Türk edebiyatında hikâye ve roman  cilt 3 cumhuriyet dönemi 1923 - 1959 [PDF]

  • 0 0 0
  • Gefällt Ihnen dieses papier und der download? Sie können Ihre eigene PDF-Datei in wenigen Minuten kostenlos online veröffentlichen! Anmelden
Datei wird geladen, bitte warten...
Zitiervorschau

�.

; ;·

�· i ***

CE.VD KUDREf IDRK. EDEBIYATlNDA HiKAYE VEROMAN f

inkıliip Kitabevi

CEVDET KUDRET

TÜRK EDEBiYATıNDA HiKAYE ve ROMAN III

Cumhuriyet Dönemi (1923 - 1959)

' iNKILAP KITABEVi

YAYlN SANAYI VE TICARET A.Ş Ankara Ciid 95 34410 ISTANBUL

YAZARlN ESERLERİ ŞİİR Yedi Mqale (Altı a rkadaşıyla birlikte, 1928. T\ıkendi) Birinci Perde (1929. T\ıkendi)

ÖYKÜ Sokak (1974.

TU kendi) ROMAN

Süleyman'ın Dünyası:

1. Sınıf Arkaıl.a.şlan (1943,1976. T\ıkendi) Il. Havada Bulut Yok (1958, 1976. T\ıkendi) lll. Kanncayı Tanırsınu (1976. TUkendi) DENEME

Dilleri Var Bizim Dile Benzemez (1966, 1986) Bir Balııma (1977. T\ıkendi) Benim OJtlum Bina Okur (1983) Kalemin Ucu (Basılacak)

İNCELEME VE DERLEME Türk Edebiyalı Hikaye ve Roman Antolojisi (1964.

TU kendi)

Türk EdebiyatındaHikaye ve Roman (3cilt, c. 11 - 1, 19651967; 6. bas. 1987; c. KarıJNÖz

(3cilt, 1968-1970. T\ıkendi)

Ortaoyunu (2cilt, 1973-1976. T\ıkendi)

Orneklerle EdebiyaJ Bilgileri (2cilt, 1980) EdebiyaJ Kapısı (İncelemeler. Basılaca k)

Halk Şiirinde Oç Büyükler:

1. Yunus Emre (1958, 3. bas. 1986)

2. Pir Sultan Abdal (1965, 2. bas. 1986)

3. KaracaoJtlan (1965, 2. bas. 1985)

Divan Şiirinde Oç Büyükler:

1. Fuzuli (1962, 7. bas. 1985)

2. Balıi (1963, 4. bas. 1985)

3. Nedim (1962, 7. bas. 1986) Ahmet Mithat ( 1962. TUkendi) Ahmet Rasim (1953, 1965. TU kendi)

Hüseyin Rahmi (1953, 1964. T\ıkendi) Hüseyin Cahil Yalçın (1967, 1969. Ziya Gökalp ( 1962. TU kendi)

TUkendi)

Eıref: Hicviyle (1963, 4. bas. 1977) Şinasi: Şair EDlenmesi (1959. T\ıkendi) Teoclor Kasap: /gkilli Memo

( 1966. T\ıkendi)

Ferıiizci-zıide Mehmet Şair: EDhıimt (1974)

Nazım Hikmet· Kuooyi Milliye (1968, Abdülhamit DeıJrinde Sansür (1977.

3. bas. 1986) TUkendi)

lll,1990)

90-34-y -005 ı -0 ı 05

Dizgi: Yazıevi

-

512 60 43

Bsskt:

N K A O F S E T A. Ş. Catalo!lu, Cemal Nadir Sok. No. 24 1STANBU L 1990

A

-

İ Çİ NDEKİ LE R

Yedinci Bölüm

CUMHURİYETDÖNEMİ

9 19

CUMB�DÖNEMI

Birinci Dönem (1923-1938)

SADRİ ERTEM . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . HikAyeler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ı . B acayı !ndir B acayı Kaldır 2 . Iki Sıtmalı Romanlar. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 . Çık nkl ar Durun ca

19 21 24 27 30 30

BEKiR SITKI KUNT HikAyeler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ı . B abamın lntik amı 2 . Mühür 3 . Yataklı Vagon Yo lcu su . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .

35

.

SABAHATTİN ALİ .

......................................... HikAyeler l . Kanal 2 . Kfllnı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 . KafaKdadı 4 . Bahtiyar Köpek . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . •

. .

.

36 39 4ı 45 50 52 59 63 66

69

5

Romanlar.. . . ..... . . . ... .... . . . . . . ..... .... . .. . . . . . . .. . . . . . . .. . 5. Ku yucak lı Yusuf

SAİT FAİK . . . .... . . . .. . . . . . ... .. . . ... . . . . . . . . . . . . .. . . . .. . . . . . . . . . . HikAyeler .. ....... .... ........ . ...... ....... . . . .. . . . . . . . . . . . . . . 1.E ftaliku s'un Kahvesi 2. Projek törcü 3. Kına lıada' da Bir Eu . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ... ..... . . . . . ... 4. Siuriada Geceler i 5. E nneni Balıkçı i le TopalMartı 6. Harit ada Bir Nokta 7. Sina8rit Baba 8. Hişt, Hişt Romanlar. .. . . . . . . . .. . . .... . .. . . ...... . ... . .. . . . ... .. .. .... . . . . 9. Me darı Maişet Moto ru SAMET AC.AOC.LU HikAyeler ı. Stam arof 2. Ö Aretmen Ga fur

73 73 89 9ı 97 ıoı ıo4 106 ııo ıı2 116 1 18 ı2ı ı2ı ı29 ı3ı ı34 ı38

ZİYA OSMAN SABA .. ... . . .... ... . . .. ........... . . .. . . . . .. . ... .. . . . ı45 HikAyeler ... . . . . . . ... . . . . . . .. . ... . . .. ..... . .. . . .. . . .. .. ........ ı46 Mesut !nsan lar Foto tra{hmıesi ı47 KEMAL TAHiR

Romanlar. . . ... . .. . . . . .... .... ı. Köyün Ka mbu ru . . .. . .. . . . 2. E sir Şehrin In san la n . . . . . . 3 . Deu letAna ... .. . . . . .. . . . .

..... . . . . . . . .. ....... .. . . . . .

. . . . . . .. . . . . ... . . . . . . .. . . . . . . .. .

. . . .

. . . .

.. .. .. ..

... .. . .. . . .... . . .. . ...... ... . . .. . ..... . . . . . . . . . . . .... . . .

İLHAN TARUS HikAyeler ı. Radyo 2. Şerefli Si ci l KEMAL BiLBAŞAR

HikAyeler ı. Ke Zi mam'ın Fe sleri . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . .. 2. Ço luk Çocuk Sahibi 3. Kaymalılı Tauu kgö Asü Romanlar. . . . .. . . . ... ... . ...... ... . . .. ... .. ... .. . . . .. ........ .. 4. Cemo

6

ıs2 ı54 ı6ı ı68 ı75 ı86 ı88 ı89 ı93 ı98 200 20ı 207 2ı4 220 220

İkinci Dönem (1939-1969) ..........................................

231

SAMİM KOCAGÖZ . . . .. . . . . . . .. . . . .. . . . .. ... .... ... ......... . ... .. .

231 233 235 24ı 243 253 263

HikAyeler ı. Yarıntı ....... ... .. .... ... . . . ... .... ..... . ..:. . .. .. .. . . . .. 2. Kurufasu lye 3. SaınAmca . . . . . . . .. . . .. .... .. . . . . . . .. . .. . . . . . . . . .. . . . . . . . . Romanlar . ... . . ... . . ............................ , . . . . . . . . . . . . . . 4. Yılan Hika ye si

.......................... . . ... .. ... . . . . . . . . . . . . . . . .

267 270 272 277 284 289 290 294 299

Hikayeler 1. Kazan Töreni 2.Da ında De li Var 3. Ben Ka nşmam Romanlar . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . .. . . .. . . . .... .... . .. .. .. .... .. ... 4. Sa çk ıran 5 . Sunuüne

309 313 3ı6 320 324 327 327 339

ORHAN KEMAL.

.

HikAyeler ı. Revir Meydancısı Yusuf 2. Uyku 3. Kaınyon da. . .. . . . . . . . . . . . .. ... .. Romanlar. . . . . .. ... . . . . . . . . .. . . . .. . .. 4. B aba Evi 5. Murtaza . . . .. . . . . . . . . . .. . . . . .. . . 6. Bereket li Topraklar Ozerinde . . . �. . .

. . .. .. . ... . . . . . .. . . . . . . ... . . ... ... . . . . . . . . . . . . .. . . . .

AZiz NESİN

HALDUN TANER HikAyeler ı. Bir Motor da Dört Kişi 2. Ba yanlar 00 3 . lki Komşu

OKTAY AKBAL HikAyeler 1. Ahşap Ev . . .... . . . . . . ... .. . ... .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 2. Bu lvardaki Durak

354 356 359 362 367 37 1 373 373 376

NEZİHE MERİÇ . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . ... ... . . . . ..... . . . .... 38ı 382 HikAyeler 384 1. Madem ki Ha ya lKurmak B edav adır

7

388 392 396

2 . Su suzN 3 . S usuz IX 4. Tan'ın ()yk iisü

YAŞAR KEMAL Romatılar .. .. . . . ı. Ince Me med 2 . Ortadirek . . 3 . Ö lmez Otu .

.... ... . .... . ...

.. .. .. ..

. . . .

FAKİR BAYKURT

. . . .

.. .. .. ..

. . . .

. . . .

. . . .

.. .. .. ..

. . . .

. . . .

...... ...... ...... . . . . ..

. . . .

. . . .

. . . .

. . . .

. . . .

. . . .

. . . .

. . . .

. . . .

. . . .

. . . .

. . . .

... . .. ... .. .

. . . .

. .. . . . . . ........ . ... . . . . ... .....

403 405 4ı2 433 446 45ı

Romanlar .. . ... . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . ... . . . . .. . .. .... . . ... . .. .. 464 457 ı. Yı lan iann 6 cü 2 . Kap lu mbalalar . . ... . .. . .... . .. . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 464

HikAyeler 3 . Kuzören Madenieri 4. Kavak lı'nın Eşek leri SONSÖZ

8

476 477 480 485

YEDiNCİ BÖLÜM

CUMHURİYET DÖNEMİ

CUMHURİYET DÖNEMİ

Kurtuluş Savaşı'ndan sonra, "Misak-ı milli" (ulusal andlaşma) sınırlan içinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti (29.10.1923)'nin ilk döneminde, "�­ daş uygarlık düzeyine ulaşmak" için, toplumsal yapı ile ilgili kimi alanlarda birtakım yeniden düzenlemeler (reformlar), kimi alanlarda da birtakım dev­ rimler yapılmıştır. Bunlann başlıcalan şunlardır: Hilafet kaldırıldı, Osmanlı hanedanı (Osmanlı soyundan gelen kişiler) halife ile birlikte Türkiye vatandaşlı�ından çıkarılıp yurt dışına gönderildi; Şer'iye ve EvkafVekiletleri (bakanlıklan) kaldırıldı; bunlara b�lı olan med­ reseler kapatıldı, "Tevhid-ı tedrisat" (eki-tim birli�i) yasası çıkarılarak, bü­ tün ekitim kurumlan MaarifVekileti'ne (Milli E�tim Bakanlı�'na) b�lan­ dı; dinsel ekitim yerine müspet bilime ba�lı laik $tim yaygınlaştırıldı; şe­ ri'ye mahkemeleri (dinsel mahkemeler) de kaldırılarak yargı biri� �landı (1924); ertesi yıl tarikatlar kaldırıldı, tekkeler ve türbeler kapatıldı; dış görünü­ şün de �daş uygarlı�a uyması için şapka devrimi yapıldı; hicrl ve rumi tak­ vim yerine uluslararası miladi takvim, alaturka saat yerine uluslararası saat sistemi kabul edildi (1925); İsviçre Medeni Kanunu'ndan alınan Medeni Kanun, Borçlar Kanunu, İtalya Ceza Kanunu'ndan alınan Ceza Kanunu kabul edilerek, yasalar düzeni Batı ölçülerine uyduruldu (1926); dinle ilgili maddeler ve sözler Anayasa'dan çıkarılarak devlet laik.leştiril­ di; ilkin Latin rakamları, beş ay sonra da Latin alfabesi kabul edilerek harf devrimi yapıldı (1928); ortaö�tim okullanndan Arapça ve Farsça dersleri kaldırıldı (1929); okullardan din dersi kaldırıldı (din $timi aileye bırakıldı); uluslararası $lık ve uzunluk ölçüleri kabul edildi; Türk Tarih Kurumu kuruldu (1931); yetişkinleri $tmek, devrim ilkelerini yerleştirmek, ulusal kültürü aşıla­ mak amacıyla şehirlerde "Halkevleri", köylerde "Halkodalan" kuruldu; Türk dilini "yabancı diller boyundUJı$mdan kurtarmak" amacıyla "Türk

ll

Dili Tetkik Cemiyeti" ( 1936'da adı "Türk Dil Kurumu" oldu) kuruldu ( 12 Temmuz), iki buçuk ay sonra da Birinci Türk Dil Kurultayı toplandı (26 Ey­ lül) ; ezanın Türkçe okunması sağlandı ( 1932); kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanındı ( 1934); köylüyü �tmek, köy çocuklannı akutmak için E�tmen kurslan açıldı, askerlikte çavuş ve onbaşı olmuş yetenekli gençler bu kurslarda �tmen ola­ rak yetiştirildi ( 193 6); Cumhuriyet Halk Partisi'nin 6 ilkesi (altı ok) Anayasa'ya girdi (cumhuri­ yetçilik, milliyetçilik, halk.çılık, devletçilik, laiklik, inkılapçılık) ( 1937); 40 bin köye ö!Vetmen ve sağlık memuru yetiştirmek ve köylüyü �tmek amacıyla Köy Enstitüleri açıldı ( 1940). Başka ülkelerde yüzyıllarca süren toplumsal düzenlemeler (refonnlar, devrimler), Türkiye'de, Cumhuriyet'in kuruluşundan Atatürk'ün ölümüne kadar geçen 15 yıl içinde ( 1923-1938) gerçekleşti. Atatürk'ün devrimciliA"e yöneliş nedenini Falih Rıfkı Atay şöyle yorwnlar: Biz Batılı bir millet ve bir Batı devleti olmadıkça kurtulama­ Bizi Batılı bir millet olmaktan ve bir Batı devleti haline gel­ mekten alıkoyan gelenekler ve müesseseler (kurumlar) ortadan kalkmalıdır. Taassuba (b$az1Ita) karşı açıkça cephe alınmalı­ dır. Halk, kara kuvvetin pencesinden kurtanlmalıdır. Halkı biz yetiştirmeliyiz. Onu kara kuvvet yobazlannın eğitimine bırak­ mamalıyız. (Çankaya, 2. bas., 1980, s. 369) yız.

Cumhuriyet dönemi edebiyatını, tarihsel gidişe uyularak, "Atatürk döne­ mi" ( 1923-1938) ve "Atatürk'ün ölümünden sonraki dönem" ( 1939-... ) diye ikiye ayırabiliriz. Cumhuriyet'ten önceki dönemlerde yetişen edebiyat sanatçılan, genellik­ le, varlıklı ailelerin, seçkin kişilerin çocuklan idiler; bu durum, çoA"unun adın­ dan da anlaşılır: Recai-zade Mahmut Ekrem, Sami Paşa-zade Seza� Feraiz­ ci-zade Mehmet Şakir, Nabi-zade Nazım, Uşaki-zade Halit Ziya, Süleyman Paşa-zade Sami (Süleyman Nesip), Menemenli-zade Tahir, Müftü-oA"lu Ah­ met Hikmet, Köprülü-zade Mehmet Fuat, Tokadi-zade Şekip, Hamami-zade İhsan, Musahip-zade CelAl vb ... O dönemlerdeki sanatçılardan çoA"unun do­ A"uın yeri de İstanbul'du. O bakımdan, kendi yetiştikleri çevreleri ve o çevre insanlannın düşünce, duygu ve eylemlerini yine o çevre insanlannın diliyle ( İstanbul aA-zıyla) anlatmışlardır. Bunların çoA"u özel �tim görmüşlerdi .. Cumhuriyet döneminde kültür kurumlannın çoA"alışı (okul, basın, halk.evle12

ri, Köy Enstitüleri) ve okulların parasız oluşu, toplumun her katından insan­ ların yetişme ve sanata atılma olan$nı hazırlamış; böylece, sanat ve bilim varlıklı ailelerin tekelinden kurtulmuştur. Çeşitli toplum katlarmdan ve çev­ relerden (köy, kasaba vb.) gelen sanatçılar, yakından tanıdıklan çevreleri (köy, kasaba, kenar mahalle, gecekondu vb.) ve o çevrelerin insanlarını an­ latm�a başlamışlardır. Böylece, Atatürk döneminin halkçı, ulusçu, devrimci $tim� halka dönük toplumsal bir edebiyatın do�asını hazırlamıştır. Edebiyatın halka dönük oluşu edebiyat dilini de etkilemiş, İkinci Meşruti­ yet döneminde Ömer Seyfettin'le Ziya Gökalp'ın başlattı� (1911) konuşma dilinin yazı dili haline getirilmesi görüşü benimsenip uygulanmıştır. Ziya Gö­ kalp'm önerıiW üzere, yazıda genellikle İstanbul a�ı kullanılmakla birlikte, sanatçıların C($"afyası d$şti� için (İstanbul do�ular Tanzimat döne­ minde %80, 1928'den sonra %29'dur), İstanbul a�mın yanında yerel a�zlar ve geniş anlamda Türkiye Türkçesi de yazıya geçmiştir. Bu arada belirtilme­ si gereken bir nokta da, bellibaşlı sanatçılar dil devrimini benimsemiş, ona katkıda bulunmuş ve devrimin yayılmasını sa�lanuştır. Cumhuriyet dönemi hikaye ve romanmda, gözleme dayanan realizm (Be­ kir Sıtkı, Kemal Bilbaşar, Samim Kocagöz vb.), natüralizm (Raşat Enis vb.), toplumcu gerçekçilik (Sadri Ertem, Sabahattin Ali, Orhan Kemal vb.) gibi akımlar yanmda, yine gözlemden yararlanmakla birlikte izlenimleri öne alan davranışlar (Sait Faik, Sarnet �a�lu, Oktay Ak.bal, Nezihe Meriç vb.), alabild�e acı ve sert anlatımlar (Reşat Enis, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Fakir Baykurt vb.) yanmda mizalı (Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz vb.), ironi ve hu­ mur (Haldun Taner), Edgar Poe yolunda korku hikayeleri (Necip Fazıl), bir ara egzistansiyalizm akımının etkileri (Demir Özlü vb.), bu dönem edebiyatı­ mıza zengin bir çeşitlilik kazandırmıştır. Ayrıntılara girmeden, kuşbakışı bakıldı�nda, Cumhuriyet dönemi hika­ ye ve romanının da, daha önceki dönemlerde oldu� gib� iki ayn çizgi üze­ rinde yürüd� görülür: kimi eserlerde toplumsal sorunlar öne alınmış, kimi eserlerde ise bireyin iç dünyası işlenmiştir. Osmanlı İmparatorlu�'nda, devlet ileri gelenlerince sanatçının korun­ ması gelen$ vardır. Bu gelenek, Cumhuriyet'in ilk döneminde de (Atatürk döneminde), sınırlı olmakla birlikte, sürdürülmüş; Kurtuluş Savaşı zamanın­ da ve Cumhuriyet'in kuruluş yıllarmda hizmeti geçeniere milletvekilli� elçi­ lik vb. gibi görevler verilmiştir (Falih Rıfkı, Yakup Ka� Ruşen Eşref, Yah­ ya Kemal, Memduh Şevket vb.); aynı dönemde yaşayıp da yansız kalan sanat adamları da (Hüseyin Rahmi, Ahmet Rasim vb.) bu nimetlerden yararlan13

mışlardır. Ne var ki, bunlar hep Cumhuriyet öncesi döneminden gelme kişi­ lerdir; Cumhuriyet döneminde sanat alanına giren kişiler, yani ilk Cumhuri­ yet kuş$, 1925'ten sonra basında göıillm�e başlamıştır. Roman alanında, 1923-1930 arasında hep Cumhuriyet öncesi kuşa�ın (Yakup Kadri, Halide Edip, Reşat Nuri, Mahmut Yesari, Selahattin Enis, Peyami Safa vb.) eserleri yayınlanır; Cumhuriyet kuşa�ın kitap halinde basılan ilk romanlan 1931-1932 yıllarında göıillmeg-e başları. Hikaye alanında da, 1923-1928 ara­ sında yine Cumhuriyet öncesi kuşa�ın (F. Celalettin, Reşat Nuri, Ercüment Ekrem, Selahattin Enis, Ak.a Gündüz vb.) kitaplan yayınlanır; Cumhuriyet kuş$nın kitap halinde basılan ilk hikayeleri 1929 yılında göıilltır2. Cumhu­ riyet kuşa�nın hikayeleri, kitap halinde toplanmadan önce, bazı gazete ve dergilerde (1926'dan sonra) yayınlanmıştır. Bu kuş$n hikaye kitaplannın yayını 1930'lu yıllarda yo�nluk kazanır. Cumhuriyet öncesi kuş$ndan olup da Cumhuriyet döneminde de yaz­ mayı sürdürenler, devletçe korunup rahat yaşama olanakları elde ettikleri için, iktidarın istek ve tutumuna uymak zorunda bulunan bu sanatçıların gerçekçili� suya sabuna dokunmayan bir gerçekçilikti. Cumhuriyet'in birin­ ci döneminde basın alanına giren Cumhuriyet kuşajpnın ilk sanatçıları ise henüz yüksek görevlere getirilecek yaşta olmadıkları için kendilerini biraz daha özgür hissediyor, gözlemlerini ve eleştirilerini, gençliklerinden de gelen ataklıkla, daha özgürce dile getiriyorlardL Ne var ki, her zaman devrimierin yanında olan bu sanatçılar, devrimierin ulaşması gereken alanları, eleştiri yo­ luyla da olsa, gözler önüne sererek, bir bakıma iktidara yardımcı olmuşlar­ dır. Bu dönemde iktidarla sanatçı aynı dowwtuda idi (örnek için bk. Kemal Bilbaşar, Ketimam'ın Fesleri); ne var ki, sanatçı hep aykırı düşünür, aykırı düşünerek do�ya ulaşır; zaten sanatın yapısı bir başkaldırı hareketidir (sözgelimi, şiir, gerek biçimi, gerek sözdizimi bakımlarından do�al söze aykı­ rıdır); o bakımdan, sanatçı, uygulamadaki aksaklıklara d�nirken eleştirile­ riiii sertleştimUş ise de (örnek için bk. İlhan Tarus, Radyo), bu hal ço�za­ man hoşgörüyle karşılanmıştır. Nitekim, Cumhuriyet'in birinci döneminde, iktidardaki kişiler de, sırası düştükçe olumsuz durumları en sert biçimde eleştirmişlerdir. Atatürk, bir konuşmasında (1922) devletin köylüye karşı tu­ tumunu şöyle anlatmıştı: ı bk. Ali PUsküllüo�lu, "Türk romanları kısa kronolojisi", Türk Dili, roman özel sayısı, ı964,

sayı ı54.

2 bk. Sami N. Özerdirn. "Türk öykü kitapları zaman dizirni", Türk ı975, sayı 286.

özel sayısı,

14

Dili, Türk öykücülü�

Türkiye'nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köy­ lüdür. O halde herkesten daha çok refah, mutluluk ve servete hak kazanan ve layık olan köylüdür. (. . .) Diyebilirim ki, bugün­ kü felaket ve sefaletin sebebi bu gerçeğin gafıli olmamızdır. Yedi yüzyıldan beri cihanın dört bir köşesine göndererek kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yedi yüz­ yıldan beri emeklerini ellerinden alıp israfettiğimiz ve buna kar­ şılık her zaman tahkir ve alçak görme ile karşılık verdiğimiz ve bunca özveri ve bağışiarına karşı nankör/ük, küstah/ık, zorbalık­ la uşak derecesine indirmek istediğimiz bu asıl sahibin önünde bugün utançla ve saygıyla gerçek durumumuzu alalım. Cumhuriyet kuşa�nın ilk sanatçıları, işte bu durumu hikaye ve romanla­ rında somut örneklerle anlatmışlardır. Konuyu özetleyecek olursak, Cumhuriyet'in birinci döneminde yetişen çoğu sanatçılar, devrimiere karşı eski kurumlan ve eski d�erleri açık ya da gizli korumag"a ve sürdürm�e çalışan, tutucu, gerici ya da çıkarcı kurum ve kişiler (softalar, şeyhler, zorba ag-alar, sömürücü tüccar ve esnaf vb.) ile sava­ şıma girişmiş; eserlerinde devrimleri, yeni kurum ve d�erleri savunmuşlar­ dır. Bu sanatçılar ve daha sonraki dönemde aynı yolda yürüyenler (Sadri Er­ tem, Bekir Sıtkı, Sabahattin Ali, Kemal Bilbaşar, Orhan Kemal, Aziz Nesin, Fakir Baykurt vb.) sadece gözlemle yetinmeyip, gözlemlerinin içine b irtakım toplumsal sorunlar, savlar oturtmuşlardır. Cumhuriyet'in ikinci döneminde (Atatürk'ün ölümünden sonra) devrim­ lerden ilkin ödünler verilm�e başlanmış; daha sonra da, devrimler adım adım baltalanmış, ya da yozlaştırılmıştır: Laik anayasaya aykın olduğu için, birinci dönemde okullardan kaldırılan din dersleri, bu ikinci dönemde ilkokullarda, ög-renci velilerinin isteg-ine bag"­ lı olarak, "program dışı" okutulmag"a başlandı ( 1949), Demokrat P arti zama­ nında ilkin "seçmeli ders", sonra "zorunlu ders" haline getirildi ( 1950), 1982 Anayasa'sıyla da, bütün ortaög-retimde zorunlu ders yapıldı; buna koşut olarak, dinsel kurumlar da yeniden canlandırıldı: Eg-itim Bir­ lig-i yasasıyla kaldırılan medreseler yerine, ülkenin çeşitli yerlerinde imam-­ hatip okulları, sayıca gittikçe çog"alarak, açıldı ( 1987 yılında 7 1 6 imam-hatip okulu, 25 bin kadar Kuran kursu çalışma halindedir; aynı yıl içinde, cami sa­ yısı da ilkokul sayısından çoktur: 59.460 cam� 49.096 ilkokul3); 3 Server Tanilli, Nasıl Bir E Aitim İ stiyo ruz?, 1988, s. 96.

15

Köy Enstitüleri kapatıldı ( 1947-1954), böylece pek çok köy okulsuz ve öt­ retmensiz bırakıldı (Cumhurbaşkani$ döneminde Köy Enstitüleri'nin açıl­ masını destekleyen, ve: "İlköğretimi olmayan memlekette, Ortcu;ağ idaresi bü­ tün şekilleriyle devam eder... Bilmeyen, siyasC veya ekonomik kudret sahiple­ rinin elinde, Ortcu;ağda olduğu gibi, köle hayatı sürer" (1945] diyen İsmet

İnönü, yine kendi döneminde, üç beş oy kaygısıyla, Enstitüler'in kapatılma­ � başlanmasına seyirci kaldı.); "Türk büyüklerine ait olan türbeler" açıldı; ezanın Arapça okunması ya­ sa� kaldırıldı (1950); Halkevleri ve Halkodaları kapatıldı (1951); Osmanlı hinedanmdan kadıniann (1952), bir süre sonra da erkeklerin (1974) yurda dönmelerine izin verildi; birer devlet kuruluşu olan televizyon ekranları ile Devlet Tiyatrosu sah­ nelerinde Osmanlı dönemini işleyen oyunlara, kavuklu ve fesli gösterilere $rlık verilip geçmişe özlem duygulan sömürUlerek şapka devrimi dolaylı yoldan gözden düşürUlmeA-e çalışıldı; Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu kapatıldı (1983). Cumhuriyet'in bu ikinci döneminde devrimlerden ödünler verilmesi üze­ rine, her zaman devrimci kalan sanatçılarla ödüncü iktidarlar arasındaki baklar büsbütün koptu. İktidann koruyuculu�ndan bütünüyle yoksun ka­ lan sanatçılann artık kaybedecekleri herhangi bir nimet yoktu; fakat bunun do�d$ olumlu bir sonuç vardı: katlanmak zorunda kaldıklan yaşama sı­ kıntısına karşılık düşünce ba�msızlı�nı kazandılar; böylece, gözlemlerini sı­ nırlama kaygısı duymadan, gerçekçil�n bütün olanaklarını kullandılar. Dev­ rimlerden ödün verilmesi, halkın kendi karanlık alınyazısıyla baş başa bıra­ kılması, hattA onun bilgisizli�nin bir oy ve çıkar kayna� olarak görülmesi, bir çok sanatçının dikkatlerinin toplumsal olaylara yönelmesine yol açtı; sa­ natçılar, politika ve bilim adamlannın yapması gereken işi de üzerlerine ala­ rak toplum sorunlanna ışık tutmaya, ülkenin ve halkın acı gerçeklerini bü­ tün çıplaklJtıyla gözler önüne sererek ulusu uyarmaya çalıştılar; bu yüzden işinden olarak geçim darlı�a düşme, hapse atılma, sürUlme gibi eylemlerle sık sık karşılaştılar4; ne var ki, bu yoldaki yersiz tutumlar da, sanatçılann görgü ve deneyimlerini arttırmada yardımcı oldu, eserlerine zengin malzeme hazırladı; denilebilir ki, hapishane, onlar için toplumsal gözlem okulu oldu (Sabahattin Ali, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Aziz N esin vb.). İktidar koruyu­ culı$ından yoksun kalan ve elindeki kaleminden başka geçim aracı bu4 Bu konuda geniş bilgi için bk. Dr. Çetin Yetkin, Siyasal !k tidar Sanata Karşı (1970).

16

lunmayan yeni sanatçı, halkın dest�ni kazanm�a çalıştı; böylece, edebi­ yat, Batı ülkelerinde oldu� gib� "ikinci iş" olmaktan çıkıp, halkça tutulan kimi sanatçılar için (Orhan Kemal, Kemal Tahir, Yaşar Kemal, Aziz N esin) başlı başına bir $aş ( meslek) haline geldi Daha önceki dönemlerde şehirli gözüyle köye bakan sanatçıların (Nabi-­ zade Nazım, Ebubekir Hazım, Refık Halit, Ömer Seyfettin, Yakup Kadri vb.) açtıklan köye dönük edebiyat; bu dönemde, doğrudan doğruya köyden yeti­ şen ve ço� Köy Enstitüleri'nden gelme sanatçıların (Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Latife Tekin vb.) köy gerç�ni bütün yanlarıyla, da­ ha ayrıntılı ve daha bilgili ve bilinçli olarak hikaye ve romana getirmeleriyle, önemli bir akım halini aldı. Bu eserlerde özellikle toprak kııvgaları, jandar­ ma baskılan, köylü/muhtar çekişmeleri, köylü/tüccar ilişkiler� tarımın ma­ kineleşmesi, köylerden şehirlere göç olayı, gerici din adamlannın olumsuz et­ kileri vb. işlenmiştir. Bir incelemec� Türk romanında işlenen temaları şöyle özetler: Gazetelerimizde ve hayatımızda yer tutan sorunların he­ men hepsi Türk romanına geçmiştir. Türk romancısı, başka memleketlerde yeni yeni tecrübe edilen köylü romanı bile yazma­ ğa kalkmıştır. Kadın-erkek sorunu, cahillik sorunu, yenilik soru­ nu, aydının Anadolu 'daki durumu, bağnazlık derdi, mütegallibe (zorba takımı), iktisadr şartlar, sermaye sorunu... Daha realist­ lerin elinde köylünün hayatı, cahillik, tembellik. (. . .) Türk roma­ nı günü gününe yaşayışımızla ald.kadar... (Ahmet Harndi Tanpı­ nar, "Bizde roman, 1", Kültür Haftası, 1936, sayı 2)

Tanpınar'ın 1936'da saptad$ bu özellikler, Cumhuriyet'in ikinci döne­ mi için de geçerlidir. Cumhuriyet Dönemi HikAye ve Roman Yazarlannın Başlıcalan Şunlar­ dır: Birinci Dönem (1923-1938):

Sadri Ertem Bekir Sıtkı Sabahattin Ali Sait Faik Sarnet A�ao�lu Ziya Osman Saba 17

Kemal Tahir İlhan Tarus Kemal Bilbaşar Bu Dönemin Başka HikAye ve Roman Yazarlan:

Kenan Hulılsi Koray, Nahit Sırrı Öri.k, Necip Fazıl Kısakürek, Ah­ met Harndi Tanpınar, Reşat Enis Aygen, Umran NazüYi�ter, Cev­ det Kudret vb. İkinci Dönem (1939-1959):

Samim Kocagöz Orhan Kemal Aziz Nesin Haldun Taner Oktay Akbal Nezihe Meriç Yaşar Kemal Fakir Baykurt Bu Dönemin Başka HikAye ve Roman Yazarlan:

Sabahattin Kudret Aksal, Talip Apaydın, Yusuf Atılgan, Erhan Be­ ner, Vüs'at O. Bener, Sevim Burak, Muzaffer Buyruk.çu, Orhan Duru, Ferit Edgü, Leyla Erbil, Fahri Erdinç, Muzaff er Hacıbasano�lu, Or­ han Hançerlio�lu, Rıfat Ilgaz, Tarık Dursun K, Bilge Karasu, Feyyaz Kayacan, Onat Kutlar, Erdal Öz, Demir Özlü, Adnan Özyalçıner, Tahsin Yücel vb.

18

Birinci Dönem (1923-1938)

SADRİ ERTEM ( 1898-1943)

HAYATI: Sadri Ertem İstanbul'da do�du. Babası binbaşı İbrahim Ethem Beydir. (Sadri Ertem, soyadı yasasından önce yazılannda "Sadri Ethem" adı­ nı kullandı). Çocukh$ında, babasıyla birlikte Anadolu ve Rumeli'nin çeşitli yerlerini dolaştı. İkinci Meşrutiyet'ten ( 1908) sonra İstanbul'da, Üsküdar As­ keri Rüşdiyesi'nde ve Üsküdar İdadisi'nda (iisesinde) okudu. Darülfünun eydim, bu gece köye kadar kaçıp getirecektim. dedi. Ali Mehmet, donup kalmıştı. Bir şey düşünemiyordu. OQiu, çoktan Oliver'in bir tarafına asılmış, makine gürültüyle kalkıp gitmişti. Elindeki parala­ rı, Ali Mehmet, saymadan cebine yerleştirdi. Para sahibi olmanın sevinci, bir 250

nin birden aklına, olan oldu, kaçmak fikri geldi. Öyle yaptılar. Yalnız ismail kendini kaybetmiş, mütemadiyen: - Dayan kardeşlik, dayanl... diye söyleniyor, yerinden bile kıpırdamıyordu. Onu zorladılar. Fakat boyuna: - Ben hakkımdan vaz geçtim, öküzlerimin hakkı var... diye, bütün kuwetiyle artık bir işe yaramayan çuvallara dayanıyordu. Arka­ daşları ismail'i, annesinin memesine sarılmış, ayrılmak istemeyen bir çocuk gi­ bi, topraklara, çarnuriara sarıldı�ı yerden sökmeye u�raşıyorlardı. Su, atların, merkapierin yanına varmadan yetişmek, onlara binip kurtulmak lazımdı. Bu sı­ rada son fener de şiddetli ya�mur ve yükselen suyun içint,;e söndü. Karanlı­ �ın içinde, ismail'in, arkadaşlarına: - Öküzlerimin hakkı varl diye, bir kere daha ba�ırdı�ı duyuldu. Arkasından uzun bir sükCrt oldu. Sonra birden, büyük Menderes, büyük bir gürültü ile yarıntıyı yıktı. (Telli Kavak, 1941)

.2 KURUFASULYE Kahya, kır atının üzerinde fasulye tarlasını dört dönüyordu. Ayrıca üç ada­ mını seferber etmiş, çiftli�in nehirle kesilmiş hududundaki ılgın ormanına gön­ dermişti. - Ah!.. namussuzları bir yakalasam ... diyordu, bir elime geçirsem yok mu ya... Hepsinin kemiklerini kıraca�ım. Tarlada fasulyeler yolunmuş, demetler sıra sıra kurbanlık kuzular gibi yatı­ rılmıştı. Tarlanın alt başından giren kızakçılar, demetleri harman yerine taşıyor­ du. Kahya, asker gibi muntazam dizili demetierin başında durdu; "hizaya gel! .." der gibi sıraları bir kere daha teftiş etti. Sıralardan eksilen demetierin yerleri besbelliydi. Bu manzara karşısında öfkesi arttıkça artıyor, hırsından kan, beynine çıktıkça çıkıyordu. Attan indi. Bir sigara yaktı. Sallana sallana ya­ nına gelen üç bedel' e ba�ırdı: - Ülen! Bulamadınız mı? - Bütün ılgın ormanını gezdik, aradık, yok. - Hergeleler, muhakkak bir yere gömmüşlerdir demetleri. Bedellerden biri: 24 1

- Eh ... dedi, eQer gömdülerse, dünyada bulamayız... Bu söz üzerine kahya, az kaldı çatlayacaktı. Temmuzun yakan sıcaQın­ dan ziyade aQadan işiteceQi sözler hatırına geliyor, büsbütün terliyordu. Göz­ lerini bir kere daha yiyecekmiş gibi ortalıkta dolaştırdı, bu dolaşan gözler bir­ denbire parlayıverdi. Dudaklarına hain bir tebessüm geldi. Adamlarına: - Ben olmasam, sizin bir boka yaradıQınız yok. Hadin bakalım gelin be­ nimle beraber, hırsızları enseledik... diye yürüdü. Bedellerden biri, kahyanın atını tutup bekledi. DiQer ikisi kah­ ya gibi, ses çıkarmamaya dikkat ederek, ilerlediler. Halbuki kahyanın gördü­ Qü hedef, en az daha bir kilometre uzaktı: Karşıda, ta nehrin kıyısından hafif bir duman sütunu yükseliyordu. Hafif, tüten bir ateşin bu dumanı, durgun ha­ vada halka halka olmuştu. Kahya, buraya yaklaştıkça, zevkinden, heyecanın­ dan neredeyse ölecekti. Arkasındakilere dönüp dönüp: - Yavaş olun ülenl .. diye ihtar ediyordu. Nihayet nehir göründü. Sarı, durgun yüzünde zaman zaman beliren beyaz köpükler, yakıcı güneşin altında çabucak eriyiveriyordu. Nehirin kumlu sahilinden ılgın dallarını siper ederek, ateşin yandıQı yere sokuldular: Burası, suların azgın zamanında oydukları bir kovuktu. Şimdi su­ lar çekildiQinden rahatça kullanılabilecek bir ev olmuştu. Ateş, kovuQun önün­ de yanıyordu. Üzerine siyahlaşmış bir yarım gaz tenekesi konmuştu. Kahya­ nın burnuna sade suda kaynayan kurufasulye kokusu çarptı. Ateşin karşısın­ da irili ufaklı üç çocuk, ellerinde birer tahta kaşıkla bekleşiyorlardı. Çocuklar­ dan ikisi, yaQmurdan sonra üzerlerine çamur sıçrayan iki beyaz papatyaya benziyordu. DiQeri kapkara, dört beş yaşlarında bir oQiandı. Gözlerini iri iri, kaynayan fasulyeye dikmişti. Tam bu sırada kovuktan dışarı çıkan ana, gelen­ leri görünce donakaldı. iki eli yanına düştü. Gözlerinde iri yaş taneleri belirdi. Kahya, onu iterek kovuQa girdi. Orada, saçı sakalına karışmış genç bir adam, yere oturmuş, fasulye demetlerini yanına yıQmış, elindeki kalın bir sopa ile dö­ vüyordu. Karşısına dikilenleri görünce, işini bıraktı. Halinde ne çocuklarının şaşkınlıQı, ne de karısının üzüntüsü vardı. Yalnız, gözlerinde, etrafı eritecek bir kin ateşi parladı. Bir zaman, kahya ile birbirlerini yakarcasına bakıştılar. Adam, fasulyeleri döven elindeki sopayı iyice sıkmaya başladı. Bariki bunun farkına varmıştı. Bir an, ne yapması lazım geldiQini düşündü. Bütün galeyanı, bu taş gibi karşısında oturan, her an fırlayacak adam önünde tavsadı. Fakat kabadayılıQı da elden bırakmak istemiyordl:l. Kendini toparlayıp, boQuk bir sesle baQırdı: - Demek sendin hal .. Adam, bu boQuk sese, tok bir sesle cevap verdi: - Bendim, ne olacakmış? 242

- Görürsün sen ne olaca!;)ını ... Başımı belaya sokma şimdi ... Bu sözlerden sonra kahya ne yapması lazım geldi!;ıini bir kere daha dü­ şündü. Sonra adamlarına emir verdi: - Alın ülen şu demetleri şurdan... Demetleri aldılar. Demetierin yanında oturan adam, kılını bile kıpırdatmadı. Kahya döndü, kovuktan çıktı. Çocuklar, hala kaynayan fasulyenin karşısında, ellerinde birer tahta kaşık, oturuyorlardı. Bir an, ister istemez yan gözle kahya­ ya baktılar. Kahya, onlara do!;)ru yürl"1dü. Çocuklar, şaşkın, yerlerinden kıpır­ dandılar. Fakat kahya, onlara bir şey yapmadı. Hırsını, öfkesini, kaynayan fa­ sulye tanekesinden aldı. Onu, bir tekmeda devirdi. Ateşin üzerine bastı. Son­ ra demetleri yüklenen adamları ile yürüdü. Biraz uzaklaştıktan sonra dönüp baktı: Ana ve çocuklar, kumiara dökü­ len fasulye tanelerini toplamaya çalışıyordu. Erkek, kovu!;jun a!;jzında dikil­ miş, elindeki sapayı sıkarak, ateş saçan gözlerle onların arkasından bakıyor­ du. (Sam Amca, 1951)

3 SAM AMCA Ali Mehmet, yüksek bir kesi!;jin üzerine oturmuştu. Gözleri, tarlaların için­ de karıncalar gibi çalışan traktörlerdeydi. Elleri, yer yer a�aran kırçıl sakaiında dolaşıyor, kah yan tarafına dönüp tükürüyor, kah aya!;)ındaki çarıkların burnu ile yeri eşiyor, sık sık derin derin içini çekiyordu. Karşısındaki manzaraya bak­ tıkça yüre!;ji kabarıyor, kabardıkça da tekrar yan tarafına do!;Jru okkalı bir tük­ rük atıyordu. Aklından, "Gidip şu o!;jlanı bir göreyim ..." diye geçirdi. Fakat vazgeçti. Za­ ten kaç gündür, her sabah erkenden kalkıp, köyden buraya kadar geliyor, sa­ atlerce kesi!;jin üzerinde otu rı •vor, aklından birkaç defa, "Şu o!;jlanı gidip bir göreyim ..." diye geçiriyor, sonra bu düşüncesinden vazgeçiyordu. Bunun bir­ çok sebepleri vardı: Lakin Ali Mehmet, bu sebeplerin en mühimini, kendi ken­ dine itiraf etmekten bile çekiniyordu. Kısaca, on altı yaşındaki o!;jlunun, üzeri­ ne çıkıp, bir at gibi oynattı !;Jı, toz topraktan rengi kırarmış ihtiyar bir domuzu andıran John Deere efendiyi sevmiyordu. Onun gürültüsü, homurtusu, yürü­ yüşü, hatta arkasındaki dört kulaklı pulluQu ile topraQı sürüşü, müthiş sinirine dokunuyordu. 243

"Namussuz" diyordu, "on çift öküzün on günde yapaca�ı işi, gürültüye, patırtıya getirip bir günde yapıyor... Milletin ekm�ini elinden aldı..." Ali Mehmet, oturdu�u yerde, kaba etlerinde, topra�ın kıvamını hissediyor­ du. Toprak tavındaydı: Bir hafta, geeeli gündüzlü ya�an ya�murlardan sonra ova, beş gündür ılık nisan güneşinin altında, banyodan yeni çıkan genç bir kadın gibi saçlarını kurutuyordu. Hafif bir şimal rüzg�n. yemyeşil bu�day tarlalarındaki ekinleri dalgalandırıyor, sonra bütün gayreti ile, nehir boyunca uzanan, şehvete susa­ mış, ilkah bekleyen pamuk tarlalarına koşuyordu. Toprak tavındaydı: Büyük Menderes'in etrafında, sa�lı sollu, ta Ege denizine kadar uzanan pamuk tarlalarında hummalı bir faaliyet vardı. Topra�ın do�uraca�ı pamuk fi­ danlarını sulamak için, tarlalar, kanallarla nehre ba�lanmış, gene tarlaların içindeki cetveller hazırlanmıştı. Kanallar boyunca ve cetvelierin arasında şim­ di, uzaktan bakınca, kaplumba�alar gibi, fakat tel�şla dolaşan, John Deere'­ ler, Massey-Harris'ler, Oliver'ler, Caterpillar'lar, Allis-Chalmers'ler, I nternatio­ nal'lar ve daha çeşit çeşit birçok, Sam Amca'nın hediyeleri traktörler görünü­ yordu. Ali Mehmet, şimdi, avuçlarını topra�ın içine daldırmış, onun serinli�ini par­ makları ile bir nebat kökü gibi ta iliklerinde hissediyor, �sabını bu serinlikle ya­ tıştırmaya çalışıyordu. içinde mütemadiyen biçimsiz biçimsiz l�f eden şeytanı ko�maya u�raşıyordu. Arkasından bir ses: - Merhaba! di'ye, onu yerinden sıçrattı. Kendini toparlayıp, yanı başına çöken Sav­ ran'a, - Merhaba... cevabını verdi. Bir müddet konuşmadılar. Savran, kasketini çıkarıp dizine koydu; kabak kafasını kaşımaya başladı. Bulanık gözlerini tarlalarda dolaştır­ dı. Tabakasını çıkarıp bir sigara sardı. Sonra tabakayı Ali Mehmet'e uzattı. Ali Mehmet'in kaç gündür tütünsüzlükten imanı gevremişti. Elleri titreyerek acele acele bir sigara sararken sordu: - Hal� tütüne paran var mı? Savran, bu suali duymamazlıktan geldi. Sigarasını ateşleyen ve dumanı derin derin içine çeken Ali Mehmet'e boş gözlerle baktı. Birdenbire bambaş­ ka şeyler konuşmaya başladı: - Hani şu makineler yok mu, makinalar... Topra�ı öyle bir işliyorlar ki. .. Sürgü çektikten sonra, de�il tarlaların, koca ovanın bir başından bir yumurta244

bıraksan, tıkır tıkır öbür başına kadar yuvarlanacak. insanın tohum yerine girip gömülesi geliyor mübarek topra�a... Ali Mehmet, ters ters: - Sen, öküzden şaşma... diye, lAfı kapamak istedi ve ilAve etti: - Ben, tamam otuz yıldır öküzle çift sürdüm. Bugün de topra�ım olsa ge­ ne öküzle sürerim ... Allaha şükür bir gün aç kalmadım. Savran'ın çatlak dudaklarına acı bir tebessüm geldi: - Ben de bu ovanın mahsulünü kırk yıldır develerimle şehre çekerim. Bir günden bir güne aç kalmadım. Amma ve lAkin Ali Mehmet, kardeşim, bugün açım. Çolu�um çocu�um da aç ... Yarın da, yarından sonra da, ta açlıktan ge­ berinceye kadar aç kalaca�ım... De gidi günler del.. Bana bu gidenlerde, anıyla şanıyla "Savran Memiş" derlerdi bir vakitler ... Develere itibar kalmadı gayri ... Şimdi a�alar, mahsullerini vızır vızır kamyonlarla taşıyorlar. Ali Mehmet: - Ben senin yerinde olsam, develeri satar, borç dert eder, bir kamyon alırdım. - iş kamyonda d�il kardeşlik ... diye Savran içini çekti; iş bizlerde... iki yakamız bir yana gelmez gayri ... Biz, eskidik. Öküzlerimiz, develerimiz de es­ kidi. Ne develer, ne öküzler, ne sen, ne de ben, koca kalıbımız kıyafetimizle, şu makinelerin yanında on para etmeyiz... Bu yaştan sonra ne sen bir traktö­ rün, ne de ben bir kamyonun yanına sokulabiliriz... - Bırak, Memiş, bırak... Zaten yüre�im kabarıyor, canım neredeyse bur­ numdan çıkacak ... Sen de üstüme varma. Savran'ın çanesi açılmıştı bir kere, bırakır mı: - Bak senin o�lanal diye devam etti: O ne kurum, o ne çalıml .. Eh... ço­ cu�un hakkı da yok de�il; makinist oldu çıktı... - Bok oldul.. diye Ali Mehmet, arkadaşının sözünü kesti: Sade hayvana biner gibi motora biniyor. Asıl makinist başkası. O, gölgede yatan adam. Ma­ kinelere ya�. benzin koyuyor, bozukluk var mı diye bakıyor, sonra gidip göl­ gaye yatıyor. Ben, hepsini gördüm. Bizim köyün bütün veletleri sadece dolap beygirleri gibi tarlaların içinde dönüp çift sürüyorlar ... işte o kadar. - E ... Birkaç yıla kalmaz, senin o�lan da makinist olur çıkar. Herkes bu işi anasının karnında ö�renmez ya... Bari çocu�a iyi para veriyorlar mı? Ali Mehmet, homurdandı: - Bir bankonot. - Bu gündelik çok az. - Ben de öyle düşüni'·yorum. Ama bütün çocuklara bundan fazla vermiyorlar. Sözüm ona zanaat ö�retirlermiş... yı

245

- Bak orası da do�ru. Desane bundan sonra size bu çocuk bakacak. Bende erkek evlAt da yok. Ali Mehmet, başını başka tarafa çevirdi. Elini sakalında dolaştırdı. - Ne günlere kaldık Yarabbi, ne günlere kaldık... diye, mırıldandı. Sustular. Bir zaman, C"vada akisler bırakan traktörlerin ho­ murtusunu dinlediler. Savran, birdenbire ayaga kalktı: - Haydi kalk, gemi başına kahveya gidelim. Birkaç kuru_şum var şimdi­ lik ... Sana bir kahve ısmarlarım, dedi. Ali Mehmet, sesini çıkarmadan kalktı, yürüdü.

Kahve, kalabalıktı. Bütün civar çiftliklerden kovulan ortakçılar, küme küme toplanmış, kimi ka�ıt oynuyor, kimisi tembel tembel, Menderes'in bulanık su­ larını, nehrin üzerinde çelik bir palarnara ba�lı gidip gelen gemiyi seyrediyor­ du. Çitten örülmüş, ön tarafı dört dire�in üzerinde sazlarla örtülü bu kahve, gölgesinde oturan insanların asık suratları ve sessizli�i ile, adeta yere dökül­ müş, üzeri çalı çırpı ile örtülmüş bir yı�ın barutu andırıyordu. Sanki bu adam­ lardan biri, elindeki sigarayı ortalık yere atıverse, patlayacaktı. Ali Mehmet, büyük bir gürültü ile, höpürdeterek kahvesinden bir yudum aldı. Sonra midesi bulanmış gibi, a�ır a�ır etrafına bakındı: - Geçen yıllarda, böyle iş zamanı burada kimsecikleri bulamazdın. dedi. Savran, omuzlarını silkti: - Vakit ikindi. Köye varıp namaza yetişelim istersen... Allah, her işimizi dü­ zeltir inşaallah ... teklifinde bulundu. Bu teklifi Ali Mehmet, şiddetle reddetti: - Bunca yıldır bana bir karış toprak vermeyen Allah'la alakam yok gay­ ril.. - Tövbe de, Ali Mehmet, tövbe de... Günaha giriyorsun. Kırk yıldan sonra toprak sahibi olmak yeni mi aklına geldi? Ali Mehmet düşündü: Hakikatan şimdiye kadar, toprak sahibi olmak aklı­ na pek seyrek gelmişti. A�anın topraklarını, bu yaşına kadar, hep kendinin bi­ liyordu. Bir çift öküzüyle, a�anın her yıl kendisine ayırdı�ı yerde çalışır, a�aya borçlanır, mahsul kalkınca, borçlarını öder, geri kalan yarı hisse ile, pekala bir yıl geçinir giderdi. Bu yıl, işler, işte böyle birdenbire bozuluvermişti. Savran Memiş, tam kalkıp köye namaza gidece�i zaman, ortalı�ı toza du­ mana katarak, bir Jeep geldi; kahvenin önünde durdu. Jeep'in arkasında las­ tik tekerlekli kocaman bir araba vardı. Otomobildeki delikaniıyı Ali Mehmet, derhal tanıdı. Bu delikanlının babasıyla yıllarca ortaklık etmişti. A�anın ölü246

münden sonra da bu çocukla üç yıl ortaklıQı vardı. Delikanlı, Jeep'ten inme­ den, kahveya doQru baQırdı: - Bizim tarlalardaki çayırları toplamak için adam arıyorum, iş, üç dört gün sürecek. Yemek içmek benden. Gündelik, iki buçuk lira... Kahvedeki köylüler, birbirlerinin yüzüne baktılar. içlerinden biri: - Peki bey, geliyoruz. dedi, ve yürüyüp arabay!! atladı. Ötekiler de onu takip ettiler. Delikanlı, Savran'la, oturup kalan Ali Mehmet'i gördü: - Sen gelmiyor musun Ali Mehmet? .. Ali Mehmet, sert bir sesle: - Gelmiyorum!.. dedi. - Gündelik az mı geldi? - Bana vereceQin sadaka cebinde dursun. Delikanlı, güldü: - Yapma be dayı, gel işte... Bunca yıllık hukukumuz var. Seni gözetirim... Köylülerden biri: - Haydi be yahu, beyin işini bitiriverelim!.. diye seslendi. Ali Mehmet, hırsla yerinden fırladı: - Defolun be başımdanl , diye baQırdı; ben, amele deQilim, çiftçiyim ... çift­ çi!.. Bu sözler, bir taş parçası gibi, karşıdakilerin yüzüne çarptı. Hiçbiri ses çıkaramadı. Delikanlı, yumuşak bir sesle: - Peki, kızma be Ali Mehmet... diyerek gaza bastı. Çekip gittiler. · Namaza gitmek için biraz evvel ayaQa kalkan Memiş, gidenlerin arkasın­ dan bir müddet baktı. Sonra bir "oooffffl .." çekerek arkadaşının karşısına oturdu: - Gitmeliydin... dedi. Ali Mehmet, öfkesini yatıştırmak için birkaç kere derin derin nefes aldıktan sonra sordu: - Sen neye gitmedi n? .. Memiş, omuzlarını silkti. Bu �na kadar, tezgahın yanında gazete okuyan, saQ eli bir sargı ile boynuna asılı, tıknaz, kapkara saçlı, gözleri fıldır fıldır dö­ nen bir adam, yerinden kalktı; geldi, ayaQı ile arkalıksız bir sandalyeyi, Ali Mehmet'in yanına doQru itti ve oturdu: - Ben, tek elimle de k�Qıt oynayabilirim; var mısınız? .. iki köylü, ters ters adamın suratına baktılar: - Sırasıydı ya... 247

Adam, kara kalın kaşlarını oynattı: - Öyle ... dedi; hiç de sırası deQill.. Savran, tepeden tırnaQa kadar herifi süzdü: - Sen, makinistsin galiba? .. - Halimizden belli. .. iki parmaQımı, bir biçimsiz yere kıstırdım. Bir şey deQil... geçti. Yarın sabah iş başı edeceQim. Ali Mehmet, adamın makinist olduQunu duyunca, hemen arkasını dönüp oturdu. Makinist ona, gözünün ucuyla baktı. Hiç o deQilmiş gibi sözüne de­ vam etti: - Biraz ewel, dayının hali bana dokundu. Halden anlarım... Şaka mı, mektep medrese gördük... Sanat mektebi mezunuyum ben ... Mektepten tor­ nacı çıktık ama, işi makinistliQe döktüm. Hepsi bir kapıya çıkar bu işlerin ya... Ali Mehmet döndü; "Ne demek istiyorsun?" der gibi, makinistin yüzüne baktı. Makinist, onun gözlerinin içine gözlerini dikeıek: - Bu dert, bütün köylünün derdi. Ortakçılık paydasi .. dedi. Savran, küçük gözlerini büsbütün küçülterek: - AQzımızı mı arıyorsun? .. diye, sordu. Makinist, istemeye istemeye güldü: - Amma da yaptın be yahul.. AQzınızı aramaya ne lüzum var? YüreQiniz­ den geçeni, suratınızdan okuyorum ... Ali Mehmet, homurdandı: - Zevklan bakalım bizimle... Sen de aQaların adamı deQil misin? .. Makinist, bu l�flardan hiç alınmadı. - Ben, zanaatk�r bir adamım. Kimseye minnet etmem. Kimsenin de tara­ fından çıkmam... Siz bunca yıldır, yalancı emzikle oyalanan çocuklar gibi, aQaların topraklarını kendinizin sayıp oyalanıyordunuz. Hükümet, bir kanun çı­ kardı. "Sizlere toprak vereceQim" diye, h�l� veremedi. öte yandan, aQalara da "topraQınızı kendiniz makinelerle işleyeceksiniz, işlemeyenierin topraQını elinden alacaQım" dedi. Siz köylülere karşı sözünü tutmadı. Fakat aQalara karşı tuttu . Onlara Amerika'dan makineler getirdi. Makinelerin paralarını taksit­ lere baQiadı. Şimdi onlar, makinelerle iş yapıyorlar. Zengin oluyorlar. Buna bi­ zim hükümet, "istihsali artırmak" diyor. Eh ... Amerika da bizi "kalkındırmak", bize "yardım etmek" diyor... Kısaca, hükümet, gemisini; Amerika ticaretini; aQalar da ister istemez, çiftliklerini yürütüyor... Ali Mehmet, gözlerini iri iri açmış, makinisti dinliyordu. Bir müddet sessiz­ lik oldu. Savran Memiş: - Öyleyse, bütün işleri karıştıran Amerika... - Neden? .. · ·

248

- E.. Amerika makineleri yollamasaydı, bu böyle olmazdı. Makinist güldü: - DoQrul EQer Amerika, makine yerine toprak yollasaydı, size daQıtırlardı. AQalarda toprak bol, ne yapsınlar topraQı? .. Ali Mehmet: - GAvurun da adama bu kadar hayrı dokunur işte .. "Ölü gözünden yaş, imam evinden aş... diye söylendi. Sonra birdenbire ümitsiz bir sesle sordu: - Desane kardeşlik, bu bizim işlerin çıkar bir yolu kalmadı ... Desane biz, açlıktan geberip gideceQiz... Makinist, önüne baktı: - Belli olmaz, belki de hükümet size günün birinde toprak verir. Ali Mehmet, itiraz etti: - Toprak da verse gene çürük ... Devlet, bana aQalık etmez ki... Benim öküzlerim var ama, öküzü olmayan da var. Ben, tohum isterim. Öküzler ye­ meklik ister. Çoluk çocuk, mahsulü kaldırıncaya kadar, bakılmak ister. Ba­ na, borçlanacak aQa lAzım. Mahsulü sam yeli vurduQu, su götürdüQü yıl olur. Böyle yıllarda, aQa, ama eski aQalar, borcumuzu bir gelecek yıla bırakır... Helal edenler de olurdu ya... Nerede şimdi eski günler? .. M illetin gözünü hırs bürüdü şimdi. Kısaca kardeşlik, ben, toprak sahibi olsam da işimi yoluna ko­ yuncaya kadar, bana bir dayak lAzım. Aniadın mı ... Yoksa verilen topraQı, Rumeli muhacirleri gibi satar savar, oturur parasını yer, sonra da gene aç ka­ lırım. - Devlet, hükümet, bu meseleleri düşünür elbette. Memiş, lafın burasında dayanamadı: - Siz de eşeQe binmeden bacaklarınızı sallıyorsunuzl Ortahkta toprak yok bel.. Ali Mehmet, acı acı güldü: - Sen, Savran, develerini düşün bakalım ... - Develeri, kasapiara satacaQım. Devlet, toprak verirse ben de öküz alırım... - Sayıkla bakalım!.. Bu konuşma, Ali Mehmet'i büsbütün dertli etti. YüreQinin ortalık yerine taş gibi aQır bir şey oturdu. Gözlerini uzaklara, ta Samsun daQiarının tepelerine dikti. Bu daQiarın ardına inmeye hazırlanan güneş, uçuşan tarla kuşlarının ka­ natlarını, allı pembeli renklere boyuyordu. Makinist, tulumunun cebinden çı­ kardıQı eski bir gazeteye daldı. Savran, Ali Mehmet'i düşüncelerin elinden kur­ tarmak için, sordu: - Akşam oluyor, köye varmayacak mısın? .. "

249

Ali Mehmet, omuzlarını silkti. içinden: "Şu oQianı gidip bir görsem ... " diye geçiriyordu. - Senin oQian, iki ayar yemeklik buQday parası biriktirmiştir... diye, Şeytan kulaQına üfledi. Ali Mehmet, bir küfür mınidanarak Şeytan'ı kovdu. ÇocuQun elinden parasını, Recep gibi döve döve alacak deQildi. Ali Mehmet, o kadar vicdansız deQildi. Hem oQiu, alnının teriyle kazanıyordu bu parayı ... Anasına, babasına isterse bakardı... Ali Mehmet, bu düşüncelere daldıQı sırada, birdenbire oQiunu karşısında gördü: Tozlu yolun üzerinde hamurdanan bir Oliver, dört delikanlı ile bir ma­ kinisti salkım saçak sırtına almış getiriyordu. Oliver'den atiayan makinist, gel­ di, eli sarılı makinistin yanına oturdu: - Gece de çalışacaQız. Yemek yedik. Kahvemizi içelim. iki saat istirahati­ miz var. dedi. Ve iki makinist, muhabbete koyuldular. Çocuklar, makinistlerden biraz uzaQa oturdular. Ali Mehmet'in oQiu, baba­ sının yanına gelmişti. Ali Mehmet, heyecanlandı. Sonra titreyen eliyle, oQiu­ nun arkasını okşadı: - Nahalsın oQul? .. - Eyiyim buba. - lrhatın eyi mi? - Eyi. Anam nidiyo... - Nitsin, evde oturuyo... Ali Mehmet, kahveeiyi çaQırdı: - Bi kayva iç. Savran, daha evvel, içtikleri kahvelerin parasını verip gitmişti. Ali Meh­ met'in oQiu, içtiQi kahvenin parasını kendi verdi. Kahvade her kafadan bir ses çıkıyor, akşama kadar yapılan işlerden bahs.ediliyordu. Hava iyice kararmaya başlayınca, makinist kalktı: - Haydin bakalım çocuklar, dedi, iş başına... Patron, bizim buraya Oli­ ver'le geldiQimizi duymasın... "Traktörleri taksi yaptınız" diye kızıyor... Ali Mehmet ile ahbaplık eden makinist de ötekilerle beraber yürüdü. He� si Oliver'in üzerine salkım saçak tekrar çıktılar. Ali Mehmet'in oQiu, babasına sokuldu. Cebinden birtakım k�Qıt paralar çıkardı: - Ben, bunları düşüreceQim... Sen, saklayıver buba... istediQin kadarını da anamla harçlanın ... Ben, kendime ayırdım. Seni burada görme�eydim, bu gece köye kadar kaçıp getirecektim. dedi. Ali Mehmet, donup kalmıştı. Bir şey düşünemiyordu. OQiu, çoktan Oliver'in bir tarafına asılmış, makine gürültüyle kalkıp gitmişti. Elindeki parala­ rı, Ali Mehmet, saymadan cebine yerleştirdi. Para sahibi olmanın sevinci, bir 250

an, yüreQini kabarttı . Kalktı, köye gitmek için, gemiye binip nehrin öte yakası­ na geçti. Gemiciye kaQıt paraları göstererek: - Şimdi bozuk param yok. Yarın bütün borçlarımı öderim. dedi. iyice kararan yollarda hızlı hızlı yürümeye başladı. Fakat birdenbi­ re, dizlerinin baQı çözüldü. Bir tarlanın kenarına oturdu. OQiunu düşünme­ ye başladı. Ali Mehmet'in aklından daha birçok şeyler geçiyordu. Bu aklından geçenler, Ali Mehmet'i perişan etti. Uzun zaman olduQu yerde hareketsiz kal­ dı. Uzaktan uzaQa, traktörlerin homurtusu geliyor, ortalık karardıkça projek­ törler ovada, ateş böcekleri gibi uçuşuyordu. Ali Mehmet'in içine yavaş ya­ vaş bir gariplik çöktü. Yıllardan beri ilk defa, gözlerinden bir yaş boşandı. Yaşlar yanaklarından kırçıl sakalına indi. Sonra kendinden utandı. içindeki Şeytan: - Ülen, böyle karılar gibi aQiayacaQına, git kendini Menderes'e ati.. demeye başladı. Ali Mehmet, Şeytan'a cevap verdi: - Tut ki kendimi Menderes' e attım ... Neye yarar? .. OQium toprak sahibi olur mu? .. - At.. at... Sende ümit yok gayri ... - Atmam. - At... - Atmam... Ali Mehmet, ovanın sessizliQi içinde: - Atmarn be yahul.. diye, bir kere daha baQırdı. Sonra duaya başladı: "Hey Allahım, sen, be­ nim aklımı fikrimi muhafaza et. Sen, beni şeytanlardan koru ... ". Duası bitince, biraz sakinleşti. Ellerini topraQa dayayarak doQruldu. Parmaklarının arasında kalan topraQı sıktı. Toprak, tavındaydı: Büyük Menderes'in etrahnda saQiı sollu, ta Ege denizine kadar uzanan pamuk tarlalarında hummalı bir faaliyet vardı. TopraQın doQuracaQı pamuk fidanlarını sulamak için tarlalar kanallarla nehre baQianmış, gene tarlaların içindeki cetveller hazırlanmıştı. Kanallar boyunca ve cetvelierin arasında şim­ di, uzaktan bakınca, kaplumbaQalar gibi, fakat telaşla dolaşan John Deere'­ ler, Massey-Harris'ler, Oliver'ler, Allis-Chalmers'ler, Caterpillar'lar, Internatio­ nal'lar ve daha çeşit çeşit traktörler görünüyordu. Hepsi bu gece, sanki bü­ tün projektörlerini Ali Mehmet'in üzerine çevirmişler, onunla alay ediyorlar­ dı. Ve şehvete susamış, ilkah bekleyen bütün tarlaları, Ali M ehmet'in elinden almışlardı. Homurdanıyor, sinirli sinirli hırlıyor, Ali Mehmet'i topraklarından kovuyorlardı ... Ali Mehmet, parmaklarının arasında, avucunun içinde sıktıQı bereketli top­ raQı bıraktı. Bu cani makinelerin gürültüsünü duymamak için kulaklarını tıka251

dı. Koşmaya, Şeytan'dan kurtulmak için kaçmaya başladı. Fakat melun Şey­ tan'dan kurtulamıyordu: - Dünya yüzünde dikili tek bir a�acın yok. Bir karış toprak sahibi bile de­ �ilsin ... Neye yaşayacaksın sanki? .. At kendini Menderes'el (Sam Amca, 1951)



252

ROMANLAR

Hikaye ve roman yazmayı, son yıllara kadar bir arada yürüten Samim Ko­ cagöz, bugüne d�n 12 roman yayınlamıştır. Bunlann kimisi köy ve köy­ lü üzerine (Yılan Hikayesi, Bir Kanş Toprak, Bir Çift Öküz vb.), kimisi ka­ saba ve şehir hayatı üzerine (Bir Şehrin İki Kapısı, Onbinlerin Dönüşü, İzmir'in İçinde vb.), kimisi de Kurtuluş Savaşı üzerinedir (Kalpaklılar, Dolu­ dizgin).

Yazarın, "roman" türü ile ilgili görüşü şöyledir: Roman, değişen toplumu; değişen insanın insanla ilişkisini, toplumla ilişkisini; giderek değişen insanların yeni düşlerini an­ latagelmiştir. (Varlık, Eylül 1977)

İşte bu görüşle, toplumumuzun belli dönemlerini yansıtan romanlar yaz­ m�a girişti�; bunlardan, Türkiye'deki toplumsal, ekonomik ve siyasal olu­ şum ve d�imleri ayn ayn ele aldı� gözönünde bulundurularak, romanları, işlenen konular ve temalar bakımından da sınıflan dınlmıştır: Kurtuluş Sava­ şı (Kalpaklılar, Doludizgin), çok partili döneme geçiş (Yılan Hikayesi), DP dönemi (Bir Çift Öküz), 12 Mart ( 1971) dönemi (Tartışma, Eski Toprak), 12 Eylül ( 1980) dönemi (Mor Ötesi) vb. (Feridun Andaç, "Öyküden Romana Sa­ mim Kocagöz", Varlık, 1989, sayı 982). Yazann romanlarında olsun, hikayelerinde olsun, eserlerin planları - röntgen fılmlerinde etin altındaki kemi.klerin görünmesi gibi- sezilmekte; planlar, anlatılan olayların içinde kaybolmamaktadır.

4

YilAN HiKAYESi

Yazar, kimi hikayelerinde d�dW, Menderes'in taşması, tarlaların su al253

tmda kalması olayını, bu kez başka bir açıdan, bir roman konusu olarak ele aldL Yazar, Yılan Hikayesi adlı romanında, Menderes'in taşmasından çıkar s�layan dalyancı ağa ile tarlaları su altmda kalan köylülerin çatışması üze­ rinde durdu. Bu çatışma çerçevesi içinde, İkinci Dünya Savaşı sonrasında çok partili döneme geçiş, Halk Partisi'ne karşı Demokrat Parti'nin kuruluşu, sırtını CHP iktidarına dayamış olan dalyancı ağanın baskısı altmda ezilen halkın köyde örgütlenen DP'ye umut bağlayışı işlenmiştir. [Balat gölünün sahibi olan ve gölde dalyan kunna tekelini elde eden dalyan ala­ sı, göl suyu düzeyinin yüksek kalması için, devlet eliyle yanntılar (setler, bentler) yaptınnış; Menderes taşınca, bu yanntılar yüzünden köylünün tarlaları su altında kalmıştır. Yinni yıldan beri vergisini verdili halde tarlasından yararlanamayan, dal­ yan alasının tekeli yüzünden gölde balık da avZayamayan köylü gittikçe yoksullaşır. Kaçak olarak balık avlamala kalkışanlar, yakalandıklannda, hem dövülür, hem de balıklar ellerinden alınır. İkinci Dünya Savaşı 'ndan sonra, çok partili hayata geçiş dö­ neminde kurulan Demokrat Parti'ye umut ballanır; 1946 seçiminde köyde DP çogun­ luk saliarsa da (1 78 oyun 118'ini alır), genelde yine CHP iktidarda kalır. Gelecek se­ çimlere kadar dört yıl daha beklenmesi gerektilini ötrenen köylü, öfkeye kapılır, hak­ kını kendi eliyle almala girişir, yanntılan yıkar.]

Romanda "Balat gölü" diye anılan göl, "Bafa gölü"dür. Söz konusu göl, DP döneminde de, 2 7 Mayıs'tan sonraki Milli Birlik Komitesi döneminde de, dalyan �asınm tapulu malı olarak kalmış; olayların anlatıldığı 1946 seçimin­ den 33 yıl sonra, ancak 1979'da, kamulaştırılabilmiş; yıllarca süren o uzun yı­ lan hikayesi de böylece sona ermiştir. Yılan Hikayesi romanı, yayınlandığı yıllarda, yazarın en iyi eseri sayılmış­ tır. Çeşitli konuşmalarında, hikaye ve romanlarını "ilkin sosyal endişe" ile yazm�a oturd$nu, ancak yazma sırasında "sanat endişesinin yakasına ya­ pıştığını", yani "sanat endişesi"nin arkadan geldiğini belirten yazar, bu ro­ manmda da, yığınların hareketini öne almış, kişilerin ruhsal durumları üze­ rinde gereğince durmamıştır. Oysa, Ahmet Harndi Tanpınar'ın söylediği üze­ re, "modern roman ferdin (bireyin) üzerinde döner" ("Romana ve Romancı­ ya Dair Notlar", Edebiyat Üzerine Makaleler, 1969, s. 50). "Psikolojik gerçeklikten yoksun kişilerle roman yazma olanağı yok" görü­ şünde olan bir ineelemed de, Yılan Hikayesi'ni o bakımdan eleştirmiş, şöyle demiştir: ''Yılan Hikayesi" bugün de ilgiyle okunuyor. Ne var ki, bu il-

254

giyi roman öğeleri sağlamıyor, romanda anlatılan olaylar sağlı­ yor. Samim Kocagöz'ün tutumu, bir romancı tutumundan çok bir röportajcı tutumu. "Yılan Hikdyesi", gerçekte, roman olmak­ tan çok, bir romancıya sunulmuş malzemeler toplamı. (...) "Yı­ lan Hikdyesi ", sosyologlar için, köye "çok partili düzen "in girdi­ ğini merak edenler için, bir de, gerçekten "demokrasi" üzerine düşünmek isteyenler için ilginç bir kitap. (Fethi Nac� Türki­ ye'de Roman ve Toplumsal Değişme, ı 98 ı, s. 23 ı-232). İncelemecinin, "psikolojik gerçeklik" görüşüne katılmakla birlikte, eser röportaj niteli� gösterdi� için roman sayılamayaca� görüşüne katılma ola­ na� yoktur. Mektup ve anı yöntemleriyle yazılan romanlar, nasıl mektup ya da anı dı$} de, mektup ya da anı biçiminde birer romansa; röportaj yönte­ miyle yazılan bir roman da röportaj dı$}, röportaj biçiminde bir roman dır. Yukarda da d�ndiğimiz üzere, yazma konusunda, "Beni ilkin tahrik

eden sosyal endişedir. Yazmaya oturunca da sanat endişesi yakama yapışır" diyen Samim Kocagöz, genellikle düz ve kuru bir anlatımla yazar. Ancak, Yı­ lan Hikayesi'nde yer yer şöyle sözlere de raslanmaktadır: Güneşin altın ışıklarıyla boyanan göl... (s. 7) Ovanın ortasından göle seldm verip geçen nehir... (s. 8) Yazar, "sanat endişesi" sözüyle �er bu yoldaki söyleyişleri kastediyorsa, bunlara, "sanat" dı$}, "şairanelik", "edebiyat yapmak" denir. Roman şu cümle ile sona eriyor:

Serin kavakların yelleri, İsmail ve arkadaşlannın, tam on se­ kiz babayiğitin alnından öptü. (s. 2 ı2) Reşat Nuri'nin Çalıkuşu romanmda, "Çalıkuşu"diye anılan Feride ile sev­ gilisi Kamuran'ın ilk defa öpüştükleri aniatıldıktan sonra, romanın şöyle bir çocuksu cümle ile sona erdi�ni, daha önce ilgili bölümde belirtmiştik:

Yanlarındaki ağacın dalında bir çalıkuşu ötüyordu. Reşat Nuri'de gördü�müz bu yoldaki "sanat enşesi"nin (edebiyat yapma kaygısının) Samim Kocagöz'e kadar sürüp geldi� görülüyor. Hikayelerinde oldu� gibi, romanlarında da, edebiyatımııda "özellikle ı950, ı960 sonrasında denenen yeni anlatım biçimleri"ne yönelmemiştir. Bir soru üzerine şöyle der:

Romanı ayakta tutan içeriktir. Öykülerde de öyle... İş, içeri­ ği, aynntıyı anlatabilmektir. Yeni anlatım yine içeriğe dayanır. 255

Söylediğiniz olaylar kılımı kıpırdatmadı. Bildiğim gibi yazdım. ( Gösteri, 1989, sayı 104, s. 27). 1- �daki parçada, dalyan $Sının tutumu yüzünden tar­ lalan su altında kalan ve gölden balık da avlayamaz olan köy­ lülerin geçim sıkıntısına düşmeleri anlatılmaktadır.

- Senin ba{J da ba{Jdı ha... Bir kere bana bir salkım razakı vermiştin. Al­ tın sarısıydı. Hani tadına da diyecek yoktu. Tarladan geliyordum ... çok hora geçmişti do{Jrusu ... - Komşu ... dedi Recep, içini çekerek: Ben, biricik o{Jiumun hayrını gör­ meyeyim, e{Jer ba{Jım için kasavet çekiyorsam. Asıl, şu ba{Jın altındaki otuz dönüm tarlama yanıyorum. Tarlam su altında kalmasaydı, üç dönüm ba{J de­ {Jil mi bu? .. ne yapar yapar gine yetiştirirdim. Nasıl yirmi yıl önce kız gibi bir ba{J sahibi oldumsa gine olurdum. Amma valflkin şu namussuz suyun, yirmi yıldır bekliyorum çekilece{Ji yok. Şaştım kaldım ... - Çekilece{Jine, her yıl biraz daha yükseliyor. Köyümüzün yeri yüksek olmasaydı, çoktan hepimiz bo{Julurduk. - Allah afatı ... ne dersin... - Öyle diyece{Jiz ne yapalım(!) Birbirlerine mfınalı mfınalı baktılar. Yüzlerine acı bir tebessüm geldi. Re­ cep, içini derin derin çekerek: - Ah ... avradını!, dedi; ben bilirim ne yapaca{Jımı ya.. günahlar koyvermiyor... Galip, gözlerini, uzaklara, gölün kenarına dikmişti: - Benim tarladan hiç ümit yok gayri... imanına suyun içinde. Tekrar uzunca bir zaman sustular. Recep, çenesini kaşıdı. Galip, çıkarılan odun parçasını yontmakta devam etti . Recep'in torunları, bataklı{Jın içinde ça­ murdan evler yaparak oynuyorlardı. Galip, gözlerini devirerek: - Bana bak ya irecep, dedi; hani biz, şu gölün yıl yıldan taşmasına, tarla­ larımıza girip bir daha çıkmamasına, hepimizin malının irezil olup, topumu­ zun bir topan ekme{Je muhtaç kalmasına, hep "Allahın afatı..." diyoruz ama lfıfın gelişi bu ... Sen de, ben de, bütün köy de hep biliyoruz işte; bu Allahın afatı de{Jil, kul belfısı... Yirmi yıldır mahkemelere gide gele bütün köyün, hepi­ mizin ifiAhı kesildi. Dünya kadar şu fakirli{Jimizle avukata para yedirdik. Eksik olmasınlar, bazı namuslu beyler, arasıra bize önayak olup, hakkımızı arama­ ya yardım ettiler. Olmadı, olmadı, olmadı. Ne tarlaları sudan, ne de kendimizi açlıktan kurtaramadık. Bunca yıldır, şu gölden bize bir küçük balık tutturmadı­ lar. Bu da mı Allahın atatı? .. Bizim bu tarla, balık meselesi, bir arada. Hepsi, 256

dalyancı a�anın başı altında. Herifte para kuwetli, arka kuwetli. Dalyanına ba­ lık gelsin diye, gölün taşkınla dolması lAzım. Göl, düşerse, kanalın suyu aza­ lır, balık yörümez. O yarıntiları keyfinden mi yaptırdı? Göya devlet yapısıymış. Nehir taşınca, göle sular dolmayasıymış. LAf... Nehir taşar, bizim tarlaları vak­ tiyle su basardı. Ama ekim zamanına kadar sular çekilir, tarlalar tava gelirdi. Üstelik, taşkın, tarlalarda mil bırakır, topraklarımızın canına can katar, toprakla­ rımızı gübrelemiş olurdu. Şimdi, nehir yukarıdan bir vuruyor, taşınca, çekildi mi bu yandan sular gidecek yer bulamıyor, kalıyor tarlaların içinde. öte yaka­ dan göle akan çaylar, gölü şişirdikçe, eskiden bu yarıntılar yoktu, suyun fazla­ sı nehre giderdi. Şimdi önü kapalı... Göl, şiştikçe şişiyor. Al sana bel�yı ... Hem tarlanın vergisini cayır cayır ver, hem de tarlan suyun altında yatsın. Aşa­ �ılık namussuz herif ... Bunca ibadullahın ekm�ini elinden aldı. Neymiş, elin­ de koskoca Allahın gölünün, denizinin tapusu varmış. Ankara'dan ferman çı­ kartmış ... Bu kadar milletin ekm�ini düşünmeden ona ferman verenlere yuf olsun bel.. Sonra birkaç balık tutalım da çoluk çocu�un kursa�ı et görsün ee­ riz, birkaç okka balı�ı tuzlayıp basalım da kış kıyamette aç kalmayalım deriz, herifçi �lu ensemizde. Neymiş, ondan başka kimse gölden balık Mamaz­ mış. Neden tutamazmış? .. Orasına erenler karışır... Üstelik, devlet de herifte birlikte... (Yılan Hikliyesi, birinci kısım, I, 1964, s. 14- 16)

2 - �daki parçada, balıkçı KAmil'in gölde gizlice balık av­ ls.ın$ kalkışması anlatılmaktadır.

Şafak sökerken, a�lar hazırdı... Şimdi alaca karanlıkta köylü, sahile çıkmış, heyecanla a�ları çekiyordu. K�mil, "sekiz kişiyiz" demişti. Fakat şu anda iki taraflı ipiere yapışan, hemen hemen bütün köylüydü. Milletin keyfine, heyecanına p�yan yoktu. Bu öyle bir sevinçli havaydı ki, son gayretleriyle çalışan insanların, coşkun bir sükCıtunu taşıyordu. Paçalar sıvanmış, ceketler bir yana atılmıştı. Gece yarısından son­ ra, aylardır sazların arasında saklı duran Balıkçı KAmil'in ihtiyar kayı�ı haZJıan­ mış, a�lar yerleştirilmiş, gine KAmil'in bahsetti�i sekiz kişi - Recep ve Galip ­ küreklere yapışmışlardı. işten, di�er köylünün şafak sökerken haberi olmuştu. Herkes, avcıların yardımına koşmuştu. Biliyorlardı ki, bu en aşa�ı üç günlük �az meselesiydi. KAmil, balıkların satılması bahis mevzuu olmadı�ı için, bü­ tün köylüsü ile bunları paylaşmaya çoktan razıydı. Aynı zamanda, onları bir daha seferki kazançlı çalışmalara teşvik etmek istiyordu. Onun, istikbal için planları büyüktü ... Arkadaşlarının başında kaptan kesilmişti. Onlara, gayret,e­ mirler, kumandalar veriyor; onlarla beraber şevkle, yavaş yavaş gelmeye baş­ layan a�ın ipierine yapışıyordu. 257

AQ, yüklüydü. Daha şimdiden, tavada ketalların nasıl cızırdayarak kızara­ caQından bahsedenler vardı. Fakat bu konuşmalar, sanki biri duyacakmış gi­ bi, çalışan adamların mırıltısı halindeydi. Gün doQmadan, işi bitirmek için ça­ balıyorlardı. Çalışma, Recep'in evinin önünden köyün kahvesine doQru uza­ nan yolun üzerinde careyan ediyordu. Recep, on sekiz yaşında bir delikanlı kesilmişti. Ortalık aQardıkça, yeni yeni yardımcılar köyün içinden kopup geli­ yordu. Sahil, bu sırada da, seyircilerle dalmaya başlamıştı. Çalışan adamların karıları, çocukları yolun üzerine toplanmışlar; erkeklerini, babalarını, kardeşleri­ ni heyecan ve biraz da teiAşla seyrediyorlardı. KAmil neşeli bir sesle baQırdı: - Aman Allahl.. AQ çok yüklü, gittikçe aQırlaşıyor. ÇekemeyeceQiz... Tok bir ses: - Evelallah çekeriz bel cevabını verdi. Bu sesi bir koro ahengi takip etti: - Çekeriz ... Ya Allahhhhhl... Bu sırada Recep'in gözü, kendi evinin duvarı dibine üç avanesi ile oturan ve bet bet onları seyreden muhtara ilişti. ÇektiQi ipi bırakmadan, dirseQi ile önündeki Galip'i dürttü. O, yüksek sesle herkese duyurarak: - Canı cehenneme deyyusunl... diye baQırdı. Herkes başını çevirip, muhtarın onlara baktıQı kadar, muhta­ ra ters ters baktılar. Bir anda sanki sözleşmiş gibi gine bir koro ahengi ile gür­ lediler: - Canı cehenneme deyyusunnnnnl... Millet, bir kere daha işten başını kaldırdıQı vakit, muhtar, üç dalkavuQu ile, elini arkasına vurmuş, uzaklaşıyordu. Arkasından: - Ya Allahi çektiler. Kadınlar, kızlar, çocuklar, hırslı gözlerle arkasından baktı. Köylü­ nün, balıktan ziyade muhtarla meşgul olduQu bu sırada, gölün ortalık yerin­ den bir gürültü koptu: Kocaman bir motor, hışımla, homurdanarak, son süra­ tiyle balıkçılara doQru gelmeye başladı. Bütün köy, şaşkın, önce gelene, son­ ra birbirlerinin yüzüne bakakaldılar. Şaşkınlık Anı geçince, KAmil: - Gayret arkadaşlari Herifler gelmeden balıkları alalım ... diye baQırdı. Bu Ana kadar balık çekenleri seyreden karı, kızan, kısaca bü­ tün köy, yamaçtan aşaQı doQru koptular. Hepsi birden aQiara yapıştılar. AQ, sahile yirmi metre kadar yaklaşmıştı. Motor, bütün hızı ile geliyordu. Yaklaştık­ ça, motorun burnunda dikili duran iki adam farkedilmeye başladı. AQı çeken erkekler, somurtmuş, derin bir süklıt içinde, fakat gayretle çalışıyorlar, kadın­ lar ve çocuklar çıQiıklar koparıyorlardı. Hepsi, tutup çektikleri ipin ucuna iki ta­ raflı dizilmişlerdi. Dizilerin ucu, yola kadar çıkmıştı. Motor, biraz daha yaklaşın258

ca, KAmil'le Recep dayanamadılar. Kenardaki sandala doQru koştular. Re­ cep, KAmil kadar çevikleşmişti. Küreklere yapışan KAmil: - Biz, diye baQırdı, herifleri oyalarız; siz, balıkları çekinl... Sahildeki kalabalıQın içinden uzun boylu, iç donu ile suyun içinde uQra­ şan bir genç: - Olur! diye cevap verdi; anasını, avradını ... deyusları, gelip çatsınlar ba­ kalım görelim ... isaaa br� hemşerilerl ... Recep'le KAmil'in kayıQı aQın önüne varınca, motorla burun buruna geldi. Motorun burnunda duran adamlardan biri, onların kayıQına, elinde tuttuQu uzun bir sırıkla şöyle bir dokundu; kayık, fırıldak gibi olduQu yerde döndü. Motor, gazı kesti, içinde balıkların oynaştıQı aQın üzerine doQru kaydı. Sonra· bir kavis çizerek, aQiara kıçını döndü. Oradaki bir adam, ucu motordaki uzun bir ipe baQiı bir çengeli, aQiarın üzerine atıverdi. Bu manzara, sahildeki köylü­ yü şaşırttı . Biran, durakladılar. Galip, baQırdı: - Ne duruyonuz bel ... Asılınl... Köylüler, bir kargaşalık ve gürültü içinde aQın ipierine yapıştı. Sesler, artık uQultu haline gelmiş, hiçbir laf anlaşılmıyordu. Sadece millet, bütün kuwetle­ ri ile, karı, kızan, çoluk çocuk aQiara yapışmış, asılıyordu. Motor da arkasın­ daki borudan kesit bir duman çıkararak köylüyle beraber aQiarı, attıQı ve tak­ tıQı çangelin ucunda sürüklemeye çalışıyordu. KAmil, tekrar küreklere yapış­ tı. Motorun attıQı çangelin ipine yanaştı. Recep, çakısıyla ipi kesrnek için uQ­ raşmaya başladı. Motor, gazı kesti. Geri geri geldi. iki kişi sandala atladı. KAmil, bunları göQüsledi. Fakat bu mücadele kısa sürdü; herifler, tuttukları gibi, Kamil'i suya atıverdiler. Recep, sandalın burnunda, çöküp kalmıştı. Ne yapacaQını, ne edeceQini şaşırmış, sakalları diken diken olmuş, yüzü bem­ beyaz kesilmişti. Hiç kıpırdamıyordu. Adamlar, onu ellemediler; sandalı bir iple güzelce motora baQiadılar. Bu arada KAmil, sahile doQru yüzmeye baş­ lamıştı. Galip, motorun bu duraklamasından istifade eden köylüye bir kere daha: - Ne duruyonuz bel ... Asılınl... diye baQırdı. Asıldılar. Fakat bu arada motor, tekrar harekete geldi. Köylü asıldı, motor asıldı. Ve motor, aQiarla beraber, köylüyü de çekmeye başladı. Yüzler, adaleler gerilmiş, dudaklardan dökülen küfürler, motordakilerin si­ garalarından tüten ince dumanların bile istikametini deQiştiremiyordu. AQın arasındaki balıklar oynaştılar, zıpladılar ve kaçışmaya başladılar. Şimdi, aQ, düz bir ip halinde motorun arkasında sürüklenmeye başlamıştı. Recep'in bir taş parçası gibi içinde oturduQu sandal da aQia beraber gidiyordu. AQiarı çe­ ken köylünün sesi kesilmişti. Sadece artık suların içine kadar dalmışlar, hırs­ la, inatla asılıyorlardı. 259

KAmil, sırılsıklam, kenara çıktı. Yorulmuş, bitmişti. Bir yana, çamurların içi· ne çöktü. Bitkin bir sesle: - Koyverin gayri, ne balıklardan, ne de benim a�dan hayır kaldı. Be�en· dikleri yerlerine soksunlar, geçmişini... deyyuslarıl... dedi. U.kin millet, bir kere celallanmıştı ... Onu dinlemediler. Uzun boyiL delikanlı, var kuvvetiyle ipiere yapışmış, suların derinli�ine do�ru sürükleniyor­ du. Galip, takatsız, ona yaklaştı. Onu, ellerinden kollarından tutup geri çekti. Ötekiler de artık mücadelenin boşlu�unu anladılar. Geri çekildiler. MOtor, a�ı ve sandalla beraber Recep'i sürükledi gitti. Onun arkasından, kayboluncaya kadar, kadınlar dolu gözlerle, çocuklar şaşkın, erkekler ise kinle, çatiayacak kadar çarpan kalbieriyle baktılar, baktılar... Sonra, yanan gözlerin içindeki ka­ derler eridi, düşmanca ışıklar belirdi. Daha sonra da köylü, sessiz sedasız da­ �ılıverdi. (Birinci kısım, ı, s. 2 1-26)

3 - Aşqıdaki parçada, 1946 seçiminde, köyde Demokrat Par ti kazandı� halde, genelde Halk Partisi'nin kazanması i1zeri· ·

ne, öfkeye kapılan halkın yanntıları yıkması anlatılmakta­ dır.

Herkes birbirine soruyordu: - Ne ed�iz şimdi?... - Ne yapalım? .. Ne edelim... ismail en sonunda bu suale cevap vermek mecburiyatinde kaldı. Bu ara­ da kasabaya varmış gelmiş. O da, aynı suali yukardan sual etmişti. Bu sualin cevabı kendisinin de hoşuna pek gitmemişti. Hele köylüsünün beQenece�ini hiç ummuyordu. Fakat başka çaresi yoktu. Köylü, "Ne olacak şimdi?" sualini sordu�u zaman toptan başını çevirip ismail'e bakıyordu. Bu bakışlar, bu sual­ ler, ismail'i yıkıyor, eritiyor, çileden çıkarıyordu. Hani birkaç zaman daha ge­ çerse, bütün kabahati ismail'e yükleyivereceklerdi. O zaman ayıkla pirincin ta­ şını. Zaten şimdiden bir fısıltı köyü almış yürümüştü. - ismail'de kabahat yok emme, ne de olsa başımıza geçti. "Yaparız, ede­ riz" diye attı tuttu. Bunun böyle olaca�ı belliydi. Bizim köyle devlet işinin bit­ meyece�ini bilmeliydi. Ona göre çare bulmak iiAzımdı. deniyordu. ismail'in uzun zaman a�zını bıçak açmadı. Fakat en sonunda dayanamadı. Hani bu sefer de konuşmaısa bir daha kahveya adım atamaya­ ca�ını biliyordu. Kahve, tatil günü oldu�u için, tıklım tıklımdı. ismail, bilerek geldi, bir kenara oturdu. Osman, kahvesini önüne korkan, yavaşça fısıldadı: - Ne edece�iz ismail? Millet neredeyse bize dönecek! ismail: 260

- Bugün, bu işi halledeceaim. cevabını verdi. Etraftan ona yarım aaızla birer "Merhaba" çektiler. LAf döndü dolaştı. Alayla karışık: - E... lsmail, ne adeceaiz şimdi? ...'ye geldi. lsmail, yavaş yavaş ayaaa kalktı. Kahvenin ortasına geldi durdu. Kasaba­ da Sahir Bey'den öarendiai sözleri bir kere aklından geçirdi. Herkes ona, "daha söyleyecek nesi kaldı ki. .." diye, tuhaf tuhaf bakıyordu. - Bir milletin ... , dedi lsmail; bir milletin siyasi hayatında dört yıl hiçtir. Tam dört yıl daha bekleyeceaiz. n yeni seçimlere kadar. Bu iş çocuk oyun­ caaı deaiı. Memleketin kaderi kısmeti var ortalıkta. Anladınız mı? ... Doarusu, kimse bir şey anlamamıştı. Anlayanlar da anlamak istemiyorlardı. Kahvenin içinde bir sıkıntı rüzgArı esti: - Dört yıl ha ... Geçl... dediler. lsmail: - Bunca yıldır beklediniz, dört yıl daha bekleyemez misiniz? Partimiz an­ cak bütün memlekette duyuluyor. Gelişiyor. Göreceksiniz, dört yıl sonra mec­ listeki mebusların hepsi bizden olacak. Üstelik size verilen sözümün yarısını tutabileceaim. Yakında muhtar seçimleri olacak. Köyün içinde muhtarın pabu­ cunu eline vereceaiz. Nasıl bu sefer kazandıksa, muhtar seçimini de öyle ka­ zanacaaız... - Orası yüzde yüz. Durmuş Aaa muhtarlıaa yakışıyor. dedi Osman. Köylü bu sözleri tasdik etmekle beraber pek üzerinde dur­ madı. "Bu iş, çantada keklik .. .'' denildi. Kuytu bir köşeden elindeki sigarayı yere atarak yaşlı, şimdiye kadar köyün içinde varlıaı yokluau bir olan Hüseyin ses­ lendi: - oalum lsmaill - hep o tarafa döndüler - bu dediklerinde hep haklısın. LAkin, yirmi yıldır, bu aylar, bu ekim ayları geldi mi, tariamın içinden su çıkmı­ yor. Süremiyorum. Ölmeden önce tariarnı süremezsem, gözlerim açık gida. cek. Bir dört yıl daha yaşamak için Allahla kontratım yok... Yavaş yavaş lsmail'in yanına geldi. Bütün gözler parlamış, ihtiyarın ne de­ mek istediaini anlamışlardı. lsmail'in içi ürperdi. Hüseyin, onun omuzuna da­ yanarak durdu: - Biz zeybek, komiteci adamlardık gençliaimizde. Hakkımızı aramaya gi­ riştik mi, kelleyi kottuaa alırdık. dedi. Kahvenin içinde sandalyeler gürültü çıkardı. Çok kimseler ayaaa kalkmıştı. Ihtiyar, devam etti: - Cümleniz, benim kim olduaumu bilir. lstikiAI Harbi'nde Gökçen Efe'nin kızanlarındandım ... - Receb'e döndü - HiiAfım var mı lrecep? ... 261

ismail'in babası, elleri ayakları titreyecek, ferahlı bir sesle, - Hiçbir hiiAfın yok kardeşlik.... cevabını verdi. Hüseyin, dimdik dikildi. Fakat ismail, onun sözünü kesti: - iyi hoş, amcacıQım emme, çok şükür şimdilik memleketi gAvur basmadı. ismail'in bu yatıştırma siyaseti para etmedi. - ı:,ırak, Hüseyin amca lafını bitirsin... diye bir gülürtü koptu. ihtiyar tok bir sesle devam etti: - Bazen müslümanlar da müslümanların hakkını arar. Biz silah filan kulla­ nacak deQiliz. Çapa kürek neyimize yetmez? Bu sözler üzerine kahve karıştı. Tam on dakikada ismail, ancak sükCrtu iade edebildi. - Bunca yıldır, bir toprak duvar, bir yarıntı, bir bent, tarlalarımızdaki su­ yun akıntısını koyvermiyor da, biz, bu toprak yıQıntısını devirivermesini bilemi­ yoruz. Yazıklar olsun kalıbımıza kıyafetimizel ... - Yaşa a{lam, varoll... - Ne duruyoruz!... gürültüsü, kahveyi temelinden aldı götürdü. Recep, bu gürültü sırasında ortaya geldi, gözler bu sefer ona döndü; o, oQiuna şöyle bir baktı. ismail, ye­ rin dibine girdi. - Bunlar da... diye, öfkeyle baQırdı, bunlar da "gencim, delikanlıyım, cart curt'' diye, ortalıkta dolaşır. -Sonra Hüseyin'e döndü. - Biz, genç olmalıydık. Bunların eline bakmazdık... Pehlivan Yusufun, bu sözler, ismail'den çok aQrına gitti. Balıkçı Kamil'in ayaQına basarak hızla ortaya atıldı: - Biz de ölmedik bel... Yalnız şimdiye kadar istedik ki, işler kanunla, ni­ zamla görülsün... - Ortalıkta kanun, nizarn kalmadı gayri. .. diye, baQırışıldı. ismail, önce heyecana kapılmıştı. işin, en sonunda bu kar­ teye geleceQini evvelden, çoktan kestiriyordu. So{lukkanlılıQını muhafaza et­ meye gayret elderek, lafların akışının nereye dayanacaQını beklemeyi akıllıca buldu. Kahveci Osman, düşüneeli düşüneeli söze karıştı. Sesi hakim, sözleri tumturaklıydı: - Bana bakın ... Burada verilecek karar, herkesin isteQi olduQundan karar­ dır. Lakin, diyeceQim şu ki, gider, bantleri yıkarsak, bu devlet malına tecavüz sayılır. Bunu kaç kere tahkik ettik. Avukatlar da, hakimler de, beyler aQalar da böyle dediler. Bizim tarlalardaki suyu tutan bantleri devlet yaptırdı. Büyük ara­ ziyi su basmasın diye buna bir de kulp taktılar. Belki de aslı var. Belki de yok. Asıl bu işin kimin çıkarına olduQu belli. Biliyoruz. 262

- Biliyoruz!.. Biliyoruz!... - Dalyan meselesi... - Yıkıverelim bantleri olsun bitsin. - Tarlalarımızdan su çıksın. Bir aya kalmaz süreriz. - Bakalım, sadece bu bent mi sebep? - Laf karıştırma ... Başka ne olacak ki? ... - Ortalıkt� dalyancı a!;)a var... - Bize ne?.. - Taşkın olmazsa dalyanına balık yürümez ... - Bize ne? ... - Göldeki balıkçıklar bize yeter artar bile... - Allahın gölü işte... Biz neden balık tutmayacakmışız? Sade bizim köy mü... Gölün dört başındaki bütün köyler doya doya balık yesin. Ya herrü ya merrü... Bu her kafadan çıkan sesleri, Osman tekrar bastırdı: - Cahillik etmeyin. Ben de sizinle beraberim. Lakin bilmiyormuş gibi et­ meyin. Yıllar yılı, bu meseleler, mahkemelerde süründü, süründü... En sonun­ da herif, Şurayı Devlet'ten ferman aldı. Kılına dokunamayız... Balıkçı Kamil'in kara yüzü kıpkırmızı kesilmişti. - Nerden ferman alırsa alsın... Bize net.. Koskoca bir göl nasıl bir tek adamın malı olurmuş? ... Ona yüz kere, "Bre a!;)a, sen de tut, biz de şu balık­ tan geçinelim" dedik. Sanki koca deniz gibi gölün balı!;)ı kalmayacakmış gibi, bizden tuzlayıp yiyece!;)imiz balı!;)ı esirgedi. - Kamil, haklı. Do!;)ru laf ediyor. - Do!;)ru olmasına do!;)ru. Lakin önce tarla işi halledilmeli. - Olunca ikisi birden oldu demektir. - Ne duruyorsunuz!... -diye kahvenin alt başından biri ba!;)ırdı - gidip şu bentlerin işini görüverelim. Kahve, yerinden oynadı. (...) Kamil, kapıya yürüdü. Osman: - Vay anam vayl..., diye narayı bastı, bugünleri görecekmişiz ... Allahını seven beni tutsun!... Tezgahın altından bir çapayı kapıp yürüdü. ( ...) Kahvenin içinde hemen hemen kimsecikler kalmamıştı. ismail, bir sigara yaktı. Durdu, bir an etrafına bakındı. Sonra a!;)ır a!;)ır köy meydanına do!;)ru yürüdü. Geldi, kava!;)ın altında durdu. Rengi uçmuş, ince burma kara bıyıkları dimdik olmuştu. Hiçbir şey dü­ şünemiyordu. Kararını vermişti: "Mademki bu milletin önüne geçtim. Onların 263

vebalini boynuma aldım. Ne isterlerse yapaca�ım. Onlann vebali, benim ve­ balim. Onların kaderi benim kaderim demektir. Burdan öteye resmi vazifem bitti . Köylüm böyle istedi. Allah yardımcımız olsun.'' Bu karardan sonra içi fe­ rahladı. Bir sigara daha yakıyordu ki, kahvenin alt başından bir kalabalık kop­ tu. Önde, Yusuf, kocaman kalıbı ile bir çapa, bir de kürek omuzlamış, arkasın­ da KAmil, Osman, geliyorlardı. Asıl, bunların arkasında bütün köy vardı. Karı kızan, çoluk çocuk. Erkekler önde büyük bir kafile olmuşlardı. ismail, gözleri­ ne inanamıyordu. Bu kadar kalabalı�ın, bütün köyün, işten ne zaman haberi olmuştu? TelAş az sürdü. Kava�ın altında taş parçası gibi dikildi kaldı. Köy de gelip karşısına dikildi. lsmail, sakin bir sesle sordu: - Ne bu be ... Bütün köy mü ayaklandı? ... Yusuf: - Bu bir şey de�il. Hayvana binen öteki köylere haber götürdü. Sen, kala­ balı�ı yolda görürsün. cevabını verdi. Kalabalı�a lsmail, şöyle bir baktı. Gözlerine inanamıyordu. Karısıyla, anası, babası Recep'in sa�ına soluna dikilmişlerdi. Karısının bir elin­ de kürek vardı. öteki eliyle küçük kızının kolunu tutuyordu. O�lu Mehmet, b yundan büyük bir çapayı sırtlamış, dedesinin önüne düşmüştü; gözlerinden ateşler saçarak, dimdik durmuş, lsmail'e bakıyordu. Galip, omuzunda bir kü­ rek, kayıtsız, a�ındaki sigarayı tüttürüyordu. Ihtiyar karısı, ona sokulmuştu. Daha kalabalı�ın içinde neler yoktu, kimler yoktu... lsmail'in tarifi müşkül bir ruh haliyle gözleri kanncalandı. Fakat kendisini çarçabuk toparladı. Boauk bir sesle: - Bu iş, -diye ba�ırdı - karı kısmının işi d�il. Karılar geri bassın. Ellerinin hamuruyla erkek işine karışmasınlar... Köy halkı bir dalgalandı. Sonra taş gibi hareketsiz kaldı. lsmail: - Size diyorum. Karılannıza söyleyin, evlerinize varsınlarl... KAmil, yanındaki karısının omuzuna vurdu: - Bu gelmek isterse ben karışmam. Nasıl benim gibi irey sandı�ına kA�ıt attıysa, bu işde de irey vermek kendi hakkıdır... Gözler, KAmil'den lsmail'e döndü: -. Hepiniz böyle mi diyorsunuz? ... Kimse cevap vermedi. Taş kesilmiş gözlerle ona baktılar. Bu yüz çift gö­ zün bakışından lsmail ürktü. A�ır a�ır Yusufa yaklaştı. Onun elindeki çapayı aldı. Yusuf, sadece kürekle kaldı. Sonra başını kaldırdı: - Yürüyün öyleyse!... Köy, yürüdü. (İkinci kısım, IV, s. 202-208)

264

4 - Aşae:ıdaki parçada, köytı gelen savcırun, yarıntılan yık­ mak için köylüyü kışkırtanları sorguya çekmesi ve tutukla­ ması anlatılmaktadır.

Kasabadan aJAkalıların, jandarma kumandanı ve müddeiumuminin otomo­ billerle gelip, yarıntılarda, bentlerde yapılan tahribatı keşfi, bir saat daha aldı. Bu zaman zarfında evli evine, köylü köyüne varmıştı. iş, çoktan bitmişti. Ak­ şam karanlıQı basarken, köy odasının önüne konan bir masanın başında müddeiumumi, zabıtların tutulmasını, sorguların yapılmasını bitiriyordu. ( ...) Yazı makinesi son defa şakırdadı. Sonra, hepsini masanın önüne dizdiler. Tam on sekiz kişiydiler: ismail, Osman, KAmil, Yusuf ve köyün diQer eli kolu tutar delikanlıları. lmzalar, zabıtların altına atılmadan ewel, genç, yaQız yüzlü müddeiumumi, lsmail'e sordu: - Yaptıklarınızı demek inkAr etmiyorsunuz? ismail, sakin: - Etmiyoruz. cevabını verdi. - Köylüyü başta sen, sizler demek teşvik etti niz? - Evet. - Sonunu düşünmediniz mi? ( ... ) Devlet malına tecavüzün cezası aQırdır. lsmail, bir adım ileri çıktı: - lfademizde de dediQimiz gibi, yıkılan bentlerin devlet malı olduQunu bil­ miyorduk. Jandarma kumandanının arkasında oturan muhtar, ihtiyar heyetinin arasından ayaQa kalktı: - Domuz gibi bilirler. Nasıl bilmezlermiş? .. diye baQırdı. Müddeiumumi, ona: - Sana bir şey sormadım muhtar efendi. dedi. Muhtar yerine çöktü. lsmail'e döndü: - Şimdi sizin hepinizi tevkif ediyorum. Devlet malı olsun, herhangi bir va­ tandaş malı olsun, yaptıQınız iş tecavüzdür. Bu, mahkemede anlaşılır. imzala­ yın bakalım dediklerinizi. lmzaladılar, imzaladılar... Parmaklar basıldı. Sonra birden, müddeiumumi­ nin sesi deQişti: - E... ismail, bu resmi iş artık bitmiş sayılır. Mahkemeye intikal ediyor. Hiç deQilse mahkeme devam ettiQi müddetçe mahpusta yatacaksınız. Söyle bakalım, seni kanunu nizarnı bilir diye, bu köye parti reisi seçmişler. Bu iş böyle mi olacaktı? ... Bu türlü elinize ne geçti? ... Ne geçecek? ... ·

265

Bu sual, ismail'in yüzünde saf, çocuk bir tebessüm uyandırdı. Elinde evi­ rip çevirdiQi kasketini başına geçirdi: - Elimize ne mi geçti bey, çok şey geçti. ÇocukluQumdan beri ilk defa tarlalarımızı aQız tadıyla bir kere sürebileceQiz. Sular, deryalar gibi nehre, dal­ yana yürüyor. Tarlalarımız kurtuldu. MahpusluQa gelince, itlik uQursuzluk et­ medik. Haram mala göz dikmedik. Namusumuzla yatar yatar çıkarız. Yarıntıla­ rın tekrar yapılması, yıl işi. O zamana dek partimiz elbette bu işin kanun yo­ luyla bir çaresine bakar. - Kanunu beklemeniz l�ımdı. - Bana göre hava hoş. Aç açına ne kadar bekleyebilirim. Allah bilir. Gelgelelim, bu köyün çoluk çocuQu kanundan anlamaz ki... Acından ölüverirler. Topraklarımıza biz mahpustayken ihtiyarlar buQday ekecekler. Belki de biç­ mak bize nasip olur... Müddeiumumi düşüneeli düşüneeli gülümsedi: - Bu sözlerin de zapta geçsin mi... Belki lehinize faydası olur. ismail, gözleri pariayarak sert bir şekilde cevap verdi: - Biz, tükürdüQünü yalayan kişilerden deQiliz bey. Ne söyledimse söyle­ dim. Tek bir lAfımı geri almıyorum. Alaca karanlık iyiden iyiye basmıştı. Serin bir akşam rüzgArı, köy meyda­ nındaki kavaQın yapraklarını okşadı. Meydanın etrafında bütün köy, ortalıkta olup biteni seyrediyordu. ismail'in sözleri çabucak köyün bir başından öte ba­ şına kadar dolaştı. Gübre yıQınlarının, viran duvarların üzerindeki yıQınlar, uzaktan uzaQa ismail'e sessiz bir sevgi alkışı tuttular. Gölgeler kıpırdadı. Se­ rin kavakların yelleri, ismail ve arkadaşlarının, tam on sekiz babayiQitin, alnın­ dan öptü. (İkinci kısım, IV, s. 210-212)

266

ORHAN KEMAL ( 19 14-1970)

HAYATI: Orhan Kemal, Ceyhan'da (Adana) doA"du ( 15.9. 1914). Asıl adı ve soyadı "Mehmet Raşit ÖA'ütçü"dür. Babası avukat Abdülkadir Kemali ( 1887-1948), Birinci Büyük Millet Meclisi'nde Kastamonu milletvekili ve adalet bakanı olarak çalışmış ( 1920-1923), daha sonra Adana'da "Ahali Cumhuriyet Fırkası"nı kurmuş ( 1930), Ahali adlı bir gazete çıkarmış; hükü­ mete muhalefet ettiA'i için baskı göreceA'ini anlayınca, Suriye'ye kaçmış ( 193 1), sonra Lübnan'a geçmiş, oralarda geçim sıkıntısı çekmiştir. Orhan Kemal, ortaokul üçüncü sınıfında iken babasının yanına gitt� Beyrut'ta onunla birlikte sürgün hayatı yaşadı, bir basımevinde işçi olarak çalıştı (bu dönemi Baba Evi adlı romanında anlattı), ertesi yıl Adana'ya döndü ( 1932), yeniden okula girmed� bir süre başıboş bir hayat sürdü (bu dönemi Avare Yıllar adlı romanında anlattı) ; daha sonra, bir pamuk fabrikasında çok kü­ çük bir ücretle kitiplik, ambar memurluA"u yaptı ( 1932-1938); bir tüccarın önerdiA'i hiyleli işi reddedince, iftiraya uA'fadı, işinden çıkarıldı ( 1938); aske­ re alındı, bir ihbar üzerine, "Nazım Hikmet'in kitaplarını okuduA"u iddiasıy­ la", Ceza Yasası'nm 94. maddesine göre yargılandı, 5 yıl hapis cezasına çarp­ tırıldı; Kayseri, Adana, Bursa cezaevlerinde yattı ( 1938-1943); Bursa cezae­ vinde, Nazım Hikmet'in yardımıyla, kültür ve sanat bilgisini geliştirdi; ceza­ evinden çıktıktan sonra, Adana'da kısa bir süre sebze nakliyeciliA'i yaptı; da­ ha sonra, Verem Savaş Dem� B� ve Bahçeler Dem� Etıbba Odası gibi kuruluşlarda çalıştı; Demokrat Parti iktidara geçince işlerine son verildi ( 1950). Bu dönemde çeşitli dergilerde çıkan hikayeleri ve basılan ilk roman­ lan ile sanat çevresinde ilgi çektiA'i için, hayatını kalemiyle kazanmak düşün­ cesiyle İstanbul'a gitti ( 1 950). İstanbul'da, çeşitli dergilerde basılan hikayele267

ri; gazetelerde tefrika edildikten sonra kitap haline getirilen romanlan; ayrı­ ca, yazd$ fılm senaryolan ile kıt-kanaat geçinm�e çalıştı; para sıkıntısı çek­

tiW-ni bilen yayınevlerince hayatının sonuna kadar sömürüldü (Bir yayınevi­ ne, üç romanını 2.500 liraya vermek zorunda kald$nı, Sam.im Kocagöz'ün bir Jlçıklamasından �eniyoruz [Gösteri, 1989, sayı 104, s. 28)). Bu dönemde, bir hikaye kitabı (1\rka Sokak) dolayısıyla; bir de, yine bir "ihbar" üzerine, "hücre çalışması ve komünizm propagandası" yaptıW iddia­ sıyla iki kez tutuklandı ( 1956, 1966) ise de, her ikisinde de heraat etti. 1967'den sonra çeşitli hastalıklara yakalandı; sa�tılmak için gitt� Bul­ garistan'da geçirdW bir kriz dolayısıyla yatırıld$ Sofya devlet hastanesinde öldü (2.6.1970). Cenazesi İstanbul'a getirildi, Zincirlikuyu mezarlıWna gö­ müldü. Orhan Kemal, Kardeş Payı ve Önce Ekmek adlı hikAye kitaplanyla iki kez Sait Faik hikaye arm�ını ( 1958, 1969� yine Önce Ekmek adlı kitabıy­ la Türk Dil Kurumu hikaye ödülünü ( 1969) kazandı. Ölümünden sonra, aile­ si tarafından, "Orhan Kelam roman ödülü" kuruldu ( 1971). ESERLERi: H i k ay e : 1 - Ekmek Kavgası ( 1949) 2 - Seçilmiş Hikfiyeler Dergisi (Orhan Kemal özel sayısı, 1950, sayı 30-3 1) 3 - Sarhoşlar ( 195 1) 4 - Çamaşırcının Kızı ( 1952) 5 - 72. Koğuş ( 1954) 6 - Grev ( 1954) 7 - Arka Sokak ( 1956) 8 - Kardeş Payı ( 1957) 9 - Babil Kulesi ( 1957) 10 - Danyada Harp Vardı ( 1963) l l İşsiz ( 1966) 12 Önce Ekmek ( 1968) 13 - Kilçukler ve Bilyukler ( 1971) -

-

Uzun H ikaye: 14 - Serseri Milyoner ( 1957) 268

15 - 72. Kojuş ( 1958; genişletilmiş tek hikAye) 16 - Küçücük (1960) 17 - Mahalle Kavgası (1963) Ölümünden sonra, bütün hik&yeleri, yeni adlarla, altı ciltte toplanmıştır:

Orhan Kemal'in Hikd.yeleri (Bilgi Yayınevi) 1. Yağmur Yüklü Bulutlar ( 1974) 2. Kırmızı Küpeler ( 1974) 3. Oyuncu Kadın ( 1975) 4. Grev ( 1975) 5. Serseri Milyoner·- İki Damla Gözyaşı ( 1976) 6. Arslan Tomsen ( 1976) Roman:

18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42

- Baba Evi ( 1949) - Avare Yıllar (1950) - Cemile ( 1952) - Murtaza ( 1952) - Bereketli Topraklar Ozerinde ( 1954) - Suçlu ( 1957) - Devlet Kuşu (1958) - Vukuat Var (1959) - Gd.vurun Kızı ( 1959) - Dünya Evi (1960) - El Kızı ( 1960) - Hanımın Çiftliği ( 1961) - Eskici ve Oğulları ( 1962, Eskici Dükkd.nı adıyla 1970) - Gurbet Kuşları ( 1962) - Sakaklann Çocuğu (1963) - Kanlı Topraklar ( 1963) - Bir Filiz Vardı ( 1965) - Müfettişler Müfettişi ( 1966) - Yalancı Dünya ( 1966) - Evierden Biri ( 1966) - Arkadaş Isiıkiarı ( 1968) - Sokaklardan Bir Kız ( 1968) - Oçk{Jğıtçı < 1969) - Kötü Yol (1969) - Kaçak ( 1970)

HiKAYELER

Orhan Kemal, şür yazarak yazı hayatma girdi İl.k.in hece ölçEŞ ile; daha sonra, Nazım Hikmet'in etkisinde kalarak, özgür nazımla yazdı. Kayseri ce­ zaevinde başlayıp hapisten çıktıktan sonra da sürdürd� bu şairlik dönemi sekiz yıl kadar sürdü ( 1939-194 7). Yedigün, Yeni Mecmua, Yeni Edebiyat, Ye­ ni Ses, Gün, Yürüyüş dergilerinde yayınlanan bu şürlerde, "Raşit Kemali", "Orhan Raşit", en sonra da "Orhan Kemal" imzalarını kullandL Hece ölçEŞ ile yazılanlar gibi, özgür nazımla yazılanlar da, o dönemde Türk şiirinin ulaş­ tı� aşamanm çok gerisinde kalmış ürünlerdir. Orhan Kemal, Bursa cezaevinde, yine Nazım Hikmet'in önerisiyle, hika­ ye ve roman alanlannda çalışma�a başladı. Yayınlanan ilk hikayesi, sonra­ dan Baba Evi adlı romanma aldı� Balık'tır (Yeni Edebiyat, 1940). İlk hika­ yeleri, Yeni Edebiyat, Yürüyüş, İkdam, Yurt ve Dünya, Adımlar gazete ve der­ gilerinde yayınlandı ( 194 1-1943). Hapisten çıktıktan sonra Varlık, Seçilmiş Hikd.yeler Dergisi, Gün, Yığın, Yaprak vb. dergilerinde basılan hikayeleriyle adı duyulm�a başladı; Varlık dergisinin okuyucular arasında açtı� bir so­ ruşturmada, 1945 yılının en bejtenilen hikayecisi seçildi. Orhan Kemal, bir çok yazara yöneltilen, "Sanat endişesiyle mi, yoksa sos­ yal endişe ile mi yazarsınız?" sorusunu, en dowu biçimde yanıtlamıştır: Bu iki endişe birbirinden ayrılmaz bir bütündür. (..) Sanat­ çı, sosyal endişelerini sanat yoluyla belirten insandır. (Mustafa Baydar, Sanatçılarımız Ne Diyorlar, 1960, s. 1 15)

Aynı konuşmada, "Hikayenin konusu mu, yoksa yazılış şekli mi daha önemlidir?" sorusunu da, aynı yolda yanıtlamıştır: ·

Bu da birbirinden ayrılmaz bir bütünse de, bence konusu da önemlidir. (. ..) Muhtevd. dediğimiz öz, biçim dediğimiz şekli ta­ yin eder. Meseld. bir terzi, elbiseyi rasgele yapmaz; kumaşı kesip biçeceği bedenin ölçüsünü alır peşin, kumaşı sonra keser. Yani 270

evveld beden, ondan sonra kuma§, daha sonra da bedene göre el­ bise. (Baydar, age., s. ı ı5)

Yine aynı konuşmada, "Hikayelerinizin konulan yaşanmış mıdır, hayali midir?" sorusunu da şöyle yanıtlamıştır: Önemli olan, gerçekten olmuş olması değil, olabilip olama­ masıdır. (age., s. ı ı4)

Bu noktada, Namık Kemal'in "roman" tanımlamasıyla birleşmektedir: Romandan maksat, geçmemişse bile geçebilir olan bir vaka­ yı ahlak ve töreler ve duygular ve olasılıklar ile ilgili türlü açık­ lamalanyla birlikte tasvir etmektir. (Namık Kemal, Mukaddi­ me-i Celıil)

Orhan Kemal'in hikayeleri olaylar üzerine kurulmuştur. Konularını ge­ nellikle gözlemlerden çıkarır. Fabrikalarda çalışmış, İstanbul'da kenar ma­ hallelerde yaşamış olması, ona, geçim sıkıntısı çeken köylü ve kentli yoksul insanları yakından tanıma olana� vermiştir. Ben çok iyi bildiğimi yazmak isterim. Yazmak için görmeli­ yim, ya§amalıyım. (. . .) Ben tanıdığım insanlan yazdım. (Nurer U�rlu, Orhan Kemal'in İkbal Kahvesi, ı973, s. 45)

diyen yazar, bir fotoğraf makinesi gibi, sadece gördüğünü aktarmakla yetin­ meyip, gördüğünü eleştirel gerçekçi bir tutumla işlemiş; insanın kişiliW-ni ve eylemlerini toplumsal koşullar oluşturdugu düşüncesiyle, toplumsal bozuklu­ gun nereden gelciWni, bu bozukluklan kaldınnak. için ne yapmak gerekti�­ ni sezdirmeıle çalışmıştır. Yazar, toplumun bozdugıi en olumsuz kişilerin da­ hi olwnlu bir yanı bulund$ kanısındadır. İnsano�lundan umudunu kesmiş d�dir, ona karamsar bir gözle d�, hoşgörüyle bakar. "Ey insanoğlu, ken­ di ellerinle bozduğun toplum düzenini gene sen, kendi ellerinle düzeltip, ken­ dini kurtaracaksın" der. (U�rlu, age., s. 45) Bir incelemecinin saptadı�na göre, Orhan Kemal'in hikayeleri, konu özelliklerine göre, beş küınede toplanır: Çocuk hikayeleri (çocukları konu olarak işleyen hikayeler), hapishane hikayeleri, işçi hikayeleri, küçük insan hikayeleri, aşk hikayeleri (kadın-erkek ilişkilerini işleyen hikayeler). (Hik­ met Altınkaynak/Asım Bezirci, Orhan Kemal, ı977, s. ı56) Bütün bu hikayelerde ele alınan kişiler, işçi, ırgat, küçük memur, işsiz, di­ lenci, bekçi, çöpçü, işportacı, mahpus, gardiyan, odacı, köylü, hamal, şoför, orospu vb. dir. Bunlar hep yoksul, ezilmiş kişilerdir. Arka Sokak adlı kitabı 27ı

dolayısıyla yargılanırken, yargıç, "Konularını neden hep fakir fukaradan, iş­ çilerden al�ı; Türkiye'de varlıklı insanların, iyi yaşayanların olup ol­ ma�ı" sordutunda, yazar: "Ben gerçekçi yazarım. En iyi bildiğim konula­

n alınm. Varlıklı yurttCl§lann yCl§ayışlannı bilmiyorum, nasıl yCl§adıklann­ dan haberim yok. " demişti (Yeni Adam, Nisan 1965). Onun hikAyelerinin ço­

� ekmek peşinde koşan insanların serüvenleri üzerine kurulmuştur. Kitap­ larından ikisine, Ekmek Kavgası, 6nce Ekmek adlarını vermesi de anlamlı­ dır. Orhan Kemal, kişilerin ruh hallerini, uzun uzun anlatmalarla dEtll, kişile­ rin konuşmaları ile verir. Bir çeşit "röportBj tekn�" ile çalışan yazar, hikAyelerinde olsun, roman­ larında olsun, şive taklitlerine çok geniş yer vermiştir. Bunun nedenini şöyle açıklar:

Siz sosyal konularla uğraşan bir yazarsanız ve yazdığınız hi­ kdye yahut romanda bir çeşit röportaj demek olan usulle çalışı­ yorsanız... Yani tiplerinizin ruh tahlillerini siz değil, bizzat ken­ dilerine yaptırmak istiyor, bunun için de muhdverenin diyalekti­ iine bCl§vuruyorsanız, şive farkını muhafazaya mecbursunuz. (...) Yazar olarak kendimi aradan çekip, okuyucumu anlattığım şeylerle bcış bCl§a bırakıyorum. (...) Şiveyi yazar yapmıyor, tipleri yapıyor. (. . .) Aksi halde tipler arasındaki özellik kaybolur; batün tipler aynı dille, yazann diliyle konuşur ki, bu yalancılıktır. (Baydar, age., s. 1 16; aynca bk. U�lu, age., s. 4 7-48)

REVIR MEYDANClSI YUSUF Revir meydancısı Yusuf, Trakya'nın kıraç bir köyündendi. Bir gece, koyun çalma{la gelen bir hırsızı öldürüp gömmekten on sekiz yıla hüküm giymişti. Hapisaneye düştükten sonra sık sık memleketini hatırlar, iri çoban köpekleri­ nin gürler gibi havlayarak dolaştı{lı koyun sürülerini, tarlalara yiyecek götüren kadınları, mavi göklerde kıpkırmızı akan bul•.ıtları görür gibi olur, garip garip içini çekerdi. Şimdi, revir "malta" sının bir köşesindeki karyolasına sırt üstü uzanmış, gene memleketini düşünüyor, bir taraftan da a{lırlaşan gözkapaklarını zorla açarak tavana bakıyordu.

272

Beyaz badanalı tavanda bir tahtakurusu gözüne ilişti. Dikkatle baktı, ta­ mam, bir tahtakurusu ... Geceyi hatırladı: llık ılık kımıldayan havasıyla aQır ge­ ce... Taze buQday tanelerine benzeyen diri tahtakuruları, sanki avuç avuç ser­ pilmişti. Insanın vücudunu ürperterek haşlıyorlardı, insan iki yana çarpındıkça eziliyor, leş gibi kokuyorlardı. Yusuf, "Uian ne boktan işi" diye aklından geçirdi, "Çobancılıkta ne tahtakurusu olur, ne bir şey... Ah çobancılık, şimdi olmalı ki..." Bu sırada ecza odasının önünde iki hasta iri iri konuştu: - Teriedin mi? - Tabii yahu... - Ya ben? Mintan nereme deyse ateş dokunmuş gibi ''akıyor... Yusufun gözleri tekrar tavandaki tahtakurusuna ilişti. "Uian namussuz, şiştin şiştin yürüyemiyorsun deQil mi?" diye söylendi. "YataQı, yorganı, som­ yayı, yastıkları bir güzel filitlemeli. Filitlemeli mutlaka .. Su kaynatıp karyolayı tekmil haşlamah..." Karyolasında doQruldu. Kalın bilekli, iri yumruklarıyla uykulu gözlerini ova­ ladı, esnedi... "YataQı güzelce kaldırmah, diye tekrar aklından geçirdi, somya­ da da tahtakurusu kaynar şimdi ... Somyayı da haşlamadan olmaz ... " Bu işi yapmak için geç kalmış gibi bir rahatsızlık duyarak karyoladan te­ IAşla atladı. Ecza odasından filit tulumbasını aldı. Küçük teneke pompaya "Likrol" doldurdu. Sonra, geldi, karyolasındaki battaniyesini yere serdi, yorga­ nı, yastıkları çabucak battaniyeye indirdi. Bu işi yaparken ılık ılık terliyor, "Ka­ zan kulpu" na benzeyen simsiyah kaşlarından sızan teri koluyla siliveriyordu. Ot somyanın üstı:inden yataklar kalkıverince, aydınlıQa çıkan tahtakuruları kaçışmaQa başladılar. Yusuf keyifli keyifli gülerek, kaba bir küfür savurdu. Tu­ lumbayı kaptı, şehvetli bir hamleyle pompayı iki sefer bastı. ÇaQırdılar: - Yusufl Yusuf pompayı bırakıp seQirtti. - Buyur... - Bir bardak su getiri Yarım kalan işini düşünen dalgın Yusuf çabucak bir bardak su doldurup götürdü ve karyolasına döndü. Pompayı aldı. Yarım kalan iştihasıyla yeni baş­ tan, iki sefer daha sıktı, üçüncüyü sıkmaQa .vakit kalmadı. - Yusufl Gene pompayı bırakıp koştu. - Buyurl Bu sefer ecia odasından seslenmişlerdi. - Git, çayla şeker all Uzatılan parayı, içini çekerek aldı. Alnından sızan teri silerek revir kapısına

2 73

yürüdü. Çıkarken başını çevirip karyolasına, bilhassa filit tulumbasına hazin hazin baktı, mardivanleri hızla indi. O gittikten sonra mutfaktan, hasta ko�uşlarından seslendiler. - Yusuf! - Yusuf! - Yusuf laaanl Yusuf çayla şekeri alıp getirdi, sahibine verdi. lşıl ışıl parlayan terli, esmer yüzünü nasırh avuçlarıyla silerek karyolasının yanına geldi. Tulumbayı aldı, sı­ kacaktı ki: - Yusuf! "Eeeeee ... " diye bir küfür mınidanarak mutfa�a se�irtti. Aşçıbaşı onu sert karşıladı: - Nerdesin lan? Sabah beri teiiAI olduk... Yusuf, Yusuf, Yusuf, yok. Adam olmayacak mısın sen be? - Çay alma�a gittim a�a... - Çay alma�a gitmiş... Hep dalga .. Doldur şu kovalani Yusuf yutkunup sustu. Kovaları kaptı. Uzun boyuyla revir kapısında kay­ boldu. Çabucak bu işi de görüp bir an ewel karyolasına gelmek, tahtakurula­ rı da�ılmadan pompalamak istiyordu. Kovaları doldurup getirdi, mutfa�a bıraktı. Dirsekierine kadar sıvalı iri kolla­ rını bö�ürlerine dayayarak, kısa boylu aşçıya baktı. "işim bitti mi, gideyim mi?" der gibi. Aşçı ocakta kaynayan taneerelere dalmış, düşünüyordu. Yusuf usullacık sıvıştı. Karyolasına geldi. Elini pompaya tam uzatırken, gene: - Yusuuuufl Sanki' mahsus yapıyorlardı ... Revir halkı söz birli�i etmiş, Yusuf tahtakuru­ larını öldüremesin, tahtakuruları bu gece de onu yesin, diye işe tutuyorlardı. Şimdi de revir kapısı çahnmıştı... Pompayı gene bıraktı, koştu, kapıyı açtı. Pansurnan yaptırma�a gelen adamı içeri aldı, demir kapıyı usullacık kilitledi, sonra gene karyola ve filit tulumbası. Bu sefer de öteki sıhhiye: - Yusuuufl Yusuf gene koştu, gene bir şey ısmarladılar. O gene hep aynı itirazsız, şi­ kayetsiz, kocaman bir erk�in biraz kızgın uysallı�ıyla gitti , ısmarlananları al­ dı, geldi, yerlerine verdi. Bu sırada gözü revirin duvar saatına ilişmişti. "Uiaaan, ikindi olmuş bel" diye mırıldandı. "Nerdeyse hastalar akşam yeme�ine oturacak ... Ondan son­ ra sota süprülecek, ondan sonra bulaşıklar, ondan sonra su taşınacak, on­ dan sonra..." 274

Filit tulumbasını kaptı, iki defa hırsJa pompaladı. - Yusufl Gene aşçı ça�ırmıştı. Aşçının içeri içeri, kanlı gözlerini ayıra ayıra, küfrede ede söz söyleyişini hiç sevmezdi... Tulumbayı bırakıp koştu. - Hazırla şu sofrayı... Masayı çek, tabakları diz, kaşıkları... Yusuf masayı çekti, tabakları dizdi, kaşıkları koydu. Bütün bunları ola�a­ nüstü bir çabuklukla yaparken, işi erken bitirirse hastalar yemek yerken, bula­ şık vaktine kadar "şu namussuz tahtakurularını" pompalayıvermeyi aklından geçirdi. Dışardan ça�ırdılar: - Yusufl Aşçıbaşı'ya hastaların yemek kaplarını veriyordu, aldırmadı. - Yusuufl Gene aldırmadı. Bu sefer ses gürledi: - Yusuuuufl Yusuf telaşla koştu. Aşçıbaşı zaten sıcak mutfa�ı hamama çeviren maden kömürü oca�ının önünde haşlanmışa dönmüştü. Yusufun "gene niçin işi bı­ raktı�ının" farkında de�ildi. Şimdi yanında bulunmayışına müthiş kızdı: "Uian hey Allah belfını versin bel Kovmalı bu deyyuso�lu deyyusu ... Amma dalgacı yahu ... Avaz avaz ba�ırdı: - Yusuf, Yusuuuf, Yusuuuuufl Yusuf bunu sahiden duymadı. Aşçının ona seslendi�i sıra, o, revir sotası­ nın alt başında, sıhhiye mahkumlardan birisiyle konuşuyordu: - Bu karyola neden da�ılmış? - diye çatık kaşlı sıhhiye, Yusufun karyola­ sını göstererek sordu. - Amma da intizamsız herifsin bel Somya bir tarafta, yataklar bir tarafta, pompa öbür tarafta... Hele pompa .. O senin eline yakışır mı, ayı! Ya müdür filan gelse de görse bunları böyle? Ha? Ne olur sonra? Topla kaldır haydi ... Yusuf yerdekileri kaldırırken aşçı tekrar, hem de daha beter, gazaplı gazaplı, ba�ırdı: - Ulan dinini imanını ... evladıl Sıhhiye mahkum ecza odasına çekilmişti. Yusuf aşçıbaşının sesine koştu: - Ne cehenneme gittin gene hergele? Tam bu sırada revir kapısı hızlı hızlı çalındı: - Nerde buranın anahtarı? - Heeey, kapıcı? - Buranın adamı yok mu, öldünüz mü be heeyl l l Başgardiyan bıçak ve esrar aramak için gelmişti. içeriye usullacık girip, "

.

275

hastalan yataklarında bastırmak istiyordu. Fakat böyle yaygaraya verilip orta­ lık ayaaa kalkınca, tabii hastalar çoktan işi anlamış, şimdiye kadar bıcaklar da, esrarlar da "zula"