen bir mücadele vardır. Kürdistan'dan daha fazla pay koparmanın mücadelesi. Bu mü­ cadelenin antîemperyalist bir içeriği

> inaktaki güçlüklerin türevi olmuştur. Bu

sonra donmuş ve onlar da “naklî ilimler”

bakımdan bizde de bilim anlayışının iki döneminden söz etsek bile bunların, baş­

şekline dönüşmüştü. Bu ilimler Osmanlı

langıçta, W e b e r m vurguladığı dönemler {kavramsal bilimden tecrübt bilime geçiş)

ların tefsiri ve tefsirlerin tefsiri şeklinde,

olduğunu söylemek mümkün değildir. Osmanlılar, Ortaçağ Islâm geleneği çer­

retilmiştir.

devletinde yüzyıllar boyunca büyük usta­ korporatif usta-çırak ilişkileri içinde öğ­

çevesinde ilimleri akli ve naklî bilim ler

17. yüzyılın büyük âlimi Kâtip Çelebi dev eseri K eşfü ’z-Z un fin da üç yüz kadar

olarak ikiye ayırıyorlardı. Ne var ki hik­

ilim sayar ve bunları anlatan on beş bin

m et ve felsefe gibi akla dayanan ilim ler de, Abbasi devrinin eski Yunan düşünce­

kadar esere gönderme yapar.9 Bunlar gü­ nümüzde daha çok tarihî değer taşıyorlar

siyle diyalog kuran kültür devriminden

ve yaşadıkları ölçüde de, çok az istisna

Y A K I N

T A R İ H İ M İ Z D E

S İ Y

A S E T .

İ D E O L O J İ

V E

B İ L İ M

y o k t u r . (Y e n i A ş a m a R ö p o r t a jı, 198 7/Kendini

Keşfeden Ulus Kürtloı)

B e şik ç i ve yap ıtları hakkında k ap­ samlı çalışm aların yapılm am ış olmasını neye borçluyuz/ M uhalif sol kesimlerin de Kem alizm etkisiyle, bu "te h lik e li" konulara giren aydına sıc ak bakmama sına m ı? "Ln tern asyonalizm " düsturu nun ulusal m ücadelelere uygulam ada çoğunlukla baskın çıkmış olm asına mı? B ö y le s i bir ç a lış m a iç in k a ç ın ılm a z olan bazı alıntıların, hâlâ "su ç" kabul

199

edilm esi olasılığına m ı? Ya da yazdığı hemen her kitap yasaklanmış, bu ya p ıt­ larının bedelini yıllarca cezaevinde ge­ çirm iş bir insanın resmî ideoloji tarafın­ dan "sakıncalı" bulunup, ıınutlurulmasına teslim olm am ızda mı? N eden ne o lu rsa o lsu n , B e ş ik ç i'n in y a ln ız lığ ı, görmezden gelinmesi, ne sosyalizm ne d e dem okrasi m ü cad elesi iç in d e bir türlü yeterince hatırlanmaması sonucu

İsm ail B eşikçi araştırm a r e yazıların dan d o la p m a h k em e ve tutukluluklarla yer etli zihinlerde. Türkiye'de hu cesam ette h ir ö rn e ğ im a n c a k DTCF tasfiyesinde rastladığım ız yargılam alar 8() ter re 90 'larda d a devam etti.

nıı doğurmuş. Söz konusu olan Kem a­ list ideolojinin çok erken bir eleştirisine

İsmail Beşikçi, en azından bilim sel

girmiş, bugün hâlâ nesnel bir yaklaşım ­

özgürlük ve ifade özgürlüğü açısından

la e le a la m a d ığ ım ız Kürt so ru n u n a

bugün liirk iye'd e bir efsane kabul edil ­

"uluslararası sömürge

KurdisUin"

diye

mesi gereken bir isim. Yazdığı söz ko­

erken isim kovanlarından biri olm uş,

nusu 36 kitaptan 32'si yasaklanmış bir

bu süre içinde güncel gelişmeleri t.ıkip

bilim insanı. H ayat hikâyesinden hem

etmekle kalm ayıp, eleştirileri ve tespit­

Türkiye demokrasi, bilim ve ifade öz­

lerini açıklıkla yapm ayı sürdürmüş biri.

gürlüğü tarihini izlemek, hem de Kürt

________________________________ ► dışında, çağdışı zihniyet kalıplarını besli­

Bıı değişim sürec inin hiç de sağlıklı sa­

yorlar.10 Bu zihniyet yapısı. 19. yüzyılın ortalarından itibaren, kapitalist tirelim bi­

yılamayacağı son dönem Osmanlı aydın­ larının da bilincinde oldukları bir husus­

çim i içinde oluşan ve özgür tartışmaya

tu. Örneğin. İkinci Meşrutiyet dönemin­ deki “skolastik zihniyet” tartışmalarını ve

zemin teşkil eden bir ortamın ("sivil top­ lumun'’) oluşmasıyla değil, uluslararası ilişkiler sarmalında biçimlenen Doğu So~

bazı düşünürlerin bu konuda söyledikle­ rini bugün de ilgiyle okuyabiliriz. Bunlar­

ıunu ’na gündelik ve pragmatik çözümler arayan bir yönetici zümrenin çabalarıyla

dan Yusuf Akçura bu skolastik tartışmala­ rına k a tıla ra k , a slın d a , O sm a n lIla rın

değişmeye başlamıştır.

“G a rp lıla şm a ” dedikleri sürecin anormal­ liğini eleştirmişti. Düşünüre göre, bıı sü­

Böyle bir değişim süreci sağlıklı sayıla­ bilir İlli?

reçle birlikle, nasıl eskiden medreseliler

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

meselesi açısından onu tam am en ayrı

yazdığım raporda, karşılaştığım bu soru­

bir yere koymak mümkün. Bu yazı her

nun incelenmesi gerektiğini yazmıştım.

ikisini de yapm a iddiasında değil. S a ­

Dönüşte hocalarla konuştum, onlar da

dece Beşikçi'nin tanınması, unutulm a­

'böyle şeylerle ilgilenm e/ diyorlardı...

ması, özgünlüğü ve öncülüğü konu­

O sıralar 5BF'de

sunda bir hatırlatma çabası....

Türkiye'nin Toplumsa! ve Etnik Yapısı diye bir ders vardı. Fakat

___ HAYATI VE CEZAEVLERİ SÜRECİ

dece Türk halkından, Türk toplumun-

hocalar, Kürt lafını ağza almıyorlar, sa­ dan söz ediyorlardı. Kültlerden söz et­

200

Çorum 'un İskilip ilçesinde bakkallık y a ­

m enin de tehlikeli olduğunu v u r u l u ­

pan bir babanın dördüncü çocuğu ola­

yorlardı. Bu vurgulamadan hemen son­

rak dünyaya geldi (1939) İsmail Beşikçi.

ra, K ü rtlerin a slın ın Türk o ld u ğ u n u ,

S iy a s a l B ilg ile r F a k ü lte s i' ni b itird i

Kürtçe diye bir dil olmadığını belirtiyor­

(1962). Askerlik görevini Bitlis ve H ak ­ kâri'de tamamladı (1962-1964).

bûn Dergisi'nin

Bîrne-

kendisiyle yaptığı bir

röportajda, Kürtlerle ilk tanışıklığı, ilk karşılaşmasının 1960'larda, Siyasal B il­ giler Fakültesi'nde "tahsil içi staj" çerçe­ vesind e olduğunu anlatıyor. 1961 yılı yaz aylarında, Elazığ'a gittiğini, Keban, Karakoçan, Palu, Baden, Baskil gibi il­ ç e le rd e çalıştığ ın ı, K ürtlerle ilgili ilk b ö yle karşılaştığını açık lıyor. Bu süre içinde, sorunlarını anlatmak için ilçeye gelen köylülerin kaym akam larla tercü­ man aracılığıyla konuştuklarını fark etti­ ğini belirtiyor. "İlçelerde kaymakamlara olayın boyutunu sordum, bana 'bu tür işlerin üzerinde durma, daha çok genç­

lardı.

Tercümanlar, inkârlar, yasaklar,

tehditler düşüncemi ait üst ediyordu. "

...60'!ı yılların sonunda DTCF Profe­ sörler Heyeti tarafından hazırlanmış gizli bîr rapor elim e geçti. Rapora göre 'Doğu sorununun çözümü için, devletin. Doğu'daki halkın Türk ol­ duğunu, dillerinin Türkçe'den başka bir dil olmadığını anlatması gerekir/ deniyordu. Bıtnun için, 'üniversiteler ve basın da dahil bütün kurum ve kuruluşlar bu yönde yazılar yazmalı­ dır/ direktifi veriliyordu. Rapor, Baş­ bakanlığın isteği üzerine hazırlanı­ yor... (Y e n i A ş a m a R ö p o r t a jı, 1987/Kendini Keşfeden Ulus Küpleri

sin,' diyorlardı. Kaldığımız sürenin so­

Fakülteyi bitirdikten çok kısa bir süre

nunda bizden rapor isteniyordu. Ben

sonra, kaym akam lık stajı yaptığını, As-

ve ulema Arap-lslâm klasiklerine ve onla­ rı yorumlayan ustalara körü körüne bağlı kalmışlarsa, şimdi de mektepliler ve '‘m ü­

rirleri, feylesofları kaim oldu. Bu sefer m u h ak em elerim izin sened i R ou sseau, Spencer, Buchner, Demoulins, hatta Gus-

n evverler" Batılı kaynaklara aynı şekilde,

e le ştirel esp rid en y ok su n b ir biçim d e

tave Le Bon oldu.”1’ Yusuf Akçura’dan bu satırları nakleden Muallim Cevdet’in şu

yaklaşmaya başlamışlardı. Kısaca, eskiden İm a m -ı Alî’den, Muhiddîn-i Arabi’den,

yorumu da, sanırız, tamamlayıcı ve ay­ dınlatıcı olacaktır: “Şimdiye kadar yüksek

Hafız veya Sadi’den bir formül alırlar ve ona istinaden mu ha kem elerini yürütür -

dereceli adamlarımızdan hiç kimse, bizim garptan malumat çalan muharrir ve mü­

ler(d i). Yeni muharrirlerim izde ise yine aynı esaret (vardı). Fakat bu defa Şark

elliflerim izin de ekseriya filan ve falan feylesofun, filan kitabın, filan mezhebin

imam ve müellifleri yerine Garp muhar­

bilâtahkik (incelenm ed en) tellalı olma-

Y A K I M

T A R İ H İ M İ Z D E

S İ Y A S E T ,

İ D E O L O J İ

V E

B İ L İ M

kerliği Bitlis'te yaptığını; 1963 yılında,

leri veriyor: "Erzurum 'da Atatürk Üni-

ya z a y la r ın d a , B a ş k a le , Y ü k sek o v a ,

versitesi'nde görevli asistan İsmail Be­

Şem dinli yörelerinde bulunduğunu, bu

şikçi, o sıra yayım ladığı incelem esi ve

sırada da sınırda. M e le Mustafa Barza-

derslerinde anlattığı konular nedeniyle

ni Önderliğinde, Irak'a karşı ayaklanan

İdarî soruşturmaya uğramıştır (1968)."

Kürtlerin hareketi sırasında, silahlı Kürt­

Bir yıl sonra doktora tezi Doğuda Deği­ şim ve Yapısal Sorunlar/Göçebe Alikan Aşireti y a y ım la n ır (D o ğ a n Y., 1969).

lerle de karşılaştığını belirtiyor.

1960'h yılların Kürtler açısından şöy­ bir Önemi var: Barzani'nin M osko­

le

va'dan dönmesi. G ü n ey Kürdıstan'da

yeni bir süreç başlatıyor. Buradaki kı­ mıldanma , Türkiye'deki Kültleri d e şu ya da bu biçim de etkiliyor işte 'bu kıpırdanmaların önüne nasıl ge­ çebilirizV düşüncesi ağalıkta, şeyh­ likle mücadele edilmesi gerektiği ka­ nısına varmalarına n eden olmuş. SBF’deki hocaların varmış olduğu bu kanı bence yanlış algı lam anın sonu­ cu. Çünkü, yani onlara göre Kürtler kıpırdanıyorsa, ulusal haklardan söz ediyorsa, bunun arkasında ağalar var. Çözümü de ağaların etkinliğini kırmakta, toprak reformu yapmakta görüyorlar. (Yeni A şam a Röportajı, 1987/Kendinİ Keşfeden Ulus Kürtler) Beşikçi, Erzurum Atatürk Ünrversite-

Beşikçi ilk ve son kez bu kitabının ka­ pağında Dr. unvanını kullanmıştır. Bu yıllar, aynı zam anda birçoğunu Türkiye işçi Partisi'nin (TİP) düzenledi­ ği, bazıları ise yin e T İP tarafından des­

201

teklenen fakat öncülüğünü Kürt genç ve aydınlarının yürüttüğü Doğu M iting­ le r in in başladığı yıllar. İlk m iting 16 Eylül 1967'de D iyarbakır'da yapılıyor. D aha çok doğu-batı eşitsizliğinin eleş­ tirildiği, karakol yerine yatırım taleple­ rinin diie getirildiği mitingler, Kürt kim­ liğinin tanınması ve Kürt haklarıyla ilgi­ li talepler de İçeriyor, Cum huriyet tari­ hinde ilk kez kitle gösterileriyle Kürt is­ temleri dile getirilmiş oluyor. D iyarba­ kır M itingi'ni, 24 Eylül 1967'de Silvan, 1 Ekim 'de Siverek, 8 Ekim 'de Batman, 15 E k im 'd e Tunceli, 22 Ekim 'de Ağrı m itingi izliyor. Yine Kürt g en çlerin ce

si'nde sosyoloji asistanlığına kabul edi­

19 Kasım 'da An kara'da bir Doğu M i­

lerek 1964-1 970 y ılla rı a rasın d a bu

tingi düzenleniyor. Beşikçi, bu miting­

üniversitede çalıştı. Rem zi inanç, bir

lerin bir kısmına katılıyor ve Doğu M i­

röportajında bu dönem le ilgili şu bilgi­

tin g le riyle ilg ili bir ça lış m a yap ıyor.

> sındair ileri gidemediğini, bu kadar açık

toplumda Batılı düşünceleri yüceltenler

iddia ve işaret edememişti.”12 Yusuf Akçura ve Muallim Cevdet, yu­ karıda aktardığımız gözlemlerinde, aslın­

de söylemiyorlar ve durumu yeni bir sko­

da W eberin söylediğinden farklı olarak, “Doğulu” bir kültürün ürünü olan yeni

O halde bu durumu nasıl değerlendire­ ceğiz?

Osmanlı “münevver’1lerinin “B atılı" dü­ şünceyi ve bilimi bir “değer” yaptıklarına,

ya’ya 18. yüzyılda iktisat ilminin “ithali”

hatta kutsal bir değer yaptıklarına işaret

lastik zihniyetin oluşumu çerçevesinde tartışıyorlar.

Sanıyorum ki, burada, M andın Alman­

ediyorlar. Fakat buna rağm en O sm anlı

konusunda söylediklerini anım sayarak, konuya daha sağlıklı bir biçimde yaklaşa­

toplumuna o dönemde “çağdaş bilim ”in girdiğini söyleyebilir miyiz? Bunu zaten o

bilir ve durum u şöyle betim leyebiliriz: Osmanlı toplumunun Batılı bilimi benim-

D

O

N

E

M

L

E

R

V

Doğu Mitinglerinin Analizi (1967).

E

işte

soruşturmaya uğrayan çalışması bu, 1969 y ılın d a Doğu Anadolu'nun Düzeni- Sosyo-Ekonomik ve Etnik Te­ meller isimli çalışmasını yayım lıyor. Bu

202

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

Teorisi ve Kürt Sorunu (1978); Bilim Yöntemi, Türkiye'de ki Uygulama 3 Cumhuriyet Halk Fırkasının Tüzüğü ve Kürt Sorunu (1978). Bu kitapları nede­ niyle açılan davalar sonucunda 1979-

kitap Atatürk Ü n ive rsitesin d ek i öğre­

1981 yd larm ı da ceza e vin d e geçirdi.

tim g ö re vin e son ve rilm e sin e neden

Serbest kaldıktan iki ay sonra, İsviçre

olu yor (1970). D anıştay'ın yürütm enin

Yazarlar Birliği Başkam 'na yazdığı bir

durdurulması kararı da ilgililerce uygu­

mektup nedeniyle "Türkiye'nin yurtdı-

lanm ıyor. An kara'ya dönüyor. Beşikçi,

şındaki itibarını sarstığı" gerekçesiyle

kitabı ve hakkrndaki idari soruşturma

10 yıla m ahkûm oldu ve 1987 yılın a

nedeniyle işsiz olarak Ankara'ya dön­

kad ar c e z a e v in d e k a ld ı, 1990 M a rt

düğünde bir yıllık evli.

ayında tekrar cezaevine girdi ve Tem­

1971 yılın da Siyasa! Bilgiler Fakülte­

muz 1990’da çıktı, 1991 M art ayında

s in e kabul edildi Beşikçi. N e var ki, bir

tekrar tutuklandı, aynı yıl Nisan ayında

süre sonra Atatürk Üniversitesi profe­

tahliye oldu. 1991 Temmuz ayında tek­

sörlerinin ihbarı üzerine, Diyarbakır Sı­

rar cezaevine girdi, Ekim 1991'de çık­

kıyönetim Kom utanlığı tarafından tu ­

Doğu Anadolu'nun kitabıyla, Ant dergisinde

tuklandı. G erekçe

Düzeni

adlı

yayım lanan bir makalesi ve derslerinde anlattığı konulardır. Bu, İsm ail Beşik-

masına karşın daha önce 1979 yılında

Bilim Yöntemi, Türkiye'de ki Uygulama 1 Kürtlerin Mecburi İskânı

ceza aldığı

adlı kitabı nedeniyle tekrar tutuklandı. Gerisini Rem zi İnanç'tan dinleyelim :

çr'nin cezaeviyle ilk tanışmasıdır. 1974 atfıyla cezaevinden çıktı, ancak An kara Ü niversitesi'ne yeniden kabul edilmedi. Çalışmalarını bağımsız olarak sürdürdü. Kürt ve Türk tarihi ve sosyo­ lojisi üzerine üç kitaplık bir dizi yayım ­

Bilim Yöntemi, Türkiye'deki Uygu­ lam a- 1: Kürtlerin M e c b u r i iskânı (1977); Bilim Yöntemi, Türkiye'deki Uygulama 2 Türk Tarih Tezi, Güneş Dil ladı:

1993'ün Kasım ayı başlarında ailesi­ ni ziyaret için İskilip'te iken, o günkü H ürriyet gazetesinin iç sayfalarından birinde, fazla dikkat edilmezse görül­ m eyecek küçük bir haber yer almış­ tır: Beşikçi'nin cezası onaylandı. O s ıra bu haberi okuyanlardan Beşik­ çi'nin ilçede olduğunu bilen hem ­ şehrilerinden birkaçı, vakit geçirme►

semede karşılaştığı sorunlar “değer" pla­ nındaki zıtlıklardan çok, bu zıtlıkları da büyük ölçüde yaratan farklı maddi geliş­

için Batı bilim ve teknolojisini benimse­ mek gerektiğini de artık medrese hocaları

me düzeylerinden kaynaklanıyordu, Bu

kadarıyla, sorunun kökenini en iyi kavra­

bakımdan o dönemde asıl çözümlenmesi (ve d eğ iştirilm e si) gereken şey de bu farklı sosyo-ekonom îk düzey ve Avrupa

yan ve ifade edenlerden biri Ahmet M it­ hat Efendi olm uştur. G erçekten de 19.

ile (bu farklılığı yeniden üreten) ilişki şeklimiz idi.

bile yadsım ıyordu. Fakat, görebildiğim

yüzyılda Osmanlı devletinin Batı ile kur­ duğu yarı kolonyal ilişkilerin yarattığı eziklik duyguları ve kompleksler içinde,

Son dönem Osmanlı aydınları, içinde bulundukları farklılığı “gerilik” olarak al­

bir kısım aydınlaT şanlı geçmişe eğilir ve

gılıyorlardı ve bu gerilikten kurtulm ak

ramanlarında (Selahaddin Eyyubi, Cela-

m odellerini orada buldukları İslâm kah­

Y A K I N

T Â R İ H İ M İ Z D E

5 İ T A 5 E 1 ,

C. Savcılığına ihbarda bulunur. 'Cezası onaylanmış bir adam nasıl olur da serbest dolaşır d Ö nce savcılık fazla önem sem ez , ama ihbarın ardı arkası kesilmeyince, Beşikçi gözaltına alınır. Böylelikle do­ ğup büyüdüğü İskilip'te de, bir rast­ lantı sonucu iki hafta tutukluluk yaşar. dert

İ D E O L O J İ

V E

B İ L İ M

sürecini ülkesinin Doğu ve Güneydoğu bö lgeleri ü z erind e yaptığı so syo lo jik araştırma ve tespitler nedeniyle yaşadı.

ÇALIŞMA KOŞULLARI İsmail Beşikçİ'nin 1991 yılında Yurt Ki­ tap Yayın tarafından yayım lanan

kaldırının Koşullan adlı

Baş­

kitabı, C um hu­

O n beş gün sonra gönderildiği A nka­

riyet savcılarının İsmail Beşikçi hakkm-

ra Kapalı M erkez C ezaevi'nd e konuk­

daki iddialarından ve Beşikçİ'nin D G M

luğu uzun sürer; 1996 Şubatı'nda İstan­

savcılarına verdiği yanıtlardan olu şu­

bul M etris C e z a e v in e , aynı y ılın so­

yor. Beşikçİ'nin bu hesaplaşma yazıları

nunda da Bursa C ezaevi'ne gönderilir.

tutuklu bulunduğu Ankara M erkez Ka­

İsmail Beşikçi, çıkarılan basın affı kap­

palı C ezaevi'nd e kaleme alınmış.

samında, 15 Eylül 1999'da şartlı olarak

Yine Yurt Yayınları tarafından 1991

salıverilir. 1999 yılın d a yap ılan sınırlı

yılında yayım lanan

yasal düzenlem e sonucu tahliye o ld u ­

Terörü

ğunda hakkında toplam 100 y ıl hapis

geler K araranam elerle Y ö n e tilir" adlı

v e 10 m ilyar lira para cezası verilmişti.

çalışması yayım lanm ak üzere gazeteye

Ortadoğu 'da Devlet

adlı kitabında yer alan "Söm ür­

Bugün ne doğduğu İskilip ile ilgili

g önderilm iş, an cak m atbaa sahipleri

w eb sitelerinin birinde ne de 1964 yı­

"eğer bu yazıda ısrar ederseniz gazete­

lında çalışm aya başlayarak, altı yıl Öğ­

nizi basm am ," diyerek yayım lanm am ış­

retim görevlisi olduğu ve doktorasını

tır. Yine bu kitapta ya y ım la n a n "K ürt

tamamladığı Erzurum Atatürk Üniversi-

Kadınlarının G erillaya Katılmasının A n­

tesi'nin sitelerinde adına rastlanmıyor.

lam ı" adlı çalışm ası 430 sayılı kanun

Yani

halâ "sakıncalı".

Beşikçi, ilk tutuklandığı 1971 ile son

hükmündeki kararname nedeniyle çok eksik olarak ve yanlışlarla yayım landı.

tahliye edildiği 1999 arasındaki 28 yılın

Aslına bakılırsa bu bilgiler mutlaka

18'ini içeride geçirdi. Eşi Leman Eİanrm

eksik. Cezaevi tarihlerini toparlamakta

(emekli öğretmen) on sekiz yıl mahpus

bile çok zorlandım. Çünkü Kürtlerle il­

yolu gözledi. Beşikçi, bütün bu cezaevi

gili k itaplar ve araştırm aların ya z a rı

leddin Harzemşah, Tank bin Ziyad vb.)

müderrisin kendisine “C olberi zamanı­

ararken, Ahmet Mithat Efendi çok daha gerçekçi bir tablo çizmişti.

nın çoktan geçtiğini” söylemesi üzerine M ith a t E fen d i “g ü ld ü ğ ü n ü ” sö y ler ve

Ahmet M ithat Efendi’ye göre Osnıanh devleti, ileri Batı ülkelerinden birkaç yüz

şunları ekler: “Bizim için Colbert zama­ nının, geçmek şöyle dursun, henüz hulul

yıl geri kalm ıştı ve bu yüzden uygulana­

bile etmemiş (başlamamış) olduğunu an­ ladım.”13

cak kalkınma politikası da Batı’daki libe­ ral doktrinler değil, XIV Louis'nin ünlü maliye n azın Colbert’in ve onu izleyen

Aslında âlim im iz, bunu daha yıllarca önce, “ekonom i politik fennini tederrüs

fizyokratların (M ithat Efend i defalarca Dr, Quesnay'ın adını anar) politikası ol­

eder (öğretir) ve Adam Smith’in yeni ka­ idesini öğrenir iken”, bu durumun öğren­

malıydı. Bu konuda açılan tartışmada, bir

cilerde “âcib (şaşırtıcı) ve garib fikirler

203

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

Türk kökenli İsmail Beşikçi hakkında

düşmanlığa tahrik edildiği' iddia edilen

ya y ım la n m ış bir b iyo g rafi çatışm ası

davada Beşikçi hakkında, 18 aydan 4.5

yok. Kitaplarından ve verdiği röportaj­

yıla kadar hapis cezası istenmiş.

lardan da kendi hakkında konuşm ayı fazla sevmeyen bir insan olduğu anla­ şılıyor, internet sayesinde 1987 yılında

ULUSLARARASI SÖM ÜRGE

____ __ ___ VE KURT HALKI

_______

N o b e l Barış Ö dülti adayları arasında

204

Kürdistan

olduğunu ö ğreniyorum . Yattığı yılları

Beşikçi açısından Kürt sorunu,

ve verilen cezaları sıralam aya çalıştım

ve uiusal kurtuluş tezleri erken oluşmuş

ancak bu tarihten sonrası için bu ldu­

tezlerdir, "K ü rt sorunu azınlık sorunu

ğum bir başka kovuşturmadan bahset­

değildir. Kürt sorunu, Kürdistan'ın ve

m eden g e ç e m e ye c e ğ im : "G e n e lk u r ­

Kürt ulusunun Ingiliz ve Fransız emper­

m ay Başkan lığının yaptığı suç duyuru­

yalizm inin Kemalistierle, Arap ve Fars

su ile Bakırköy Cum huriyet Başsavcılı­

m onarşileriyle yaptığı işbirliği sonucu

ğı, Sosyolog İsmail Beşikçi hakkında,

bölünmesi, parçalanması ve paylaşılma­

'halkı kin ve düşm anlığa tahrik ettiği'

sı ve Kürt ulusunun bağımsız devlet kur­

id d iasıyla dava a çtı." Tarih 2007. Bu

m a hakkının gasp edilm esiyle ilgili bir

haberden de a n laşılıyo r ki, devlet de

sorundur. Sorunun em p eryalizm le ve

Genelkurm ay da ismait Beşikçi'nin pe­

sömürgecilikle ilgili cephesi kısaca bu-

şini bırakm aya niyetli değil.

dur."

Beşikçi, Esmer dergisinin Aralık 2005 sayısın d a y a y ım la n a n "K o n u ş m a d ık ,

{ARD televizyonuna

yazılı yanıtlar

1990/Kendini Keşfeden U/us Kürfler) Bu emperyalist paylaşımın bir sonucu

Bastırdık" başlıklı yazısı nedeniyle m ah­

sömürge niteliği bile taşımayan

kemelik olmuş bu sefer. Gerekçe: Beşik­

tan

çi'n in yazısındaki "...A m a Kürt çocukla­

Kürdis­

ise, bir diğer sonuç da bu sürecin

Kürt halkı ve Kürt aydınlarına etkisidir.

rı her gün 'Türküm, doğruyum, çalışka­ nım... Varlığım Türk varlığına armağan olsun..' diye ant içiyor. Bu ant, Kürtlerin yaşadığı alanlarda Türk egemenlik siste­ minin ayrılmaz bir parçası olmuş..." ifa­ delerinde suç unsuru olduğu ileri sürül­ m üş ve 'B a s ın y o lu y la halk ın kin ve

yara t tığına” tanık olduğu zaman anlamış­ tır. Ne var ki resmî öğretim, olması gere­ k en in tam tersinedir. Ve M ithat Efendi

Sorunun ikinci cephesi Kürdistan 7a, Kürt ulusuyla ilgilidir.,.,. Tarihin belli bir döneminde böl-yönet politikası­ nın hedefi olan bir ulus, çok büyük bir darbe yemiş demektir:. Böl-yönet politikası ulusun beynini dağıtmakta-

İkinci Meşrutiyet yıllarının fikir hayatı, elbette ki bilim zikniyetl-skolastik zihni­

burukluk içinde sorar: “Bunca kütübhâ-

yet tartışmalarından İbaret kalmadı. Bilim dünyasında yaşanan bunca e z ik lik te n

neler dolusu hakâyıktan (hakikatlerden) sarf-ı nazar edip de bir Mekteb-i Mtilki-

sonra, bu arada Darülfünun’a dönüşmüş olan ilim kurulularının siyasal iktidara

ye’de, bİT M ekteb-i H ukukta tedris olu­ nan birkaç yüz sahifeli ekonominin, yal­

karşı kendilerini nasıl savunabilecekleri, bunun için nasıl bir örgütlenme biçim i­

nız Adam Sm ith usûlünden ibaret bulu­ nan ve elyevm kendi memleketlerince de

nin gerekli olduğu da tartışılan konular arasındaydı. Bu tartışm alar meyvelerini

kabul olunmamış ve tatbik edilmemiş il­ me mi esir olalım ?’'1,1

ancak Mütareke’de verdiler ve Türkiye’de ilk “üniversite özerkliği” 1919’da İstanbul

Y A K I N

T A R İ H İ M İ Z İ )

E

S İ Y

A 5 E T ,

I D E O E O J I

V C

8 I t I M

205 Beşikçi, ilk çalışm ası Doğu Anadolu lum Düzenitiden itibaren aka d em y a içerisin de t e devlet gözü n d e b ir an lam da y asaklan m ıştı'. Yıllarca sa d ece iktisadi düzensizlikler ı e yetersizliklerden ibaret görülen Doğu Sorunu inin Kürt yüzünü gösterm ek tehlikeli addedilm işti.

ılır, iskeletini parçalamaktadır. Böyle darbe yiyen bir ulus, bir daha kendi­ ni toparlayamamaktadır. L eş g ib i yer­ de serili kalmakladır... iagk.)

pencereden bakm asını sağlayacak tek güç, Kiirtlerin kendi toplumlarına, Kürt toplum una ilişkin çabalarıdır. G ü n ü m üze kadar Türk aydınları, I ürk solcu ları, Kürt hareketlerini hep, 'm illiyetçi'

Beşikçi, Kiirtlerin bu "yere serili ha­

hareketler olarak değerlendirmişlerdir.

li", li ir k ve Kürt a yd ın la rın ın tutumu

'M illiy e tç i' kavram ını bir saplam adan

hakkında 1990 tarihinde D e n g d e ya ­

çok bir suçlam a, bir aşağılam a aracı

yım lanan bir söyleşisinde şunları ekle­

o la ra k k u lla n m ış la rd ır... 'Ş e y h S a id

mektedir: "Türk aydınının Kürt sorunu­

ayaklanm ası m illiyetçi bir hareket de­

na bakışı olumsuzdur. I ürk aydınının

ğildir, İngiliz em peryalizm inin kışkırt­

Kürt so ru n u n a d ah a d e m o k ra tik bir

m asıdır,' derken de, '1 9 6 0 'lı, 1970'li

D arülfünunu na kazand ırılan statü ile

bir özgürlüğe zemin oluşturacak toplum­

gerçekleşti.

sal güçlerin oluşup oluşmadığı konusun­ da yatıyor. Başka bir deyişle bu özgürlük

TOPLUM MİMLERİNİN SINIFSAL DAYASAKIARI VH DEVLET

hangi güçlere d a y a n a c a k , hangi güçlere karşı k o ru n a ca k tır? Bu konuda yine Ban ile bir karşılaştırma yapmadan ve Batıdaki

OsmanlI devletinde bilim özgürlüğünün

gelişmenin özgül yönlerini anımsamadan

işlev ve önem inin Abdülbamit rejim ine

Osmanlı loplumımdaki gelişmeleri anla­ maya imkân bulunmadığım sanıyorum.

tepki oluşturan Meşrutiyet yıllarında anla­ şılmış olmasında şaşılacak bir taraf yok­ tur. Asıl sorgulanması gereken husus, bu

Batı'da insan ve toplum bilimleri, sınıf çelişkilerinin motor rolü oynadığı bir ev­

dönemde Osmanlı coğrafyasında gerçek

rim içinde, yükselen kapitalizmi rasyonel-

D

O

N

E

M

L

E

R

V

E

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

ve 1980'lı yıllarda Kürt hareketleri en­

1992

ternasyonal İst, devrim ci hareketler de­

yım lanır. Beşikçi, İsm ail ((1992),

ğildir, m illiyetçi hareketlerdir/ derken de bu temel düşünce egemendir/'

206

Z

Böyle bir suçlama karşısında Kürt ay­ dınlarının, devrimcilerinin düşünce­ leri, tavır ve davranışları ise ilginçtir. Bu tür suçlamalarla karşı karşıya kal­ mak istemeyen Kültler de, düşünce­ lerini, tavır ve davranışlarım, Kürt halkının gelişen demokratik özlemle­ rine ve İsteklerine göre planlamadı­ lar, Sundan çekindiler. Böylece Türk solundan g elebilecek oklardan ko­ runmaya çalıştılar.

E

R

yılında bu konuda bir kitabı y a ­

PKK Üzerine Düşünceler Özgürlüğün Bede­ li, M elsa Yayınları. Kitabının önsözün­

de ş u n la rı sö yle m e k te d ir; "1 2 M a rt 1990-25 Temmuz 1990 tarihleri arasın­ da İstanbul S a ğ m a lc ıla r C e z a e v i'n d e kaldım. 20 M art 1991-14 Nisan 1991; 1 Ağustos 1991-31 Ekim 1991; 25 Ka­ sım 1991-28 Kasım 1991 tarihleri ara­ sın d a da, A n k a r a 'd a M e rk e z C e z a ­ e v i'n d e tutuldum . Bu süreler içinde, P K K mensubu pek çok arkadaşla tanış­ tım ... K o n u ş m a la r v e ta rtış m a la r la P K K 'yı daha yakından tanıma olanağı b u ld u m ... P K K h ak kında b ild ik lerim

Kendi yaklaşımı ve durduğu noktayı

daha ço k bana a n la tıla n la r kadardır;

ise bu soruna ilişkin yaklaşımlarının te­

gerek PKK'nın yayın organlarından, ge­

melini oluşturan bir şekilde şöyle ifade

rek başka siyasal akım ların yayın or­

e tm ek te d ir; "B e n bu k o n u la rd a ç o k

ganlarından öğreneb ild iklerim kadar­

farklı şe yler d ü şünüyorum , Kürtlerde

dır... Bu süreçte

eksik olan sosyalist düşünce, sosyalist

na bir ropörtaj da yapıldı."

tavır ve davranış değildir,,. Kürtlerde eksik o lan m illî duygudur. Kürtlerde

Serxwebun

dergisi ad ı­

İşte o röportajda, PK K hareketi hak­ kı ndakî görüşlerini şöyle ifade eder:

m illî duygu eksikliği vardır. G ü çlü m illî d u yg u la rı o lm a y a n bir ulu s sağ lık lı devrim ciler üretemez...,"

İLK KURŞUN TEORİSİ '90Tı yıllara gelindiğinde Beşikçi artık dikkatini PK K hareketine yöneltmiştir.

15 Ağustos 1984 at/lımını... İlk. kur­ şun olarak değerlendirmek m üm kün­ dür. İlk kurşunu sıkmış bir halkın ge­ riletilmest p ek kolay değildir. Zira ilk kurşun çok büyük birikimlerin, çok büyük çalışmaların, çabaların sonu­ cunda meydana gelmektedir. Ayrıca

leştir en ve meşru kılan güçlerle bu siste­ min yarattığı sömürü mekanizmalarını ve

yanağı farklı olan bir toplumsal bilim anla­ yışı da ortaya çıkmıştı. Bu gelişmeye işaret

yabancılaşmaları ortadan kaldırmak iste­

eden Britanyalı bir toplum bilim ci, E, J. Yeo, daha 1820’lerde "bazı işçi sınıfı ve orta

yen güçler arasındaki çatışma zemininde, antagonik bir yapı içinde doğdu. Kapitaliz­ min liberal çağında burjuvazinin bu konu­

sınıf gruplarında” üniversiteye olan inan­ cın sarsıldığını ve “toplum bilim lerinin

da öncü ve devrimci bir işlev gördüğü bu­

tüm dallarının kültür demeklerinde, sosyal

gün genellikle kabul edilen bir husustur, Ne var ki Fransız Devrimi’ni hemen izle­

hareketlerde; gazete, dergi ve kitaplarda ve benzeri bir sürü a k a d em i dışı kurumlarda”

yen yıllardan itibaren kapitalizmin yarattığı yeni tip bir yoksulluk (pauper, pauperisır),

üretildiğini ve iletildiğini n ot etm iştir.15 Aynı yazar, egemen akıma ters düşen bu

proleterya) olgusu ile birlikte, sınıfsal da­

eğilimi “aşağıdan yukarıya sosyal bilimler”

Y A K I N

T A R İ H İ M

İ Z D E

S İ Y A S E T ,

kendisi de çok büyük olanaklar, yeni yeni olanaklar hazırlamaktadır. Dev­ rimci hareketi büyütmektedir, geniş­ letmektedir, derinleştirmektedir. Ge­ rillalar bu süreç içinde hem kendile­ rini hem de bağrında hareket ettikleri toplumu hızla değiştirmektedirler. Kadın, siyasal mücadeleye girmekte, silahlı m ücadelede aktif olarak yer almaktadır. Kadının, siyasa! mücade­ lede, gerilla mücadelesinde aktif ola­ rak yer alması toplumun gelenekse! değerlerini hızla çözm ekte; daha modern, evrense/ değerlerin oluşu­ muna hizm et etm ektedir. Namus kavramının içeriği değişmektedir. Yurt için, ulus için, hakaret görm e­ den onurlu yaşamak için mücadele etmenin de namus gereği olduğu an­ layışı yaygınlaşmaktadır. Gerilla şim­ diye kadar Kültlerde çok az görülen, eksik görülen millî duygulan, yurtse­ verlik duygularını da çoğaltmakta­ dır... genç kuşaklar, 15-20 yaş çağla­ rındaki gençler kesin olarak gerillaya yandaştırlar... Türk sömürgeciliğine karşı ilk kurşun sıkılmıştır. Kürt ulu­ sunun diriliş mücadelesi elbette süre­ cektir. Derinleşerek, yaygınlaşarak... Aşiret yapıları çözülmektedir. Top­ rak ağalığı sistem inde aşınm alar meydana gelmektedir. Bu tür geri ve

İ D E

O L 0 ) 1

V E

B İ L

1 M

gerici kurumlar ancak devletin, Ke­ malist ideolojinin desteği ve teşviki sayesinde ayakta tufu/maya çalışıl­ maktadır. Gerillaya yardımcı olan, gerillaya destek olan yurtsever toprak sahiplerinin yanında korucu olan ve bu ağa He mücadele eden topraksız köylüler de vardır... fakat b o rucu olan topraksız köylü, toprak sahibi ağaya karşı, toprak sahibi olduğu için m ü cadele yürütememektedir. Yurtsever olduğu için, ulusal değerler taşıdığı için m ücadele etmektedir... Gerillanın köylüleri iyice sarıp sar­ maladığı anlaşılmaktadır... PKK He birlikte Kürt hareketlerinin önderliği­ nin sınıfsal yapısında ve genel olarak Kürt hareketlerinin sınıfsal yapısında ço k önemli bir değişiklik olmuştur. PKK işçilerin, yoksul köylülerin, dev­ rimci değerlerle donanm ış küçük burjuvaların, gençlerin, aydınların hareketidir. Bu özellikleriyle Kürdistan çapında önemli bir dönüşüme de İşaret etmektedir.

207

A n ca k PKK, 'ilk Kurşun Teorisi' ve ulusal m ücadeleye odaklanm ası bakı­ m ınd an B e şik ç i n e z d in d e kazandığı önem ve itibarı y ılla r için d e koruya­ maz. 2006 yılında Dara

Cibran söyleşi­

sinde Kürt hareketi ve süreç hakkında

> olarak nitelemekte ve İngiltere’de özellikle

Thom pson, 1 8 1 6 -1 8 3 4 arasında “işçiler

J. Owen’in 1831’de kurduğu “Yeni Toplum Bilimi Öğretimi için Kurum"u bu hareketin

arasında klasik doktrinlerden farklı ve on­ lara karşı bir işçi sınıfı ekonomi politiğinin

önemli bir simgesi olarak göstermektedir.16 Gerçekten de 19. yüzyılın başlarından iti­

ortaya çıkarıldığını” saptamıştır. Başlangıç­ ta antientelektûalist eğilimler taşıyan bu

baren Batı Avrupa’da sınıfsal hareketlerle sosyal bilimleri birbirini besleyen ve yansı­ tan iki etkinlik olarak görme eğilimi, gü­

akım içinde bazı kuramcılar da, 1830’lar-

nümüzde hayli yaygınlaşmıştır. Napolyon savaşlarının hemen ertesindeki dönemde

mek ve onları işçi sınıfının durumunu dü­ zeltmek için kullanmak istemişlerdi.17

“işçi sınıfı basınında ekonomi politiğe kar­ şı d e ğ işe n tu tu m u ” in c e le y e n N. W.

ğe giden bu gelişm e18 son yüzyıl içinde

da, “kötü ve övücü bir şekilde kullanılan" klasik doktrinleri bu yönlerinden temizle­

Ütopyam sosyalizmden tarihî maddecili­

D

O

N

E

M

L

E

R

V

E

genel değerlendirm eleri değişmese de giderek çok daha eleştirel bir pozisyon aldığını görüyoruz:

208

Bir zamanlar PKK'nin doğruları ifade ettiğini düşünüyordum . G ü n ey Kür­ di stan'a ilişkin gelişmelerde, PKK'den ayrılmalar sürecinde, PKK haberleri­ nin doğru olduğunu düşünüyordum. Günümüzde İse, örneğin, Güney Kürdıstan 7a ilgili olarak Kürdıstan De­ m okrat Partisi'nin veya Kürdistan Vürtseverfer Bİrliği'nin aniatırrıfarına kulak vermek veya PKK'den ay olanla­ rın gerekçelerini de dinlemek, değer­ lendirmek bir gerekliliktir diye düşü­ nüyorum. Abdullah Öcalan'ın yaka­ lanıp Türkiye'ye getirilmesi, Imralı sa­ vunmaları bu algılamada önemli bir dönüm noktası oluşturmaktadır. Son yıllarda PKK durmadan 'barıştan söz etmektedir. Bu "barış"ı neden öbür Kürt örgütleriyle veya kendisinden ayrıSanlarla yapmıyor? Bu, ciddi olarak irdelenmesi gereken bir durumdur. "ilk Kurşun" teorisinde ısrarlıyım. yerine ve zam anına göre bir savun­ ma da ilk kurşun olarak algılanabilir. Örneğin 12 Mart rejiminde Diyarba­ kır'da Devrimci Doğu Kültür Ocak­ ları (DDKO) savunması böyle algıla­ nabilir. Ama 15-16 Ağustos 1984 atı-

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

lımının daha farklı bir içeriği vardır. Sizlerin de başka türlü düşündüğü­ nüzü sanm ıyorum . Bu açıklam a 1984 için geçedidir. Abdullah Öcalan'ın yakalanıp imralı'ya getirilmesi­ ne kadarki zaman dilimi için geçeri İdir. Haziran 2004'te yeni başlayan m ücadele için, yani ateşkesin sona erdirilmesi dönemi için geçerli değil­ dir. Bu yeni durum imralı'dan verilen bir talimatla gerçekleştirilmiştir. İmralı ise devletin çok yoğun bir deneti­ mi affm dadır. Savaş talimatı hangi koşullar içinde, hangi beklentilerle, bö y le bir denetim altında. Kandil Dağı'na ulaştınlabiimiştir? Yine 2006 yılın d a Bilgi Ü niversite­ s in d e H elsinki Yurttaşlar D erneği'nin düzenlediği ve kendisinin de konuşma­ cılarından olduğu Kürt Konferansı son­ rasında

Milliyet

g azetesinden D e ry a

S a z a k 'a verdiği bir sö yleşid e şunları söylemektedir: • Öcalan, İmralı'ya girdikten sonra görüşleri değişti, artık "Dönemini ka­ pattı" diye mi düşünüyorsunuz? - Devletin elindeki bîr adamdır. Devletin denetimi a tondadır. • Rabat konuşamıyor mı? - Çok konuşuyor da işte konuştu­ ğu zaman ancak devleti konuşabilir.

► Batida (ve onun etkisiyle dünyada) tüm teori ve pratik uygulamalara damgasını vurmuştur. J. Habermas’m kamusal alan

hal edilmiştir. Böyle olunca, özgül toplum­ sal dayanaklardan yoksun bir bilim çabası

(Ö jfm tlıch keıt) ve yaşam dünyası (L eb em -

riklerle, skolastik biçimde kullanılmalarına yol açmıştır. Türkiye ancak kapitalistleşme

w d i) kavramlarıyla incelediği ve 19. yüz­

yılın son çeyreğine kadar uzattığı bu dö­ nem, Osmanlı devletinde nasıl yaşanmış­ tır? îşte Osmanlı devletinin Cumhuriyet'e de miras bıraktığı tüm genlik ve anomali­ lerin kaynağı bu soruda yatmaktadır.

da bilimsel kavramların çoğu kez farklı içe­

sürecinde ilerledikçe bilim sel kavramlar daha reel içeriklere kavuşacaklar, (küresel kapitalizm anlamında) “evrensel" ilimle aramızdaki şizoid kopukluk azalacak, hatta

Yineleyelim: Osmanlı devletinde Batı bi­

giderek ortadan kalkacaktır. Bunun elbette Türkiye'de “gerçek bilim’’in yerleşmesi an­

limi iç dinamiklerle doğmamış, Batı’dan it­

lamım taşıyacağını iddia etmiyorum. Daha

Y A K I

N

T A

R I H

M I l

D E

S İ Y A

S t T ,

İ D E O L O J İ

VE

3 I L I M

Çünkü devletin denetim i altındadır. Bunu kendimden biliyorum, 1985'tv cezaevinden bir arkadaşıma mektup varmıştım. Kürt sorunu konusunda. O mektubu bana iade ettiler ve dedi ter ki. ",Sen cezaevinde de sup işli­ yorsun. Disiplin kovuşturması açara ğ ı/.." Böyle bir durum, işte çok ma­ sum b ir şey söylüyorsunuz, Kürtler diye... Aına Öcalan, örneğin *Savaş ilan ('diyor"! "Devlet adım atmadı," diyor, "tekrar silaha b aşvurun." Bu

209

kadar den etim altında bun u n asıl söyleyebilir? Dem ek ki, devletin de böyle bir istemi var. Kiirt hareketiyle ilgili öneriler, dışarıdaki insanlar tara tından dile getirilmeli. İmralı tarafın­ dan değil. Kültler adına ne tür siyaset yapılacaksa, dışarıdaki unsurlar var, Demokratik Toplum hareketi var, on­ lar fikir üretmeli. İmralı söylem i söz konusu olmamalı. Boşikçi'nin yaklaşım ındaki bu değişi­ mi, PK K önderliğinin yakalanm ış olm a­

Kiirt sorunu alevlen dikçe B eşikçi daha fa z l a g ö z e b a ttı A raştırm alarım ciddiye alm ak, sorunun köken lerin e d a ir ne dediğin e ku lak k a b a rtm a k yerine, aldığı cezalar ağırlaştı.

Bu bakımdan Kcmalizmin demokrasi anlayışıyla bağdaştığı söylenem ez. Çağdaş demokrasilerde resm î ideolo­ jiy e dayalı bir siyasal toplumsal ve

sı kadar, bu h a re k e lin y ı lla r iç in d e

kültürel m odel geçerli değildir. "D e

"uluslararası sömürge Kürdistan"ın k ir ­

m okratik C u m h u riye t" tezi de Kürt

lilinse ve kuruluşu konusunda i l g i s i n ­

sorununun algılanması, kavranılması

deki farklılıkla da aram ak mümkün.

ve çözüm ü konusunda temel oluştu­

Beşikçi Cibran söyleşisinde "domok

rabilecek bir tez değildir. Çünkü bu

raîik Cum huriyet" tezini de eleştirmek

tez d evletin dem okratik o lm asın ı,

ten geri durmuyor:

dem okratikleşm esini, demokratikle►

önce de işaret ettiğim gibi, 'gerçek bi-

üniversite özerkliği ve akademik özgürlük­

liırfin ne olduğu, tekil ya da çoğul yapıda mı bulunduğu, çağdaş bilimin ideolojik ni­

ler çerçevesinde yürütülebilecek etkinlikler değildir. Daha genel planda bir özgürlük

telikte olup olmadığı günümüzde de hara retle tartışılan konular arasındadır. Bunun­

ortamı olmadan, bunu garanti altına alan sosyal ve kurumsal yapılar oluşmadan ger­

la beraber bu konuda, üzerinde herkesin anlaşabileceği ortak bir nokta bulunuyor ki

çek anlamıyla bilimsel çalışmalar da yapıla­ maz. Bu durumda bir ülkede bilimsel geliş­

o da şudur: Bilim uğruna yapılan tıiııı ça balar ilke olarak "gerçeği bulma" idealine

me sadece bilim yapanların çabalarının ve kavgalarının ıırünıı olamaz. Bunun için

dayanmış ve bu çabaların olmazsa olmaz

tüm demokratik güçlerin seferber olmaları

şanı da tam bir düşünce özgürlüğü olmuş­ tur. Bu demektir ki bilimsel çabalar, sadece

ve özgürlüğü kısıtlayan tüm engelleri orta daıı kaldırmaya çalışmaları gerekir.



Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

şen devletin Kültlere de bazı haklar vereceğini varsayıyor. Devlet ise demokratikleşmemekte ısrarlıdır. Kürtler hakkında nereden nereye gel­ diğim iz konusunu da yine anılan Kürt K onferansı so n ra sın d a şö yle ö z e tle ­ mekte:

210

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

o lu m lu bir tepki old u ğ u n u , örneğ in "70'lerde Kürtler ve Kürtçe inkâr edili­ yo rdu, yok sa y ılıyo rd u . G ü n ü m ü z d e Kürtler kendilerini dilen kabul ettirdiler. Bugün, artık, Kürtçe dergiler, gazeteler, kitaplar yayım lan ıyo r," diyebileceğini belirtiyor. Olum suz tepki olarak da, son 20-25 yıl içinde, çok yoğun, fedakâr bir

Resmî görüşün bazı uygulamaları var, onlardan a rın a b ilm e k ö n em li. Geçmişte Kültlerin varlığı inkâr edil­ di. Reformların çoğu da hayata geç­ medi. 19 9 1'de Süleyman Demirel "Kürt realitesini tanıyoruz, " M esu t Yılmaz, "AB'nin yolu Diyarbakır'dan geçer," dedi. Son olarak Erdoğan "Devletin de geçm işte hataları ol­ muştur/' dedi. Bunlar önemli. Ancak bu sözlerin arkasında durulmuyor... Üniversite ortamında çözümlerin tar­ tışılması elbette önemli. Ancak bura­ daki tartışmaların İçeriğine bakarak, devlet önemli bir adım atacak diye­ meyiz herhalde. Aslına bakılırsa 2005 yılın d a

Z

Rızga-

ri'nin internet sayfasında yayım lanan b ir söyleşisinde de Kürt M e selesi'n in çözüm ü konusunda fazla iyimser olm a­ dığının izlerini sürüyoruz. Beşikçi, '70'li yılları bugünle karşılaştırdığında iki tür­ lü tepki v e r e b ile c e ğ in i; b irin c is in in

m ücadele yürütüldüğünü, ancak böyle bir m ücadeleye rağm en kazanmaların çok az olduğuna vurgu yapıyor. Yıllarını düşündüklerini ifade etmek için yoğun bir m ü c ad eleyle geçirm iş bir insanın kim e dokunacaksa dokun­ sun eleştirilerini sakınmasını beklemek abes olur. "B arış", "çö zü m " sözcükleri­ nin sık telaffuz edildiği bir ortamda B e ­ şikçi, yin e

Dara Cibran

sö yleşisin de

Kürt ve Türk aydınları ve siyasal hare­ ketler ararsmda da tartışma yaratmış bir konuda sorulan bir soru karşısında gö­ rüşlerini şöyle ifade ediyor: * Hikmet Fidan'm öldürülmesinden sonra bunu kınadınız ve "bu cinaye­ tin adı konmalıdır," dediniz. Hikmet Fidan öldürülen ilk muhalif değildi. Bu olayda gösterilen duyarlılık daha Önce neden gösterilemedi? İsmail Beşikçi: Bu tür cinayetlere karşı her zaman duyarlı olunmalıdır. Daha öncekilerde bu duyarlılık gös-

Türkiye’de Cumhuriyet tarihimizde bi­

tareke’den sonra, 21 Ekim 1 9 1 9 tarihli

limsel çalışmalara set çeken engeller neler hangi ilkeler çerçevesinde kavga vermiş­

Osmanh Darül/ünunu Nizam namesi ile gerçekleştirilm işti. Fakat kendisi özgür olmayan bir ülkenin, üniversitesi de Öz­

lerdir?

gür olam ayacağına göre bu girişim de­

olmuştur? Ve bunlara karşı hangi güçler,

vamlı ve başarılı olamamıştır.w BİRİNCİ PERDE: ÖZERK

Kemalist dönemde üniversite konusun­

ÜNİVERSİTEDEN 1933 REFORMUNA...

da en ö n em li g elişm e kuşk u su z 1 9 3 3 Üniversite Reformu oldu. Tüm tarihimiz­

Tarihimizde üniversite özerkliği kavramı

de en radikal reformlann yapıldığı yıllar­

ilk kez Meşrutiyet yıllarında ortaya atıl­

da üniversiteye sıranın hayli geç gelmiş

mış ve ilk özerk üniversite de ancak Mü-

olması şaşırtıcı görünebilir. Öyle samyo-

Y A K I N

T A R İ H İ M İ Z D E

S İ Y A S E T ,

-terilmediyse bu bir eksikliktir. Bu­ günlerdeyse, (Şubat 2006 ortaları) Kürdistan Yurtsever Demokrat Par­ ti (PVVD-K'J Kurucu ve Koordinasyo­ nu Kurulu Üyesi Kani Yılmaz'ın ve aynı partinin üyesi Serdar Kaya’nın Süleymaniye yakınlarında öldürüldü­ ğü haberi geldi. Failler yine PKK'yi işaret ediyor. 25 yıla yakın bir süre­ den beri PKK içinde olan, daha son­ ra görüş ayrılığı nedeniyle örgütten ayrılıp PWD kurucuları arasında yer alan bir kişinin bu şekilde öldürül­ m esi Kürtierin yaşadığı büyük bir dramdır. PKK en çok "barıştan söz ediyor. Devletten "barış" talep edi­ yor. Kendisinden ayrıtanlarla ve öbür Kürt örgütleriyle barışı gerçekleştiremeyenler, aradıkları "barış'"a hiçbir zaman ulaşamazlar...

İ D E O L O J İ

VE

B İ L İ M

duyacak, benzer araştırmalar yapacak ve bunların sonucunda istiklal M a h k e ­ m e s in c e İd am la c e z a la n d ırıla c a k tı. H erhalde, hangi dönem de yaşarsa ya­ şasın, tarih boyunca resmi İdeoloji kar­ şıtı düşünceleri dile getirmiş ve bunun sonuçlarını bazen yaşam larıyla, bazen hapisle, bazen de hayatları için düşün­ celerini reddederek büyük bedel öde­ miş insanlardan biri olacaktı. G ü n ce l gelişm eleri takip edip yeni değerlen­ dirm eler yapm akla birlikte temel tezle­

211

rinden vaz g e çm e m iş, görüşlerini bu tezler üzerine inşa etmiş, yıllardır sa­ vund uğ u K ü rtierin ö zg ü rlü ğ ü a d ın a Kürtierin önem li bir kısm ından farklı düşündüğünü dile getirmekten de ç e ­ kinm eyen bir bilim insanından ya da lügat anlam ıyla bir aydından söz edi­ yoruz. N e devletin resm î ideolojisine karşı çıkm ak, ne de siyasallaşm ış bir

_______ SON SÖ Z YERİNE ___________ B e şik ç i için erken doğm uş bir aydın d e n e b ilir m i? 20 b ile m e d in iz 30 yıl sonra doğmuş; yaptıklarım , söyledikle­ rini böyle bir rötarla gerçekleştirmiş o l­ saydı, toplum bilim ci olarak bambaşka

bir hayatı olur m uydu? Belki yanlış dü­ şünüyorum . Tersini kuralım ; doğduğu zam andan 20 ya da 30 yıl ö n ce doğsaydı da, belki yine aynı konulara ilgi

toplumun yaklaşım larını eleştirmek v e ­ ya aykırı düşüncelerini ifade etmekten çekinm iş biri o... "'Düşünce suçlarına" ilişkin görüşlerini o k u yu n ca bu tutu­ munu daha iyi anlam ak mümkün:

İnsanlar iradelerini kullanarak hırsız­ lık yapmayabilider, cinayete teşebbüs etmeyebilirler, dolandırıcılık yapma­ yabilirler, rüşvet almayabilirler... Bü­ tün bunlar insanların iradelerini kul►

rum ki bizzat reform un yapılış şekli ve zamanı bir ölçüde bu gecikmenin açıkla­ masını da içeriyor. Cumhuriyet Üniversitesi dönemin tüm devrimci atılırulan gibi devrimci bir yön­ tem le kuruldu. 31 Mayıs 1 9 3 3 ’te kabul edilen 2 2 5 2 sayılı kanunla D arülfünun kapatılıyor ve 1 Ağustos 1 9 3 3 ’te tekrar açılan kurum artık yepyeni bir kim likle

muştu; “Bugün kuruluşu başlayan İstan­ bul Ü niversitesinin dünkü İstanbul Da­ rülfünunu ile hiçbir münasebeti yoktur. Üniversite yeni bir müessesedir. Ananesi kendi ile başlayacaktır,"21 Aslında 1933 reformuna götüren tartış­ malar Cumhuriyet’in ilânından birkaç yıl sonra başlamış, ilk işaret de 1925 yılında D arülfünuriu ziyaret eden M illi Eğirim

ortaya çıkıyordu.20 Dönemin Milli Eğitim

Bakanindan gelmişti: “Dar’ülfünnnumuz

Bakam Reşit Galip, Cumhuriyet'in bu ye­

bazen gizli bazen aşikâr memleketin üze­ rinde hâlâ mevcut olan hurafe ve dalâlet

ni ürününü kamu oyuna şu sözlerle sun­

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

önleyebile­ ceği suçlardır. Haibuki düşünce böy­ le değildin İnsanların iradelerini kul­ lanarak düşünmekten kaçınmaları şeklinde bir psikolojik süreç söz ko­ nusu olam az. Zira düşünce, insan varlığının en temel boyutudur... Öte yandan düşüncenin azı, birazı vs. ol­ maz. Düşünce sınırsızdır. O halde, düşünceyi yasaklayan Türk siyasal sistemi karşısında, benim gibi bazı ki­ şiler sürekli olarak s ü ç /li durumundadırlar, potansiyel suçlu durumunda­ dırlar. Çünkü düşünce her zaman açıklanacaktır. Açıklanan düşüncele­ rin suç kabul edilmesi bızleri sürekli suçlu, sürekli sanık konumunda tut­ maktadır... Bilimsel düşüncelerden, bu düşüncelerin açıklanmasından ta­ viz verilmesi mümkün değildir. Dev­ letin bu düşünceleri boğma, ezm e yolundaki tavır ve davranışı da belli olduğuna göre sonuç ne olacaktın’ Düşüncelerin devlet terörü de dahil her türlü terör kullanarak boğulmaya çalışıldığı bir yerde çağdaşlıktan, uy­ garlıktan dem vurutamaz... Öte yan­ dan ceza hukukunun 'ıslah' olarak bilinen bir kurumu var. Cezanın ama­ cının ıslah olduğu söylenir... 'ıslah' burumunun bizim olayımızdaki rolü nedir? ... Tarafların, yani bizim ve /anarak gerçekleşm esin;

212

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

devletin düşüncesinin ve eylem inin

içeriğinin, böyleşine net bit şekilde bir ortamda böyle bir kurumun çalışması mümkün müdür? (Başkaldırının koşullan, Yurt Kitap

ortada durduğu

Yayın, 1991, Ankara, s. 50) Türkiye devletinin de, hiçbir devletin de Beşikçi gibi düşündüklerini ifade et­ mekten çekinm eyenleri "tslah" edem e­ yeceği ortada. Yıllarca hapse mahkûm etseler de, sokak ortasında kurşunlatsalar da, toplum taraf/ndan "s a k ın c a lı" kabul edilm esine yol açsalar da Beşikçi ve onun gibiler hep olacak

Devletin,

devletlerin böyle bakması, böyle yap­ ması "norm al"! Peki ya toplum ! Beşikçi hakkında bir biyografi, onun nereden bakarsanız bakın "ç a rp ıc ı" ve "ilg in ç" olduğu kesin olan yaşamı hakkında bir çalışm a n iye yo k? Yapıtları hakkında kaleme alınm ış çalışm alar nerede? Ba­ ğımsız sosyologlar, sadece bilim ve ifa­ d e ö z g ü rlü ğ ü a d ın a , D o ğ u

lu'nun Düzeni araştırmasını

A nado­

aynı çerçe­

ved e bugün yeniden yapm ayı düşün­ m ezler m i? Bu kadar mı "s a k ın c a lı"? Türkiye'de düşünce ve ifade özgürlüğü­ nün Önündeki yasakların timsali olmuş, yaşamım bu yasaklara feda etmiş İsmail Beşikçi adına konmuş bir ifade özgürlü­ ğü ödülünü, bir gün görebilir miyiz?



kuvvetlerine karşı inkılap fikirlerinin bir mücadele cihazıdır... Kanunlarla yıkılan

rülü nün belirttiği gibi, “(zamanın) iktisa­

müesseseler hakikatte yıkılmamıştır. Ka­ nunlarla teessüs eden (kurulan) müesse­

ilim yoluna atılmaları hemen hemen im­

seler hakikatte tesis edilmemiştir. Mües­

lerle yapacağımız şey, nihayet ‘mütercim­

di şeraiti (koşulları) altında gençlerimizin kânsızdı." Ve “(mevcut) zihniyet ve usul­

seseler kalplerin içinde ne vakit yıkılırsa

lik ve nakilcilik’ derecesini geçmeyecekti."

o vakit tamamen yıkılmıştır; kalplerde ne

Kısaca “Türkiye’de yeni b ir ilim hayatı

vakit istinatgah (dayanak) bulursa o za­

yaratmak sadece bir Darülfünun meselesi değil, onun çok fevkinde, bir m em leket

man tesis edilm iştir... Cum huriyeti k u ­ ranlar cumhuriyetçiyi yetiştirmeyi sizden bekliyor.”22 Oysa bu temenniler kolaylık­ la gerçekleşemezlerdi. Çünkü, Fuat Köp­

meselesi (id i)."23 Bu ise daha da geniş bir perspektifte evrensele; bir davranışı ge­ rektiriyordu. 1 9 3 0 ’lara girilirken, Eğitim

Y A K I N

T A R İ H İ M İ Z D E

S İ Y A S E T

İ D E O L O J İ

VE

B İ L İ M

Bakanı Cem al Hüsnü (Taray), "b ilim in Yalanı olmadığını çoklan beri biliyoruz." demişti, "artık istiyoruz ki vatanımızın da bilimi olsuıı."24 Üniversite ile ilgili yogim tartışmalar Id iO'larııı başlarında bu espri içinde başladı. ilginçtir kı b.ılıraıı yıllarında Kemalist rejim i daha radikal bir devletçiliğe y ö­ neltmek isteyen K adro dergisi yazarları da farklı duşünmüyorluıdı ve onlar da ok la­ rım Darülfünuna çevirmişlerdi. Kadrocu­ lara göre Darülfünun ıim im i anlayama­ mış. onun gerisimle kalmış29 ve bütün bu donemde İnkılabın kuruluş ve yaratış davullu mı işlev eıı. reci olan, orijinal olan bir lek eser, bir lek broşür, hatla bir tek sahile vermemişti . ' 2b İsle 19 VI Reformu bıı koşullarda isviçreli Profesör Malcho'ye havale edildi ve sine bu koşullarda Nazi Almam ası ndan kaçan çok sav ıda bilim adamı "lam .Yamanında gelen hayret veri­ ci ve buyuk bir v arillin"27 olarak yeni ıınıverstıenin kadrolarını doldurdular. Prol. Maiclıe, raporunda. "Darulfıınıın meselesi esas itibariyle lurkiye'niıı fikri, manevî, balla içtimai istikbali meselesi­

YÖK 'ün ik i m im arı. YÖK. üniversitelerin özerkliğini k a ii b ir hiçim de son a erdirdi. 12 Eylül ün teknisyen re uzm an yetiştirm ek a m acın a d a hizm et eden uygulam alarıyla bugün d e varlığını kahrıym ışçasın a sürdürüyor.

dir,"28 divor ve yeni kurulacak üniversite­ yi eski Darülfünun geleneğinden iki te­ mel noktada ayırıyordu: Bunlardan birin ı isi. yem kurulusun " ö z ci k lik " ilkesini reddeden, dev letçi ve devrimci bir temel Üzerinde kurulması: İkincisi ise. üniversi­ te kadrolarının, devrimci yöntemin başka bir uygulaması olan köklü bit tasfiye soınıeıı ohıştıırulmasıydı. Prof. Maiclıe. Darülfünun un özerk sla lusünü küçümsemekte herhalde haklıydı. Öyle sanıyorum ki. o dönemin önde ge­ len eğitimcilerinden İsmail Hakkı Balıacıoğlu'nun "M eşnuiyel'iıı verdiği muhtari­ yeti Cumhuriyet alamaz!-'29 şeklindeki is­ yanına rağmen, o günkü koşullarda tini versite özerkliği lonca tipi bir çıkar birli­ ğinin zırhı olmaktan öteye bir anlattı taşı­ yamazdı. Ne var ki yönetici kadroların devrim anlayışları da pek açık ve tutarlı değildi. Batı Avrupa'da faşizan milliyeıçi-

tiklerin yükselişi Türkiye'yi de etkilemiş ve dev rimci kadrolarda İtalya ve Almaıı va ya sempati duyan sesler yükselm eye başlam ıştı. Hatta Kem alist devrim cileri velet ince radikal bulmayan K adro dergi rinde bile bu yönde yazılar çıkıyordu. Ör­ neğin. tanı da M illerin Almanya'da iki i dara geldiği yıl. K adro dergisinde devrim­ ci bir "danılfüının’Tın özerk olamayacağı savunulduktan son ra şıı söyleniyordu: "Rusya. İtalya ve Almanya'da darülfünun­ ların liberal devirdeki istiklâlleri kalmadı ğı gibi ilimdeki hareket noktalat mı da li be rai görüşler leşkil ettniyor(du)” ve Av­ rupa'da "liberalizm tam bir hezim et ve tasfiye halindeçv d i)."30 Aslında Prof. Maiclıe de “devrimci” bir yöntemden söz etmişti, fakat raporunu li­ beral burjuva felsefesiyle, kaleme alan is­ viçreli profesör elbette ki "devrim den

d

ö

n

e

m

l

e

r

V

E

çok farklı bir şey atılıyordu. Prof. Malche için Türkiye'de devrim ancak bir zihniyet devrim i olabilirdi ve bıınun öncüsü de

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

le rd e n O rd , P ro f. P h lip p S c h w a rtz , 195 2 de Türkiye’den ayrılırken verdiği ra­ porda epeyce acı gözlemlerde bulunmuş­

üniversite olmalıydı. “Meselenin m erke­ z i,” diyordu M alche, skolastik zihniyeti h ed ef alarak, “İlim leri artık sabit olup, nakli ile muvazzaf (görevli) bulunulan vahdetler (bütü nlükler) şeklinde değil,

tu. 1933 Reformu’nun bekleneni verme­ diğini belirten Schvvartz, bunun nedeni­

lâkin m elekâtı dimağiyeyi (beyin yete­

gibi hislerle hareket etmek olduğunu ve aynı nedenlerle “bilimsel çalışmaya değil, mevki ve makamlara önem (verildiğini)”

neklerini) vücuda getirici usuller tarzında telâkki eylemektir.”31 Öyle görünüyor ki

214

Z

nin de birçok Türk aydınındaki “yetersiz­ lik duygusu ve bunun sonucu olarak b ö ­ bürlenmek, başarılı olanları çekememek”

M alch e’n in bu g ö rü şle rin i A tatü rk de paylaşıyordu ve raporu okuduktan sonra “hakikatlere istinat etmek lâzımdır” cümle ş in in a ltım ç iz m iş ve y a b a n c ı ilim adamlarının da “bütün medeni alemdeki fikri, ilmi mektep faaliyetleri hakkında en son ve en yeni ihtisaslardan istifade için

ifade e tm iştir.33 G e n e lle ştirilm e si zor olan, fakat belli bir gerçeklik payı da içe­ ren bu tablo, kısm en Osmanlı zihniyeti kalıntılarıyla kısmen de dönemin dünyayı felakete götüren talihsiz koşullarıyla açık­

çağrıldıklarım" vurgulamıştı,32 1933 Üniversite Reformu konusundaki bu açıklamalarımızdan nasıl bir sonuç çı­

ırkçı-totaliteT rejim ler arkalarında insan­ lık tarihinin en kanlı sahifelerini bıraka­ rak yok olmuşlardı.

karabiliriz? Bu köklü reform ülkede ger­ çek bir bilim sel ilerlemeye, bir zihniyet devrimine yol açmış mıdır?

1945’te demokrasilerin zaferi dünyada

Kuşkusuz hu reform, bir kısmı dünya çapında ünlü olan Alman bilim adamları­

lanabilir. 1 9 4 5 ’te yeni bir dünya düzeni­ nin kurulm asına başlanırken Avrupa’da

yeni bir dönemi başlatırken Türkiye’de de özgürlük rüzgârları esmeye başlamış, o günlerin deyimiyle “46 Ruhu” canlanmış­ tı. Çok partili hayata geçişe ve iktidar de­

nın da katkılarıyla, Türkiye’de bilim sel

ğişikliğine yol açan gelişmeler Türkiye’de

yöntem ve esprinin gelişmesinde önemli bir adım olmuştur. Ne var kİ, daha önceki

bilim zihniyeti ve üniversitelerle ilgili ne­ ler getirdi?

sayfalarda anlatmaya çalıştığımız gibi, Batı’da bilim, yüzyılların ürünü olan bir or­ tamda gelişm e olanağı bulm uştu. Buna karşılık Sanayi D evrim i sürecince dini

BİLİM , M İLLİYETÇİLİK VE İSLAM CILIK: *13 ‘'46 RUHU‘VİDAN YÖJCE-._______

doğm ak nn sarsıldığı, skokstik zihniyetin kırıldığı, “büyülerin bozulduğu” bu geliş­ me Türkiye’de yaşanmış mıydı? Yan fe­ odal üretim ilişkilerini henüz tasfiye ede­ memiş, nüfusun % 801 kırk bin kadar kö­ ye dağılmış ve bu köylerin de 3/4’ü nüfu­ su beş yüzden az ve yol kavşaklarından

üniversitelerle ilgili en önem li gelişme İkinci Dünya Savaşı sonrasında ülkenin çok partili hayata geçmesiyle ortaya çıktı. 13 Haziran 1946’da kabul edilen 4 9 3 6 sa­ yılı kanunla, 1 9 3 3 ’te kurulan üniversite

uzak yerleşme birim leri olan bir ülkede çağdaş bilim zihniyetinin yerleşmesi el­ bette kolay değildi. Nitekim rejimin des­ teğine, aydınknmacı elitlerin tüm çabalarına rağm en bu konuda alınan yol göz kamaştırıcı olmaktan uzak oldu.

bağlamında düşünmemiz gereken "özerk­ lik” kavramında odaklanıyordu.

1933'te Türkiye’ye sığman Alman âlim­

1 9 3 3 R eform u ’nd an sonra T ü rk iy e ’de

sistemi yerini farklı bir örgütlenme mo­ deline bırakıyordu. Ve temel değişiklik de, niteliğim ve sınırlarını yeni koşullar

4 9 3 6 sayılı kanunun gerekçesinde şu il­ ginç tespiti okuyoruz: “Ü niversitelerin yönetim şekilleri için umumi bir sistem

Y A K I N

T A R İ H İ M İ Z D E

S I Y A 5 E T .

olmamakla ve değişik memleketlerin üni­ v ersitelerin in yönetim leri tarihî, m illî, ekonom ik hatta dini ve mezhebi sebep­ lerden dolayı farklı şekiller göstermekle beraber, aralarında esaslı benzerlikler ve müşterek temeller vardır. Bu müşterek te­ mellerden başlıcası üniversitelerin bilim­ sel, yönetsel özerklikleri olması, organla­ rını seçme yetkisine malik bulunmaları­ dır.”3'1Aynı bağlamda, dönemin Milli Eği­ tim Bakanı Haşan Âli Yücel de 4 9 3 6 sayılı kanunu Meclis’e sunarken “Üniversitele­ rin özerkliği bir oluşun, ergini iğin ifadesi olduğu vakit kıymetlidir," demişti, “onun içind ir ki 1933 Kanunu D arülfünun’un özerkliğini kaldırmıştı. Çünkü hakikaten bu müessesenin disipline ihtiyacı vardı, toplanması lâzım geliyordu.”35 Bu “erginliğe* Üniversite 1 9 4 6 ’da ka­ vuşmuş muydu? Aslında 1946 Türkiyesi ne s o sy o-eko­ nom ik yapı açısın d an , ne de y ö n e tici

İ D E O L O J İ

V E

B İ L İ M

burjuva kesimleri de harekete katıldılar, hatta ilk yıllarda harekete damgalarını vurdular. “46 Ruhu" bu koşullarda doğ­ du, bu koşullarda iktidara yürüdü. Oysa DP daha iktidara gelmeden, ufuktaki za­ feri sezen tüm çıkarcı ve oportünistler parti yönetim ine ağırlığım koym uş ve Tü rkiye’de “d em okrasi"nin geleceği de böylece somut bir biçimde ortaya çıkmış­ tı.36 Durumu daha o günlerde teşhis ede­ rek demokratik, sosyalist ve bağımsız bir h arek et yaratm ak istey en ayd ınlar ise (Tan gazetesi, DTCF olayları, kurulan sol partiler vb.) kaba yöntemlerle siyasî baya­ tın d ışın a itild ile r, T ü rk Ceza K anunu'nun komünizme karşı faşist İtalya Ce­ za Kanunu’dan ithal ettiği ünlü 141 ve 142. maddeler önce CHP sonra da DP ta­ rafından (1 9 4 9 ve 1951 yıllarında) iki kez değiştirildi ve ağırlaştırıldı,37 Bu koşullar­ da, milliyetçiliğin koyu bir antikomüniz-

zü m re le r b ak ım ın d a n 1 9 3 3 T ü rk iy e ­ sizd en farklıydı. Demokrat Parti de, biri Atatürk’ün başbakanlığın ı yapm ış dört

me dönüştüğü, Cezayir Savaşı’n ın bile “kom ünizm” korkusuyla eleştir demediği ve dinci bağnazlığın da tarikatçılık (o yıl­ larda “Ticanilik") kisvesi altında hortladı­

CHP milletvekili tarafından kurulmuştu. F a rk lılık u lu slararası k o n jo n k tü rd e k i

ğı b ir ülkede toplum bitimleri adına ne yapılabilirdi? Bu dönemde toplum bilim­

önemli değişiklikten ileri geliyordu. Bur­

lerinin okutulduğu fakültelerde Ameri­ ka’dan ithal edilmiş “modernleşm e” ku­

juva dem okrasileri faşizme karşı büyük bir zafer kazanmışlar, fakat savaştan son­ ra faşizm korkusunun yerini komünizm korkusu alm ıştı. Soğuk Savaş, çok kısa süTerı b ir zafeT sarhoşluğu nd an sonra uluslararası ilişkilerin rengini belirleyen temel faktör oldu. Türkiye tarihî, toplum sal ve kültürel nedenlerle bu Soğuk Savaş’a en yatkın ül­ kelerden biriydi, “Millî Şef” İnönü, İkinci Dünya Savaşı sırasında müttefiklere karşı “sadakatsiz” tutumu yüzünden Batıktın güvenini kaybetmiş, “demokrasi* patro­ najı daha çok toprak ağalarının ve savaş vurguncularının başını çektiği bir CHP fraksiyonuna kalm ıştı. Ne var ki şeflik sisteminin ve savaş yokluklarının yarattı­ ğı hoşnutsuzluk o kadar büyüktü ki, öz­ gürlüğe susamış emekçi, köylü ve küçük

ramlarının daha çok sosyalizme karşı bir almaşık oluşturma esprisi içinde anlatıl­ dığım görüyoruz. Kısaca, 4936 sayılı ka­ nun bir yaudan özerkliği ve akademik öz­ gürlüğü getirirken, öte yandan da bunla­ rın sın ırla rın ı koyuyordu. Bu sın ırlar, özellikle, kanunun üçüncü maddesiyle üniversitenin yetiştireceği öğrenci profili çizilirken netleştiler ve ilk taslakta esas alman "çağımız medeniyetinin ilkeleri", TBMM’deki tartışmalardan sonra yerleri­ ni daha ulusçu değerlere terk ettiler.38 Bu şekilde açılan yol, 12 Mart 1971 darbe­ sinden sonra çok daha net ideolojik tavır­ lara zemin oluşturacaktır. Aslında tüm gelişmeler, baştan itibaren, Türkiye’nin çok partili hayata geçiş şek­ liyle belirlenmişti: Daha 1945’te Milli Eği-

215

d

ö

n

e

m

l

e

r

V

E

tim Bakanlığı, bir genelge ile, öğretim üyelerine ve öğretmenlere siyasetle uğraş­ mayı yasaklamıştı. 4936 sayılı Kanun da, özerkliği kabul etmesine ve başta dekan olmak üzere seçimle gelen organlara yer vermesine rağmen, üniversiteleri sıkı sı­ kıya Milli Eğitim Bakanlığına bağlıyor ve bakana da üniversite ve fakülte kurulla tı­ nın beğenmediği kararlarını yeniden gö­ rüşülmek üzere iade hakkım veriyordu. Bunun da ötesinde, tutum ve davranışla­ rını beğenmediği { “siyasî bulduğu’1) öğre­ tim üyelerini “vekalet emrine" alarak üni­ versiteden uzaklaştırabiliyordu. Defalarca

216

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

masında, Demirci Efe’ye gönderme yapa­ rak “bir ülke ya ilimle ya da zulümle ida­ re edilir!" derken ve öğrencilerine “nabza göre şerbet vermemeyi" tavsiye ederken tam anlamıyla siyasetin içindeydi. Garip olan, k end isin i "dem okrasi" olarak ta­ nımlayan her rejimde son derece normal sayılacak bir etkinliğin Türkiye’de yasak­ lanması ve bir kısım öğretim üyelerinin de üniversiteyi terke zorlanmaları idi. Üs­ telik Forum dergisi bir düzen tartışması yapmıyordu ve yazarları genellikle De­ m okrat Parti'nin kuruluş ilkelerine sıkı

uygulanan bu yasal olanak, sadece Anka­

sıkıya bağlıydı. Nitekim, bu degiyi çıka­ ranlardan bir kısmı daha sonra Hürriyet

ra Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu veka­ let emrine alındığı zaman kamu oyunda

kacı ile birlikle kurdular. F oru m dergisi teorik bir dergi değildi ve

büyük yankılar uyandırdı. 19 5(flerde bilim le siyasetin buluşarak kamuoyunu harekete geçirdiği tek olay, bir kısım toplum bilimci ve hukukçu öğ­ retim üyesinin 1954 yılından itibaren çı­ karmaya başladıkları Forum dergisiydi. Prof. Feyzioğlu da Ankara’da çıkan bu derginin yazarlarından biri olarak “siyaset yapmış” ve şim şekleri üzerine çekmişti. Kamu oyunda büyük bir ilgi odağı haline gelen Forum dergisi 1954 seçimlerinden sonra, enflasyönist politikasının yarattığı huzursuzluğu antidemokratik önlemlerle bastırm aya çalışan DP iktidarına karşı sert bir muhalefet yürütüyordu. Üniversi­ teler bu antidemokratik gelişmeden (hu­ kuki planda) nasiplerini 1956 başlarında Ü niversiteler Kam ınu’nda yapılan deği­ şiklikle aldılar, 6435 sayılı kanunla yapı­ lan bu değişiklik, bakana siyasî beyanda bulunan üniversite mensuplarını, üniver­ site senatonusunun görüşü alınarak, “ba­ kanlı k em rin e alm a" yetkisini veriyordu. 1956 Kasım’mda Prof. Feyzioğiu’nu ba­ kanlık emrine alırken aslında Başbakan Menderes kanuna aykırı bir davranış için­ de değildi: Forumcu akademisyenler siya­ set y ap ıyorlard ı ve D ek an F ey zio ğ lu , 1956-57 akadem ik yılının açılış konuş­

Partisini, DP’den ayrılmış birçok politi­

toplum bilimleri açısından herhangi bir iddia taşımıyordu. İddiası, basma (kamu­ oyuna) ve dem agojik yöntem lerin ege­ men olduğu siyasal hayata bilimsel yön­ temleri ve rasyonel tartışm a kurallarını benimsetme çabasında ifadesini buluyor­ du. N itekim “planlam a” fikri o yıllarda bu derginin liberal iktisatçıları tarafından ve sadece “rasyonel bir iktisat politikası” anlamında kullanıldı ve kamuoyuna da bu anlamda mal edildi. Bu düşünceleri ve eylem tarzlarıyla Fummcular bir kıstın si­ yasetçiler ve gazeteciler için örnek oldu­ lar ve 27 Mayıs hareketini hazırlayan fikir ortamına önemli ölçüde kaıkıda bulun­ dular. 27 Mayıs hareketi üniversitelerin en dinamik ve en ileri fikirli elemanlarıy­ la sıkı bir işbirliği içinde gelişti. 27 MAVİŞ, ÜNİVERSİTELER, BİLİM VE SOSYALİZM...________ 2 7 Mayıs 1 9 6 0 ’ta DP iktidarını deviren genç subayların aslında üniversite ile ilgi­ li sarih bir programları yoklu. “Reform” adı altında 147 öğretim üyesini sorgusuz sualsiz üniversiteden uzaklaştırmaları da bu konuda ne kadar bilgisiz ve hazırlıksız olduklarını gösteriyordu.

Y A K I N

T A R İ H İ M İ Z D E

SI

Y A S E T .

İ D

E O L O J İ

VE

B İ I I M

2/7 Taşra ve tan rıd aki eğitim eşitsizliği tartışm ası Cumhuriyet in kuruluşundan itibaren tem el m eselelerden birisi o larak k a k lı B ir y a n d a taşra ve m etropoller arasında, eğitim eşitsizliğinin y o l açlığı diisiinıden kültürel t e buna bağlı sayılan ideolojik farklılık, diğer taraftan m illi eğitim sistem inin k en d i iç p roblem leri sorunun uzun yıllar devam etm esine y o l açlı.

Aslında. 1‘Kul larda u n iv eısile konu­ sundaki gelişmelere daha çok dış geliş­ meler damgasını vurdu Sovyetler Liirli-

mesi. örgütlenmesi ve fraksiyonlara ayrıla­ rak iç çalışmalara girmesi çeşidi yöııleıiyle

gi'ndeki dem okratik açılım lar ve "barış içinde birlikle yaşama polilikası, branşız kolonyaliztninın çirkin yüzıinü gösteren

epeyce zengin bir yazın ortaya çıkmıştır. Bununla beraber konunun üniversiteler, bilim \e politika ilişkileıı açısından üze­

C.ezasıı Savaşı ve Amerikan kampusleriııi barış ve özgürlük karargâhları haline do

rinde yeterince durulmamış bir yönü ol­ duğu kanısındayım. Sanıyorum ki yanıt­

ııüşlürcn Vietnam Savaşı. Türk üniversite gençliği için de birer aydınlanma dersi ol du. ini çevrelerde uluslararası politikayı

lanması gereken som şudur: Marksist ku­ ram hangi nitelikleri itibariyle IdftOlarda tüm üniversiteleri saran ve teori ile siyaseti

sadeee Osnıanlı usulü bir sığınma politi­ kası olarak gören Menderes dönem inin

buluşturan bir kuram haline gelmiştir?

taşralı perspektifi şiddetle kınanıyor ve bilimle siyasetin el ele \uruyecegı evren selci bir perspektil aranıyordu. Milli Bir­ lik Komilesi'ııin genç ve hırslı subay kad­ rosu da onlunun hiyerarşik yapısı dışında gerçekleştirdikleri ihtilali, iktidarı CIİB'ye teslim operasyonuna dönü ştürm em ek kaygısıvla bu harekele d estek oldular. IdöO larda Marksist düşünce Türkiye'de böyle bir ortamda gelişti. Türkiye'de sosyalizmin 1%0'larda geliş­

ha\ lı incelenmiş bir süreçtir ve bu konuda

Bu g e lişim in her ülke iç in , küresel perspektif de göz önünde bulundurula­ rak. o ülkenin sosyo-kııltürel özellikleri çerçevesinde incelenm esi ve aydınlatıl­ ması gereken bir sorun oluşturduğu acık­ tır. Türkiye'de ise bu tarihî süreç o zama­ na kadar bilim \e politikanın ortaklaşa karşılayamadığı iki ihtiyaca yaıut veriyor­ du. Bunlardan birincisi şuydu: Marksizm, toplumsal formasyonları tarihî süreç için­ de ve goreselci bir kuramsal çcrçe\ ede ele aldığı ve farklı gelişme düzeyindeki lor-

d

ö

n

e

m

l

e

r

v

E

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

küreseli, bilim ile siyaseti birleştiriyordu. Böyle b ir yaklaşım Türkiye’deki siyaset pratiği ve bilimsel gelenek için, büyük bir

Bu hızlı dönüşüm üniversite gençliğin­ de de aynı derecede hızlı ve köklü bir psi­ kolojik dönüşüme yol açtı, Artık “burju­ va bilim i"nin büyüsü bozulmuş; üniversi­ te, öğrencilerin gözünde doğrulan öğren­

yenilikti. Osmanlı devleti yüzyıllarca dış dünyaya kapalı bir “Nizam-ı Âlem” poli­ tikası uygulamış, “Nizam-Cedit” politika­

menin ve hayatta bir statü sahibi olmanın kutsal aracı olmaktan çıkmıştı. Devrimci öğrenciler şu kanıya varmışlardı ki “bilim

sına zorlandığı zamanlarda da bunun ko­ şullarım bilimsel yöntemle incelem ek ira­ desini gösterememişti. Kemalist reformlar

yuvası” denilen yerler, aslında, egemen sınıfların maddi çıkarlarım korumak için gerçekleri saptırmak, ideolojiyi bilim dîye sunmak ve beyinleri yıkamaktan öte bir işleve sahip bulunmuyorlar. Bu koşullar­ da genç ruhlarda, aniden, öfke ve nefret, sevgi ve saygının yetini aldı. Psikolojide

masyonların küresel planda nasıl bütün­ leştiğini ortaya koyduğu ölçüde yerel ile

218

Z

ise üniversite dünyasında ve seçkinlerde tamamen Batılılaşmış bir ülke psikolojisi yaratmış ve yarı feodal bir yapı, olduğu gibi, ileri kapitalizmin kuramları ile açık­ lanm aya ve d eğiştirilm eye çalıştlm ıştı. Kuşkusuz Almanya’dan ithal edilen pro­

ancak cath arsis (arınma) sözcüğüyle ifade edebileceğimiz bu dönüşüm, sanıyorum

fesörler ve bir kısım Türk akademisyenler bnnun yarattığı uyumsuzlukları görmü­ yor değillerdi. Fakat farklı bir formasyon

ki, o yıllarda üniversite işgallerini, öğre­ tim üyelerine yapılan saldırılan ve “kur­ tarılmış bölge" operasyonlarını açıklaya­

ve b ir kültür devrimi gerektiren durum onların da birikimlerini ve iradelerini aşı­ yordu.

cak en uygun kavramdır.'10 Daha da geniş planda, o sıralarda kulla­ nılmaya başlanan ve bazı çevrelerde 27

Marksizmin 1960’!arda Türk üniversi­

M ayıs’ı tamam layacak bir darbe özlem i

telerine nüfuzuna yol açan ikinci özelliği de suydu: Marksizm, Türkiye’de, (aslında

içinde benimsenen “zinde kuvvetler” söz­ cüğü de, aslında, içeriği olan sosyolojik

1 9 5 0 ’lerde liberal-Keynesçi iktisatçıların moda haline getirdikleri) “planlama” fik­ rini çok daha radikal bir düzeyde temsil

b ir gerçeği ifade ediyordu. T ü rk iy e’de burjuvazinin, orta sınıfın ve emekçilerin en uyanık kesimleri ve örgütleri (barolar;

ederek, ülkenin “kalkınma” ihtiyacına da yanıt verebilecek nitelikte görünüyordu.

tıp, mühendislik ve mimarlık odaları; işçi ve öğretmen sendikaları; devrimci polis­ lerin “pol-d er”ine kadar her türlü der­

Aslında “kolektivbt planlama” fikri, tari­ hî maddeciliğin değil, Sovyet uygulaması­ nın ürünüdür ve bu uygulama daha çok da M arksizm in itibar kaybetm esine yol açmıştır. Ne var ki Sovyet sisteminin ka­ pitalizm le uzay yarışına girdiği yıllarda çok az kimse bunu fark edecek ve tartışa­ cak durumdaydı; kaldı ki Marksizm düş­ manlarının iktisadi kalkınma alanında or­ taya koyduklan performans da tüm fuka­ ralığıyla ortadaydı, Sotıuç olarak 1965’le

nek) bu koşullarda tarihî m addeci k u ­ ramlara yaklaştılar ve daha on yıl önce dünyanın en katı “Soğuk Savaş”rtu yaşa­ yan bir ülkede benzeri görülm em iş bir dönüşüm yarattılar. Bu dönüşümden siyasal iktidar için çı­ karılm ası gereken önem li dersler vardı. Tem sil e ttik leri sınıflar da dahil olm ak üzere tüm ülkenin istikrarını ve geleceği­ ni düşünen bir iktidar için yapılması ge­

1970 arasındaki beş yıl içinde tüm Cum­ huriyet tarihinde görülm em iş bir süreç yaşandı ve ülkenin en bilgili, en yetenekti

reken şeyler açıktı: Özgürlük sınırlarım genişletm ek ve TCK ’nm 14 1 -1 4 2 mad­

ve en atak kesimleri Kemalizmden Marksizme kaydılar.39

son verebilir, ülkenin elit tabakasını “ille­ g a l” duruma düşm ekten kurtarabilirdi.

delerini kaldırm ak bu anorm al duruma

Y A K

İ N

T A R İ H İ M İ Z D E

S İ Y A S E T ,

İ D E O L O J İ

V E

B İ L İ M

B içim sel bİT d em ok rasin in bile gereği buydu. O ysa g e lişm ele r öyle olm ad ı.

yıl önce de Marx ve Engels’in M a n ije s-

1965 seçim lerini büyük bir çoğunlukla (% 53) kazanan Adalet Partisi, antikomü-

to’da yazmış oldukları gibi, “komünizm heyulası”nın korkusu ile sarsıldı. Bu kor­

nizrn konusunda kendisinden çok daha tecrübeli aktivist milliyetçilerin ve (yerli,

ku, Türkiye’de, kökeni 19. yüzyıl “Şark Meselesi”nin acı anılarına dayanan “Mos­ kof düşmanlığı” ile örtüşünce, Soğuk Sa­ vaş, ülkede özgür düşünce ve bilim ala­ nında boğucu b ir atmosfer yarattı. Belli bir gelişme düzeyine kavuşmuş bütün ül­

yabancı) istihbarat ajanlarının desteğini de alarak bu durumu bir partizan avanta­ ja dönüştürm eye çalıştı. İşte Soğuk Sa­ vaş’] en ilkel sloganlarla (“Ortanın solu, Moskova’nın yolu!”) yeniden körükleyen iftira ve karalama kampanyası bu koşul­ larda başladı.41

1960 ve ’70Ti yıllarda bütün dünya, yüz

keler, günümüzde, devrimci düşüncelerle ideolojik planda, irrasyonalist felsefelerle ve sm ıf çelişkilerini gizleyen toplumsal

Ortadoğu’da Batı emperyalizminin çı­ karları açısında hayati bir konumda olan bir ülkede en ufak b ir riske taham mül edemeyen karanlık kuvvetler de yine bu koşullarda Türkiye’yi (o tarihlerde icat edilen b ir terim le) "d estabilize” ettiler, yani istikrarsızlaştırdılan Böyle ce, Türki­

kuram larla savaşıyorlar. Kuşkusuz dinî duygular ve milliyetçilik de bir ölçüde ve kontrollü bir şekilde seferber ediliyor; fa­ kat burjuva demokrasileri diyalog ve tar­

ye’de bir demokrasi ve uygarbk kavgası

nakilcilik düzeyinde yürütüldüğü ülke­ mizde gerçek ideolojik araçlar milliyetçi­ lik ve siyasal İslâm oldu.

olarak başlayan hareket giderek toplum­ dan izole edilen ve lanetlenen bir üniver­ site gençliği k esim in in “silah lı sağ-soİ kavgası” haline dönüştürüldü. M arx’ın 1848 devrimleri için yazdığı gibi, kamu­

tışma alanlarını hiçbir zaman tamamen boğamıyor. Ne var ki, felsefi gelenekten yoksun, toplum bilimlerinin de daha çok

12 Eylül askerî yönetiminin doğal ide­ olojisi daha çok milliyetçilikti Fakat sol

oyunda, kürsülerde yenilemeyen bir hare­ ket şiddete yöneltildi, sokaklara sürük­

düşünceye karşı seferber edilen korku ve nefret o kadar büyüktü ki, Atatürkçü slo­ ganları ayet ve hadislerle desteklem ek,

lendi ve orada yenildi. Sonu ç önce 12 Mart 1971, sonra da onu tamamlama ve

generaller (ve 12 Eylül’ün arkasındaki Am erikalı ideologlar) için b ecerik li bir

kurum sallaştırm a hed efine y önelik 12

ihtiyat ve taktik önlemi halini almıştı. Bi­ limsel tartışma açısından daha da vahimi şuydu: 12 Eylül'de İktidan ele geçirmiş olanlar, YÖ K siste m in i k u rarak kendi

Eylül 1980 darbeleri oldu. DARBELER ARASINDA: SİYASET, ÜNfVERSİIE VE BİLİM Askeri darbelerin yakın tarihimizde bilim ve özgürlük açısından açtığı karanlık say­ faların öyküsü başka yerlerde uzun uzun anlatılmıştır. Günümüzde de hemen her gün farklı b içim ve iç e rik li yayınlarla (makale, kitap, anı, roman, öykü vb.) acı anıların tazelendiğini görüyoruz. Toplum hayatının her yönünü ilgilendiren bu ge­ lişmelerin, bugün, üniversite ve bilim açı­ sından (geçici) bir bilançosunu çıkarabi­ lir miyiz?42

korku ve vehimlerini kurumlaştırmak is­ tediler. Böylece kışlaların okula dönüş­ mesi gereken bir ülkede, giderek üniver­ sitenin kışlalaşmasma çalışıldı. Bunun ya­ rattığı çelişkilerden bugün de kurtulmuş değiliz. Bilim “kutsal değerler”! tanımaz ve ta­ rihte bilim önce dinî dogmalara, sonra da milliyetçiliğe karşı direnerek, onların “bü­ yülerini bozarak” kendisine bağımsız biı alan yarattı Thomas Kuhn’un “paradig­ ma”, E Bourdieu’nün “entelektüel alan”, J. Haber mas i n “kam usallık” adını verdiği

219

D

220

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

özgür araştırma alanı Osmanlı devletinde oluşup kendi geleneklerini yaratamadı. Oysa dalla 18. yüzyılda Aydınlaııma’nın büyük düşünürü Kam, en büyük kavgası­ nı üniversite içinde, felsefe fakültelerinin ilahiyat fakültelerine üstünlüğünü sağla­

kararında, öğrencilerin “ö r f ve a d etler in e bağ lı" yetiştirilm elerini öngören hükmü de iptal etmiş, fakat, tamamen bilime kar­

mak için vermiş ve f 9. yüzyılın başlarında da modern üniversitelerin atası sayılan

1979’da İran’da Şeriat D evletinin kurul­ masıyla hızla siyasallaşmaya başlayan din

Humboldt Üniversitesi bu temel üzerine kurulm uştu. Fransa’da da bu savaş 19. yüzyıl boyunca sürdü ve 1 9 0 5 te bir ka­

de enfonnel yollarla aynı yönde kullanıl­ maya başlanmıştı.

nunla dinle devlet ayrıldıktan sonra, baş­ ka bir kanunla da (1906’da) ilahiyat fakül­ teleri yasaklandı. Bizde bu konuda zaten köklü bir gelenek oluşmamıştı; üstelik as­ kerî cuntalarla tam tersine bir süreç başla­ dı ve bilim giderek önce milliyetçiliğin,

dogmalarla (Akaid), dinî ritüeklen (İbadat) oluşur. Batı dünyasında laikleşm e, yüzyıllar boyunca dini akideler bağlamın­

sonra da siyasallaşmış bir din yorumunun tabularına bağımlı kılındı. 12 Mart Darbesinden kısa bir süre son­ ra çıkarılan 7 Temmuz 1971 tarihli ve 1750 sayılı kanun, 12 Mart öncesi “anar­ şi”den aldığı dersi, maddelerine başlıca iki biçimde yansıtmıştı. Birincisi, üniver­ site tanımında ağırlığı öğ retim e veriyor ve öğretimin hedefini de “millî tarik şuuruna safıip, vatanına, ö r f ve adetlerine bağlı, m il­ l i y e t ç i ve sağlam düşünceli tıydtnltıri’ (madde 3-b) olarak saptıyordu. Tamamen siyasal nitelikteki bu amir hükümler ka­ nunun ideolojik işleviydi. Kanunun poli­ tik (ve disipliner) işlevini ise, mevzuatta radikal bir yenilik olan Yüksek Öğretim Kurumu ile ilgili hükümler oluşturuyor­ du. Başka bir deyişle, 12 Eylül D arbesi­ nin ünlü YÖK'ü, aslında, daha 12 Mart D arbesinde yüksek öğretimimize arma­ ğan edilmişti. Tine de kavga bitmemişti. 1750 sayılı kanunun kurduğu YÖK'ün yetkileri Ankara Üniversitesi ve CHP’nin Anayasa M ahkem esind e açlık ları dava sonucu 1975 Aralık ayında iptal edildiler. Böylece Yüksek Öğretim Kurumu, 1982 Anayasasfııda yeniden cani andı alıncaya kadar sembolik olmanın ötesinde bir an­ lam taşımadı. Anayasa M ahkemesi ayııı

şı bir espriyi oluşturan “milliyetçilik ve millî tarih şuuru” ile ilgili hükme dokun­ ma m ı ş 11. A slın d a bu da y e tm e m iş,

Her din gibi M ü slü m anlık da tem el

da, dinle felsefe ve dinle bilimin çalışmalı diyalogu içinde gelişti. Sonunda ortaya Orta çağ da kinden çok farklı, tamamen ru­ hanileşmiş, “Sezar’ın hakkını Sezar’a ve­ ren” bir Hıristiyanlık çıktı. Descartes da, Kant da inançlı insanlardı; fakat bunların Hıristiyanlığı, örneğin Descartes’ın okulu Cizvit kolejinde telkin edilen Hıristiyan­ lıktan ya da resmi ilahiyatçı Bossuefııin Hıristiyanlığından çok farklıydı. Oysa, İs­ lam dünyasının Romalıları olan OsmanlI­ lar tüm enerjilerini siyaset ve idare alan­ larına yönelttiler ve “Akaid" tartışmaları­ nı hiçbir zaman “fbadat” tartışmalarının önüne çıkarmadılar. 17. yüzyılın en güçlü yazarlarından, (Descartes'ın çağdaşı) Kâ­ tip Celebi M iz a n ’ül Halik’ta OsmanlIları ayıran en önemli sorunları anlatırken hep ritüel sorunları ve “bidat" (yasaklar) üze­ rinde duruyor ve esefle bu çatışm aların medreselerdeki hikmet ve felsefe dersleri­ ne sekte vurduğunu vurguluyordu. 19. yüzyılda da Sultan II. Abdülhamit, Batt'da s e s in i d u y u rab ilen b ir âlim i İsta n b u l medreselerinde değil, Afgan kökenli bir din b ilg in in in , Cem aleddin Afgani’nin şahsında bulm uş, fakat onu da siyasal amaçlarının hizmetine sokmuştur. Kısaca Osmanlı devletinde İslâm hiçbir zaman felsefeyle diyalog içinde tam anlamıyla “ruhani" 1eşmemiş, daha çok bir “ibadet bütünlüğü", belli bir “yaşam tarzı” olarak varlığını sürdürege İmiş lir. Bu koşullarda

Y A K I M

T A R İ H İ M İ Z D E

S İ Y A S E T ,

b ir kasta dönüşen Osm anlı m edreseleri de bilimi değil, dar çıkarları ve skolastiği temsil etmeye devam etmiştir.43 Dinle bi­ limsel zihniyetin çatışması ve dinin bilimi engellemesi de, Osmanlı medreselerinin M eşrutiyetten itibaren anlaşılmış olan44 ve kontrol edilmeye çalışılan bu özelliğin­ den kaynaklanıyor. Ö zetlersek, yakın tarihim izde bilim e tehdit, eleştirici akla dayanmadığı ve hiç­ bir bilimsel iddiası olmadığı halde devlet ideolojisi haline gelen ve bilim i kontrol

İ D E O L O J İ

V E

B İ L İ M

etmeye çalışan m illiyetçilikten, İslam cı­ lıktan ve bilimsel bir temele sahip olsa bi­ le kutsallaş tınlara k din mertebesine yük­ seltilmiş doktrinlerden gelmektedir. Bun­ ların müdahale edici ve tabu yaratıcı ağla­ rının dışında bir “bilim alanı" yaranlmadan, hiç kimse ülkede bilimin geleceğine güvenle bakamaz. Bu kavga elbette ki ye­ ni kastlar oluşturm a potansiyeli taşıyan “Akademi’’nirı tekelinde değildir; bu kav­ ga özgür ve çağdaş b ir Türkiye isteyen herkesin kavgasıdır. □

Dİ PNOTLAR 1

Max Weber; Le Savant et le Politique; Paris, Pion, 1963, s, 81,

2

J. Habermas'ın 1968'de yayımladığı "İdeoloji Olarak Bilim ve Teknik" başlıklı kitabında bu tezi geliştirir. La Technigue et ta Science comme "fdeo/ogıe"; Paris, Denoel-Gonthier, 1978.

3

Aynı eser, s. 106.

4

M. Weber; Essais sur ta Theoıie de la Serence, Paris, Plan, 1965, s. 211,

5

M. Weber; L'Ethiçue Protestan te et L'Esprit du Capitalisme; Paris, Plon, 1967, s. 13,

6

K. Mam, Le Capital, Kitap I, Paris, Editions 5ociales, 1983, s. 10. (Almanca ikinci baskıya ön­ sözden).

7

K. Marx; Thöses sur Peuerbah (yayına hazırla­ yan ve yorumlayan G. Labica); Paris, Presse Universitaires, 1987.

8

Aslında VVeber'in kendisi, tezlerini Marx'a karşı geliştirmiş değildi veya en azından böyle bir id­ dia ile ortaya çıkmamıştı. Aksine "büyük düşü­ nür" olarak nitelediği Mars'ın temel kavramla­ rını (üretim biçimi, üretim ilişkileri, artı-değer vb.) kendi geliştirdiği "ideal-tip" kavramının so­ mutlaştı rıl ması arayışı çerçevesinde (h euristic kavramlar olarak) değerlendirmiştir. Bilim kura­ mı konusundaki ünlü makalesinde bu hususta söyledikleri şunlardır: "Tüm özgül Marksiznrıin tarihî gelişme 'kanun’ları ve kurguları, kuşku­ suz, teorik olarak uygun olduğu ölçüde bir ide­ al-tip niteliğine sahipler. Marksist kavramları bir kez uygulayan herkes, bu rideal-tip'lerin sadece gerçekle kıyaslanmak için kullanıldıkları takdir­ de yüksek, hatta biricik beurisf/c (bulmaya yö­ nelik) değer taşıdığını, fakat ampirik bir geçeriiliğe sahip yapılar ya da 'hareket halindeki reel güçler' (yani gerçekte metafizik güçler) olarak sunulunca da tehlikeli olduklarını bilir." M. Weber; Essais surla Thöorie de la Science, s, 201.

9

KSrtip Çelebi: Keşfü'z-Zunûn, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2007 (5 cilt).

10 Osmanlı ilimleri hakkında betimleyici çalışma­ lar konusunda bkz. Dr. Adnan Adıvar'ın Osmanh Türklerinde İlim başlıklı eseri (İstanbul, Remzi Kitabevi, 2000) ile Ekmeleddin ihsanoğlu'nun Osman/ıtar ve Bilim (İstanbul, Nesil Ya­ yınları, 2007). Ben de Osmanlı Kim liği (imge Yayınları, 2000) başlıklı çalışmamda klasik çağ­ da Osmanlı zihniyetinin oluşmasında belirleyi­ ci olan ve etkileri günümüze kadar uzanan hukuk (fıkıh), felsefe-kelam ve tarih bilimlerini tarihî Öncülleri ile birlikte incelemiştim. 11 Muallim Cevdet naklediyor; Mektep re Med­ rese, Istan bul, Çınar Yayınları, 1978. s. 163. 12 Aynı eser, s. 163, Muallim Cevdet, eski zihniye­ ti "skolastik" sözcüğünü kullanarak eleştiren ilk düşünürün Salih Zeki Bey olduğunu söylü­ yor. s. 163. 13 Ahmet Mithat; İktisat Metinlen) yayına hazır­ layan ve sade leşti renler E. Erbay, Ali Utku; İs­ tanbul, Çizgi Kitabevi, 2005, s. 215. 14 Aynı kayrak, s. 216, 236. Burada, Mithat Efendi'den yaklaşık yüz yıl sonra da, yine Mülkiye'de, (ileri kapitalist ülkelerde "tam istih­ dam"! sağlamayı amaçlayan) Keynes doktrini­ nin aynı espriyle okutulduğunu, bir tanık ola­ rak aktarmak isterim. 15 Eileen Janes Yeo; The Contest for Sodel Scien­ ces: Relations and Representations o f Gender and Oass; Rivers Oram Press, Londra, 1996, s XV. 16 Aynı eser, s. 38. 17 Noel W. Thompson; The Peopte's Science, The

Popular Politicaî Economy o f Exploitatlon and Crisis Î8T6-7JL34, Cambridge University Press, 1984,5.219. 16 6u gelişme konusunu daha ayrıntılı olarak Toplum Bilimleri, Tarihi Maddecilik ve Praksis (Mülkiye, 2004, Yaz sayısı) başlıklı makalemde incelemiştim. Bu konuda genel bir tablo için bkz. Richard Olson; The Emergence o fth e So-

221

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

da l Sciences, 164? 1792; Tvvayne Publishers, New York, 1993. Amerikan toplum bilimleri nin gelişmeli hakkında, Dorothy Ross; The Ori gins o f American Sodal Sciences; Cambridge University Press, 1991. Ayrıca bkz. S. Rerkoviteh; The Puritan Origins o f the American Self; Yale University Press, 19/3.

222

19 Nizamnamenin ikinci maddesi "Darülfünun il mi muhtariyete sahiptir" şeklindedir. Nizam­ namenin metni için bkz. M. Tabir Hatiboğiu; Türkiye'de Üniversite Tarihi 1845-1997. Anka­ ra, Seivi Yayınevi, 1998. s. 57. Burada eklen­ mesi gereken bîr husus da, bu tüzükten he­ men önce Damat Ferit hükümetinin üniversi­ tede yaptırdığı "tensikat" (tasfiye) dir. Yüksek öğretim tarihimiz, hemen her reform girişimi nin bir tasfiyeyle birlikte olduğunu ortaya ko yuyor. Bu konuda bkz. M ele Tuncay, Haldun Özen; 1933 Tasfiyesinden Önce Darülfünun; Yapıt, Ekim-Kasım 1 9 8 a, sayı, 7. 20 Bu konuda daha ayrııııtılı ayıklamalarımız için bkz. 1. Timur; Toplumsal Değişme ve Üniversi­ teler, Ankara, İmge Yayınları, 2000, s. 229-236. 21 Hâkim iyeti IVİilliye, 1 Ağustos 1933. (Dr. E. Hirş'ten naklen. Dünya Üniversiteleri ve Türki­ ye'de Üniversitelerin Gelişmesi; Ankara Üni versitesi Yayınları, İstanbul, 1950, cilt I, s. 315). Bazı bilim adamları 1930'larda egemen olan kavram kargaşasına işaretle "kültür vahde ti"ni yeni üniversiteden bekliyorlardı. Mustafa Şekip Tunç bu konuda şunları yazmıştır; "(eski Darülfünun’da) fakülteler ayrı ayrı kurulmuş tu. Aralarında hiçbir modern üniversite tecanüsü, program vahdeti olmadan ayrı ayrı çalış­ tılar. Tıbbiye ayrı bir ocaktı. Hukuk öyle. Kendi başlarına, birbirleriyle alakası olmayan dilier, ıstılahlar icat ederek yaşadılar. Eski Darülfü­ nun organik bir halde değildi, müstakil parça­ lar halinde idi. Bugünkü üniversite, kültür tari­ himizde !lk defa olarak birbirinden ayrı ve bir­ birinden habersiz tekamüle çalışan meslek ve iliın şubelerini federe ediyor, onlara bir orga nizma ahengi ve nizamı vermek yolundadır." 1936'da yazıları bu satırların üzerinden yetmiş iki yıl geçmiş bulunuyor. M.Ş. Tunç'un bu bek tenlisinin bugün de gerçekleştiğini söylemek zordur sanıyorum. Bkz. Kültür Haftası, sayı 10, 18 Mart 1936. 22 Y. Akyûz; Türk Eğitim Tarihi, İstanbul, Kültür Koleji Yayınları, 1994, s. 310-311. 23 Fuat Köprülü, "DarülfCınun'un Vazifeleri," Ha yat, cilt II, sayı 28, 9 Haziran, 192/.

74 Necmettin SadK (Sadak) naklediyor; Hayat, su yı 141, 15 Ekim (Teşrinievvel), 1979. Ata tü rk 'ü n y a k ın ların d an o la n ve o yıllard a TBM M başkanhğı yapan Kazım Özalp ise, anı­ larında, tıp profesörleri Neşet Ömer ile Aki' Muhtar'ın kendisini Ankara'da ziyaret ederek bilimsel olarak çok zayıf olan üniversitenin "gün geçtikçe daha geri gittiğini, bu çöküşe bir çare bulunmasını, en kısa zamanda bir re­ forma gerek duyulduğunu” söylediklerini yaz­ maktadır. Özalp, daha sonra birlikte Başvekil İsmet Paşa’yı da ziyaret ettiklerini ekliyor. Kâ­

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

İ

E R

zım Özalp, Teoman Özalp; Atatürk'ten Anılar, Ankara, T. İş Bankası Yayınları, 1994, s. 51 52. 25 Burhan Asaf; "Arkada Kalan Darülfünun;" Kadro. Ağustos, 1932, sayı 8. 26 Şevket Süreyya Aydemir; "Darülfünun İnkılap Hassasiyeti ve Cavit Bey İktisatçılığı;" Kadro, Şubat 1933, sayı 14. 27 Prof. Klaus Detlev Grothusen; "1933 Yılından Sonra Alman Bilim Adamlarının Türkiye'ye Gö­ çü," Belleten; Ekim 1981, sayı 180, s. 539. 78 Prof. Albert Malche; İstanbul Üniversitesi Hak kında Rapor, İstanbul, Devlet Matbaası, 1939. s. 58. 29 M. Tahir Hatiboğiu; a.g.e., s. 174. 30 Burhan Asaf; "Üniversitenin Manası," Kadro. Ağustos, 1933, sayı, 26-27. 31 Malche Raporu, s. 58. 3? Prof. Dr. Utku Kocatürk; "Atatürk'ün Üniversi te Reformu Te İlgili Notlar;;" Atatürk Araştır­ ma Mcrke7İ Dergisi; 1984, sayı I, s. 9, 10. 33 Yahya Akyüz'ün özetinden; a.g.e., s. 312. 34 Kanunun metni ve görüşmeler için Dr. Hirş'in eserinden yararlandık. A.g.e., cilt II, s. 816. 35 Aynı eser; ciit II, s. 942. 36 Bu konuda o yıllarda DP parti miiffettişliği yapmış olan Samet Ağaoğlu'mın tanıklığı ay­ dınlatıcıdır. Müffettiş sıfatıyla bazı Karadeniz illerini ziyaret eden Ağaoğlu, şu gözlemde bu­ lunmuştu: ' (Bölgede) öteden beri servet ve arazi mahdut ailelerir elinde toplanmış ve halkın çoğunluğu bu aiie erin iktisadi ve siyasî nüfuz ve kudret sahaları arasında bölünmüş­ tür." Oysa başlangıçta DP saflarında "hemen hemen yalnız işçi, küçük tacir ve topraksız köylü ve çiftçi toplandı; fakat DP kuvvetlene­ rek iktidara yürümeye başlayınca bu seter bu zengin ve toprak sahibi aileler ve insanlar çok kuvvetli bir şevki tabii ile bu yeni kuvveti de ellerine almak yolunu aradılar ve her iki parti nin köşe başlarını tutmak için çalışmaya koyul dular." Ağaoğlu gözlemlerini şöyle tamamlı­ yor; "(Böylete) karanlık günlerini cesaretle ge­ çirmiş unsurlarla bu yeni unsurlar arasında sert bir mücadele kendini gösterdi." Biliyoruz ki bu mücadele, sonunda, egemen sınıflar ta­ rafından kazanıldı. Bkz. Sam et A ğaoğlu ;

DP'nin Doğuş ve Yükseliş 5ehepleri; Bir Soru; İstanbul, 1972. Çok partili hayata geçiş süre ciyie ilgili genel bir tablo için bkz. T. Timur; Türkiye'de Çok Partili Hayat Geçiş, Ankara, İmge Kitabevi, 2003. .37 1946'da Türkiye'de "domokrasi"ye geçişin ni teliğini gözier önüne sermek için Necmettin Sadak'ın bir itirafı ilginç görünüyor. 1949'öa dış ışieri bakanı olan -ve Darülfünun'da mü­ derrislik yapmış bulunan- Necmettin Sadak, "Ben Darülfünun'da içtimaiyat dersleri verir ken MarxTa Engels'in 1848'deki Komünist Manifestosu'nu rahatlıkla okuturdum," demişti. M. T. Hatiboğlu'dan naklen, a.g.e., s. 179. 38 Doç. Dr. Nurkut İnan; Dr. Haldun Özen, "Üniver-

Y A K I N

T A R İ H

İ M İ Z

D t

S İ Y A S E T ,

s te Reformu, Kısa bit Tarihle ve Yeni bir Yakla şm;“ Mülkiye Dergin, A'alık 1992, sayı ISO. 39 Bun a r söylerken, dönüşümün en hızlı yaşandı ğı kımjmlarrian biri olan Siyasal Bilgiler Fakül­ tesinde asistan olarak yaşadığım o yılları bir tanık olarak anımsadığımı belirtmek isterim. 40 Aristo'na, "arınm a" anlamına gelen katarsis kavramı Yunan trajedileri aracılığıyla ortaya cıknvşlı. Trajedinin seyirciler tarafından naylaşılan duygusal b:r işleviydi. "Trajedi asil bir davranışın taklididir," diyordu Aristo; "(b u taklit) bir hikâye ediş şeklinde değil, hareket halindeki insanıar taraf ndan, merhamet ve korku gibi duygulan ortaya koyarak, (rahatsız­ lık yaratan) heyecanlardan temizlenme" şe’lı yıllar Keınalizmle solun bazı siyasal açı­

açısından önem li bir bilim insanı olarak kabul edilip fikirlerinden yararlanılmıştır. N edir bü yorum lar diye baktığım ızda,

lım ların ın yakınlaştığı yıllardır. Kemalizmle milliyetçi solun sentezlenmeye çalı­ şıldığı bu yıllarda Mustafa Akdağ’ın Os­

O sm anlı toplu m d ü zen in i a ç ık la rk e n ekonomik olaylara öncelik veren bir yak­

manlI toplumu üzerine yazdığı metinler de bu anlayışa sahip olan siyasal akımla­ rın Türk toplumunun üretim ilişkileri ve

Mustafa Akdag’ın toplumsal değişme ve ilerleme anlayışrnda iktisadi süreçleri te­

aşam alarım açıklam akta kaynak görevi görmüştür. Zira Muştala Akdağ, Osmanlı öncesinden Cumhuriyet dönemine kadar yazdığı ekonomi ve toplumsal tarih me­ tinlerinde Osm anlı im paratorluğum un klasik dönemim olumlayan bir anlayışa sah ip tir,3 M ustafa Akdağ, O sm anlI'nın ekonom ik ve toplumsal değişmesini ana hatları ile ortaya koyduğu İddiasındadır. Ü lkenin taıib boyunca geçirdiği ekono­ mik ve sosyal hayatın bütün açıklığı ile ortaya k o n u lm asın ın , toplu m lunu zun geçmişten bugüne olan bağlantılarının da­ ha iyi anlaşılması anlamına geldiğini belir­ tir.4 Siyasal düşün hare keti erittin ortaya koymak istedikleri anlayış da tam budur.

Mustafa Akdağ sadece araştırmaları ile değil, bu araştırmalar sonucu ortaya koy­ duğu yorumlarla siyasal düşün çevreleri

laşım içerisinde olduğu görülm ektedir.

mel belirleyici olarak görmesi, onu, O s­ manlI loplumu ile ilgili bulgularının sol siyasal düşün akımlan için kabul edilebi­ lir bilgiler üreten bir tarihçi konumuna taşımıştır. Mustafa Akdağ’a göre ekonom i, to p ­ lumsal yapının değişmesi ve biçimlenme­ sinde, halkın dirlik ve düzenliğinde çok önemli bir etkiye sahiptir. Ona göre Mo­ ğol ve M ısır ablukaları, para darlığı, Bi­ zans ve Doğu Akdeniz ülkelerinin servet­ lerini Batı'ya taşımaları, Akdeniz çevresi­ nin ekonom ik üstünlüğünü yitirmesi ve Atlas O kyanusu’nun önem kazanm ası, Batı’daki merkezî krallıkların ekonomiyi kontrol altına almaları, Dogu’nun ham ­ madde kaynaklarının sömürülmeye baş-

239

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

lannıası, Anadolu’nun ekonomik düzeni­ ni bozmuş; Türkiye’nin toplumsal ve si­ yasal yapısına büyük zararlar vermiş, ül­ keyi kökünden sarsmıştır. Sonraki yüzyıl­ larda Avrupa’daki üretimin büyük geliş­ meler göstermesi de Anadolu’nun ekono­ mik yapısını olumsuz yönde etkilemiştir. Ekonominin kötüye gidişi, Osmanlı kent­ lerindeki güvenliği bozduğu gibi, her şeyi alt üst etmiştir. Köylüler vergilerin ağırlı­ ğı yüzünden topraklarını terk ederken, asker ve öğrenci ayaklanmaları başlamış, iç karışıklıklar artmıştır, Yöneticilerin ül­

240

keyi iyi yönetememeleri ve ekonomik nedenlerden dolayı kendine özgü ve m ü ­ kemmel bir düzen kurmuş olan Osmatılı İm paratorluğu, toplumsal olarak çözül­ meye başlamışnr. Mustafa Akdağ’m yazdıklarından, yine

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

akımlarına tarihsel veri aktarılmaktadır. Türkiye’deki siyasal düşün akımlarının öne sürdükleri tezleri kanıtlamak için ça­ lışm alarından yararlandıkları bir başka tarihçi de Ömer Lütfi Barkan’dır. Barkan, Türk düşünce tarihinin oluşumunda söz sahibi olan önemli bilim insanları arasın­ da yer alm aktadır. M ustafa Akdağ gibi Ömer Lütfi Barkan da, OsmanlI’nın ken­ dine özgü ideal bir düzen kurduğu genel görüşüne sahiptir. Barkan, “Türkçü" bir çizgiye dâhil olm asına karşın, Osm atılı toplum yapısı, hukuk sistemi, toprak reji­ mi ve m ülkiyet ilişkileri üzerine yaptığı çalışmalarla, tüm düşün çevreleri tarafın­ dan kabul gören bir bilim insanıdır. Bar­ kan, Osmanlı devletinin feodal ve ATÜT olmadığım, iddia edildiği gibi her şeyi sı­ kı sıkıya kontrol altında tutmadığım, her

Türkiye’nin tarihsel geçmişi hesaba katıl­ dığında Batılı toplumlarla ekonomik işbir­ liği içinde yan yana, iç içe yaşayabileceği tezini ortaya koymaya çalıştığı, bıı başka an latım la B atıcılaşm ay ı savunduğu da açıkça söylenebilir. Şöyle der: “Gerek Set-

alanda iyi bir hukuksal düzenlem e ger­ çekleştirdiğini ve bu hukuksal düzen içe­ risinde insanlann ekonomik faaliyetlerde bulunduklarını, ticaret hayatı ile uğraş­

çu kiler ve gerek O sm aıılılar çağı T ü rk harp makinesi, bunun için Hıristiyan halk

sal yapının değişmesinde etkili olduğu te­ zini savunmaktadır. Barkan, bütün Akde­ niz havzasında ortaya çıkan bir krizin Osmanlı ekonomisini derinden etkilediğini

kitlelerin e kork u n ç gelm iyor, böylece, Türk toplumsal hayatı da devamlı surette B atıca yaklaşıyordu.”7 Anadolu’da Türkleı ve Hıristiyarılar baştan beri birbirleri­ nin itikatlarına karışmadan yan yana yaşa­ mışlardır. İki halkın ekonomik çıkarları­ nın birbirlerine ihtiyaç duymaları vesile­ siyle, Hıristiyanların Haçlı zihniyetleri ve Müslümanların cihat telakkisi, iki tarafın da yalnız siyasi zümrelerinde yaşayan bi­ rer fantezi haline geliyordu, HıristiyanMüslüman mücadelesi yoktu. Bir Müslü­ man emiri bir başka Müslüman emire kar­ şı komşusu olan Hıristiyanfardan yardım isteyebiliyordu. Bu işbirliğinde ekonomik çıkarlar önemli rol oynuyordu.8 Bu nitele­ meler beraberinde başka bakış açılan ge­ tirm ekte; A nadolu’nun etnik ve dinsel kaynaşmasına da yer verilerek, Türk sos­ yalizm i ku rm ak istey en siyasal düşün

tıklarını ortaya koymaktadır. Ömer Lütfi Barkan da ekonom ik faktörlerin toplum­

ileri sürmektedir,9 Ömer Lütfi Barkan, genel görüşleri iti­ bariyle, 14. ve 15. yüzyıllar arasını kapsa­ yan klasik dönem Osmanlı toplumunun feodal ve ATÜT m odelleri ile benzerlik gös t ermediğini belirtir. Ona göre, Osman­ tım an ile feodal düzen arasında belli bir benzerlik olmakla birlikte, ikisi birbirin­ den çok farklıdır. Yakından incelendiği zaman görülecektir ki, tımar sahiplerinin feodal düzenle benzer sıfat ve yetkileri bulunm am aktadır. Topraklar, tım ar sa­ lI

hiplerinin özel mülkü değildir, Toprağın gerçek ve mutlak sahibi devlettir. Toprağı işleyen çiftçiler tımar sahibinin kölesi ol­ madığı gibi, toprağı da belli bir kurala gö­ re işlerler. Yine tımar sahiplerinin çiftçile­ rin emeği üzerinde egemenlikleri yoktur.

3AZI BİLİM İNSANLARININ T Ü R K İY E 'DEKİ Slv A SAL DUŞUN TARİHİNE K A TK ILA R I Ü ZERİNE BİR DENCMI-

241 Ü niverstteler, 12. yü zyıldan itibaren h ocaların b ir aray a g elip h akla rım d a h a iyi koru m ak, kim d ers v erebilir kim v erem ez m eselesin i ku rala bağlam ak, v erd ikleri dersler, bıı d erslerd e ele a la ca k la rı m ü fredatın özgü r b ir biçim d e h azırian m ası kon u su n da k a z a n d ık la rı ö z erk lik n ed en iy le ken d ilerin d en ö n cek i eğitim ku ru n d an n d an ayrılırlar. B u özerklik- siy asi y a d a iktisa d i eg em en ler karşısın d a ün iversiten in ay rıcalığ ım k ıskan çlıkla koru m ayı gerektiriyordu . YÖK sistem i ise bunun a k sin i arzu ladığın ı ik ra r ediyordu.

Osmanlı'da toprak rejimi, devletin belir­ lediği ilke ve hukuksal kurallara sıkr sıkı­ ya bağlı olarak işlemekledir, 0 Diğer yan dan. "idari veya hukuki sahada alınmış oları tedbirler chcm m iyeıi ne kadar bu yuk olursa olsun, toprak rejimlerinin v e ziıai bünyelerin teşekkül ve inkişafında, nüfus ve fiyat hareketleriyle devre hâkim iktisadi konjonktürün diğer unsurlarının rolünü de hesaba kalmak icap etm ekte­ dir. Bu bakımdan Osmanlı İmparatorlu­ ğu. uzun müddet hâkim bulunduğu ve kendisine mahsus bir zirai ve iytinıai iti zaını yaşatmaya muvaffak olmuş görün­ düğü bölgelerde bile, m iri arazi rejim i,

şartların tesiıiyle yeni bir feodalleşme ha­ line sürüklenmekte olduğu da müşahede edilmiştir. I'akat Türkiye'de bilhassa tı mar sahibi beylerin zamanla arazı mülki­ yetini ellerine geçirerek, garbi Avrupa memleketlerinin klasik Ortaçağ scnvörleri gibi, kendilerine mahsus bir mertebeler silsilesi, m erasim ve örfleriyle dışarıya karşı kapalı, yerli ve soylu bir sınıf halin­ de geliştiği iddia edilemez."11 Ömer l.üllı Barkan a göre Osmanlı siste­ mi, ATÜT ile de açıklanamaz. "Asya üre­ tim tarzı nazariyecilcriniıı, çok dar ve katı doktriner bir anlayışla, Osmanlı İmpara­

zam anla soysu zlaşarak , büyük toprak mülkiyetinin veya çiftlikler şeklindeki zi­

torluğunun iktisadi ve içtimai bünye bakı­ mından henüz esirlik ve derebeylik çağla­ rını idrak ve şahıslar için mülkiyet fikri te­

rai işletmelerin meydana çıkmasına mani olamamıştır. Bu suretle, uzun müddet iç­

şekkül etmemiş, basit ve iptidai bir varlık olarak yaşayabildiğini iddia etmeleri de.

timai ve zirai alakalar bakımından feodal diyebileceğimiz bir düzenin tasfiyesi ha­ reketi şeklind e g elişm iş olan O sm anlı

milletlerarası dünya ticaret yollarını mura­ kabe eden büyük liman ve şehirlere, inki­

toprak rejim inin, sonunda im paratorlu­ ğun içine düştüğü iktisadi ve mali kötü

şaf etmiş bir para iktisadiyatına, iç ve dış pazar münasebetlerine sahip bulunan ve bu suretle dünya piyasalarına hâkim fiyat

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

i

h

n

i

y

e

t

l

e

r

hareketlerinin ve mali buhranlarının tesir­ lerine tamamıyla açık bulunan bir impara­

ortaya koymaktadır. Bu birincil el veriler de, siyasal düşün çevrelerinin görüşlerini

torluğun iktisadi bünyesine ait hakikatleri inkâr etmek manasına gelmektedir.”12

netleştirmeye yardımcı olmaktadır. Mus­ tafa Akdağ, Ömer Lütfi Barkan ve burada

Ömer Lütfi Barkan, imparatorluğun ol­

yer almayan bazı tarihçilerin Osmanlı’ya

gunluk d önem ind e kurm ayı başardığı kendine özgü düzen içinde, toprak konu­ larına atfettiği önem ve derlediği toprak

ilişkin genel anlayışları kabul görmese de, Osmanlı’nm feodal veya ATÜT üretim bi­ çim ine sahip olduğunu ortaya koymaya çalışan siyasal düşün ekolleri ve bazı sos­ yologlar bu tezlerini kanıtlamak İçin yine de birincil kaynak olarak sözünü ettiği­ miz tarihçilerin eserlerini kullanmışlardır. Türkiye’de düşün tarihinin şekillenme­ sinde Mustafa Akdağ ve Ömer Lütfi Bar­ kan kadar etkili olan isimlerden biri de Niyazi Berkes’tlr. Niyazi Berkes tarihçi değfl, sosyologtur. Ama özellikle Türki­

hukuku kurallarına hayrankk duyar. Ona göre, bu dönemde, hukuk kurallarıyla siyasî-idari teşkilat ve ekonom ik koşullar

242

z

organik bir kaynaşma içindedir. Biri diğe­ rini tamamlar Hiç kimse ekonomik haya­ tın yapıcı ve yaratıcı kuvvetleriyle bu kuvvetleri çevreleyen, sevk ve idare eden hukuk kuralları arasında bir uygunsuzluk olduğunu ve bu nedenle toplum hayannda sürtüşmeler, ızdııaplar mevcut bulun­ duğunu iddia edemez.13

ye'de Çağdaşlaşma adlı eseri ile hem bir tarihçi gibi tarih, hem de bir sosyolog gibi

Öm er Lütfi Barka rim Osm anlı huku­ kunun laiklik özelliği üzerinde ağırlıklı olarak durması da, Cumhuriyet dönemi siyasal düşün akım larının laikliği savu­

sosyoloji yaparak tarihsel bilgileri derin­

nan anlayışlarına tarihsel dayanak oluş­ turm aları açısından önem lidir. Barkan,

Görüşleri ile Türk düşün tarihinde her zaman önemli bir isim olan Niyazi Ber­

daha arazi rejimiyle ilgili ilk çalışmaların­ dan itibaren Osm anlı devletinin ikili yapı içerisinde olduğunu, bir taraftan şerii hu­ kuk, diğer taraftan örfi hukukun bir ara­

kes, 1 9 4 8 ’de üniversiteden uzaklaştırıla­ rak yurt dışına çıkm ak zorunda bırakıl­ masına rağmen 1960’latda Yön hareketi içerisinde bulunmuş ve bu hareketin et­ kin isim lerinden, teorisyenlerinden biri haline gelmiş, hareketin lideri Doğan Avc ıo ğ lu ’nu ön em li ölçü d e etk ile m iştir. 1 9 4 0 ’lardan günümüze bir bilim insanı olarak muhafazakâr çevrelerde Mümtaz Tut bari m yeri ne ise, merkez ve merkezKem alist sol çevreler açısınd an Niyazi Berkes de benzer b ir düşünsel konuma sahip olmuştur.

da bulunduğunu belirtmiştir. Barkan, ka­ mu hukuku, ceza hukuku ve mali hukuk alanlarında şer’i hukukun etkisinin azal­ dığını, örfi hukukun üstün hale geldiğini belirtm iştir.14 Mustafa Akdağ da benzer şekilde Osmarılı’da, dinin bağnazlık içeri­ sinde bulunmadığını savunur. Osm anlı ile ilgili pek çok toplum sal, ekonom ik ve hukuksal bilgi B arkariın araştırmaları ile ortaya konulmuştur. Ge­ nel kanının aksine OsmanlI'nın bir şeriat devleti olmadığını Niyazi Berkes ile bir­ likte Türkiye kamuoyuna ve bilim çevre­ lerine kabul ettiren isim Ömer Lütfi Barkaridır. Barkanın Osmanlı araştırmaları, toprağa dayalı ekonom ik ilişkilerin, hu­ kuk d ü zeninin ve ek on om ik faktörü n toplumsal olayları biçimlendirme gücünü

lem esine yorumlamıştır. Bu yorumların derinliği, onun tarihe verdiği önemden kaynaklanırı a ktadır.

Daha önceki yıllarda da O sm anlI’nın B atıcılaşm a sü recin e girm esini, Tanzi­ mat’ı, Meşrutiyet dönemlerini ve Cumhu­ riyete geçişi anlatan çalışmalar yapılmış­ tır. Ancak 1960’larda bu dönemleri eleşti­ rel bir bakışla değerlendiren ve daha ge­ niş kesimlere aktaran eserlerin sayısı art­ mıştır. Niyazi Berkes de Osmanh’mn Batıcılaşma politikalarım eleştirel olarak de­

BAZ) BİLİM İN S A N L A R IN A T Ü R K İY E'D EK İ SİY A SA L DÜŞÜN TARİHİM E KA TKILA RI ÜZERİN E BİR D ENEM E

ğerlendiren, Cumhuriyet dönemi devrirnlerini ise çağdaşlaşma olarak nitelendiren çalışmalar yapmıştır. Berkes in Türkiye'de

oldukça zayıflamış olmasına karşın, Ke­ mal Tahir’in etkinliği hâlâ devam etmek­ tedir. Kemal Tahir, tarihçi ve sosyologlar

çağdaşlaşma sürecini anlatan eserleri dü­ şün çevreleri tarafından ilgi ile karşılan­ m ıştır. Berkes, O sm anlfnm Batıcılaşm a sürecini siyasal, ekonom ik ve sosyal bo­

gibi belki doğrudan kaynak kişi olmamış­ tır. Ancak O sm anlıya, Batı’ya, sosyaliz­ me, Doğuya ilişkin değerlendirmeleri ile

yutları ile yorumlamış ve bir bakıma Batıcılaşm anın- çağdaşlaşman m tarihini yaz­ mıştır. Çalışmalarında Kemalizmi merke­

hareketlerinin boyutlarını da aşarak geniş bir kesime yayılmıştır.

ze alan Berkes, yazdıklarıyla Kemalist sol çevrelere kaynaklık ve düşün önderliği yapm ıştır. Bu yanı ile N iyazi B erk es’le Mustafa Akdağ benzer çevreler üzerinde etkili olmuştur. Dolayısı ile Berkes'in or­ taya koyduğu tarihsel bilgiler ve bu bilgi­ lere dayalı yorumları, kaynak ve dayanak olarak kullanılmış ve siyasal çizgisi açı­ sından 1960’ların en önemli sosyologla­ rından biri haline gelmiştir. Niyazi Berkes hem OsmanlI’nın son dö­ nemi ve hem de Cumhuriyet’e getirdiği yorumlarla Türk düşün tarihine farklı bir bakış açısı kazandıran bilim insanların­ dan birisidir. Onun düşün çevreleri üze­ rindeki etkinliği, Batıcılaşma tarihine ge­ tirdiği yorumlar, Kemalizm savunusu, la­ iklik ve çağdaşlaşma konularındaki tezle­ riyle gerçekleşmiştir. Bu konuların yanın­ da, o da, klasik dönem Osmatılı üretim ilişkilerinin “n e’Tiği üzerinde kafa yor­ muş ve görüşlerini açıklam ıştır. Berkes, OsmanlI’nın feodal olmadığını, feodal dü­ zenden çok ATÜT’e benzediğini, ancak ATÜT de olmadığını söyler.15 Ona göre Osmanlı, Doğu despotizmi destekli padi­ şahlık sis temidir.16 Osmanlı İmparatorlu­

1 9 6 0 ’lı yıllardaki etkinliği siyasal düşün

G enel kabuller karşısında hep kuşku duyan ve bunu bir yöntem haline getiren Kemal Tahir, düşünülmeyeni, akıl edile­ meyeni, aykın olanı ortaya koyan, dikkat çeken açıklamaları ile siyasetçiler, iktisat­ çılar, sosyologlar, sinemacılar, gazeteciler ve daha birçok kesim üzerinde etkili ol­ muş bir düşünürdür. 1960’larda, özellikle b irçok sosyal bilim ciyi de görüş ve yo­ rum ları ile yönlendirm iş ve kendisinin edebiyat eserleri ile kısmen ortaya koydu­ ğu görüşlerinin bilimsel açıklamalara ka­ vuşmasını sağlamıştır. Kemal Tahir de Osmanlı sisteminin si­ yasî yapısı ve üretim ilişkileri üzerinde durmuştur. Ancak Kemal Tarihtin tezleri diğer düşünürlerden oldukça farklı bir bakış açısı ile ortaya çıkm ış; OsmanlTyı Doğu-Batı çatışması tezi ile değerlendir­ m iştir. Yine B atı em peryalizm inin Osmanh’da ve dünyada nelere yol açtığına dikkat çekmiştir. Kemal Tahir’e göre, O s­ manlI devleti Batılı toplumlardan farklı b ir yönetim ve üretim b içim in e, evrim çizgisine sahiptir. Osmanlı Dogu’nun söz­ cüsü olarak tarihte yer almış, bu sözcülü­ ğünü yerine getiremez duruma düşünce Batıcılaşmaya başlamıştır.

ğu siyasal açıdan Doğu d espotizm ine, ekonom ik açıdan kapitalizm öncesi emtia üretim ine dayanmaktadır. Osm anlı top­ lum düzeni Doğu despotizminin en geliş­ miş örneğidir.17

Batı’dan aktarılan tezlere, kalıplara karşı geliştirdiği eleştirel yaklaşımı ile yeni eği­ timlere, sorulara, farklı özelliklere dikkat­

Siyasal Türk düşün tarihinde etkin ol­ muş ve olmaya devam eden isimlerden birisi de Kemal Tahir’dir. Daha önce sö­ zünü ettiğimiz isimlerin Türk düşün tari­

yalayarak çağdaş ilişk ilere k atılm anın mümkün olmadığı”13 yönündeki görüşle­ ri, 1960’h yıllarda çok etkili olmuştur. Batı

hi üzerindeki etkinliği zaman içerisinde

leri çeken Kemal Tahir’in “yabancı açıkla­ maları benimseyerek, hazır modelleri kop­

aktarmacılığına karşı çıkışı, yerli çıkarları savunuşu ve Türk sosyalizmi konusundaki

243

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

düşünceleri ile siyasal düşün tarihimizin

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

O sm an lı İm p aratorlu ğ u k onu su nd a Cumhuriyet dönemi siyasal düşün hare­ ketleri için kaynak temin eden ve yorum­ larıyla bu hareketleri besleyen isimler ara­ sında Sabrı Ûlgener de bulunmaktadır. Ül-

anlayışı ile tek yönlü, ağırlıklı açıklama­ ların Ötesinde, zamanına göre daha yeni ve geçerli bir açıklama getirmiştir. Eko­ nom ik yaşamın sadece sayılardan ibaret olm adığını ve dinin ekonom i üzerinde etkili olduğunu ortaya koymuştur. Dola­ yısıyla Osmanlı ile Ban ekonom ik zihni­ yeti, sınıfsal yapısı, esnaf teşkilatlarının işlevleri, halkın, durumu ve dinin biçim ­ lenişi arasında farklılıklar bulunduğunu

gener’in uzm anlık alanı genel iktisattır. Osmanlı tarihinin derinliklerine dalması ve oradan Osmanlı iktisadi zihniyetini et­ kileyen kültürel, dinsel ve psikolojik unsurlara nüfuz etmesi; Osmanlı toplumumın doğrudan görülmeyen, belgelere yan­

göstermiştir, OsmanlI’nın ekonomik çözülmesiyle il­ gili olarak Ûlgener’in ortaya koyduğu ve­ rilerle, Mustafa Akdagirı ortaya koyduğu veriler benzerlik göstermektedir Ülgener Osmanlı toplumunu taşra ve merkez ol­

sım ayan, sü b jek tif, zihinsel faktörlerin ekonom i üzerindeki etkisini ortaya koy­

mak üzere genelde iki esas bloğa ayırır. Osmanlı için geliştirilen bu ayrım, Şerif

ması, LJlgener’i Önemli bilim insanları ara­ sına taşımıştır. Bir başka anlatımla Ülge­ ner, Osmanlı ekonomisine yön veren kül­

Mardin'de merkez-çevre şeklindedir, Ûl­ gener’e göre Osmanlı Batılı anlamda fe­ odal değildir. Ancak taşranın değer ölçü­

türel ve zihinsel kodlan ortaya koyarak si­ yasal düşün çevrelerinin en azından bir kısmına, geçmiş ekonomik ve sosyal yaşa­ mı etkileyen zihinsel, dinsel, kültürel ve psişik yanlan da hesaba katmak gerektiği gerçeğini gösterm iştir. Yine, Ülgerlerim düşün tarihimiz açısından bir başka özel­ liği, daha önce ele aldığımız düşünürlerin aksine siyasal çizgisini açıkça sağa sabitlemiş olmasıdır. Bu makalede, yer verdiği­

leri feodal benzeri izler taşır. Eşraf, ayan ve tarikat kanşım ı yan feodal, yarı mistik bir yapı vardır. Merkezde ise alt ve üst

miz yazarlar genellikle devletçi bir ekono­ mi anlayışım savunurken Ülgener, belir­ gin bir anti-Marksist olarak, liberal iktisat

kültürel, dinsel ve zihinsel kodlan ortaya çıkarmaya çalışan isim Şerif Mardin’dir.

Önemli isimlerinden biri olan Kemal Ta­ hririn yerliliği, Osnıardı’yı, Türkiye’yi mer­ keze alan yaklaşımlan, 1960’lardan bugü­ ne hayli ilgi toplamış, taraftar bulmuştur.

244

Z

anlayışı içerisinde, ancak Keynesci anlayı­ şın gelişmelere göre zaman zaman ekono­ miye müdahale edilebileceği görüşüne ta­ hammül edebilecek bir çizgide olabilmiş ve gelecekle ilgili siyasal-toplumsal sistem

toplumsal tabakalarla birlikte oluşan bü­ rokratların taşıdığı iktidar katmanları bu­ lunmak tadı r.,J Sabri Ülgener in Osmanlı için ele aldığı konu başlıklarının en azından bir kısmım günümüz Türkiyesi’nde araştıran, ekono­ mik ve toplumsal davranışların altındaki

K ültürel ve dinsel kodlan esas alm alan açısından Sabri Ülgener ile Şerif Mardin’i birlikte değerlendirmek gerekir. Ülgener ile Mardin’in yakınlığı sadece ele aldıktan

arayışından uzak durmuştur.

konulann benzerliği ile de sınırlı değildir. Her iki bilim insanı da anti-MarksiSttir. Şerif Mardin bilim dünyasına Anglo-Sak-

G eçm işin karanlıkta kalan yanlarını, farklı kaynaklar ışığında, anlayışçı yakla­

son ve yapısalcı bir yöntem anlayışı ile başlamasına rağmen, her iki bilim adamı­

şım ile ortaya çıkarmaya çalışan Ûlgener, insanı ve insanı harekete geçiren zihinsel süreçleri anlamaya ve açıklamaya çalış­ m ıştır, Yine Ûlgener Türkiye'de din ve

nın bir başka ortak yönü, bilimde Weberyaıı-anlayışçı yaklaşımı benimsemiş olma­ larıdır, Mardin’in çalışmaları yapısal-işlev-

ekonom inin birbirini karşılıklı etkilediği

sel Amerikan sosyoloji anlayışının yanın­ da, Weberci anlayışı da kapsayan bir yak-

BAZI BİLİM İNSA NLA RININ T Ü R K İY E'D EK İ SİY A SA L DÜŞÜN TARİHİN E KA TKILA RI ÜZERİNE BİR D EN EM E

taşımla kaleme alınmıştır. Daha doğru bir ifade ile Mardin, A nglosakson ve yapısal­ cı bilim anlayışından W eberyan anlayışa doğru kaymıştır. Ancak Ülgener’in Türkçe yazması, onun etki alanını alabildiğince sınırlarken, Mardin’in metinlerini İngiliz­ ce yayınlaması onun etki alanını genişlet­ miştir. Diğer yandan, Şerif Mardin’in sos­ yoloji ile ilgili olarak yöneldiği çalışma alanları, Ü lgener’e göre çok daha geniş boyutludur. Onun çalışmaları Osmanlı ve Cumhuriyet donemi ile birlikte, din, ide­ oloji, merkez-çevre ve daha pek çok tarih­ sel, güncel, teorik ve pratik konuyu kap­ sam aktadır O nedenle, Mardin, yaptığı çalışm alar ve verdiği röportajlar ile son yılların siyasal düşün tarihi açısından en etkili isimlerinden biri haline gelmiştir. ŞeriF Mardin’in Türk düşünündeki yeri ve etkisi Mustafa Akdağ, Ömer Lütfı Bar­ kan, Niyazi Berkes gibi 1960’larda değil, 1980 sonrasında belirginleşmiştir. O yıl­ lar için antı-Marksist ve Anglo-Sakson bi­ lim anlayışına sahip birinin görüşleriyle, özellikle sol siyasal akımlar üzerinde etki­

Başlangıçtan beri tarihsel çalışm alara ağırlık veren Şerif Mardin, Tanzimat dö­ n em i ( 1 8 3 9 - 1 8 7 8 ) ve so n ra sın ı T ü rk modernleşm esi kapsamında ele almıştır. Yeni Osmanlı düşüncesinin doğuşu ve İt­ tihatçılarla ilgili çalışm aları, bu hareket­ lerin başarı ve başarısızlıklanm, düşünsel yapılarını etkileyen faktörleri kapsamak­ tadır. Tanzimat dönemi uygulamalarıyla hukuk, yönetim, ekonomi ve eğitim alan­ larında ortaya çıkan oluşumları ayrmtılandırarak, tarihsel açıdan önemli bir ek­ sikliği gideren Mardin, OsmanlI'nın Batıcılaşma siyasî tercihiyle devletin ve top­ lumun hemen hemen her alanda gerçek­ leştirdiği değişimini ve dönüşümünü an­ latan, aktaran bir yazar olarak aydm çev­ releri etkilemiştir. Bu çalışmalarında, yeni ku ru m lann, yapıların oluşturulm ası ve bunlar aracılığı ile Batılı ideolojilerin ül­ keye girişini anlatmaktadır. Yeni Osm an­ lı lar ve ittihatçıların görüşlerinin bilin­ mesi, Batıcılaşma sürecinin evrimi konu­ sunda düşün çevrelerinin yeni değerlen­

li olm ası zaten beklenilem ezd i. Ancak söylediğimiz özellikleri ile Şerif Mardin o

dirmelere ulaşmasına kaynaklık yapmış­ tır, Mardin, ilk dönem çalışmalarıyla Os­ manlI aydınının Batı’dan nasıl etkilendi­

yıllarda da sosyal bilim çevreleri üzerinde

ğini, neler aldığını, bunu din, kültür, ide­

etkilidir. Bu etkinin erken dönemde baş­ lamasının temel nedenlerinden biri, Ame­

oloji bağlamında Osmanlı yapısı ile nasıl kardığını ve buradan neler yarattığını an­ lam a d en em eleri yapm ıştır. M ardin’in Türk modernleşmesinin tarihsel izini sü­ ren çalışmaları Batı tarafından da ilgiyle izlenm iştir. Türk aydmı Batılı yayuıları esas aldığından, Mardin’in çalışmaları, bu

rikan bilim anlayışının önde gelen temsil­ cisi olmasından kaynaklanmaktadır. Di­ ğer yandan, Şerif Mardin’in bilim anlayışı ve olayları değerlendirme biçim i, farklı dönemlerde farklı şekiller almıştır. Bu ya­ nı ile Mardin, 1960’lardan bugüne, Türk düşün tarihi açısından etkinliğini sürekli kılmıştır. Diğer isimlerin birçoğu bugün unutulurken, onun etkinliği artarak de­ vam etmiştir. 1960’lar düşünce ortamın­ daki etkisi ile 1980 sonrası etkisini karşı­ laştırarak Mardin hakkında fikir yürüt­ mek mümkündür. Din ve ideoloji konu­

açıdan da aydın çevreler için birincil kay­ nak olmuştur. Ş erif M ardin O sm anlI’nın son d ö n e­ minde oluşan seçkinci ve Batıcı siyasal, hukuksal, ekonom ik vs. dönüşlerin nasıl gerçekleştiğini, Cum huriyet devrim leri ile modernleşme projesinin nasıl yol aldı­ ğını ve buna karşılık Anadolu’da, onun

sunda 1960’larda başlattığı teorik çalış­ maları, 1980 sonrasında reel alana doğru kaydıkça, Mardin’in çeşitli çevreler üze­

deyimi ile çevrede, yerel önderler ve dinî liderlerin, cemaatlerin hangi koşullarda, nasıl ortaya çıktığım, bunların iç yapıları­

rindeki etkinliği de artmıştır,

nın nasıl biçimlendiğini göstermeye çalış-

245

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

iniştir. O, dinsei cemaatlerin sistemle za­ man saman çatışan, zaman zaman da iş­ birliği yapan anlayışının hangi kaynaklar­ dan beslendiğini, dinsel örgütlerin nasıl biçim lendiğini, bunları çeşitli açılardan etkileyen kolektif belleğin nasıl oluştuğu­ nu ve nerelere kadar uzandığım göster­ meye çalışır. Din her koşulda yeniden yo­ rumlanmış, esnekliğini artırarak bireylere yeni olanak alanları açm ış tır.2C Bu bağ­ lamda M ardin, laiklik-din gerginliğinin dip dalgalarına ışık tutmaya çalışmıştır,

246

Mardin ve Herkes’in modemleşmeci sü­ reci farklı açılardan ele alan çalışmaları, çok bilinmeyen, kapalı kalan alanlara nü­ fuz etmek ve orada neler olduğunu anla­ ma çabası olarak da degerlendirılebilinir, Osmanb ve Cumhuriyet dönemlerindeki ikilemler, ileri/geri, laıkAınil-laık karşıt­ lıklar, resm î C um huriyet id eolojisin in görmezlikten geldiği noktalar ve bunun sonucunda ortaya çıkan durumlara dik­ kat çekilmiştir. Geleneksele ve yerele kar­ şı modemleşmeci Cumhuriyet projesiyle, tabanı ile yoğun olmayan çatışmaya daya­ lı bir yapının ipuçları bilimsel bir anlayış­ la ortaya konulmuştun Cumhuriyet halka egemen olmuş ama toplumun derinlikle­ rine inememiştir tezinden hareket ederek bunun nedenleri araştu tim ıştır.

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

arasında dinin algılanma biçim lerinden doğan gerginlikleri, dinin toplum ve siya­ sa) çevreler üzerindeki etkilerini, derinli­ ğine ortaya çıkarmayı dener, Onun çalışmaları kaba pozitivist ve düz ilerlem eci anlayışa karşı b ir tepkiyi de içermektedir. Mardin’in açıklamaları, ge­ leneksel, dinsel değer ve eylemlere büyük önem veren muhafazakâr bakış açısı için bu tür oluşumların meşrulaş tırılım sı açı­ sından, m odem ist aydın çevrelerin ezici üstünlüğü ve baskısı karşısında, önemli bir kaynaktır, Yine Mardin, din, siyaset* ekonom i ilişkisi, dinin toplum üzerindeki b a sk ıs ı, İsla m c ılık ve e tk ile ri, la ik lik , Cumhuriyet ideolojisi ve geleneksel de­ ğerlerin çatışması, sarmallaşması, çakışan ve ayrışan yanlan üzerinde durması ile de yeni çalışmalara önemli açılım lar sağla­ maktadır. Bu m akalede yer verilen isimler, O s­ manlI İmparatorluğu ve Türkiye Cundıuriyeti’nin tüm dönemlerine ilişkin değer­ lendirmelerde bulunmuşlardır. Ancak bazı isimler özellikle belli dönemler üzerinde yoğunlaşmışlardır. Bu bağlamda, Mustafa Akdağ ve Ömer Lütfi Barkan OsmanlInın klasik; Sabrı Ülgener "çözülm e”; Niyazi Berkes Baııcılaşnıa; Şerif Mardin ise Tanzi­ m at’tan y ık ılışın a kadarki dönem lerini

Şerif Mardin’in derinlemesine inceledi­ ği konular arasında din-toplum ilişkileri önemli bir yer tutmaktadır. Toplumu din­

merkeze alan çalışmalar yapmışlardır. Ay­ rıca, başta Berkes ve Mardin olmak üzere

sel ö ğ e lerle b irlik te anlam aya çalışan Mardin, dinsel söylemin toplum ve birey üzerindeki etkilerinin boyutlarını an la­

İm paratorluğu ve Türkiye C um huriyet i ’n in tü m d ö n e m le r in i o lu m lu veya olumsuz şekilde etkileyen iç ve dış tüm faktörlere eğilmişlerdir. Osmanh’yı feodal ve ATÜT olarak değerlendiren açıklamala­ ra kesinlikle itibar etmeyen tarihçiler ve

mayı denemektedir. "Halk İslâmî” üzerin­ de duran Mardin, halkın dinsel inançları­ nı “yumuşak ideoloji” şeklinde kullandı­ ğını öne sürmüştür. “Halk İslâmî” bazıla­ rına kısa yoldan çıkar ve halk önderliği kazandırm ıştır. M ardin, toplum un din konusunda neler hissettiğinin, neler dü­ şündüğünün, nerede ve nasıl yol aldığı­ nın ve nerede durduğunun haritasını çı­ karmaya çalışmıştır. Mardin, dinden kay­ naklı sorunlan, halk ile yönetim güçleri

bu bilim insanları ve düşünürler, Osmanlı

sosyologlar, onun kendine özgü bir sistem oluşturduğu konusunda ısrarcı olmuşlar­ dır. Toprak rejimi, ekonom ik ve sınıfsal yapı, mülkiyet ilişkileri, ekonomik aktiviteleri etkileyen zihniyet anlayışı, ekono­ m ik ve siyasal ilişkiler, ticaret yollarının değişmesi ve ekonom ik yapı üzerindeki etkisi, ekonomik çözülme, ekonomik çö­

BAZI BİLİM İNSA NLA RININ T Ü R K İY E'D EK İ S İY A SA L DÜŞÜN TARİHİN E KA TKILA RI ÜZERİNE BİR D ENEM E

zül menin yarattığı kargaşa ve sistem deği­ şikliği; dinin, dinsel hareketlerin, ulema­ nın, tarikatların toplum üzerindeki etkile­ ri; klasik sistemin bozulması ile ortaya çı­ kan durum, yöneticilerin bu bozulmadaki yeri, askerin, köylünün, esnaf teşkilatları­ nın devletle ve toplumla ilişkileri, değişim süreçleri ve birbirlerine olan etkileri gibi konulan derinlemesine ele alaıı tarihçi ve sosyologlar; Osmanlı ve Cumhuriyet dö­ nemlerinde tartışılan gerici hareketler, la­ iklik, din, Batıcdaşma, çağdaşlaşma, mo­ dernleşme, Kemalizm, kalkınma, devletçi­ lik gibi kottular üzerindeki çalışmalarıyla siyasal düşün hareketlerinin teorik yakla­ şımları için sağlam kaynaklar oluşturmuş­ lar ve özellikle ekonomi merkezli yorum­ larıyla, oıılann görüşlerinin, biçimlenme­ sinde doğrudan veya dolaylı olarak etkili olmuşlardır. Osmanlı üzerinde yapılan bu çalışmalar resmi tezlerin ve bazı yargıların geçersiz­ liğini de ortaya koymuştur. Dinin-lslâmiyetin ekonom ik gelişmelere engel olma­ dığı, en inançlı Müslümanların bile uy­ gun koşullarda sayısız hilelere başvura­ rak, çeşitli dinsel içerikli yasaları (ribai) delerek aşırı oranlarda faiz alabildikleri kanıtlanmıştır. İslâm ülkelerinde kapita­ lizmin gelişm esini engelleyen din değil, sömürü, toplumsal koşullar, coğrafi yapı, uluslararası ilişkiler, sermaye yetersizliği gibi nedenler olarak belirlenmiştir. Bu ve­ riler de siyasal düşüncelerin OsmanlI’yla ilgili görüşlerini ve geleceğe yönelik çıka­ rımlarım biçimlendirmiştir. Yine Osmanlı ile ilgili olarak yapılan tüm çalışmalarda. Batı ile Osmanlı ve Türkiye’nin farklı bir ekonom ik zihniyete, gelişm e çizgisine, evrim sel sürece sahip old ü k ları kab u l edilmiştir, Doğu-Batı, Osmanlı-Baiı farkı tüm bilim ve düşün insanlarında açık ya

Cumhuriyet arasında bir devamlılığın ol­ duğu kabul edilip toplumsal kökler ara­ nırken, diğer yandan Batı ile bütünleşme­ nin, onun siyasetinin bir parçası olmanın hesapları yapılmıştır. Bu anlayışların orta­ ya çıkardığı temel zaaf, topluma uygun teoriler kurmayı denemek yerine, toplu­ ma ve toplum tarihine ait bilgileri, kabul edilen paradigmalara yerleştirmek olmuş­ tun Bu da topluma ve tarihe ait olan pek çok özelliğin allanm asına, görmezlikten gelinmesine, yaniış sonuçlar çıkarılması­ na neden olmuştun Ömer Lütfi Barkan, Şerif Mardin, Niya­ zi Berkes gibi isimlerin Türk düşünü açı­ sından kaynak oluşturmalarım etkileyen nedenler arasında; Şerif Mardin başta ol­ mak üzere, çalışmalarının bir kısmını Batı dillerinden biriyle kaleme almış olmaları da bulunmaktadır. Günümüzde kullanı­ lan Batı dillerinden biriyle yazılmış ve Batı’da yayınlanmış çalışmalar, Batılı çevre­ ler tarafından özellikle önemsenmiş, tak­ dir edilmiş ve kullanrlmışttr. Diğer yan­ dan, bu yazıda yer alan İsimlerin bir kıs­ mı, Batı düşüncesinden, Balı bilim anlayı­ şından ve B a tid a gelişen sosyal bilim ekollerinden yoğun şekilde etkilenm iş, onların yöntemlerini, teorilerini çalışma­ larında doğrudan kullanmışlar; Annales Okulu, Alman tarihçi okulu, Marksist ve Weberci düşünürler, İslâm sosyalizmi ile R. Garaudy, Doğu despotizmi ile K. W ittfogel, İslâm kapitalizmi ile M, Rodinson tarihçi ve sosyologlarımız üzerinde etkili olmuşlardır. G enel b ir değerlendirm e ile yazım ızı bitirirken şu saptamayı yapmakta yarar bulunmaktadır. Her dönem Batı etkisinde kalan Türk düşünü, 1960'lı yıllarda yaka­ ladığı canlılığım daha sonraki dönemler­ de yitirmiş ve çeviri ağırlıklı bir anlayışın

da kapalı, belli veya belirsiz var olmuştur. Diğer yandan bu verileri kutlanan siyasal düşün hareketlerinin geleceğe yönelik he­

etkisi altına girmiştir. Böyle bir yönelim doğal olarak Türkiye'de oluşmakta olan

defleri, hep Batıcılaşmak şeklinde formü­ le e d ilm iştir. B ir yand an O sm an lı ile

muş; Kurtuluş Kayalı’nm da belirttiği gi­ bi, günümüzde “tercüme bolluğu yanında

düşün geleneğinin gerilemesine neden ol­

247

D

O

N

E

M

L

E

R

V

E

telif metinlerin bile düpedüz tercüme ol­ ması düşünce dünyamızın zaafı” olarak ortaya çıkmıştır.21 Bu gerilemenin birçok nedeni bulunm aktadır. Bunlar arasında üç faktörün etkisi göz ardı edilemez. Bu faktörlerden birincisi, sürekli arayış içeri­ sinde olan, okuyan, düşünen gençliğin

Z

H

N

i

Y

E

T

L

E

R

tığı taham m ülsüzlüktür. İk in ci neden, düşünceyi m ahkum , kitabı suç unsuru olarak kabul edip yasaklayan, cezalandı­ ran, faşist n ite lik li askeri darbelerdir. Üçüncü temel neden ise, 12 Eylül askeri

1970’lerde hızlı bir şekilde silahlı müca­

darbesinin destek ve kalkılan ile Türki­ ye’de de etkin olan neo-liberal ekonomik ve siyası politikaların ortaya çıkardığı yal­

deleye doğru kaymış olması ve bunun ge­ tirdiği keskin kamplaşmaların, ayrışmala­

nızlaşmış, güç süzl eşmiş, anti-sosyal, antıpoliıik, boyun eğici, hazcı ve tüketici bi­

rın düşünce farklılıkları karşısında yol aç­

rey tipinin yaratılmasıdır.



DİPNOTLAR

2 48 1

Doğan Avcıoğlu, Türkiye'nin Düzeni, Birinci Kitap, Tekin Yayınları, İstanbul, 1987, s. 221

2

Ergun Aydıncığı u, Türk Solu (1960-1971): Eleş­ tirel Bir Tarih Denemesi, Belge Yayınları, 1992,

10 Ömer Lütfi Barkan, Türkiye'de Toprak Mesele­ si, Gözlem Y a y ın la n , İstanbul, 1980, s. 852-881. 11 A.g.e„ s. 851-8S2.

S. 15-16.

12 A.g.e., s. B52.

3

Kurtuluş Kayalı, Türk Düşünce Dünyasının Bu­ nalımı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000, s. 76.

13 Ag.e-, s. 372.

4

Mustafa Akdağ, Türkiye'nin İktisadi ve içtimai Tarihi, cilt 1, 1243-1453, 3. baskı. Tekin Yayı­ nevi, İstanbul, 1979, s. 5.

15 Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma, Doğu-Batı Yayınları, İstanbul, 1978, s. 22 ve Teokrasi ve Laiklik, Adam Yayınları, İstanbul, 1984, s. 85.

5

Mustafa Akdağ, Türkiye'nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, cilt 2, 1453-1559, 2. baskı. Tekin Yayı­ nevi, İstanbul, 1979, s. 6.

16 Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma, s, 25-26 ve 35.

14 Çakır, a.g.m. s. 56.

17 İsmail Coşkun, “ Niyazi Berkes Üzerine", Sosyoloji Dergisi, 3- dizi - 2. sayı, İstanbul, 1991, s. 78.

6

Akdağ, Türkiye'nin iktisadi ve içtimai Tarihi, cilt 1,s. 9-10.

7

Akdağ, Türkiye'nin iktisadi ve içtimai Tarifi/, cilt 2. s. 69.

18 Baykan Sezer, "Kemal Tabir Üzerine", Kemal Ta/ıir'ın 30. Ölüm Yıldönümü Anısına, Sosyolo­ ji Yıllığı-Kitap 10, Kızrlelma Yayınları, İstanbul, 2003, s. 25.

8

Akdağ, Türkiye'nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, cilt 1, s. 432-433.

19 Ahmet Özkiraz, Saöri F . Ülgener'de Zihniyet Analizi, A Yayınları, Ankara, 2000, s. 23,

9

Coşkun Çakır, "'D evletin Tarihinden Toplu­ mun Tarihine1 Yeni Bir Tarih Paradigması ve Ömer Lütfi Barkan", Doğu San Dergisi, sayı 12, Ağustos-Ekim 2000, s, 44.

20 Olivier Abel vd Avrupa'da Etik, Din ve Laiklik, Çevirenler: Sosi Dolanoğlu-Serra Yılmaz, Metis Yayınlan, İstanbul, 1994, s. 8-14. 21 Kayalı, Türk Düşünce Dünyasının Bunalımı, s. 10.

“İttihatçılık” M. Ş Ü K R Ü

HANİOĞLU

249 uruluşu 1 8 8 9 yılm a kadar geri götürü leb ilen O s man İt İttihat ve

K

Terakki C em iyeti 1 9 0 5 yılında

geçirdiği yeniden düzenleme ve ideolojik yapılanma sonrasında kendi kullandığı deyimle “icraatçı” bir örgüt haline dönüş­ müş, temel hedefini ise ihtilal düzenle­ mek olarak belirlemişti. Bir anlamda söz konusu yeniden örgütlenme eskisiyle sa­ dece isim benzerliği taşryan bir cemiyet doğurmuş (örgüt yeni adı olarak Osmanlı Terakki ve İttihat Cem iyeti nam ım b e ­ nimsemiş ve bu unvanı 1908 İhtilalin in ilk günlerine kadar kullanmış, daha sonra ise yeniden Osm anlı İttihat ve Terakki Cemiyeti adı istimal olunmuştu) ve Daşnaktsutyun (Erm eni İhtilalci Federasyo­ nu) ve VMORO (Vnatre_na makedonskoodrinska revolucionema organizacija-Da­ hilî Makedonya-Edirne İhtilalci Teşkilatı) örgütlerini model alan bir yapılanma or­ taya çıkm ıştı.' Bu nedenle “İttihatçılık" olarak tavsif edilmesi mümkün bir zihni­ yetten bahsederken bunun 1905 öncesi entelektüel yanı ağır basan İttihat ve Te­ rakki hareketini kapsam amasının gerekli

çılıgı bu fikri gizli bir örgütün düşünsel arka planı olarak benimseyen, içselleşti­ ren kişilerce yani nispeten dar bir kadro tarafından savunulan b ir zihniyetti. Ce­ miyet ihtilal öncesinde mevcut 83 şube ve hücresini iki yıldan az bir süre içinde 360'a ve takriben 2 ,2 5 0 olan üye sayısını aynı sürede 8 5 0 .0 0 0 ’e çıkarttığında bir kitle örgütü haline gelmişti.2 Bu yeni dö­ nemde Cemiyet devlet ile toplum arasın­ da iletişim i sağlayan tarikatlar, yerel ha­ nedanlar ve eşraf benzeri geleneksel yapı­ ların yerini alm ıştı ve herkes bu Cemiyet'e üye olmaya çalışıyordu. Mesela Mu­ sul’da her ikisi de bölgenin ileri gelenle­ rince kurulan iki ayrı tttihat ve Terakki Cemiyeti şubesi ortaya çıkmış ve merkez tarafından tanınm ayı talep etm işlerd i,3 Cemiyet bu inanılm az genişlemeye rağ­ men merkeziyetçiliğini sürdürmeye m u­ vaffak olabilmiş, müteakkiben diğer par­ tilerin kurulması, istifalar, m erkezin ka­ rarlarına itiraz eden yerel örgütlerin fes­ hedilmesi ve yeniden yapılandırılmaları sonrasında üye sayısının azalmasına kar­ şın “İttihatçılık”] içselleştiren bir kadroy­

Pek tabii 1905 sonrası gelişen bir zihni­

la çalışma imkânı bulmuştu. Ancak yine de 1908 öncesi ve sonrası “ittihatçılık"fa­ rı arasında, zihniyet devamlılığının yanı

yetten bahsederken, 1908 İhtilali sonra­

sıra, tıpkı 1917 öncesi ve sonrası Bolşe-

sında yaşanan büyük dönüşümün altı çi­

vikleri ar asında kin e benzer ciddi farklı­ lıkların bulunduğunu belirtmek eerekir.

olduğunu vurgulamak gerekir.

zilmelidir. 10 Temmuz öncesinin Ittihat-

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

1905 sonrası ortaya çıkan zihniyetin en önemli özelliği otoriıerliği ve bireyin, bi­ rey olarak değil ancak toplum içinde var olabileceğini savunm asıydı. İttih a tçılık d em okratik örgütlenm e ve karar alma m ekan izm aların ı reddeden, bunun da ötesinde sakıncalı gören bir zihniyetti. Bu zihniyet en veciz ifadesini Ziya Gökalp’in “G özlerim i kaparım/Vazifemi yaparım/ B e n im h a k k ım , m e n fa a tim , arzu m yok/Vazifenı var, başka şeye lüzum yok’'71

250

dizelerinde bulan bir bireyi temel alm ak­ taydı. Bu tür “vazife ve mes’u liy e ile r’le belirlenen insan ilişkilerinin temel alındı­ ğı to p lu m m o d e li M iz a n c ı M urad Bey’den5 Ahmet Rıza Bey’e6 kadar tüm es­ ki İttihatçı liderler tarafından savunul­ muştu ve belki de jö n Türk entelektüel birikim inin 1905 sonrasına yansıyan en önemli tezlerinden birisi olmuştu. Bu te­ zin Jö n Türk entelektüel harekelini de­

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

sı çabasının önde gelen ürünlerinden bi­ risiydi. Daha önceki dönemlerde Ahmet Rıza Bey’in apartm an dairesini m erkez olarak kullanan cemiyet, yemden örgüt­ lenme sonrasında, Paris'te bir daire kira­ layarak kurumsallaşma alanında önemli bir adım atmıştı. Bahaeddin Şakır Bey’in ifadesiyle “m illetin istikbâli içün en bü­ yük medarı iftiharı olmak istidadını hâiz bir cem iyetin idarehanesi'’7 bu nedenle gösterişli olmak zorundaydı. Dolayısıyla Jö n Türk hareketinin başından beri göz­ lemlenen bir niteliği olan ve Ahmet Rıza Bey, Mizancı Mehrned Murad Bey, Damad Mahmud Paşa ve Sabahaddin Bey benzeri şahsiyetler etrafında oluşan liderlik oli­ garşisi ve kültleri 1905 örgütlenmesinden sonra tedricen ortadan kalkmış ve yerleri­

rinden etkileyen pozitivizm ve tesanütçülük (solidarite) ile de tam bir uyum için­ de olduğunu belirtmek gerekir. 1905 ye­

ne bir kurumsal kült geçmişti. İttih a tç ılık o la ra k ta n ım la n a b ilece k otoriter zihniyetin bir diğer önemli özelli­ ği her şeyin üzerinde olduğu kabul edilen bu kurumsal külte adeta tapı mİ maşıydı. 1905 yeniden örgütlenm esinin m im arı

niden düzenlemesinin en önem li netice­ lerinden birisi “vazife ve mes’uliyet"in ne olduğunu bireylere bildirme ve bu alanda

Dr. Bahaeddin Şakir Bey’in yardımcısı Dr. Nâzım Bey, Harb-i Umumi sırasında itti­ hat ve Terakki liderleriyle mülakatlar ya­

devlet ile toplum arasında gerekli irtibatı sağlama iddialarıyla ortaya çıkan bir Ör­

pan bir Alman gazeteciye cem iyetin şa­ hısların arzularıyla değil ilkeler çerçeve­ sinde idare edildiğim ve önde gelen düs­

gütün doğmasıydı. 1905 sonrasında kül­ lerinden yaratılan bu örgütün söz konusu alandaki mutlak tekel ve otoritesine yö­ nelik sarsılmaz bağlılık, bir anlamda, itti­ hatçılık için bir sine tjua non idi. Dr. Bahaeddin Sakır tarafından gerçek­ leştirilen bu yeni düzenlemenin önde ge­ len amaçlarından birisi de Daşnaktsutyun ve VMORO gibi örgütlerdekine benzer bir kurumsal kült yaratılmasıydı. Cem i­ yetin icraatç ılığına işaret eden patlama halinde iki topu, değişik silahlan, Kanuni Esasi üzerine doğan güneşi, adalet tartı­ şım , Transız ihtilali, sloganları olan “Hür­ riyet, Müsavat, Uhuvvet”e eklenen “Ada­ let" şiarım ve Osmanlı anasırı arasındaki uyumu simgeleyen bir el sıkışmayı yansı­ tan yeni arması böylesi bir kült yaratılma­

turlarının onun şahıslarla kaim olmama­ sının temini olduğunu iletmişti. Örgüt bir kurum sal yapı olarak varlığını sürdür­ mekte ve “hiçbir şahıs kültüne müsaade etmemekteydi (gestüttef h ein en P erson en kulfns)”.8 Bu şiddetli arzunun Sultan II. AbdülhamiL etrafında oluşturulan şahıs kültünü yıkma arzusu kadar, on doku­ zuncu asrın ik in ci y an sın d an itibaren yaygınlaşan “da’v a” am açlı örgütlenm e m odellerine duyulan hayranlık ve Jö n Türk düşüncesini derinden etkilediğini yukarıda zikrettiğimiz lesanütçülük fik­ rinden kaynaklandığını belirtmek gerekir. Leon Bourgeois’mn biyoorganisist temel­ lere bağlayarak “bilimsel” esaslara oturt­ tuğu lesanütçülük fikri Osmanlı/Türk en-

I_______ I ______ T

I

H

A

T

Ç

I

K

251 İttihat ve T erakki sa d ece d ev leti koru yan d eğ il ayn ı zam a n d a m ü stakbel u lusdevtetin kuruluşuna d a fik r e n k a tk ıd a bulunan b ir g elen eğ i tem sil eder. T arihse /etk isi fi z ik î varlığından d a h a uzun b ir sü re devam etm iştir.

ıdektuollerim derinden etkilemiştir. Iesanütçülük, bireyin "sorumluluğu” tenteli ııe dayandığı için kem geleneksel Osmaıılı değerleriyle kolaylıkla bagdaşıırılabiliyor hem de savunduğu dayanışmacı, sınıl çatışm ası benzeri sorunlardan arınm ış toplumsal örgütlenme modeli İttihatçılığa uygun dıışuyordu. N itekim benzeri ııe denlerle Ü lkü hareketi İd50larda Bourgeois’nın fikirlerinden mülhem bir "Kema­ list tesanutçuluk'’ yaratmaya çalışmıştı. İttihat ve Terakki erkânının örgüt etra­ fında yarattıkları kurumsal kültü “cem i­ yet-) mukaddese” ve ~ruh-i devlet” ben­ zeri kavramsallaştırmalarla ve yanılmazlık gibi insanüstü kutsal niteliklerle do­ natmaları ilginçtir. Cemiyet ihtilal önce sinde m istisizm i çağrıştıran bir gizlilik çerçevesinde yurt içinde m erkez-i umu­ misinin bulunduğu şehri dahi gizli tutu­ yordu. Yoğun sem bol kullanım ı ve kıı ıum sal kült kutsanma ile gerçekleştirilen katılım m erasim leri, yemin törenleriyle gü çlen d irilen bu m istik yapı cem iyete

ciddi anlamda güç kazandırıyordu. Nite­ kim ihtilal sonrasında yapılan ilk kongre ile gizli biçimde toplanmıştı. Ama Cemi­ yet daha sonra bu tiır bir gizliliği yeni re­ jim altında sürdürme imkânı bulamadı­ ğından ontı bir kenara bırakma kararı al­ dı. Buna rağmen kurumsal kilit \e “her şeyi düşünen, her yerde mevcut” bir ör­ gütün varlığı fikri bilhassa 1908-1918 dö­ neminde güçlendirildi. 1926 yargılamala­ rınd a b ile aslın d a san ık san d aly esin e oturtulanın şahıslardan ziyade bir örgüt kullu olması, ittihatçılığın bu alanda ne kadar başarılı oldugununun ilg in ç bir göstergesidir. Bolşevik Pariısi etrafında bilhassa 1917 sonrasında oluşan “parti kültü' ne benzeyen bu kurumsal yapı, her konuda görüşü olan, toplumun her kade­ mesini kapsayan bir “Cemiyetli ve onun yanılmazlığını vurguluyordu. Bu kurum­ sal külte tapınm a derecesind e baglanmaksızm İttihatçı olabilmek ise mümkün değildi. Bu açıdan bakıldığında İttihat ve Terakki. Osmanlı tarihinde o döneme ka-

d

ö

n

e

m

l

e

r

V

£

dar yaratılmamış bir kurumsal kült inşa­ sına muvaffak olmuştu. Bir kıyaslama ya­ pılırsa on dokuzuncu asrın ikinci yarısın­ da örgütlü m uhalefet oluşturma gayreti içine giren Yeni Osmanlılar Cemiyeti bu alanda fazla başarılı olamamış ve liderle­ rin gölgesi altında kalm ışa. İttihatçılığın kıyaslanabileceği tek anlamlı “kült" Tan­ zim at sonrasınd a yaratılan “B âb-ı Â li” kültüydü; ancak rasyonel bürokrasi yarat­ maya, bunu diğer toplumsal yapdanmala-

252

rın önüne geçirmeye çalışan bu tapı İtti­ hatçılığın sahip olduğu pek çok hususi­ yetten yoksundu. Erken Cumhuriyet dö­ nemi tek partisi CHF/F de lider küllü göl­ gesinde kalmış ve kurumsal kült oluştur­ ma alanında ittihat ve Terakki'nin çok ge­ risinde kalmıştır. ittih a tçılık aym zamanda b öy lesi bir kurumsal külte sahip örgütçe savunulan bir “da’va" fikri ve bu uğurda fedakârlık icrası temeline dayanıyordu. Bu nedenle tttihat ve Terakki Cemiyeti’ne mensubiyet herhangi bir cemiyet ya da siyasi partiye üyelikle karşılaştırılması oldukça zor bir aidiyetti. Nitekim Cemiyet’in 1908 yılın­ da yayımladığı T eşk ilâ t-ı Dahiliye N izâm ­ n âm esi üyelerin hepsinin “icabı halinde Cemiyet’in maksad-ı mukaddesesi uğrun­

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

yanm adığını iddia etm ek m ümkündür. Ama bu yaklaşım İttihatçılığın dayandığı temellerden birisi olan “muhafazakâr icraatçıhk" olarak tavsifi mümkün bir ide­ olojik posizyonun ürünüydü. Başka bir deyişle ittihat ve Terakki bizzat kendi ifa­ desiyle “icraatçı” bİT örgüt olmak ve hu­ susi fedai şubelerine malik olmakla bir­ likte değişimi arzulayan bir ideolojiyi sa­ vunm uyor, tam tersine, staius ıjuo’nun muhafazasını amaçlıyordu. İttihatçılığın en büyük zaferi olan 1908 İhtilali aslında statu s tjuo’nun temel ilkelerinin devamını arzulayan, II. Abdülhamit rejim inin bu düzenin sürm esini sağlam akta yetersiz kaldığı için değiştirilmesini arzu eden ve “muhafazakâr eylem cilik" olarak tavsif edilmesi mümkün bir fikri arka plana sa­ hipti. Diğer bir deyişle Daşnaktsutyun ile V M O RO ’nun örgüt nizam nam elerinden uyarlanarak kurulan fedai teşkilatı, ken­ dilerine istedikleri kimseler hakkında ve­ recekleri “vatana ihanet” hüküm leriyle infaz g erçek leştirm e h akkı bahşed ilen mahalli kom iteleriyle icraatçı b ir nitelik kazanan ittihat ve Terakki bu eylemciliği

da feda-yı hayata m ecbur” olduğunu be­ lirtiyordu (madde 4 8 ).9 Cemiyet fedaile­

gerçek anlamda ihtilalcilik değil “impara­ torluk kurtarıcılığı” ideolojik zemininde yapıyordu. N itekim Osmanlı Muhalifin Fırkaları tarafından 1907 Aralık’ında top­ lanan kongTe öncesinde Daşnaktsutyun

rinden Mülâzım-ı Sânı Hamdı B ey in ihti­ lal sırasında “vatatı ve milletin istihsâl-i hürriyeti emrinde hiçbir hidmeı ibrazına muvaffak olamamasından mütevellid ye’s

toplantıda kabul edilecek kararlardan biri olarak “asker verm em ek”i önerdiğinde Cemiyet liderleri ülkenin etrafının düş­ manlarla çevrili olduğunu belirtip, O s­

saikasıyla" intihar etmesi bu aidiyet ve fe­ dakârlık fikrinin ne derece derinlere inebildiğinin ilginç misallerinden birisidir.10 İttihatçılığın “da’va"sının basit bir rejim değişikliği olduğunu zannedenler, 1908 ihtilali sonrasında oldukça şaşırmışlardı, tttihatçdık “vatan kurtarıcılığı" kavramını

manlI ordusunun her zamankinden daha kuvvetli olmasının zorunlu bulunduğunu söylerek bu öneriyi tartışmayı dahi red­

ve bunun yorumunu tekeline alıyor ve bu alanda siyaset üretecek tek kurum olma hususiyetinden en ufak bir lavız vermeyi reddediyordu, ilk bakışta bu tür bir yak­ laşım ın anlamlı bir ideolojik temele da­

detmişlerdi.15 Benzer bir şekilde aynı top­ lantıdaki Daşnaktsutyun kanlım cılanm n dile getirdikleri yeteri kadar ihtilalci ol­ mama eleştirisin e Sami Paşazade Sezaî Bey, 1871 Paris Kom ünü’nü kastederek “ne yapalım biz kızıl olamayız” cevabını vermişti.12 Bir zihniyet olarak ittihatçılık, Daşnaktsutyun ya da VMORO tarafından benimsenenlere benzer radikal program­

T

T

İ

H

A

T

Ç

I

L

I

K

ları savu nm aktan ziyade U atu s (fuo’yu temsil ediyor ve muhafazakâr bir eylem­ cilik temeline dayanıyordu. Bu açıdan İt­

m işti.14 Halk bu anlamda b ir meşruiyet kaynağı olabiliyordu; ama ittihatçılar Le B o n ’dan m ü lhem b ir tezle h a lk , hatta

tihatçılık günümüz Türkiyesi’nde kendi­ sini ulusalcı olarak tavsif eden ve değişi­ mi önlem eyi hedefleyen bir eylem ciliği

tem sil ku ram larının toplum sal m ühen­ dislik çab alan önünde engel oldugnnu düşünüyorlardı, ittihatçılığa göre bu ku­

savunan düşünce hareketi ile ciddi ben­ zerlikler taşır. Dolayısıyla 1908 ihtilali de bütün ihti­ lalleri sona erdirecek bir ihtilal yaparak

rumlar ancak Cemiyet’in yol göstericiliği­ ni benimsedikleri taktirde değer kazana­ biliyor, aksi takdirde “dahi" sosyologun

mevcut ştu tuş tjuo'nun değişmesini önle­ meyi amaçlayan bir eylem niteliği taşıyor­ du. ittihatçılık siyasî rejimin yenilenmesini liberal fikirler çerçevesinde, parlamentarist saiklerle değil bu rejimin sadece bir ayrın­ tısı olduğu stat us ıpıo’nun, yani “tenıami-i

şık k itle" olarak mahkum ediliyorlardı. İttihatçılığın günümüz Türkiyesi’nde en fazla hissedilen etkisi herhalde bu seçkinci tiktir.

mülkiyet” in, korunması için istiyordu. Bu nedenle de stcaus tjuo’nun devamının tehli­ keye girdiğim düşündüğünde eski rejimin baskıcılığım aratmayacak siyasetler uygu­ lanmasında, kavânin-i muvakkate ile mec­ lisin tamamen devre dışı bırakılmasında

belirttiği gibi bir “türdeş olmayan, karma­

1908 thulali sonrasında liberal parlam en ter b ir düzene g eçileceğ in i um an çevreler büyük hayal kırıklığına uğramış­ lardı ama 1905 sonundan itibaren ittihat ve Terraki’nin on beş yılı aşkın bir sûre­ dir Jö n Türk çevrelerinde etkili olan en­ telektüel tartışm aları bir kenara bıraka­

bir sakınca görülmüyordu. Enver Paşaya atfedilen “yok kanun, yap kanun”13 ifadesi

rak Türk unsurunun hâkim m illet rolü oynayacağı bir O sm anlıcılık, anıieınpervalizm, T ü rk olmayan Osm an İr anasırı­

bu anlayışın veciz bir biçimde dile getiril­

nın ayrılıkçılık olarak yorumlanan hare­

mesidir. Bir “da’va” örgütlenmesi olarak İt­ tihat ve Terakki nazarında açılmasını te­

ketlerine engel olm a ve im paratorluğu muhafaza temellerine dayanan, s tu (us qu o

min için ihtilal yaptığı meclis ya da huku­

taraftan yeni bir ideolojiye yöneldiğini bilenler açısından yeni gelişmeler hiç de şaşırtıcı olm am ıştı. Bu tarihten itibaren

ka dayalı idare gereğinde bütünüyle bir ke­ nara bırakılabilecek detaylar olmaktan öte anlam taşımıyorlardı.

Ahmet Rıza Bey gibi pozitivizmi Osmanlı

Kâğıt üzerinde hizmet ettiği, söylemiy­ le kutsandığı halk da İttihatçı zihniyet ta­ ra fın d a n g ereğ in d e da’v a n ın b a şa rıs ı

resmî ideolojisi haline getirme hayalleri kuran entelektüeller gitgide arka planda kalırken, Dr. Bahaeddin $akir, Dr. Nâzım,

Önünde bir engel olarak görülebiliyordu. İttihatçılık dönemin tüm entelektüel ha­ reketleri gibi Gusiave Le Bon ve onun

M ehm ed Talât, Ö m er N aci B eyler gibi k om itecilik vasıflan ağır basan liderler

kitle psikolojisi tezlerinden derin biçimde etkilenmişti ve “halka rağmen halkçı” ol­

yorumlarından kendisinin bu kimselerin entelektüel kapasitelerini sınırlı bulduğu

m anın gerekli olduğunu savunuyordu. Meb’usan çoğunluğunu arkasına alarak “halk” adına konuşmak ittihat ve Terak­

ve onları küçümsediği anlaşılmaktadır,15 Ama bu kimselerin siyasî koşulları kendi­ lerini beğenmeyen entelektüellerden çok daha iyi anladıkları şüphesizdir. Unutul­ maması gerekir ki, bir zihniyet olarak İt­ tihatçılık önde gelen entelektüeller tara­ fından değil yukanda zikrettiğimiz kom i­ te örgütleyiciieri tarafından belirleniyor-

k iy e ciddi bir üstünlük kazandırıyordu. Nitekim Bâb-ı Âlî baskım sırasında Enver Bey, Kâmil Paşa’nm askerin arzusu çerçe­ vesinde istifa ettiğini ifade eden m ektu­ buna “ahali” kelimesini bu nedenle eklet-

ön plana çıkmışlardı. Ahmet Rıza B eyin

253

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

du, Bu onun bir hayli sığ, eklektik, za­ man. zaman da çelişk ilerle dolu olması sonucunu doğuruyor ama aynı zamanda geniş toplum katm anlarına ulaşm asını kolaylaştırıyordu. N itekim bu ideolojik yaklaşım im paratorluktan ulus-d evle t e geçişin gerektirdiği ufak rötuşlar dışında Cumhuriyet resmî ideolojisinin de zemi­ nini hazırlıyordu. Bu gibi liderlerin elinde pragmatizmi şiar edinen ittihat ve Terakki temel amacı olan imparatorluk kurtarıcılığını gerçek­

254

leştirmek için değişik siyasetleri uygula­ makta bir sakınca görmüyordu. Tekrar et­ mek gerekirse bunlar İttihatçılık merdin­

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

lık sembolleri olarak yüceltilmeleri bir zi­ h in karışıklığınd an ziyade esas amaca, da’vaya atfedilen ehemmiyetten kaynakla­ nıyordu, Benzer şekilde Alm an T arihçi Okulu hayranlarıyla iktisadi liberalizmin müdafii M ehmed Cavıd Bey’in aynı za­ manda ateşli İttihatçılar olabilmesi ya da materyalist, bilimci (sdentistj doktorlarla Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendinin aynı örgüt çatısı altında faaliyet göstermeleri ilk bakışta tuhaf gözükebilir; ama nihai tahlilde başka pek çok siyasî kuruluş için imkânsız olan bu tür beraberlikler İttihat ve Terakki tarafından olağan bulunabili­ yordu. Katı bir ideolojik kontrol yerine

lerin ideolojik eğilimleri olmadığı anlamı­

kurumsal kültü her şeyin üstünde tutma ve örgütün her türlü kararım benimseme gibi oldukça esnek belirleyicilere uygun

na gelm ez; ama bu tercih ler kurum sal kült tarafından “vatanın menafaati için en gerekli” kararların alınm ası aşamasında

davranLİdığı takdirde İttihatçı kabul edil­ mek için bir sorun bulunmuyordu, ittihat ve Terakki zannedilenin tersine bu alanda

bir kenara bırakılabiyordu. Mesela Cemi­ yet, 1909’da Katıun-i Esasi’yi tslâmileştirecek değişiklikler yapılmasına onay ve­

katı, dogmatik bir ideolojik denetim kur­ manın oldukça anlamsız olduğunu düşü­

de birer “siyaset" olma ötesinde bir değer taşımıyorlardı. Bu pek tabii İttihatçı lider­

rirken, aynı yıl Nizamî mahkemelerde ila­ ma rabt edilen şahsi hukuk davalarının

nüyordu, Ancak ittihatçılığın devamı için bireyler Cemiyet’in siyaset değişiklikleri­ ni tartışmaksızın benimsemek zorunday­

Şer’î Mahkemelerde rü’yetini yasaklayan bir kanun çıkartıyor; bir yandan gayri­ müslimlere hakaret edenleri şiddetle ce­ zalandırırken16 öte yandan Zeydî İmam Yahya H anıideddin'e g izlice Yem en’in d ağlık k ısm ın d ak i Y ahud ileri M edine

dılar. Bunu yapmayanların ise dışlanmak­ tan kurtulm aları m üm kün olam ıyordu. Cumhuriyetin de K ad ro hareketine göste­

Paktı çerçevesinde idare yetkisi bahşedi­ yor,17 her şeyin ötesinde Türkçü, İttihad-ı İslamcı ve Osmanlıcı siyasetlerin hepsine aynı zamanda destek verebiliyordu. Bunu

luk kalmaması ve ulus-devlet inşası mis­ yonu Cumhuriyete b ir dizi siyaseti daha katı biçimde uygulama imkânı veriyordu.

b ir id eo lo jik zaafiyet olarak nitelem ek m üm kün olduğu gibi tem el am acı elde etmeye yönelik anlamlı bir pragmatizm olarak görmek de mümkündür.

rilen tepkide şekillendiği gibi katı bir ide­ olojiye aidiyeti arzulam am ası ilginçtir. Ancak ortada kurtarılacak bir imparator­

Bu açıdan bakıldığında İttihatçılık hem kapsayıçı hem de dışlayıcı olabiliyordu. Kurum sal kültün kutsallığını, da’vanın önemini, bu alanda her türlü fedakârlığın

Bütün bunlar Cemiyet için, nihai tahlil­ de, “v a ta n ın k u r ta rılm a s ı” ve “status

göze alınmasını benimseyen herkes İtti­ hatçı olabiliyor ya da en azından Cemiyet tarafından muhatap alınabiliyordu. Mese­

(fuo’nun korunması” amaçlı siyasederden başka bir şey değildi. Enver Paşa’nın hem

la Cemiyet kendi “Osmanlılık" tanımım kabul ettiği sürece Bedros Hallaeyan ya

Türkçü hem de pan-IslSmist olması, Nicolae Constamin Batzarıa ve Fılıp Mişea

da Şekib Arslan ile beraber çalışm akta,

Efendilerin Cemiyet tarafından Osmanlı­

sın d a n yerel liderlerle yapılan pazarlık-

N akibzâde Talih Bey’i Arap Yarım ada­

T

T

I________ H

A

7

Ç

I

L

i


ö/

konusu çe rçe ve n in

devletle aranmasına yönelik eğilim ler bu

tüm zam anlan etkileyen, sürecin hiçbir

guıı bile geçerliliğini sürdürmekle. Buna

anında ortadan kalkm ayan ve belirli ara­

göre toplum un referans alm ası gereken

lıklarla kendini yeniden üreterek hâkim

"merkez" kendi içinde değil, ancak dev­

kılan tem el b ir n iteliğ e dönüştüğü de

lette bulunabilir. Ö te yandan toplum un

açıktır. Böylesine köklü bir yapının anla

çoğul yereliiklure dayanan vapısı nede­

şıiması ve tanım lanm ası ise tarihsel süre­

niyle, devlet yönetim inin merkeziyetçi bir

ci sosyolojik ve siyasî olarak aşan, diğer

anlayışla yürütülmesi gerekecektir. Böyle­

bir deyişle çok daha yavaş değişen bir

ce kendini yerelde tanım layan her grup,

unsurla, yani zihniyet k avu n u yla münı

toplumun diğer kesim lerini muhatap ah­

kün görülm ektedir.’

maklansa, yüzyıllar içinde devlete müra-

O T O R I T t- R

D Ü Z E N L F M f -

7 I H N I Y E T I

O L A R A K

A N A Y A S A C I L I K

275 K am usa! akın tartışm aları Türkiye gündem in e 1990 iı yıllarda girdi. H aber m as'm tartışm alara kayn aklık eden eserinin ve bu eser üzerin e tartışm aların da bu dön em de ö n e a k lığ ı söylenebilir. Tarihsel örn ek re den eyim lerin k am u sal ala n m odellerinin d a h a az. lâkin siyasal son u ç re çıkarım ların ın d a h a fa z la vurgulandığı tartışm alarda iletişim se! eylem, m eşruiyet re uzlaşm a noktaları an ca k p ragm aiik bahislere konu olabildi. caat etmeyi ve ondan m erkeziyetçiliğini

alandan söz edilebilir. Yereiliklerir karşı

kullanarak "sorunları" çözm esini bekle­

karşıya geldiği noktalarda ise, devletin

meyi öğrenmiştir.

m erkezîyelçiliği sayesinde yönlendirilen,

D olayısıyla m erkeziyetçilik hem devle­

"id ari" tasarrufların konusu olarak tanım ­

tin parçalı toplumsal yapıyı yönetebilm e­

lanan ve hiçbir zaman hakiki bir derinli­

sinin hem de cemaatse! yapılanm a içinde

ğe ulaşmasına izin verilm eyen yapay bir

yer alan birim lerin kendilerine siyasî ve

dengesizlik durum undan söz e d ile b ilir

ekonomik alan açm a çabalarının taşıyıcı­

ancak. Çünkü kamusal alanın asli niteliği

sı olm uş; boylere salt ideolojik olarak de­

olan işlevsel bir eş düzeylilik, ancak ye

ğil, sosyal anlamda da meşrulaşmıştır. Ne

re llik le rin veya d evletin için de bulun­

var ki m erkeziyetçiliğin toplumsal aktör­

makta; söz konusu yereliiklerin kendisi

lerin "ku llan d ığ ı" bir araç, olarak görül­

ise, bir hiyararşik sıralam a içinde algılan­

mesi, toplumdaki farklılıkların bizzat dev­

maktadır.

let içinde yeniden üretilmesi imkânını da beraberinde getirm iştir. Bunun anlam ı

OSMASU

devletin bit siyaset "a la n ı" olarak algılan­ ması ve kullanılm asıdır. Böylece ortaya

OsmanlI'daki devlet ve toplum algısı ile

nevi şahsına münhasır bir dıırum çıkm ak­

toplum sal düzen arasında doğrudan ve

tadır: O sm aıılı ve onun devam ı olan lür

organik bir bağ olduğuna birçok gözlem­

kiye tle "kam usal alan " dediğim i/, toplu­

ci işaret etmiştir. Siyasete ilişkin kamusal

mun kendi yaşan tısın ı tan ım lad ığ ı ve

alan parçalanm asının, toplumun cemaat-

içinde siyaseti oluşturduğu alan, gerçek

sel yapısında karşılığını bulduğu söylene­

anlam da yekpare bir toplum sallığa otur­

bilir. Osm anlı m illet sistemi her biri kendi

mayın. parçalı niteliktedir. Bir uçta yerel-

hukukundan ve özel alanından sorumlu

iiklerin kentli içinde, öteki uçta da devle­

b ir cem aatler h iyerarşisin i ifad e eder.

tin içinde işlevsel olan iki farklı kamusal

H içbir cem aatin diğerine "eşit" olm adığı,

N

M

V

iıer birinin kendine has anlam ve işlevi

276

Z

H

N

sonucunda gayrimüslim cem aatlerin dev­

nin oldıığu varsayılan bu yapılanm a, O s­

letin içinde de "seslerinin" olması büyük

m anlI dünyasının ataerkil evren algısına

önem kazanmış; nitekim dinî önderlikle

da denk düşer. N asıl Tanrı'nın yarattığı

rin "vezir" olarak algılanm alarının ötesin

varlıkların her biri kendine has ve farklı

de hemen her zaman gayrimüslim cem a­

ise, nasıl aralarında hiçbir zaman mutlak

atler m erkezî devlet mekanizması içinde

bir eşitlik mümkün değilse; aynı şekilde

(yine dinî önderliğin denetiminde) meşru

ideal toplum da birbirinden farklı nitelik

tem silciler bulundurmuşlardır. Çünkü ce

ve statüde cem aatlerden oluşur. N asıl

maatleri ilgilendiren kararların önem li bö

Tanrı'nın düzeni her varlığa kendini do­

lümü devletin içinde alınm akladır ve ce

ğasına uygun bir biçim de idame ettirme

m aniler "d e vle tin için d e " karşı karşıya

hakkını vermişse; aynı şekilde ideal top­

gelm ektedir. D iğer bir deyişle O sm aıılı

lum da içindeki farklılıkların kendi doğa­

sisteminde devletin kendisi, cem aatlerin

larına uygun bir biçim de var olm alarına

aktörleştiği bir "üst" kamusal alandır.

izin ve imkân vermelidir. Bu anlayışın so­

N c var ki gayrim üslim cem aatler için

nucu Sünni/I lanefi cemaatten başlayarak

geçerli o l,ir bu "tem iz" düzenleme, Müs­

farklı gayrim üslim cem aatlere ve iroııik

lüman cem aat açısından önem li bir sorun

olarak devlet ideolojisi karşısında "m eş­

yaratır. Çünkü İslâm iyet devleti meşru kı­

ruiyet" sorunu yaşayan A levilero kadar

lan, onu toplumun tepesine oturtan ide

uzanan hiyerarşik bir sıralanmanın ortaya

olojik arka plan olm akla birlikte, sadece

çıkmasıdır.

devlete ait bir "id e o lo ji'' değildir. İslâm

B o yle re her cem aat bir tür "ye re llik "

aynı zam anda Sünni/I laneti kesim in de

oluşturur ve merkezden mesafeli olarak

inancıdır ve bu anlam da din, cem aatler­

tanım lanır. G ayrim üslim cem aatlerden

den biri ile devlet arasında doğrudan bir

beklenen kendi hukuklarını işlevsel kıla

bağ ve geçişliliği ima eder. D evletin ken­

rak cemaat içi meseleleri düzenlem eleri;

di meşruiyeti açısından dine yaslanan her

cem aatler arası ilişkileri ve hakları ilgilen­

eylem i veya tutumu, Sünııi/Hanefi cem a­

diren konularda ise devletin kararına biat

atin prestijinin artmasının ve "devlete ya­

etm eleridir. D o layısıyla gayrim üslim ce­

k ın la şm a sın ın " ifad esid ir. D o la y ıs ıy la

m aatler kendi içle rin d e birer kam usal

Sünni/Hanefi cem aat, cem aatler skalası-

alan oluşturmuş ve üyelerine bu alanda

nı.n en tepesinde olm anın ötesinde, dev­

kariyer ve siyaset yapma fırsatını vermiş­

letle aynı ideolojiyi paylaştığı için; bu ce­

lerdir. ö te yandan her gayrimüslim cem a­

maatin iç kamusal alanı da "k ap alı" bir

at merkezî devlet modelini kenrli içine ta

sistem olarak kalmamıştır. Diğer bir de­

şımaz, dinî önderlikler aynen devlet misa

yişle Sünni/Hanefi cem aat içindeki kari­

li m erkezî birer odak olarak cem aatler;

yer ve siyaset im kânı, kişi ve grupları

yönetm işlerdir. Bu açıdan bakıldığında

devletin içine taşımış, cem aat içi siyase­

O sm aıılı m erkezî devleti ile cem aatlerin

tin devlet içinde de devam ını sağlamıştır.

yapılanm ası arasında açık bir paralellik

Böylece farklı tarikatların, güçlü dergâh

vardır ve cem aatler hem ideolojik hem

ve loncaların devlet içinde temsil edildi­

yönetsel açıdan devletin izdüşümü konu

ği, giderek enforrnei biçim de hizipleşliği

mumladırlar. İdeolojik yaklaşım, farklılık­

yapılat ortaya çıkm ıştır. Şeyh-Cil İslâm 'ın

ları olum ladığı ölçüde heterojen ve hiye­

doğrudan bir devlet ınem ıııu addedilmesi

rarşik bir cemaat ve toplum yapısını ima

söz konusu geçişliliği doğallaştırm ış ve

eder. Yönetsel yaklaşım ise merkezi güçlü

din, siyasetin taşıyıcısı olarak işlev kaza­

kılarak, eşit olması beklenmeyen farklılık

nırken, buna uvgıtn bir "d il" haline gel­

lyr arasında otoriter bir hak (ve dolayısıyla

miştir. (Diğer taraftan "öteki" Miislüman-

imtiyaz) dağıtma sistemi oluşturur. Bunun

lar, yani Alevilerin toplumsal hiyerarşide

O T O R İ T E R

D Û Z C N I E M C

Z İ H N İ Y C 1

bir tür "gayrim üslim " cemaat olarak ska-

O L A R A K

A N A Y A S A

C. > i. i K

kurduğu koalisyonlar sayesinde alttan ge­

lartın dibinde yer aldığını, ayrıca M üslü­

len baskılarla bozulmuştur. Buna karşılık

m anlık iddiasının devini açısından tehli­

Sünni/I tane.fi cem aat devlet mekanizma­

keli olm ası nedeniyle m eşruiyet sorunu

sını kendi siyaset alanı olarak algılam ış

yaşadığını eklem ek gerekir. D o layısıyla

ve bu siyaseti hizipler eliyle yürütmüştür.

Aleviler torrrıel m erkezî teşkilatı olm ayan

Böylece Sünni/I Hanefi cemaatin iç sorun­

bir tür "yeraltı" cem aatlerim e içinde var

ları ve gerilim leri devletin içine taşınmış,

olm aya çalışm ışlardır...’

güçlü merkeze yanaşmak ve onu etkile­

Toplum sal yap ılanm a için de üretilen

mek üzerine oturan nüfuz siyaseti devlete

siyasetin devletin içine taşınması, devle­

hâkim olmuştur. Bunun anlam ı devletin

tin içinde oluşan kamusal alanın da par­

siyaset açısından özerk bir kamusal alan

çalı bir yapı kazanmasına ve bilinçli ola­

haline gelmesidir. Bürokratik pozisyonlar

rak p a rça lan m asın a neden olm uştur.

siyaset imkânı veren ve bir anlam da siya­

Çünkü söz konusu yapılanm a formol bir

set yapm ak üzere üstlenilen görevlerdir.

nitelik kazanmadığı, örneğin “ siyasi par

D olayısıyla bürokrasinin kendisi bir siyasi

ti" misali oluşumlara izin vermediği için,

aktördür ve nitekim bugüne kadar bıı ha­

hizipler kendilerini gizlem eye, görünür

reke! alanından feragat etmek istememiş,

olm ayan koalisyonlar kurm aya, siyaseti

devletin içinde olabildiğince geniş bir , farklılık yarat­

de ve yereldeki yaşam tarzlarında da ge-

maktaydı. Çünkü ilk kez bürokrasi devlet

çerliydi. Diğer bir deyişle Tanzimat'la bir­

gücünü başkalarıyla paylaşm ak zorunda

likte özellikle gayrim üslim cem aatler bir

kaldı vır ilk kez bu "alttan g e le n le rin "

sivilleşm e arayışı içine girdiler ve dinî ön­

meşruiyetinin bürokrasiden daha fazla ol­

derliğin merkez gücü azalm aya başladı.

duğu şeklinde bir algı oluştu. Dolayısıyla

D iğer taraftan yerelde b irlikte yaşayan

Meşrutiyet dönemi "m uhayyel" toplumun

tarklı kim likler arasındaki net ayırıcı çizgi

ilk kez gerçek bir toplum olm a istidan:

ler belirsizleşti. Vergiden k ılık kıyafete,

gösterdiği yıllardır. Yereldeki kamusal alan

Müslüman/gayrimüslim ayrımı olanaksız­

ile devletin içindeki kamusal alan arasın­

laştıkça lıern cem aatlerin içinde hem de

da, partiler, seçim ler ve parlamento siste­

cem aatler arası hiyerarşik ilişkiye alışm ış

mi sayesinde bir geçişlilik oluşmuş; "top

olanlar açısından, reformlara tepki başla­

İLiiTi" adına konuşan, "toplum u" kendi ce­

dı. Çünkü eşitsizliği bir yönetim aracı ve

m aatle rin in ötesinde tan ım layan lik ir

kamusal alan paylaşma ölçütü olarak kul­

adamları ve akımları ortaya çıkmıştı.

lanmaya alışmış olanlar açısından, Tanzi­

N e var ki, ne Müslüm an/gayrim üslim

mat "düzenin bozulm asıydı"... Dahası ye

ne de bürokraVsiyaselçi eşitsizliğinin or­

ni dü/eıı devletin m erkezî gücünün arl

tadan kalkması kolay hazm edilir değildi

masını, yani yereldeki güç odaklarının ge­

M odernliğin kuramsal olarak tek parçalı

riye çekilm esini rie ima etmekleydi.

kamusal alanı, O sm anlI'nın çok parçalı

Sonuçla Tanzimat reformları hem dev­

kamu geleneği karşısında fa/la yol kale-

lette hem rie yerelde kamusal alanın den­

demedi. Kısa süre içinde hem devlet için­

gelerini değiştirdi ve m erkeziyetçiliğin

de hem rie kendisini modern düzenleme

yaygınlaşan etkisine dayanarak ilk kez

nedeniyle "kaybetm iş" gören Sünni/Ha-

yerelle devlet arasındaki kamusal boşluğu

nefi kesimde direnç ortaya çıktı ve bu di­

"m tılıavye l" b ;r toplum la doldurm uş ol

renç (bugünlere gönderme yapacak şekil

du. Çünkü ne devlet ne do yereldeki ak

dei demokrasi karşıtlığı olarak ö/etlene

türlerin bu değişim i hazmetme istekleri

bilecek bir m ecraya aktı. Dünyaya adap­

ve algıları yoklu. Ortaya bir "toplum " çık­

te olabilenlerin tek parçalı toplumsal bir

tı am a hiçbir cem aat kendisini ötekilerle

siyasî ve kamusal alan talepleri karşısın­

birlikte bu toplumun parçası hissetmediği

da; bu uyumu sağlayam ayanlar çok par­

gibi; devlet de bürokrasi içindeki yerleşik

çalı, m erkeziyetçi ve enformel eşitsizlik-

O T O R İ T E R

D Ü Z E N L E M E

Z İ H N İ Y E T İ

O L A R A K

A N A Y A S A C I L I K

279 Cumhuriyet in Hanıyla birlikle Türkiye toplumunun Siinııi H an efi re Alevi cem aatlerin bir araya getirilerek Tiirk kim liği etrafım la -ınilletlestirilm esi", "homojenleştirilmesi" derletin tem el jıoliU kalanndandı. Bu politikan ın yarattığı gerilim , ilerleyen yıllarda ü lkedeki “kam u sal alan ’ ka tra n ın ım içeriğinin doldurulm asında d a ön em li sorunlar yarattı. ierden beslenen hiyerarşik bir kamusa!

sup kişiler bu şekilde vatandaşlık üzerin­

alan ıvev.t kamusal paylaşma) düzeninin

den eşitlendiler; ancak eşitlenm enin be­

savunucusu oldular...

delini devlete ideolojik bağım lılığı kabul­ lenerek ödemek zorunda kaldılar.

CUMHURİYET

Söz konusu stratejinin iki .sonucundan ?öz edilebilir... Birincisi, Siinni/llnneti ce­

Tanzim at'la başlayıp M eşrutiyetle devam

maat içinde önemli bir çoğunluğun devle­

eden ikircikli duruına van t. Cum huriyet

tin zorunlu bir yaptırım biçim inde zorladı­

ile verilm eye yatışıldı. A rlık karşım ızda

ğı la leliğe tepki duyması ve cemuatsel ka­

modern bir ı; us devlet vardı ve modem

lınlar içinde kendi İslârııi kimliğine daya­

liftin iına etliği niteliklere sahip bir top­

nan bir iüşkî ağını sürdürmesidir. Bu ağ

lum oluşturulm uştu. T ıirkive toplum u

konjonktürün elverdiği ölçüde kendini dı­

Sıinni/I laneti ve A le v i cem aatlerin bir

şa vurmuş, siyasî alanda rol almış ve gide­

arnva getirilerek Türk kim liği etrafında

rek siyasî hayatın göz ardı edilem eyecek

"m ilı'etieştirilm csi* ve ardından bu m ille­

bağımsız bir aktörü haline gelmiştir. Ka­

tin laiklik etrafında veniden tanımlanma?;

musal alan dengesi açısından Cumhuriyet

ile hom ojenleştirilm iş, eşitlenmiş ve dev­

döneminde Sünni,/Hanefi kesim yerele sa­

lete bağlanmış oldu. Büvlecc "lü rk ve la­

hip çıkan, devletten topluma uzanan hiye­

ik" kim lik bu toplumu oluşturmakta olan­

rarşide "altla" kalan ve her fırsatta devletin

ların sahip olması gereken "doğru" kimlik

iç alanına nüfuz etmek üzere ursat kolla­

olarak tanım landı. Diğer bir deyişle dev­

yan bir siyasî tavrın etkisinde kalmış gö­

let vatandaşın nasıl olması gerekliğine ka­

zükmektedir. Devletin Diyanet işleri Baş­

rar vererek, söz konusu kimliği ondan ta­

kanlığı yoluyla bu kesimi denetleme isteği­

lep etti. MiKİernleşm e bu yönüyle b r eh

nin sürmesi, din eğitimi ve kılık kıyafet ne­

Üleştirme ve toplumu devlet yörüngesine

deniyle' yaşanan yığınla sorun, Sünııi/I la-

çekme projesivdi. Farklı cem aatlere men

nefi cemaatin ayrımlaşmasına ve kendi ka-

N

R

V

Y

dim kimliğine sahip çıkm asına neden ol

kurduğu koalisyonlar reformların aksama

muştur. (D iğer taraftarı devletin A leviler

sına ve hatta durmasına neden olmuştu.

konusunda da farklı bir tutum içinde oldu

Cum huriyet dönem inde ise eşitlik yönün­

ğu söylenemez. A levilerin " I ürk ve laik"

deki demokratik reformlar "Türk ve laik"

kimlikle ilgili bir sıkıntı yaşamadıkları ger­

kimliği benimsemiş cem aat tarafından en­

çek olsa da, Aleviliğin dne çıktığı hiçbir te­

gellenm eye çalışılm ış, bu cem aatin bü­

şebbüsün devlet ııezdinde makbul sayıl-

rokrasi ile kurmuş olduğu koalisyonların

madiği, bu inanç sisteminin ;in tak devle­

siyaseti engellem esine tanık olunmuştur.

bir

tin kanalları içinde enformel ilişkiler üze­

Diğer bir deyişle Cum huriyet gerçek

rinden kendine yol açabildiği söylenebilir.)

toplum yaratmaktansa im tiyazlı bir cema

Devletin modernleşmeyi bir tiir ehlileş­

280

Z

at üretmekle yetinmiştir. Toplumun "Türk

tirm e olarak işlevselleştiren stratejisinin

ve laik” kim likte vatandaşlardan oluşması

ikinci sonucu, "Türk ve laik" vataııd.ışla-

talebi, m illiyetçilik ve laikliği birer ideolo­

rın bizzat cemaatleşmesi, yani kendileri­

jik "elek" haline getirerek, makbul olan ve

ne has ve ötekilerden farklı b ir r.emaat

olm ayan vatandaşlar yaratmış ve bunlar

oluşturmasıdır. D evletin koruması ve des­

kimliksel olarak rarklılaştırılmıştır.

teği altında yaşamak durumunda olduğu­

D olayısıyla kamusal alanın parçalı ya­

nu düşünen; bu kim liği paylaşm ayanlar­

pısı sürmekte, işlevsel bir siyaset ya ce

dan tedirgin olan; dolayısıyla devlete ba

maat ya da devlet içinde yapılm akta, ce­

ğım lı, kim liğini devleti1 borçlu bir cema

m aatler arası siyaseti yaşatacak kamusal

.ittir söz konusu o la n ... C u m h u riye tin

alan ise pratik olarak devletin nüfuz alanı

ironisi, bir "m illet" yaratmak ve bu "m il

içinde tanım lanm aktadır. Bunun anlam ı

leti" devlete bağlama yoluyla vatandaş ve

Türkiye'nin hâlâ gerçek bir "toplum " ola

toplum üretmek ti/ere yola çıkan bir mo­

maması, kim liklerin ya yerelliklorin iç in ­

dernleşm e hareketinin, sonuçta yeni bir

de ya da devletle aranmasıdır. Ö te yan­

cemaat üretmesi ve cem aatler arası hiye­

dan devletin im tiyazlı bir cem aatle böyle-

rarşik skalayı yeniden ortaya çıkarm ası­

sine organik bağ içinde olm ası, bizzat

dır. D olayısıyla I iirkiye'de kamusal alan,

devletin yerelleşm esini, "d e vle t" vasfını

Osm anlI'daki parçalı yapısından kurtula­

cem aatler ııezdinde kaybetm eye yüz Ha­

mamış; ne yerellikleri taşıyan cem aatler

masini ve bunun sonucunda devlet siste­

ile devlet arasındaki boşluk gerçek anla

matiğinin bir iktidar paylaşım alanı olarak

m ıyla siyasetle d o ld u n ;lah iİm iş, ne de

farklı güçlerin çatışmasına ve işbirlikleri

devletin iç alanı bir tür kamusal alan o l­

ne açılm asını ifade eder. Sonuç olarak

ma vasfından uzaklaşabilmiştir. Bu duru­

Cum huriyet Türkiyesi hâlâ toplum olm a

mun doğal sonucu, Türkiye'de siyasetin

açısından başlangıç noktasındadır... G ö ­

hâlâ "devletin içinde" yapılan bir uğraş

rünen o ki, "m ille t" olm a isteğinin ağır

olm ası, temel siyasî meselelerin hâlâ bü­

basması ve bunun devlet kontrolünde bir

rokrasinin uhdesinde bulunması ve toplu

süreç olarak tahayyül edilm esi, cem aatçi

mun siyaset yoluyla bu m eseleleri etkile

yapının yeniden üretilm esiyle sonuçlan­

me fırsatlarının bizzat bürokrasi tarafın

mış; "m ille t" fikri ise bütünlüğünü koru-

dan sistematik olarak engellenmesidir.

yam am ış ve gerçekte farklı cem aatlerin

Söz. konusu devlet/loplum dinam iği

anlam dünyaları içinde parçalanmıştır...

Cum lıuriyet’le M eşrutiyet arasında aktör­ lerin değiştiği ama ilişki biçim lerinin sabit kaldığı ilginç bir parallellik üretir... Meşru

po stm o d crn d u ru m

tiyet'te eşitlik yönündeki reformların karşı­

G eçen yüzyılın son çeyreği geri dönüşü

sındaki cemaatsel direnç Sünni/Hanefi ke

olm ayan değişim leri su yüzüne çıkarttı.

simden gelmiş, bu cemaatin bürokrasi ile

Modern dünya hem siyasî düzen ve den­

O T O R İ T E R

D Ü Z E N L E M E

IH N İ Y E T İ

O L A R A K

A N A Y A S A C I L I K

ge açısından hem de ideolojik işlevsellik

levsiz kaldığını vurguladılar. Birincisi mo­

ve yeterlilik açısından son derece sıkıntılı

dern ulus-devletler vatandaşlık tanımında

bir noktadaydı, İki bloklu dünyayı anak­

ne denli titiz davranmış olurlarsa olsunlar,

ronik hale getiren iktisadi ve sosyal deği­

tüm '“bireylerini" vatandaş yafrabi İm iş de­

şimlerin sonucunda Sovyet Rusya'nın da­

ğillerdi. G izli veya açık sınıfsal farklılıklar,

ğılması ve genelde Doğu Bloku'nun ba­

devlet tarafından "görünm eyen" vatan­

ğımsızlaşması yanında, Avrupa Birliği'nin

daşlar yaratm ıştı. İkincisi ulus-devletler

de ivm e kazanmasına tanık olundu. D i­

her ne kadar gözlerini kapasalar da, kim ­

ğer taraftan Çin ve H in distan 'ın başım

likler modern kişilerin vazgeçemediği a i­

çektiği bir ''m üstakbel" yeni dünyanın

diyetler olm aya devam etmekte ve özel­

tabloya girmesi ve A B D 'n ln tek kutuplu

likle küresel ortamda siyasî anlam kazan­

bir doğal hegemonya hayaline kapılması

m aktaydı. O ysa m odem tasavvurun bu

bütün dengelerin yeniden oturacağı bir

yeni durum a adaptasyon yeteneği nere­

süreci ima etmekteydi- Siyasî alandaki bu

deyse hiç yoktu. N ihayet üçüncü olarak

dalgalanm anın, tiim boyutlarıyla yaşanan

m odernlik toplum sal düzen ve istikrar

bir küreselleşme dönem ine oturması ise

açısından giderek daha hayati hale gelen

yeni bir dünyanın habercisi oldu. Yerel-

toplumsal ahlâk konusunda da hiçbir sö­

liklerin merkezî yapılanm aların sınırlarını

ze sahip değildi. Karşılıklı etkileşim in hız­

zorladığı, bölgesel algı ve değerlendirm e­

la arttığı, teknolojik im kânların herkesin

lerin anlam kazandığı, kültürel alanda

kullanım ına açık hale geldiği bir ortamda,

karşılıklı iç içe geçm elerden beslenen,

liberalizm in tek dayanağı olan bireysel

sermaye seyyal iyeti sayesinde sadece ikti­

ahlâki tutarlılığın işlevsel ve yeterli olm a­

sadi aktörleri değil, bizzat pazarları kırıl­

yacağı açıktı... D olayısıyla modernitenin

ganlaştıran yeni bir dinam iğin içine giril­

eleştirisi de sonuçta farklı bir kam usal

di. Bunun ideolojik açıdan en önem li so­

alan tanım ını ima etm ekteydi: Katılım ın

nuçları, demokratik haklar alanında gelen

ön planda olduğu, hiyerarşinin azaldığı,

standardizasyon, hukukun m îllî d u yarlı­

merkezî yetkilerin paylaşıldığı, kısacası si­

lıklardan ayrım laşm ası gereken bir ha­

yasetin demokratlaştığı bir kamusal alan...

kem lik müessesesi olduğu inancı ve katı­

Küreselleşmenin verdiği imkânlarla da­

lım cılık, şeffaflık, hesap verme gibi kriter­

ha da anlam kazanan ve yeni bir küresel

lerin dem okrasi m ekanizm asına ye d iril­

durumun inşası açısından işlevsel hale ge­

mesi talepleriydi. Nitekim bugün küresel­

len söz konusu eleştiri, bîr anda dem ok­

leşme, kamusal alanı en azından kuram­

ratlığı siyasî arayışların odak noktası hali­

sal olarak m ilfî sınırların dışına çıkarm ak

ne getirdi. Katılım cılığı bireysel bir hak ol­

ve ulusal açıdan birbiriyle ilintîsiz aktör­

maktan çıkarıp, "ötekini" arayan bir çaba

leri ortak d u yarlılık ların ve siyasetlerin

haline getiren, toplum sal onay alm ayan

parçası haline getirm ekle kalm am akta;

ve insan haklarını ihlal etme potansiyeli

bu yeni aktör koalisyonlarının müdahale­

taşıyan her tür m erkeziyetçiliği gayrı ahlâ­

ci bîr tavır alm alarını da teşvik etmekte.

ki gören bu yeni zihnî atmosfer altmda,

Ancak geçen yüzyılın son çeyreği küre­

kamusal alanın normatif niteliği de değiş­

selleşm eye paralel olarak aynı önem de

ti. Bugün giderek esnek, zamana bırakı­

bir değişim dinam iğine daha sahne oldu.

lan, geçişli bir kamusal alan tasavvuruna

M odernitenin ve m odernizm in eleştirisi

doğru kayıyoruz. Sınırları devlet tarafın­

bizzat modernliğin içinden üretildi ve bü­

dan net bir biçim de çizilem eyen, hatta

tün dünyanın kullanım ına sunuldu. Söz

hukukun bile "haddini bilerek” muhtemel

konusu eleştiri m odernliğin en azından

toplumsal değişimin Önünü açık bırakan

üç alanda yetersiz olduğunu ve günümü­

bir davranış içinde tanım lam ak zorunda

zün toplum ların: yönetmek açısından iş­

olduğu bir kamusal alan... Tüm siyasetin

281

IJ

Ö

N

I-

M

L

f-

fi

v-



^

I"

M■ ■JM

■(.

y-

E- " t

L

E

şeffaf bir biçim de "ortada" olduğu, kendi

Bu gelişm eye paralel olarak, fiziksel

içindeki nüanslar etrafında her an yeniden

yerellikleri kuşatan ve devletle ilişki kur­

kurulan ve tüm dinamizmine karşın katılı­

ma yeteneği olan bir "üst yerellik" olan

mı ve iknayı öne aldığı ölçüde bütünlüğü­

cem aatlerin içinde de kritik bir dönüşüm

nü yitirm eyen, konuşma kültürüne daya­

yaşanm akta. Ö zellik le Sünni/Hanefi ce­

nan, topluma ait bir kamusal alan...

m aatte (am a ayn ı oranda olm asa b ile

R

gayrim üslim ler dahil tüm cem aatlerde)

ADAPTASYON VE D İRENÇ

bir "kişileşm e", cem aat üyeliğini sürdür­ mekle birlikte kendini cemaatten bağım­

282

M odernite sürecinin sıkıntılı son dönem i,

sız sayma eğilim i güçlenmekte. Bunun en

m odernliği uius-devletler e liyle yerleşti­

önem li sonucu sektilerleş menin doğal bir

ren ve yücelten alışılagelm iş yaklaşım lar

süreç haline dönüşmesi gibi gözüküyor.

için hoş olm ayan bir sürpriz im a etti:

Ancak bu modernist bir sekülerleşme de­

Toplum yokken m illet olm ak da mümkün

ğil. Yani insanlar dinlerini terk ederek ve­

değildi ve toplum olm anın önkoşulları gi­

ya onu salt iç dünyalarına iterek seküler-

derek demokratik haklan İm a ettiği için

leşm iyorlar. Aksine kendilerini daha da

de, ulus-devletlerin ideolojisi halkı "top­

dindar olarak algılıyor ve inançlarını ka­

lum " yapm aya yetm eyeb iliyo rd u ... Bir

musal alana daha rahat koşullarda taşı­

halkın devlet e liyle ve devlet etrafında

mak istiyorlar. N e var ki şimdi dindarlık­

milletleşm esi, toplum içindeki farklılaşma

tan anlaşılan şey çok daha dünyevi ve b i­

ve ayrışm a dinam iğini durdu ram ıyordu.

reysel. Böylece dindarlığını kamusal kim­

Bu tespit hemen her ülkede “ devlet refor­

liğinin parçası yapmak isteyen, ama aynı

m u" süreçlerini başlattı. M illetini kaybet­

anda küresel dünyanın kıstas ve standart­

mek istemeyen ulus-devletlerin bir an ön­

larına uyum gösteren yeni bir toplumsal

ce topluma sahip çıkm aları ve kendilerini

kesim ortaya çıkıyor. Sünni/Hanefi cem a­

yeni talep ve tercihlere uygun hir biçim ­

atin elinle olan bağını Kurt(erin etnisite ile

de "düzeltm eleri" gerekiyordu.

olan ilişkisiyle mukayese ettiğimizde, ay­

Dünyanın genelinde yaşanan bu akım

nı toplumsal talebin bu kez Kürt kimliği

Avrupa Birliği üyelik süreci bağlam ında

üzerinden de yaşandığım öngörmek zor

T ü rk iye'ye de ulaştı. A n cak bu ülkede

değ il. N ih ayet din ve e tn isite yi kendi

toplum sal değişim A B 'y i beklem em iş,

kim liklerinde bütünleştiren gayrim üslim ­

1990'dan itibaren küreselleşm enin ve

lerde ise, söz konusu talep cem aat içinde

modernliğin eleştirisinin getirdiği yeni or­

sivilleşm e arzusu ile Türkiye siyasetine

tama adapte olma yoluna girmişti. Yerel­

kendi kim liğiyle m üdahil olm a isteğini

de iktisadi ve sosyal aktörler ekonominin

bütünleştiriyor.

ve sivil toplumun doğal ağları içinde ye­

Bütün bunların anlam ı, Türkiye'de ce-

niden kişilik kazandılar ve kendilerini kü­

maatsel yapıların son on yıllık değişimin

resel aktörler olarak da tanımladılar. Kü­

ürünü olarak içeriden parçalanm ası, an­

reselleşme Türkiye'nin yerelinde kürese!

cak parçaların cem aatlerin dışına çıkmak

anlam ı olan bir "yeniden yerelleşm eyi"

yerine onun sınırlarını genişleten bir etki

tetikledi. Bugün Ankara'nın bilm ediği ve

yaratm alarıd ır. B ö yle ce yerel kam usal

tanım adığı, ama dünyanın birçok merke­

alanların genişleyerek şim diye kadar o l­

zinde işlevsel otan iktisadi, sosyal, kültü­

mayan toplumsal kamusal alanı ikame et­

rel yerel aktörler var. Bu yeni aktörlerin

meye başladığını ve bu süreç içinde belki

dış dinam ikle de beslenen eylem maha­

de İlk kez birbirleriyle "konuştuklarım "

retleri, Türkiye'nin yerelindeki kamusal

söylem ek mümkün gözüküyor. Küresel­

alanın biterek parçalanmasını ve ulus dışı

leşme nedeniyle yaşanan fiziksel parça­

parçalarla birleşmesini ifade ediyor.

lanma farklı cem aatlerde benzer kürese) ►

O T O R İ T E R

D Ü Z E N L E M E

Z İ H N İ Y E T İ

O L A R A K

A N A V A S A C I L I K

koşullara tâbi aktörler ürettikçe ve her ce­

la siyaseti devletin iç alanına hapsetmiş

maat içinde söz konusu bireyselleşme ya­

olan ve bu im tiyazından vazgeçmek iste­

şandıkça, T ü rk iye'n in de kendisini bir

meyen oligarşik yapılanm anın elinde sa­

"toplum " olarak inşa etme şansı artıyor.

dece iki araç var: Toplumu birbirine karşı

Ö te yandan yerelde ve cem aatler içinde

korkutarak ve kışkırtarak yeniden kim lik­

gelişen bu dinam ikler yeni bir siyasetin

lerine bölm ek; ve huzuru bozacak e y­

de habercisi... Türkiye ilk kez cemaatse!

lem lerle İnsanların kendi kabuklarına sin­

kim likleri aşan siyasî tavırların eşiğinde.

m elerini, böylece kamusal meydanı yeni­

Diğer bir deyişle kim likler arası koalis­

den "d e vle te " bırakm aların ı sağlam ak.

2007

yonların yaşanm ası; insanların kim likleri

Seçim yılı olan

nedeniyle değil, birer vatandaş olarak ta­

de şahit oldu... Yargının müdanasızca si­

raf oldukları siyasetlerin üretilm esi gide­

yasileşm esi ve hukukun araçsallaşm ası

rek mümkün hale geliyor. Bunun anlam ı,

bu çabalara destek verdi. A B ve A K P düş­

bu taktiklerin ikisine

bu topraklarda devlet ile yerellikler ara­

manlığı, İslâm ve Kürt tehditleri üreterek

sındaki hiyerarşik "toplum " algılam asının

toplumu kuşatan gerçek bîr kamusal ala­

da ortadan kalkmasına, söz konusu boş­

nın oluşması, bu kamusal alanın varlığını

luğun gerçek bir toplumla doldurulm ası­

tescil edecek bir siyasî ve sivil iktidarın

na yönelik bir talebin ortaya çıkmış oldu­

ortaya çıkması engellenm eye çalışıldı...

ğudur. Böylece iki kutuplu, parçalanm ış

Söz konusu m ücadelenin kısa sürede

bir kamusal alanın yerine, alttan gelen ve

bitmesi beklenemez. Ne de olsa arkasın­

giderek açım lanarak toplumsallaşan, par­

da yüzyıllara dayanan bir devlet ve top­

çalı ancak eşdüzeyli yerel liklerden besle­

lum algısı, bunlardan beslenen bir ilişki

nen bir kamusal alan oluşuyor.

türü var. Ancak çevre koşulların ve için­

M odernliği tam olarak becerem em iş,

de olduğumuz zihmyetsel atmosferin ima

sorunlarını modernlik içinde çözüm leye­

ettiği yön, salınım lar içinde de olsa Tür­

mediği gibi bu sorunların kemikleşmesini

k iye 'n in devletle ye re llik le r arasındaki

yaşamak durumunda kalmış olan "Türki­

kutuplaşmadan sıyrılacağı, toplumsal ke­

ye", bugün toplum olm a, siyaset yapma

simleri karşı karşıya ama aynı zam anda

ve kendi kaderini eline alma doğrultusun­

yan yana getirerek siyasete im kân tanı­

da kendisine postmodern bir yot bulmuş

yan bir kamusal alanın oluşacağı ve siya­

gözüküyor. Ancak devlet m ekanizm ası,

setin nihayet d evletin tahakküm ünden

kendisine yönelik reformları kabullenm e­

kurtulacağı bir geleceği ifade ediyor. Bu

ye n iyetli olm ad ığı g ibi, açık ça siyasî

süreçte devletçi aktörlerin attıkları her

araçları kullanarak da direniyor. Bu uğur­

adım, kısa vadede onların lehine sonuç­

da Türk Silahlı Kuvvetleri ve Yargı bilinçli

lar üretir gözükse de, orta vadede devlet­

bir biçim de kullanılıyor. Devlet bürokra­

çiliğin daha da afişe ve deşifre olm asına,

sisi, memurları ve em eklileri ile gayrimeş­

gayrimeşru hale gelm esine neden o lab i­

ru çeteleşm elerin içinde g örünebiliyor­

lir. Nitekim devletçi koalisyonun m illiyet­

lar.,. Çünkü oluşmakta olan yeni kamusal

çilik üzerinden m eşruiyet arayışına gir­

aîan, siyasetçiyi bir anda yetkili, etkili ve

mesi, son yıllarda bizzat bu ideolojiyi bir

meşru kılıyor. Geçm işteki bürokrat/siya-

tür "kam usal a la n " h alin e getirm iş ve

setçl dengesizliğinin sürdürülme şansı ar­

toplum daki parçalılığın söz konusu ide­

tık pek yok. Dahası devlet aktörlerinin

olojiyi de içeriden, taşıdığı öznel anlam ­

sırtlarını dayadıkları devletçiliğin ve onu

lar açısından parçalam asına neden o l­

meşru gösteren Kemalizm anlayışının da

muştur, Bugün m illiyetçilik bir dalga gibi

günüm üzün m odem ite sonrası zihinsel

"yü k selir” gözükm esine karşın, giderek

atm osferinde herhangi bir saygınlığı ve

sığlaşmakta, yerel pragmatizmin ve opor­

geçerliliği kalmamış durumda. D olayısıy­

tünizmin aracı haline gelmektedir. Böyle-

283

IJ

Ö

fM

t-

M

I.

r

R

V

Z

I

H

W

I

Y

ce toplumu "m illet" kim liği altında blok

musal alanın parçalanm asının bir yönetim

olarak devlete bağım lı kılm anın vasıtası

cihazı olarak görüldüğü bu topraklarda,

olarak görülen m illiyetçilik, son yıllarda

nihayet modernliğin tasavvur ettiği türden

esas olarak devletle iç içe geçen hizip ve

bir kamusal alan doğmak üzere, ironik

çetelerin iktidar, güç, nüfuz ve rant üret­

olan, bunun modernlik altında değil, post-

m elerine vesile olmuştur.

modern bir dünyada te celli edebilm esi.

Bu durum devletçiliği ayakta tutan ide­

Modernliğin bir devlet siyaseti olarak top­

olojik desteklerin, gerçekte toplum nez-

lumu biçim lendirm e cihazına dönüşmesi­

dinde eridiğini ve buharlaştığını ortaya

nin sonucu olarak, toplumun kendi kim li­

koyar. Toplumsal karşılaşm aların yü zyıl­

ğini ve siyaset hakkım yeniden talep et­

lardır engellendiği, siyasetin ya yerellikle-

mesi de ancak postmoderfi dönemde ger­

rin ya da devletin içinde yapılabildiği, ka-

çekleşebilecek gibi gözüküyor.

284



OT 1

Zihniyet kavramım genelde ve özellikle OsmanlVîürkiye bağlamında başka yerler­ de geniş şekilde irdelemiş olduğum için burada girmiyorum. Bakrnız: i d e o l o jil e r v e

Modemitû (1996), (1997), (2000); Türki­ ye'de M erkeziyetçi Zihniyet, Devlet ve Din (1998); Zihniyet Vapıfarı ve Değişim (2000) . (Hepsi Patika Yayın iarı'ndan).

Türkiye’de Hukuk-Siyaset İlişkileri Türk Devlet Biliminin Doğuşu ve Yükselişi ORHANGAZİ

ERTEKİ N

285 _________KAVRAMSAL ÇERÇEVE _________ u

"T I .L

T ukuk" ile “siyaset” aynm ı I ve bunların ilişkisi sorunu, J . modemi iğin kendinden ön­

ceki “şeh ir hayatı” ile “ev hayatı” veya “kam u a la n ı” ile "ç ıp la k hayat alan ı" (üreme alanı) ayrımına göre daha erdem­ li bir iddia ile Öne çıkar (Agaıııben, 2001: 19) Buna göre m odem hukuk ve siyaset kavram ları, hem m odern egem enliğin kendinden önceki dünya (ortaçağ ve an­ tik dünya) ile kesin tarihsel farklılığını ve insanlığın geçirdiği karanlık dönemlere nazaran huzur ve güvenliğine ilişkin mo­ dem tarihsel vaatleri garantileyen bir dü­ şünce çerçevesinin içinde anlam kazanır hem de klasik siyasal teorinin geleneksel ayrımlarına kendine mahsus yeni kurum­ sal çerçeveler kazandınr. Modern dönem­ de insani hayalın doğumdan ölüme kadar hukuk tarafından kayıt altına alınm ası, hayatı cinsiyet, yaş, akıl sağlığı vb, gibi temel birimlerde ölçerek hukuki ve siyasi kapasiteler kurm ası, bunları m ülkiyet, vatandaşlık vb, gibi çeşitli hak alanlarıyla birleştirmesi, “ev hayau"nın tanzim edil­ mesiyle “özel alan’hn hukuksallaştırılma­ sı ve buradan da siyasal iktidarın kurulu­ şu ve denetlenmesi ile bizzat kamu alanı­ nın sınırlanm n belirlenmesine kadar uza­ nan kurucu bir hukuksal makinenin keş-

fine dair temel süreçler “hukuk” ile “si­ yaset” arasındaki m odern ve karm aşık ilişkileri özetleyen ana veçheleri ortaya sererler. Biraz daha ilerlediğim izde hu­ ku k ile siy a se t ay rım ın ın m o d ernliğe m ünhasır önem i iyice göz önüne çık a­ caktır. Hukuk ile siyaset ilişkisin e dair modem düşünce çerçevesi siyasal iktida­ rın kuruluşunun keyfîlik ve tesadufîlikten uzaklaşm ak suretiyle “y asallık ” ve “kurumsaİlığıma vurgu yaparken zaman içinde giderek toplumsal ve siyasal ilişki­ lerdeki “h a k lılık ” ve “h a k sız lık ", “adil olan” ve “adil olmayan" sıfatlarını da be­ lirlemeye ve teşhis etmeye başlam ış, bu yönüyle m odernliğin kurucu yapıların­ dan toplumsal değer olgularına kadar ge­ niş bir etki alanına sahip olmuştur. Mo­ dern siyasal teorinin klasik siyasal teoriye nazaran kendine has kavram ve kurumları bu süreçten doğar. Modern devlet ve iktidar olgusu ise bütün bu süreçlerin ya­ p ıland ırdığı tem el kurum sal çerçeveyi temsil eder. Bu yazı hukuk, siyaset ve devlet arasın­ daki bu kapsamlı ve içinden çıkılması zor tartışm anın belirli bir cüzüyle; m odem devlet ve iktidara dair hukuk ve siyaset ilişkisinde özgülleşen ve giderek adına “kamu hukuku” denilen bir bilimsel ala­ n ın kuruluşu ile ilgilenecektir. Daha açık­ çası modem devlet ile kamu hukuku dü-

d

ö

n

e

m

l

e

r

V

E

ş ünce,sı arasındaki bağı tarihsel bir Örnek ■ürerinden anlamaya çalışacaktır. Modem iktidarın kurumsal ve yasal çerçevesi ile ilgilenen özgün bir sosyal bilim alanı ola­ rak kamu hukuku “hukuksal" ve ‘‘siya­ sal" olan hakkmdaki düşünsel üretimin büyük çoğunluğunu üstlenmiş durumda­ dır. Ya da en azından her iki alanın sınır­ larını bilimsel üretiminin odağına yerleş­ tirmiştir. Buna karşılık, tıpkı klasik siya­ sal teorideki “şehir hayatı" ve “ev hayatı”

286

ayrımında da yaşandığı gibi modern siya­ set teorisi ve hukuk felsefesinde de huku­ kun nerede başlayıp nerede bittiği ve bu­ na nazaran siyasetin nereye yerleştirilebi­ leceğ i, bu iki alanm b irb irle rin d e n ve devletten meşru ayrılıkları, aralarındaki sınırlar ve ilişki düzeyleri konusunda ol­ dukça geniş bir kuramsal belirsizlik ala­ nının bulunduğu ve hatta kamu hukuk­ çularının bütün yeterlilik iddialarına rağ­ men bu ilişkinin sayısız boşluklar ve “ka­ ra delikler” barındırdığı çok geçmeden anlaşılmıştır. Tarihî bakımdan değerlen­ dirildiğinde 17. ve 18. asırlar bu konuda pek az kuşkuya düşülen asırlardı. M o­ dern devlet, kendi iktidarına yasal-anayasal bir çerçeve kazandırmakla övülüyordu (bkz. Locke, 1980: 2). Henüz bugünkü anlamda bir kamu hukuku disiplini de oluşmuş değildi. Örneğin, Kant, bu dö­ nemde politik felsefe ile normatif hukuk felsefesin i b irlik te kavram sallaştırarak (Kersting, 1992: 159) hukuk ve siyaseti ortak-özdeş kavramlar olarak kurmakta herhangi bir sakınca görmemiştir. Fakat, 19. asırdan itibaren hukuk-siyaset ilişkisi sorunu, m odern devletin artık kendini

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

ilişkin geniş bir alanda hüküm sürerken, anayasal analiz kendi bağımsız devreleri­ ni şaşırtıcı bir kendine yeterlilik iddiasıy­ la oluşturarak yasal ve kurumsal çerçeve­ yi kendi çalışm asına ayırmıştır, Böylece Ecksteiriin “devlerin özel bilimi” (Eckste­ in, tarihsiz: 3 2) dediği kamu hukuku di­ ğer felsefi ve bilimsel alanlardan ayrılmak suretiyle kendine mahsus kapalı bir disip­ line dönüşmeye başlam ıştır. Bu özellik, aym zamanda modern devletlerle beraber doğan ve hukuk ile siyaset ilişkisini tayin eden “devletin özel bilim i"nin farklı ta­ rihsel dönemler ve mekânlarda farklı ku­ rumsal ve düşünsel anlamlar inşa etmesi­ ni de sağlamıştır. Çünkü, kamu hukuku düşüncesi, öncelikle, resmî bir kamu an­ layışının içinde doğa t ve oradan itibaren gelişir. Modern devlette hukuk ile siyaset alanları arasındaki sınırlara doğru İlgisini daraltan bu yazının konusu işte bu kamu hukuku düşüncesinin Cumhuriyet ikti­ darı içinde zuhur ediş süreçleri olacaktır.

CUMHURİYET VE KAMU HUKUKU DÜŞÜNCESİ Yeni Türkiye ve Kamu Hukuku Kemalist düşünce, esas olarak kamu hu­ kuku merkezli bir zihniyetin tüm özellik­ lerini sergiler. Devlet kurucu vasfı gereği kamu gücünün üretilmesi sorunlarını te­ mel bir mesele haline getirmiş olan Ke­ malist iktidar, kamuya ilişkin bütün siyasal-hukuksal kuram lardan olduğu gibi tüm bunların bilgisine dair bt 1imsel-di siplirter alanlardan da kamusal bir işlevselli­ ğe sahip çıkmasını talep etmiştir. Bu çer­

tam olarak kurumsallaştırmış olmasından da kaynaklanan, siyaset felsefesine dair bir ilgiden resmî b ir çözümleme alanına doğru terk edilmeye başlanmıştır. Sonra­ dan aralarındaki fark giderek artan siyasal analiz ile anayasal analiz arasındaki kes­ kin bir kopuş da bu dönemden itibaren başlar. Siyasal analiz m odem devlet ve ik­

çevede, o, “kamu”dan geri kalanlara, yani toplum a doğru uzanan sosyal, siyasal, kültürel, estetik vb. gibi modernleşmeye dair atı!im lan örgütleyerek bunu resmî

tidar yapıları ile tarihsel dönüşümlerine

içinden yeni bir devlet biçimine talip olan

misyonlar olarak kuramlarına dağıtmakla kaçınılmaz olarak ayrınnh, teknik ve sağ­ lam b ir kamu hukuku bilgisine ihtiyaç duymuştur. Bu nokta da bir imparatorluk

T

Ü R

K İ

Y

L

'

D E

H U K U K

- S İ Y A S E T

İ L İ Ş K İ L E R İ

287 Zorlu. Menderes. Kayar. Yasmada d a yargılanıyorlar Yassında m ahkem esi, Türkiye'de, olağandışı hukuku, -başka deyişle ku k u k thşı kanun ve yargı pratiğinin-, doğallaşm asının, yerleşikleşm esinin ön em li eşiklerin den biridir. Sunduğu grotesk görünüm lere karşılık. Isliklâl M ahkem eleri nden 12 Eylül yargılam aların a uzanan deneyim zin cirin d e o k a d a r d a 'tu h a f değildir.

Kemalistler, Osmanlı reformculuğundan devraldıkları tecrübeleri Cumhuriyet in tarihsel inşasına y e rle ştirirk en birçok

azından tarihsel kökenlerden bahsedilme­

alanda özgün vurgular yaratmanın peşine düşmüşler, bu arayışlarına cevap yetiştire­

bakıldığında toplumsal, kültürel ve siya sal meseleler bakımından Osmanlı ve İtti­

cek. onun kamu iktidarına "söz” taşıya­

Bozkıtrl ve Recep Pekcrdeıı K ad ro dergi sine kadar birbirind en farklı kesim ve gruplar yeni Cumhuriyet iktidarının logo

hat döneminin kurumsal çeşitliliklerinin varlıklarını devam ettirdiği söylenebilir. Buna karşılık, Cumhuriyet iktidarının Te­ rakkiperver Fırka, Serbest Cum huriyet Fırkası ve Türk Ocakları nı taşımakta zor­ luk çektiğinin anlaşıldığı 10 50'larla bera­

suna "söz” yetiştirmekte, oııun kaimi hu kukuna derinleştirmekte yarışmışlardır. Yeni Cum huriyet in kamu bilgisinin

ber yeni bir kamu hukuku bilgi ve ide olojisinin şartları da belirginleşmeye baş­ lamıştı. İşte bu noktadan itibaren Kema­

m illiyetçilikten laiklik anlayışına kadar kapsam lı b ir özgünlük iddia ettiği bu alanda genel olarak Osmanlı modernleş

list iktidar tecrübesi ve onun kamu lıuku kıt bilgisinin hem Batı tecrübesi ve hem de O sm anlı tarihi k arşısınd a kendine

inesi ve daha özgül olarak da İttihat ve Terakki reformları temel alınarak farklı tarihselleştirm e biçim leri de öne sürül­ müştür'. C um huriyet in “h u k u k düze ni' nin suç ve ceza sistem inden, toprak

mahsus kıldığı alanlar yapılandırılmaya başlanmıştır. Bunlar burada kısaca sayıla­ bilir. Türk kamu hukukunun yapılanma­ sına dönük bu bilgi alanının içinde, önce ­ likle “Atatürk biyografisi"nin belirleyici

düzenine ve aile hukukuna kadar uzayan kurumsal bir tarihin üzerine yerleştiği, en

karakter çizgileri yer alır ve arkasından önderin örgütlediği çok ayrıntılı ve her

cak, birbirinden farklı entelektüel heves­ lere de açık olm uşlardır. Mahmut lisat

si gerektiği açıktır. Ayrıca CunıhuriyeTin 19 UY la ra kadarki kamusal ortam larına

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

biri ayrı hukuksal müesseselere ait kurtu­ luş savaşı süreci gelir k i bu sürecin kendi­ si tek başına yeni Cumhuriyet’in varlığı ve meşruiyetine mantıksa i kanıtlar taşır­

288

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

lişim süreçlerine benzer biçimde kendine has ve özgün bir kamu hukuku anlayışı­ nın üretilmesine yöneldiği, bu anlayışın sanıldığından daha tek nik, ayrıntılı ve

lar. Kurtuluş Savaşı ile Cumhuriyet ara­ sındaki tarihsel ve mantıksal süreklilik de ön celikle buradan kurutur. D olayısıyla Osm anlı son dönemleri ile Mustafa K e­ mal’in yerel ve ulusal kongreler ve oradan da Millet Meclisi yoluyla yürüttüğü faali­ yetler Cumhuriyet’m siyasal ve hukuksal örgütlenmesinin özgün tarihsel kökenle­ rinden birincisini, yani Kurtuluş Savaşıriı anlamlandıran noktalardır. Kurtuluş Sa­ vaşı ile yeni Cum huriyetin ilanı arasında kurulan bu doğrusal ve zorunlu ilişki he­ m en arkasmdatı Cumhuriyet sonrasının

mamul bilgilere sahip bulunduğu ve en

“devrim” atılmalarına kadar ilerletilerek bütün bu sürecin belirli, tutarlı ve planlı

idare ile taşra arasındaki ilişkiler olmuş­ tur. Anglo-Sakson geleneğinde ise siyasal

b ir kam u eylem inin kanıtlarım belirgin­

bilim ile kamu hukuku arasındaki ilişki

leştirmesi sağlanır. Bu anlamda Cumhuri­ yet sonrasını ise oldukça uzun ve ayrıntılı

hep doğrudan olmuştur ve Amerikan ve İngiliz siyasal tarihleri aynı zamanda bir kamu hukuku tarihi olarak anlatılagel-

bir reformlar ve “devrimler” süreci oluş­ turur. M edeni K anuriun kabulü. Şapka Kanunu, kılık-kıyafet reformu, Tevhid-i Tedrisat Kanunu, Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Kanunu, Harf devrimi, dil ve tarih atılırnlan vb. gibi tasarruflar ise Ke­ malist kamu hukuku düşüncesinin ikinci önemli kısmını sağlarlar. Türk devlet bili­ minin antolojisini oluşturan bu başlıklar, aynı zam anda C u m hu riyet’in , kendini

sonunda tüm bu bilgilerin bir bilimsel üs­ luba aktarıldığı rahatlıkla söylenebilir. 19. yüzyılda Alman “Tarihçi Hukuk Okulu” ve 20, yüzyılda “Genel D evlet Kuram ı” düşüncesi (bkz. Doehring, 2 0 0 2 ), Alman geç modernleşmesi ve onun ilerleyen za­ manlardaki özgün tarihsel sorunları üze­ rine düşünme pratiklerinin bir sonucu­ dur. Fransız kamu hukuku düşüncesinin (Dem ichel-Lalum iere, 1984: 5 vd.) zen­ ginliğini yaratan da onun burjuva devrim inin özgünlüğünü oluşturan merkezi

miştir. Buna karşılık yeııi Cumhuriyet ik­ tidarı ve onun kamu bilgisinin özgünlü­ ğüne karşın b ir adlandırma ve çağrılma sorunu yaşadığı muhakkaktır. Bu konu­ da, sosyal bilimler içinde jakobenizmden askeri d ik tatörlü k iddialarına ve hatta oradan faşizme kadar, Bonaparrizm den patrimonyalizme kadar birbirinden farklı siyasal arayış ve açıklama denemeleri söz

C H Fnin kuruluşu ve altı okta (Atatürk

konusu olm akla beraber kamu İlişkileri ve kamu hukuku düşüncesine ilişkin ay­ rın tıların odağa alındığı bir girişim den

İlkeleri) temsil edilen ilkeler ise bütün bu süreçlere örgütsel ve ideolojik çerçeveler

pek söz edilemez. Buna karşılık, özgün nitelikteki Alman,

kazand ırm ış, dolayısıyla tüm bunlarla

Fransız ve İngiliz kamu hukuku örnekle­ ri gibi “Fürk Kamu Hukuku'’nun da son 20 yıl içinde giderek bir “hikmet-i hükü­

hep kanuni bir tutarlılıkta aramasını an­ latan başlıklardır. A tatürk biyografisi,

Türkiye’de yepyeni bir kamu hukuku bil­ gisi İnşa edilrmştir.

başlıkları verilen kamu hukuku bilgisine bütünlüğüne bakıldığında, tıpkı Alman “genel devlet k u ram ı”, Fransız “kamu

met" hukuku olarak anlatılabilme imkân­ ları artmaktadır. Fakat, bu adlandırmanın kendisinin bir bilgi ve bitim çerçevesi ol­ maktan çok bir liberal eleştiri alanı olarak dogması nedeniyle yalnızca bir m uhalif yansıtma özelliği taşımaya başladığı hatır­

hukuku" ve İngiliz “siyaset b ilim in in ge­

latılm alıd ır. 12 Eylül 1 9 8 0 d önem inin

Adlandırma M eselesi Kem alist C um huriyet’in, yukarıda ana

T

Ü

R

K

İ

Y

E

'

D

E

H

U

K

U

K

-

S

İ

Y

A

S

E

T

İ

L

İ

Ş

K

İ

L

E

R

İ

akabinde işlevsel ve anlamlı olan bu ad­ landırm anın bugün için iki temel soru­

yacak bir kuramsal girişimin ve adlandır­ ma düzeninin geliştirilm esi ihtiyacıdır.

nundan bahsedilebilir. “Hikm et-i hükü­ met" terkibi, ilk olarak, b ir tarihsel devlet analizinin kamu hukukunu işgal ettiği ön varsayımıyla var olur. Buna göre hukuk

Biz bu konuda diğer kamu hukuku tecrü­

dışı bir alanın haklar alanını kuşattığı id­ diası öne geçmekte ve bu itibarla da hu­ kuka tâbi kılınm ası gereken bir tarihsel meseleye işaretle kullanılmaktadır. Kısaca hukuk devletinin dışına terk edilen tarih­ sel sorunları toparlar bu adlandırma. Do­ layısıyla bir hukuki alana değil, tam tersi­ ne hnkuk dışt bir tarihsel birikim alanına ve hukuk aleyhine aşın gelişmiş bir dev­ let manevrasına işarel etmektedir. Böylece “hikmeı-i hükümet” hukuk açısından bir “kıskaç”, bir “tehdit” haline gelir. Oysa, bu, hukukun siyaset ile ilişkisini anlama­ ya uygun bir yaklaşım olmadığı gibi Türk Kamu Hukuku içindeki ilerde anlatacağı­ mız kanun ve kanuncu geleneği doğru bi­ çim de anlam ayı da tehlikeye düşürücü bir nitelik taşıyabilecektir. “Tarihsel” ola­ nın “hukuk" olamayacağı varsayımı libe­ ral yaklaşıma ait bir iddiadır ve bu yakla­ şım hukuk ve siyasetin tarihsel-toplumsal bütünlüğünü görmeye engel oluşturur, “Hikmet-i hüküm et" yaklaşımının ikinci önem li sonucu da burada ortaya çıkar. Hikmet-i hükümet terkibi bilimsel adlan­ dırma çabalarını üstlendiği ölçüde hu­ kuksal örgünün gerçek ayrıntılarını ve in­ celiklerini görmeyi engellemekte ve aynı ölçüde karşı duruş, çok genel ve geçişti­ ren bir itirazın ötesine taşmamamaktadır. Böylece Türkiye’de hukukun devlet ile girdiği özel ilişkinin, yani “devletin özel bilim Cnin boyutlarım ve sonuçlanın gö­ rerek bir hukuksal yüzleşmeyi ve dahası siyasal derinleşmeyi geliştirmemiz zorlaş­ makta hukuksal etkinliği müzakere dışın­ da bırakmamız gibi bir sonuç ortaya çık­ maktadır. Burada işaret ettiğimiz nokta, Cum hu­ riyet iktidarının kamu hukuku alanının bilgisine dair entelektüel çabalan hazırla­

belerinden (Alman “genel devlet kuramı”, Fransız “kamu hukuku” ve İngiliz “siya­ set b ilim i") ayırt edilm ek üzere “T ü rk Devlet Bilimi” adlandırmasını öneriyoruz. Bununla kastettiğimiz Cumhuriyetin ku­ rucu Kemalist iktidarının resmî kamu hu­ kuku düşüncesidir. Türk devlet bilimi ad­ landırmasının, bu düşünce alanının örgü­ sü ve örgütleniş biçimine, kapsam ve içe­ riğine ve bunları bütünsel bir anlatıya dö­ nüştüren temel paradigmanın algılanma­ sına uygun düşen, kuşaücı bir adlandırma olduğunu düşünüyoruz. Bu çalışma bütü­ nüyle bu özgün bilim alanının inşasına dair süreçlere yönelm ekle beraber Türk devlet bilimine “bilimsel” özelliğini veren b irk a ç n ok tan ın burada erkenden ifşa edilmesi gerekiyor. Bu noktada Türk dev­ let biliminin en önemli özelliği kendi nor­ m atif dünyasını bütün bir sosyal dünya­ nın karşılığı olarak yerleştirmesidir. Ter­ sinden söylemek gerekirse, kendi siyasal gerçekliğini bir “hukuk” kuramı biçimin­ de dayatmaktadır. Dolayısıyla, Cumhuriyet’e ait bu bilgi alanı, bütün bir toplum­ sal, siyasal hayatı karşılayan tek bir kültü­ rel, siyasal, ideolojik ve teorik dilin üstle­ nilmesi anlamına gelir. Bu nedenle Türk devlet bilimi, akılcı ve bilimsel özelliğinde ısrarlı olmuştur. Bu anlamda, Kemalizmin norm atif beyanları ile tarihsel gerçeklik arasındaki ilişkiye dair bütün yanşan id­ diaları saf dışı bırakma yoluna girmiş, bu yolla da esas ideolojik çekirdeğini oluştu­ ran A tatürk ilk elerin i k atileştirm ek ve mutlak bir “kamu”ya dönüştürmek sure­ tiyle farklı kuramsal girişim leri önleyen bir içerik edinmiştir. Hukuk alanı kuram­ sal bir bağımsızlık kazanamamış, kendine ait bir tarihsel çizgi oluşturamamıştır. Bu çok net olarak şu dem ektir. Cum huriyet'iu kamu hukuku bilgisinde “hak” ku­ ramı ile bir “siyasal dönem” Öyküsü iç içe geçmiş, çok garip bir biçimde aynı anlam-

289

D

O

N

E

M

L

E

R

v

e

la n üretir olm uşlardır. “H ak ” ve “huk u k ıı anlamak için Türk inkılap tarihine ve Atatürk ilkelerine bakılmaktadır. Dola­ yısıyla belirli bir tarihsel donem bütün bir hukuk kuram ım karşılayabilir olm akta­ dır. K em alist (T ü rk ) kam u hu kuku na “devlet bilimi” özelliğini veren nokta tam da buradadır

290

Kemalizm ve T ü rk Devlet Bilim i: Başlangıç Hükümleri Türk devlet bilim inin “hukuk” alanı ile “siyaset” alanı arasında kurduğu ilişki çok dikkat çekici ve özgül bir kurgunun Üzerine oturur. Bu kurgu, Türk devlet bi­ lim inin, “hak" alanı ile “siy aset” alanı arasında yukarıda belirttiğimiz gibi tarih­ sel bir bağ yaratmış olmasıdır. Bu durum, hukuk alanının siyasetin tarihsel iklim in­ den özgülleşememesi ve kuramsal bağım­ sızlık kazanamaması gibi bir sonuç doğu­ rur. Bu nokta da Türk devlet bilimine has iki çok özel ve dikkate değer durumu saptayabiliriz. Bunlardan birincisi, Türk devlet biliminde “kanuri'un daimi biçim ­ de “siyaset”e eşlik etmesidir. Yani, “hu­ kuk", “siyasedi bütünüyle içine almakta­ dır. Siyasetin dolaşım alanını, uzanımları­ nı ve sınırlarını belirlemektedir. Hukuk,

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

Türk devlet bilimini mantıksal olarak tu­ tarlı, tarihsel olarak uyumlu hale getirir; buradan da siyasî bîr veraset, ideolojik bir harita ve tarihsel bir görev edinir. Şimdi bu iki önemli özelliği biraz daha açıp ar­ kasından daha özgül vasıflara doğru açık­ lama çabamızı ilerletmemiz gerekiyor. Kanun ve İnkılap Yukan da da belirttiğimiz gibi, Türk devlet bilim inin ilk önem li özelliği Cum huriyet'in inkılapçılığı ile kanunculuğu ara­ sındaki siyasî ilişkide bulunabilir. Türk devlet bilimi, bu iki çelişik noktanın öz­ gün biçim lerde b ir araya getirilmesidir. Yeni Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı sürecin­ den başlayarak C u m h u riy ete g eçiş ve Cumhuriyet reformlanna ilişkin atılımlarınm “siyasalhgrm neredeyse bütünüyle “kaııu n”un belirliyor olm asının T ü rk i­ ye'de ilginç bir muhafaza kât hk-ilericüik ve kopuş-süreklilik bağlamları yarattığı söylenebilir. Aslında Osmanh reformculu­ ğunun temel niteliklerinden birisi, tıpkı Cumhuriyet gibi, kanunculuğu idi. Mo­ dernleşm enin asıl taşıyıcı-aracı yapıları

siyasete bir varlık alanı kazandırmaktadır. Dahası Türk devlet biliminin bağlı oldu­

“kanun” biçimini alıyor, bir anlamda “si­ yaset” “kanun" ile özdeşleşiyordu. Bu ne­ denle ıslahat ya da reform ile kanun ve kanunculuk arasında çoğu zaman zorun­ lu bağlantılar kuruluyor, hatta Mithat Pa­

ğu Kemalist “devrim” , ilginç biçimde bir htıkuk/kanun devrimidir. Bu çelişik bir durumdur. Başka deyişle Türk devlet bili­

şa gibi liberal reformculardaki bu yakla­ şım bütün bir siyasetin tarihsel ve top­ lumsal temellerinden sıyrılarak yalnızca

mi hem “kanuncu” hem de “devrim ci" olmaktadır. Ama bu çelişkinin sonuçları­ nı ikinci önemli vasfıyla aşar, ikinci nok­ ta, Türk devlet biliminin, Türk inkılap ta­

dilden ibaret olarak görülmesine yol açı­ yordu. Bu durum diğer bazılarında ise

rihi ve Atatürk ilkeleri ile kamu hukuku arasında onsuz olmaz, biricik ve tek zo­ runlu bilimsel ilişkiyi sergilemesidir. Böylece hukuk kuramı Kemalist ideoloji ile eşleşmekte, iç içe geçmekte ve özdeşleş­ mektedir. Dolayısıyla hukuk, siyaset açı­ sından araçsallaşırken, hukuk siyasete kendine yeter, ama yine de çok sınırlı bir varoluş alanı sağlar. Bıı iki önemli özellik,

kanun ve anayasacıhk gibi hukuksal bir

Cevdet Paşa gibi daha muhafazakâr ve tu­ tucu bir yenileşme ve geçmişle barışık bir kanun anlayışının belirginleştirilm esini (Chambers, 1997: 93-1 i 1] sağlamıştır Bu anlayıştan bakıldığında hukuk ve kanu­ nun devlet iktidarı karşısındaki bağımlı ve işlevsel niteliğinin Osmanlı-Cumhuri­ yet modernleşmesinin temel bir vasfı ol­ duğu söylenebilir. Böylece kanun, devle­ tin kendi geleceği açışından araçsal bir

T

Ü R

K İ

Y

E '

D E

H U K U K -

S

I

Y

A

i

E

T

I

l

I Ş K I

L

E

R

I

anlam edinir. Fakat dalıa ilk elde bu duruma aldanarak kola) bir sonuca gidilme­ m elid ir. K anu nu n a ra ç s a lla ş tırılm a s ı, I ürk kamu hukukunda kanunun basil bir tarihsel veri olmasına yol aymaz. Tersine hem iktidar hem de muhalefet ayısından siyasetin sürdürüldüğü temel bir havzaya dönüşür. Burada ilginç bir biçimde tüm siyasal taraflar kendilerine aynı zamanda kanun içinde anlamlar üretmektedirler. Bu şu demektir: Taraflar siyasal eylemleri­ ni iktibas ve kanuneuluk ile geliştirmek­ ledirler. Ama aynı zamanda bu iktibas ve kanuneuluk kendine aiı bir dinamizm ve yetkinlik alanı yarattı. Kanun ve hukuk meseleleri tanışmaların (emellerine doğru yerleşm eye başlar. O ralardan da temel gündemlere yerleşir, bir siyasal meşgale üretir. Bu durum gerçekten ilginçtir. Sun­ dan ilginçlir ki, sıradanlaştırılmış ve araçsaLlaştınlarak muhtevası alınmış olan bir yasal alan kendini araesallaştıran güçlerin varlık alanlarını incelterek, geliştirerek pekiştirm ekte ve ilerletm ektedir. Türk devlet bilim inin önem ve değeri lam da buradadır. Siyaset -v e “inkılap - “kamın" ile yapılır. Kamın ise siyasete kendi içinde bir ‘'varlık” alanı kazandınr. İlerde göre­ ceğimiz gibi bu dunun Türkiye'de devlet biliminin gücünün olduğu kadar siyasetin çıkışsızlığının nedenlerinden birisini leş kil eder. Bu anlamda, böyle bir kanunıııerkezcilik Türkiye'deki inkılapçılık, la­ iklik ve bununla bağlı olarak "Kırban so­ runu". milliyetçilik vb. gibi siyasal ıııeseleleriıı tamamen yasal bir meseleye indir genmesine de yol açmaktadır. 1080 lerden itibaren başlayan "türban sorunu" nu tanı da bu algı kalıplarına claiı bir sorun ola­ rak görmek gerekir. Yine "türban sorunu" gibi 765 saydı TCK'daki 141-142 ve 163. maddeleri ile yeııi TCK'tnn 301. maddesi­ nin soruıı oluıa niteliğinin de tamamen kanuni" sınırlarda daraltılarak toplumsal ve siyasal m eseld en» zengin çeşitliliğinin kanunun okuma düzenine indirgenmesi­ ni ve topluma ait bütün siyasal-sosyal iş­

ü erıiz Gezmiş, y a kalan d ıkları sonra. “D en iz in Y usufA slan v e H üseyin İn an la b era b er asılm ası, sağ siyasetin kah v eh an e soh betlerin d e, 2 7 M ayıs tan son ra DP’l i M enderes, Zorlu ve P olatkan'm id am ed ilm esin e a tıfla , "surdan alın an b ir rövan ş o la ra k yoru m lu m bilrn işti. H aradaki k ısa sçı "m antık”, aynı zam an d a, dönem in p o litik ku tu plaşm asın a d a ir b ir fi k ir verir.

lemlerin devin iradesi karşısın,da hızla et­ kisini yitirmesini de bu zihniyetin sonu ç­ larına eklemek gerekir. Bu zihnî yapı toplumsal ve siyasal tüm m eselelerin bir kanunun örgüsü içine alınmasına, aynı kanım örgüsüyle yeni­ den kurulmasına, oralarda yeniden yara­ tılmasına, bir sorun haline getirilmesine ve yine o zihni yapı içerisinden halline, kısacası neredeyse büıuıı bir havalın k a ­ nunun. bir normatif seslenme biçiminin niteliğini kazanmasına yol açıyor. Böı leee hukuk, yalnızca yasal bir alan olarak ya­ ratılmakla kalmıyor, aynı zamanda "ka­ nun kov ucunun iradesine" dönüşerek ik lidara teslim ediliyor. OsmanlI'daki ka­ nuncu geleneği devralan Türk devlet bili m inin geliştirdiği ve yaygınlaştırdığı en önemli zihnî yapı işte tam da buradadır. Bıı zihnî yapı ikıidar-muhalefet ilişkisinin

D

O

N

E

M

L

E

R

V

E

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

ve yaklaşım larının da tam am en bu ka­ nuncu yaklaşım a teslim edilm iş olm ası sonucunu getirmektedir. Bu durum siya­ sal pratiğin yasal bir taruşmaya hapsedil­

Kamu Hukuku-lnkılap Tarihi Özdeşliği

m esi kad ar yasal m etin lerin tam am en devlet iradesine öncelik veren modernli­

ve kopmaz bir kuramsal bağ oluşturulma­ sıdır. Bu aynı zamanda, kamu hukukunun

ğin ilk ve erken dönemlerindeki rasyona­

Tü rkiye’de başka türlü yapılamaz, yani Türk İnkılap dersleri olmaksızın yürütü­ lemez bir etkinlik haline dönüştürülmesi­ ne de yol açar. Bu durum “Türk inkılabı”

list yaklaşımın öne çıkarılmasını da doğu­ rur. Diğer yandan hukuktan tarihsel ve toplumsal temeller ile kişisel siyasal gö­ rüş ve tercihlerin çıkartılması Türkiye’de­ ki liberal muhalefetin de sade bir “kanun­

292

Z

cu” gelenek olarak var olmasını sağlamış­ tır. T ü rk devlet b ilim inin O sm anlI’dan devraldığı ve olgunluğuna vardırdığı bu yaklaşımın bugüne kadar sürdüğü söyle­

Türk devlet biliminde saptanacak ikinci önemli durum ise Türk İnkılabı dersleri ile Kamu Hukuku dersleri arasında biricik

derslerinin 1935 yılında bütün fakülte ve yüksek okulların son sınıflarına konulma­ sıyla gerçekleşir (Peker: 1984; 9). Bu ders­ ler, öncelikle Bozkurt ve Peker gibi kuru­ cu kadro tarafından verilirken giderek Ya­

nebilir, Bugün, kuşkusuz ki, birbirlerin­ den farklı n oktalard an hareket etm ek üzere M ehm et A ltan, Levent K öker ve

vuz Abadan, Hılzı Veldet Velidedeoğlu gi­ bi kamu hu kukçu larınca devralınmaya başlanır. Zaman içinde “T ü rk İn k ılabı” dersleri ile Kamu Hukuku dersleri arasın­

Ayşe Kadı oğlu gibi liberal düşünce sahip­ lerinin Kemalist geleneğe m uhalefetinin ana yapıları da yine “kanun"da gizli bu­

da zorunlu bir bağlantı oluşur; kavram ve ilgileri iç içe geçmeye başlar. Türk devlet bilimine asd kimliğini veren noktalardan

lunmaktadır, Çok kabaca Türkiye, Avru­ pa Birliğine girerek, Avrupa kanunlarını iktibas ederek siyasal iktidarını dönüştü­

İkincisi, bilimse 1-disipliner alanın ihlali niteliği taşıyan işte bu birleşmedir. “Tarih dersleri" ile “hukuk dersleri" ilginç bir bi­

recektir. Bu kesim lerin “hukuk devleti" mücadelelerinin siyasal temellerinde cid­

çimde ortaklaşmaktadır, Türk İnkılap tari­ hinin ana dönemeçleri; Kurtuluş Savaşı,

di bir sorun bulunmaktadır. Buna karşılık daha sağlıklı ve hukukun siyasal ve tarih­ sel tem ellerine vurgu yapan b ir başka

C u m h u riy etin ilanı, Cum huriyet Halk Partisi’nin kuruluşu, devrimler ve Atatürk ilkeleri: C um huriyetçilik, m illiyetçilik,

yaklaşım ın giderek güçlendiği de görül­ mektedir. Bu yaklaşım, Ali Bayramoglu ve Etyen Mahçupyan gibi yazarların hukuk­

halkçılık, laiklik, devletçilik, inkılapçılık ile “hak", “vatandaşlık” alanları arasında doğrusal ve tekçi bir baglann oluşur. So­ nuç olarak 193 Ollarda şekillenen Türk ka­

salın siyasal tem ellerine yaptığı vurgu üzerine ilerlemektedir. Bu yaklaşıma göre hukuk devleti mücadelesi bir kanun ikti­ bası değil yerel-tarih sel ve siyasal bir an­

mu hukuku düşüncesi yakın dönemin an­ lamlandırılması çabasında önderliğin ha­ zırladığı ilkeleri başlangıç noktası olarak

lam taşır (Mahçupyan, 2000: 150-154) ve T ü rk devlet b ilim inin k aııu n-m erk ezb zihniyetine karşı ciddi bir tehdit potansi­

bulmuş, onu kamusal misyonu olarak be­ lirlemiştir..

yeli içerir. Sonuç olarak yasal alanın araçsallaştı­ rıl ması ve kanun-merkezli zihni yapı Ke­

kendi özgün vasıflarım teker teker belir­ ginleştirme gayretine girer,

malist kamu hukuku düşüncesinin veya diğer adlandırma biçim iyle Türk devlet biliminin ilk ve en önemli unsurlarından

Türk İnkılabı ve Kamusal Görev Türk devleı bilim inin ilk kurucuları açı­ sından, Cumhuriyet, Batılı inkılapçı ör­

birisini veya birincisini sergiler.

neklerden münezzeh bir inkılap tarihi öz-

Ve bu asgari şartlardan hareketle artık

T

Ü

R

K

İ

Y

E

'

D

E

H U K U K

günlüğüne sahiptir. "Türk kamu "s unun hukuka yüklediği ilk görev ise bu tecrü­ benin özgün anlamlarını pekiştirm ek ve bunlara Tefakat eden kurumsal refleksler oluşturmaktır. Bu noktada Recep Peker, Türk devlet biliminin kurucu önderliğini M. Esat Bozkurt, Afet inan, Falih Rıfkı Atay, Ya kup Kadri Karaosmanoglu, Vasfi Raşit Seviğ vb, gibi çekirdek bir grup ile paylaşır. Onun 1934-35 yılıuda üniversi­ tede verdiği derslerden oluşan “İnkılap Dersleri” ise Türk devlet biliminin ilk telif eserlerinden sayılm alıdır. Peker’e göre, Türk inkılabı “büyük evrensel bir hadise"yi tem sil eder. Peker, b ir “güneş gibi dünya ufuklarına” doğan Türk inkılabın­ dan önceki devrin Türkler için nasıl bir karanlık olduğunun tasvirini de yapmış­ tır. Osmanlmm “öz unsuru” otan Türkler ezilmiş ve harcanmış, yüzyıllarca Bannm

S İ Y A S E T

İ L İ Ş K İ L E R İ

götürmek arzusundadır: “Türk inkılabı, yalnız siyasal veya ekonomik bir rejim de­ ğiştiren b ir hareket değildir. O , ulusal, sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel ya­ şayışın bütün derinliklerinde aynı zaman­ da tesirler yapmış olan inkılaptır. Hatta günlük hayatımızdaki alışkanlıklar bile Türk inkılabının tesiri altında yenileni­ yor." (Peker, 1984: 19) Peker’in burada temellerini attığı çerçeve Türk inkdabıııa ait resmî devlet biliminin temel görev ta­ nımlarını oluşturmakta ve belirginleştir­ mektedir. O görev de “kamu” ve "hak” gi­ bi hukuksal alanların Cunıhuriyet’in var­ lığına dair özgün bir tarihsel işlevin içine çağrılmasıdır. Hukuka ilk görev bu nokta­ da verilir: Kurulu iktidarın korunması ve kollanması görevi. Laikçilik

bilgi ve bilim dünyasından uzak kalmış­ lardır. Türk inkılabı, bu “durgunluk" için­ den doğrulmuştur. Ama Türk inkılabım

Türk devlet bilim inin kurucu Kemalist irade —ve onun “altı ok”u - yoluyla edin­ diği görevlerden en temel olanı; Cumbu-

geçm işin tehdidinden korum ak da gere­ kir: "... büyük bir sıcaklıkla davaya yapı­

riyet’in geri kalmış ve daha önemlisi dinsel-teokratik baskılarca geri bıraktırılmış bir dünyanın karanlığından sıyrılmış ol­

şıp sökülen şeylerin geri dönm em esini, konan şeylerin yaşamasını, yerleşmesini temin edecek bir sistem kurmak ve işlet­ m ek de inkılabın değişmez şartıdır. Bu şart olmadıkça fenalıkların, geriliklerin., yerine iyiliklerin ve Benliklerin.,, konma­

duğu iddiasını devralmasıdır. Bu, ona ay­ dınlanmış, akıl ve bilim in yol gösterdiği tarihsel bir misyon bahşeder. Türk devlet biliminin bundan kamu alanına dair özel bir ders çıkarması b e kaçınılmazdır. Bu

sı gelip geçici bir hadise değersizliğine iner ve eski fenalıklar daha geniş tahrip tesirleriyle geri döner ” (Peker; 1984: 18)

nedenle, Türk devlet bilimi, kamu alanı­ nın, siyasal iktidar yapısmın ele geçiril­ mesiyle yetin ilemeyecek, özellikle taşra­

Buradaki “karanlığın geri dönüşü” Türk

ya, dinsel ilişkileri saklayan tüm toplum­ sal birimlere kadar ulaştırılacak bir aydın­ lanma heyecanını taşıma dersleri çıkar­

devlet bilim inin sürekli olarak kendine hatırlattığı asli bir uyanct olmuştur. Buna karşı ise “inkılabın korunması ve ebedi­

2,93

leştirilmesi için” bilgi ve inancın bir araya geldiği b ir şuurla davranmak gereklidir.

mayı zorunlu kı laca kür. “Türk kamu "su­ nun en önemli görevi b e bu aydınlanma misyonunun temel geçitlerini belirleyerek

Dolayısıyla Türk devlet biliminin kuruculanndan Peker’de Türk inkılabı, padişafılık-Cum huriyet gerili m inden daha fazla

geliştirmek, örgütlemek ve “vazifeye ha­ zırlamak” tır, Türk laikliğinin dinsel ku­ rum lanıl etkinlik ve işlevlerine ortak ot-

hurafe ile bilim, bağımlılık ve istiklal gerilim ini taşır, kamuya ek işlev ve görevler yükler. Dolayısıyla Peker, Türk inkılabı­

masına yol açan ve faal bir sektör olarak kurulm asını sağlayan, onu hem geçmiş bir dünyanın karanlığı karşısında İşlevsel

nın özgünlüğünü daha derinlere kadar

kılan hem de geleceğin aydınlanmış dün-

,

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

yasının başlıca uğraşı ve mücadele alanı

eseridir. Bu yaklaşım zaman içinde giderek

olarak planlayan şey de budur. Dolayısıy­ la dinsellik alanı, Türk devlet bilimi açı­ sından yalnızca gelenekle mücadele et­ menin arenası değildir. Aynı zamanda o mücadelenin malzem esidir de. Osmanlı

genişleyen bir “Atatürk edebiyatı”m orta­ ya çıkaracaktır. Ama burada asıl önemli

iktidarının zihnî geleneklerinden kurtul­

derek Cumhuriyet’in kamu alanının üzeri­ ne yerleştirilerek devlet biliminin yeniden üretiliş koşullarına yeni bir “şart" olarak getirilmiş olmasıdır. Bu şart, Türk inkılabı çalışmaları ile Mustafa Kemal Atatürk ça­ lışmaları arasındaki kopmaz ilişkinin ku­ rulmasıdır. Bu durum, Türk devlet bilimi­

ma zorunluluğunun yarattığı pratikler ye­ ni Cumhuriyet iktidarında daha geniş bir toplumsal başarının hak edilmesi hevesi olarak da genişleme göstermiştir, Bu ise dinsel alanı. Cumhuriyet iktidarı açısın­ dan çift yönlü bir ilginin konusu yapar:

294

Z

Birincisi geçmiş “karanlık günlerdin he­ veslerini taşıyan bir Truva atı olarak din ve ikinci si ise toplumsal-küUütel faaliye­ tin konusu olarak din. Bu sayede, Cum­ huriyet iktidarı veya onun kamu bilgisi düzenini ü stlen en T ü rk devlet b ilim i, dinsel alanın tartışm alarına içerden bir ortak olarak da hak iddia etmeye, dinin ve dinsel pratiklerin tayinine kadar uza­ nan bir fetva alanına heveslenmeye baş­ lar, Bu durum, Türk devlet bilim inin bu­ güne kadarki pratiklerini anlam ak için önemli bir anahtar özelliği taşır. Atatürk Dersleri T ü rk devlet bilim inin an to lo jisin d e en esaslı nokta olan Atatürk biyografisi ve dersleri, kurucu irade ve önderliğe özel bir vurgunun da ortaya çıkmasını sağlamıştır. Türk devlet biliminin “tek adam kültü” ve milliyetçilik vurgularım geliştirenlerin ba­ şında ise Mahmut Esat Bozkurt gelir. Bozkurt, Türk inkılabı ile Mustafa Kemal Ata­

olan şey Türk devlet bilimine kurucu ta­ rihsel ilişkileri aşan bir “önderlik tnüjdesi”nin tevdi edilmesi ve kurucu liderin gi­

nin dokunulamaz yapılarına da işaret et­ mektedir, Vasfi Raşid Seviğ, bu durumu dönem inin en canlı ve heyecan yaratan devlet modelini oluşturan “faşizm dersle­ ri" ile birleştirerek özgün biçimde anlata­ bilmiştir: “Atatürk’ün kudreti muhtar idi. Yani başka hiçbir kuvvete muti ve tâbi de­ ğildi. Çünkü şef, şeflik kudretine,., yalnız kendisine mahsus olmak üzere ve başkası­ nın iştirakine imkân vermemek suretiyle maliktir (...) Şef, şeflik kudretini kullanır­ ken herhangi bir makamın ne inisiyatifine, ne tasvibine, ne kontrolüne, ne de rekabe­ tine tâbi kalamaz." (Tanör, 2008: 4 0) Bu sözler dünya tarihinin çok özgün faşist dönemeçlerinin dilinden ve özellikle Al­ man Nazi hukukçusu Cari Sdım itt’in ifa­ delerinden çalıntı ise de Türk devlet bili­ minin esaslı kaynaklarından ve dahası kamusal-hukuksal etkinliği olan önemli biri­ sine aittir. Dolayısıyla, Atatürk’ün biyogra­ fisi ile söylev ve dem eçlerinden oluşan

türk arasındaki zorunlu ilişkileri T ü rk

özel bir yorum alanının oluşumuna işaret etmektedir. Bununla, kamu hukuku çalış­

devlet bilim inin bütünsel anlatısı içine yerleştirm iş, Cum huriyet'in kuruluş ve

malarına sonraki kuşaklarca da takip edi­ lecek olan bir seçkinci ve “Atatürkçü” çiz­

kurtuluş süreci ile Atatürk biyografisi ara­ sında kaçınılmaz bir bağ yaratmış, bunu kamu hukuku düşüncesi İçinde pekiştir­ miştir. Bozkurt’a göre, tarih, birçok tarih­ sel sebebin itkilerini kendi varlığında top­ layan “büyük adam”ların eseri olarak orta­ ya çıkar (Bozkurt, 1967: 3 7 6 -3 7 9 ). Türk inkılabı ise Atatürk ve arkadaşlarının bir

gi önemli bir miras olarak bırakılacaktır. T ü rk devlet b ilim inin önem li folklorik malzemelerinden birisinin Atatürk figürü olduğu böylece ortaya çıkmaktadır. M illiyetçilik ve Hukuk T ü rk devlet b ilim inin önem li özellikle­ rinden bir diğeri de “vatandaşlık” esaslı

I

Ü

R

K

İ

Y

E

'

D

L

H

U

K

U

K

S______Y

A

S

E

T______ I

L

I

Ş

K

I

E

R

I

295 A hm et S ecd el Sezer, A nayasa M ahkem esi B aşkan lığ ı sırasın d a ( i998-2000) tem el h a k ve özgü rlü klere g ö rece du yarlı tutum uyla d ikka t çekti. C um hurbaşkanlığı dön em in d ey se (20002007), g id erek, h u ku ksal p o litik tutum u y a n ın d a ed asıy la d a b ir ‘y arg ıç m u h afazakârlığ ı 'p r o fili çizecekti.

olm aktan çok ''vatand aşlık” ile "lü r k lük” arasındaki özdeşliğin hassas bir k a ­ mu hukuku diline aktarılmasına dayan­ masıdır. Türk devlet bilimi, birçok defa

vatandaşlık tanım ıyla bütünlüğünü ve gerçek anlamım bulurken, aynı aııda bir milli kültür, millî dil ve nıilli din alanına çekilmek suretiyle kendine ayrı bir çekir­

Türk inkılabının yarattığı yeni bir “valaııdaş'tan bahseder. Ama ondan bahsettiği her noktada aynı zam anda 'T ü r k lü k ”

dek hukuk düzeni kurm ak yoluna giıtıtektedir. Çelişki bu iki noktanın ayrı toplumsal bütünlüklere ve kapsama işa­ ret etmesi ve kendi içinde vabancı-yurı taş, istisna-kural belirlem elerinin daimi bir hal almasına yol açmasıdır.

kavranılın da tanımladığını göstermiştir, fin durum hukuk düzeni ile m illî kültür arasında doğrudan bir ilişki yaratır ve sonraki dönemlerde defalarca görüldüğü üzere Türk devlet biliminin en özgün ç e ­ lişkiler imlen birisini ortaya çıkarır. Bu çe­ lişki. hukuk düzeninin vatandaşlığı aşan

Türk hukuk düzeni açısından bu du­ rumun bir başka sontıeıı daha vardır ki

hir “Türklük’’ kavramıyla, çalışıyor olm a­

larla çalışm asının ötesinde doktriner si­ y asî b ir z e m in in in de b u lu n m a sıd ır. "Hak” ve “d ev let” arasındaki ilişkid e,

sıdır. Lozan Antlaşmasının yorumlanma­ sından azınlık vakıfları tanışmalarına ve oradan da “anayasal vatandaşlık” mesele­ sine kadar b irçok alanda bu çelişkinin sonuçları gözlemlenebilir. Hukukun et nik bir ö zelliği ayırt ederek çalışm ası kendi içinde çelişik bir kültürün doğma­ sına da yol açmıştır. Hukuk düzeni bir yandan eşitliğe dayalı olan kaçınılmaz bir

bu da. "haklar” ile “devlet” arasındaki ilişkinin yalnızca kültürel ve etnik sınır­

Türk devlet bilimi, İkincinin lehinde oy kullanır; “Kamusal haklar mı devlet s ın ı­ rı içindedir, yoksa devlet otoritesi mi ka­ musal hakların sınırı içindedir? Burasını anlatmak içirt parti hu kamusal hakların ancak devlet otoritesi sınırı içinde bulun­ duğunu açık ça söy lem ek le, ulusun en

d

ö

n

e

m

l

e

r

v

E

büyük hakkı olan egemenliği kurduğunu anlatm ak istiyor. Zira kam usal haklar ferdidir. Fert ise ölezdir. Devlet bu fani­ likten sıyrılm ış sonrasız b ir varlıktır," (Aykut, 1936: 12). Dolayısıyla, Türk dev­ let bilim inin tanım ladığı kültür el-etnik tem eller hak ve ferdiyet gibi devlet dışı alanlarda dağılan b ir siyasal-hu kuksal anlamı içermemekte, tam tersine, Rousseaucu anlamda kendini içeren toplum­ sal grupların varlığım aşan ayrı bir siyasi

296

bütünlüğe işaret etmektedir. Cumhuriyetin kamu hukuku düşünce­ sine dair yukarıdaki başlıklar asgari şartla­ rı sağlamakta, Kemalist Cumhuriyetin hu­ kuk ile siyaset arasındaki ilişkiye dair kav­ ram ve tecrübelerini özetlemekte ve yine hukuk ile siyaset arasındaki ilişkilerin asli boyutlarıyla tayin ve tarif edildiği bağlam­ ları oluşturmaktadırlar. Şimdi, bu kamu hukuku alanının bugüne kadar ayrıntılı biçimlerde örgütlenmesini devralan Türk devlet biliminin gelişimine bakabiliriz. TÜRK DEVLET BİLİMÎ __________ VE DONEMLER_______________ Türk devlet bilimi, önderliğin (Atatürk) siyasî tecrü belerini ilk eselleştiren “altı ok" ve kurucu devlet adamlarının siyasî dem eçlerinden beslenen İlk derlem eler dönemi hariç tutulursa üç farklı kuşağın bilimsel girişimlerine yön vermiş ve bu­ günlere kadar kuramsal bütünlük ve et­ kinliğini koruyabilmiştir. Cum huriyetin ilk d ön em in d e M ahm ut Esat B ozku rt (Adalet Bakanı), Sadri Maksudi Arsal (ilk “T ü rk H ukuk T arih i" öğretim ü y e si), Şükrü Baban (Babanzade Şükrü Bey: Mül­ kiye Mektebi Müdürü), Cemil Bilsel (An­ kara H ukuk M ektebi K urucusu ve ilk Müdürü), Emin Erişirgii vb. gibi önemli devlet adam larınca başlatılan düşünsel çabalar giderek Recai Galip Oltandan, Tahir Taner, Ali Fuat Başgil, Orhan Münir Çağıl, Sıddık Sami O nar vb. gibi kamu hukukçularıyla beraber hukuksal düşün­

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

ceye şerhedilmiş; Yavuz Abadan, Tahsin Bekir Balta, Hüseyin Nail Kübalı, Tarık Zafer Tun aya, Hamide Topçu oğlu. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu,. B ülen t Nuri Esen vb. gibi Cum huriyetin birinci kuşağıyla olgunluğunu bulmuş ve sonradan Bahri Savcı, Ilhan Arsel, Muammer Üç ok, Tu­ ran G üneş, Seha L. Meray, Lütfi Duran, M ünci Kapani, Mümtaz Sosyal, Coşkun Kırca vb. gibi ikinci kuşak isimlerle güç­ lenmiş; Fazıl Sağlam, Cem Eroğul, Server Tanilli, Bülent Tanör, Sami Selçuk vb. gibi hukukçu entelektüeller yoluyla yeni ter­ kip ve denemeler kazanmıştır. Hepsi de hukuk-siyaset meselelerinin ortak bağla­ mında düşünce üreten sayısız entelektüel figür kendi kamusal sözlerim Türk devlet biliminin temel paradigmaları üzerinden anlamlı hale getirmişlerdir. Bu kuşaklar Türk devlet bilim inin “altın çagTna ait, b irb irin i y e tiştire n , besley en ve takip eden bir bilim adamları grubunu ve bun­ lara ait olan “Cumhuriyet paradigması"ııı yükselten kuşaklar olarak, uç ayrı kuşa­ ğın kamu hukuku tecrübelerini birbirin­ den ayrı toplumsal, kültürel iklim lerde ortaya koyarlar. Bu kuşakların entelektüel girişimlerine ansiklopedisi bir bakış bu çalışmanın sı­ nırlarını aşmaktadır Ama bu isimlere panoromik bir bakış, Türk devlet biliminin ne kadar geniş bir alan ve üslubun içinde dağılarak ilerlediği, yeni bağlamlar edin­ diği ve tarihsel meseleleri hakkında yarar­ lı bir izlenim oluşturacaktır. Bu noktada Cumhuriyet’in hukuk düşüncesi içindeki millî atıbmlanna örnek verilecek çabalar­ dan birisi olarak “Türk Hukuk Tarihi" alanının kuruluşu ve bilimsel bir disipline yöneltilmesi gösterilebilir, İlk ders 19251e Ankara Hukuk M ektebi’nde Tatar göç­ menlerinden olan Sadri Maksudi Arsal ta­ rafından verilmiştir. Arsal bu dersi, büyük oranda T ü rk le rin Orta Asya b ilg isiy le oluşturma yolunu seçmiştir. Devlet bili­ minin ilk kuşağından Başgil, Okandan gi­ bi kamu hukukçuları devlet, hukuk ve

T

Ü

R

K

İ

Y

E

'

D

E

H U K U K

bunlara bağlı meseleleri geniş bir müktesebaıla ele almışlar ye kamu hukukunda entelektüel emeğin yoğun olarak harcan­

S İ

Y A S E T

İ

L İ

Ş K İ

L E

R İ

manda önderlik, kurucular ve CHP ile olan “yüz yüze" ilişkileri nedeniyle Türk devlet bilim inin imtiyazlı grubunu oluş­

dığı bir demem yaşanmıştır. Ali Fuat Başgil siyasal faaliyetlere giriştiği son dönem­ lerinde daha "özgürlükçü" bir kamu hu­

tururlar. Türk devlet bilimi, belirli bir di­ siplinin, bir bilim adamları grubu emeği­ nin ve birbirinden farklı kuram sal giri­

kuku geleneğini zorlarken, O kandan’ın Cumhuriyet’in geriye doğru amme huku­

şim lerin bilim sel doğasını k um cular ve öndere yakın olan bu kuşak ile kazanır.

ku tarihinin çıkartılması ve daha önemlisi yeniden tashih edilmesindeki çalışmaları ile Batı hukukunun çağdaş geleneklerine dair vukufiyeti dikkat çeker. Orhan Mü­

Bu kuşağın, bir başka yandan bakıldığın­ da, asli çabalarının 1 9 2 4 Anayasası nın kamu bilgisini belirginleştirmeye adandı­

nir Çağıl dönem ine göre ileri b ir Kant okuması geliştirirken, Tarık Zafer Tunaya tarihsel araştırma yetkinliğini kamu hu­ kukuna taşıyabilmiştir, Bülent Nuri Esen Türk devlet bilim inin önemli savunula­ rından birisini oluşturan “anayasal dev­ let" tezini geliştirirken, Hüseyin Nail Kü­ balı ve Onar “seçkinci” niteliği kuramsal bir temele kavuşturmuşlardır. Tunaya gibi

ğı, bu surecin Demokrat Parti iktidarına kadar sürdüğü, bu dönemle beraber bu kuşağın kamu hukukçuluğu pratiklerinin kurumsal bir çözülmeye uğradığı söylen­ melidir. Bu kurumsal çözülme 1961 Ana­ yasasının bu birinci kuşak bilim adamla­ rına havale edilmesi ve bütün hukuksal b irik im le rin i b ir a sli-k ıû em li sahiplik duygusuyla yeni anayasanın inşasına ak­ tarmalarıyla yeniden kendini tamir ede­

Seha L. Meray da hukuk içinden sosyoloji ve siyaset bilimi okumalarım geliştiren k i­ şilerin başında gelir. Bahri Sava, İlhan Ar-

bilmiştir. Türk devlet biliminin bu ilk kuşak ka­

sel ve Hıfzı Veldet Veiidedeoğlu ise Cum­ huriyetin laiklik vurgularım “irtica tehlikesi’’ne taşıyarak irtica tehlikesinin teorik

den birisi, Bülent Tanör’Un vurguladığı g ibi s e ç k iu c ilik le r i olm uşLur (T anör,

ve ideolojik bütün veçhelerini bugünkü k u llan ım ın ın çok daha ö tesin d ek i bir

lışmalarım ekonomik, toplumsal ve tarih­ sel analizlerin yorucu yükünden kurtar­

noktaya kadar geliştirmişlerdir,

makla kalmamış, Türk devlet bilim inde ilan edilmiş “hukuk devleti”, “anayasal devlet”, “laiklik”, “millî bağımsızlık” vb.

Türk Devlet Bilim inin tik Kuşağı: Sahabeler ve Akademisyenler Bu dönemde Türk devlet biliminin kendi­ sine ait bir bilim adamları grubu oluşmuş ve ilk bilimsel ürünlerini vermeye başla­ mışlardı. Gençlik ve olgunluk dönemleri­ ni Cum huriyetin kuruluş heyecanı için­ de bulan ve milliyetçi-Itıilıatçı maariften edindikleri ilk kamu bilgilerinin eıı so­ nunda millî devlete tekamül ettiğini ken­ di hayatlarında tecrübe eden bu kuşak, entelektüel çabalarını bir “sahabe" tanık­ lığı ile beraber geliştirmişlerdir. Bu ilk ku­ şak Cum huriyet tecrü besinin düşünsel v e rim liliğ in e ad an m ış olan b ir b ilim adamları kuşağını temsil ederken aynı za­

mu hukukçularının önem li özelliklerin­

2008: 4 1). Bu özellik, kamu hukuku ça­

gibi kazanımlar ile aydın azınbldann ey­ lem ve düşünüşleri arasındaki bağın ta­ rihselleştirilmesi yoluyla sonuçlandınlan bir kamu hukuku etkinliğini de belirle­ miştir. Dolayısıyla seçkin aydınların ey­ lem kapasiteleri kamu hukuku kazan un­ larında gelinen noktanın derinliğine iliş­ kin bir ölçüye dönüşmüş, Osmanlı-Türk m odernleşm esinin CumhuriyetTe bütün mantıksal sonuçlarına ulaşan ilerleyişi ay­ dın ve seçkin önderlerin halka borçlu ol­ dukları bir görevin icrasını hikâye etmek haline getirilmiştir. Kamusal etkinlik, on­ lar için, tabii ki halkta sonuçlanan bir aydm -seçkin etkinliğidir. Bu nedenle halk

297

D

298

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

ile seçkinler arasında bir etkileşim aranır. Kamusal eylemin başarısı halkta, seçkinin

lışm asının dışında kalarak bir tutarlılık örneği sergilemiştir. O sm anlı-Türk m o­

somut kaynak ve m alzem elerini oluştu­ ran kitlelerde görünür Ama aralarındaki ilişki öğretici ve yön verici bir ilişkidir.

dernleşmesinin seçkinci bir kamu eylemi olarak okunmasına karşı sınırlı ölçülerde de olsa eleştiriler getiren bu ilk kuşağın

Yine de, bazen bu ilişkinin tehlikeli ve riskli bir taban eylemine, geriye ve karan­ lığa dönüşüm ün toplumsal damarlarına işaret edilmesi gerektiği de duyurulmuş­ tur, Bülent Nuri E senin "sokağın etkisi", “kalabalıktan geletı esintiler" derken (Tanör, 2008: 49) kastettiği tam da budur. Bu yaklaşımın önemli temsilcileri olarak ise Türk devlet biliminin B. N. Esen’den başka iki önemli ismi daha örnek olarak verilebilir. Bü isimler Hüseyin Nail Kubalr ve Sıddık Sami O nar’dır. Kubah, T ü rki­

bir başka üyesi ise Kamu Hukuku profe­ sörü Recai Galip Okandan'dır. O da di­ ğerlerinden bir ölçüde ayrılarak “kolekti-

ye’deki anayasal süreçleri seçkinler ön­ derliğindeki bir “Batılılaşma’’ olarak gös­

nin erken tezlerini birikim , üslup, kay­ nak ve iddiaları itibanyle bilimsel-disipli-

termekte, Cumhuriyet’i bu Batılılaşma sü­

uer bir sıkıntıya sokan kamu hukukçula­ rının başında gelmiştir. Tunaya, hem si­ yaset bilimi, sosyoloji, tarih vb. gibi farklı

recinin radikal bir sonucu olarak kutla­ maktadır. Onar’m tezi de benzer bir seç-

vite’’ unsurunu çözümlemelerine kısmen yerleştirmeye çaba gösterir. Bu kuşağın içinde güçlü bir akademik tarih araştırma yetkinliğinin bulunduğu da m utlaka söylenm elidir. Recai Galip O kan dan bu açıdan Tanzimat’tan İkinci Meşrutiyet'e kadar uzanan surecin ayrın­ tılı analizlerini yapmakla beraber, özellik­ le Tarık Zafer Tunaya, Türk devlet bilimi­

kincilige dayanır. O da Türk devlet bili­ minin olgunlaşmış cum huriyetçi, laikçi, m illiyetçi tezlerini ilerici aydınların ey­ lem lerinin tarihsel başarısına terfi ettir­ miş, halkın bu başan karşısındaki gerici eylem im kânlarına da İşaret etm ekten

disiplinleri kamu hukuku çalışm alarına doğru sevk eder ve hem de Türk devlet biliminin temel çalışma alanlarına aynn-

uzak kalmamıştır. Türk devlet bilim inin bu iki önemli entelektüel figürünün seçkinci niteliği 1960 sonrası Türk siyasî ta­ rihinin içinde kimi zaman sıradan araçlar

çalışmalarında özgün parçalanmalar ya­ şar. Genellemeler ayrıntılı araştırmalarda dağılır, kamu hukukunun m alzem eleri

durumuna düşmelerine yol açm ış; Onar 61 Anayasasının yapıcdarı arasında yer alırken, Kübalı 1971 darbesini destekle­ miş, ekonomik, toplumsal meselelere iliş­ kin kaygısızlıkları tutarsızlık sorunları yaşamalar mı da engellemiştir. Türk dev­

tılı ve titiz bir araştırmanın somutluğunu kazandırır. Türk devlet biliminin politikid eo lo jik idd ialarının bütünlüğü onun

ağırlaşır, sorular ve cevaplar zorlaşır. Kı­ sacası Türk devlet biliminin erken heye­ canlan gerilimli, yoğun ve yorgun bir ça­ lışma yüküyle karşı karşıya kalır. Fakat Tunaya, Türk devlet bilimini değersizi eş­ tirmekten çok derinleştiren bir kamu hu­ kukçusudur. Tunaya'nm, Doğu-Batı soru­

let biliminin birinci kuşağından sayılması gereken Tahsin Bekir Baha’nın oluşturdu­

nu, kamuoyu, vatandaşlık vb. gibi birçok bağlamın derinleştirilmesinde katkısı ol­

ğu bir başka ve tutarlı örnekten ise babsedilmelidir. Balta “anayasayı yapacak ku­ rucu m eclisin mutlaka b ir genel seçim ­ den çıkması gerektiğini” savunmuş ve bu nedenle seçkin hareketin toplumsal meş­ ruiyet yaratma sorunlarına işaret etmek

muştur. Osm anlI’daki reform atılım larımn yetersizliğinin Türk devrimi ile kapa­ tıldığı bir tarihsel dönüşüm planını sa­

suretiyle 1961 Anayasasının kurucu ça­

çalışmalarıyla hem Türk inkılabının hem

hiplenmiş, bağımsızlık, millî iktisat, antiemperyalizm kavramlarının anlamlandır­ dığı bir milliyetçiliğe dayanmış, düşünsel

T

Ü

R

K

İ

Y

E

'

D

E

H

U

K

U

K

-

5

İ

Y

A

S

E

T

t

L

I

Ş

K

I

L

E

R

I

de laikliğin Türkiye’ye mahsus yapılarım

b ilim se l a lıştırm a la r yapma d ön em in i

öne çıkarmıştır. Onun Türk devlet bili­ mine en önemli katkıları işte buradadır: Tunaya, ilk olarak Türk inkılabının Os­ manlI tecrübeleri nez dindeki sahiciliğim vurgulamıştır. İkinci olarak ise laiklik il­ k e sin in T ü rk in k ıla b ın ın "d in a d ın a ” yön len d irilen k arşı devrim hareketleri karşısında bir savaş ilkesi olarak öne çık­ tığını ve Türk inkılabının özgünlüğün­

temsil eder. Bu kuşağın önemli özellikleri olarak iddia, itiraz, teşhis ve tespitlerinin giderek politik tarafgirlikler edinmesi ve çok partili hayata doğru dönüşümün si­ yasal, sosyal ve k ü ltü rel so n u çla rın ın

mada, hukuk özel bir yer tutm uş, itici

Türk devlet biliminin temel iddiaları üze­ rinden sıkı biçimlerde takip edilmesi gay­ retleri gösterilebilir. Bu çerçevede birinci kuşağın kamu hukukçuluğu pratikleri ne kadar resmî-kurumsal danışmanlık düze­ yinde ilerlemekte ise ikinci kuşağın pra­ tikleri politik bir eylemi takip etmektedir. Bu noktada, kamu hukukçuluğu açısın­

güç rolünü oynamıştır, Bu hukuk ideolo­ jik bir temele dayalı olmuştur Laiklik re­

dan en önemli politik mevzi alanı ise la­ iklik olmuştur.

den doğduğunu savunmuştur. Bir başka önemli tespiti ise Türk inkılabında huku­ kun anlamıdır. Tunaya’ya göre. Batılılaş­

formları, modern yasaların alınm ası vb.

Cumhuriyet’in kurucuları ve Türk dev­

bunun uygulamaya konulusuyla ilgili atılım lardır (Tunaya, 1 9 6 0 : 1 0 3 -1 1 0 ) Bu tezleri, Türk devlet b ilim inin, daha da derinleştirilmiş bir toparlanmasını sahip­ lenmektedir.

le t b ilim in in b irin c i k u şa k la rın ca b ir Türk özgünlüğü içinde inşa edilen laiklik ilkesi, yukarıda da belirttiğimiz üzere, bü­ yük oranda Türk inkılap tarihinin içinde yaratılan Ortaçağ tahayyüllerinden besle­

Bu kuşağın bütününe genel olarak ba­ kıldığında en önemli özelliklerinin aka­ demik bir karakter olduğu anlaşılır. Yirmi

niyordu. Fakat, burada Ortaçağ, bütün ekonomik-toplumsal ve siyasal bağlamla­ rından kopartılarak mutlak bir “karanlık"

yıldan fazla devam eden akademik inziva ve gayretlerin arkasından ancak 1950Tİ yıllar ile beraber kamu hukuku düşünce­ sinde bir ‘Taraf” olmak olgusuyla karşı­ laşmışlar ve ilk kez entelektüel tutarlılığı sınayan siyasal koşullar ile yüzleşmeleri hazırlıksız tepkiler oluşturm alarına yol açmıştır. Örneğin Tanör'ün de değindiği gibi bu kuşaktan Prof. Ali Fuat Başgil’in

olarak resmediliyor ve Cumhuriyetin ay­ dınlanm am m isyonuna geniş bir vurgu

ilk dönem bilimsel çalışmaları ile politik düşünce içindeki serüveni arasında bir gerilim vardır. Hazırlıksızlık yukarıda da belirttiğimiz gibi yalnızca ona ait bir du­ rum değildir kuşkusuz. Bu yeni döneme asıl hazırlıklı olan kuşak ise onların öğ­

sal ve toplumsal koşullarının gözlemlen­ mesinden doğan iki önemli vurgusundan

rencileri olan ikinci kuşaktır,

b inaenaley h, hem m etafizik inanca ve onun m erasim ine, ibadetine uygulanan,

Devlet Bilim inin

hem de dünya m ünasebetlerine uygula­ nan şeriattan başka teşri olam az... O s­ manlIlarda d in, toplum içind eki yerini

İkinci Kuşağı: Tilm izler Türk devlet biliminin ikinci kuşağı, kuru­ lu paradigmanın 1945 sonrasının tarihsel ve siyasa] koşullarına uygulanmasına dair

sağlıyordu. Bu itibarla Osmanlı dînselliğinin teokratik uzviyeti ve gerici direncine karşı aydınlanma görevini devralan Türk kam u hu kuku nun en uyanık kılın d ığ ı meselelerden birisi veya birincisinin laik­ lik olması şaşırtıcı olmasa gerektir. Laikli­ ğin ilk dönemleri itibariyle Osmanlı siya­

b irisi O sm anlı d evletinin teokratik bir devlet oluşu, İkincisi de toplumun da şe­ riat ile kuşatılmış olduğu idi. Onlara gö­ re, Osm anlı’da “tek hakikati ifade eden,

gittikçe kuvvetlendirmiş, siyasî iktidarın bütün icaplarım kontrol edici bir mevkie

299

d

o

n

e

m

l

e

r

V

E

yükselmiş ve nihayet bizzat kendisi bir si­ yası gtiç olmuştur; siyasî güç ile aynı taş­ mış tır... Çıktığı yüksek mevkiden, sosye­ teyi, akılcı, bilimci gelişmelerden alıkoy­ m uştur (Savcı, 1959: 19 4 ). Bu noktada L95 0 ’İmden itibaren laiklik meselesinde ilerleyen tartışm aları bir geri dönüş ve “irtica te h lik e si” itirazı ile yöneten üç önem li isimden söz edilebilir . Hıfzı Veldet Velidedeoglu, Bahri Savcı ve İlhan Arsel. Her üç İsim de Cum huriyetin aydın­ lanma görevlerini ivticanm hallerinin tes­

300

pitine ve giderek İlhan Arsel örneğinde de görüldüğü üzere Kuran çalışmalarına kadar taşımış ve batta dine karşı din İçin­ den tutum alma tavrına doğru ilerlemiş­ lerdir. Özellikle Arsel, dinsel metinleri ay­ dınlanma çalışmalarına malzeme yapma­ ya devam etmiş, bu alanda sonradan baş­ kalarının da katılacağı bir kariyer alam kurmuştur. Kamu hukuku düşüncesinde irtica teh­ likesini işaret ederek bu alanın bilgisini hazırlayanların en başında Bahri Savcı ge­ lir. Savcı’nm şu ifadesi bugüne kadar ge­ len bir “laikçilik" dilinin özetidir: “Bir ke­

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

faktörü olmakla kalmaz, yaşamın kendisi olur. Onun dışında başka bir şey tasavvur edilemez. Nitekim, son zamanlarda ric’i, gerici felsefenin ünlü bir tem silcisi, din ile siyaset nasıl ayrılabilir ki, din, siyase­ tin ta kendisidir, demiştir. Ben ondan da ileri gidiyorum ve din siyasetin kendisi olmakla kalmaz, ortada dinden başka bir şey kalmaz, diyorum. Bahçenizdeki gül ağacının dikilip sulanmasını bile, din yö­ netmeye kalkar. Onun için tehlike işte buradadır," (Savcı: 1988: 3 8 ) Savcı, bu konudaki itirazlarım 1950’li yıllardan iti­ baren geliştirmiş ilk önemli raporu 1960 yılında vermişti ve devam eden yıllarda aynı vurgularını sürdürdü. Bu grubun 1 9 5 0 ’li yıllardan itibaren “laikliği Cumhu riyet’in tehliked eki k u rum u” olarak görmeye başlamaları, esas olarak, “laikli­ ğin gerileme istidadı.göstermesi” şikâyeti ile ilgiliydi, 1961 Anayasasından, bu ne­ denle çok şey beklendi. Fakat bu konuda daha uzun bîr uğraş içine girmeleri ge­ r e k tiğ in i k ıs a zam an d a g ö rd ü le r ve 19 901 ar a kadar gelen süreçte şikâyetleri, dinin toplumsal hayatı kuşattığına dair

re ‘ric'i’ yani gerici hareketler olursa, bun­ lar başladıkları noktadan hep daha geriye giderler. Yaşam evre evredir. Her yeni ev­ rede, eski öğeler ya çok zayıflamıştır, ya da silinmiş görünür. Ama günün birinde bir ters akım olur da evreler geriye döne­

kapsamlı bir muhalefet halini aldı. Arsel, bu sürecin en aktif kamu hukukçularının başında gelmiş, 1950’lerdeki anayasa hu­

cek olursa, ortadan kaybolduğunu sandı­ ğım ız, ya da zayıfladığını zannettiğim iz özellikler, daha koyu olarak geri gelir. La­ iklik bakımından da durum budut. Laik­

leye ortak olan entelektüel çabalara taşı­ mıştır. Bu durum din içi meselelere ortak

lik Türkiye'nin yeni bir evresidir. Anlamı, dinin, devleti yöneten temel ilke, toplum ilişkilerini düzenleyen temel faktör, birey

T ü rk devlet bilim inin yukarıdaki üç önemli taşıyıcı entelektüeline anayasa hu­ kukçusu olan Bülent Nuri Esen’i de ekle­ mek gerekir. Eserie göre: “Türk Mîllî Mü­ cadele İmtihanı, uygarlığı, Laiklik olarak görmüştür, Laiklik; aynı zamanda, uygar yaşayışın b ir şartıdır. Türk Devriminde Laiklik; kademe kademe gelişerek devlet,

yaşamının tüm evrelerine ve hatta mirası­ na egem en olan tem el görüş olm aktan çıkması; bütün bu alanlara, sosyo-ekonom ik gelişm elerden us yoluyla çıkarılan kuralların egemen olmasıdır, İşte btı sis­ temden vazgeçilir de bir geriye gidiş olur­ sa, kalktığımız nokralardan çok daha ge­ rilere düşeriz. Din, yaşam ın eu egem en

kuku çalışmalarım 19 8 0 'terden sonra ta­ mamen şeriat, Kuran, din adanılan, Arap milliyetçiliği vb. gibi birçok dinsel mese­

olan K em alist geleneğe de uygun düş­ mektedir.

hukuk ve öğretim sistemlerimizin laikleş­ mesine de imkân vermiştir, ilahi, mistik bir hâkimiyet yerine; tamamıyla maddi,

R

K

I

Y

t

'

D

E

H U K U K

S

I

Y

A

S E T

İ L

I

Ş

K

L

E

R

I

milli bir hâkimivel kavrayışına. Türk Dev­ rimi ile erişilm iştir." (Kroğlu, 1973: 10) Fakat E s e n in bu d ü şü n cey e ek led iğ i önem li noktalardan birisi "irtica tehlike"siııe karşı hukuksal savunmanın zemi­ nini; genel oy karşısında "anayasal dıız e n 'in b elirleyiciliğin i pekiştirm esidir: "Oy çokluğu belli bir zamanda bu kaide­ lere aykırı irade belirlisi göstermişse, bu mm manası bir kısım siyasilerin hiyaneti, ya da aydınların gaileli demektir. Anayasa düzenine uygun olmayan kitle iradesi te­ zahürlerine itibar olunamaz. Demokrasi­ nin leıııel zabıtası Anayasa prensiplerin­

30i

den kıl kadar ayrılm am aktır." (Tanrir: 2 0 0 8 : 4 6 ) T an o rü n de vurguladığı gibi “anayasanın üstünlüğü düşüncesi" ile Ke malisi aydınlat arasındaki dışkı, aydınlar ile halk kitleleri arasındaki gerilimin öl­ çüldüğü noktalardan birisini teşkil eder (Ianör. 2008: 51) Bu gerilimin en net ila dcsiııi de, yine Tanor'un gösterdiği gibi, lisen bize sunmakladır: "... rejimin kade ıine ilişkin meselelerde genel oy'un. Ana­ yasadaki değişmez prensiplerin bekçiliği­ ni yapınası tabii ve şart olan gerçek aydın larııı azınlık oy u ile ahenk içinde olması ve Anayasa üstünlüğünün sağlanmasıdır. Bıı neticeyi temin etmek aydınlanıl ödevi­

Istiklâl M ahkem eleri resm î g örevlerin in yam stra ve uym zam a n d a rejim in neye, n erey e k a d a r izin verdiğin in d e a a k ç a g örü lebileceği, som ut hu ku k sm trİarın m izlen eb ileceğ i y a p d a r o la ra k fa a liy e t gösterdiler.

lan sonucu oluşan bir Kemalist hukukçu­ lar kuşağının Batı bııkuku okumaları za­

dir. Ödev yapılmazsa sayı çokluğu gayeyi ve ülküyü tahrip eder... Sayı çokluğunun egemenlik demek olmadığım ve egemenli­ ğin kullanılma şeklinin Anayasada çizil­ miş bulunduğunu unutmamak lazımdır." (Taııöı. 2008: 46 47) l urk devlet bilimi­ nin. bugüne kadarki leıııel anayasal tartış­ malarda lu-p "anayasanın üstünlüğünü" hatırlatması halk kitlelerine olaıı güven

yıflamaya başlamış, bu ana geleneğin im­ kanları ya zayıflamış ya da bu geleneğin kendisini belirli ölçülerde koruyarak bu­

sizliği kadar genel oy ile hükümet olan si­ yasal gruplanıl "iktidar sının nm çizilme­ si ile de ilgilidir.

da aynı yıllarda Türk sosy al bilimler pratigiııe giren Amerikan sosyal bilim gele­ neği (Mardin, 2006: 10} ile Marksist te

Üçüncü Kuşak: Tarikler ve "Tarikatlar"

orinin giderek güçlenmesinin çok önemli payı bulunduğunun belirt ilmesi gerekir. Bu iki geleneğin 1960'h y ıllarla beraber

1960'h vıllur Türk devlet bilimi acısından yeni bir donemin başlangıcıdır. 1960'h yıllardan itibaren, Cumhuriyet'in aülım-

yandan Marksizm diğer yandan da iiberalizın ile seyrek dokunan bir ilişki içine girdiği gözlenm iştir. K em alist hareke! içindeki hukukçuluk geleneğinin ve buna dair Türk devlet biliminin 19601ı y ıllar­ dan itibaren nispi bir gerileme yaşamasın­

Burk düşüncesini* girişi düşünsel derin­ leşmeyi kamu hukuku düşüncesi alanın dan sosyoloji, ekonomi ve bunlarla besle-

d

ö

n

e

m

l

e

r

V

E

nen bir siyaset bilim i anlayışına doğru kaydırmış ve 19, yüzyıldaki Osmanlı hu­ kuk geleneğinden kopuştan sonra bir kez

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

ması engellenmiştir. Aslında, bu noktada 1961 Anayasası sonrası Türk devlet b ili­

nüşmüştü. Fakat yeni toplumsal hareket­ lerin doğası, geleneksel çatışmalardan ye­ ni edinim ler elde etmeye doğru yönel­ mişti. Hukuksal-adli adaletin kendi sınır­ larından siyasal ve toplumsal adalet me­ selelerine doğru taşınm ası T ü rk devlet biliminin yeni hallerde kendine has yol­ lar belirlemesini de sağladı. Soysal, Tanil­

mi çalışmalarında bir ivme gözlenmekle beraber geleneksel analizler giderek top­

li ve Eroğul, bu yeni toplumsal sürece ce­ vap veren önem li kamu hukuku düşü­

lumsal içeriklerde doğrulanmaya başlan­ mıştır. Böylece kamu hukuku analizleri toplum sal analizin hâkim iyetine doğru

n ü rlerin i tem sil etm ektedirler. T anilli,

daha Türk düşüncesinde kam u hukuku üzerine dayanan entelektüel m irasın bir sonraki kuşağa olgun biçimlerde aktarıl­

302

Z

girmeye başlar. Siyasî İlimler Türk Derne-

Savcı ve Arsel’in laikçi misyonlarını yeni yüklemelerle devralmış, yeni çalışmalarla bu alanı ilerletmiştir.

ği bu süreci örgütleyen önemli örgütselkatvmsal atılım !ardan birisi olarak A.Ü

Kamu hukuku çalışm alarını kendine has biçimlerde sürdürme başansım gös­

SBF merkezli bir kamu hukuku çalışma

term ek suretiyle Türk devlet bilim i ile kendi bilimsel serüveni atasına bir mesafe koyma başarısını gösteren kişilerin başın­

alanı yaratmış, bu alana ilişkin birçok çe­ virinin gerçekleştirilmesinde ve tartışma­ ların geliştirilmesinde rol almıştır. Bu kuşağın önem li tem silcilerin d en Mümtaz Soysal, Server Tanilli, Cem Eroğul ve Yavuz Sabuncu, Kadro hareketin­

da Bülent Tanör gelir. Tanor. birçok açı­ dan özgündür ve entelektüel verimliliğini tarihsel araştırma yetkinliğine kadar ge­ liştirir. Yarattığı entelektüel etki ve ilham

den itibaren Marksizm ile yakın tutulan ve anıiemperyalizm, aydınlanma ve ulu­

ise birbirinden farklı entelektüel ve poli­ tik mahfillerde hissedilir, Türk devlet bi­

salcılık vb. gibi vurgulara dayanan sol

lim ine ilişkin eleştirileri özgündür ama

Kemalist bir siyasal-hukuksal analiz çer­ çevesinde ilerlerken, Bülent Tan ör ise Ke­

Türk devlet biliminin birçok malzeme ve iddialarım da devralır. O, birçok kişinin

malist hareketin tarihselleştirilerek aşıl­ masına dair daha özgürlükçü çabalara gi­ rişmiştir. 1960’lardan sonra Türk devlet

lerde liberal bir dile geçişinin koşuIIarını da hazırlam a}! başarmıştır. Onun açtığı

Kemalist bir tecrübeden gerilimsiz biçim ­

bilimini Kemalist laikliğin tarihsel mese­ le le ri ü zerin d en takip eden, ama ona Marksizm üzerinden yeni anlamlar ekle­ yen Server Tanilli ve Cem E roğ u l’dan bahsedil mel id ir. Bu isimler kamu hukuk­ çuluğu kariyerlerini, laikliğe dair tarihsel b ir m isy o n u d e v ra lm a k la b e ra b e r, 1 9 6 0 ’k rd a k i yeni toplum sal ve siyasal hareketlerin yönleri ile de birleştirme ça­

bu aralıktan yararlanan örneğin Sami Sel­ çuk gibi birçok kişi, Türk devlet bilimi­ nin sıkışık ve bitişik nizam ilişkilerinden

basına girişmişlerdir. 1960’h yıllarda top­ lumsal ve siyasal farklılaşmalar, temel re­ jim meselelerini Türk kamu hukukunun

ile benzerlikleri de çoktur. Tanör, T ü rk devlet biliminin ölçü, değer ve kaynakla­ rını Osmanlı-T ürk modernleşmesinin ta­

ilgilerini ve ufkunu aşan ölçüde yenile­ mişti. Türk kamu hukukunun o ana kadarki temel birikim leri 1961 Anayasası

rihsel planına yerleştirmek suretiyle ayırt

içinde sağlam bir hukuksal mimariye dö­

ru da değildir. Aym zamanda. Tanör, Türk

sıyrılmış ve farklı düşünsel serüvenlerin önü açılmıştır. Tanör’ün Türk kamu hu­ kukuna katkıları, bir anlamda, Türk dev­ let bilim inin büyük araştırm acılarından Tarık Zafer Tunaya’nın yokluğunda yeni bir umut olmuştur. Ama Tanör’ün Tunaya

etme yolunu seçer. Onun açtığı geniş ta­ rihsel plan yalnızca bugünden geriye doğ­

T

Ü

R

K

İ

Y

E

'

D

E

H U K U K

devlet bilim inin içinden bilimsel alıştır­ malar yapanlarda pek az görüldüğü üze­ re, Türk inkılabının tarihsel başarıların! takip etmek suretiyle aşılması imkânları­ nı da kabullenen bir kamu hukukçusu­ dur, Türk devlet bilimine kendi içinden kafa tutulmasına yol açan bu yaklaşımı; tarih s el-politik anlarda da farklı ve top­ lumsal farklılıkları kabullenm e, onların siyasal tem sillerinin önünü açmaya dair bir tavn da beraberinde getirmiştir. Bu kuşağın bir başka temsilcisi Ergun Û zbudun’un çalışm aları üzerind en ise 1960’lı yıllardaki bir başka örnek kamu hu ku ku g irişim in in izleri sü rü leb ilir. I 9 6 0 ’h y ılların eğilim lerini taşLyan bu ik in c i ö n em li kam u h u k u k u g irişim i Amerikan sosyal bilim ciliğinin özellikle­ rini taşıyordu. Bu yaklaşım Türk devlet bilimini, bir yandan Türk inkılap tarihi­ nin m erkezi yorum larından koparmaya çalışıyor, diğer yandan, ise ona yeni tarih­ sel tecrübeler ve bunlara ilişkin kavram­ lar sağlama yoluna gidiyordu. Bu anlam­ da, onun, so r dönemlerdeki yeni anayasa hazırlıklarının tevdi edileceği kişilerin ba­ şında gelmesi hiç de şaşırtıcı bulunm a­ malıdır Buna karşılık farklı tarihsel tec­ rübelere ve anayasal teorilere dair çalış­ maları ve Türk tecrübesini farklı disiplin­ lere ve kuramlara doğru açmaktaki başa­ rısına rağmen Ûzbudun’un aynı başarıyı Türkiye’deki kanun merkezli düşünüşün aşılm asında gösterebildiği pek söylene­ mez, Toplumsal ve siyasal gelişme ve ihti­ yaçlar ile tarihsel meseleler onun kamu hukuku yorum larında genelde dış anda duran ve hatta karşı durulması gereken konular olarak ortaya çıkarlar Bu anlam­ da adli aktivizmden uzak durur. Ûzbu­ dun’un içinde yetiştiği ve bağlı olduğu entelektüel ortam göz önüne alındığında asıl başarısızlığının Türk kamu hukuku­ na kendi entelektüel zeminini taşıyamamış olm ası ve hatta daha da ön em lisi TûTk kamu hukukuna dönük yorumları­ nı id eolojik ve siyasal yorum lara karşı

S İ

Y A S E T

İ

L İ

Ş K İ

L E

R İ

durur biçimde geliştirme yolunu seçmesi, bu anlamda, bütün entelektüel kökenleri­ ne rağmen Türk kamu hukukunun temel özelliklerini tekraT etm ekten başka bir şey yapamamış olması olarak görmek ge­ rekir. Zaten bu nedenle de bugünlerde onun önderliğini yaptığı bir anayasa ha­ zırlık komitesinin verdiği ürünün sınırla­ rı da -k i 1982 Anayasası’nın sınırlı tashi­ hinden başka bir şey değildir- tam da bu özellikleri ortaya çıkarır bir nitelik arz et­ m ekte, Özbudun Türk devlet bilim inin kendi gücünü muhaliflerine kadar yaydı­ ğım gösteren örnek bir kamu hukukçusu­ nu temsil etmektedir. Bu kuşağm birbirinden farklı alanlarda dağılan tecrübeleri bakımından 1960’h yıl­ ların kamu hukuku etkinliği içinde öğren­ miş ve bu dönemin kuşaklarına ait olmak­ la birlikte etkilerini ancak 1980’li yıllardan sonra gösteren bir başka isimden de bah­ setm ekte yarar var d m Bu isim Yargıtay Başkanlığı görevinde de bulunan Sami Sel­ çuk’tur. Yargıda entelektüel terfinin nasıl yürütülebileceği üzerine Sami Selçuk’un hayatı, tam anlamıyla bir Türk devlet bili­ mi dersi vermektedir. Buna göre bir yar­ gıç, birbirine bağlı üç temel konuda okuma-yazma öğrenir. Bunlar laiklik, Atatürk, dil ve öztürkçe meseleleridir ki, Türk dev­ let bilim inin de asgari geçim şartlarını temsil ederler. Bunlara Fransız dili ve ay­ dınlanma tarihine ilişkin genel geçer bilgi­ ler eklendiğinde Türk yargısında Türk devlet bilimine bağlı bir entelektüelin na­ sıl yetişmesi gerektiği konusunda genel bir taslak kurulmuş olur. Sami Selçuk’un 1 9 9 0 ’h yıllara kadar entelektüel alanın merkezi birimlerinin uzağında kalarak ça­ lıştığı bu konular onun yargıda uzun süre entelektüel bir yeterlilik ile tutunmasını sağlamış, 1990’lardan sonra ise bu gelene­ ğini liberal bir dil ile terkip etme yolunda ilerlemiştir. Her iki entelektüel geleneğin birleştirilmesine dair sorunlar ve gerilim­ ler ise çok ilginç bir biçimde Selçuk’un düşünce üreüminde pek hissedilmemiştir.

303

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

Çünkü bu bilgi alanları, onun düşünsel çabalarının pratik birer gündemi olarak dağınık ve esnek örgülü biçimlerde bulun­ duğundan güçlü, verimli bir gerilim ola­ rak sonuçlar dogurtnamtşnr. Bunun yeri­ ne, Sami Selçuk’un düşünce dünyasında, erken modem dönemin pozitivist ilmihal­ leri ile geç modem dönemin “liberal” duy­

304

z

h

n

I

y

e

t

l

e

r

1990’LARDA TÜRK DEVLET BİLİMÎ: _______ SORGU VE SAVUNMA________ _ M ilitan Demokrasi Türk devlet bilimi, 1960'larda yaşadığı ilk kuramsal gerilimden sonra 1990’h yıllarla beraber artık giderek belirginleşen yeni politik taraflar karşısında sıkışm akta ve

gu ve inançları arasında eklektik ve çelişik bir fikirler hamulesi şaşırtıcı bir gerilimsizlik hali içinde var olmaya devam etmiş­

çareyi kurumsal direnç merkezlerine sı­ ğınmakta bulmaktadır, tik kuşak açısın­

tir (Ertekin, O. G., 2006).

nü ve etkisini yitirir. 1950’lerden itibaren laikçi itirazlarda toplanan ikinci kuşağın entelektüel ve politik birikimi yargı kuru­ ntunun içtihatlarını beslemekle yetinerek toplum sal ve düşünsel etkinliğini yitir­ meye başlayarak en sonunda bürokratik

Diğer yandan Sami Selçuk, Türk yargı­ sının entelektüel alan ile olan ilişkisinin sınırlarını da belirlemiş, Türk devlet bili­ minin güç ve etkisini yargı içinde pekiş­ tirm iştir. Bu sın ırlar, her şeyden Önce T ü rk yargısında özgürlükçülüğün sın ın ile ilgilidir. Selçuk, özgürlükçülüğü Türk devlet biliminin geleneklerine uygun olan bir kanu nculuk sınırlarınd a tutm uş ve kanun-merkezli zihniyeti aynen ve bütün tutarlılıklarıyla devralmıştır. Hak ve öz­ gürlükler İle Türk anayasası ve kanunlar arasındaki gerilim Selçuk’ta daimi olarak kanunun öğretilmesi görevine doğru çe­ kilm iştir. Başka deyişle özgürlükler ile T ü rk h u k u k düzeni arasındaki gerilim işaretlenm ekle beraber hu kukçu lu ğun üretimi ve yeniden üretiminin kanuni ko­ şulları daimi biçimde vurgulanmak sure­ tiyle bir yandan özgürlükçü bir eğilim ta­ şınmış, ama aynı anda da farkb hukukçu­ luk pratiklerine ilişkin kuramsal serbest­ lik koşulları engellenm iştir. Dolayısıyla Selçu k , T ü rk devlet b ilim inin son dö­

dan çok önemli olan akademi, eski gücü­

bir araç olarak işlev edinir. Kısaca bu dö­ nem Cem Eroğul, Server Tanilli, Yavuz Sabuncu vb. gibi akademisyen hukukçu­ lardan çok Vural Savaş, Yekta Güngör Öz­ den, Sabih KanadoğLu gibi meslekten hu­ kukçuların öne geçtiği aktif ve daha cep­ hesel bir tutuma doğru evrilir. Bu nokta­ da Türk devlet bilimi, 1990’lardan sonra, Alman kamu hukukunun önem li tartış­ ma konularından birisi olan “militan de­ mokrasi” (bkz. Hakyemez, 20 0 0 ) yoluyla kendi bilimsel pozisyonuna cephesel bir donamın daha eklemiştir. Edinilen yeni teçhizat, Türk devlet bilimine, 1990’lann her sorunu hukuksallaştıran ortamların­ da oldukça işlevsel bir nitelik kazandırdı. M ilitan dem okrasinin esas malzemeleri, aslında, 1 9 6 0 ’iardan itibaren T ü rk çe’ye çevrilm eye başlanm ıştı ve özellikle ko­

let bilim ini kendi m uhalifliği içinde ve muhaliflere öğretmiş önem li yargıç ente­ lektüellerden birisi ve birincisidir. Bu du­

münizm karşıtı içtihatlan iştiyakla besle­ yen araçsal bir nitelik kazanm ışa. Fakat 1 9 9 0 ’lardan sonra bu bilgi alanı, dinsel söylemb siyasal hareketlere doğru yönel­ tilmeye başlandı. Militan demokrasi ter­ kibinin. en önemli işlevi Türk devlet bili­

rum kuşkusuz m uhaliflerin entelektüel sınırlarını olduğu kadar Türk devlet bili­

mine yeni telif alanları kazandırması ve uzatmalı anlatım imkânı sağlamasıydı. Bu

m inin entelektüel gücü ve etkisinin ne kadar kapsamlı olduğunu da gösterir ni­ teliktedir.

yolla verilen can suyu, Türk devlet bili­

nemlerdeki asli taşıyıcdanndan birisi ola­ rak göze çarpar. Onun için kısaca ve özet olarak şu söylenebilir: Selçuk, Türk dev­

minin 1990’lann hareketli ve sıcak iklim­ lerinde daha güvenli ve ferah biçimlerde

T

Ü

R

K

İ

Y

E

'

D

E

H

U

K

U

K

-

S

I

Y

A

S

E

T

İ

L

İ

Ş

K

İ

L

E

R

İ

ayakta durmasını sağladı. Batı dilleri ve hukuksal tecrübelerinde kendisine karşı­ lık bulm ası Türk devlet bilim ini dinsel

mış; Köker, hukuk ve siyaset düşünceleri arasındaki kavrayış mesafelerini yakınlaş­

söylem li hareketler karşısında yalnızlık hissinden kurtarıyor, bu doğrulamaların

liberal geleneğin izleyicilerine nicedir sı­ kıntıd a old ukları tem el bazı hu kuksal

onda eşsiz heyecanlar yaratması ve sürek­ li hatırlatılan örneğe dönüşmesi de kaçı­ nılmaz oluyordu. Dolayısıyla militan de­ mokrasi terkibi, Türk devlet bilimine Av­ rupa’daki hukuksal tecrübelerle bir anlaş­ ma imkânı sağlıyor veya en azından ulus­ lararası hukukun tarafsızlaşmasını garan­

m eseleleri d ayatm ış, d ahası bu yönde ürettiği bilgiler siyasal özgürlük meselele­ rine de olumlu cevaplar verir biçimde to­

tiliyor ve esas olarak hukuk-siyaset ilişki­ leri tartışm alarını daha içerden kurulan tarafların başarısına tevdi ediyordu Bu

tırmış; Sancar ise kimi Marksist ve kimi

parlayıcı ve entelektüel katılımı hızlandı­ rıcı bir ortam yaratmıştır. Tüm bunlat o güne kadarki entelektüel faaliyetin Önem­ li bir kısmının, sosyoloji, ekonomi vb, gi­ bi alanlardan bu yeni kamu hukuku ala­

noktada Türk devlet bilim ine 1 9 9 0 ’larla

nına doğru taşınmasını sağlamıştır. Nite­ kim Türk devlet bilimi hu eleştirilerin et­ kisinden payını alacaktır.

beraber getirilen yeni eleştiriler önem ka­ zanmaktadır.

1 9 9 0 ’lardan sonraki akademik eleştiri­ nin önemli taşıyıcılarından birisi Prof. Le­

Türk Devlet Bilim inin Sorgulanması: Hukuk Devletine Giden Yollar Akademik Gelişmeler; Türk devlet bilimi­ nin 1990’larla beraber ciddi bir sorgulan­ ma sürecine girmesi birbiriyle bağlantılı akadem ik ve politik çabalar tarafından hazırlanmıştır. Akademik açıdan bakıldı­ ğında, 1960’lı yıllarla beraber sosyoloji ve ekonomi disiplinlerine kaptırılan bir alan 1980’krden itibaren yeniden kamu huku­ ku d isiplininin ortaklığına doğru çek il­ miştir. Bu dönem Türk devlet bilim inin ve onun temel paradigmasının en ciddi soruşturm alardan geçtiği son dönem ini temsil eder, 1980Tİ yılların başından iti­ baren Cemal Bali Akal, Hayrettin Ö kçe­ siz, Mustafa Erdoğan, Taha Parla, Levent Köker ve Mithat Sancar gibi “akademis­ yenler" siyasal bilimin hukuk ile olan ka­

vent Köker’dir. Levent Köker, Türk kamu hukuku düşüncesine farklı disipliner ha­ zırlıklarla giren özgün bir hukukçu ente­ lektüel figürü temsil eder. Köker, hukuk fakültesi mezunu olmasına rağmen aka­ demik çalışma ve ilgilerim siyasal kuram ve siyasal tarih disiplinlerinde geliştirme yolunu seçmiş, uzun bir zamandan sonra h u k u k alanına doğru geri dönm üştür. O nun akadem ik çalışm a alanlann a dö­ nük bu serüveni Türkiye'de hukuk ve ka­ mu hukuku çalışmalarına yüklenen ente­ lektüel anlamın dönüşmesi süreçlerini de önem li ölçüde tem sil eder. 1 9 6 0 ’lardan 1990’lara kadar, hukuk düşüncesi, kap­ sandı sorular karşısında yetersiz cevaplar alanı olarak görülüyor ve entelektüel fa­ aliyetlere girişen hukukçular etkinlikleri­ ni giderek daha fazla biçim lerde hukuk dışı alanlara, özellikle siyaset bilim i, sos­

çınılmaz ilişkisini yeniden hatırlatmakta oldukça önemli entelektüel çabalar gös­ termişler, kamu hukuku ilgilerinin yeni­

y oloji, ekonom i, tarih vb. gibi alanlara

den güçlenmesi ve popülerleşmesini ör­ gütlem ekte başarı kazanmışlardır. Akal, modernliğin saklı siyasal-hukuksal halleri üzerine düşünsel çabalara girişmiş; Ö kçe­

rik im le r y en id en h u k u k d ü şü n cesin e doğru geri dönmeye başladılar. Köker’in düşünsel serüveni açısından da takip edi­ lebilecek olan bu durum Türkiye’deki ka­

siz, sivil itaatsizlik vb. gibi daha önce cid­ di ilgi konusu olmayan meselelere el at­

mu hukuku düşüncesini de hem disipli­ ner olarak zenginleştirm iş hem de yeni

doğru yönlendiriyorlardı. Fakat 1990’lar­ dan sonra diğer alanlara doğru kayan bi­

305

d

ö

n

e

m

l

e

r

V

E

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

kuramsal girişimlere doğru sevk etmiştir.

ralm ış olm asının önem li sebeplerinden

Köker, demokrasinin liberal, sosyalist ve

birisi de budur.

Ü çüncü D ünyacı k ö k en lerin in , T ü rk i­ ye'de kapsamlı biçimlerde sorgulanması­ nın hazırlıklarını yönetenlerin de baştnda

1990'lardaki bir başka önemli entelek­ tüel isim olan Taba Parla ise Köker ile ay­

gelir. Çeviri onda, başkalarında nadiren olduğu üzere, teorik olduğu kadar ülke içindeki toplumsal meselelere ilişkin ya­ pıcı tartışmalara kadar uzanan bir anlam kazanır, İlk dönemlerinde demokrasi tar­ tışm alarının liberal ve sosyalist dengesi yakın zamanlarında giderek liberal eği­ limlere doğru kaymaya başlamış, M ark­ sist dem okrasi ve özgürlük anlayışının

306

Z

çözümlenmesine ayrılmış ilk mesailerinin meraklı soruları yeni zamanlarında ken­ dine liberal cevaplar bulmaya başlamıştır. Levent Köker’in siyasal kuram ve tarih alanındaki uzun süren çalışm aları Türk devlet bilimine giriş açısından son derece kapsam lı ve sağlam bir hazırlığa işaret eder, M a rk siz m , d e m o k ra si ve C. B. Macpherson üzerine ve diğer yandan Ke­ malist modernleşme ve ideolojik mesele­ lere dair çalışmaları Türk kamu hukuku­ na yönelik eleştirinin gücüne de işaret edecektir. Özellikle İki Farklı Siyaset adlı çalışması pozitivist bir geleneğin politik alanı nasıl kuşattığı ve daralttığına ilişkin güçlü iddialarla doludur (Köker, 1990). Bununla beraber, K öker’tn T ü rk kamu hukuku içindeki varlığı, entelektüel serü­ venlerinden köken alan bir ilerleme kay­ detmemiş, herhangi bir külliyat oluştura­ mamıştır, Bu, çok ilginç b ir durumdur. Köker, siyasal bilimden kamu hukukuna geçerken her ikisini birleştirm enin gücü ve imkânlarına yaslanmış olmasına rağ­ men ilginç bir biçimde Türk kamu huku­ ku içinde yeniden başlayan bir serüvene de sahip olmuştur. Bir anlamda Köker, si­ yasal kuram içindeki bütün hazırlıklarım orada bırakıp kamu hukuku alanına yeni b ir başlangıç yapmış gibidir. Belki onun

nı dönemlerde Türk devlet bilim inin bü­ tün temel m alzem elerinin toplandığı ve bir bütün olarak sorgulandığı bir girişimi yüklenm iştir. K öker, kurucu K em alist iradenin ilke ve iddialarını doğrudan sor­ gulayarak işe girişmişti. Parla ise Kemalizm in sorgulanm asında köklere kadar gitm e yolunu seçti. G ökalp’in dayanış­ m acı-kolektivis t düşüncesini Cum huri­ yet a n a liz lerin e kad ar taşıy arak T ü rk devlet biliminin yeni analizlere açılması­ nı sağladı. Buradan daha ileriye giderek Atatürk’ün konuşma ve söylevlerini fark­ lı ve geniş çaplı liberal bir sorgulamanın malzemesine dönüştürdü. Parla’nın. giri­ şimi burada da kalmadı, Türk devlet bili­ mi folkloru nün ana gövdesini oluşturan Mustafa Kemal’in söylev ve dem eçlerin­ den başlayarak Cumhuriyet anayasaları­ nın derinleştirilmiş bir sorgulanmasını da devralarak ilerledi. Parla kadar Türk dev­ let biliminin temel malzeme ve iddiaları­ nı kendi çalışm alarının konusu haline getiren ve kapsamlı bir külliyat oluşturan b ir başka kam u hukukçusu gösterm ek zordur. Bu çalışmalarda Parla, “Cumhuri­ yet T ü rktyesinin ilk otuz form atif yılı doğru anlaşılmadan, çağdaş Türk siyasal kültürünün ve yaşamının da iyi anlaşılamayacagı" (Parla, 199T, 9 ) öngörüsüyle hareket etmiştir. Kamu hukuku çalışma­ larını Türk devlet bilimine karşı alterna­ tif bir külliyat oluşturmaya kadar götü­ ren Parla için asıl sorun giriştiği işin so­ nuçlarını yakalayabilecek, etkinliğini de­ rinleştirecek bir çabanın takip edilmesi sorunuydu. Fakat çalışma alanlarının ge­ niş ayrıntıları içerir kapsamı, çeşitliliği, Türk devlet bilim ine dönük eleştirileri­

belirli ölçüde liberalizm ve Habermas il­ gilerine rağmen Türk kamu hukukunun

nin popüler ihtiyaçlara cevap verici bir etkinin ötesine geçmesini de engelleyici bir sonuç doğurdu. Parla’nın kamu hu­

kanun-merkezli düşünüş geleneğini dev­

kuku çalışm aları, Türk devlet bilim inin

Ü

R

K

1 Y

F

'

D

E

H U K U K

- S İ Y A S E T

I I

I

Ş

K

I

L

F

R

I

A skerî d a rb e d ön em leri hu ku ku fiile n ortadan kald ırırken , k en d i m eşru iyetin i d e güvenliğin sağ lan m ası m isyonu ü zerin d en biçim len dirir. D evletin istisn ayı belirley en gü ç d iy e t a r if ed ild iğ i m u h afazakâr an layışın b ir tecellisi o la ra k a s k e r i d a rb e ve cunta d ön em leri, bu istisn a “im k â n ım ’’ en çek in cesiz sın ırların a k a d a r kullanır.

b irb irin d en farklı kesim lerde ve fa rk lı barlamlarda sürdürülen sorgulanmasına önemli cevaplar getiren iddialı bir girişi­ mi temsil ediyordu. Ancak çalışm aları, talihsiz bir biçimde, entelektüel düşünce alanı ile popüler alan arasında kalarak

Sancar m akademik çalışmaları ile poliükhukuki sorgulamaları arasındaki ilişkiyi en başından itibaren sürdürülebilir bir entelektüel disiplin haline gelinilesi, bu alanın hep seyrek biçim lerde dokunan bilgisini özellikle de Alman kamu huku­

bak ettiği yeri alamadı. Oysa onun çalış­ maları hem kapsam ve hem de iddia ve

ku üzerinden geliştirdiği yeni bilgilerle daha sıkı ve sağlam bitim lerde yeniden

üslubu itibariyle en geniş çaplı olanıydı. Parla nın girişim lerinin kendi sonuçları­ na kadar götürülüp derinleştirilm esi ve

örm esi olarak görülmelidir. Sancar, her şeyden önce, Türk devlet biliminin temel

Aynı dönemlerde çalışm alarına başla­ yan Mithat .Sancar ise. Köker ve Parla’dan

malzeme ve iddialarım doğrudan konu edinmemiş!ir. Bunun yerine Türk devlet biliminde, genelde, çok sağlam bir göndenne noktası olmayan Alınan kamu hu­ kuku çalışmaları öne geçer. Fakat Sancar bu çalışm alarını I 2 Eylül darbe sonrası koşullarında her geçen gün daha da çok

birçok yönlerden ayrılır ve kamu hukuku çalışmaları nispeten yeni ve oluşturduğu

sorulan ve bütün siyasal kesimlerce esaslı bir mesele haline getirilen siyasal-hukuk

külliyat daha dar ve sınırlı gözükse de bu alanın kürsüsüne en yakın duran ve onu sebat ve tutarlılıkla güçlendiren b ir hu­

sal sorulan üstlenmek suretiyle geliştirme yolunu seçmiştir. 1990’lann başından iti­ baren aralıksız olarak ilgilendiği ‘‘hukuk

kukçu entelektüel olarak ortaya çıkmak­ tadır. Bunun onenıli sebeplerinden birisi

d ev leti so ru n u '- üzerine düşünm üş ve yazdığı makaleler 2000’de D evlet A klı K ıs-

onun yeni biçimlerde bakmaya davet et­ tiği Türk devlet biliminin ana malzeme­ lerinin yeniden sorgulamanın merkezine taşınması gerekiyor.

D

Ö

N

E

M

L

E

R

V

E

k a ç ın d a Hukuk Devleti başlığıyla ortaya ç ık m ış tır. S a n ca r iç in s ö y le n e b ile c e k

önemli noktalardan birisi de, kendisinden talep edilen bir kamu hukuku bilgisinin sınırlarım sorulan soruların sınırlarından kurtarmak suretiyle geliştirmesi, aralıksız olarak zorlaması ve ilerletmesidir. Böylece, Mithat Sancar sayesinde, belirli ente­ lektü el gruplar, içerd eki som ut siyasal problem ler üzerinden hukuk-siyaset ek­ senine dayanan kuramsal okumalar yapa­ bilecekleri bir el kitabı edinmiş oldular. Bu kitabın bu kesimlerin elinde tek başı­ na sürdüğü ömrü ne kadar uzun olduysa kendini aşacak denemelere ilham verme umudu da bir o kadar azaldı. Fakat b u ­ nun önemli sebeplerinden birisi, özellikle de Marksist kesimlerin hukuksal mesele­ lerde kuram sal b ir güvensizliği yaşıyor olmalarıdır ve bu durum yeni denemeleri zorlayacak heyecan ve hevesleri ciddi b i­ çimde zayıflatm ıştır. Böylece, Sancar’m D evlet A klı K ısk a c ın d a Hu filik Devleti giri­ şim i, kendini b ir kez ortaya koyduktan sonra kıpırtısız bir bekleyiş ve yetinme süreci başlam ıştır. Bu çalışm a, rekabet edeceği paralel çalışmalardan yoksun kal­ dığı gibi entelektüel sorgulamadan geç­

mesini sağlayacak bir entelektüel birikim­ de söz konusu olmamıştır. P o litik D ü şü n ced e D ön ü şü m ler: Giderek olgunlaşan bu entelektüel itiraz alanlarına politik düşüncedeki dönüşümler de refa­ kat eder. 12 Eylül 1980’den sonraki süreç­ ler politik düşünce alanının her bir taralı­ nı hukuk devleti kavramı ile giderek sıkı­ laşan bir ilişki içine sokmuştur. Neredey­ se hemen her politik grubun “hukukun

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

edinim lerinin yükselişiyle ilgili olduğu kadar belki daha da hızla “hukuksal” ola­ nın “politika”ya dönük eğilimleri giderek daha fazla biçimlendiren bir etki alanına dönüşmesi ile ilgilidir. Dolayısıyla bu yal­ nızca politik grupların dönüşümü ve hem 12 Eylül sonrası süreçler ve hem de ulus­ lararası alandaki gelişmeler nedeniyle ek liberal kapasiteler edinmeleri ile ilgili de­ ğildir, Aynı zamanda hukuksal olanın po­ litikada giderek daha fazla değer kazan­ ması, politik tarafları meşgul etmesi, poli­ tik mücadeleyi dönüştürmesi, politik te­ oriyi kendine çağırması da söz konusu ol­ muştur. Bu çerçevede 1980’lerden sonra hem politik süreçler, hem entelektüeller ve hem de politik teori “hukuksal" olana doğru gözlenebilir bir dönüşüm içine gi­ rerler, Türk devlet bilim inin önce itiraz­ larla başlayan ama zamanla teo rik k o ­ numlara dönüşen sorgulanması süreci de burada başlar. Yukarıdaki akademik-entelektüel çabalann dışında Türk devlet bilimine yönelik 1980 sonrasındaki bu “tehdit" sürecini ör­ gütleyen üç önemli politik tecrübeyi libe­ ralliğin halleri içine yerleştirerek anlamak mümkündür. Her üç grubun ortak yanı toplumsal temsil ile iktidar arasındaki iliş­ kiyi, Türk devlet biliminin “anayasal dev­ let” tezinin aksine, giderek daha fazla si­ yasallaştırmak ve toplumsal grupların ik­ tidar taleb in in önünü açm ak isteğidir. B u n lard an b irin c is i, etk i ve ö n em leri 1980’den sonra belirginleşen ve liberalli­ ğin kuramsal ve ideolojik kanadını oluş­

üsmnlügü"ne dönük, ama esas olarak 12 Eylül eleştirilerine ve politik itirazlarına

turan asıl liberal okuldur, Atilla Yayla, M ustafa Erdoğan ve Zühtü A rslan gibi akademisyenlerin hazırlıkların] gerçekleş­ tirdikleri ve giderek olgunluğa doğru ör­

refakat eden bir kavramsal hazırlığın içine girdiği, en azından Türk devlet biliminin

gü dedikleri bir bilgi alanı arak kendi ken­ disini siya sal-hukuksal m eseleler içinde

hukuksal meselelerine yeni ortakların gel­ diği ve siyasal taraflann bu alandan gide­ rek daha fazla biçimde kendi haklarını ta­ lep ettikleri gözlenebilir. Bu durum 12 Eylül sonrası politik grupların hukuksal

bir taraf olarak üretebilir hale gelmiştir. Liberalizmi Türkiye'deki liberalliğin başka ideolojik konumlarla eklemlenmiş halle­ rinden ayırıp kendine ait bir entelektüel serüvenin içine yerleştirenler bu akade­

T

Ü

R

K

İ

Y

E

'

D

E

H

U

K

U

K

-

misyenler olmuşlardır. Liberalizmin temel metinlerinin çevirileri, temel iddia ve en­ telektüel malzemelerinin kuruluşuna ada­ nan uzun emek ve gayretler Kemalist bir kamu hukuku eleştirilerinin içsel tutarlı­ lık ve bütünlüğünü artırmış, son dönem­ lerde liberal bir dilin “var'iıgıtıa ait içsel sıkıntı daha as duyulur hale gelmiştir. Bu­ na karşılık Türk anayasal düzeni tıezdinde yürütülen iktisat, politika ve hukuk ilişki­ leri bağlamındaki eleştirilerinin tamam­ landığı pek söylenemez. Türk devlet bili­ minin hukuk devleti ile karşılaştırılması yasal mevzuatın yetersizliklerinden başla­ yarak yargısal reflekslerin eleştirilerine ka­ dar genişletilerek tamamlanmış ve esasen iktisat ve politika arasındaki hukuksal m eselelere odaklanmışlardır Devleti ev­ rensel bir hukuka tâbi kılma ise en popü­ ler iddialarından birincisidir. ik in ci grup ise kendisini "dem okrat” olarak adlandıran ve zaman içinde etkile­ rini birbirinden farklı siyasal taraflar için­ de dağıtan, kendilerine ait özgün tavırlar belirleyen bir çevredir. Etyen Mahçupyan ve Ali Bayramoğlu tarafından temsil edi­ len bu sınırlı çevrenin hukuk devleti ve Türk devlet biliminin ideolojik ve bilim­ sel m alzem elerinin eleştirilerine dişkin vurgularında da etk ileri özgündür Bu grup Türk devlet bilimine karşı esas ola­ nın evrensel bir “hukuk devleti eleştirisi" olm ad ığım , ama T ü rk iy e ’deki “hukuk zihniyeti" olduğunu iddia etmektedir. Bu­ na göre sorun “devletin kendisini hukuk dışı tutması değil"dır. Çünkü bu sistem içerisinde devletin hukukun üstünlüğünü kabullenm esi kaçınılm az olarak kendi onayladığı bir hukuka dönüş olacaktır. Bu nedenle hukuk devleti ve hukukun üstünlüğüne dönük entelektüel bir çaba yerine, hukuksal olan bu “boyutun dışına çıkarak siyasallaşması; daha doğrusu si­ yasete taşan bir entelektüelliğin yaratıl­ ması gerekir. Bunun anlamı, felsefi bir te­ melden hareketle yürütülecek ve sivil ita­ atsizliği de kapsayacak eylem lerle; var

S

İ

Y

A

S

E

T

İ

L İ

Ş K İ

L E

R İ

olan hukuk anlayışının deşifre edilmesi­ dir" (Mahçupyan, 2000: 152-154) Liberalliğin hallerinin üçüncü grubunu b e hukuk devletine dönük arayışları sağmilliyetçi bir tecrübe ve buna dair kav­ ram larla belirginleştirm e yolunu seçen bir başka çevre oluşturm aktadır. Taha A kyol, H aşan C elal G üzel, M üm taz’er Türköne vb. gibi bim lerle temsil edilebi­ lecek olan bu çevre hukuk devleti tartış­ masına kendi kavramlarını ve kendi tec­ rübelerini vermek üzere diğer gruplarla yarışmakta, Türkiye’deki sağ liberalliğin önemli bir kısm ının bu grubun kavram ve tecrü beleriyle üretilm eye çalışıldığı gözlenmektedir. İlk iki grubun; yani libe­ ral okul ve demokrat grupların eleştirileri kuram sal bir tutarlılık taşırken üçüncü grup açısından politik işlevsellik öne ge­ çer. Bu açıdan sağ liberallerin hukuk dev­ leti eleştirilerinin sorgulanm asına karşı pek hazırlıklı oldukları söylenemez. Esa­ sen onların eleştirileri yargı organlarının yasa karşısınd aki konu m ları ile sınırlı kalmış, bu anlamda sadece yargının siya­ sallaşmasına karşı çıkm ak suretiyle hu­ kuksal b ir eleştirinin içinde sıkışm akla yargı ve hukukun politika karşısındaki sorunlarına dayanan daha geniş bir çerçe­ vede düşünme çabasına girişeni em işler­ dir Dolayısıyla “demokrat" grubun libe­ ral okula yönelttikleri eleştiriler bu grup için de geçerlidir. SONUÇ Türk hukuk geleneğinde yasal alarmı, si­ yasetin ve siyasal tarafların dışında saf ve mutlak bir varlığının olduğuna dair şaşır­ tıcı bir düşünce hâkim olagelmiştir. Bu durum Türk devlet biliminin kanun mer­ kezli zihniyetine uygun olmakla birlikte Türk kamu hukuku düşüncesinin nere­ deyse bütün taraflarını da bağlar durum­ dadır. İlginçtir ki, Türk devlet bilim ini sorgulama konusu yapan muhalif gruplar açısınd an dahi aynı zih n î kalıp hukuk

309

d

ö

n

e

m

l

e

r

V

E

analizlerinde yaygın olarak kullanılmıştır Öyle kİ, muhalif gruplar dahi kanun me­ tinlerinin sosyal ve siyasal bağlam larını kendi kavram ve zihniyetleri üzerinden geliştirme becerilerini sınamış ve hukuk­

3 İ0

Z

İ

H

N

İ

Y

E

T

L

E

R

bulundu klan tarihsel konumlardan farklı kavramlar ve yorumlar getirilmesini en­ geller. Herhangi bir siyasal mücadelede d ev letin yasal irad esi b ek len ir. T ıp k ı TCK'nın 301, maddesi ve türban mesele­

sal m etinlerin sosyal bağlamları ve top­ lumsal anlamlarının geliştirilmesi, dönüş­ türülmesi çabalarında yanşan etkiler gös­

lerinde olduğu üzere. Bu kanuncu zihnî yapı toplumsal ve siyasal tüm meselelerin

terebilmiş değillerdir. Oysa, kanun ile yo­ rum (yargı) ilişkisi doğrusal, tekdüze ve

kanun örgüsüyle yeniden kurulm asına, oralarda yeniden var edilmesine ve yine o

basit bir em ir ilişkisi değil, her şeyden önce karmaşık, yorucu bir sosyal-siyasal kurucu çabayı içerir. K anunun “söz"ü devletin mutlak iradesinin ötesindeki ta­ rihsel ve toplumsal durumlara bağlı ola­ rak dönüşen ve değişen anlamların etkisi altında bulunmaktadır. Her farklı tarihsel

zihnî yapı içerisinden halline, neredeyse

durumda kendi tek bir anlamını garanti­ leyen bir “kanuni söz” yoktur. Daha baş­ ka bir deyişle, karmaşık sosyal anlam ve işlemlerden geçirilm edikçe hiçbir kanu­ nun anlam ve amacının sonuçlandırılma­ sı mümkün değildir. 20. yüzyılın tüm za­ manlarından bu yana “hukukçuluk" tam da böyle bir meşgale alanında varlığım kanıtlar, toplum karşısında kendi varbğını gerekçelendirir. Tersi bir yaklaşım, 17. yüzyılın hukuka yönelik rasyonalist bakış açışım aynen devralarak hukuksal ve yar­ gısal etkinliğin tümünü bir kam ın metni­

bir kanunun örgüsü içine alınmasına, aynı

bütün bir hayatın bir kanunun, bir nor­ matif seslenme biçiminin niteliğini kazan­ masına yol açarak her biı toplumsal mese­ leyi bir “kanuni bulmaca”ya dönüştürü­ yor. Bu yolla, aslında birer toplumsal ve siyasal sorun niteliği taşıyan TC K ’nm 301. maddesi ve “türban sorunu” bir kanun so­ runu imiş gibi algılanıyor. Böylece, huku­ kun toplumsal ve siyasal alanın dinamik­ lerinden beslenm esinin önü kapanıyor, durağanlaşıyor ve toplumsala yanıt ver­ mesi zorlaşıyor. Bu durum , kaçınılm az olarak, siyasal iktidarı, hukuktan daha ge­ niş bir alana, “kanurT’un ötesine doğru ta­ şırken neyin yasal ve neyin yasal olmadığı konusunda iktidarın siyasal tekelini de belirginleştirir.

ne ve o metni de tamamen “kanun koyu­ c u c a teslim etmek sonucunu doğurur ki, uzak durulması gereken şey tam da yasal alanın tüm toplumsal taraflardan saklan­

Bugün kamu hukuku içinden ve Türk devlet bilim inin etki alanı dışında düşün­ ce üretmek ve geliştirmek ihtiyacını his­ sedenler için önümüzde iki temel seçe­ nek duruyor. B irincisi, kanun m erkezli düşünüşün aşılması suretiyle Türk kamu

masına yol açan bu tekelci, devletçi-pozitivist yaklaşımdır. Türk devlet bilimindeki bu kanun mer­

hukuku düşüncesini Bourdieucü yakla­ şım ile tanıştırmak ve yasal alanı bir sos­ yal rekabet alanına doğru çağırmaktır. Bu

kezli yaklaşımın en önemli sonucu yasal tartışm ayı teknik biçim leriyle geliştirip derinleştirirken siyasal performansı dü­

iddia yasal m etinlerin akademik ve ente­ lektüel çabalarla orantılı bir toplumsal anlam eğitimi ile bağlantılı olduğu çağrı­ sını içerir. Yasal metinleri bir sosyal reka­

şürmesidir, Hukukçuların siyasal görüş ve tercihlerinden ayn, hukuksal kavramların sosyal ve siyasal dolaşımından münezzeh, herkesi olduğu gibi hukukçuları da bağla­ yan bir yasal belirleyicilik alanının bulun­ duğu düşüncesi toplumsal ve siyasal taraf­ ları edilginleştirerek yasal metinlere kendi

bet alanı haline getiren de budur. Mahçupyan’m yukarıda talep ettiği “hukukun demokratlaştırılması” tam da bu sürecin sonunda bulunabilir. ilk o la ra k kanun m erk ezli düşünüş böylece aşılmak suretiyle yasal alanın bir

T

Ü

R

K

İ

Y

E

'

D

E

H U K U K

sosyal rekabet alanı, bir demokrasi alanı olarak ku ru lm asın ın arkasından. T ü rk devlet biliminin ikinci önemli ve zorlayıcı özelliğine yani T ü rk kam u hukuku ile Atatürk ilkeleri-Türk inkılap tarihi ara­ sındaki kuramsal bağın çözülm esi soru­ nuna eğ ili ilmelidir. Türk kamu hukuku düşüncesi ile Türk inkılap tarihi arasın­ daki kuram sal b ağ ın k o p a rtılm a sı, en azından yalnızca tarihsel bir bağ haline getirilmesi çabası bu noktada öne geçebi­ lir. Bu ön celikle şu anlama gelir: Türk devlet biliminin yürüttüğü üzere Türk in­ kılap tarihi, CHP ve altı ok Atatürk ilke­ leri ve devrimleri üzerinden bir kamu hu­ kuku düşüncesi kurmayı bırakıp bu bilgi alanını yalnızca tarihsel bir veri olarak kendi mütevazı yerine yerleştirmek gere­ kir. Başka deyişle Türk kamu hukuku bir tarihsel ipotekten kurtarılarak sosyal giri­ şim lere açık tutulmalıdır. B öylece, Türk kamu hukuku düşüncesi Türk inkılap ta­ rihinin, Atatürk İlkeleri ve anayasal bir dokunulm azlık kazanmış olan “Atatürk d evrimleri" nin sürekli artan baskısı altın­ da sıkışmaktan kurtulur ve kuramsal bir serbestliğe kavuşur. Kemalist Cum huri­ y etin kurucu ilkelerinin Türk kamu hu­ kukunun tarihsel bir verisi olarak yerleş­ tirilmesinden sonra kamu hukuku birbi­ rinden farklı kuramsal denemelerin ko­ nusu olarak sosyal zeminden beslenen bir yeni hukuk anlayışına açık hale gelecek ve giderek dem okratı aşacak tır. H ukuk, kuramsal bağımsızlığım kazanacak, ken­ dine ait bir tarihsel çizgi kurabilecektir. Bu konudaki yeni bir kamu hukuku açılı­ m ının liberal Anglo-Saksou yaklaşımıyla

S

İ

Y A S E T

İ

L İ

Ş K İ

L E

R İ

doldurulm ası gerektiğini düşünenlerin yapacağı katkı ise kısmidir. Bu gelenekten edinilecek bir entelektüel vurgu, özellikle hukukun toplumsal zemini ile siyasal te­ melleri üzerine daha geniş bir algı ve ka­ bul sağlayacaktır. Fakat hukuk tartışması­ nı artık daha geniş temellerde geliştirmek Türkiye açısından bir zarurettir. Bunun için ise Anglo-Sakson geleneğini aşan ve daha kapsamlı nitelik taşıyan soruların sorulması ve Türkiye tecrübesinde cevap­ lanması gereklidir. Buna karşılık ikinci yol ise Agambenci analizin açtığı yoldur ve bu yol yasayı, ya­ sal alanı siyasalın sorunları içine yerleştir­ mekle başlar, siyasal iktidarın “karar" gü­ cünü hukuksal analizin konusu yapmak suretiyle egemen güçlerin istisna üretimi­ ne karşı koymak çabası olarak öne geçer. Bu sayede hukukçuluk pratiklerini gele­ neksel olduğu üzeTe “d üzen", “k u ra l”, “norm” vb. gibi bütünsel yapılardan ege­ men gücün ölçülmesine dair herhangi bir yargısal kararın, istisnanın, tekil olaylann odaklanmasına doğru taşımak mümkün olacaktır. Bu ise hukuksal düşünüşü sos­ yoloji ve siyaset bilimi ile daha çok ilişki­ ye zorlayacak, bugüne kadar kendi içine kapalı olarak var olan bir alanın çok daha geniş bir düşünsel alan ile yüzleşebileceği b ir kapı açılm ış olacaktır. Türkiye’deki hukukçuluk pratiklerini Türk devlet bili­ minin dar, sıkışık ve derinleşemeyen dün­ yasından kurtarmak arük gerçek b ir ihti­ yaç olarak görünmektedir. Türkiye açısından her iki yol da iddialı, ama bir o kadar da zaruret olarak ortaya çıkmaktadır. □

311

0

N

i

1

M

l

E

R

V

E

Z

Kemalist Rejimin İnşası: Takrir-i Sükûn Kanunu S t. Y F İ Ö N G İ O F R

312

4 M art 192.5'te kabul edilen Takriri Sü­

vesile oiduğu, hatta fırsat yarattığı söyle

kûn Kanunu, lürkiye Cıım huriyeti'nin ku­

nebilir. Bu isyan olm asa belki baş 1931 'deki

.5.

kokusu geliyor, inşallah be-ı yanılm ışım

K ong resi'ııde tek partili sistem resm en

dır"^ diyerek İnönü'yü desteklemiştir. An­

ilan edilecektir.

cak C H F grubu böyle sert önlem leri ge­

Mustafa Kem al'in Fethi O kyar'a dediği

reksiz görüp, o n a y verm eyin ce İnönü

gibi bir tür "istibdat m üessesesi"nin ku

"sağlık koşulları n edeniyle" istifa etm iş

rulm astna o lan ak veren Takrir t Sükûn

ve daha "ılım lı" okluğu kabul edilen Fet

Kanunu, "Şeyh Sait İsyanı" d iye bilinen

hi O kyar hükümet: kurulmuştur. Gerçek­

Kürt ayaklanm ası üzerine çıkarılm ıştır,

ten de bu hükümet odalığı biraz sakinleş­

ancak bu isyanın C ! tF yönetim ine bir tur

tirmiş, !C F m uhalefetiyle de iyi ilişkiler

T

Ü K < İ v

£ ' c

e

H IJ


: .%-T>7).

malzemesi olduğu gibi aynı derecede hır­

Baştan itibaren ulaşmak istenilen hedefi

davat eşyadan ınadul fikir ve ilim malze­

"m uasır m edeniyetler seviyesine çıkm ak"

mesi de vardır. I lııkuk ıı düvel, hukuk-ıı

olarak ifade etmiş ve bu fikri' bağlı kalmış

şahsiye, ilrrı-i iktisat ve sosyologya gibi...

olsalar da. Kemalist entelektüeller, inkılâ­

Bunlara Aristo! an'anesitıden gelen mantı­

bın "b ayat ve re alite" karşısında kendi

ki ve Kaııt'ta eıı metafizik ifadesini bulan

yolum , çizdiğine inanm ışlardır.8 Avrupa

felsefeyi de ilave edebilirsiniz... Her biri

devletlerinin buhran yüzünden düştükleri

çöktüğü halıer verilen ve gözle görülün

durum bu zihniyetin güçlenm esinde eıı

elle dokunulan eski dünyanın içtim ai, ik­

önem li etkenlerden biri olmuştur.

tisadi ve harsı şeraitinden doğmuş bütün

Buhran, inkılâbın orijinalliğine yapılan

bu m tidcvvenai tıpkı kurıınuvustanın sko­

vu rg u yla beraber, A vrupa d e vle tle rin e

lastik ilim leri ve şarkın fıkıbı gibi artık bii-

karşı "biz ve onlar" (ya da "bize karşı on­

tiin can lılığ ın ı kaybetm iştir. M ektepleri­

lar"; kurgusunun kök salmasına da katkı

mizde hâlâ Bonfis'in eserlerinden memle­

da bulunmuştur. Kurtuluş Savaşı'rian son

ketler arasındaki ıııünasebatın şeklini öğ­

ra kısa zam anda um ıtulm ava bırakılan

renmek veya Charles C ide'den iktisadi c i­

Batı karşıtı retorik. Büyük Bu h ran la be­

han strukturıına dair ahkam çıkarır tağa

likle yeniden hatırlanmış ve dönemin ros

çalışan hocaların vaziyetini ufak bir mü­

mî m etinlerine kadar sirayet etmiştir. D a ­

balağa ile eski müneccim!»aşıların yıldız

ha m uhafazakâr/kültürcü/ahlâkçı tonlar:

(ardan siyasî hadiselere dair istidlallerde

da olm asına rağm en bu kurgu, buhran

bulunanlarına benzetebiliriz. îCirk en te­

şartlarında basitleştirilm iş bir "sömüren-

lektüelleri giiç bela kurtuldukları bir sko­

söm üriilen m illetler'' söylem i şeklinde te­

lastikten ikinci skolastiğe düşmemek için

zahür etmiştir. Buna göre buhran sömü­

sabık Avrupa irfanı işportasında yığılı du­

ren ve sömürülen m illetler arasındaki çe­

rum bu hantal ve battal eşyaya ! uzatma-

lişkiyi açığa çıkarm ış ve bu çelişk in in

malıdırlar. I skileri, eskiler alanlara bıraka­

üzerine inşa edildiği mevcut iktisadi/siya-

lım " (Y.(akup) K.fadri), 19 Î2 : 44 4 >».

sî düzeni tasfiye etmeye başlamıştır.9 I tat­

Bu anlam da buhranın siyasi düşünce

ta sömüren ve sömürülen m illetler arasın­

ortam ına etkisi Kem alizırıin orjinaJliğine

daki m ücadele buhranın temel sebeple­

yapılan vurgunun derinleşm esi ve ente­

rinden biridir. Bir zam anların sömüren

lektüel ve siyasî elitler arasında giderek

m illetleri bir zamanlar kendilerini zengin

yaygınlaşm ası olm uştur. Bu dönem den

eden bu istism arı-: düzenin şimdi çere

sonra lü rk inkılâbının, çökmekte olan biı

m eşini çekm ektedirler.10 H er kalıba ko

m edeniyetten ve bu çöküşe çare olarak

lavca döküllebilcn bıı sömüren-söıııürü-

ortaya atılan yeni ideolojilerden rarklı ve

ten m illetler retoriği, Recep Peker'de ga­

daha ileri bir noktada olduğu iddiası da­

liz bir işçi düşmanlığı ile birleşobilmişth:

ha kuvvetli bir şekilde dile getirilm eye

"Sanayi m emleketlerinde işçi sınırı ıledi

T

l"j K

K

I Y

E '

[3 L

K

A

I

K

; N

M

A

gımiz şımarık, ne istediğini bilm ez bir un­

P

L A

N

I

A

M

A

S I

E F S A

ı\

b ir diğeri, ekonom ik çöküntü ile libe-

sur olarak yaşayan tabaka, o zaman Türk

ral/parlam enter dem okrasilerin "iktidar-

köylüsünün tahayyül bile edem ediği bir

sızhğrnı" ilişkİlendiren zihniyetin güçlen­

refah içinde idi. Şim di Avrupa'da Am eri­

mesidir. Yaygın olarak paylaşılan bu ka­

ka'da bütün sanayi m em leketlerinde aç­

naate göre kapitalizm in yol açtığı buhran

lık selleri halinde sokakları dolduran m il­

ve buhranın yarattığı sosyal tahribatla ba-

yonlar, O sm anlı im paratorluğum dan ve

şetmedeki başarısızlık, demokratik rejim­

ona benzer memleketlerden yok pahası­

lerin de acizliğini ortaya çıkarm ıştır.11 Li­

na aldıkları hammaddeyi m akina ile işle­

beral iktisat ve siyaset anlayışını savunan

dikten sonra kat kat pahalı olarak yine o

Serbest Ftrka'mn geniş halk kitleleri nez­

uluslara satan yurdların işçileri id i" [Pe­

ri inde gördüğü ilgi yüzünden şiddetli bir

ke r, 1936: 56).

m eşruiyet krizine düşen Kem alist elitler,

Resmi söyleme göre Türkiye ise buhra­

liberalizm ife Büyük Buhran'ı doğrudan

nın sonrasında yaşam aya başladığı sana­

ilişkİlendiren retoriğe dört elle sarılm ışlar­

yile şm e d e n e yim i ile b ir ham m adde

dır. Bu çabanın altında yatan biraz da iç

memleketi olduğu günleri geride bırakıp

siyasette politik olarak mağlup edemedik­

ihtiyaçlarını kendi im al eden bir sanayi

leri liberal alternatifi, dünya çapında ya­

m em leketi haline gelm eye başlam ıştır.

şan an lara referansla id e o lo jik o larak

Ancak inkılâbın başardıkları bununla sı­

mağlup etme hevesi, liberal alternatifin

nırlı değildir; Türkiye bir yandan kalkınır­

zaten Türkiye şartlarına uygun olm adığını

ken diğer yandan sınıf çatışm alarına yol

ispat etme arzusudur.

açm am ası bakım ından da benzersizdir:

Kem alist siyasî ve entelektüel elitler,

"N e tezadın, ne reaksiyonun, ne m illet

buhrana iktisadi liberalizm in sorumsuzlu­

bünyesinde bir inhilalin ifadesi olm ayan,

ğunun sebep olduğu konusunda hem fi­

siyaseten müstakil ve iktisaden cüzütam,

kirdirler. Liberalizm hiçbir şekilde dizgin-

tezatsız ve reaks iyönsüz bir yeni m illet ti­

lenemeyen kâr hırsı, başıboşluğu, sorum­

pinde tam manasını alacak olan yeni bir

suzluğu ve sosyal duyarsızlığı sebebiyle

nizamı alem, ilk defe Türk M illî Kurtuluş

dünyanın içine düştüğü felaketlerin mü­

hareketinde kem âlini bulacaktır" (Şevket

sebbibidir.11 Üretim ile tüketim arasında­

Süreyya, 1932: 12). Bu yüzden Türk inkı­

ki dengeyi bozan ve bunu modem iktisa­

lâbı hem Batı'daki istismarcı iktisadın iş­

di sistemin değişmez bir niteliği haline

leyişin e "ço m ak sokm ası" bakım ından

getiren, liberal esaslar üzerine inşa edil­

hem de ulusal boyutta ahenkli bir kalkın­

miş mevcut kapitalist sistemdir. Bu sistem

ma hamlesinin yapılabilir olduğunu gös­

bünyesinde doğal olarak anarşi, uyum ­

termesi bakım ından bütün dünyada ör­

suzluk ve çatışm ayı barındırır. 1931 y ılı­

nek teşkil etmektedir. 1929 krizi sonrasın­

nın Temmuz ayında İktisat Vekaleti bütçe

da Türkiye iktisaden ve siyaseten içe ka­

görüşmeleri esnasında İktisat Vekili Mus­

panırken, Kem alist inkılâbın anlam ının

tafa Şeref Bey durumu şöyle izah eder:

evrenselleşm esine ya p ıla n bu ku vvetli

"D ünyada buhran fazla i istihsal, 'su kon-

vurgu siyasî düşünce açısından dikkate

süm asyon' denen istihlâk azlığı iie teza­

değer bir gelişmedir.

hür ediyor. Fakat asıl buhranın menşe ve sebebi bu değildir. Buhranın menşei, mu­

EKONOM İK BUHRAN ÜZERİNDEN LİBERAL/DEMOKRATİK DÜZENİN _____________ELEŞTİRİSİ ____________

asır iktisadiyatın bünyesindeki, uzviyetin­ deki kusur ve noksandır... Filhakika, men­ şe ve sebep muasır iktisadiyatın uzviye­ tin d e k i bu anarşik esastan ç ık m ış tır"

Siyasi düşünce açısından 1929 krizinin

CTBMM Zabıt

ortaya çıkardığı en çarpıcı gelişmelerden

189-190).13

Ceridesi,

akt. Kuruç, 1968:

339

D

340

Ö

N

E

M

R

V

Z

H

N

Liberalizm i buhranın yegane sorumlu ­

çekiriüir. ismet İnönü O t l'n in "m utedil

su olarak tasvir eden Kemalist elitler bir

d e v le tç i" olduğunu ilan etliğ i Ağustos

yandan da liberal dem okratik rejim lerin

1930 tarihli meşhur Sivas Konuşmasında

buhranla başotmedeki başarısızlığının al­

liberalizm in, Türk m illetinin doğal bün­

tın ı çizerler. Buna göre, buhran bütün

yesine uygun olm adığını beyan eıier: "I i-

d ü n ya yı kasıp kavu ru rken , dem okra-

beraii/m nazariyatı biiiiin bu memleketin

tik/parlamenter rejim lerde siyasî partiler

güç anlaşacağı Itır şeydir. Biz iktisadiyatta

kendi aralarındaki kısıı çekişm eleri hâlâ

hakikaten mutedil devletçiyiz. Bizi bu is­

sürdürmekte, sınıf kavgaları sürmekte ve

tikamete şevketten, bu m em leketin ihti­

do layısıyla halkların sefaleti daim i hale

v a n ve tnı m illetin fikri tem ayülüdür.

gelmekledirler. Parlam entolardaki bu "ka­

Mem leketin ihtiyaçları iç ir herkes ve heı

yıkçı kavgaları" yüzünden, hükümetler iş

ver hâzineden çare atar. Elektriği olm a­

yapam az hale gelmiştir, t iberal rejim lerin

yan şehir, lim anı fena olan yer, iş bulam a­

basiretsizliği argümanı bu durumun bal

yan adam hükümeti muhatap tutar. M ute­

çaresini de işaret eder; hiçbir yere varm a­

dil devletçi olarak iıaikın tem ayülatına ve

yan münakaşaları bir tarafa bırakıp m ille!

n ıelalib ın e yetişem iyoruz diye kusurlu­

için en doğruyu, en iy iyi bilen şeî/par-

yuz. D evletçilikten büsbütün vazgeçip,

ti/ideoioji etrafında toplanm ak; "B u g iir

her nimeti, serm ayedarların faaliyetlerin­

demokrasi niye istenilen şey hükümetin

den beklemeğe sevkelıııek bu memleke­

elini kolunu bağlamak ve hükümet kad­

tin anlayacağı bir şey m id irî" .akt. Kur uç,

rosu dışındaki bütün vatandaş ve nıüesso-

1988: 101). Bu söylem i sahiplenm iş gö­

selere hiçbir kayıt koym am ak dem ektir,

züken M uştala Kem al de O cak 193 i'd e

t akat bu türlü hürriyet de bir başka alaf­

Cum huriyet H alk Fırkası’nm İzmir Vikıvet

ranga kelim enin, anarşinin tercümesidir.

Kongrosi'ndo yaptığı konuşmada ayıtı mi

... Ba/eıı bir memlekette bir işten anlayan

vaide şeyler söyler: “ i lalkım ız tab'an tdo

bit tek adam varsa, onun hükmü on beş

ğuştani devletçidir, ki her türlü ih tiyacı

m ilyonun hükmüne bedel olur: Bunun is­

devletten talep etmek için kendisinde biı

mine salahiyet denir. ... D ünyayı salahi­

hak görüyor. Bu itibarla m illetim izin te-

yetlerin idare etm ekle olduğunu irilm ek

bayii tyaratılışı) ile fırkam ızın programın­

lazım dır" (ta lih Kırkı, 1931b). Falilı K ıt-

da fanıam ıle bir mutabakat vardır" .akt.

kı'ya göre faşizmin İtalya'da başardığı en

Kurııç, 1988: 132).

mühim iş butlun "Rom a'nın yeni mahal

Liberalizm in buhranın yarattığı tah ri­

itelerinde ülreralizm ve demokrasiye avkı

battan doğrudan sorumlu tutulduğu böyle

rı birçok şeyler görsem de 1921 anarşi­

bir ortamda rejim in resmî retoriğinin libe­

sinden, fakirliğinden, gevezeliğinden, İra

ralizm ve demokrasi arasındaki bağı ko­

şıboşluğıından h iç b ir eser görm edim "

parmaya yönelik yeni bir strateji takip et­

(ra lili Rıfkı, 19.12: 108-109). I skiden sıt­

tiğini do gözlem lem ek mümkündür. Ke­

ması ve bataklıkları ile andan O sliya ka­

malist anaakım entelektüellere göre dü­

sabasında ise faşist idarenin yerleşmesin­

zensizliğin ve başıboşluğun tecessıim e t­

den sonra, "artık liberal ve dem okratik

miş hali olan liberalizm iie demokrasinin

idarenin sivrisineği" vızlam aınaktadır ğa-

bağdaşm ası mümkün değildir. Rejim in

lih Rıfkı, 1932:107).14

yarı resmî gazetesi

Kemalist elitler bir yandan liberalizm in

I lâkimiyet-i Milliyetde.

yazan Haşan C em il’e g ö re :"... Burada di

anarşik doğasının altını çizerken, öte ya n ­

beralizm de) fert her nevi cam ia bağların­

dan da onun Türk m illetin in tab iatıyla

dan, aile ve taallukâttın, etkâr-1 umumive-

uyuşmayan bir ideoloji olduğu retoriğini

nin ve devletin vesayetinden kendini kur­

geliştirm işlerdir. Bu noktada devletin en

tarmaya bakar, yainız nefsini, şahsi men

yukarısından gelen hamle, oldukça dikkat

faal ve saadetini

düşünür... Demokraside

T Ü R K l Y t ' D E

K A L K I N M A

P L A N L A M A S I

t L S A N C S l

.341

Yasanım işsizlik g elecek düşüncesinin yerini umutsuzluğa terketm esi. geneI m an ada sistem e duyulan güvensizlik, buhran sonrası donem in siyaset iklim ini d e belirleyecekti. CHP r e DP arasın d aki gerilim bu dön em den d e etkilenmiştir.

fertler, liberalizm de okluğu gibi devlete’

si'rd e uygulanam az görülmüştür. Buhran

ı: ■Yem .-VMnı'da şovle vazaft "Bühtan vamııs. Siyasette, ik!is,vT ı. ahlâkta. tiy.lhoua buhran Bunuıııı :>ccrmek i: in tedbir ,azımmış Şu vova b.ı tedbir. Buh'-sr a/ahvormuş, bt hıuıı çoğa I sormuş. Bu tıulıra ı merak ıl.ıonın lakın (ligi ilil . Kata ömerliojşlu bu söyleme başvurmanın arkas nd.ı Osrlcinlı'daıı mütevellit bir tıOlunme korkusunun vatlığını öne 'üre- ıK.ıraömer liofiiu, 2007: 2/Pıi. Aşağıda cöıuleı eği gibi İter, bu tezi gö/atdı etmemeklp birlikte, daha ziyade sınıfsal korkuların rejini bu yönde şekillendirdiğini dilşıaıüyoıum.

.W ili. k.iyen i Yakup Kahdum hokar.ı ad'ı Ke malisi tıin|;vasnd.t da lak ;> '’ıielejiıiz 'Ci-khetle V iler birer t.'eylf memuru iti. ye vtırcdertnde b 'k’v'e! ıııem:mnur bay •ayeini. yakar:'!, mesuliyetni taşıyordu. Haşlaucda patron - I-lopta l'eı /arıı.1 ". ger çefiin Z'dıii o lııık /oıu.ıda iid>:ldh anı ak yine rie Yakan Kadrı'e'm buıada le.ıl'u yie kurgu arasındaki mosatevt vaıeakulı^ım etaşt,ilmek çok da y.ınıiıır olmasa ucck 29 .Mustafa Kemal'in "M 'İtele fieyar'iam e'sı içerd iğ i tem el p rensipler d.b a-ivle t ‘l if ''i:rş :* n ı programını si'killerriirpıı iı mel metindir. N tekin t " Ko"n>rr'.i bu prensibi paıti programına almıştır: 'Iıir k 1 ye Cumhuriyeti balkım ayrı a\r. sınıflar dan mürekkep deg:l ve fakat terdi ve içti­ mai hav, • için ış bülur-ni itibariyle muhle lif mesai erbab u.ı ayrılmış o ' 0'lı yıllarda, daha çok "anayasalcı"

devletinin" korunması ve Türk birliğinin

bir vasfa bürünen sol hareket, şiddet ko­

sağlanması ancak şiddet ile mümkün ola­

nusunda bir düşünce üretmeyi mümkün

Esir hakleri Kurt,irme Ordusu, liirkçii intikam Ordusu gibi ad­

di. T920'li yıllardan beri sol, şiddete değil

lar takınan radikal sağ komandoların va

de rl opali veto alışmış bulunmaktaydı ve

da ülkücülerin otosu şiddeti neredeyse sı

Hikmet K:\ ilcim lT nn 1‘HO'lu yıllardaki

bilir. 1970'lerde

kılabilecek biı gelenekten gelmemektey­

v asî programla özdeşleştirmektedir.154Şid

Yol dizisinde

det siyasetle eşanlamlı hale gelmekte, si­

yayınlamasını özellikle engellediği) iikir-

yaset. ancak aksîyolojik düzeyde icra

ieri dışında, şiddetin tahlili konusunda

edildiği ve kutsal bir muhteva kazandığı

entelektüel bir miras sahibi değildi. Yakın

öiçiide anlamlı bir sentaks haline gelebil

tarihte bazı haksızlıkların yapılmış olabi­

mektedir.

geliştirdiği ive daha sonra

leceğini kabul etse do, irm eni soykırımı

I üOO-2000'ii yıllarda Sovyet lor Birli-

ya da zorla özdeşleşen Türkleştirme kam­

fti’nin yıkılma?; luran imparatorluğu'nuı-

panyalarını sorgulayamıyor, 19 )0 ve son­

kurulmasının imkânsızlığını gösterecek,

rasındaki Kürt hareketlerinin ya da "ir!i-

ama "lümpen altkültiirü" ve |xıp-m;lliyet-

ca'Tıın bastırılmasını ise, gericiliğe ve "ie-

çilik temelinde yeşeren, "şehit conazele-

odnlİ7m"e karşı kullanılan devrimci bir

ıi" ve "m illî -edeks" söylemiyle lxrslenen

icraat olarak takdir ediyordu.

Geçmişe daha çok bir kurtuluş savaşı

türecek olan şiddet politikasını temel alan

persektif inden yaklaşan bu akım, kendi

silahlı mücadeleye" davet eden59 T H K O

misyonunu K.ema [izimin zinde kuvvetlere

bile, zinde kuvvetlere karşı kızgınlıkla ka­

verdiği sorumluluk ve icazet çerçevesin­

rışık bir sempati beslemekteydi:

de algılamaktaydı.

Solu

Yön,. Devrim

ve

Türk

gibi dergiler ise, aynı zamanda Na-

strcılıktan ve Baasçılıktan etkilenmektey­ diler Bu neo-Kemalist yaklaşımda, Türki­ ye k o şullarında a lg ıla n a b ile n şiddet, "devrimci subaylardın ve "zinde kuvvet­ le rin iktidarı ele geçirmesi tahayyülün­ den Öteye gitmemekteydi. Neo-Kemalist solun "devrim ’' programı, hem Kemaliz-

378

mi, hem de akim kalmış bir tecrübe ola­ rak addedilen 27 M ayıs'ı tamamlamayı öngörüyordu, 1962-1963'te, daha sonra da "d a rb e yi d e vrim e " dönüştürm ek56 amacını güdecek olan Doğan Avcıoğiu, V'ön’de şunları yazmaktaydı:

Türkiye orduya dayanarak ve ordunun desteğiyle gericiliği ve geriliği yenmesi­ ni bilecektir. Toplumun zinde kuvvetleri yeni bir ilerleme devriminin öncülüğünü yapa­ cak olan liderin işaretini sabırsızlıkla beklemektedir.57

Kemal hareketinden sonra {...) kurtuluş vadeden, mutluluk vadeden yeni bir dönem f..J 27 Mayıs Hareket/; Türk ulusunun, Türk halkının ve Türk

Al usta fa

ordusunun yurtseveri iğin i, temizliğini

kanıtlayan bir hareket/ Bilinen kurallar dışında, ihtilali hatırlatan bir "İhtilal". Gençlerimiz bayram yaptı, yaşlıları­ mız sevinçten gözyaşı döktü. Bir ihanet şebekesi bir gece içinde toplanıvermişti. Sonra bekledik. Hiç değilse devletin 'İhanet şebekesi” ağlarından arındırıl­ masını, girişilen hareketin kendi amaç­ ları doğrultusunda, yeni bir devlet ku­ ruşunu, yönetmesini bekledik. Sonra anlaşıldı ki, romantik özlem­ lerden, tertemiz bir yurt sevgisinden başka bir şey yokmuş yüreklerinde. Bu nedenle, "ulusal varlığımızı yok et­ mek isteyen emperyalizm ve yerli ortak­ larına karşı m illici ve devrimci sınıfların takip etmeleri gereken M illî Demokratik

1 9 6 0'ların sonunda bestelenen bir

Devrim Stratejisi"ni benimseyen TH KO ,

marş, solun beklentilerinin artık ordu-

"M illî Kurtuluş Savaşını 1...) ve onun ba­

gençlik birliği ile sınırlı kalmadığım, şid­

şındaki Mustafa Kemal'i yok edici, orta­

detin, giderek, "halkın şiddeti" olarak al­

dan kaldırıcı bir düzen kuran Karşı-Dev-

gılandığını göstermektedir. Marş, aynı za­

rimci gerici ittifaka karşı yapılmış olan 27

manda, artan radikalizme rağmen, solun

M ayis ihtilalinin ve 1961 Anayasası'nın

bazen antiemperyalizmle özdeşleştirilen

bir devamı ve tamamiayacısı" rolünü üst­

"gavur" düşmanlığına varan neo-Kemalist

lenmekteydi.SD

yaklaşımdan uzaklaşmadığını da göster­ mekteydi:

dahi/Bağımsız olacak Türkün (ilkesi/lşçi genç­ lik elele/Bu meydanda gencimiz var/Er olan savaşa gelsin/Gavurlara hıncımız var/Sancak tutan başa gehin/Gençlik ordu elele/Bağımsız Türkiye/Bağımsız Türkiye,58 Tank farıyla, toplarıyla gelseler

Bu dönemde solun, iktidarın ve radikal sağın zoruna ve şiddetine karşı, hem bir tarihsellik, hem de bir evrensellik arayışı içinde olduğu unutulmamalıdır. îlk baş­ larda, bu arayışın K em alizm le tatmin e d ild iğ i k o nusu nda bir kuşku yo k . 1960’ların ikinci yarısında sol, Vietnam Savaşı, anti-sömürgeci savaşlar ve Foco tecrübesinden yola çıkarak, Kemalizm!, millî bağımsızlıkçı ve sosyal adaletçi ola­

1970'te, devrim cileri, artık "barışçı

rak yeniden tanımlamakta, Kemalizmin

şartlar içinde m ücadele" umudunu terk

geçmişte kullandığı şiddeti ve zoru "dev-

etmeye ve "halk kitlelerini kurtuluşa gö­

rimel Ieşti rmekte"y d i 61

R

E

F

A

Aynı dönemdeki "devrimci şiddel"i "la

Ş

İ

S

T

D

O

J

deki halk hareketlerine ve isyan gelenek

rihsel bir görev" ve "ahlâki bir somnılu-

lerine (Şeyh Bedreddini ya da dünya sol

luk" adına başlı başına i>ir kategori olarak

hareketlerinin romantizmine ("O ıe ", "H o

görer. Avrupa sol hareketleriyle karşılaştı­

Am ca"...) bırakacaktı. Sol savaş literatü­

rıldığında,67 Türkiye'deki sol hareketin

rünün (M ao, Giap, Troçki...), Türkçe'ye

şiddeti her şeyden önce "emperyalizme

çevrilmesi, solun lıeııı evrensel bir "kur­

karşı bir savaş" ya da bir "bağımsızlık sa­

tuluş ufku"na„ hem de "bilimsel" olarak

v a ş ı" olarak alg ılad ığ ını görm ekteyiz.

"doğrulanmış" bir savaş teorisine sahip

1 % 0 'ların sonunda bestelenen Dev-Genç

olmasını mümkün kılacaktı.

marşı buna açık ça göstermekle: "H e y

196 0'larır sonunda Aydınlık çevresi

Dev-Gençli. Hey Dev-Gençli, Savaş vakti

içinde bölünmelere yol açan ve Asya'daki

yaklaştı, Al silahını eline (ya da al silahı

gerilla direnişleri ve Hindistan'daki Çarı.

vur beline), Emperyalizme Karşı". Asya ve

Mazumdar hareketi ile veni bit ivme Ka

katin Amerika örnekleri ve Deniz Gez-

/anan "halk savaşı" teorisinin ve Carlos

ır.iş'in l % 9 'd a {-iliştin kamplarında eğitim

M arighdla'nin "el kitabı"66 ile yaygınla­

görmesinin de gösterdiği gibi,33 filistin di­

şan "şehir gerillası" modelinin "antiem

renişi, bu anliem peryahst tahayyülün

porvalis! savaşın" birbirini tamamlayan iki

oluşmasında büyük bir rol oynamaktaydı.

adı olduğunu söyleyebiliri/. Bu modeller den birincisi, "kızıl siyasî iktidar öğreti

SOLUM ŞİDDtlt KAYIŞI

s "6/ olarak özellikle İbrahim Kavpakkaya tarafından lürkiye'ye şartlarına "uygulan­

12 Mart arifesinde sol gençliğin özerkleş

dı". İkincisi ise en önemli ifadesini Mahir

meşinde ve şiddete kaymasında "zinde

Ç ıyan'ırı "suni denge" ve "devrimci şid­

kuvvetler "in " Ması rcılaşam,iması "nın ya­

det" teorilerinde buldu. Ç ıyan , yetersiz­

rattığı hayal kırıklığı önem i bir rol oyna­

liklerini sert bir şekilde eleştirse