136 88 1MB
Turkish Pages 233 [118] Year 2011
BİR AŞK HİKAYESİ: MELEK(ELİF) Hasan Algül
9
Bir Aşk Hikayesi: Melek(elif) CİNİUS YAYINLARI ÇAĞDAŞ TÜRK YAZARLARI | ROMAN Babıali Caddesi, No. 14 Cağaloğlu - İstanbul Tel: (0212) 5283314 — (0212) 5277982 http://www.ciniusyayinlari.com [email protected] Hasan Algül BİR AŞK HİKAYESİ: MELEK(ELİF) Yayına hazırlayan: Zeynep Gülbay Kapak tasarımı: Diren Yardımlı Dizgi: Neslihan Yılmaz BİRİNCİ BASKI: Ekim, 2011 ISBN 978-605-127-337-2 Baskı ve cilt: Kitap Matbaacılık Sanayi ve Ticaret Ltd. Şti. Davutpaşa Cad. No. 123 Kat 1 Topkapı, Zeytinburnu İstanbul Tel: (212) 482 99 10 Sertifika No: 16053 © HASAN ALGÜL, 2011 © CİNİUS YAYINLARI, 2011 Tüm hakları saklıdır. Bu yayının hiçbir bölümü yazarın yazılı ön izni olmaksızın, herhangi bir şekilde yeniden üretilemez, basılı ya da dijital yollarla çoğaltılamaz. Kısa alıntılarda mutlaka kaynak belirtilmelidir. Printed in Türkiye
Hasan Algül
BİR AŞK HİKAYESİ: MELEK (ELİF)
T
akvim yaprakları 10 Nisan 1998’i gösteriyordu. İncirli caddesi o gün de, her zaman yaşadığı yoğun cumartesi günlerinden birini yaşıyordu. Cadde araçlarla doluydu, trafik yavaş yavaş ilerliyordu. Nisan güneşi insanların yüreğini ısıtıyordu. Kaldırımlar kalabalık insan yığınlarıyla dolu; insanlar güzel, güneşli bir bahar gününün tadını çıkarıyordu. Eren Can’ın en çok dikkatini çekenler el ele, göz göze gezen çiftlerdi. Onlara haset ve gıptayla bakıyordu. Ruhunun ebedi eşi olan Melek de şimdi onun yanında olsaydı da, beraber yürüselerdi; yürürken onlar da el ele tutuşup, birbirlerinin gözlerine bakıp, sevgi sözcükleri söyleselerdi… Eski ahşap köşkün yanından geçerken, ‘…belki Melek de, eski zamanların birinde burada yaşamıştır,’ diye düşündü ve bu düşünce çok hoşuna gitti. Belki o da, kendisinin şu anda yürüdüğü, ayağını bastığı kaldırımlara basmıştı. O Melek ki, rüyalarında gördüğü ve bir gün kesinlikle kavuşacağına inandığı ruh eşiydi. O gün, hava güzel olduğu için Bakırköy’e gidip; hem gezmeye hem de okumak için birkaç kitap almaya karar vermişti. Böylece iyice monotonlaşan hayatında çok küçük de olsa bir değişiklik yapacaktı. Önce sahilde bir süre yürüdü. Ama sahilde tek başına;
6 |
beraber yürüyen çiftleri görüp, onlara gıptayla bakarak yürümek pek hoşuna gitmediği için ve belki de Melek’e rastlamak umuduyla, Özgürlük Meydanı’na gitmiş ve oradan da İncirli caddesine geçerek kalabalık yığınlarının arasına dalmıştı. Caddenin sonuna geldiğinde geri döndü ve nedenini bilmediği halde Belediye Otobüs Terminali’ne doğru yürüdü… Hem böylece bir değişiklik daha yapmış olacak ve hep minibüs ile eve giderken, bu defa belediye otobüsüne binecekti… Son günlerde yaptığı her şey aynıydı. Programlanmış bir robot gibiydi; hafta içi her gün işe gidiyor, hafta sonları ise, evde oturup ya televizyon izleyerek vakit öldürüyor ya da işinde daha fazla başarılı olabilmek için, eğer varsa, yeni çıkan kanunları ve yasaları inceliyordu. Hayat, onun için sadece bu kadar aktiviteden ibaretti. Ne bir sosyal hayatı vardı ne de bir aşk hayatı. Son birkaç yıldır ciddi anlamda bir kız arkadaşı olmamıştı. O her zaman bir arayış içindeydi ve ne aradığını da çok iyi biliyordu... Ruhunun ebedi eşini, Melek’i arıyordu! Birkaç sene öncesine kadar birçok kız arkadaşı olmuştu. Her seferinde hüsrana uğramış, karşısındaki insanın aradığı melek olmadığını fark etmişti. Ve bu durum onun mutsuzluğunu ve umutsuzluğunu daha da arttırmış ve en sonunda şansını zorlamamaya, her şeyi oluruna, yani kaderine bırakmaya karar vermişti. Ruhunun ebedi eşini arıyordu. O ruh kim bilir şu anda dünyanın neresinde, hangi kızın bedenine can veriyordu. Ama ne olursa olsun, ikisi bir yerde buluşacaklardı. Bu ikisinin de kaderiydi, çünkü onlar ruh eşleriydi. Bu düşüncelerle otobüs terminaline geldi. Bineceği otobüsü bulmak için peronları tek tek dolaşmaya başladı. 98 numaralı perona geldiğinde, ansızın onu otobüs beklerken gördü. Gözlerine inanamıyordu! Oysa onu bir gün bulacağından o kadar emindi ki… Ve şimdi onu bulmuştu, işte orada duruyordu! Evet, bu o idi: Melek! Hava hafif rüzgârlıydı. Yüzüne çarpan rüzgâr; güzel, yeşil gözlerini kısmasına neden oluyor, ara sıra da saçlarını dağıtıyor ve
zülüflerini gözlerinin önüne döküyordu. O da beyaz, narin ellerinin zarif parmaklarıyla bu zülüfleri tekrar geriye doğru itiyor ve saçını düzeltiyordu. ‘Evet…’ dedi, kendi kendine. ‘O gerçek bir melek.’ Rüyalarında gördüğü ve âşık olduğu kız. Onu gördüğü ilk rüyasından beri hep bu anı beklemişti. Sekiz yıl önceydi... O zamanlar Melek daha on dört yaşında olmalıydı. Yeşil gözleri ormanlar kadar derindi ve saçlarının kızıl rengi güneşin batışını andırıyordu adeta. Eren Can ise on yedi yaşında idi. Melek’e ilk defa o zaman âşık olmuştu ve her insan ruhunun ebedi bir eşi olduğuna ilk defa o zaman inanmıştı. İşte Eren Can’ın ruhunun ebedi eşi de bu melekti. O günden sonra, geceleri; uykularında ne görse, ne düşünse hep Melek’le ilgili oluyordu. Aşkı, mutluluğu rüyalarında yaşıyordu ve uyanınca gerçek hayata dönmenin verdiği mutsuzluk ve acı başlıyordu. Onunla gerçek hayatta da bir gün karşılaşabileceği umudu bu mutsuzluk ve acıya karşı tek dayanağıydı. Sekiz yıldır geceleri rüyalarında sık sık Melek’i görüyor ve her gece yatarken rüyasında onu tekrar görebilmek, onunla tekrar konuşabilmek istiyordu. Yıllar geçtikçe sadece rüyalarında gördüğü ve konuştuğu Melek de onunla beraber, rüyalarında büyümüştü. Gerçi son birkaç yıldır rüyalarında eskisi kadar sık görmüyordu Melek’i. En son beş ya da altı ay önce görmüştü rüyasında. Onu gerçekten bulacağına olan inancıysa zamanla azalmıştı. Şimdi ise Melek oradaydı işte! Sadece otuz metre ilerisindeki duraktaydı ve otobüs bekliyor olmalıydı. Heyecandan kalp atışları hızlanmış, bütün vücudunu bir sıcaklık sarmıştı… Melek’i ilk defa gördüğü rüyasını hatırladı. Bir masaldaydı sanki… Bir eski zaman düğününde. Düğünün yapıldığı yer kocaman bir ovayı andırıyordu. Gökyüzünde mehtap vardı, mehtabın altında da gülen, oynayan ve ne kadar mutlu oldukları yüzlerinden kolayca okunan bir dolu insan. Çok güzel bir gelin vardı, çok yakışıklı da bir damat. İkisi de çok mutluydular.
| 7
8 |
‘Birbirlerine çok yakışmışlar’ diye düşündü Eren Can. Çevresinde tanıdığı hiç kimseyi göremedi. Oysa çok dikkatli bakmıştı etrafına. Tekrar gelin ve damadı izlemeye başladı umutsuzluk içinde. Ve aniden Melek’i gördü! Gelinin hemen yanında duruyordu. Bir peri kadar güzeldi. Hem zaten, giydiği beyaz elbiseyle de bir periyi andırıyordu… O kadar heyecanlandı ki, sanki kalbi yerinden fırlayacakmış gibi hızla atıyordu. Bir an için sanki cennet bahçesindelerdi ve orada yalnız ikisi vardı… Belki, Âdem ve Havva da cennet bahçesinde bu şekilde karşılaşmışlardı…‘Bu peri, gelinin kız kardeşi olmalı, hem onun kadar güzel, hem de ona benziyor,’ diye düşündü Eren Can. Melek de onu fark etmişti. ‘Kim bu yabancı, nereden geldi?’ diye düşünüyor olmalıydı. Bu yabancıyı ondan başka fark eden olmamıştı. Melek yavaş yavaş ona doğru yaklaştı ve bir adım önünde, tam karşısında durdu. “Merhaba,” dedi ve ardından, ‘Sen kimsin?’ diye sordu. “Ben bir yabancıyım, çok uzaklardan geldim buraya, ama nasıl geldiğimi ben de bilmiyorum,” dedi ve, “Benim adım Eren Can, peki senin adın ne?” diye sordu. “Benim adım da Melek. Ve o güzel gelin de benim ablam, damat ise artık eniştem olacak,” diye cevap verdi Melek mutlulukla. “Gerçekten de bir melek kadar güzel, bu güzelliğe verecek başka bir isim bulamazlardı zaten…” diye düşünürken, dans müziği çaldığını ve gelinle damadın dans ettiğini fark etti. Melek’le dans etmek için büyük bir istek duyuyordu. ‘Fakat Melek de ister mi benimle dans etmeyi?’ dedi kendi kendine. Sonra bütün cesaretini toplayıp, Melek’e dans teklif etmeye karar verdi. Gözlerini onun yeşil gözlerine dikerek: “Benimle dans etmek ister misin Melek?” dedi. “Evet, tabii ki isterim!” Birlikte dans etmeye başladılar... Artık yeryüzünde değillerdi, sanki gökyüzünde, yıldızların arasında dans ediyorlardı. Eren Can Melek’in gözlerine bakmaktan alamıyordu kendini. Melek’in
yeşil gözleri ormanlar kadar derindi ve insan bu derinliğin içinde kendini kaybediyordu adeta. “Bence bu düğünün en güzel ikinci kızı sensin…” dedi Eren Can, Melek’in gözlerinin içine bakarak. “Birincisi kim?” diye sordu Melek yüzündeki hayal kırıklığı ifadesiyle. “Ablan.” Şaşırmıştı Melek, biraz kızmış, biraz da kıskanmıştı ablasını. “Neden ablam?” diye sordu merakla. “Çünkü bence, gelinler her zaman düğünün en güzel kızlarıdır da o yüzden...” Sabah olmuş, Eren Can uyanmıştı. Hala gördüğü rüyanın etkisindeydi. Bunun bir rüya olmadığına ve gerçekten yaşadığına yemin edebilirdi. Bütün gün gördüğü rüyayı ve Melek’i düşündü. Bir an önce uyumak ve rüyasında Melek’i tekrar görmek istiyordu. Akşam olduğunda çok yorgun bir şekilde eve döndü. Okul ve dershaneyi birlikte yürütmek Eren Can’ı çok yoruyordu. O yine de hayatından memnundu. Çünkü üniversiteyi kazanmak için çok çalışması gerektiğinin farkındaydı. O gece şiir yazmak için dayanılmaz bir istek duyuyordu içinde, bu, hayatında yazdığı ilk şiir olacaktı. Eline kâğıdı ve kalemi alıp yazmaya başladı... Eren Can birden tüm düşüncelerinden sıyrıldı, neden sonra fark etti; Melek’in beklediği otobüs gelmiş ve Melek otobüse binmek için bulunduğu yerden otobüse doğru yürümeye başlamıştı. Biraz sonra kuyruk bitmiş, sıra Melek’e gelmişti. ‘Hayır!’ dedi Eren Can, ‘Seni bu kadar çabuk kaybedemem.’ Elini cebine attı. Cebinde eski bir otobüs bileti vardı. Hızla otobüse doğru koştu, otobüse bindi, biletini attı ve kalabalığın arasında Melek’i aramaya başladı… İşte! Melek oradaydı; otobüsün orta kapısının karşısındaki tekli koltukta oturuyordu. Kalabalığı yararak ona yaklaştı ve oturduğu koltuğun hemen yanında durdu. Şimdi ona o kadar yakındı ki, kendini tutmasa ona sarılacak ve yıllardır
| 9
içinde biriktirdiği sevgi sözcüklerini onun o güzel kulaklarına fısıldayacaktı. Otobüs hareket ettiğinde akşam güneşi cama vuruyor ve Melek’in yüzü bütün güzelliğiyle otobüs camından içeri yansıyordu. Eren Can kendinden geçmiş bir halde, Melek’in otobüs camından yansıyan güzelliğini izliyordu. Başka birisi Eren Can’a baksa; herhalde onun bu kadar hayran bir şekilde İstanbul sokaklarına baktığını sanırdı. Eren Can’ın aklına Melek için yazdığı ilk şiir geldi. Şimdi bu şiiri yazdığı için daha fazla mutluydu. Bir masal gecesi; Gördüm seni peri kızı. O anda aydınlattın gecelerimi, Göklerin en parlak yıldızı... Erken açan güllerin en güzeli, Güzel gözlü, kumral saçlı peri; Âşık oldum sana, Bir masal gecesi… Hiç ayrılmamalıydı yolumuz, Böyle söylemeliydik sözümüz, Sonsuzluğa gitmeliydik ikimiz, Bir masal gecesi… 10 |
‘Melek hangi burçtan olabilir?’ diye düşündü. Sonra, ‘Kesinlikle Boğa burcu olmalı’ diye kendi kendine yanıtladı. Bu kadar güzel bir kız ancak boğa burcu olabilirdi ona göre. ‘Eğer Boğa burcuysa doğum günü çok yakın olmalı, bugün Nisan’ın 10’u ve Melek’in doğum günü önümüzdeki bir ay içinde olabilir...’ Eren Can bunları düşünürken, otobüs Melek’in ineceği durağa
yaklaşmıştı. Melek yavaşça yerinden kalktı, otobüsün durması için basılan düğmeye bastı ve inmek için hazırlandı. Otobüs durdu. Melek otobüsten indi – tabii Eren Can da hemen arkasından– hızlı adımlarla yürümeye başladı. Bütün cesaretini topladı ve Melek’le gerçek hayatta da tanışmaya karar verdi. Zaten biliyordu ki, eğer bunu yapmazsa kendisini hayatı boyunca asla affetmez ve mutluluğu asla yakalayamazdı. Çünkü Melek’in gerçek hayatta yaşadığını bildiğinden asla hiçbir kıza gerçekten âşık olamaz ve hayatı boyunca kafasında bir soru işaretiyle yaşardı. ‘Acaba?’ Evet bu soru hayatı boyunca onun peşini bırakmazdı..‘Acaba tanışsaydık ne olurdu?’, ‘Acaba o da beni sever miydi?’ ‘Acaba âşık olduğu ya da şu anda birlikte olduğu birisi var mıydı?’ Gerçi evli, nişanlı ya da sözlü olmadığını düşünüyordu. Çünkü ellerine bakmış, neyse ki parmaklarında herhangi bir yüzük görmemişti. ‘Acaba gördüğü rüyalarını ona anlatsa, kendisine inanır mıydı?’ ya da ‘Acaba Melek de onun gördüğü rüyalardan görmüş olabilir miydi?’ Usulca yanına yaklaştı ve, “Merhaba,” dedi. Şaşırmıştı Melek; duyduğu bu yabancı ‘Merhaba’ karşısında. Yavaşça geriye dönüp, bu yabancı sesin sahibine baktı. Şimdi Eren Can ile göz göze gelmişlerdi. Bu bakış o kadar derin, o kadar yeşil ve doğaldı ki, Eren Can bir an için ruhunun bu bakışlar içinde eriyeceğini sandı. Böyle bir bakış için insan ruhundan ve hayatından vazgeçip, kendisini tamamen bu bakışların sahibine teslim edebilirdi. Zaten onun şu anda yaşadığı hayat da; susuz, vahasız ve serapsız bir çöl gibiydi. Bu bakışlar onun için; sonsuza kadar mutlu bir şekilde yaşayabileceği, doğal, derin, yeşillikler içindeki bir cennet parçası gibiydi. “Affedersiniz! Siz Melek misiniz?” Bu sorunun hangi anlamda sorulduğunu anlamamıştı Elif. Bir isim olarak mı yoksa bir varlık olarak mı? Hem kimdi bu yabancı? Bir tanıdığına mı benzetmişti Elif’i, yoksa asılıyor muydu ona? “Hayır, benim adım Elif. Ama arkadaşlarım bana genellikle Melek derler, iyilik meleği…”
| 11
12 |
Bu sözleri söylerken Elif’in yüzünde, içinde biraz da alay olan bir gülümseme belirmişti. ‘Melek acaba benimle dalga mı geçiyor?’ diye düşündü Eren Can. “Peki, ben de size Melek diyebilir miyim? Çünkü Melek ismi size çok yakışıyor. Tek eksiğiniz onlarda bulunan kanatlarınız…” Sıcak bir gülümseme ve yumuşak bir ses tonuyla konuşuyordu Eren Can. Elif, hiç tanımadığı birine bu kadar çabuk ısındığına şaşırmıştı. Kötü birine benzemiyordu. Oldukça da yakışıklı sayılırdı, insana güven veren bir yüz ifadesi vardı. Boyu Elif’ten biraz uzundu ve güzel, bal rengi gözleri vardı. “Siz kimsiniz, Don Juan mı? Ben size nasıl hitap edeceğim?” “Benim adım Eren Can. Ama siz bana istediğiniz şekilde hitap edebilirsiniz. Yine de benim için en güzeli Eren Can demeniz olur.” “Tamam, Eren Can! Tanıştığımıza çok sevindim. Şimdi eve gitmek istiyorum. Tabii izin verirsen!” Eren Can daha yeni farkına varmıştı Elif’in oturduğu apartmanın önünde durduklarının. “Son bir isteğim var. Bir daha seninle nasıl görüşebiliriz? Bana telefon numaranı verir misin?” “Benimle tekrar görüşmeyi gerçekten istiyorsan eğer, bunun bir yolunu arayıp sen bul,” dedi Elif, bütün genç kızların içinde bulunan beğenilme merakı ve isteğiyle. Ardından anahtarla apartmanın dış kapısını açtı, içeri girip kapıyı kapattı. Elif merdivenleri koşarak, bir çırpıda çıktı ve ikinci kattaki dairelerinin kapısının önünde durdu. Kalbi güm güm atıyordu. Kalbinin bu kadar hızlı atmasının nedeninin biraz önce yaşadığı heyecan mı yoksa merdivenleri hızla çıkması mı olduğunu anlayamamıştı. Kapı ziline bastı. Kapıyı annesi Gül Hanım açtı. “Hoş geldin kızım.” “Hoş bulduk anne, nasılsın?” “İyiyim kızım. Sen nasılsın? Günün nasıl geçti?” “İyi geçti anneciğim. Önce Sevdalarda oturduk, sonra biraz
gezdik ve sinemaya gittik. Sinemadan çıktıktan sonra da ben eve döndüm.” Elif doğruca mutfak camına gitti ve Eren Can’ın hala apartmanın kapısının önünde olup olmadığına baktı. Eren Can gitmişti. Eren Can geriye dönmüş, Elif ’in oturduğu apartmanın birkaç sokak ilerisinde, Elif ’in arkasından, onu takip ederek yürüdüğü sokaklardan geçerek otobüs durağına gidiyordu. Heyecandan içi içine sığmıyordu. Rüyalarındaki Melek’le gerçek hayatta da tanışabilmişti en sonunda. Onun rüyalarında âşık olduğu Melek; Elif ’ti. Onunla konuştuktan sonra bundan kesinlikle emindi artık. Yalnız bir sorunu vardı, hem de onun için çok büyük bir sorun. Melek, Eren Can kendisinden telefon numarasını istediğinde, ‘Benimle tekrar görüşmeyi gerçekten istiyorsan, bunun bir yolunu arayıp sen bul…’ demişti ona. Ve sanki kanayan yarasına sürülen bir parça merhem gibi söylemişti bu sözleri. Oysa onun aklına hiçbir şey gelmiyordu, beyni durmuştu sanki. Bir an için geri dönüp evlerinin kapısını çalmayı ve ‘Seni seviyorum, yıllardır hep seni aradım. Çünkü sen, ruhumun bu dünyadaki tek eşisin,’ demeyi bile düşündü ama yapamadı. Çünkü bu şekilde davranmanın her şeyi mahvedecek bir delilik olduğunu biliyordu… Eren Can otobüs durağına varmıştı. Yakındaki bir büfeden bilet aldı ve otobüsü beklemeye başladı… İlk gelen otobüse binecek ve otobüsün gittiği en son durağa kadar gidecekti. Eve gitmek istemiyordu, çünkü yalnız kalmaya ve düşünmeye ihtiyacı vardı. Tek düşünebildiği şey ise Melek’le tekrar görüşebilmek için nasıl bir yol bulabileceğiydi. Birkaç dakika sonra bir otobüs geldi. Eren Can hiç düşünmeden otobüse bindi. O sadece yalnız kalmak ve rahatça düşünmek istiyordu. Sadece Melek’i düşünmek… Boş bir koltuk buldu ve cam kenarına oturup dışarıyı izlemeye başladı. Otobüs hareket etti, Küçükçekmece’yi yavaş yavaş geride bıraktı. Eren Can, Melek’i düşünüyordu. Onu otobüs durağında ilk gördüğü anı, bindikleri otobüsün camında Melek’in güneş
| 13
14 |
ışığından yansıyan güzelliğini, ona usulca yaklaşıp merhaba dediğinde Melek’in geriye dönüp bakışını… Ne kadar yeşil ve derin gözleri vardı. ‘Bir insanın o güzel gözlerin derinliğinde kaybolmaması imkânsız…’ dedi kendi kendine. Onu gördükten sonra artık kesinlikle emindi; şimdiye kadar hiç kimseyi sevmemiş, hiç âşık olmamıştı. Hiçbir kıza baktığında bu kadar heyecanlanmamış, kalbi onun için bu kadar hızlı çarpmamıştı. Elif ’in o yeşil gözleri, bedeniyle bir arada vücudunu oluşturarak, o vücuda can veren güzel ruhunun, içindeki Melek’in aynadaki bir yansımasıydı sanki. ‘Senin için, güzel gözlerin için ölüyorum. Benim ruhumun ebedi eşi işte bu gözlerin içinde saklı!’ diye haykırmak, o gözlerin derinliklerinde kaybolmak için dayanılmaz bir istek duyuyordu. Onu yıllardan beri sevdiğini, aşk okyanuslarının derinliğinde hep onu aradığını, nihayet hayallerinin gerçekleştiğini ve sonunda ruhunun ebedi eşini bulduğunu, bu ruhun kendisinde olduğunu söylemek istiyordu. Eren Can dışarıyı seyretmeye koyuldu. Melek’i gördüğü başka bir rüyayı hatırladı. Bir köyde yaşıyordu… Bir nehrin kenarına kurulmuştu bu köy. Suyun akarken çıkarttığı o güzel ses köyün her yerinden duyulabiliyordu. Eren Can bu kez bir çobandı. Güneşli bir bahar günü, otlattığı koyun sürüsünü ovaya çıkartıyordu. Ova yemyeşil, kocaman bir düzlüktü. Yeni açan sarı mayıs çiçekleri ovanın ortasında kocaman bir nokta oluşturmuşlardı sanki. Yaklaştıkça, başka bir koyun sürüsünün ovada otladığını gördü. Bu sürü onun otlattığı sürüden daha küçüktü. Sadece yirmi koyun sayabilmişti. Bu sürü onun köyünden değildi, çünkü çobanı tanıyamamıştı. Diğer çoban Eren Can’ı ve sürüsünü görmüş ama hiç aldırış etmemişti. Koyunların karışacağından hiç korkmuyor olmalıydı. Eren Can koyunları ovaya sürdü ve onlar otlarken diğer çobanla konuşmak için yanına doğru gitti. “Heyy! Baksana…” diye bağırdı. Fakat diğer çoban dönüp bakmadı bile. Çoban belki de sağır ve dilsizdi, onu duyamadığı için de Eren Can’a cevap vermemişti. Arkasından çobana yaklaştı,
elini onun omzuna koyup yüzünü kendine doğru çevirdi. Gözlerine inanamadı. Bu çoban 16 yaşlarında bir kızdı. Eren Can şapka taktığı ve sırtı dönük olduğu için çobanın kız olduğunu anlayamamıştı. Gözleri ova kadar yeşildi, dudaklarıysa yeni kızarmış iri kirazları andırıyordu. Eren Can’ın bu hareketine çok sinirlendiği gözlerinin parlamasından ve ateş gibi bakışlarından belli oluyordu. “Çek ulan elini geri zekâlı! Sen ne yaptığını sanıyorsun?” “Şeyy… Ben… Özür dilerim. Senin kız olduğunu fark etmedim. Seslendim sana, cevap vermeyince de sağır olduğunu sandım. Sen de neden cevap vermedin bana?” “Geri zekâlılara cevap vermem de ondan. Görmedin mi benim koyunlarımı burada otlattığımı da geldin buraya?” “Kocaman ova, ikimize de yeter. Hem senin sürün çok az. Ben her zaman sürümü buraya getiririm zaten…” “Git o zaman sürünle ilgilen, beni de rahat bırak!” Eren Can kendi sürüsünün yanına gitti. Yerden aynı boylarda beş tane taş topladı. Çimenliğe oturdu ve kendi kendine beş taş oynamaya başladı. Sonra sıkılıp oyunu bıraktı. Elindeki değnekle, yerdeki karıncalarla ve böceklerle uğraşmaya koyuldu. Ama her şey nafileydi işte. Bir türlü çoban kızdan gözlerini alamıyor ve o güzelim yeşil gözlerini aklından çıkaramıyordu. ‘Salak kafam!’ dedi kendi kendine.‘Adını bile öğrenemedim,’ diye hayıflanarak yerinden kalktı, tekrar çoban kızın yanına gitti. “Adın ne senin?” “Sana ne?” “Sana ne mi? Daha önce hiç böyle bir isim duymamıştım. Kim koydu sana bu ismi?” “Adım Gülizar, tamam mı?” “Gülizar demek… Gül bahçesi yani… Bu isim sana çok yakışmış. Güller kadar güzelsin!” Gülizar’ın yanakları kızarmıştı. Ama hiç aldırmamış gibi yapmaya çalıştı. “Sen git koyunlarınla ilgilensene benimle konuşacağına…”
| 15
16 |
Çoban kız yerinden kalktı, koyunlarını toplayıp köyüne doğru uzaklaştı… Eren Can akşam eve döndüğünde olanları annesine anlattı ve o kızın kim olduğunu sordu. Annesi tanımadığını ama onun için bir soruşturacağını söyledi. Eren Can âşık olmuştu Gülizar’a! Artık her gün o saatlerde sürüsünü otlatmaya oraya gidiyor, her gittiğinde Gülizar da orada oluyordu. İnadı bırakmış ve Eren Can’la konuşmaya başlamıştı. Kararını vermişti artık, Gülizar’la evlenecekti… Bir akşam anne ve babasıyla konuştu, ailesine haber yollayıp bir hafta sonra Gülizar’ı istemeye karar verdiler. Ertesi üç gün boyunca Gülizar ovaya gelmedi. Eren Can’ın içine bir korku düşmüştü. Yoksa başına kötü bir şey mi gelmişti? Eren Can o akşam korku içinde gidiyordu evine. Eve geldiğinde annesini ağlarken buldu. Ne olduğunu sormaya korkuyordu... Annesi Eren Can’a baktı ve ağlayarak, “Oğlum! Gülizar dün akşam ölmüş… İki gündür hastaymış zaten. Dün akşam iyice fenalaşmış ve… Ölmüş… Cenazesini bu sabah kaldırmışlar,” dedi. Eren Can yıkılmıştı… Cüzdanından Gülizar’ın resmini çıkarttı ve ağlayarak, dakikalarca resme baktı. ‘Artık ben de yaşayamam! Bu dünyada nasıl dururum?’ diye düşündü ve o anda kararını verdi... Sabah erkenden kalktı, babasının avlanmak için kullandığı tüfeği aldı. Doğruca diğer köyde bulunan Gülizar’ın mezarının başına gitti. Dakikalarca mezara sarılarak ağladı. Sonra doğruldu, namlusu gökyüzüne bakacak şekilde tüfeği yere dayadı, şakağını namlunun ağzına koydu ve tetiğe bastı… Eren Can o sabah ateşler içinde uyanmıştı. Bütün gün gördüğü o kötü rüyanın etkisinden kurtulamadı. Eve geldiğinde rüyasında gördüğü Gülizar için şiir defterine bir şiir yazdı. Elimde resmin, orada durdum. Hasreti tam şakağından vurdum! Oysa ben, âşık olmaktan değil, Seni kaybetmekten korkmuştum.
Kendime bir sevda arıyordum. Birden karşımda seni buldum. Bütün dostlara seni sordum, Bak! Ben sana âşık oldum. Benim canım kadar sevdiğim, Uğruna gençliğimi verdiğim. Korktuğum başıma geldi. Seni benden alan eceldi! Elimde silahım orda durdum, Hasreti tam şakağından vurdum! Oysa ben, âşık olmaktan değil, Seni kaybetmekten korkmuştum. Aslında o deftere yalnızca Melek için şiir yazardı. Ama o da biliyordu ki, rüyasında gördüğü Gülizar, Melek’ten başkası değildi. Yalnızca, bazen olduğu gibi bu sefer de adı değişmişti. Hem gerçek hayatta da yaşıyorsa Melek –ki, mutlaka yaşıyordu ona göre– gerçek adının ne olduğunu kim bilebilirdi ki? Belki de Türk bile değildi… Eren Can uyandığında, otobüs Aksaray’a ulaşmıştı. Saatine baktı, altı buçuk olmuştu. Yaklaşık bir saattir yoldaydı. Otobüsten indi, Bakırköy’e giden başka bir belediye otobüsüne bindi. Boş koltuklardan birine oturdu ve yeniden Melek’i düşünmeye başladı. Onu tekrar görebilmek için bir yol bulamamıştı henüz. Nasıl bir yol bulacaktı? Aklına hiçbir şey gelmiyordu… Durumu tekrar gözden geçirdi. Melek’in gerçek ismi Elif ’ti, Küçükçekmece’de oturuyordu, evi istasyonun birkaç sokak ilerisindeydi. Bugün cumartesi günü olduğuna göre, eğer çalışıyorsa bile hafta sonları izin kullanıyor olmalıydı. O halde yarın da evde olacaktı. Yarın onu tekrar görebilirdi. Şu anda Nisan ayındaydılar ve dışarıda ılık bir nisan yağmuru yağıyordu. Meteorolojiye göre İstanbul’da yarın daha şiddetli bir yağmur bekleniyordu.‘Evet!’ dedi heyecanla,
| 17
‘Buldum!’ Melek’le yarın nasıl görüşebileceğimi buldum.’ Saatine baktı, sekize çeyrek vardı. Tahminine göre saat dokuz buçuk olmadan evde olurdu. Bakırköy’de inecek, ardından minibüse binip Bahçelievler’deki evine gidecekti. Eren Can dışarıda görünen karanlığa daldı yeniden… Bir saat sonra otobüs Bakırköy’e ulaşmıştı. Otobüsten inip eve gitmek için minibüse bindi. Eve vardığında çok yorgundu. Hayatındaki en yorucu ve en güzel günlerden birini yaşamıştı. Rüyalarında âşık olduğu Melek’i bulmuştu işte… Bundan daha güzel ne olabilirdi ki? Kapıyı annesi açtı.
18 |
“Hoş geldin oğlum. Bu saate kadar nerelerdeydin? Aç mısın? Yemek yer misin?” Eren Can açlıktan ölüyordu. Şimdiye kadar açlığı hiç aklına gelmemişti. Çünkü Melek’ten başka hiçbir şey düşünememişti. “Açlıktan ölüyorum anne. Öğlenden beri hiçbir şey yemedim. Karnım zil çalıyor desem yalan olmaz hani…” “Ah benim akıllı oğlum. Bu saate kadar ne yaptın da böyle aç kaldın? Sen git lavaboda ellerini yıka, ben de sana yemen için bir şeyler hazırlayayım.” Eren Can ellerini lavaboda güzelce yıkadı. Havluyla iyice kuruladıktan sonra mutfağa gitti, çarçabuk yemeğini yedi. Bir an önce yatmak ve uyumak istiyordu. Hem çok yorgundu, hem de rüyasında Melek’i göreceğini biliyordu. Yatar yatmaz derin bir uykuya daldı. Rüyasında omzuna astığı sazıyla, bir çayın kenarında yürüyordu. Çaydan karşıya geçmek için bir köprü aradı ama bulamadı. Biraz ilerideki çalılıkların arkasında bir ses duydu. Merakla çalılıklara doğru yaklaştı, bir an için yaralı bir ceylanla göz göze geldi. Ceylan’ın çok korktuğu gözlerinden okunuyordu. Hızla uzaklaştı ceylan. Eren Can ne olduğunu anlayamamıştı. Ceylan’ın o halde çok fazla gidemeyeceğini düşündü. Az sonra ellerinde silahlarıyla ata binmiş üç adam yaklaştı. Bir tanesi Eren Can’ın hemen yanında durdu, diğerleri ceylanın kaçtığı yöne doğru devam ettiler. Atın üzerindeki adam;
“Nereden gelir, nereye gidersin?” diye sordu. “Çok uzaklardan geliyor ve meleğimi arıyorum.” “Ben buralarda hiç melek görmedim. Kim bilir belki sen aradığın meleği burada bulursun yolcu,” dedi gülerek ve hızla arkadaşlarının arkasından gitti. Eren Can yürümeye devam etti, biraz ileride bir kasaba gördü. Kasabaya ulaştığında sokakların çok kalabalık olduğunu fark etti. Sanki büyük bir kutlamaya hazırlanıyorlardı. Bütün sokaklar süsleniyor, güzel güzel yemek kokuları geliyordu. ‘Çay kenarında gördüğüm ceylanı bu yüzden avlıyorlardı demek…’ diye düşündü kendi kendine. On iki yaşlarında, sarı saçlı bir oğlan çocuğuna sordu: “Bu hazırlık ne için? Bir kutlamamı var?” “Sen yabancısın galiba. Kasabamızın ağasının oğlu evleniyor bugün. Yukarı kasabadan çok güzel bir gelin aldık... Düğüne herkes davetli.” “Düğün ne zaman başlayacak?” “Akşamüstü başlayacak, gece yarısına kadar da devam edecek.” Eren Can saate baktı. Akşamüstüne fazla bir zaman kalmamıştı, kasabanın fırınına gitti, bir ekmek aldı. Hazırlık yapan kasabalılardan da biraz yemek alıp karnını doyurdu. Ufka doğru bakarken bir kalabalığın kasabaya doğru yaklaşmakta olduğunu gördü. Yukarı kasabalılar gelini getiriyorlardı. Kalabalık yavaş yavaş yaklaşıyordu. Kasabanın girişine kadar geldiklerinde gelini görmek için kalabalığın içine karıştı. Bir an gelinle göz göze geldiler. Gözlerine inanamıyordu, çünkü atın üzerindeki gelin Melek’ten başkası değildi. Aradığı meleği bulmuştu ama onunla bu şekilde karşılaşacağı hiç aklına gelmemişti. Ağlamak istiyor fakat ağlayamıyordu. Yüreğine bir hançer saplanmıştı sanki. Nefes bile alamıyordu. Eren Can birden uyandı. Hala nefes almakta zorlanıyordu. Yatağından kalktı, saate baktı. Saat gecenin beşiydi. Melek için yazdığı şiir defterini eline aldı. Onu rüyasında gördüğü her geceden sonra bu deftere bir şiir yazmıştı. Defteri açtı, bir süre sayfaları karıştır-
| 19
dıktan sonra defterin arasındaki kalemi eline aldı ve boş bir sayfaya yazmaya başladı. Al yanaklım, düşünürken türkü gözlerini; İnce bir sızı kaplar, canım yüreğimi. Gözlerimden delicesine akarken yaşlar, Hasret ateşin yakar, kavurur bedenimi. Beni benden aldın al yanaklım. Türkü gözlerinde kaldı aklım. Şimdi senden çook uzaklarda; Yalnız seni söylüyor şarkılarım. Ferhat gibi dağları delemem, Mecnun gibi çöllerde gezemem, Başka zenginlik vaat edemem, Sevgim benim en büyük servetim. Hiç bitmesin sana olan aşkım, Böyle yazılsın kaderim, alınyazım. Dolaşırken diyar diyar elimde sazım, Bir tek senin, tek senin için çalayım.
20 |
Kalemi defterin arasına koydu, defteri aldığı yere geri bıraktı. Tekrar yatağına yattı ve bir süre sonra yeniden uyumaya başladı. Sabah erkenden kalktı, güzelce tıraş olduktan sonra kahvaltısını yapıp çarçabuk hazırlandı. Dışarı çıktığında aklındaki tek şey Melek’i tekrar görebilmek için yaptığı plandı. Meteorolojinin yaptığı tahmin tutmuş, şiddetli bir yağmur yağmaya başlamıştı. Önce otobüsle Eminönü’ne gitti. Oradan da yürüyerek Karaköy’e geçti. Toptan şemsiye satan bir yer bulup 20 tane şemsiye satın aldı. Daha sonra da başka bir yerden kare, üzerinde kırmızı gül desenleri bulunan, mavi bir masa örtüsü aldı. Ardından iki otobüs değiştirerek Küçükçekmece’ye gitti. Melek’in evine kadar yürüdü.
Oturduğu evin tam karşısında durup, masa örtüsünü kaldırıma serdi ve şemsiyeleri özenle örtünün üzerine dizdi. Orada şemsiye satacak ve böylece bütün gün Melek’in oturduğu evin tam karşısında, onunla tekrar görüşebilmek için bekleyecekti... Elif o sabah saat onda kalktı. Kahvaltı hazırlamak için annesine yardım etti. Onlar kahvaltı yaparken yağmur hızını iyice arttırmış ve sağanak halini almıştı. Elif yağmuru çok seviyordu. Sağanak halinde yağarken seyretmeye ise bayılırdı. Kahvaltısını bitirdikten sonra doğruca mutfak camına gitti. Camdan dışarı baktığında Eren Can ile göz göze geldi aniden. Elif ’in şaşkınlığı ve Eren Can’ın mutluluğu yüzlerinden okunuyordu. Elif, Eren Can’ı görür görmez tanımıştı. Durakta otobüs beklerken kendisini dikkatli bir şekilde izleyen, otobüse bindiğinde otobüsün camından yansıyan yüzüne hayran olmuş bir şekilde bakan –ki o Elif ’in kendisine baktığını fark ettiğini anlamamış olmalıydı– eve giderken usulca yaklaşıp ‘Merhaba,’ dedikten sonra ‘Siz melek misiniz?’ diye soran Eren Can’dı. Apartman kapısından içeri girerken kendisiyle tekrar görüşmek için telefon numarasını istediğinde,‘Benimle tekrar görüşmek istiyorsan, bunun bir yolunu arayıp sen bul’ demişti ona. Eren Can’ın kendisini tekrar görmek için bu şekilde bir şey yapacağı aklının ucundan bile geçmemişti. Eren Can’ı gördüğünde hem şaşırmış hem de heyecanlanmıştı. Bir süre Eren Can’ı seyrettikten sonra camdan ayrıldı ve perdeyi kapattı. Annesi kahvaltı yaptıkları masayı topluyordu. Annesine yardım etti. İşleri bittikten sonra kendi odasına gitti. Odasında bir yatak, yatağın her iki yanında birer komodin, ufak bir dolap, bir bilgisayar masası (masanın üzerinde bir bilgisayar) ve duvarda asılı bir saz vardı. Odasını toparladı, masaya oturdu, bilgisayarı açıp işyerinde çizdiği elbise modellerini tekrar gözden geçirdi. Ne yaparsa yapsın nafileydi, Eren Can’ı bir türlü aklından çıkaramıyordu. ‘Kim bu adam ve ne yapmaya çalışıyor?’ dedi kendi kendine. Eren Can’ı daha önce herhangi bir yerde görüp görmediğini düşündü, fakat hatırlamıyordu. Daha önce herhangi bir yerde görmüş ya da tanış-
| 21
22 |
mış olsa mutlaka hatırlardı. Tekrar mutfağa gidip Eren Can’a baktı. ‘Böyle bir ara sokakta şemsiye sattığına göre deli olmalı bu çocuk!’ Annesinin sesini duydu Elif. Yanına kadar geldiğini fark etmemişti. ‘Evet gerçekten deli galiba…’ diye cevap verdi annesine, ardından da içinden; ‘…belki de âşıktır,’ diye devam etti. “Anne, ben aşağıya inip şemsiyelere bakacağım, eğer beğenirsem bir tane alırım.” “Tamam kızım. Ama dışarıda çok durup da fazla ıslanma sakın.” Elif evden çıktı, merdivenlerden aşağıya indi, apartmanın dış kapısını açıp koşarak caddenin karşısındaki Eren Can’ın yanına gitti. Eline bir şemsiye aldı, dikkatle inceledikten sonra: “Şemsiyeler ne kadar?” diye sordu. “Şemsiyeler satılık değil,” diye cevap verdi Eren Can. Mutluluktan ağzı kulaklarına varmıştı. Melek’le tekrar görüşmeyi başarmıştı sonunda. “Şemsiyeler satılık değilse, ne işiniz var burada?” “Şemsiyeleri hediye etmek için getirdim.” “Hediye mi?” dedi Elif şaşkın ve soran bir ifadeyle. “Kime hediye edeceksiniz?” “Sana hediye edeceğim.” “Bana mı? Neden?” “Seninle tekrar nasıl görüşebileceğimizi sorduğumda bir yolunu arayıp benim bulmamı söylemiştin. Ben de böyle bir yol buldum işte!” “Gerçekten delisin sen!” dedi Elif gülerek. “Şemsiyeyi kabul edecek misin?” “Edeceğim, ama bir şartım var. Sen de bunu alacaksın,” dedi Elif, cebinden katlanmış bir kâğıt çıkararak Eren Can’a verip, koşarak caddenin karşısına geçip, oturduğu apartmanın dış kapısını açtı ve içeri girdi. Eren Can ilk anda Melek’in kendisine, hediye ettiği şemsiye karşılığında para verdiğini zannetti. Buna dayanamazdı. Yoksa
Melek her şeyi anlamazlıktan gelip Eren Can’a sıradan bir satıcı gibi mi davranıyordu? Oysa Elif her şeyin tam olarak farkındaydı. Odasındayken, işyerinde çizdiği elbise modellerini gözden geçirdikten sonra eline bir not kâğıdı alıp telefon numarasını yazmış ve kâğıdı katlayıp cebine koymuştu. Eren Can’a verdiği kâğıt da bu kâğıttan başka bir şey değildi. Neden sonra, Melek kapıyı kapatınca, eline sıkıştırılan kâğıda bakmak aklına gelmişti Eren Can’ın. Katlanmış bir not kâğıdıydı elindeki. Kâğıdı açtığında, üzerinde rakamlar yazdığını gördü. “Evet!” diye bağırdı, heyecanla. Kendini tutamamıştı. Bu rakamlar Melek’in telefon numarası olmalıydı. İlk adımı atmıştı, ilk ve en önemli adımı. Çok mutluydu! Şemsiyelere de ihtiyacı kalmamıştı artık. Şemsiyeleri sokaktan geçenlere hediye etmeye karar verdi. Almak için soranlara üretici firmanın bir kampanyası olduğunu ve tanıtım için hediye olarak dağıttığını söylüyordu. Şemsiyeler bittikten sonra hemen eve gitti. Bir an önce Melek’i aramak ve sesini yeniden duymak istiyordu. Eve ulaştığında içeride kimse yoktu. Bu durum Eren Can için büyük bir şanstı. Böylece Melek’le rahat rahat konuşabilirdi. Cebinden Melek’in verdiği not kâğıdını çıkardı ve heyecanla numarayı çevirdi. Karşıdaki telefon çalıyordu… Telefon açıldı, bir ses, “Alo,” dedi. Melek’in sesiydi bu. Eren Can bir an için kalbinin duracağını sandı. “Merhaba Melek, benim Eren Can. Şeyy… Yani, Elif demek istemiştim.” “Merhaba Sevda. Sağ ol, ben de iyiyim. Beni bir saat sonra arayabilir misin? … Peki Sevda, görüşürüz…” dedi Melek ve telefonu kapattı. Eren Can şaşırmıştı! Sonra, ‘Melek müsait değil galiba...’ diye düşündü. Elif ’in hemen yanı başında anne ve babasının konuştuklarını, bu yüzden de onun rahatça konuşamadığını bilemezdi. Kendi kendine, ‘Bir saat nasıl geçecek; altmış dakika, üç bin dokuz yüz altmış saniye,’ dedi hüzünle. Melek’i gördüğü başka bir rüyayı hatırladı. Bu rüyayı Şırnak’ta komando olarak askerliğini yaptığı
| 23
24 |
sırada, Diyarbakır Askeri Hastanesi’ne gittiğinde kaldığı, Kabul Toplanma Merkezi’nde görmüştü. Timiyle birlikte bir operasyon için çok yüksek bir dağın tepesine tırmanmışlardı. Birerli yürüyüş kolunda, bir uçurumun kenarından yürüyorlardı. Onun görevi yürüyüş kolunun en arkasında, timi arkadan gelebilecek tehlikelere karşı korumak ve gözetlemekti. Bir ara uçurumdan aşağıya baktı. Yürüdükleri yer çok yüksekteydi. Aşağıda sadece ağaçların gövdeleri ve dallarını görebiliyordu… Soğuk bir kış günündeydiler, her yer bembeyazdı. Esen sert rüzgârla birlikte yağan kar, yüzlerine sanki ufak buz parçaları gibi çarpıyordu. Ansızın bir el silah sesi duydular ve ardından bir tane daha. Herkes kendini mevzi olarak kullanabileceği bir yere attı. Eren Can kafasını kaldırıp yukarı baktığında, büyük bir kar kütlesinin üzerlerine doğru düşmekte olduğunu gördü. Silah seslerinin yaptığı yankı yüzünden dağın doruklarında birikmiş olan karların bir kısmı bulundukları yerden kopmuş, onların üzerine doğru düşüyordu. Eren Can hiç düşünmeden, az önce aşağıya baktığı uçurumdan atladı. Hızla aşağıya doğru, ağaçların üzerine düştü. Kendine geldiğinde yaşadığına inanamıyordu… Ağaçların üzerine düştüğü için ağaçların dalları hızını kesmiş ve ölümünü engellemiş olmalıydı. Aklına çığın altında kalan arkadaşları geldi. Hepsi ölmüş müydü? Sağ kalmaları neredeyse imkânsızdı. Gözlerinden akan yaşlar yanaklarından aşağıya doğru süzüldü… ‘Kemiklerimin çoğu kırılmış olmalı,’ diye düşündü. Ellerini ve kollarını oynatamıyordu. Omuzu ise çıkmıştı. Bacaklarını oynatmaya çalıştı ama yapamadı. Bacakları da kırılmıştı. Sırtüstü düşmesine rağmen sırtı ve boynu ise kırılmamıştı. Çok acı çekiyordu! Soğuğun ve çektiği acının etkisiyle yeniden kendinden geçti… Gözlerini açtığında yanan sobanın sıcaklığı bütün bedenini ısıtmış, sanki ona yeni bir hayat vermişti. Kafasını biraz yana çevirdiğinde harıl harıl yanan bir soba, yüklük olarak kullanılan ve üzerinde iki çift yorgan ve döşek olan bir sandık ve sandığın dayandığı duvarın üzerinde de bir gaz lambası olduğunu gördü. Bir dağ
evinde olduğunu anladı. Nasıl gelmişti buraya? Ve kim getirmişti? Eren Can bunları düşünürken kapı açıldı ve genç bir kız içeri girdi. Gördüğü bu güzellik karşısında büyülenmişti adeta. ‘Yoksa ben yaşamıyor muyum? Öldüm de cennete mi düştüm? Bu kız da kitaplarda anlatılan hurilerden biri mi?’ diye sordu kendi kendine. “Neredeyim ben? Sen kimsin? Nasıl geldim buraya?” “Babamla benim yaşadığım bir dağ evindesin. Benim adım Gülperi, babamınki ise Mahir. Seni yukarıdaki tepenin altındaki ağaçların arasında bulup buraya getirdik. Yaralarını babam sardı. Korkma, bizden zarar gelmez sana.” “Peki arkadaşlarım? Onlar nerede?” “Arkadaşların mı? Orada senden başka kimse yoktu. Babam bir aya kadar iyileşebileceğini söyledi.” Gülperi bunları söylerken, Eren Can’ın yanına kadar gelmişti. Eğilip Eren Can’ın elmacık kemiğinin altındaki –neden olduğunu anlayamadığı– yaraya yaptığı pansumanı kontrol etti. İşte tam bu sırada göz göze geldiler. Gülperi’nin gözlerini bu kadar yakından gördüğünde, Eren Can’ın ona olan hayranlığı bir kat daha arttı. ‘Hala yaşıyorum, cennette değilim. Tanrı cenneti gerçekten yarattıysa; kesinlikle ama kesinlikle bu gözlere benzetmiştir zaten,’ diye düşündü kendi kendine… “Koğuş kalk!” sesiyle uyandı. “Günaydın arkadaşlar, sabah oldu. Hazırlanın kahvaltıya gideceğiz…” diye devam etti aynı ses. Eren Can kalkıp çabucak hazırlandı. Kahvaltıdan sonra Melek’i rüyasında gördüğünde, her zaman olduğu gibi cebinden kalem ve bir parça kağıt çıkarıp onun için bir şiir yazdı. Eren Can düşüncelerinden sıyrıldı, saatine baktı. Saat üçü çeyrek geçiyordu, sadece on dakika kalmıştı Melek’i tekrar araması için. Odasına gitti, Melek için yazdığı şiirleri topladığı defteri eline aldı. Bir süre sayfaları karıştırdıktan sonra Melek için o gün yazdığı şiiri okumaya başladı.
| 25
Dağlara bakıyorum; Gözlerimde hüzün, İçimde özlem, Yüreğimde korku! Seni düşünüyorum; Sana kavuşmayı, Ellerinden tutmayı, Saçlarını okşamayı. Ne güzeldi gözlerin, Sevgi doluydu sesin, Küçücüktü öpülesi ellerin. Bir sevda türküsüsün, İnan! Benim için sen; İlk aşkımın öyküsüsün. Dağlara bakıyorum; Gözlerimde hüzün, İçimde özlem, Yüreğimde korku!
26 |
Ne ölümden korkuyorum, Ne de yaşamaktan. Korkuyorum! Yalnızlıktan, Sana kavuşamamaktan… Ben bu diyarlarda, Senden çook uzaklarda, Doğan güneşin karşısında… Dağlara bakıyorum; Gözlerimde hüzün,
İçimde özlem, Yüreğimde korku! Telefon çalıyordu… Elif ahizeyi kaldırdı. “Alo… Alo… Kimsiniz?” Eren Can, yüreğini saran heyecanı yenip, zor da olsa, konuşmayı başardı. “Merhaba Elif! Şimdi müsait misin? Ben… Ben Eren Can!” “Merhaba Eren Can! Bir saat önce annem ile babam yanımda oldukları için rahat konuşamadım. Benden ne istiyorsun? Benimle neden bu kadar ilgileniyorsun?” “Belki inanamayacaksın, zaten bu konuda ben de sana hak veriyorum ama bu söyleyeceklerim tamamen gerçek. İnan bana, bunu sana bütün kalbimle söylüyorum. Ben sana sekiz yıldır aşığım. Ve sekiz yıldan beri seni arıyorum. Buna inanması senin için çok zor, bunun da farkındayım. Sen beni sadece iki gündür tanıyorsun, hatta doğru düzgün tanımıyorsun bile...” “Peki sen beni sekiz yıldır tanıyor musun? Âşık olduğuna göre tanıyor olmalısın. Yoksa sen benimle dalga mı geçiyorsun?” “Seni anlıyorum Elif, bana inanmamakta kendince haklısın. Söylediklerime hemen inanmanı da beklemiyorum zaten. Bu öyle uzun bir hikâye ki, anlatmaya başlasam ne zaman biteceğini inan ben bile bilmiyorum.” Eren Can bunları söylerken, Melek’siz yaşadığı sekiz yılı düşünüyordu. Hasret dolu, umut dolu sekiz uzun yıl! Şimdi ona sekiz yüzyıl gibi geliyordu… Hem ne söylemeliydi Elif ’e? Onun, rüyalarında gördüğü Melek olduğunu mu? Yoksa rüyalarında gördüğü Melek’in ona ikizi kadar benzediğini mi? Eren Can emindi rüyalarında gördüğü Melek’in Elif olduğuna. Ama Elif ’in buna kolay kolay inanmayacağını da biliyordu. “Eren Can, dün birden karşıma çıkıyorsun, ‘Siz melek misiniz?’ diye soruyorsun. Bugün ise, beni sekiz yıldır aradığını ve âşık olduğunu söylüyorsun, üstelik bunlara inanmayacağımı bilerek. Sen
| 27
28 |
gerçekten delisin, hem de zırdeli.” Elif bir yandan da,‘Acaba beni çok eskiden tanıdığı birine mi benzetiyor? Belki de ilk âşık olduğu kız bana çok benziyordu. Ve bu nedenle benimle ilk kez konuştuğunda bana Melek dedi. Kim bilir belki de adı Melek’tir,’ diye düşünüyordu. “Haklısın Elif, sekiz yıldır hiç tanımadığım birine âşık olduğum ve onu bir gün bulma umuduyla yaşadığım için ben delinin tekiyim, hem de zırdelinin teki. Ama şunu bilmeni istiyorum ki, sen benim rüyalarımdaki Melek’sin. İşte bu yüzden, ilk tanıştığımız zaman siz Melek misiniz diye sordum sana.” “Benim hakkımda ne biliyorsun? Belki de bir erkek arkadaşım var ya da nişanlıyımdır. Kim bilir yakında evlenecek de olabilirim?” “Bence boğa burcusun, en sevdiğin çiçek kırmızı gül, en sevdiğin renkler mavi ve yeşil, çok romantik ve biraz da inatçısın. Doğum günün ise muhtemelen önümüzdeki bir ay içerisinde Nişanlı ya da yakında evlenecek olamazsın, çünkü parmağında söz ya da nişan yüzüğü yok. Ve bir erkek arkadaşın olduğunu da sanmıyorum. Çünkü eğer olsa idi bana telefon numaranı vermez ve benimle bu kadar uzun konuşmazdın.” Eren Can, otobüs camından yansıyan güzelliğini izlerken karar vermişti Elif ’in boğa burcu olduğuna. Söylediği diğer özellikler ise daha önce tanıdığı boğa burcu kızların genel özellikleriydi. Elif çok etkilenmişti. Ayrıca çok da şaşırmıştı. Eren Can kendisi hakkında bu kadar çok şeyi nasıl biliyor olabilirdi? Yakın arkadaşlarından birini tanıyor olabilir miydi? Ya da bu olay arkadaşlarının ona yaptığı bir şaka mıydı? “Benim hakkımda bu kadar çok şeyi nasıl biliyorsun? Sana bunları kim anlattı?” “Boğa burcu olduğuna seni ilk gördüğüm anda karar vermiştim. Çünkü fiziksel olarak tam bir boğa burcu kadınısın. Gözlerinin rengi, bakışların, o güzel yüz hatların. Ayrıca, giydiğin mavi ve yeşil elbiseler… Belki deli olabilirim, ama aynı zamanda çok da dikkatliyimdir. Şimdi anladın mı senin hakkında bu kadar şeyi nasıl bildiğimi?”
“Tamam. Sana inandım. Şimdi de tanıma sırası bende. Sen benim hakkımda birçok şey biliyorsun ama ben senin hakkında, adının Eren Can olması dışında hiçbir şey bilmiyorum.” “Benim hakkımda ne bilmek istiyorsun?” “Mesela… Senin burcun nedir? Kaç yaşındasın? Ne iş yapıyorsun? Nerede çalışıyorsun? Hayatında senin için özel olan birisi var mı?” “Bunları sana bir şartla anlatırım. O da, eğer yarın iş çıkışında benimle senin istediğin bir yerde buluşmayı kabul edersen olur ancak.” “Tamam Eren Can, o zaman seninle yarın saat beşi çeyrek geçe, Bakırköy sahilindeki çay bahçesinde buluşuruz. Anlaştık mı?” “Anlaştık Elif. Yarın saat beşi çeyrek geçe, Bakırköy sahilindeki çay bahçesinde seni bekliyor olacağım.” “Öyleyse yarın görüşürüz Eren Can. Şimdi kapatıyorum.” Elif bu söylediklerine kendisi de inanamamıştı. Eren Can’ı daha doğru düzgün tanımıyordu ama bir anda görüşme teklifini kabul etmişti. Eren Can’da onu kendine çeken bir sır vardı. Bunu hissediyor ve onunla görüşmeden bu sırrı öğrenemeyeceğini düşünüyordu. Yağmurlu bir Nisan akşamıydı. Yağmurlu ve sıcak bir bahar akşamı… Sahildeki çay bahçesinde büyük, ahşap bir kulübeyi andıran, iki cephesi açık yapının içinde siyah bir deri ceket giymiş, elinde bir demet kırmızı gül olan, siyah saçlı, bal rengi gözleri olan, orta boylu, oldukça yakışıklı genç bir adam sandalyede oturmuş, garsonun yeni getirmiş olduğu sıcak çayını yudumluyordu. Çok heyecanlı olduğunu belli etmemeye, sakin görünmeye çalıştığı kolayca anlaşılıyordu. Saatine baktı, saat beşi on geçiyordu. Sadece beş dakika kalmıştı Melek’le olan randevusuna. Zaman bir türlü geçmek bilmiyordu. Buraya geleli sadece on dakika olmuştu ama bu on dakika boyunca saatine kaç defa baktığını kendi de bilmiyordu. Şu anda içmekte olduğu çay üçüncü çayıydı... Heyecandan o kadar hızlı içiyordu ki çayları, boğazı ve midesi yanmıştı. Çalıştığı yer, buraya yürüyerek gelmek istese, yarım saatlik me-
| 29
30 |
safedeydi. O ise taksiyle gelmişti, çünkü Melek’le beşi çeyrek geçe bir randevusu vardı ve bu randevuya geç kalmayı kesinlikle göze alamazdı. Hem zaten yağmur yağmaya da başlamıştı. İşyerinden saat beşe çeyrek kala çıkmış, hemen bir taksiye atlayıp, çok güzel güller sattığını bildiği bir çiçekçiye uğramış, hepsini tek tek kendisi seçerek bir demet kırmızı gül alıp, hiç vakit kaybetmeden tekrar taksiye binip çay bahçesine gelmişti. Şimdi yapacağı tek bir şey vardı, o da Melek’i beklemekti. Bir yandan çayını içiyor, bir yandan da Melek’in gelmesi için dua ediyordu. Gözünü çay bahçesinin girişinden ayırmıyor, rüyalarında gördüğü Melek’i yeniden görmek için sabırsızlanıyordu. Tekrar saatine baktı, saat beşi çeyrek geçiyordu. Kafasını kaldırdığında, yaklaşık yüz metre ileride Melek’in çay bahçesinin girişine doğru yaklaşmakta olduğunu gördü. Büyük bir heyecan dalgasının bütün vücudunu sardığını hissetti. Sadece kalp atışlarının sesini duyuyor ve yalnızca Melek’i görüyordu. Şu anda dünya onun için kalp atışlarının sesinden ve Melek’in görüntüsünden ibaretti. Ne başka bir ses duyuyor, ne de başka bir şey görüyordu. Sanki dünyada yalnızca ikisi vardı. Elif çay bahçesine girdiğinde, Eren Can’ı fark etmesi çok kolay oldu. İçerisi çok kalabalık değildi. Yalnızca sevgili oldukları belli olan bir kaç çift vardı içeride. Yalnız başına oturan tek kişi ise Eren Can’dı. Ayağa kalkmış, heyecanla Elif ’in yanına gelmesini bekliyordu. “Merhaba,” dedi Elif. Ve tokalaşmak için elini uzattı. “Merhaba Elif, geldiğin için çok teşekkür ederim,” dedi Eren Can. Ve Elif ’in tokalaşmak için uzattığı elini nazikçe öptü. Elif çok şaşırmıştı, çünkü böyle bir hareketi hiç beklemiyordu. Ayrıca çok da hoşuna gitmişti bu hareket. ‘Tam bir Don Juan,’ dedi içinden. Bir süre ikisi de hiç konuşmadan birbirlerine baktılar. Sessizliği Eren Can bozdu. “Lütfen otur Elif… Nasılsın?” “Teşekkür ederim, iyiyim. Tabii biraz da şaşkın… Elindeki gülleri bana mı verecektin?” dedi Elif gülerek. “Bunlar tabii ki senin! Hepsini tek tek seçtim senin için. İnan,
şu anda o kadar heyecanlıyım ki, heyecandan gülleri sana vermeyi unuttum. Umarım beğenirsin.” Eren Can elindeki demeti Elif ’e uzattı. Elif sevinçle demeti aldı ve güllerin hepsini tek tek kokladı. “Teşekkür ederim. Güller gerçekten çok güzeller ve çok hoş kokuyorlar. Sana Can diyebilir miyim?” “Elbette. Bana nasıl hitap etmek istiyorsan o şekilde edebilirsin… Neden şaşkınsın Elif? Seni şaşırtan ben miyim?” “Can, seninle sadece iki gün önce tanıştık, şimdi ise sahilde, bir çay bahçesinde buluşuyoruz. Ben daha önce iki gündür tanıdığım – hatta doğru düzgün tanımadığım– hiç kimseyle buluşmadım. Sen belki buna alışık olabilirsin ama ben değilim. Şimdi bana biraz kendinden bahseder misin?” “Yirmi beş yaşındayım. Hukuk fakültesini üç yıl önce bitirdim. Bitirir bitirmez askerliğimi yaptım ve iki yıldır Bakırköy’deki bir hukuk bürosunda avukat olarak çalışıyorum. Terazi burcuyum, en sevdiğim renk seninki gibi mavi, çocukları çok seviyorum ve arkadaşlarım genelde çok dost canlısı bir insan olduğumu söylerler… Sekiz yıldır ruhumun diğer eşini, yani seni arıyordum. Sonunda seni buldum, işte karşımdasın! Karşılaşmamızı sağlayan ve seni buraya getiren yalnızca kaderimiz olabilir. İkimizin kaderi!” “Ruhunun eşi olduğumu nasıl biliyorsun? Ve neden sekiz yıldır beni arıyorsun, yani neden üç, beş ya da on değil de sekiz yıl? Belki de bunları daha önce de birçok kıza söylemişsindir...” “Seni sekiz yıldır arıyorum, çünkü seni ilk defa rüyamda sekiz yıl önce gördüm. Seninle ilk karşılaştığımızda sana adının Melek olup olmadığını sordum. Çünkü o gördüğüm rüyada adın Melek’ti. Belki daha sonra gördüğüm rüyalarda bazen adın değişiyordu ama ben hep senin adının Melek olduğunu düşündüm. Senin ruhumun eşi olduğundan hiçbir şüphem yok. Sekiz yıldır, seni hiç tanımamama rağmen devamlı rüyalarımda görüyorum. Sekiz yıldır benimle beraber, rüyalarımda sen de büyüdün. Seni hiç tanımadan, senin için bir defter dolusu şiir yazdım. Bu şiirleri seni gördüğüm rüya-
| 31
32 |
lardan uyandıktan sonra yazıyordum. İnanmazsan sana bu defteri gösterebilirim.” “Beni aradığını söylediğin sekiz yıl içinde hiç sevgilin ya da kız arkadaşın olmadı mı? Eminim birçok kız arkadaşın olmuştur. Ve hatta şu anda bile olabilir.” “Bak Elif, öncelikle şundan emin olabilirsin ki şu anda bir kız arkadaşım yok. Ama tabii ki, seni arayarak geçirdiğim son sekiz yıl içinde birkaç tane kız arkadaşım oldu. Aslında ben onlarla beraberken hep seni aldattığımı ve sana ihanet ettiğimi düşündüm. Belki de bu yüzden, ilişkilerim hep kısa sürdü. Bazen kendilerine yeterince ilgi göstermediğimi düşündükleri için onlar benden ayrıldı. Bazen de ruhumun eşi olan sana ihanet ettiğimi düşündüğüm için ben onlardan ayrıldım…” “Senin ruhunun eşi ben değilsem ve sen de kısa zaman sonra bunu fark edersen, o zaman ne yapacaksın? Benden de ayrılacak mısın? Bence sen rüyalarında gördüğün ve ruhunun eşi olduğuna inandığın kıza benzediğimi düşündüğün için benimle ilgileniyorsun. Ve eğer ben o değilsem, ki bence öyle, sen benden de kısa süre sonra ayrılacak ve Melek’i aramaya devam edeceksin. Öyle değil mi?” “Hayır Elif, eğer şu ana kadar birlikte olduğum kızlarla, sadece rüyalarımda gördüğüm Melek’e yani ruhumun eşi olduğunu düşündüğüm kişiye benzedikleri için beraber olduğumu düşünüyorsan kesinlikle ama kesinlikle yanılıyorsun! Bu sekiz yıl içerisinde bazen yanıldığımı düşünüp, seni bulamayacağıma dair umutsuzluğa kapıldığım anlar oldu. İşte bu anlarda kendime yanıldığımı ispatlamak için birlikte olduğum kızlardı bu kızların çoğu... Oysa ben her defasında hem seni hem de kendimi aldattığımı düşündüm ve bu yüzden onlarla olan beraberliklerim hep kısa sürdü. Şu anda senin karşında oturuyorum ve sana yemin ederim; şimdi, seni ilk gördüğüm andan daha fazla inanıyorum benim ruhumun eşi olduğuna! Gözler ruhun aynasıdır derler. Ve bu kâinatta her ruhtan sadece bir tane vardır. İşte benim rüyalarımda gördüğüm gözler de
Melek’in ruhunu yansıtıyorlardı. Bu gözleri gerçek hayatta yalnızca bir kızda gördüm ben… İşte o kız da sensin. Lütfen, yalvarıyorum sana Elif, bana inan!” “Eren Can insanlar daima beni birilerine benzetmiştir. Özellikle de gözlerimin renginden dolayı. Dünyada bu renk gözlere sahip olan belki de milyonlarca insan vardır.” Eren Can tam burada Elif ’in sözünü kesti, gözlerinin içine baktı ve: “Gözlerin o kadar güzel ki, inan bana, Tanrı cenneti gerçekten yarattıysa… Kesinlikle ama kesinlikle senin gözlerine benzetmiştir! Ve şunu bilmeni isterim ki, hayatım boyunca bu sözü söylediğim tek kız sensin,” dedi. Elif bu güzel iltifat karşısında sadece teşekkür edebildi. Başka ne söyleyebilirdi ki? “Can, seni doğru dürüst tanımıyorum bile, sana bu kadar çabuk inanmamı nasıl bekliyorsun benden? Hukuk fakültesini bitirdiğini ve avukat olarak çalıştığını söylüyorsun, belki bunlar bile yalan olabilir. Mesela, çalıştığın hukuk bürosunun adı nedir? Ayrıca bir avukat için oldukça genç sayılırsın. Benim buraya gelip seninle görüşmem sana inandığım anlamına da gelmez. Buraya sadece ama sadece, nasıl birisi olduğunu merak ettiğim için geldim… Çok geç oldu, saat sekize gelmek üzere, ailem beni merak eder. Artık gitmem gerekiyor. İnan tanıştığımıza çok sevindim.” Elif ayağa kalktı. Eren Can’ın elini sıkmak için elini uzattı. Eren Can, Elif ’in elini sıkmadan önce, ona çalıştığı hukuk bürosunun kartını uzattı. “Elif lütfen şu kartı al. Bu, çalıştığım hukuk bürosunun kartı. Burayı arayıp benim hakkımda istediğin kadar bilgi alabilirsin,” dedikten sonra, Elif ’in elini tekrar nazikçe öptü. Elif çay bahçesinden çıktı. Yoldan bir taksi çevirip bindi ve gözden kayboldu. Eren Can oturduğu yerden Elif ’in gidişini izledi. Daha sonra garsona ücreti ödeyip o da çay bahçesinden ayrıldı. Sırılsıklam olana kadar yağmurda yürüdü. Sadece ama sadece Elif ’i düşündü. Bundan
| 33
sonra onun için Melek yoktu, yalnızca Elif vardı. Artık ruhunun ebedi eşinin gerçek ismini biliyordu. Elif ’ti onun ismi, Melek ise ona rüyalarında verdiği isimdi.
34 |
Ertesi gün işyerine gittiğinde, boşanma davası açmak isteyen bir hanımefendinin kendisini beklediğini gördü. Arkadaşları, meşgul oldukları için Eren Can ile görüşmesini istemişlerdi Nefise Hanım’dan. “Hoş geldiniz Nefise Hanım, benim adım Eren Can. Umarım sizi çok bekletmemişimdir.” “Teşekkür ederim Eren Can Bey. Tanıştığımıza çok sevindim. Çok uzun bir süre beklemiş değilim.” “Kocanıza boşanma davası açmak istediğinizi söyledi arkadaşlar. Bana kendinizden, kocanızdan ve evliliğinizden bahseder misiniz lütfen?” “Ben otuz altı yaşındayım, kocam ise kırk altı yaşında. On sekiz yıldır evliyiz ve on altı yaşında, liseye giden bir oğlumuz var. Maddi durumumuz çok iyi olmasına rağmen şiddetli geçimsizlik yaşıyoruz.” “Kocanızın adı nedir? Kendisi ne iş yapıyor?” “Adı Aykut, o da sizin gibi bir avukat. Ona boşanmak istediğimi ve boşanmak için bir avukat tutup dava açacağımı söyledim. O ise bana boşanmak istemediğini ve bunu asla başaramayacağımı söyledi.” “Kendisinden boşanmak istemenizin sebebi nedir?” “Size kısaca Can diyebilir miyim? Bu kulağa daha hoş geliyor.” “Tabii ki. Zaten bana genelde Can diyorlar.” “Bakın Can Bey, ben çok genç yaşta evlendim ve Aykut ile aramızda büyük bir yaş farkı var. Onunla evlenirken bunları hiç sorun etmemiştim. Fakat daha evlenmemizin üzerinden iki yıl geçmeden Aykut başka kadınlarla birlikte olmaya ve beni aldatmaya başladı. Bunları kendisine söylediğimde ise benimle tartışıyor, ağza dahi alınmayacak küfürler ediyor ve beni dövüyordu. Bazı geceler
müvekkilleriyle toplantısı olduğunu söyleyip eve dahi gelmiyordu. Ben ise, onun başka bir kadınla beraber olduğunu bildiğim halde, hiçbir şey yapamıyordum. Ailemin yanına dönemezdim çünkü Aykut ile onlara karşı gelerek evlenmiştim. Yaşım daha çok genç olduğu için tek başıma ayakta da duramazdım. Ayrıca canımdan çok sevdiğim bir oğlum vardı ve onu da düşünmek zorundaydım. Zaten Aykut da her zaman, bana karşı koz olarak Efe’yi, yani oğlumu kullandı. Şimdi ise her şey çok farklı; oğlum yeteri kadar büyüdü, ben de kocamdan gizli olarak açtırdığım bir hesapta, ikimiz için yıllarca para biriktirdim. Bunu hala kocama söylemiş değilim. Bu para oğlum ile bana, hayatımızı sürdürebilmemiz için yeter de artar bile. Sizce davayı ne zaman açabiliriz? Ve eğer dava açarsak nafaka da alabilir miyiz?” “Davayı istediğiniz zaman açabiliriz. Size şunu da söylemek zorundayım ki, kazanma şansımız ya da kısa sürede sonuçlandırmamız çok zor.” “Neden zor? Sizi anlayamıyorum, bu şartlar altında boşanmam neden bu kadar zor olabilir?” “Kocanızın istemediğini söylediniz. Ayrıca, anladığım kadarıyla, kendisi çok deneyimli bir avukat olmalı. Ve kendi kendinin avukatı olacak bir anlamda. Bu da bizden her zaman bir adım önde olacağı anlamına gelir. Biz daha adımımızı atmadan, o bizim atacağımız adımı önceden düşünüp ona göre hareket edecektir. Sizi aldattığına dair elinizde bir kanıt var mı?” “Tabii ki var. Aykut’u izlemesi için bir dedektif tuttum, iki yıldır onu izletiyorum. Elimde Aykut’un başka kadınlarla uygunsuz vaziyette çekilmiş fotoğrafları var. O bizden her zaman bir adım önde olduğunu sanacak, çünkü Aykut’un bu resimlerden hiç haberi yok. Ona söylemediğim şeylerden birisi de bu. Önce onunla bir oyun oynayacağım ve fotoğrafları hemen ortaya çıkartmayıp, bu davayı kazanacağını düşünmesini sağlayacağım. Şimdi hala kazanamayacağımızı mı düşünüyorsunuz? En kısa zamanda boşanma davasını açmanızı istiyorum sizden, anlaştık mı?”
| 35
36 |
“Anlaştık Nefise Hanım. Mümkünse fotoğrafları görebilir miyim? Elimizdeki delillerden emin olmam gerekiyor.” “Yarın öğleden sonra saat ikide, sizinle sahildeki restoranda buluşalım, eğer sizin için de uygunsa tabii. Hem birlikte yemek yeriz hem de fotoğrafları gösteririm.” “Nasıl isterseniz Nefise Hanım. Benim birazdan başka bir dava ile ilgili dışarı çıkmam gerekiyor. Açacağımız davayla ilgili, mahkemeye verilmesi gereken belgeler konusunda arkadaşlarım size yardımcı olacaklar. Yarın öğleden sonra saat ikide sahildeki restoranda görüşmek üzere,” dedi ve odadan çıktı. O esnada kapının önünde bekleyen Tolga’yla karşılaştı. “Toplantın bitti mi Can? Nasıl? Güzel kadın değil mi? Bir erkeğin böyle bir kadını aldatması için deli olması gerekir,” dedi gülerek Tolga. Ve devam etti, “Bu arada, sen toplantıdayken seni bir kız aradı. Adı Seferiye mi ne, öyle bir şeydi işte. Senin burada çalışıp çalışmadığını ve avukat olup olmadığını sorup, not bırakmadan kapattı. Tanıyor musun onu?” “Hayır, daha önce böyle bir ismi hiç duymadım. Acele çıkmam gerekiyor. Bir davayla ilgili adliyeye gitmem gerekiyor. Nefise Hanım’la sen ilgilenir misin? Onun için bir boşanma davası açacağım, hazırlanması gereken birkaç belge için yardıma ihtiyacı var.” “Tabii ki. Seve seve yardımcı olurum kendisine. Ve bundan da büyük bir mutluluk duyarım.” Eren Can hızla merdivenleri indi, caddenin karşısına geçti ve bir taksi çevirip adliyeye gitti. Adliyede başka bir davayla ilgili savcıyla görüştü, son gelişmeler hakkında bilgi aldı. Karşılaştığı, iyi tanıdığı birkaç avukat arkadaşıyla ayaküstü sohbet etti. Öğle yemeği olarak bir kafede sandviç yedi. Büroya döndüğünde Nefise Hanım çoktan gitmişti. Büroda yalnızca Tolga vardı. Diğerleri işleri için dışarı çıkmışlardı. “Tolga, Nefise Hanım ile ilgili gereken belgeleri hazırladın mı?” “Evet, belgeler hazır. Davayı istediğin zaman açabilirsin. Kendisi
için çok iyi bir dilekçe yazdım, görünce sen de çok beğeneceksin. Şimdiye kadar bir dilekçe için hiç bu kadar uğraşmamıştım. Boşandıktan sonra onunla birlikte olma şansım olur mu sence, ne dersin?” “Daha boşanmadan asılıyor musun yoksa kadına? Unutma, o şu anda bizim müvekkilimiz ve kazandırmamız gereken bir davası var. Öncelikli düşünmemiz gereken de işte bu dava. Dava bittikten sonra ne halt yersen ye, ama şimdi sakın çok fazla yaklaşma kadına.” “Tamam Can, hemen kızma, ben de dava bittikten sonra asılırım. Sen de davayı çabuk sonuçlandırmaya bak, anlaştık mı?” dedi ve Eren Can’a göz kırptı Tolga gülerek. Eren Can ise gülmüyordu. Tolga kendisinden yaşça daha büyük ve daha tecrübeli bir avukat olmasına karşın, kadınlara olan aşırı tutkusu nedeniyle saygınlığını kaybetmişti gözünde. Hatta ona karşı bir kızgınlık bile duyuyordu. Bir defasında onun yüzünden bir müvekkilleriyle ciddi bir sorun yaşamışlar ve Tolga özür dilemek zorunda kalmış, daha sonra, zor da olsa olay tatlıya bağlanmıştı. Eren Can saat beşe doğru bürodan ayrıldı. Düşündüğü tek şey Elif ’ti. Bugün kendisini soranın Elif olduğunu umuyor ve hatta öyle olmasını diliyordu. Doğruca eve gitti, üstünü değiştirdikten sonra akşam yemeği için annesinin hazırlamış olduğu sofraya oturdu. Babası da o gün erken gelmiş, sofrada oturuyordu. Hep beraber yemek yedikten sonra babası salona gidip televizyonun başına geçti ve akşam haberlerini izlemeye başladı. Annesi ise sofrayı toplamakla meşguldü. Eren Can odasına gitti, telefonun ahizesini kaldırdı, Elif ’in telefon numarasını çevirdi. İçinden, telefonu Elif ’in açması ve suratına kapatmaması için dua ediyordu. “Alo…” Evet! Bu Elif ’in sesiydi, duası kabul olmuş ve telefonu Elif açmıştı. Eren Can tuttuğu nefesi yavaşça verdi ve rahatladı. “Merhaba Elif, benim, Eren Can. Lütfen telefonu hemen kapatma. Eğer konuşmak için müsait değilsen, tuşlara evet için bir, hayır için iki defa bas, anlaştık mı?” “Biiip…” “Müsait misin?”
| 37
38 |
“Biiip… Biiip…” “Bugün işyerimi arayan sen miydin?” “Biiip… Biiip…” “Başka bir arkadaşın mıydı?” “Biiip…” “Artık benim gerçek bir avukat olduğuma ve orada çalıştığıma inanıyorsun, değil mi? “Biiip…” “Hala sana aşık olduğuma inanmıyor musun?” “…” “Seni anlıyorum Elif, hala emin değilsin. Öyle değil mi?” “Biiip…” “Daha sonra konuşmak için müsait olacak mısın?” “…” “Peki, ben sana bir telefon numarası verirsem beni arar mısın?” “Biiip…” “Teşekkür ederim Elif, senden telefon bekleyeceğim.” Eren Can telefonu kapattıktan sonra aynaya baktı ve kendi kendine, ‘Arayacak, kesinlikle arayacak,’ dedi. Bilgisayarını açtı, birkaç tane dava dosyasını inceledi, işyerinden getirdiği disketteki Nefise Hanım’ın davası hakkında kaydettiği bilgileri kendi bilgisayarına aktardıktan sonra bu bilgileri incelemeye başladı. Elif ’i aklından bir türlü çıkaramıyordu, telefonunu beklemekten başka bir çaresi yoktu. Düşüncelerini Nefise Hanım’ın davasına yoğunlaştırmaya çalıştı. Bu dava onun tek başına aldığı ilk dava olacaktı. İki yıldır avukat olarak çalışıyordu, işe stajyer olarak başlamıştı. Bir yıldır asistan olarak çalışıyor ve bürodaki yoğunluk nedeniyle, diğer avukatlar başka davalarla meşgul olduğu için ilk ciddi davasını şimdi alıyordu. Son günlerde düşünceleri yalnız Elif ile dolu olduğu için bu durumu daha önce hiç düşünmemişti, kendisini kanıtlamak ve ileride iyi bir avukat olabileceğini göstermek için eline bir fırsat geçmişti. Bu davayı mutlaka kazanmalı ve artık gerçek bir avukat olduğunu kanıtlamalıydı.
Bu basit bir boşanma davası değildi, çünkü davalı olan kişi tecrübeli bir avukattı. İlk bakışta Eren Can’ın bu davayı kazanabilmesi için pek fazla şansı yok gibi görünüyordu. Bunu Eren Can’da fark etmiş fakat Aykut’un başka kadınlarla birlikte olduğunu kanıtlayan resimler olduğunu öğrendikten sonra biraz rahatlamıştı. Bu resimlerin davayı umdukları şekilde etkileyip etkilemeyeceğini çok merak ediyor ve resimleri görmek için sabırsızlanıyordu. Eğer resimler Nefise Hanım’ın söylediği kadar güçlü bir kanıt olsa bile, karşı taraf bu resimleri bir kanıt olarak kabul etmeyebilir ve fotomontaj yapıldığını ileri sürebilirdi. O zaman iş uzar ve bilirkişi bunların gerçek olup olmadığını kontrol ederdi. Tabii bu da zaman alacağı için dava uzayabilirdi. Eğer resimlerdeki kadınlardan birini bulabilir ve tanık olarak mahkemeye gelmesi için ikna edebilirse hem davanın sonuçlanmasını çabuklaştırırdı hem de Nefise Hanım için iyi bir tazminat alabilirlerdi. Bunu yapmak, düşünmek kadar kolay olmayacaktı. Kadınlardan birine ulaşsa bile, onu mahkemeye getirip Aykut’un aleyhinde tanıklık yaptırmak için ne yapması gerektiği hakkında hiçbir fikri yoktu. Telefon çaldığında Eren Can hala Nefise Hanım’ın davasını düşünüyordu. Telefonun sesi onu düşüncelerinden bir anda uzaklaştırdı. Hemen avizeyi kaldırdı, arayan Elif ’ti. “Merhaba Eren Can, şimdi rahat bir şekilde konuşabiliriz. Eğer sen de müsaitsen tabii.” “Tabii ki müsaitim. Aradığına inan çok sevindim Elif. Sesini yeniden duymak o kadar güzel ki. Nasılsın?” “Teşekkür ederim, çok iyiyim. Benimle neden konuşmak istiyorsun?” “Yarın seninle tekrar buluşmak istiyorum. Yine senin istediğin yerde ve saatte olabilir. Yeter ki seni tekrar görebileyim.” “Bu imkânsız Eren Can, yarın hiç zamanım olmayacak. Bitirmem gereken tasarımlar için cumartesi gününe dek, akşam geç saatlere kadar çalışacağım. Eğer istersen cumartesi günü öğleden sonra saat ikide seninle Yeşilköy sahilinde buluşabiliriz.”
| 39
40 |
“Tamam Elif, o zaman cumartesi günü öğleden sonra saat ikide Yeşilköy sahilindeki parkta seni bekliyor olacağım. Madem yarın görüşemeyeceğiz, o halde –eğer zamanın varsa tabii– telefonda konuşalım olur mu?” “Benimle konuşmak istediğin konu nedir?” “Seni daha yakından tanımak istiyorum. Nerede çalıştığını, ne iş yaptığını, aileni, yani seni tanımak istiyorum. Bana biraz kendinden bahseder misin?” “Bakırköy”de bir modaevinde tasarımcı olarak çalışıyorum. Üniversiteyi bitirdikten sonra bu modaevinde çalışmaya başladım. Babam TRT’de saz sanatçısı olarak çalışıyor. Geri kalan şeyleri sen de biliyorsun zaten; boğa burcuyum, sözlü ya da nişanlı değilim, en sevdiğim çiçek kırmızı gül. Ayrıca kitap okumayı da çok severim.” Elif bunları Eren Can’a neden anlattığını ve onu neden aradığını bilmiyordu. Eren Can’da onu kendine çeken bir şey vardı sanki ama bunun ne olduğunu henüz anlayabilmiş değildi. Eren Can yakışıklıydı, kibardı, kızlara nasıl davranılacağını da çok iyi biliyordu... Ondan çok hoşlandığını ilk defa, Eren Can’ın onu tekrar görebilmek için o yağmurlu günde, caddenin karşısında şemsiye sattığını gördüğünde anlamıştı. Onun kendisini tekrar görebilmek için böyle bir şey yapabileceği aklının ucundan bile geçmemiş ve çok da hoşuna gitmişti. Gerçi çay bahçesinde söylediklerine çok fazla inanmamıştı ama yine de onu aramak ve sesini duymak istemişti. Acaba Eren Can kendisini gerçekten seviyor muydu? Bundan bir emin olabilse, bu sevgiye karşılık vermeye hazırdı. Ama önce bundan kesinlikle emin olmalıydı. Telefonda yaklaşık iki saat boyunca konuştular. Elif ’in ailesi eve dönmeseydi belki daha saatlerce konuşabilirlerdi. Ertesi gün Bakırköy sahilindeki restoranda, iki kişilik masalardan birinde, siyah takım elbiseli birisi oturmuş, yoldan geçenleri izliyordu. Biraz sonra yanına çok güzel bir kadın gelip masasına oturdu. Bunlardan birisi Eren Can, diğeri de Nefise Hanım’dı. Önce nazik bir şekilde tokalaştılar ve hemen konuya girdiler. Nefise Ha-
nım çantasından fotoğraflar çıkartıp Eren Can’a uzattı. Eren Can fotoğrafları tek tek, çok dikkatli bir şekilde inceledi ve: “Dedektifiniz gerçekten çok iyi bir iş çıkartmış. Bu fotoğraflar davayı kazanmamız için yeterli olacaktır. İzin verirseniz bu fotoğraflar bende kalsın ve kanıt olarak mahkemeye sunayım,” dedi. “Hayır, bunları hemen mahkemeye vermeyeceğiz. Aykut’un son ana kadar bu davayı kendisinin kazanacağını düşünmesini istiyorum. Zamanı geldiğinde ondan istediklerimi kolayca alacağım.” “Sizi tam olarak anlayamadım. Ne yani, Aykut’a elinizdeki resimlerle şantaj mı yapacaksınız? Şantaj yapmak çok ciddi bir suçtur. Sonunda hapse bile girebilirsiniz.” “Aykut bunu göze alamaz. O, çevresinde iyi tanınan ve ünlü bir avukat. Bu resimleri gazetelere verecek olursam, bütün kariyeri mahvolur ve bütün işleri bozulur. Böyle bir şey olmasındansa, benden boşanmayı ve bana istediğim nafakayı ödemeyi tercih edecektir. Mahkeme ne zaman başlayacak?” “Bu benim tek başıma aldığım ilk dava olduğu için, ben de en az sizin kadar heyecanlıyım ve dört gözle mahkemenin yapılacağı günü bekliyorum. Konuşmaktan yemek yemeyi unuttuk. Ben garsonu çağırıp siparişlerimizi almasını isteyeceğim.” Eren Can garsonu çağırdı, siparişlerini verdiler ve beklerken konuşmalarına devam ettiler. “Nefise Hanım boşandıktan sonra ne yapmayı düşünüyorsunuz? Sanırım hayatınızda köklü değişiklikler yapmayı planlıyorsunuzdur.” “Can, lütfen bundan sonra bana sadece Nefise diye hitap et. Nefise Hanım biraz fazla resmi oluyor. Hem bundan sonra ikimiz ortak sayılırız. Şu anda ikimizin amacı da bu davayı kazanmak.” “Haklısınız. Siz nasıl isterseniz Nefise.” dedi Eren Can. “Bir de siz yerine sen diye hitap eder misin bana? Boşandıktan sonra Aykut’tan çok uzaklarda bir semtte olan, oğlum ile bana yetecek küçük bir daire alacağım. Aykut’un beni rahatsız edemeyeceği bir yerde. Daha sonra biriktirdiğim parayla bir iş kurup hem
| 41
42 |
para kazanacağım, hem de o iş ile oyalanıp vakit geçireceğim. Kim bilir belki ilerde, Efe biraz daha büyüdükten sonra evlenmeyi bile düşünebilirim.” Yemeklerini yedikten sonra, Nefise son model cipi ile Eren Can’ı hukuk bürosuna bıraktı. Ayrıldıklarında ikisi de çok uzun sürecek olan bir dostluğun ilk adımını attıklarının farkında değillerdi. Eren Can, Nefise’den Aykut”u iki yıldır izlettiği dedektif Murat’ın telefonunu ve iş adresini de almıştı. Önce telefon etmeyi düşündü, sonra işyerine gidip yüz yüze görüşmesinin daha uygun olacağına karar verdi. Fakat saat oldukça geç olduğu için dedektiflik bürosu kapanmış olabilirdi. Bu yüzden ertesi gün gitmesi daha uygun olacaktı. Hukuk bürosuna girdiğinde içeride sadece temizlikçi Ahmet Bey’in olduğunu gördü. Herkes gitmiş, büro kapanmış, temizlik yapılıyordu. Elindeki dosyaları çekmeceye dikkatlice yerleştirdikten sonra Ahmet Bey’e veda edip bürodan ayrıldı. Yol boyunca yalnızca Elif ’i düşündü. Onu tekrar arayıp aramamak konusunda kararsızdı. Sesini duymak için can atıyor fakat onu fazla sıkıyor olmak da istemiyordu. Hem zaten cumartesi buluşacaklar ve Elif ’i yeniden görüp, onunla istediği kadar konuşabilecekti. Bütün gece Elif ’in telefon etmesini bekledi, gece yarısı olunca umudunu kaybedip yattı. Gece, rüyasında yine Melek’i gördü. Yalnız, Melek’in adı bu defa Elif ’ti. Rüyasında bir savaşın içindeydi. Bir seher vaktiydi, tan yeri yeni ağarıyordu. Her yandan tüfek ve top atışı sesleri geliyordu. Toprak kızıla bürünmüştü, sanki her baktığı yerde kan ve şehit olan askerlerin bedenlerini görüyordu. Askerler Allah Allah diye bağırarak düşmana saldırıyor, şehit olanların yerine yeni askerler geçiyordu. Düşman bir yandan kaçıyor ve bir yandan da açtığı top ateşiyle sanki ölüm kusuyordu. Eren Can süvari birliğiyle at koşturup kaçan düşmanı kovalıyor ve tüfeğiyle düşman askerlerine ateş ediyordu. Bir anda, hemen yanında, büyük bir gürültüyle bir patlama oldu. Eren Can atından yere düştü, gözleri karardı ve kendinden geçti…
Kendine geldiğinde iki asker onu sedyede taşıyordu. Beyaz renkte, üzerinde tek bir kırmızı hilal olan çadıra götürdüler. Eren Can konuşmak istiyor fakat çektiği acıdan dolayı yalnızca inleyebiliyordu. Hemşireler ve hekimler yaralarını kontrol edip pansuman yaptılar. “Yaraları çok ağır, bu halde burada kalamaz. Kasabadaki hastaneye gidip, orada tedavi görmesi gerekiyor.” dedi hekimlerden birisi. Ve yanındaki erlerden birine: “Yaralılar kasabadaki hastaneye ne zaman götürülecek?” diye sordu. “Bu akşam at arabalarıyla hareket edeceğiz, sabaha kasabaya varırız,” diye asker cevap verdi hekime. Güneş battıktan sonra Eren Can ve diğer yaralıları at arabalarına bindirdiler, biraz sonra da hareket ettiler. Şafak sökerken kasabaya ulaştılar. Kasabadaki hastane, eskiden okul olan, kerpiçten yapılmış, iki katlı, eski bir binaydı. Önünde ve arkasında iki tane kocaman ceviz ağacı vardı. Eren Can’ı yarası diğerlerinden biraz daha hafif olan, ikinci kattaki yaralıların bulunduğu, eskiden bir sınıf olduğu açıkça belli olan uzun ve oldukça da geniş olan bir odaya götürüp, boş olan tek yatağa yatırdılar. Eren Can yatağa yatırıldıktan sonra derin bir uykuya daldı. Oradaki başhekim, hemşirelerden birini yanına çağırdı. “Elif hemşire, bu sabah getirilen ikinci kattaki yaralıyla senin ilgilenmeni istiyorum,” dedi. “Emriniz olur paşam.” diye cevap verdi Elif hemşire. Hemen yukarı çıkıp, Eren Can’ın yanına gitti. Yaralarına baktı, tekrar pansuman yaptı. Bu durum yaklaşık bir hafta böyle sürüp gitti. Elif hemşire Eren Can’ın yanına, yaralarını pansuman etmeye her gittiğinde Eren Can uyuyor oluyordu. Son iki hafta boyunca hiç uyumamış, silah arkadaşlarıyla birlikte cephede savaşmış, bozguna uğrayıp kaçan
| 43
44 |
düşmanı kovalamıştı. Yaralandığı ana kadar ne yorgunluğunu, ne de uykusuzluğunu hiç fark etmemişti. Uyandığında Elif hemşireye ilk sorduğu şey, “Taarruz bitti mi? Düşmanı güzel vatanımızdan kovduk mu?” oldu. “Hayır.” dedi Elif, “...Büyük taarruz hala devam ediyor. Düşman, arkasına bakmadan ve kalleşçe, geçtiği yerleri yakarak kaçıyor. Ulu Önderimiz, büyük komutan Mustafa Kemal Paşa ve kahraman Türk askerleri onları denize dökmek için savaşıyor. Kaçacak başka bir yerleri kalmadı, sonunda denizin dibini boylayacaklar!” “Adın ne senin hemşire? Buraya geldiğimden beri bana hep sen mi baktın?” “Elif benim adım. Buraya geldiğinden beri, yani bir haftadır sana ben bakıyorum. Birkaç güne kadar da iyileşir, ayağa kalkarsın. Senin adın ne yiğidim?” “Benim adım Eren Can, Elif hemşire. İyileşene kadar bana yine sen mi bakacaksın? Yoksa başka bir hemşire mi verecekler?” “Ben bakacağım ama eğer benim bakmamı istemezsen başkası da bakabilir.” “Başkasını istemem, bana gene sen bak. Sen hiçbir şey yapmasan da, o güzel gözlerine bakmak bile insanı iyileştiriyor.” Elif hemşire birden kızardığını hissetti. Yanakları al al olmuştu. “Diğer yaralılara bakmam gerek...” dedi, hemen başka bir yaralının yanına gitti. Eren Can, Elif’i utandırdığını anladı ve sessizce, kendi kendine güldü. Eren Can’ın Elif hemşireye olan hisleri günden güne arttı. Elif hemşirenin o güzel gözleriyle Eren Can’a bakışı, yumuşacık elleriyle yaralarını şefkatle pansuman edişi kendisini ona daha çok bağlıyordu. Oysa o da biliyordu ki birkaç güne kadar iyileşecek, tekrar birliğine dönüp vatanı için savaşacaktı. Cephede, nice Türk askeri kutsal vatanı için şehit olurken o orada kalamazdı. Elif hemşireden ebediyen ayrılacak, belki şehit düşecek ya da geri dönebilse bile Elif hemşireyi burada bulamayacaktı. Eren Can bunları düşünürken Elif koşarak yanına geldi.
“Büyük taarruz bitti! Düşman en sonunda denize dökülmüş. Kutsal vatanımızdan defettik gâvurları!” Eren Can çalar saatin sesiyle uyandı, sabah olmuştu. Hala gördüğü rüyanın etkisindeydi. Bir süre öylece durdu ve Elif ”i düşündü. Sonra, Melek için yazdığı şiir defterini eline aldı. Onun için yazdığı ilk şiiri okudu. Yataktan kalktı, ceketinin iç cebinden kalemi alıp, Elif için bir şiir yazdı. Benimle olduğun günden beri, Sevinç gözyaşları döküyor gözlerim. Senin yanında olduğum anda, Mutluluktan sarhoş oluyor yüreğim. İşte böylesi, delicesine; Seviyorum ben seni. Seni sevmek o kadar güzel ki, Yanımda olmasan da ruhumdasın sanki. Sen olmasaydın, ben yaşayamazdım belki, Yaşam kaynağım sensin, inan ki. İşte böylesi, delicesine; Seviyorum ben seni. Benim yüreğim sana doymaz, İçimdeki güller artık solmaz. Seni benden ölüm bile ayıramaz, İstese de bu can, sensiz yaşayamaz. Ne Leyla ile Mecnun, Ne Ferhat ile Şirin, Ne de Kerem ile Aslı, Böyle bir aşk yaşayamadı. İşte böylesi, delicesine; Seviyorum ben seni.
| 45
46 |
Eren Can, Mecidiyeköy otobüsünden son durakta indi. Caddenin karşısına geçti. Şişli yönüne doğru yürümeye başladı. On dakika sonra dış cephe duvarında Sizin Dedektiflik Bürosu tabelasının asılı olduğu bir binanın önünde durdu. Binanın giriş kapısı açıktı, içeri girdi, basmakları ikişer ikişer koşar adım çıktı. Dedektif Murat Zonguldaklı ile olan randevusuna birkaç dakika geç kalmıştı. Hiç zaman kaybetmeden zili çaldı. Kapıyı Murat Zonguldaklı’nın genç ve güzel sekreteri açtı. Eren Can, sekreteri şöyle bir süzdükten sonra, “Elif ’e âşık olmasaydım, bu güzel kızla ilgilenebilirdim,” diye kendi kendine düşündü. Sekreter onu hiç bekletmeden Dedektif Murat Zonguldaklı’nın odasına aldı. Dedektif Murat ile yaklaşık bir saat görüştü, bu davayı kazanabileceğinden oldukça emindi artık, çünkü dedektif Murat’ın anlattıklarını mahkemede kanıtlayabilirse –ki kanıtlamak için tek gereken, Aykut ile beraber olan kadınlardan birini bulup mahkemede konuşması için ikna etmekti– o zaman davayı kesinlikle kazanacaklardı. Büroya döndüğünde, telefon rehberini açtı ve Bakırköy’de bulunan tüm modaevlerinin adres ve telefonlarını not defterine kaydetti. Tek tek modaevlerini arayıp Elif ’in orada çalışıp çalışmadığını sormayı düşünüyordu, oysa Elif ’in soyadını bile bilmiyordu. Ne soracaktı onlara? Kim bilir Elif adında kaç tane çalışan vardı aynı modaevinde. Sonra telefon etmekten vazgeçip, tek tek modaevlerine gitmeye karar verdi. Bürodaki işlerini bitirdikten sonra bir taksiye atladı ve önce aynı çiçekçiye gidip tek bir kırmızı gül aldı, sonra da hediyelik eşya satan bir mağazadan Elif için şirin bir hediye alıp, oraya en yakın modaevine gitti. İçeri girdiğinde, sekretere Elif adında; uzun kızıl saçları olan, yeşil gözlü, balıketli bir hanımı aradığını, otobüste tanıştıklarını ve Elif ’in otobüste düşürdüğü, içinde bazı ilaçların olduğu küçük bir poşeti kendisine vermek istediğini söyledi. “Maalesef Eren Bey. Burada ne Elif adında, ne de tarif ettiğiniz
özelliklere sahip bir hanım çalışmıyor. Umarım kendisini bulur ve ilaçlarını verirsiniz. Gerçekten çok düşünceli bir insansınız. Birçok insan sizin gibi sağduyulu davranmayabilirdi,” dedi sekreter. Yardımcı olamadığı için üzülmüş gibi bir hali vardı. Gittiği modaevlerinin çoğundan bu şekilde cevaplar aldı. Ta ki, son moda evine gidene kadar. İçeri girdiğinde, oradaki sekretere de aynı hikâyeyi anlattı. Sekreter hemen Elif ’in yanına götürdü Eren Can’ı. “Bahsettiğiniz hanım şuradaki mi?” diye, eliyle biraz ilerideki Elif ’i işaret etti. “Evet, ta kendisi,” dedi Eren Can, sekretere teşekkür edip, Elif ’in yanına gitti. Elif ise, henüz hiçbir şeyin farkına varmamış, bütün dikkati yeni çizdiği tasarımların üzerinde, onları inceliyor ve yeni ayrıntılar ekliyordu. Eren Can yavaşça Elif ’e doğru yaklaştı. “Merhaba Elif, beni tanıdın mı? Arayacağını söyleyip de aramadığın insan.” Elif şaşkın bir halde başını tasarımlardan kaldırdı, Eren Can’a baktı. “Aaa! Merhaba Eren Can! Benim burada çalıştığımı nasıl öğrendin? Hem ne işin var senin burada?” “Bu çok uzun bir hikâye… Buraya seni yeniden görmek ve seninle konuşmak için geldim. Bana biraz zaman ayırabilir misin?” “İnan şu anda çok meşgulüm, bir saat sonra işten çıkacağım, eğer istersen işten çıktıktan sonra seninle Yeşilköy sahilinde buluşabiliriz. Zaten Yeşilköy’e gitmem gerekiyor.” “Tamam, ama lütfen gel. Seni sahildeki parkta bekleyeceğim. Bu arada senden şu poşeti almanı istiyorum. Sekretere içinde bazı ilaçlar olan bir poşeti otobüste unuttuğunu ve onları sana vermek için geldiğimi söyledim.” “Poşetin içindeki nedir Eren Can?”
| 47
48 |
“Önemli bir şey değil, hem zaten, eğer almak istemezsen parkta bana geri verirsin.” Elif poşeti almaktan başka bir çaresi olmadığını düşündü ve aldı. Çünkü eğer almazsa, arkadaşları Eren Can’ın yalan söylediğini anlayacak ve kim bilir ne düşüneceklerdi. Hem zaten poşeti Eren Can’a geri verecekti. “Peki Eren Can, poşeti alıyorum. Parkta görüşürüz.” “Teşekkür ederim Elif, sahildeki parkta seni bekliyor olacağım.” dedi Eren Can ve moda evinden ayrıldı. Bir süre yürüdükten sonra minibüse binip Yeşilköy sahiline gitti. Elif ’i yeniden görmek, içinde ruhunu barındıran gözlerinin derinliklerinde kaybolmak coşkusuyla kendinden geçmiş bir halde heyecanla parka doğru yürüyordu. Oradaki boş banklardan birine oturdu ve Elif ’i beklemeye başladı. Elif ’le ilk buluştukları anı düşündü. Elif ’le baş başa oturmuşlar ve konuşmuşlardı. Bugün de o günkü kadar heyecanlıydı. Yalnız bugün, Elif ’in geleceğinden emin olduğu için daha çok umutluydu; emindi, çünkü verdiği hediyeyi kabul etmezse, onu kendisine geri vermek için gelecekti. Ve bu bile Elif ’e çay bahçesine gelmesi için bir bahane yaratmış olacaktı. Bir süre denizi ve martıları seyretti. Elif ’i mutlaka, onu gerçekten sevdiğine inandırmalıydı. Bu doğruydu, Elif ’i gerçekten, hem de deliler gibi seviyordu. İnsanları yalanlara inandırmak kolayken, doğrulara inandırmak neden bu kadar zordu? Elif ’i buna inandırmak için yalnızca içinden geldiği gibi davranmalıydı. Eren Can da öyle yapacaktı zaten… Elif parka yaklaştığında, Eren Can’ın bir bankta oturmuş kendisini beklediğini gördü. Onun da tahmin ettiği gibi; kendisine verdiği poşeti de yanında getirmişti. Yavaş adımlarla Eren Can’a doğru yaklaştı. “Merhaba Eren Can…” “Merhaba Elif, geldiğin için çok teşekkür ederim. Sahilde biraz yürüyelim mi?”
“Tamam, zaten çok fazla kalmak istemiyorum. Fazla zamanım yok.” Beraber yürümeye başladılar. İkisi de suskun, bir süre yürüdüler. Sonra: “Elif seni çok seviyorum. Bana inanmadığını biliyorum ama… Bunu sana bütün kalbimle söylüyorum. Seni çok ama çok seviyorum…” Eren Can durdu ve bir süre denize baktı… “Hatta seni o kadar çok seviyorum ki, aşkından şu gördüğün denizin bütün tuzlu suyunu içip delirebilirim.” “Yok canım, daha neler. Sana inanmıyorum. Ne beni gerçekten sevdiğine, ne de denizin bütün tuzlu suyunu içip benim için delirebileceğine.” “Demek bana inanmıyorsun!” Eren Can, hızla denize doğru gitti. Su dizlerinin üzerine çıkıncaya kadar denizin içinde ilerledi. Elif merakla onu izliyordu. İki avucunu birleştirdi, ellerini suya daldırdı, Elif ’e bakarak su dolu ellerini kaldırıp tuzlu deniz suyunu içti. Bu hareketi birkaç kez tekrarladı, üçüncüsünde Elif daha fazla dayanamadı. “Tamam, Eren Can, sana inanıyorum. Lütfen o sudan daha fazla yutma, yoksa hasta olacaksın. Benim yüzümden hasta olmanı istemiyorum.” Elif gerçekten inanmıştı ve, ’Bu adam gerçekten deli…’ diye düşünüyordu. Biraz utanmış, yüzü kızarmıştı ama bu hareketin çok hoşuna gittiğini de saklayamıyordu. O da her kadın gibi şiddetle, delicesine sevilmek istiyordu. Karşısındaki insan onu en derinden, candan ve gönülden, gerçek bir sevgiyle sevsin, öyle bir sevsin ki, aşkından çıldıracak kadar, bu şekilde delilikler yapacak kadar sevsin. Şu anda bütün bu olanlara inanmakta zorluk çekiyordu. Birkaç hafta önce hiç tanımadığı birisi gelmiş; kendisinin onun ruhunun eşi olduğunu söylemiş, onu tekrar görebilmek için akla hayale gelmeyecek şeyler yapmış, şimdi de onu gerçekten sevdiğine Elif ’i inandırmıştı.
| 49
50 |
Bu olanları birkaç hafta önce rüyasında görse inanmazdı ama şimdi her şey gerçekti. Eren Can denizden çıkıp Elif ’in yanına gitti. “Bana gerçekten inanıyorsun, değil mi?” diye sordu. Sonunda Elif ’i kendisine gerçekten inandırdığına hala inanamıyordu. Yalnızca “Evet.” diyebildi Elif kısık bir sesle. Güldü. Ama bu defa alaycı bir şekilde değil, utangaç ve mutlu bir şekilde gülüyordu. Elinde tuttuğu poşeti açtı, içinde kırmızı bir gül ve ufak bir hediye paketi vardı. “Hediyelerin için teşekkür ederim. Bu paketin içindeki nedir?” “Küçük bir hediye, umarım beğenirsin... Açmayacak mısın?” Elif yavaş ve dikkatli bir şekilde hediye paketini açtı. İçinden bir tane mavi şirinler bebeği çıktı. “Bu gerçekten çok şirin ve çok güzel bir hediye, hatta bugüne kadar aldığım en güzel hediyelerden birisi.” Bir an için Eren Can’ın boynuna sarılmak istedi. Tabii ki bunu yapmadı. Böyle bir şeyi neden istediğini o da anlayamamıştı, kendi kendine kızdı. Bunun nedeni Eren Can’ın ona aldığı hediye miydi, yoksa onu gerçekten sevdiğine kendisini inandırması mıydı? Bunu cevabı galiba her ikisi de idi. Parktaki bir bankta el ele yaklaşık iki saat oturdular, kâh oradan, kâh buradan konuştular. Eren Can, Elif ’e gördüğü rüyalardan ve onun için yazdığı şiirleri biriktirdiği şiir defterinden bahsetti. En büyük isteklerinin birinin de Elif ’in bu şiirleri okuması olduğunu söyledi. Elif de onun bu isteğini kabul etti. Eren Can, Elif ’ten gözlerini kapatmasını istedi. “Neden?” diye sordu Elif. “Bugün buraya geldiğin için sana teşekkür etmek istiyorum. Bana verebileceğin en güzel hediye buydu. Ve bunun karşılığında ben de sana bir hediye vermek istiyorum.” Elif gözlerini kapattı, Eren Can’ın bu sefer ne yapacağını çok merak ediyordu ki Eren Can yavaşça yaklaştı ve Elif ’in dudaklarına sıcak bir öpücük kondurdu. Elif gözlerini açtığında kulaklarına
kadar kızarmıştı. Eren Can onu şaşırtmaya ve utandırmaya devam ediyordu. Bir süre sonra Elif, bu kez kendi dudaklarının, Eren Can’ın dudaklarını ısıttığını fark etti. Şu anda hiçbir şey umurunda değildi, yalnızca onun dudaklarını hissetmek istiyordu. O şimdi, Eren Can’ı yıllardan beri tanıyor ve seviyormuş gibi derin bir şekilde aşkın deryasına dalmıştı… Birden, sanki yaramazlık yaparken yakalanmış suçlu, küçük bir kız çocuğu gibi geri çekildi. Buraya gelirken Eren Can’a birlikte olamayacaklarını ve peşini bırakmasını söylemeyi düşünüyordu fakat şimdi onun kollarındaydı. Her şey çok hızlı gelişmişti. Ve bu durum onu bir an için çok tedirgin etti…
| 51
II. BÖLÜM
N
52 |
efise Hanım’ın davasının başlamasına yalnızca iki gün kalmıştı. Eren Can’ın Elif ’ten başka düşündüğü tek şey bu davaydı. Eren Can hukuk bürosundaki masasında oturmuş, bu davayı düşünürken büronun telefonu çaldı. Telefonu sekreter Nesrin açtı: “Eren Can mı? Evet, burada çalışıyor. Kim arıyordu? Hemen bağlıyorum.” “Eren Can seni Aykut adında bir beyefendi arıyor, telefona bakar mısın?” “Aykut Bey mi! Hemen bakıyorum Nesrin, teşekkür ederim.” Eren Can hemen diğer telefonun ahizesini kaldırdı. Telefondaki kişi onun da tahmin ettiği gibi Nefise Hanım’ın kocasıydı. Dava hakkında görüşmek istiyordu. “Ben Eren Can, size nasıl yardımcı olabilirim Aykut Bey?” “Ben Nefise Oral’ın eşi Aykut Oral, sizinle bana açtığınız dava hakkında konuşmak istiyorum. Zamanınız varsa eğer, bir yerde buluşup yüz yüze konuşmak isterim.” “Tanıştığımıza çok sevindim Aykut Bey, sizinle görüşmeyi ben de istiyorum. Nerede görüşelim?” “Size büromun adresini vereyim, buraya gelin. Burada daha rahat görüşürüz.”
“Tabii, nasıl isterseniz Aykut Bey, adresi alayım…” Eren Can’ın adresi bulması hiç zor olmadı. Burası Taksim’de, Aykut Oral’ın sahibi olduğu büyük bir hukuk bürosuydu. Her zaman böyle bir hukuk bürosunda çalışmayı hayal etmişti. Burada çalışan avukatlardan çoğu isim yapmış insanlardı. Kim bilir belki de, Aykut Oral bu davayı kaybetmesi için rüşvet olarak burada çalışmayı teklif edecekti. Ama ne olursa olsun bunu yapamazdı, bu onun tek başına aldığı ilk davaydı ve mutlaka bu davayı kazanıp kendisini kanıtlamalıydı... Oysa durum onun düşündüğünden çok daha farklıydı. Aykut Oral istese onu bu davadan aldırıp, büronun bu dava için başka bir avukat görevlendirmesini sağlayabilirdi. Çünkü Eren Can’ın çalıştığı hukuk bürosunun sahiplerini çok iyi tanıyordu ve onun bu küçük ricasını hemen yerine getirirlerdi. Ama Eren Can gibi hiç tecrübesi olmayan bir avukat karşısında davayı kazanmasının daha kolay olacağını düşündüğü için bunu yapmamıştı. “Eren Can, Aykut Oral’ı gördüğünde oldukça şaşırdı. Çünkü Aykut Bey onun düşündüğünden daha genç görünen bir adamdı. 40’lı yaşların ortasında olmasına rağmen atletik bir vücuda sahipti ve yüzünde neredeyse hiç kırışık yoktu. Onu ilk defa gören birisi 30’lu yaşlarda olduğunu bile düşünürdü. Fotoğraflarda göründüğünden çok daha genç görünüyordu. “Hoş geldiniz Eren Bey, ben Aykut Oral. Müvekkiliniz Nefise Oral’ın eşi. Lütfen oturun, sizinle biraz konuşmak istiyorum.” Eren Can’ın heyecanı daha da artmıştı ve mümkün olduğunca heyecanlı olduğunu belli etmemeye çalışıyordu. Buraya gelirken, Aykut Oral’ın bu davayı kaybetmesi için kendisine bu büroda çalışmayı teklif ettiğinde kendisine ne şekilde bir cevap vereceğine çoktan karar vermişti. Ve işte şimdi o an gelmek üzereydi. Ne olursa olsun bu kararından vazgeçmemeliydi. “Eren Bey, benimle görüşmeyi kabul ettiğiniz ve buraya kadar geldiğiniz için teşekkür ederim. Sizin de bildiğiniz gibi davaya iki gün kaldı. Öğrendiğime göre bu dava sizin tek başınıza aldığınız
| 53
54 |
ilk dava olacakmış. Bu durum sizin için hem çok iyi bir şans, hem de çok büyük bir şanssızlık.” “Ne demek istediğinizi anlamadım Aykut Bey. Biraz daha açık konuşabilir misiniz?” Eren Can’ın beklediği an gelmişti, şimdi sabırsızlıkla teklifi bekliyordu. “Karşınızda ülkenin en iyi avukatlarından birisi, yani ben varım. Bu davayla iyi bir deneyim kazanabilir ve bu dava sayesinde benden bir şeyler öğrenebilirsiniz. Bu dava sizin yaşlarınızda olan birçok avukatın bulamayacağı bir şans... Aynı zamanda da çok büyük bir şanssızlık, çünkü ilk dava olarak kaybedeceğinizin daha başından belli olduğu bir dava aldınız.” Eren Can duyduklarına inanamamıştı. Buraya gelirken Aykut Oral’ın kendisine bu davayı kaybetmesi için rüşvet olarak bu büroda çalışmayı teklif edeceğinden o kadar emindi ki… Şimdi ise karşısında kibirli ve kendini beğenmiş bir insan vardı ve onu küçük düşürüyordu. Nefise Hanım’ın bu adamdan ayrılmayı neden bu kadar çok istediğini daha iyi anlamıştı. Artık bu davayı kazanmayı ve bu kibirli herife iyi bir ders vermeyi daha çok istiyordu ve bu adamın söylediklerini asla alttan almayacaktı. “Doğrusunu isterseniz Aykut Bey, ben sizin gibi düşünmüyorum. Aslında bir konuda haklısınız, o da bu davanın benim için çok büyük bir şans olduğu. Fakat ben bu olaya çok farklı açılardan bakıyorum. Tek başıma aldığım ilk davada karşımda sizin gibi tanınmış ve çok iyi bir avukatın olması benim için büyük bir şans, çünkü bu davayı kazandığımda kendimi tam anlamıyla kanıtlamış olacağım ve bu benim için çok büyük bir referans ve tecrübe olacak. Eğer ilk davamda sıradan, basit bir dava alsa idim, bu durum ne benim ne de başkaları için benim adıma pek fazla bir önem ifade etmeyecekti. Davayı kazandığımda herkese ne kadar iyi bir avukat olduğumu göstermiş olacağım. Ve inanın bana, bu davayı kazanacağımdan da hiçbir şüphem yok. Siz belki çok iyi ve tecrübeli bir avukat olabilirsiniz ama şunu da sakın unutmayın; ben de
çok hırslı bir insanım ve kaybetmeye asla tahammülüm yoktur. Bu davayı kazanmak için elimden gelenden daha fazlasını yapacağıma emin olabilirsiniz.” Eren Can ayağa kalktı ve tokalaşmak için elini uzattı. Aykut Oral tokalaşırken, alaycı bir tavırla,“Size bol şans dilerim Eren Bey,” dedi. Eren Can binadan dışarı çıktığında hala çok sinirliydi ve sinirden dişlerini sıkıyordu. Saatine baktı, dört buçuk olmuştu. Elif yarım saat sonra işten çıkacaktı ve onu almaya gitmesi gerekiyordu. Hemen bir taksiye binip Elif ’i almaya gitti. İşyerine ulaştığında Elif kapıda onu bekliyordu. Elif ’i gördüğünde bütün siniri bir anda yok oldu. Şu anda Elif ’ten başka bir şey düşünmek istemiyordu. El ele tutuşup yürümeye başladılar. “Günün nasıl geçti canım? Canın sıkkın gibi, kötü bir şey mi oldu?” diye sordu Elif. Eren Can’ın her zamankinden daha stresli ve dalgın olduğunu hemen hissetmişti. Oysa Eren Can bu durumu belli etmemek için elinden geleni yapıyordu. “Hayır meleğim. Önemli bir şey değil, sadece işle ilgili bir mesele. Hani şu tek başıma aldığım ilk dava, iki gün sonra ilk duruşmaya çıkacağım. Bugün Nefise Hanım’ın boşanmak istediği eşi Aykut Oral görüşmek için beni bürosuna davet etti. Hayatımda hiç bu kadar kibirli ve kendini beğenmiş bir insan tanımadım. Davayı kazanacağından o kadar emin ki, kaybedeceğini aklının ucundan bile geçirmiyor. Bana bir hiçmişim gibi davrandı. Karşısında hiçbir şansım olmadığını düşünüyor. Bense bu davayı kazanıp kendimi kanıtlamak ve bu pis herife iyi bir ders vermek istiyorum.” Sahildeki çay bahçesine ulaştıklarında Eren Can, buraya her geldiklerinde olduğu gibi Elif ’i sevdiğine inandırdığı, Yeşilköy sahilindeki o anı hatırladı ve Elif ’in elini daha sıkı bir şekilde tuttu. Bu çay bahçesinin onlar için çok ayrı bir yeri vardı. İlk defa bu çay bahçesinde buluşmuşlar ve ikisinin işyerlerine de yakın olduğu için burada buluşmaya devam etmişlerdi. O gün oturdukları masa boştu ve her zaman olduğu gibi yine aynı masaya oturdular. Bu çay
| 55
bahçesi ve bu masa onlar için bir aşk mabedi olmuştu adeta. Eren Can bir gün çok tanınmış bir avukat ve çok zengin bir insan olduğunda bu çay bahçesini satın alacak, buraya çok büyük bir ev yapacak, burada yaşayacaklardı. Hep bunu hayal ediyordu… Bir eliyle Elif ’in elini tuttu, Diğer eliyle yanağını ve saçlarını okşamaya başladı. Sonra Elif ’in gözlerinin içine öyle bir baktı ki, Elif bir an için Eren Can’ın gözlerine değil de ruhuna baktığını sandı. Gerçekten de Eren Can o kadar derin ve dalgın bir şekilde bakıyordu ki, sanki Elif ’in gözlerinin derinliklerinde ruhunu arıyor gibiydi. Bir süre bu durum böyle devam etti ve Eren Can’ın, Elif ’i dudağından öpmesiyle son buldu. Şimdi, ruhları dudaklarında, birleşmişlerdi… İkisi de birbirlerine deliler gibi âşık olmuşlardı. Her buluştuklarında bir daha hiç ayrılmak istemiyorlardı. Gerçi görüşmedikleri anlar sadece saatlerle ifade edilebilirdi ama bu anlar onlar için sanki yıllar, hatta asırlar gibiydi. Elif, Eren Can için artık sadece bir bağımlılık değildi, adeta bir saplantı olmuştu. Kendi zihninde onu öyle bir sahiplenmişti ki, Elif sadece ona aitti ve her zaman da öyle kalacaktı. Eğer Elif ölürse –ki bunu aklından bile geçirmek istemiyordu– o da hemen onun peşinden kendi canına kıyacak ve böylece ikisi sonsuzlukta, ebediyen, bir daha ayrılmamak üzere kavuşacaklardı.
56 |
Elif ’i herkesten kıskanır olmuştu. Yolda yürürlerken bile sanki bütün erkekler Elif ’e bakıyormuş ve onu Eren Can’dan almak isteyeceklermiş gibi saplantılı düşünceler oluşmaya başlamıştı zihninde. Bu düşüncelerin çok saçma olduğunu kendisi de biliyor fakat düşünmekten de kendini alıkoyamıyordu. Eren Can, Elif ’i tanıdığından beri çok değişmişti ve kendisi de bunun farkındaydı. Aşırı kıskanç ve saplantılı, aynı zamanda da çok tedirgindi. Elif ’i bir şekilde kaybetmekten korkuyordu. Bu durumu Elif de olabildiğince saklamaya çalışıyordu ve bu konuda oldukça başarılıydı.
Biliyordu ki Elif gibi rahat bir ortamda yetişen kızlar bu tip kıskançlık ve hatta saplantılardan oldukça rahatsız olurlar, kendilerini baskı altında hissederlerdi. Bu da Elif ’in ondan uzaklaşması için bir neden olabilirdi. Elif ’i bulması hiç kolay olmamıştı ki kaybetmesi kolay olsun. Bu yüzden kendini kontrol altında tutmalıydı. En azından evlenene kadar… Evlendikten sonra her şey daha farklı olacaktı. Elif ’e kendi soyadını verecek ve bu da Elif’i daha fazla sahiplenmesini sağlayacaktı… En azından o bu şekilde düşünüyordu. Sonunda davanın başlayacağı gün gelmişti… Eren Can sabah erkenden kalktı, çok sıkı bir kahvaltı yaptı. Bugün çok yorulacaktı ve oldukça fazla enerjiye ihtiyacı olacaktı. İşyerine gittiğinde henüz ondan başka kimse gelmemişti. Hemen dava ile ilgili hazırlık yapmaya başladı. Hiçbir konuyu atlamak istemiyordu. Evrakları tek tek, özenle kontrol etti. Oysa dün de aynı şeyi iki defa yapmış ve hiçbir eksik olmadığını görmüştü. Büroya ondan sonra ilk gelen Filiz olmuştu. Filiz otuzlu yaşların başında, mavi iri gözlere sahip, oldukça güzel bir kadındı. Yaklaşık yedi yıldır bu büroda çalışıyor ve çevresinde iyi bir avukat olarak tanınıyordu. Bu davaya hazırlanırken Eren Can’a çok büyük yardımı olmuştu. Eren Can ona minnettardı. Çünkü ilgilendiği birkaç tane davası olmasına rağmen yine de Eren Can için zaman ayırmış ve bu davaya hazırlanmasına yardım etmişti. Hatta bu işin büyük bölümünü onun yaptığı bile söylenebilirdi. Eren Can fazla tecrübesi olmadığı için birçok önemli noktayı gözden kaçırıyor, Filiz ise onun açıklarını kapatıyordu. Filiz’in Eren Can’a bu denli yardımcı olmasının iki nedeni vardı. Bunlardan birincisi, Nefise Hanım’la o da görüşmüş ve anlattıklarından çok etkilenmişti. Kendisi de bir kadındı ve başka bir kadına bu şekilde davranılmasına izin veremezdi. Kısacası bu dava onun gizlemeye çalıştığı feminist yanını ortaya çıkartmıştı ve Nefise Hanım’ın daha fazla acı çekmesine asla göz yummayacaktı. İkinci
| 57
58 |
neden ise Aykut Oral ile iki sene önce bir davada karşı karşıya gelmişlerdi: Filiz’in müvekkili Nurten, kocasını kasten öldürmekten yargılanıyordu ve müebbet hapsi isteniyordu. Nurten’in ölen kocasının ailesi ise avukat olarak kendilerine Aykut Oral’ı tutmuşlardı… Nurten, Ahmet ile yirmi üç yıllık evliydi. İki kızları vardı. Büyük kızları Yağmur iki yıl önce, küçük kızları Damla ise altı ay önce evlenmişti. Yaklaşık beş yıldır hiçbir konuda anlaşamıyorlar ve hemen her konuda münakaşa yapıyorlardı. İkisi de kızlarının üzülmemesi için bu münakaşaları çok ileriye götürmez ve karşılıklı sona erdirirlerdi. Son altı aydır ise bu münakaşalar şiddet kullanmaya kadar giden ağır tartışmalara dönüşmüştü.. Artık ikisi de birbirlerine karşı hiç de hoşgörülü değillerdi… Görücü usulüyle tanışmışlar fakat birbirlerine gerçekten âşık olduklarından emin olduktan sonra evlenmişlerdi. İlk çocukları Yağmur’un doğumundan sonra mutlulukları bir kat daha artmış ve Damla’nın doğumuyla bu mutluluk iyice perçinleşmişti. Tabii bu durum on beş yıl kadar sürdü. Çocuklar büyüdükten sonra aralarındaki tek bağ, ikisinin de çok sevdiği çocuklarıydı ve onları asla üzmek istemezlerdi. Altı aydır evde yalnız yaşıyorlardı ve ikisi de geçmiş beş yılın acısını çıkartmak ister gibi birbirlerine saldırıyor ve olmadık bahanelerle yeni tartışmalar çıkarıyorlardı. Bu durum altı ay kadar böyle devam ettikten sonra, bir akşam Ahmet işten dönmüştü. Günü çok kötü geçmiş, o gün bütün aksilikler sanki onu bulmuştu. Eve geldiğinde hem yorgun hem de stres topuydu. Üzerindeki negatif enerjiyi boşaltması gerekiyordu. Buna gönüllü olacak kişi ise Nurten’di. Anahtarıyla evin kapısını açtı. Antreye girdi, ayakkabılarını çıkarıp portmantoya koydu ve yavaşça kapıyı kapattı. Salona girdiğinde Nurten’i koltukta yarı oturur yarı yatar vaziyette televizyon seyrederken buldu. “Bir hoş geldin demek yok mu? Kadın dediğin kocası geldiğinde
ayağa kalkar, güler yüzle karşılar. Ama sende nerede o insanlık? Sen artık canavarlaşmış, bir yaratığa dönüşmüşsün.” “Hah, şu konuşana da bak hele! Kocaymış… Sen bana değil de, git o beraber düşüp kalktığın kadınlara kocalık yap. Belki onlar sana aradığın o insanlığı yaparlar.” Nurten bunları söylerken Ahmet yanına kadar gelmişti ve daha cümlesini bitirmeye fırsat vermeden Nurten’i kolundan tutup kaldırdı ve sert bir tokatla onu koltuğa yığdı. Nurten hiç beklemediği bu hareket karşısında biraz afalladı ve birkaç saniye sonra kendisine geldi. “Hayvan, adi, cani herif! En kısa zamanda senden boşanacağım sen görürsün. Hem o zaman o sokak kadınlarıyla daha rahat düşüp kalkarsın.” dedi ve yırtıcı dişi bir aslanın avının üzerine atıldığı gibi ayağa kalktı ve Ahmet’in üzerine atıldı. O anda Ahmet’in ağzının içki koktuğunu fark etti. Evet, gerçekten de Ahmet o akşam işten çıktıktan sonra yolunun üzerinde olan otellerden birine uğramış, barına girmiş ve yaşadığı stres ve yorgunluktan sonra birkaç kadeh viski içmişti. Eliyle Ahmet’in suratını geriye doğru itmek isterken tırnaklarıyla yüzünü yırtmış ve yanağında kanlı bir çizgi oluşturmuştu. Ahmet çektiği acının da etkisiyle Nurten’in boğazına sarılmış ve sıkmaya başlamıştı. Nurten de onun boğazına sarıldı ve onu geriye itmek için bir hamle yaptı. Tam bu sırada sanki ilahi bir şey oldu ve Nurten’in hayatını kurtardı. Ahmet birdenbire kalbini tutarak yere yığıldı. Nurten girdiği şoktan kurtulduktan sonra ne olduğunu anlamıştı. Ahmet kalp krizi geçiriyordu. Doktoru ona stresten ve tartışmalardan uzak durmasını söylemiş, kesinlikle içki içmemesini de sıkı sıkıya tembihlemişti. Ahmet ise bu akşam doktorunun tavsiyelerinin hiçbirini yerine getirmemişti. Nurten, Ahmet’in ilaçlarının ceketinin cebinde olduğunu biliyor ama ilaçları cebinden çıkarıp vermek konusunda tereddüt ediyordu…
| 59
60 |
Sonra kadınlara has bir şefkat duydu Ahmet’e karşı ve ceketinin cebinden ilaçlarını çıkarıp vermek için ağzını açtı… İşte o anda birden donup kaldı… Ahmet nefes almıyordu… Hemen kalbini ve nabzını kontrol etti ama nafileydi, ikisi de durmuştu… Evet, Ahmet ölmüştü! Filiz bu hikâyeyi Nurten’den ilk dinlediği anda ona inanmıştı. Çünkü sezgileri Nurten’in anlattıklarının gerçek olduğunu söylüyordu. Filiz sezgilerine daima güvenirdi. Ahmet’in ailesi ise Nurten’in anlattıklarına zerre kadar inanmıyorlar ve onun Ahmet’e ilaçlarını bilerek vermediğini ve ölmesini beklediğini iddia ediyorlardı… Bir dostlarının tavsiyesi ile Aykut Oral’ı bulmuşlar ve Nurten’den şikâyetçi olarak tutuklu yargılanmasını sağlamışlardı. Tabii bunda Aykut Oral’ın payı büyüktü. Deneyimli bir avukat olarak savcıyı etkilemiş ve Nurten’in tutuklanması için bir karar çıkarttırmıştı. Nurten’in ailesi ise, onu kadın bir avukatın daha iyi anlayabileceğini ve savunabileceğini düşündüklerinden; avukat bir tanıdıkları aracılığıyla Filiz’den yardım istemişlerdi. Filiz de Nurten’le görüştükten ve öyküsünü dinledikten sonra hiç düşünmeden bu teklifi kabul etmişti. Filiz o zamanlar Aykut Oral’ı pek tanımıyordu. Alışkanlık olarak hep karşı tarafın avukatları hakkında bilgi toplar ve onları tanımaya çalışırdı. Çünkü bir insanın rakibini yenmesi için önce onu tanıması ve onunla nasıl mücadele edeceğini bilmesi gerektiğine inanırdı. Yaptığı araştırmalar sonucunda Aykut Oral’ın işine duygularını karıştırmayan, tam bir avukat olduğunu öğrendi. Onun için haklı olan her zaman kendi müvekkilleriydi… Kaybetmeye hiç tahammülü olmayan bir insandı ve kazanmak için her şeyi yapardı. Eğer müvekkili bir suçluysa; elinden geldiği kadar en az cezayı alması için çabalar, eğer davacıysa karşı tarafın alabileceği en ağır cezaya çarptırılmasını sağlardı. Filiz daha ilk günden işinin ne kadar zor olduğunu anlamıştı.
İlk duruşmada savcının hazırlamış olduğu iddianame dinlenmiş, daha sonra avukatlar söz alarak müvekkillerinin taleplerini bildirmişlerdi. Mahkeme başkanı Adli Tıp raporunun beklenmesine karar vermiş ve duruşmayı bir ay sonraya ertelemişti. Aslında iki taraf da ve savcı da raporun nasıl geleceğini az çok tahmin ediyordu. Çünkü sonuçta aralarında bir boğuşma geçmişti ve Ahmet’in yüzünde Nurten tarafından yapılmış yaralar vardı. Bu da Ahmet’in ailesinin iddiasını kuvvetlendiriyordu. Nurten, Ahmet kalp krizi geçirirken ilaçlarını almasına engel olmuş ve o yaralar işte bu sırada meydana gelmişti. Aykut Oral’ın mahkeme başkanına sunduğu iddia işte buydu. Ve savcı da bu iddiayı destekliyordu. Bir ay sonraki duruşmada Adli Tıp raporu herkesin beklediği gibi çıktı. Raporda Ahmet’in yüzünde boğuşmaktan kaynaklanan yırtıklar ve morluklar tespit edildiği ancak ölümünün kalp krizi geçirmesinden kaynaklandığı, Ahmet’in kanında yüksek oranda alkol bulunduğu ve bu durumun kalp krizini tetiklediği belirtiliyordu… Ahmet’in yüzünde ve elinde tespit edilen yırtıkların o ölmeden hemen önce olması Aykut Oral’ın iddiasını kuvvetlendiriyordu. Filiz bu duruşmaya Nurten’in kızlarının da çağrılmasını istemiş ve Yağmur ile Damla da duruşmaya katılmışlardı. Verdikleri ifadede anne ve babalarının beş yıldır şiddetli geçimsizlik yaşadıklarını ama kendilerinin hatırı için onlar evdeyken fazla tartışmamaya gayret ettiklerini belirtmişlerdi. Ve ikisi de annelerinin böyle bir şey yapamayacağını üzerine basa basa ifade etmişlerdi. Bu duruma ikisi de çok üzülüyorlardı. Hem çok sevdikleri babalarını kaybetmişlerdi hem de anneleri babalarının ölümüne neden olmak suçundan tutuklu olarak yargılanıyordu. Filiz aslında onların babaanneleri ve dedeleriyle konuşmalarının bir işe yarayacağını ve yüreklerini yumuşatıp davadan vazgeçirebileceklerini umduğu için onları duruşmaya şahit olarak çağırtmıştı. Fakat bu hiçbir işe yaramadı, hatta Ahmet’in ailesinin Nurten’e olan kinleri torunlarını babasız bıraktığını düşündükleri için daha da arttı.
| 61
62 |
Mahkeme başkanı olan hâkim oldukça tecrübeli bir hâkimdi ve emekliliğine kısa zaman kalmıştı. Meslek hayatı boyunca o kadar farklı insanlarla karşılaşmıştı ki, artık birinin gerçekten suçlu olup olmadığını sezgisel olarak anlayabiliyordu fakat bir kanun adamı olarak hata yapma olasılığı bulunduğu için duygularını asla işine karıştırmaz ve olayları iyice tespit ettikten sonra kendi yargılarını vereceği kararlara katardı. Bu yüzden duruşmayı bir ay sonraya erteledi. Amacı hem Filiz’e zaman kazandırmak, hem de savcının olayı daha iyi değerlendirmesini sağlamaktı… Filiz bir ay boyunca bu davanın Nurten’in lehinde sonuçlanması için uğraştı. Defalarca Adli Tıp Kurumuna gidip otopsi raporunda Nurten’in lehine birkaç cümle yazılıp yazılamayacağını araştırıyordu. Nurten ve Ahmet’i tanıyan dostlarıyla görüşüyor ve kendilerinden Nurten’in iddia edildiği gibi bir şeyi yapamayacağına dair şahitlik yapmalarını istiyordu. Aykut Oral ise tecrübelerinden dolayı davanın sonucunu daha şimdiden tahmin ediyordu. Mahkeme başkanı hâkimin amacını anlamıştı, kendisini çok iyi tanırdı. Birçok davada karşı karşıya gelmişlerdi. Nurten’in suçlu olmadığını düşünüyor olmalıydı ama bunun çok fazla önemi yoktu çünkü o bir kanun adamıydı ve hislerini vereceği kararlara pek karıştırmazdı. Aykut Oral, Nurten’in gerçekten suçlu olup olmadığını hiç düşünmemişti, zaten buna gerek de yoktu. Bir adam ölmüştü, hem de karısıyla kavga ederken kalp krizi geçirerek. İlaçları ceketinin cebindeydi ve karısı da bunu bilmesine rağmen ona ilaçlarını vermemişti. Belki onun iddia ettiği gibi –ki aslında bu Ahmet’in ailesinin iddiasıydı– ilaçlarını almasına engel olmuş ve ölümüne sebep olmuştu. Bekli de Nurten doğru söylüyordu. Bunu şu anda yalnızca Tanrı ve Nurten bilebilirdi. Aykut Oral ise Tanrının işine pek karışmazdı. O şu anda kendi işini yapıyordu. Ve amacı Nurten’in en ağır cezaya çarptırılmasıydı. Bu şekilde davayı kazanmış olacak ve aldığı ücreti hak edecekti. İşte son duruşma günü de gelmişti… Zaman Filiz için çok çabuk
geçmiş, fırsat bulabildiği zamanlarda Nurten’i hapishanede ziyaret ederek ona moral vermeye çalışmıştı. Ama aslında elinden çok fazla bir şey gelmeyeceğinin o da farkındaydı. Nurten mahkeme salonuna getirilirken çok bitkin bir haldeydi, oldukça zayıflamıştı ve kızlarını gördüğünde kendini tutamayıp ağlamaya başladı… Tabii kızları da hemen onun peşinden ağlamaya başladılar. Savcı Adli Tıp Kurumu’ndan gelen raporu yüksek sesle mahkeme başkanına okudu: “Cesedin üzerinde yapılan incelemelerde, ölümün kalp krizine bağlı olan kalp durmasından kaynaklandığı ve bunun sebebinin de kanda bulunan yüksek derecede alkolün ve o anda yaşanan heyecan ve stresin olduğu belirlenmiştir. Eğer hasta ilaçlarını zamanında almış olsa yaşama ihtimalinin yüzde elli artacağı belirlenmiştir.” Bu rapora göre Nurten kesinlikle suçlu idi. Fakat bu suç iki şekilde meydana gelmiş olabilirdi: Bunlardan birincisi Nurten iddia edildiği gibi Ahmet’in ilaçlarını almasına zorla engel olmuştu, ikincisi ise Nurten ilaçları verip vermemek konusunda tereddüt etmiş ve onun ölmesini beklemişti. Filiz hemen söz alıp, Ahmet ve Nurten’i senelerdir tanıyan birkaç dostlarının şahit olarak dinlenmesini istedi. Bu şahitleri bilerek erkeklerden seçmişti, çünkü mahkeme başkanı kadın şahitlerin Nurten’in arkadaşı olduklarını ve onu korumaya çalıştıklarını düşünebilirdi. Mahkeme başkanı şahitleri dinledikten sonra kararı açıkladı: “Sanık Nurten Dirili’nin eşinin ölümüne sebebiyet verdiği anlaşılmış ancak iddia edildiği gibi kasten öldürdüğü kanıtlanamamıştır. Şahitlerin ifadesine dayanılarak ve olayın gerçekleşme anındaki durum göz önüne alınarak sanığın eşini kasten öldürmediği ama ölümünde ağır ihmali söz konusu olduğundan Türk Ceza Kanunu”nun ilgili maddesine göre sekiz yıl hapsine karar verilmiştir.” Nurten bu kararı duyunca olduğu yere yığıldı. Kızları ağlayarak hemen onun başına koştular fakat jandarmalar ve eşleri annelerine
| 63
64 |
sarılmalarına engel oldular. Eşleri bir yandan onları sakinleştirmeye çalışırken bir yandan da teselli etmeye çalışıyorlardı. Tabii salonda onlarla beraber ağlayan bir kadın daha vardı. O da Filiz’den başkası değildi… Filiz, Eren Can’ın sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı. Farkında olmadan ağlamaya başlamıştı. Sanki o anı bir sene sonra yeniden yaşamıştı. Eren Can onun ağladığını görmüş ve durup dururken ağlamasına hiçbir anlam verememişti. Bu çok normaldi, çünkü bu hikâyeyi Eren Can bilmiyordu. Bilseydi belki, Filiz’in kendisine neden bu denli yardım ettiğini çok daha iyi anlardı. “Filiz ne oldu? Neden ağlıyorsun? Yoksa canını sıkan bir şey mi var?” “Hayır Can. Lütfen sen bana aldırma. Bugün çok zor bir duruşman var ve sen önemsiz şeylerle kafanı meşgul etmemelisin. İnan ben çok iyiyim. Hazırladığımız dosyaları kontrol ettin mi?” “Bunları mı?” Eren Can eliyle dosyaları havaya kaldırdı ve Filiz’e gösterdi. “Evet onları. Dikkatli bir şekilde kontrol ettin değil mi?” “Evet, aslında bu belki de dört ya da beşinci kontrol edişim oldu. Hepsi tamam. Hiçbir eksik yok.” Eren Can bu sözleri tatlı bir tebessümle söylemişti ve bu tatlı tebessüm Filiz’in de aynı şekilde karşılık vermesini sağlamıştı. Artık biraz önce olanları ikisi de unutmuştu. Filiz de konuyu değiştirdikleri için çok memnundu. Ve yüzündeki tebessümde bunun da payı vardı. “Saat kaç Can?” “Onu çeyrek geçiyor. Nerdeyse bir saat kaldı. Ve ben çok heyecanlıyım. İnşallah duruşmada bir hata yapmam.” “Ben sana güveniyorum Can! Hiç bir hata yapmayacağından da eminim. Sen stajyerken bile en iyilerden biriydin. İnan bana.” Eren Can taksiyle Bakırköy Adliyesi’nin Zuhuratbaba’daki binasına gitti. Nefise Oral ile adliye binasının önünde buluştular. “Merhaba Nefise, nasılsın?”
“Teşekkür ederim Can. Çok heyecanlıyım. Bir an önce şu duruşma başlasa da ben de bu heyecandan kurtulsam.” “Duruşma yirmi dakika sonra başlayacak. Bir an önce ikinci kattaki üçüncü aile mahkemesine çıkalım. Aykut Oral geldi mi? Onu gördün mü?” “On dakika önce geldi domuz.” dedi Nefise kısık bir sesle. Ve devam etti: “Boşandığımızda yüzündeki ifadeyi görmek için sabırsızlanıyorum.” “İnan o ifadeyi görmek için ben de en az senin kadar sabırsızlanıyorum.” İkinci kata çıktıklarında Aykut Oral’ın bir avukatla hararetli bir şekilde sohbet ettiğini gördüler. Sohbete kendini o denli kaptırmıştı ki, yanından geçmelerine rağmen onları fark etmedi. Üçüncü Aile Mahkemesi’nin önünde durdular. İçeride başka bir boşanma davası görülmekteydi. “Bu ülkede ne kadar çok boşanan çift varmış. Baksana mahkemelerin önü ne kadar kalabalık! Sanki herkes boşanmak için sıraya girmiş.” “Evet haklısın, gerçekten de öyle galiba. Ben de bu durumu adliyeye gide gele fark ettim. Ve ilk aldığım dava da boşanma davası oldu. Umarım evlendikten sonra bir gün, herhangi bir nedenle boşanmak zorunda kalmam.” dedi Eren Can. Elif ’i düşünüyordu. Bu dünyada evlenebileceği tek kız o idi. Değil ondan boşanmak, onsuz yaşayacağı bir günü bile aklından geçiremezdi. Hem zaten boşanan insanların hepsi ruhlarının eşini bulamamışlar; ya görücü usulüyle evlenmişler ya da gerçek aşkı yaşadıkları yanılgısına düşerek evlenmişlerdi. Her iki durumda da kaçınılmaz sonuç işte buydu: boşanmak! “Ben senin böyle bir durumla karşı karşıya kalmayacağından eminim. Bence sen çok iyi bir aile babası olursun. Evlendiğin zaman düğününe beni de çağırmayı sakın unutma.”
| 65
66 |
“Eğer bir gün evlenirsem, düğünüme seni de çağıracağımdan emin olabilirsin.” İçerideki duruşma bitmiş, içeridekiler yavaş yavaş mahkeme salonundan dışarı çıkıyorlardı. Mübaşir listeye baktı ve sıradaki duruşmanın taraflarını yüksek sesle çağırdı: “Davacı Nefise Oral... Davalı Aykut Oral…” Aykut Oral avukat arkadaşıyla yaptığı hararetli sohbeti bitirmiş, mahkeme salonunun boşalmaya başladığını gördükten sonra mahkeme salonunun önüne kadar gelmişti. Yanında hukuk bürosunda çalışan avukatlardan biri vardı. O da Eren Can gibi ilk davasını alan bir avukattı. Aykut Oral, Eren Can’ı fazla küçümsediği için bürosunda çalışan diğer avukatları meşgul etmemek amacıyla ve biraz tecrübe kazansın diye kendisine avukat olarak Ahmet’i görevlendirmişti. Ahmet bu durumu kendisine verilmiş büyük bir şans ve kendini ispatlamak için bir imkân olarak görüyor, işini oldukça ciddiye alıyordu. Ne de olsa karşısındaki Eren Can da kendisi gibi çaylağın tekiydi. Ona göre avantajlı olan kendisiydi, çünkü yanında Aykut Oral gibi tuttuğunu koparan bir kurt, çok deneyimli bir avukat vardı. Salona girerlerken önce Eren Can sonra da Nefise, Aykut Oral ile göz göze geldiler. Aykut’un gözlerinde yine o küçümseyen ifade vardı. İkisi de bu ifadeden nefret ediyorlardı. Taraflar teşkili tamamlandığında, yani tüm taraflar mahkemedeki yerlerini aldığında duruşma başladı. Hâkim önündeki dava dosyasını inceledikten sonra, taraflara hitaben: “Davacı Nefise Oral, eşiniz Aykut Oral ile şiddetli geçimsizlik yaşadığınız ve eşinizin sizi başka kadınlarla aldattığı iddiasıyla boşanma davası açmışsınız. Bu durumu ispatlamak için deliliniz var mı?” Eren Can hemen hakime cevap verdi: “Sayın hâkim, o dosyada iddia ettiğimiz her şeyi kanıtlamaya hazırız. Elimizde güçlü deliller ve tanıklarımız var. Aldatılmanın davacıya yaşattığı ağır üzüntü ve elem sebebiyle … TL manevi
ve boşanma nedeniyle düşeceği maddi sıkıntı için … TL maddi tazminat istiyoruz.” Hâkim bu defa savunma avukatına döndü: “İddiaları duydunuz. Bu iddialar karşısında ne söyleyeceksiniz?” “Sayın hâkim biz bu davayı ve iddiaları kesinlikle kabul etmiyoruz. Geçimsizlikler her ailede yaşanabilir. Önemli olan sorunlara anlayış içinde, karşılıklı çözümler üretebilmektir. Burada iddia edildiği gibi şiddetli bir geçimsizlik söz konusu değildir. Aldatma iddiası ise tamamen gerçeklikten uzak bir iddiadır. Müvekkilim Aykut Bey, ailesine ve evine düşkün, sigara içmekten başka kötü bir alışkanlığı olmayan bir insandır…” Eren Can araya girdi: “Sayın hakim, biz dava dilekçemizi aynen tekrar ediyoruz. İddialarımızı kanıtlamak için çok güçlü kanıtlarımız ve tanıklarımız var. Özellikle, Aykut Bey’in müvekkilimi başka kadınlarla, hem de yıllardır aldattığına dair…” Hâkim, kâtip kıza: “Yaz kızım…” dedi ve devam etti: “Bir: Davacı vekilinin iddiasında ileri sürmüş olduğu şiddetli geçimsizlik ve Aykut ORAL”ın, müvekkilini başka kadınlarla aldattığına ilişkin iddiaların varsa belge ile ispat edilmesi belge yok ise, bu konuya ilişkin delil listesini ve tanık isimlerini sunması için on gün süre verilmesine… İki: Davalı vekilinin delillerin tebliğ edildiği günden başlamak üzere, karşı iddia yönünden, karşı iddia delillerini sunması, şahitlerinin isimlerini bildirmesi, yazışmalar yönünden masraf yatırması için 10 gün süre verilmesine… Bu nedenle, duruşmanın …. … … gününe bırakılmasına karar vermiştir,” diyerek duruşmayı bitirdi. Salondan çıkarlarken Aykut’un gözlerindeki küçümseyen ifade kaybolmamış, davayı kazanacağından emin, alaycı bir şekilde onlara bakıyordu. Fotoğraflardan haberi olmadığı için, ikinci duruşmada davayı kazanacağından öyle emindi ki, ilk ciddi davasında, kaybedeceği daha başından belli olan bir dava aldığı için Eren Can’a acımaya bile başlamıştı. Oysa onun bu kendinden emin halini gördükçe ve fotoğraflar
| 67
68 |
aklına geldikçe Eren Can da ona acıyor ve dava bittikten sonra yüzünün alacağı hali görmek için sabırsızlanıyordu. Adliye binasından ayrıldıktan sonra, Nefise’yle birlikte sahildeki restorana gittiler. Boş masalardan birine oturup, yanlarına gelen garsona yemek siparişlerini verdikten sonra duruşma hakkında sohbet etmeye başladılar. “Aykut’un yüzündeki ifadeyi gördün değil mi? Ne kadar kendinden emin ve insanı rahatız eden, iğrenç bir ifadeydi öyle…” “Onun gibi birinden beklenebilecek tek yüz ifadesi de o zaten. Henüz elimizdeki resimlerden haberi yok. Bakalım o zaman yüzünde nasıl bir ifade olacak? Bunu görmek için sabırsızlanıyorum!” “Peki, resimleri ne zaman mahkemeye sunmayı düşünüyorsun?” “Önümüzdeki ilk duruşmada sunmak için, hazırlayacağım delil listesine yazmak istiyorum. Ama önce Filiz’le görüşüp, bunun doğru bir karar olup olmayacağını sormam gerekiyor. O bu konularda oldukça deneyim sahibi olan bir avukattır.” “Filiz’le beni ne zaman tanıştıracaksın? Ona yardımları için bizzat teşekkür etmek istiyorum. Çünkü o, bu davada yalnız sana değil, aynı zamanda bana da yardım etmiş oluyor.” “Filiz’e onunla tanışmak istediğini söylerim. Eminim o da seninle tanışmayı çok isteyecektir ve tanışmaktan çok memnun olacaktır. Filiz gerçekten çok iyi bir insan. Birbirinizi tanıyınca çok seveceksiniz…” “İnan, bundan ben de kesinlikle eminim!” Nefise cümlesini bitirdiğinde, garson yemek siparişlerini getirmiş, masaya yerleştiriyordu. İşini bitirdikten sonra başka bir isteklerinin olup olmadığını sordu ve yanlarından ayrıldı. Yemeklerini yedikten sonra restorandan ayrıldılar ve Nefise, Eren Can’ı çalıştığı hukuk bürosuna bıraktı. Can, Filiz’le görüşmek ve duruşmada olanları anlatmak için sabırsızlanıyordu. Fakat Filiz bir dava nedeniyle Küçükçekmece Adliyesi’ne gittiği için büroda yoktu. O da bürodaki rutin işlerini yapmaya koyuldu. Filiz’in işleri çok yoğundu. Çok zor bir davaya bakıyordu. Bu
yüzden Can onunla görüşebilmek için ancak iki gün sonra fırsat bulabildi. Ona duruşmayı başından sonuna kadar, bütün ayrıntılarıyla anlattı. Ve bir an önce fotoğrafları delil olarak mahkemeye sunmak istediğini ama öncelikle bunun doğru bir karar olup olmayacağı konusunda kendisinin de fikrini almak istediğini söyledi. “Bak Can, fotoğrafları daha ikinci duruşmada delil olarak sunarsak, sonraki duruşmalarda karşı taraf hazırlıklı olacağı için, onları karartacak bir şekilde savunma modeli oluşturabilirler. Bu da senin davayı kazanmanı güçleştirir. Fakat daha sonraki duruşmalarda sunarsak bu fotoğraflar sürpriz olarak ortaya çıkar ve bu durumda örtbas etmek ya da delilleri karartacak şekilde bir savunma modeli oluşturmak daha da zorlaşır.” “Haklısın Filiz. Ama inan bana, şu anda bile bu fotoğraflar Aykut Oral için çok büyük bir sürpriz. Ve o, ne kadar deneyimli bir avukat olursa olsun, elimizde böyle güçlü bir kanıt varken, bunu kolay kolay karartamaz.” “Madem bu konuda bu kadar kararlısın, öyleyse fotoğrafları mahkemeye delil olarak sun. Fakat delil listesini sunarken tazminat isteğini belirtmeyi de sakın unutma. Aykut Oral’dan ne kadar tazminat isteyeceğinize karar verdiniz mi?” “Hayır, miktarın ne olacağı konusunda henüz karar vermedik… Nefise seninle tanışmak ve bu davadaki yardımlarından dolayı sana bizzat teşekkür etmek istiyor. Hem tanışmışken, tecrübeli bir avukat olarak, isteyeceği tazminat konusunda ona yardımcı da olursun.” “Can inan bana, bunu ben de çok isterim ama bugünlerde o kadar meşgulüm ki buna zaman ayırabileceğimi pek sanmıyorum. Lütfen Nefise Hanım’a çok selamlarımı ve sevgilerimi ilet.” “Seni anlıyorum Filiz. Nefise Hanım’a sevgi ve selamlarını ileteceğim ama bana söz ver; bir gün mutlaka onunla tanışacaksın. Söz mü?” Filiz, Eren Can’a tatlı bir şekilde gülümsedi. Sonra ciddi bir ses tonuyla: “Söz veriyorum Can. Nefise Hanım’la ilk fırsat bulduğum anda
| 69
70 |
tanışacağım. Zaten ikimizin de birbirimizi çok seveceğimizden ve çok iyi dost olacağımızdan eminim,” dedi ve içinden, “Eh, ne de olsa ikimizin düşmanı aynı…” diye düşündü. Can bütün bir hafta boyunca mahkemeye sunacağı delil listesini hazırlamak için uğraştı. Bu listeyi hazırlarken dedektif Murat’ın ona çok büyük yardımları oldu. Aykut Oral’ın Nefise’yi aldattığı kadınlarla birlikte çektiği fotoğraflarını, birlikte kaldıkları otellerin kayıtlarını, bu kadınlarla beraber yemek yediği restoranların faturalarını bile ona vermişti. Artık Aykut Oral eşini aldattığını kesinlikle inkâr edemezdi… Fakat her şeye rağmen Eren Can’a göre hala eksik bir şeyler vardı. Evet, elindeki kanıtlar çok güçlüydü ve bu kanıtları kolay kolay kimse karartamazdı. Karşı tarafın bunu yapabilmek için yeterli zamanı yoktu, üstelik bu kanıtlardan haberdar bile değillerdi. Bu kanıtlarla o çaylak avukatı gafil avlaması çok kolaydı. Ama ya Aykut Oral! O da bu kadar kolay gafil avlanacak mıydı? Onun gibi deneyimli, zeki yaşlı bir kurttan her şey beklenebilirdi. Bir yolunu bulup hâkimi etkileyebilir ve bir şekilde bu kanıtlara karşı bile iyi bir savunma yapabilirdi. Sonuçta bu bir boşanma davasıydı ve Aile Mahkemelerinin ilk amacı yuvanın, yani evliliğin kurtarılmasıydı. Bu nedenle, eğer bu fotoğraflarla davayı sonuçlandıramazsa, üçüncü duruşmada tanıklık yapması için Aykut’un birlikte olduğu kadınlardan birisini mutlaka ikna etmek zorundaydı. Fakat bu, Eren Can’a göre imkânsız gibiydi. O kadınlardan hiçbirini ikna edemeyeceğini düşünüyordu… Delil listesini hazırladıktan sonra bu listeyi mahkemeye sunmadan önce her şeye rağmen şansını denemeye ve Aykut Oral’ın birlikte olduğu kadınlardan birkaç tanesiyle görüşmeye karar verdi. Dedektif Murat’la görüşüp bu kadınlardan ikisinin isim, telefon numarası ve adreslerini aldı. Bu kadınların ismi Aynur ve Mehtap’tı. İlk olarak Aynur adındaki kadınla görüşmeye karar verdi. Kendisini telefonla arayarak, Aykut Oral’ın eşi Nefise Hanım’ın avukatı olduğunu ve Nefise Hanım’ın açtığı boşanma davasında Aykut Oral’a karşı tanıklık yapmasını istediğini söyledi. Tam elindeki
fotoğraflardan bahsetmek üzereydi ki, Aynur’dan hiç beklemediği bir tepkiyle karşılaştı. Aynur ona, yapacağı tanıklıktan maddi bir çıkar sağlayıp sağlamayacağını sordu ve arkasından da eğer maddi bir çıkarı olursa bunu seve seve yapabileceğini ekledi. Eren Can bunu duyduğuna ilk anda çok sevindi, çünkü Nefise Hanım onun bu isteğini seve seve yerine getirebilirdi. Fakat daha sonra içine bir kuşku düştü, Ya bu kadın Aykut Oral’dan daha fazla para alır ve üçüncü duruşmada ifade değiştirirse? O zaman ne olacaktı? Eğer böyle bir şey olursa davayı kaybetmeleri işten bile değildi. Bu yüzden Aynur’a elindeki fotoğraflardan hiç bahsetmedi ve bu konuyu biraz düşünmesi gerektiğini söyleyerek telefonu kapattı. Aslında bunu düşünmesine gerek bile yoktu, böyle bir riske asla giremezdi. Fakat bunu Aynur’u oyalamak ve duruşma gününe kadar Aykut Oral’a hiçbir şeyden bahsetmemesini sağlamak için yapmıştı. Mehtap’ı ararken ve onunla konuşurken daha ihtiyatlıyıydı. Çok fazla ayrıntıya girmeden, Aykut Oral’ın eşi için, boşanma davasında Aykut Oral’ın aleyhinde tanıklık yapmasını istediğini söyledi. Mehtap’ın cevabı daha da ilginçti: “Aykut Oral’ın canı cehenneme! Onunla ilgili hiçbir şey beni artık zerre kadar ilgilendirmiyor. Onun eşini aldattığı bir sürü kadın vardır… Gidin başka birine tanıklık yaptırın!” diyerek telefonu kapattı. Eren Can bu tepki karşısında oldukça şaşırmasına rağmen, Aykut Oral’ı gözünün önüne getirdiğinde Mehtap’a hak vermeden edemedi. Aykut ORAL’ın eşini aldattığı kadınlara mahkemede tanıklık yaptırma umudunu neredeyse tamamen yitirmişti. Diğerlerinin de Aynur ya da Mehtap gibi tepkiler vereceğinden kesinlikle emindi. Belki elinde çok güçlü bir kanıt vardı ama bu davayı kesin sonuçlandırmak için mutlaka elindeki kanıtları destekleyecek bir tanık bulmalıydı. Aykut Oral’ın yüz ifadesi geldi gözlerinin önüne. Bu adam şeytanın ta kendisiydi ve eğer delillerini destekleyecek bir tanık bulamazsa, o, delillerini karatmanın bir yolunu mutlaka bulurdu…
| 71
72 |
Bu zor işin altından tek başına kalkamayacağının farkındaydı. Bu konuda mutlaka Filiz’den yardım istemeliydi. Yalnız, Filiz’in ilgilendiği çok önemli bir dava vardı ve bu davayla çok meşguldü. Bakalım Eren Can’a yardım etmek için zaman bulabilecek miydi? Sonunda, her şeye rağmen Filiz’den yardım istemeye karar verdi. Bürodayken meşgul olmadığı bir anda yanına gitti. Aynur ve Mehtap’la yaptığı görüşmeleri anlattı. Sonra çaresizlikle; “Filiz, Aykut Oral’ın aleyhinde tanıklık yapacak bir kadın bulmak için gerçekten yardımına çok ihtiyacım var… Sen de bir kadın olduğun için onların dilinden daha iyi anlarsın. Ve onlardan birini Aykut’un aleyhinde tanıklık yapması için ikna edebilirsin.” dedi. Filiz gülümsedi. Aykut Oral’ın bu davadaki ipini kendisinin çekeceği düşüncesi çok hoşuna gitmişti. Ciddi bir tavırla gözlerini Eren Can’ın gözlerine dikti ve konuşmaya başladı: “Can, şimdi beni çok iyi dinlemeni istiyorum. Aykut’un eşini aldattığı kadınlardan birisini sürpriz tanık olarak delil listesiyle birlikte mahkemeye sunacaksın. Tabii öncelikle, bunun kim olacağını birlikte kararlaştıracağız. Yalnız, bu tanığı mahkemeye ikinci duruşmada değil, üçüncü duruşmada çağıracağız. Aykut üçüncü duruşmada delillerimizi karatmaya çalışırken, biz bu tanığı dinleterek bu defa kesin sonucu alacağız. Böylece Nefise Hanım o pislik heriften kurtulacak.” “Filiz, bu dâhice bir fikir. Sen hem bu dünyadaki en iyi avukatlardan birisin, hem de çok iyi bir dostsun. Nefise Hanım ve benim için yaptıklarının karşılığını nasıl öderiz inan bilmiyorum.” “Can, inan bana, Aykut denen o pisliğin kaybettiğini ve Nefise Hanım’ın da o pislikten kurtulduğunu görmek benim için her şeye değer. Şimdi elini çabuk tut ve şu tanığın kim olacağına bir an önce karar verelim.” 20 Mayıs. Eren Can bu tarihi hayatının sonuna kadar hiç unutmayacaktı. Çünkü bu tarih ilk ve son aşkının, ruhunun ebedi eşinin, rüyalarında gördüğü meleğin, Elif ’in doğum günüydü. 20 Mayıs aynı zamanda Eren Can’ın en sevdiği günlerden biri
olan 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı’ndan hemen sonraki gündü. On beş yaşından beri her yıl 19 Mayıs günleri bayram kutlamalarına katılır ve büyük bir coşkuyla bu bayramı kutlardı. Dün de her yıl olduğu gibi kutlamaların yapıldığı stada gitmiş; yapılan gösteri ve konuşmaları büyük bir coşkuyla ve dikkatle izlemişti. Bu seneki doğum gününün Elif için de ayrı bir değeri vardı. Bu, Can ile geçireceği ilk doğum günü olacaktı. Her geçen gün ona biraz daha fazla bağlandığını hissediyordu. Sanki hayatı boyunca ondan başka hiç kimseye âşık olmamıştı. Belki de hep âşık olduğunu sanmış, fakat her seferinde yanıldığını anlamıştı. Ve bunu Eren Can’a âşık olduktan sonra fark etmişti. Onsuz bir yaşantıya asla tahammül edemezdi. Elif elindeki jetonu turnikenin hanesine attı ve geçti. Eren Can ise on beş dakika önce tren istasyonuna gelmiş onu bekliyordu. Sırtı ona dönük, elinde bir demet gül ile dalgın bir şekilde tren raylarına bakıyordu. Henüz Elif ’in geldiğini fark etmemişti. Elif yavaşça ona doğru yaklaştı: “Affedersiniz, birini mi bekliyorsunuz?” dedi. Eren Can düşüncelerinden sıyrıldı, yavaşça sesin geldiği yöne doğru döndü. Sıcak ve içten bir gülümsemeyle: “Evet. Bugün doğan dünyanın en güzel kızını bekliyorum. Onu tanıyor musunuz?” Elif aynı şekilde bir tebessümle cevap verdi: “Galiba tanıyorum. Sanırım o kız benim.” “Ta kendisi, sizsiniz matmazel,” dedi Eren Can ve Elif ’in önünde diz çöküp eline bir öpücük kondurdu. “Dünyanın en güzel kızına, dünyanın en güzel gülleri! Kabul ederseniz beni bahtiyar edersiniz…” “Teşekkür ederim mösyö. İnanın gülleriniz de sizin kadar zarif.” Sonra ikisi de gülmeye başladılar. Çevredeki insanlar merak ve
| 73
74 |
ilgiyle onları seyrediyorlar, ne yaptıklarını anlamaya çalışıyorlardı. İçlerinden bir tanesi yanındaki arkadaşına: “Bunlar deli galiba…” “Hayır, bence tiyatrocular ve bir tiyatro sahnesini canlandırıyorlar.” “Olsun, yine de deli sayılırlar. Burası tiyatro yapılacak yer mi?” Birkaç dakika sonra tren geldi ve trene bindiler. Tren bir kaç dakika sonra Bakırköy istasyonuna ulaştı, indiler. Elif, Eren Can’ı takip ediyor ve nereye gideceklerini çok merak ediyordu. “Nereye gidiyoruz Eren Can?” “Sürpriz. Gidince görürsün. Bugün sana iki tane sürprizim var. Umarım beğenirsin.” “Bak şimdi daha çok meraklandım. Bir an önce sürprizlerinin ne olduğunu görmek istiyorum.” İstasyonun merdivenlerini çıkıp, Özgürlük Meydanı’nın önünden geçen Bahçelievler minibüslerinden birine bindiler. On dakika sonra minibüsten inip yürümeye başladılar. Elif heyecanla ve sabırsızlıkla sürprizleri görmeyi bekliyor ve kendi kendine tahminler yapmaya çalışıyordu. Acaba ne olabilirdi bu sürprizler? Belki de Eren Can önce kendisine evlenme teklif edecek, sonra da üzerinde pırlanta taş olan bir yüzük hediye edecekti. Hem zaten bütün filmlerde de evlenme teklifi böyle yapılmıyor muydu? Peki öyleyse burada ne işleri vardı ve nereye gidiyorlardı? Gerçi Eren Can Bahçelievler’de oturduğunu kendisine söylemişti daha önce. Elif ’in aklına başka bir film geldi. Âşık olduğu adam genç kızı bir bahaneyle kendi evine götürüyor, içinde uyku ilacı olan bir içeceği genç kıza içirip uyutarak kıza sahip oluyordu. Elif böyle bir şeyi düşünebildiği için kendi kendine güldü. Ne kendisi o filmdeki kızdı, ne de Eren Can o filmdeki gibi bir adam… Dört katlı bir binanın önünde durdular. Binanın giriş kapısına doğru ilerlediler. Eren Can cebinden çıkarttığı anahtarlardan biriyle kapıyı açtı. Elif şaşırmıştı. Yüzünde şaşkın ve tedirgin bir ifadeyle:
“Can bizim ne işimiz var burada?” diye sordu. “Sürpriz dedim ya. Lütfen biraz daha sabret.” dedi Eren Can. Ardından da: “Ve bana güven!” diye ekledi. Sözlerini o kadar güven veren bir ifade ve ses tonuyla söylemişti ki, Elif ’in bütün tedirginliği bir anda yok oldu. Elif bir şeyden tamamen emindi, Eren Can’ın evine gidiyorlardı… Eren Can kendisini şaşırtmak için bu defa kim bilir ne yapacaktı. Eren Can’ın elini sıkıca tutuyordu. Merdivenleri çıkarak ikinci kattaki 4 numaralı daire kapısının önünde durdular. Eren Can zile bastı. Kapı açıldı ve bir anda Eren Can’ın annesi ile Elif göz göze geldiler. İkisi de şaşkındı. Sonra Eren Can’ın annesi gülümsedi ve: “Hoş geldin kızım.” dedi. Ve devam etti: “Lütfen şaşkınlığımı bağışla. Bugün bir misafirimiz olacağından haberim yoktu.” Eren Can’a döndü ve sitem eden bir ifadeyle: “Böyle güzel bir arkadaşını misafir edeceğimizi neden daha önce söylemedin? Biraz hazırlık yapardım.” “Sürpriz anneciğim…” dedi Eren Can. Mutluluğu yüzüne yansımıştı. Gözleri parlıyor ve hınzır bir gülümsemeyle konuşuyordu. Çok mutluydu, çünkü bu dünyada en sevdiği iki varlık sonunda bir araya gelmişti. “…Hem Elif ’in de buraya geleceğimizden haberi yoktu. Bu sayede bir taşla iki kuş vurmuş oldum ve ikinize de sürpriz yaptım. Anne bu Elif, Elif işte benim canım anneciğim.” “Tanıştığımıza çok sevindim…” “Sevgi kızım. Benim adım Sevgi.” “Tanıştığımıza çok sevindim Sevgi teyze.” “Ben de çok sevindim kızım. Sen bu deli çocuğa aldırma sakın. Bazen böyle delilik yapacağı tutuyor işte.” Elif, Sevgi Hanım’a gülümsedi. Can’ın deliliklerine birçok kez o da şahit olmuştu. Neyse ki bunlar zararsız hatta insanın çok hoşuna giden deliliklerdi.
| 75
76 |
Elif ve Sevgi Hanım birbirlerine hemen ısındılar. Aslında ikisi de gelin-kaynana olacaklarını o anda anlamışlardı ama belli etmemeye çalışıyorlardı. Daha aradan on dakika geçmeden kendilerini birlikte yemek hazırlarken buldular. Bu sayede Sevgi Hanım Elif ’in hamarat mı, işgüzar bir kız mı olduğunu anlama fırsatı bulmuş oldu. Eren Can’ın yaptığı plan kurulmuş bir saat gibi işliyordu. Lavaboya gideceğini bahane ederek mutfaktan ayrıldı. Amacı onları yalnız bırakarak daha rahat konuşmalarını sağlamaktı. Sevgi Hanım bu durumdan hemen istifade etti ve konuşmaya başladı: “Seni kapıda gördüğümde o kadar şaşırmamın nedeni Eren’in daha önce hiçbir kız arkadaşını benimle tanıştırmak için eve getirmeyi, bırak eve getirmeyi, onlardan çok fazla bahsetmezdi bile. Onu ilk defa böylesine mutlu görüyorum. Konuşurken ve sana bakarken gözleri parlıyor. Yüzünde hep bir tebessüm var. Son birkaç haftadır onu bu kadar değiştiren şeyi çok merak ediyordum. Ve bugün öğrenmiş oldum.” Elif ’in yanakları al al olmuştu. Çok mahcup hissediyordu kendini. “İnanın bugün ben de çok şaşırdım. Böyle bir şeyi hiç beklemiyordum. Yolda gelirken o kadar ısrar etmeme rağmen son ana kadar bana hiçbir şey söylemedi.” “Bunları mutlaka önceden planlamıştır Eren. Böyle konularda ser verir sır vermez. O yüzden son ana kadar ikimize de hiçbir şey söylememiştir.” Elif bir yandan Sevgi Hanım’ı dinliyor, bir yandan da Eren Can’ın ikinci sürprizi hakkında tahmin yürütmeye çalışıyordu. “Bu deli çocuk iki saattir lavaboda ne yapıyor acaba?” dedi Sevgi Hanım. Sonra birbirlerine baktılar ve güldüler. Bu da mutlaka onun planlarından biri olmalıydı. İkisi de Eren Can’ın lavaboda olmadığını ve bir yerde kendilerini dinlediğini biliyorlardı. Birkaç dakika sonra Eren Can mutfağa geri döndü. Elif ’in elinden tutup:
“Gel sana odamı göstereyim. Çok ilginç bir yer değil ama yine de görmeni istiyorum,” dedi ve Elif ’i odasına götürdü. İçeride tek kişilik bir yatak, yatağın hemen yanı başında üzerinde bilgisayar olan bir çalışma masası, üç kişilik deri bir koltuk ve koltuğun dayandığı duvara asılmış Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün çerçeveletilmiş, askeri üniformalı bir resmi vardı. “Sıra ikinci sürprizime geldi. Yani doğum günü hediyene!” “Yine benden gözlerimi kapamamı istemeyeceksin değil mi?” dedi Elif. Gülümsüyordu. Aklına Yeşilköy sahilinde yaşadıkları o gün gelmişti. “Hayır.” dedi Eren Can. “Bu defa gözlerini kapatmanı istemeyeceğim.” “Peki, o zaman hediyem nerede?” Eren Can çalışma masasının çekmecesini açtı, içinden özenle hazırladığı hediye paketini çıkarttı. Bu paket Elif ’in tahmin ettiği gibi bir yüzük kutusu değildi. Paketi eline aldığında Elif ’in heyecanı daha da katlandı, içinde ne olduğunu anlamıştı. Eren Can’ın gözlerinin içine baktı; o da çok heyecanlıydı ve heyecanı gözlerine yansımıştı. Sekiz yıldır bu anı beklemiş ve hayal etmişti. Sonunda ruhunun ebedi eşi yıllardır onun için yazdığı şiirleri okuyacak, ona olan sevgisinin ve tutkusunun gerçek nedenini tam olarak anlayacaktı. Elif paketi yavaşça ve büyük bir heyecanla açtı. Paketin içinden onun da tahmin ettiği gibi bir defter çıktı. Defterin kabını açtı ve ilk sayfadaki büyük ve renkli harflerle yazılmış olan yazıyı okudu: RUHUMUN EBEDİ EŞİNE HİTABEN! ONU BİR GÜN BULABİLECEĞİM UMUDUYLA! Elif kendini tutmak için hiçbir çaba harcamadı ve Eren Can’ın boynuna sarıldı.. Dakikalarca hiç durmadan öpüştüler. Sonra Elif defteri yeniden eline aldı. İlk sayfayı çevirdi, önce şiirin adını okudu: BİR MASAL GECESİ…
| 77
78 |
Bu şiir Eren Can’ın ruhunun ebedi eşine yazdığı ilk şiirdi. Şiirin tamamını okuduktan sonra defterin sayfalarını rastgele çevirerek birkaç tane şiir daha okudu ve Eren Can’a döndü. Soran bir ifadeyle: “Yazdığın şiirlerin her biri sanki farklı bir insana yazılmış gibi…” dedi. “Haklısın Elif. Bunun nedeni ruhumun ebedi eşini, yani seni tanımadan önce rüyalarımda hep farklı şartlarda ve farklı isimlerle görmem. Değişmeyen yalnızca senin o güzel, cennet gözlerin oluyordu. Ve inan bana, orada yazan her şiirin farklı bir öyküsü var.” Eren Can defteri eline aldı ve birkaç tanesini okuyup sonra da öykülerini anlattı. Şaşkınlıktan Elif ’in ağzı açık kalmıştı. Hiçbir şey söylemeden Eren Can’ı dinliyordu. Eren Can son öyküyü de anlattıktan sonra bir süre hiç konuşmadan Elif’in gözlerine baktı. Ve sonra: “Benim ruhumun ebedi eşi sensin Elif. Bu şiirlerin hepsi de aslında senin için yazılmış şiirler,” dedi. Elif’in elini tuttu. Dudağına bir öpücük kondurdu ve öpüşmeye başladılar. Tam bu sırada Eren Can’ın annesinin sesini duydular. “Çocuklar! Sofrayı hazırladım. Bir an önce gelin de yemeğe başlayalım...” Evde yalnız olmadıklarını ve Eren Can’ın annesinin de içeride olduğunu unutmuşlardı. İkisi de utançtan kıpkırmızı olmuştu. Usulca gözlerini kapıya doğru çevirdiler. O anda ikisi de rahatladı. Orada kimse yoktu. Bir an için ses o kadar yakından gelmişti ki, Eren Can’ın annesinin içeri girdiğini sanmışlardı. Oysa Sevgi Hanım çok anlayışlı bir insandı ve onları rahatsız etmemek için mutfaktan seslenmeyi tercih etmişti. Oturdukları yerden kalkıp doğruca mutfağa gittiler. Yemekten sonra Sevgi Hanım’ın hazırladığı kahveleri içtiler. Sevgi Hanım, Elif’e kendisi ve ailesi hakkında bol bol sorular sordu. Elif de hepsine teker teker cevap verdi. Saate baktığında zamanın bu kadar çabuk geçmiş olabileceğine çok şaşırdı. Saat neredeyse beş olmuştu. Sevgi Hanım’a kibarca saatin geç olduğunu ve gitmesi gerektiğini söyledi. Sevgi
Hanım onu anlayışla karşıladı ve çıkmadan önce tekrar görüşmek için söz aldı. O gün Eren Can ilk defa Elif’i evine kadar bıraktı. Ona göre ne de olsa artık sözlü sayılırlardı. Annesi Elif’i tanımış ve çok sevmişti. Bu da evlenmelerine onay verdiği anlamına geliyordu. Elif ile evlenebilmesi için önünde tek bir engel vardı. O da Nefise Hanım’ın davasıydı. Çünkü evlenmeden önce mesleğinde iyi bir kariyer sahibi olmayı istiyordu ve bunu da ancak bu davayı kazanıp, kendini kanıtlayarak sağlayabilirdi. Nefise ve Can, ikinci duruşma için adliyeye beraber gittiler. Mahkeme salonuna girerlerken Aykut Oral ile göz göze gelmemeye çalıştılar. Salona girdiklerinde, hâkim bir önceki davanın dosyasını kaldırmış, onların dava dosyasını inceliyordu. Dosyayı inceledikten sonra kâtip kıza döndü. “Yaz kızım…” dedi ve devam etti: “Taraflar ve vekilleri geldi. Duruşmaya devam edildi. 1 no’lu karar gereğince, davacı vekilinin beyanda bulunduğu delillerini sunduğu, davalı tarafa delil listesinin tebliğ edilmiş olduğu, davalı vekilinin de 2 no’lu ara karar gereğince beyanda bulunduğu ve karşı delilleri sunduğu anlaşılmıştır.” Aykut Oral delil listesine baktığında ve delil olarak bazı resimlerin sunulacağını öğrendiğinde buna hiçbir anlam verememişti. Ayrıca, Eren Can’ın, onun sandığı gibi çaylak bir avukat olmadığını da düşünmeye başlamıştı. Çünkü Eren Can delil listesini mahkemeye sunmuş fakat listedeki resimleri duruşma anında göstereceğini belirtmişti. O resimlerde ne olduğunu çok merak etmesine karşın, bir yandan da o resimlerin davayı çok fazla etkileyemeyeceğini düşünüyordu. Hem belki de Eren Can gerçekten çaylak bir avukattı ve muhtemelen fotomontaj olan resimleri gerçek sanarak, bu resimlerle davayı kazanabileceğini düşünmüş ve bütün ümidini bunlara bağlamıştı. Hâkim, Eren Can’a döndü ve: “Delil listesinde sunduğunuz resimleri mahkemeye getirdiniz mi?” diye sordu. Eren Can kendinden emin bir şekilde: “Getirdim Sayın Hâkim. İlk duruşmada da belirttiğim gibi, bu resimlerin davanın gidişatını önemli ölçüde
| 79
80 |
belirleyeceğinden eminim,” dedikten sonra, resimleri hâkime verdi. Bu sırada, Aykut Oral da resimleri görmek için merakla bekliyordu. Hâkim resimlerin hepsine tek tek baktıktan sonra mübaşire verdi ve Aykut Oral’a göstermesini istedi. Aykut Oral resimleri gördüğünde neredeyse küçük dilini yutacaktı. Şaşkınlıktan ve öfkeden kıpkırmızı oldu. Onun bu halini gören çaylak avukat bir şeylerin yolunda gitmediğini anlamış, iyice telaşlanmış ve ne yapacağını bilemez bir haldeydi. Hâkim, Aykut Oral’a: “Resimlerdeki kadınları tanıyor musunuz? Onlarla herhangi bir ilişkiniz var mı?” diye sordu. Aykut Oral öfkeden deliye dönmüş, kıpkırmızı bir haldeydi. Eren Can bu resimleri nereden bulmuş olabilirdi? Bu olanlara ve gördüğü resimlere bir türlü inanamıyordu. Öfkeyle: “Bu resimlerdeki kadınların hiçbirini tanımıyorum. Bunların hepsi sahte, hepsi fotomontaj! Bu çok adi bir tezgâh!” diye bağırdı. Yanındaki çaylak avukat ise, beklemediği bu durum karşısında, ne söyleyeceğini bilemez bir halde kaskatı kesilmiş, öylece bekliyordu. Aykut Oral’ın öfkesi bu defa onu hedef aldı: “Aptal herif! Öyle durmuş, neyi bekliyorsun? Bir şeyler söylesene!” Oysa onun beyni sanki durmuş gibiydi. Aklına hiçbir şey gelmiyordu. Ondan kendisine hiçbir fayda gelmeyeceğini anlayan Aykut Oral, kendi savunmasını kendisi yapmaya karar verdi. Öfkesini kontrol etmeye çalışarak, daha sakin bir şekilde: “Sayın Hâkim, bu resimlerdeki kadınların hiçbirini tanımıyorum. Bu resimlerin hepsi fotomontaj… Bu resimlerin gerçek olup olmadığının ortaya çıkarılması için bilirkişinin inceleme yapmasını istiyorum.” dedi ve resimleri mübaşire vererek tekrar hâkime gönderdi. Bu sözler üzerine Eren Can, “Bu isteği biz de kabul ediyoruz. Size sunduğumuz resimlerin gerçek olduğu bilirkişi raporuyla kanıtlanacaktır,” dedi.
Sıra tanıklara geldiğinde, ilk olarak Nefise ve Aykut Oral’ın tek çocukları olan Efe çağrıldı. Efe tanık olarak yerini aldığında hâkim, kâtip kızın tutanaklara yazması için: “Davacı tanığı olan Aykut oğlu, gösterilen adreste oturur, tarafların oğlu olduğunu söyledi. Şahitlik yapacağını bildirmekle, takdiren yeminsiz olarak soruldu: Oğlum, annen Nefise Oral’ın babanla yaşadıklarını söylediği şiddetli geçimsizlik iddiası doğru mu?” Efe bütün içtenliğiyle, anne ve babasının yaşadıklarını anlatmaya başladı: “Ben kendimi bildim bileli annem ile babam sürekli kavga ederler. Babam kimi zaman anneme ağza alınmayacak hakaretler eder, kimi zaman tokat atarak onu sustururdu. Annem boşanalım dediğinde de buna asla razı olmazdı. Bazen işlerini bahane ederek eve gelmezdi ve bu son yıllarda daha sık tekrar etmeye başladı. Bu yüzden de evdeki tartışmalar ve kavgalar daha çok şiddetlendi. Yaşadığım evdeki bu kötü ortam beni iyice huzursuz etmeye başladı ve annem boşanma davası açar açmaz, annemi ikna ederek başka bir semte taşınmamızı sağladım. Şimdi ikimiz de çok mutlu ve huzurluyuz…” Aykut Oral hemen Efe’nin konuşmasına müdahale etti: “Sayın Hâkim, oğlum Efe annesinin tesiri altında kalarak bunları söylemektedir. Zaten davalı tarafın başka bir şahidi de yoktur. Bizim şahitlerimiz gerçekleri tüm çıplaklığıyla size ifade edeceklerdir.” Efe’den sonra şahit olarak evlerinde çalışan hizmetliler ve Aykut’la Nefise’nin ayrılmasını istemeyen birkaç ortak dostları dinlendi. Evlerinde çalışanlar işlerini kaybetmek korkusuyla ve ortak dostları da arkadaşlarının yuvasını kurtarmak istemek gibi iyi bir niyetle Aykut Oral’ın lehinde tanıklık yaptılar. Hâkim duruşmayı bitirmeden önce tarafların son bir diyecekleri olup olmadığını sordu: Eren Can, “Müvekkilim dava açıldığından beri ayrı evde yaşamakta, bu eve belli bir miktar kira vermekte ve çocukları Efe’nin giderlerini de tek başına karşılamaktadır. Buna rağmen, davalıdan
| 81
82 |
kolayca boşanabilmek düşüncesiyle maddi tazminat isteğini bugüne kadar ertelemiştir. Davalının ve müvekkilimin ekonomik ve sosyal araştırmaları dosyada mevcut olup, davalı dosyada da görüleceği gibi, ekonomik olarak çok iyi durumdadır. Bu sebeple davacı Nefise Oral, davalı Aykut Oral’dan … TL maddi ve … TL de manevi tazminat talep etmektedir,” dedi. Akut Oral da: “Biz de delil olarak sunulan fotoğrafların gerçek olup olmadığının tespit edilmesi için bilirkişi incelemesi yapılmasını ve bilirkişi raporuna göre savunma yapacağımızı bildiriyoruz.” dedi. Amacı davayı uzatarak daha iyi bir savunma yapabilmek için zaman kazanmaktı. Yanındaki bu çaylak, beceriksiz avukatı da bir sonraki duruşmada değiştirecek, onun yerine hukuk bürosunda çalışan en deneyimli ve en iyi avukatlardan birisiyle çalışarak yapacağı savunmayı iyice güçlendirecekti. Hâkim onun bu isteğini kabul ederek; resimlerin gerçek olup olmadığının ispatı için bilirkişiye başvurulması, tarafların mahkemeye yeni delil ya da tanık sunabilmeleri için mahkemeyi otuz gün sonraya erteledi. Mahkeme salonundan çıkarlarken Aykut Oral’ın bakışlarındaki küçümsemenin yerini tamamen öfke almıştı. Sanki yalnız onlara değil, tüm çevresine öfke saçıyordu. Onun bu öfkeli halini görmek ise Nefise’yi daha çok neşelendiriyordu. Bugün burada çok iyi bir iş çıkarmışlardı. Şimdi geriye kalan, bir sonraki duruşmada davaya son noktayı koymaktı. Nefise bu davayı kazanabileceklerinden artık daha çok emindi. Hatta bundan hiç şüphesi kalmamıştı. Aykut’u köşeye sıkıştırmışlardı ve kaçacak hiçbir yeri yoktu... Bir pazar günü Elif ’i çok şaşırtan bir olay oldu. O gün ikisi birlikte tiyatro izlemek için Aksaray’daki Cemal Reşit Rey sahnesine gitmişlerdi. Tiyatroya gitmeyi Eren Can istemişti. Liseye giderken okulun tiyatrosunda görev almış, hatta bir piyes yazıp arkadaşlarıyla beraber bu piyesi tiyatro olarak sahnelemişlerdi. O zamanlar tiyatro Eren Can’ın en büyük hobisiydi. Avukat olmasaydı eğer, mutlaka bir
tiyatrocu olurdu. Üniversite yıllarında dersleri çok yoğun olduğu için bu hobisine çok fazla vakit ayıramıyordu ve bu yüzden tiyatroya olan ilgisi yavaş yavaş azalmaya başlamıştı. Ama yine de yılda birkaç kez de olsa tiyatroya gider ve tiyatro izlemekten büyük zevk alırdı. Tiyatrodan dönerlerken bindikleri trende yirmi üç - yirmi dört yaşlarında genç bir adam sürekli Elif’e bakıyordu. Eren Can ilk başta bu kişinin Elif ’i tanıyan birisi olduğunu düşündü. Fakat Elif de bu adamı görmüş, onu tanıdığına dair hiçbir tepki vermemişti. ‘Belki de Elif ’i tanıdığı birine benzetmiştir…’ diye düşündü. Eren Can bir süre bekledi ama nafile… Genç adam hala sık sık Elif ’e bakıyordu. El ele olduklarını görmesine rağmen ne hakla ve ne cüretle Elif ’e bu şekilde bakardı? Kan beynine sıçramıştı ve daha fazla dayanamadı. Elif de bu bakışlardan rahatsız olmuş ama bir olay çıkar endişesiyle Eren Can’a hiçbir şey söylememişti. Eren Can genç adamın yanına gitti ve birden yakasından tutup oturduğu yerden kaldırdı. Bir eliyle de boğazına sarıldı. Bu sırada çevredekiler bu olanlara şaşırmış, ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Eren Can: “Ne bakıyorsun ulan durmadan benim sevgilime?” diye bağırdı. “Sevgilim” Bu söz Elif ’in çok hoşuna gitmişti. Çünkü şimdiye kadar Eren Can’ın kendisi için bir başkasına “Sevgilim” dediğine hiç tanık olmamıştı. Böyle bir tepkiyi hiç beklemeyen genç adam, önce bir süre afalladı. Sonra çevredeki insanların Eren Can’a hak vereceğini sezdiği için olayı daha fazla büyütmemeye ve alttan almaya karar verdi: “Hanımefendiyi çok eski bir tanıdığıma benzettim. O olup olmadığını anlamaya çalışıyordum. Rahatsız edecek kadar fazla baktığımın farkında değildim. Kusura bakmayın…” dedi. Bu sözler üzerine Eren Can sakinleşti ve adamın boğazına sarıldığı elini çekti. Sonra: “Bir daha yanında erkek arkadaşı olan kızlara o şekilde bakmamaya dikkat et!” dedi ve adamın yakasını bıraktı. Zaten bu sırada Elif ve trende bulunanlardan birkaç kişi Eren Can’ı geri çekmeye
| 83
84 |
ve olayı yatıştırmaya çalışıyorlardı. Tren Menekşe istasyonundan ayrılmış, Küçükçekmece istasyonuna yaklaşmıştı. Küçükçekmece istasyonuna ulaştıklarında trenden indiler ve Elif ’in evine doğru yürümeye başladılar. Yol boyunca ikisi de bu olaydan hiç bahsetmedi. Eren Can gösterdiği bu aşırı tepkiden dolayı Elif’in kendisine kızmasından korkuyordu. Elif ise, Eren Can’ın sinirlerini zaten zor yatıştırdığı için, bu konudan bahsederek sinirlerini yeniden germek istemiyordu. Bu olay Elif’i hem çok şaşırtmıştı, hem de çok hoşuna gitmişti. Şaşırmasının nedeni Eren Can’ın kendisini bu kadar kıskandığını daha önceden hiç fark etmemiş olmasıydı. Hatta Eren Can’ın kendisini hiç kıskanmadığını düşündüğü için bunun nedenini çok merak etmişti. Her kadın gibi o da sevdiğinin kendisini kıskanmasını ve sahiplenmesini istiyordu. Ve Eren Can o gün bunlardan ikisini de yapmıştı... Filiz artık zamanı geldiğini düşünerek, Eren Can’la kararlaştırdıkları gibi, Aykut Oral’ın aleyhinde tanıklık yapması için Hülya ile görüşmeye karar verdi. Resimlerde gördüğü kadarıyla Hülya gerçekten çok güzel ve çekici bir kadındı. Ve Aykut Oral’ın birlikte olduğu diğer kadınlara hiç benzemiyordu. Onlar gibi basit ve sıradan bir kadın olmadığı, Aykut’la beraber çekilen fotoğraflarına bile yansımıştı. Bakışlarında sanki çok büyük bir hüzün ve sır gizliydi! Filiz güçlü sezgileriyle bunu hemen sezmişti. Onunla tanışıp, bunun ne olduğunu öğrenmek için kadınlara has bir merak duygusuyla sabırsızlanıyordu. Hülya’yı evinde ziyaret etmeye karar verdi. Bir kadının kendisini en huzurlu ve güvende hissedeceği yer eviydi. Ve Filiz, Hülya’nın kendi evinde daha rahat ve samimi konuşabileceğini umuyordu. Eren Can’dan aldığı adrese gitti ve daire kapısının zilini çaldı. Kapı açılmadan önce ilk dikkatini çeken şey küçük bir kız çocuğunun sesi oldu. Bir an yanlış bir zamanda geldiğini, içeride Hülya’nın misafirleri olduğunu sandı. Ama sonra, kapı açılınca ve Hülya’yı kucağında üç yaşında bir kız çocuğuyla görünce gerçeği anladı. Biraz önce sesini duyduğu kız çocuğu Hülya’nın kendi kızıydı. Şaşkınlıktan bir süre
öylece, olduğu yerde kalakaldı. Hülya’nın sesiyle kendine geldi. “Buyurun! Kimi aramıştınız?” “Hülya Hanım, sizinle biraz görüşmek istiyorum. Bana biraz zaman ayırabilir misiniz?” Şaşırma sırası Hülya’ya gelmişti. Karşısında hiç tanımadığı, adını bilen ve onunla görüşmek istediğini söyleyen yabancı bir kadın duruyordu. “Siz kimsiniz! Benim adımı nereden biliyorsunuz?” “Çok affedersiniz! Kendimi tanıtmayı unuttum. Benim adım Filiz. Avukatım. Sizinle Aykut Oral hakkında konuşmak istiyorum.” “Aykut’un arkadaşı mısınız?” “Hayır, onunla sadece meslektaşız.” “İyi ama benim Aykut’u tanıdığımı nereden biliyorsunuz?” “İnanın bu çok uzun bir hikâye… Eğer içeri girmeme izin verir ve benimle görüşmeyi kabul ederseniz size her şeyi anlatabilirim.” “Çok affedersiniz! Sizi eşikte beklettim… Lütfen içeri girin...” Filiz içeri girerken, ikisi de birbirlerinin anlatacaklarını dinlemek için büyük bir merak içindeydiler. Merak denen ateş kadınların içine bir kez düşmeye görsün, meraklarını gidermeden asla rahat edemezler. Filiz, Hülya’ya hakkında bildiği her şeyi anlattı ve ona resimlerden bahsetti. Filiz’in anlattıklarını dinlerken Hülya’nın yüz ifadesi hem şaşkındı, hem de hüzünlü. Onun bu hüzünlü hali ise Filiz’i daha çok meraklandırıyordu. Ve nihayet ağzındaki baklayı çıkartmayı başardı: “Hülya Hanım, sizden boşanma davasında Aykut’un aleyhinde tanıklık yapmanızı ve her şeyi mahkemede anlatmanızı istiyorum.” “Siz çıldırmış olmalısınız! Böyle bir şeyi asla yapamam!” “Neden? Bu sizin için neyi değiştirir? Sonuçta ondan ayrılmadınız mı?” “Ayrılmak mı? Bunu da nereden çıkarttınız? Her şeyi bildiğinizi sanıyorsunuz ama birçok şeyi bilmediğinizin farkında bile değilsiniz.”
| 85
86 |
Filiz’in şaşkınlığı ve merakı, Hülya’nın söylediği her yeni cümlede katbekat artıyordu. Dedektif Murat’ın gözden kaçırdığı birçok şey olmalıydı. Ve bunların ne olduğunu bir an önce öğrenmek için sabırsızlanıyordu. “Ne yani, siz hala birlikte misiniz? Bu durum sizin için acı verici değil mi? Bir yalanı yaşamak… Hem de, böyle dünyalar güzeli bir kızınız varken onu da bu yalana ortak etmek! Üstelik ona üvey baba bile olamayacak bir adamla…” Hülya’nın içindeki hüzün yüz hatlarına iyice yansımıştı. Çok uzaklara bakar gibi dalgın bir şekilde kızına bakıyordu… Kendini daha fazla tutamadı ve gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Sanki kendi kendine konuşuyormuşçasına, gözlerini kızından ayırmadan konuşmaya başladı. “Bir yalanı yaşamak ha! En azından ben ne yaşadığımı biliyorum. Sevdiğim adamın, kızımın babasının benim yanımda olmadığı gecelerde, kiminle ve nerede olduğunu biliyorum. Her şeyden önemlisi, beni ve kızımı sevdiğini biliyorum…” dedikten sonra Filiz’e dönüp konuşmaya devam etti: “Sizce hangisi yalanı yaşamak? Resmi olarak karısı görünüp de aldatıldığını bilerek, sevilmediğini bilerek ve onun kimi sevdiğini ve kiminle birlikte olduğunu bilmeyerek yaşamak mı, yoksa benim yaşadığım gibi yaşamak mı?” Filiz şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemiyordu. Gözlerini Hülya’dan ayırıp küçük kızına baktığında, kızın Aykut Oral’a ne kadar benzediğine ve bunu şimdiye kadar fark etmemiş olmasına daha da şaşırdı! Demek ki sezgilerinde yanılmamıştı. Hülya’nın sahip olduğuna inandığı sır buydu işte! Hülya’nın Aykut Oral’dan bir kızı vardı ve bu yüzden Aykut Oral ondan, diğer kadınlar gibi çabucak kopamamıştı. Evet! Aslında, bu dava Hülya için çok büyük bir şanstı! Hülya’nın, boşanma davasında aleyhinde tanıklık yapacağı Aykut Oral’ın aklının ucundan bile geçmezdi. Ve duruşma bitip de, Nefise’yle boşandıktan sonra da artık iş işten geçmiş olurdu. Filiz bir şeyden kesinlikle emindi: Aykut belki o anda Hülya’ya çok kızacaktı ama
eninde sonunda mutlaka affedecekti. Çünkü o kızının annesiydi ve bugüne kadar da işte bu yüzden Hülya’dan kopamamıştı. Filiz, Hülya’nın elini tuttu. Bir kadın olarak kendini onun yerine koyuyordu ve tüm içtenliğiyle, samimi bir şekilde konuşmaya başladı: “Hülya şimdi beni çok iyi dinlemeni istiyorum. Ve lütfen sözümü kesmeden önce bitirmeme izin ver.” Hülya, evet anlamında başını salladı. “Bu duruşma senin için de, kızın için de çok büyük bir şans. Sevdiğin adama ve kızının babasına gerçek anlamda sahip olabilirsin. Bunun için tek yapman gereken, duruşmada Aykut’un aleyhinde tanıklık yapman ve her şeyi hâkime anlatman… Senin aleyhinde tanıklık yapacağın Aykut’un aklının ucundan bile geçmez. Duruşma bittikten ve Nefise ondan boşandıktan sonra ise iş işten geçmiş olur. Aykut bu yüzden belki başlarda sana çok kızacaktır ama inan bana sonunda seni mutlaka affedecektir. Nefise ve oğlundan ayrıldıktan sonra bir de senden ve bu dünyalar güzeli kızından ayrı kalmaya dayanamaz ve seni çok kısa bir süre sonra affedecektir. Böylece, sen ve kızın gerçekten hak ettiğiniz hayatı yaşayabilirsiniz.” Hülya gözyaşları içinde, hiçbir şeyden haberdar olmadan oyuncaklarıyla oynayan güzel kızına bakıyordu. Filiz onun bu bakışlarından aklından neler geçtiğini sezebiliyordu. Hülya bir kumar oynayıp oynamamak konusunda karar vermeye çalışıyordu. Eğer Filiz’in dediğini yaparsa, iki seçenek vardı: Aykut onun dediği gibi bir süre geçtikten sonra onu affeder ve artık resmi bir karısı olmadığı için onunla evlenir, kızlarıyla birlikte, üçü mutlu bir hayat yaşarlardı. Ya da Aykut bütün hayatını ve düzenini yıktığı, mahvettiği için onu bir daha affetmez ve onun yüzünden kızını da bir daha görmek istemezdi... Filiz’in dediğini yapmaz ise, eskisi gibi yaşamaya devam ederdi. Ve bunu ne kadar inkâr etmek istese de aslında bir yalanı yaşamaya devam ederdi. Gözlerini kızından ayırarak, bütün içtenliğiyle kendisine yardım etmek isteyen Filiz’e baktı. Gerçekten de Aykut Oral artık Filiz’in
| 87
88 |
hiç umurunda değildi. Şimdi o yalnızca Hülya’yı düşünüyor ve bir kadın olarak ona yardım etmek istiyordu. “Tamam! Duruşmada Aykut’un aleyhinde tanıklık yapmayı kabul ediyorum. Onunla aramızdaki her şeyi mahkemede anlatacağım. Yalnız bunu ne kendim için ne de Nefise için yapmayacağım. Sadece ve sadece kızım için, onun gerçek bir babaya sahip olabilmesi için yapacağım…” Filiz, Hülya’ya sıkıca sarıldı ve gözyaşları içinde: “Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim Hülya! İnan, kızın ve senin için en doğrusu bu… Ve bunu yaptığına asla pişman olmayacaksın,” dedi. Filiz, Hülya’nın evinden ayrılırken; ikisi de çok kısa bir süre içerisinde yaşadıkları duygu yoğunluğu nedeniyle yorulmuş ama bu görüşmeyi yapmaktan memnun ve mutluydular. Filiz, Aykut Oral’ın evliliğine son noktayı koyduğundan kesinlikle emindi. Ve belki de bugün onun meslek hayatındaki sonun da başlangıcıydı… Gayrimeşru bir çocuğu olduğunun ortaya çıkması onun itibarını ciddi bir şekilde zedeleyecekti. Bundan sonra hayat düzeni de bozulacaktı ve Aykut’un kendini toparlayıp meslek hayatına dönmesi mutlaka çok zor olacaktı. Sonunda hem kendi öcünü hem de Nurten’in öcünü almıştı. Aykut o zaman Nurten’in hayatını mahvetmişti ve şimdi de kendi hayatı mahvoluyordu… Üçüncü duruşma için mahkeme salonuna girerlerken, Eren Can ve Nefise büyük bir zafer edasıyla Aykut’a baktılar. Aykut Oral bu bakışların anlamını ancak Hülya kendisinin aleyhinde tanıklık yapmak için çağrıldığında anlayacaktı. Hülya, Filiz’in kendisine söylediği gibi duruşma başlamadan önce, Aykut’un kendisini göremeyeceği bir yerde duruşma anının gelmesini beklemiş ve duruşma salonuna en son girerek, hemen kapının girişinde yerini almıştı. Aykut Oral öyle bir öfke ve hamaset içindeydi ki, o anda Hülya’nın duruşma salonunda olduğunu fark etmesi çok zordu. Eren Can, Filiz’in kendisine söylediği gibi tanık listesini dosyaya duruşmanın başlamasına yalnızca on gün kala eklemiş ve Hülya’yı isim vermeden sürpriz tanık olarak yazmıştı. Duruşmanın hâkimi
ile konuşarak, Hülya’nın adını son ana kadar saklamak için zor da olsa ikna etmeyi başarmıştı. Aykut Oral ise bunu öğrendiğinde küplere binmiş ve öfkeden çıldırmıştı. Çok uğraşmasına rağmen hâkimin bu kararını değiştiremedi. Aykut’un aleyhinde tanıklık yapacağına inandığı tek kadın Aynur’du. Geçmişte birlikte olduğu kadınlardan, onun dışında hiç kimse böyle bir davaya bulaşmayı ya da Aykut’la bir zamanlar birlikteliğinin olduğunun ortaya çıkmasını istemezdi. Oysa Aynur’un maddi bir menfaat karşılığında yapmayacağı hiçbir şey yoktu. Bu yüzden, ilk olarak Aynur’la görüşmeye karar verdi. Ve farkında olmadan hayatının en büyük yanılgısının derinliklerine düştü. Çünkü Aynur’un Eren Can ile görüşmesini anlattıktan sonra, bu konuda yanılmadığını sanmış ve Aynur’un ondan para kopartmak için kurduğu tuzağa düşmüştü. Aynur ona, Eren Can’ın kendisine, onun aleyhinde tanıklık yapması karşılığında para teklif ettiğini ve eğer kendisi Can’dan daha çok para verirse bunu yapmayacağını, mahkeme günü Eren Can’ı yüzüstü bırakacağını söylemişti. Aykut Oral haklı çıkmanın verdiği gururla, Aynur’un kurduğu bu tuzağa kolayca düştü ve kendisine yüklü bir miktar para verdi. Onun için, Aynur’a verdiği paranın, davayı kaybettikten sonra yaşayacaklarının yanında hiçbir önemi yoktu. Kendisini temsil eden deneyimli avukat ve yakın arkadaşı olan Hakan’a her şeyi anlattı ve savunmasını dosyada belirtilen sürpriz tanığın asla gelmeyeceğine göre yapmasını istedi. Son duruşma nihayet başlamıştı. Hâkim dava dosyasını inceledikten sonra kâtip kıza son gelişmeleri yazdırdı. Davalı avukatına döndü: “Müvekkilinizin eşini aldattığını gösteren resimlerin gerçek oldukları bilirkişi raporu ile kanıtlanmıştır. Oysa müvekkiliniz, resimlerin gerçek olmadığını öne sürmüş ve bilirkişi raporu istemişti. Bu konuda ne söyleyeceksiniz?” “Sayın Hâkim, müvekkilim şu anda resimlerin gerçek olduğunu ve o resimlerdeki kadınları tanıdığını kabul ediyor. Yalnız bu resimler yıllar öncesine aittir. Birçok evli erkek gibi müvekkilim de geçmişte küçük çapkınlıklar yapmıştır. Fakat daha sonra yap-
| 89
90 |
tıklarına pişman olmuş ve kendisini ailesine adamıştır. Benim size sunduğum delil listesindeki resimler ve faturalar da bunun en güçlü kanıtlarıdır. Resimler ve faturalar geçtiğimiz yaza aittir. Müvekkilim yaptıklarından çok pişman olduğu ve kendisini yalnız, biricik karısına ve çocuğuna adadığı için onları Antalya’da beş yıldızlı bir otele götürmüş ve orada üç hafta boyunca ailecek mutlu bir şekilde tatil yapmışlardır. Müvekkilimin ve biricik eşi Nefise Hanım’ın ne kadar mutlu oldukları bu resimlerden kolayca anlaşılmaktadır. Müvekkilimin şu andaki tek gayesi evliliğini ve mutlu yuvasını kurtarmak ve biricik çocukları Efe’nin anne ya da babasından ayrı kalarak yaşamasını engellemektir.” Hakan gerçekten iyi bir avukattı. Aynı zamanda iyi bir hatipti de. Konuşmalarıyla insanları kolayca etkilemeyi başarırdı. Bu konuşmadan sonra hâkim de oldukça yumuşamış ve Aykut’un evliliğini kurtarmak istediği konusunda samimi olduğunu düşünmeye başlamıştı. Nefise’ye bakıp konuşmaya başladı: “Bak kızım, belli ki geçmişte çok zor ve kötü günler yaşamışsın. Aile kutsal bir yapıdır. Bir yuvayı yıkmak kolaydır ama yuva kurmak çok zordur. Eğer istersen bu yuvayı kurtarmak senin elinde… Kocanla anlaşarak bu davadan vazgeçebilirsin.” Nefise hâkimin bu babacan ve iyi niyetli tavrını çok anlayışlı karşıladı ama bu davadan vazgeçmemek, hele bir de son noktayı koymak üzereyken vazgeçmemek ve Aykut’tan boşanmak konusunda kesinlikle kararlıydı. Ve bu kararlılıkla hâkime cevap verdi: “Sayın Hâkim, bu iyi niyetli tavsiyeniz için teşekkür ederim. Ama ben boşanmak konusunda kesin kararlıyım. Ve sürpriz tanığımızı dinlediğinizde, bu kararımda ne kadar haklı olduğumu siz de göreceksiniz.” Aykut Oral ve avukatı Hakan davayı kazandıklarından kesinlikle emindiler artık. Çünkü Nefise’nin sözünü ettiği sürpriz tanık hiçbir zaman gelmeyecekti ve böylece dava düşecekti. Hâkimin son tavrından da bu iyice anlaşılıyordu.
Hâkim, Eren Can’a: “Sürpriz tanığınız şu anda burada mı?” diye sordu. “Evet Sayın Hâkim. Hülya Su şu anda burada ve ben kendisinin tanık olarak dinlenmesini istiyorum.” Aykut Oral beyninden vurulmuşa dönmüştü! Hülya’nın ismi hiç durmadan, kafasında yankılanıyordu. Güçlükle arkasına döndü. Hülya’nın tanık kürsüsüne doğru yürüdüğünü gördü. Yüzü bir kâbustaymış gibi ter içinde kalmıştı. Sanki tüm yaşamı, evliliği, kariyeri, itibarı ellerinin arasından kayıp gidiyordu. Hâkim Hülya’ya sırayla; adını, soyadını, yaşını, ikametgâh adresini vs. sordu. Daha sonra yemin ettirip, söylediklerini dinlemeye başladı. “Aykut ile beş yıl önce, ortak bir arkadaşımız vasıtasıyla tanıştık. Birkaç ay içinde aramızda duygusal bir bağ oluştu. Daha ne olduğunu anlayamadan ona deli gibi âşık olmuştum. Bir yıl boyunca sık sık birlikte olduk. Kâh beraber tatillere gittik, kâh benim evimde kaldık. Bir yılın sonunda iki aylık hamile olduğumu öğrendim. Sevinçten uçuyordum. Sevdiğim adamdan bir çocuğum olacaktı. Yalnız aramızda çok büyük bir engel vardı. Aykut evliydi ve ben bunu bile bile onunla birlikte olmuştum. Ona, hamile olduğumu ve ondan bir çocuk beklediğimi söyledim. Karısından bir an önce boşanmasını ve benimle evlenmesini istedim. O ise böyle bir şeyi asla yapamayacağını, eğer böyle bir şey yaparsa hayatının bütün düzeninin bozulacağını, iş kariyerinin ve insanların gözündeki itibarının biteceğini söyledi. Ama beni de çok sevdiği için çocuğu aldırmamı istemedi. Böyle bir şeyi istese de, ben razı olmazdım zaten. Çocuğumuzun bütün bakımını üstleneceğini, onun tüm ihtiyaçlarını karşılayacağını söyledi ve çocuğumuzu kendi nüfusuna kaydettireceğine söz verdi. Kızımız doğduktan sonra bana verdiği tüm sözleri tuttu ve kızımızı kendi nüfusuna da kaydettirdi.” “Kızınız şu anda nerede?”
| 91
“Koridor da, teyzesiyle birlikte benim dışarı çıkmamı bekliyorlar.” Hâkim, Hülya’ya kızının ve kız kardeşinin isimlerini sorduktan sonra mübaşirden onları duruşma salonuna çağırmasını istedi. Işıl, teyzesinin kucağında mahkeme salonundan içeri girdiğinde, Aykut Oral’ı görünce, “Aaa! Babam da buradaymış!” diye sevinçle bağırdı. İşte o an Aykut’un gerçek anlamda bittiği andı! Artık ne Nefise, ne dava, ne de başka hiçbir şey umurunda bile değildi. Kızının o anda oradaki varlığı, kendi kendisiyle yüzleşmesine neden olmuştu. Kaybettiği davanın bir an önce bitmesini ve kızının cennet kokan bedeninin içindeki tertemiz ruhunu; nice hırsızların, uğursuzların ve katillerin varlığıyla kirlenmiş olan bu mahkeme salonundan çıkartmak istiyordu. Hakan da artık yapacak başka bir şey kalmadığını düşünüyor ve hâkimin davayı bitirmesini bekliyordu. Işıl’ın Aykut Oral’a benzerliği o kadar aşikârdı ki, bir insanın bunu fark etmemesi için kör olması gerekirdi. Hâkim iki tarafa da söyleyecekleri son bir sözleri olup olmadığını sorup cevabını aldıktan sonra katip kıza döndü ve; “Yaz kızım…” dedi: “Davanın kabulüne /TMK’nun 166/1 maddesi uyarınca tarafların boşanmalarına, TMK’nun 169. maddesi uyarınca kararın kesinleşmesinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte 60.000 TL maddi, 20.000 TL manevi tazminatın kocadan alınıp kadına verilmesine, fazlaya ilişkin işlemin reddine ilişkin karar açıkça okunup anlatılmıştır.” 92 |
III. BÖLÜM
A
dliyeden çıktıklarında Nefise’nin cipine doğru ilerlerlerken Aykut Oral yanlarına geldi. Bakışları ateş ve nefret saçıyordu. Eren Can’a hitaben kızgın ve kısık bir sesle: “Seninle işimiz daha bitmedi. Bittiğinde ise beni hiç tanımamış olmayı isteyeceksin. Bu davadaki başarının tadını çıkar. Bu senin ilk ve son davan olacak. Meslek hayatını bitireceğim,” dedi. Eren Can ilk zaferini kazanmış bir komutan edasıyla cevap verdi: “Bu dava benim için henüz bir başlangıç. Avukatlığa asıl şimdi başlıyorum. Elinden geleni ardına koyma. Bir daha da sakın kimseyi küçümseme…” Nefise tartışmanın daha fazla büyümemesi için hemen cipinin kapısını açtı ve Eren Can’ın kolundan çekip araca bindirdi. Sonra diğer tarafa geçip şoför mahalline de o bindi ve aracı çalıştırıp hızla oradan uzaklaştı. “Can sen sakın ona uyma. O şu anda yaralı bir ayı gibi saldıracak yer arıyor,” dedi Nefise. Sonra bir kahkaha attı ve sözlerine devam etti: “Evet! Onu tarif etmek için daha uygun bir sözcük bulamazdım. Ayının tahsillisi işte! Tahsil görmüş, avukat olmuş fakat bırak insan olmayı, insan taklidi yapmayı bile öğrenememiş!” Eren Can, Nefise’ye baktı. Ne kadar da neşeli ve hayat dolu gö-
| 93
94 |
rünüyordu. Böyle bir kadının Aykut Oral gibi bir adamla on sekiz yıl boyunca birlikte yaşadığına inanmak zordu. Keyfi yerindeydi. Ne de olsa artık bekâr ve özgür bir kadındı. Oral soyadından kurtulmuş, evlenmeden önce olduğu gibi kızlık soyadını almıştı. Nefise Ayça’ydı artık. Şimdi oğluyla birlikte yepyeni bir hayata başlayacaktı. Nefise, Eren Can’a baktı ve gülümsedi. O da Nefise’ye aynı şekilde karşılık verdi. Nefise konuşmaya devam etti: “Filiz’i gördüğünde kendisine sevgilerimi ve teşekkürlerimi ilet. O olmasaydı bu davayı asla kazanamazdık. Yarın akşam için sakın bir plan yapmasın. İkiniz de davetlimsiniz. Kazandığımız bu zaferi hep beraber kutlayacağız.” “Eminim Filiz bu davetini memnuniyetle kabul edecektir. Bu zaferi kutlamayı en az bizim kadar o da ister.” “Öyleyse yarın akşam sizi buradan; büronun önünden alırım. Yarın saat tam beşte. Anlaştık mı?” “Anlaştık. Yarın saat tam beşte.” dedi Eren Can ve Nefise’nin elini sıkıp araçtan indi. Büroya girdiğinde içeri de yalnızca Tolga ve Filiz vardı. Tolga’yla selamlaştıktan sonra doğruca Filiz’in yanına gitti. Filiz de onun içeri girdiğini fark etmiş ve ayağa kalkmış, onu tebrik etmek için bekliyordu. “Hoş geldin Can. Tebrik ederim. İlk davanı kazanmak nasıl, hoş bir duygu değil mi? “Merhaba Filiz. Teşekkür ederim. Ama davayı benim kazandığımı kim söyledi?” “Ben en başından beri bu davayı senin kazanacağından emindim.” “Yanılıyorsun Filiz, bu davayı ben kazanmadım.” Filiz şaşırmıştı: “Eee! Kim kazandı öyleyse?” “Bu davayı biz kazandık. Sen, ben ve Nefise! Bunu hep beraber başardık.” “Benimkisi sadece küçük bir yardımdı.
Bu başarıdaki en büyük pay senin. Hem unutma ki bu dava benim değil, senin davandı.” dedi Filiz. Mahcup ve alçakgönüllüydü. “Nefise sevgilerini ve teşekkürlerini sana iletmemi istedi. Ve yarın ikimizi de bu zaferimizi hep beraber kutlamak için davet etti. Akşam saat beşte buradan, büronun önünden bizi alacak.” “Nasıl bir kutlama olacakmış bu?” “Bilmiyorum. Nefise nasıl bir kutlama olacağından bahsetmedi. Bana yalnızca bu zaferi kutlayacağımızı söyledi.” “Her neyse. Yarın saat beşten sonra görürüz.” Nefise ertesi gün saat tam beşte onları büronun önünden aldı. Hep birlikte Boğaz’da çok şık bir restorana gittiler. Şef garson onları restoranın terasında, denize bakan bir masaya oturttu. Önce başlangıç olarak birkaç ön içki getirdi. Bir süre sonra tekrar yanlarına gelip ana yemek siparişlerini aldı. Nefise’nin kafasını kurcalayan, onun çok merak ettiği bir konu vardı, o da Filiz’in bu davayı kazanabilmesi için Can’a neden bu kadar yardım ettiğiydi. Can’ın da her zaman söylediği gibi, işin çoğunu o yapmıştı. Acaba Can’a âşıktı da, yaşça ondan büyük olduğu için bunu ona söyleyemiyor muydu? Gerçi Filiz Can’a aşık olmakta çok da haksız sayılmazdı. Çünkü eğer Can bu dünyaya gelmekte bu kadar fazla geç kalmamış olsaydı ve daha farklı şartlarda tanışmış olsalardı kendisi de ona âşık olabilirdi. Eren Can’a baktı ve gülümsedi. Merakına daha fazla dayanamadı, Filiz’e dönüp: “Filiz benim için ve Can için yaptıklarına gerçekten çok minnettarım. Aynı zamanda da çok merak ettiğim bir konu var.” dedi. “Bu kadar çok merak ettiğin konu nedir? Bak şimdi ben de çok meraklandım.” “Bana ve Can’a davayı kazanmamız için bu kadar yardım etmenin nedenini çok merak ediyorum. Neden bana, özellikle de Can’a bu kadar yardım ettin?” Nefise’nin bunu sormaktaki asıl amacı Filiz’e yardımcı olmaktı. Belki bu sayede –ki eğer Filiz, Can’a âşıksa– duygularını dile
| 95
96 |
getirebileceğini umuyordu. Ama ne kadar yanıldığını öğrenmesi uzun zaman almadı. Filiz, Nefise’ye baktı ve içten bir gülümsemeyle karşılık verdi. Nefise’nin aklından geçenleri sezmişti. Ve cevap verdi: “Bunun nedeni iki yıl önce aldığım ve kaybettiğim bir dava. Bu bir cinayet davasıydı. Ben sanık avukatıydım, eski kocan da maktulün ailesinin avukatıydı.” Burada bilerek Aykut Oral’ın adını kullanmamıştı. Çünkü o adi herifin adını ağzına bile almak istemiyordu. “Müvekkilim bir kadındı ve kocasını kasten öldürmekle suçlanıyordu…” Filiz onlara bütün hikâyeyi anlattı. Sonra durdu, bir süre Eren Can’a baktı ve devam etti: “Başlarda benim bu davaya verilme nedenimin müvekkilim kadın olduğu için onu genç ve hırslı bir kadın avukatın daha iyi savunacağının düşünülmesi olduğunu sanmıştım. Fakat davayı kaybettikten bir süre sonra ne kadar yanıldığımı öğrendim. Maktulün ailesi ve Nefise’nin eski kocası –artık eski kocan olması inan bana büyük bir keyif veriyor– çalıştığımız büronun sahibi Haluk Bey’e bu davanın kaybedilmesi konusunda baskı yapmışlardı. Bunun en kolay ve risksiz yolu da bu davaya fazla tecrübesi olmayan, deneyimsiz bir avukatın verilmesiydi.. Yani aslında beni bu davaya kaybetmem için vermişlerdi. Bunu öğrendiğim zaman senin eski kocana olan nefretim bir kat daha arttı.” Şef garson yanında yardımcı bir garson ve servis arabasıyla masaya geldi: “Siparişlerinizi getirdim efendim,” dedi. Filiz’den başlayarak yemeklerin servisini yaptı. Şef garson işini bitirip masadan ayrıldıktan sonra Eren Can, Filiz’e: “Peki, gerçeği öğrendikten sonra sen ne yaptın?” diye sordu. “İki seçeneğim vardı ya istifa edip artık bu büroda çalışmayacaktım ya da bir fırsatını bekleyip, fırsatını yakaladığım anda öcümü alacaktım. Ben ikincisini seçtim. Çünkü eğer gerçekleri öğrendiğimi söyleyip istifa etseydim çalışacak başka bir hukuk bürosu bulamaz-
dım. İstifamın geçek nedenini söyleyemezdim, o zaman bana kimse inanmaz ve işten ayrıldığım için iftira attığımı düşünebilirlerdi. Hem zaten referans olarak verebileceğim Haluk Bey’den başka kimse yoktu ve eminim o da onu aradıklarında, benim hakkımda onlara çok iyi şeyler söylemezdi. Yani elim kolum bağlanmıştı.” Bir süre üçü de hiç konuşmadılar ve birkaç lokma yediler. Filiz konuşmaya devam etti: “Peki Can, sen bu davaya bakmak için neden senin görevlendirildiğini biliyor musun?” “Evet. Sanırım biliyorum.” dedi Eren Can. Gerçekle yüzleşmek istemiyor gibi bir hali vardı. Ve devam etti: “Nefise geldiği gün büro çok yoğundu ve herkes meşgul olduğu için Nefise’yle ben ilgilendim. Bu sayede de ilk davamı almış oldum. “Ahh! Canım benim ne kadar da safsın!” dedi Nefise. Sonra Filiz devam etti söze: “Can neden hala anlamamakta ısrar ediyorsun? İkimiz de kurban olarak seçilmiştik...” Filiz coşkuyla konuşmasına devam etti: “…Ama bu defa hep beraber bu oyunu bozduk ve onlar kaybetti.” “Zaten biz de bu akşam bu zaferimizi kutlamaya geldik buraya. Bize bunları anlattığın çok iyi oldu. Böylece yaptığımız bu kutlama daha anlamlı olacak,” dedi Nefise ve elindeki şarap kadehini havaya kaldırıp: “Kadehimi bu büyük zaferimizin şerefine kaldırıyorum,” dedi. Eren Can ile Filiz de ona eşlik ettiler ve coşkuyla kadehlerini tokuşturdular. Birer yudum şarap içip yemeklerine devam ettiler. Yemeklerini bitirdiklerinde şef garson tekrar yanlarına geldi ve tatlı olarak bir istekleri olup olmadığını sordu. Üçünün adına da Nefise sipariş verdi ve tatlının yanında bir şişe de şampanya istedi. Birkaç dakika sonra garson tekrar yanlarına geldi, tatlılarını servis etti, şampanyayı patlattı ve kadehlerini doldurmaya başladı. Nefise yerinden kalktı. Bir piyanist ve bir kemancıdan oluşan orkestranın yanına gitti. Onlardan güzel ve hafif bir dans müziği
| 97
98 |
çalmalarını istedi. Sonra geri döndü ve yerine oturdu. Şampanya dolu kadehini kaldırıp: “Kadehimi üçümüze kaldırıyorum. Umarım bu güzel dostluğumuz hiç bitmez ve ölünceye kadar devam eder,” dedi. Eren Can’la Filiz de ona eşlik ettiler ve neşeyle kadeh tokuşturdular. Şampanyalarını yudumlarlarken orkestra dans müziği çalmaya başladı. O kadar güzel çalıyorlardı ki, müzik sanki insanı dansa çağırıyordu. Nefise, Eren Can’a: “Can, bu güzel hanımı dansa kaldırmayacak mısın? Hem eminim Filiz de seninle dans etmekten mutluluk duyacaktır,” dedi. Nefise ikisini de çok seviyordu. Kendisi için yaptıklarından dolayı onlara minnettardı. Can ile Filiz’in birbirlerine çok yakıştığını düşünüyordu ve bir çift olmamaları düşüncesi ona büyük keyif veriyordu. Filiz, Nefise’nin amacını en başında anlamıştı ama bu güzel gecede keyfini kaçırmamak için ona hiçbir şey söylemiyor ve her şeyi oluruna bırakmayı tercih ediyordu. Eren Can, Filiz’e, “Güzel hanım, bu dansı bana lütfeder misiniz?” dedi. Filiz, Can’a gülümsedi ve, “Memnuniyetle!” diye cevap verdi. Dans pistine gidip hafif müzik eşliğinde dans etmeye başladılar. Nefise sağ elini yanağına koymuş, dirseğini de masaya dayamış, mutlu bir şekilde onları seyrediyordu. Eren Can, Filiz’e, “Bu gece çok güzel görünüyorsun ve giydiğin mavi elbise sana gerçekten çok yakışmış,” dedi. Filiz gülümsedi ve mahcup bir şekilde Eren Can’a teşekkür etti. Eren Can konuşmaya devam etti: “Biliyor musun Filiz, bence senin çok güzel bir ruhun var.” “Bunu da nereden çıkarttın?” “Gözlerinden… Çünkü ben her zaman gözlerin ve bakışların insanın ruhunun aynası olduğuna inanmışımdır. Senin gözlerinden ve bakışlarından çıkarttığım anlam da işte bu.” “Teşekkür ederim Can, inan çok zarifsin.”
Filiz dans boyunca Eren Can’ın kendisine bir erkek arkadaşı olup olmadığını sormasını bekledi ama beklemek nafileydi. Eren Can bir türlü sormadı. Dans bittiğinde tekrar Nefise’nin yanına döndüler. Yerlerine oturdular. Şampanyalarından birkaç yudum aldıktan sonra Nefise, Eren Can’a bir sevgilisinin olup olmadığını sordu. Bu, Filiz’in sormak isteyip de soramadığı soruydu… Eren Can bu soruya hiç tereddüt etmeden “Evet.” diye cevap verdi. Ve onlara sekiz yıl boyunca rüyalarında gördüğü Melek’ten, ona nasıl aşık olduğundan, gerçek hayatta onunla nasıl tanıştığından ve Elif ”i ne kadar çok sevdiğinden bahsetti. İkisi de bu dinlediklerinden çok etkilenmişlerdi. Nefise, “Ben böyle güzel bir aşkı ne kitaplarda okudum ne de filmlerde gördüm. Can bizi Elif ’le tanıştıracağına söz vermeni istiyorum. İkimiz de onunla tanışmayı çok isteriz,” dedi. Filiz de başıyla Nefise’yi onayladı. Eren Can, “Size söz veriyorum, Elif müsait olduğu bir gün sizi onunla tanıştıracağım,” dedi. Nefise şef garsondan hesabı istedi ve bahşişin de içinde olduğu bir çek yazıp hesabın geldiği tabağa bıraktı. Arabaya bindiklerinde Eren Can ve Filiz çakırkeyif bir haldeydiler, Nefise ise araba kullanacağı için fazla içmemişti. Nefise önce Filiz’i Merter’deki evine, sonra da Eren Can’ı Bahçelievler’deki evine bıraktı. Eren Can’la vedalaşmadan önce ona: “Avukatlık ücretini yarın öğleden sonra bankaya gidip hesabından çekebilirsin.” dedi. Ve vedalaşıp iki güzel dost kazanmanın mutluluğuyla, oğluyla birlikte yaşadığı Ataköy’deki evine doğru yol aldı. Aynı gece saat 21.30 sıralarında Merter’deki Güneş Otel’in barında; barın bahçe kısmında, hemen girişteki masada Aykut Oral barmene ikinci viskisini ısmarlamış, viskisinin gelmesini bekliyordu. Barmenden önce Haluk Yankı, yani Eren Can’ın patronu geldi. Aykut Oral yüzü bahçenin girişine bakmasına rağmen
| 99
100 |
Haluk Bey’in geldiğini fark etmemişti. Bedeni oradaki sandalyede oturuyordu ama düşünceleri başka yerdeydi ve gözleri sanki çok uzaklara bakıyordu. Haluk Yankı’nın sesiyle düşüncelerini topladı: “Merhaba Aykut.” “Hoş geldin Haluk. Otur lütfen. Nasılsın?” “Teşekkür ederim Aykut, iyiyim. Asıl sen nasılsın?” “Nasıl olmamı bekliyorsun? Büronda çalışan o çaylak avukat mahvetti beni.” Haluk elinde olmadan gülümsedi. O çaylak bir avukattı ama kendisinden hiç beklenmeyecek bir şeyi başarmış ve İstanbul’un en iyi avukatlarından ikisini alt etmişti. Ve bu çaylak onun bürosunda çalışıyordu. “Umarım bu konuda beni suçlamıyorsundur Aykut. Eski eşin büroma geldiğinde davayı verebilecek ondan daha tecrübesiz bir avukat olmadığı için bir şekilde herkesin meşgul olmasını ve davayı onun almasını sağladım. Ama ne yazık ki işler bizim umduğumuz gibi gitmedi.” “Benim aklımın almadığı da bu zaten. Onun gibi hiçbir deneyimi olmayan çaylak bir avukat Hülya’ya nasıl ulaşır ve onu benim aleyhimde tanıklık yapmaya nasıl ikna eder?” “Doğrusunu istersen Hülya’yı böyle bir şeye nasıl ikna ettiğini henüz ben de anlayabilmiş değilim.” “Şu anda bütün hukuk camiası beni ve gayrimeşru çocuğumu konuşuyor olmalı.” “Çok da haksız sayılmazlar aslında. Seninle hukuk fakültesinden beri tanışmamıza ve arkadaş olmamıza rağmen ben bile gayrimeşru bir çocuğun olduğunu yeni öğreniyorum. Şimdi ne yapmayı düşünüyorsun?” “Bu sır eninde sonunda ortaya çıkacaktı zaten. Ama bu kadar erken ve bu şartlarda olmasını istemezdim tabii. İlk olarak bu çocuğu kendi nüfusuma geçireceğim. Ancak bu şekilde zedelenmiş olan itibarımı bir nebze de olsa düzeltebilirim. Her neyse, şimdi
boş verelim bunları. Seni buraya çağırmamın asıl nedeni; senden bana küçük bir iyilik yapmanı ve o Eren Can denen çaylak avukatı bürondan kovmanı istiyorum. Eski dostunun bu küçük ricasını kırmazsın sanırım.” “Aykut, diyelim ki ricanı yerine getirdim ve onu kovdum. Sonra ne olacak?” “Hiçbir avukatlık bürosunun onu kabul etmemesi için elimden geleni yapacağım. Bu camiadaki insanlar beni iyi tanır ve kırmak istemezler, bunu sen de iyi bilirsin.” “Aykut sana ne oldu böyle? Sen eskiden işini ve duygularını birbirine karıştırmazdın ama şimdi görüyorum ki değişmeye başlamışsın. Bana kalırsa sen yaşlanmaya başladın… Onun gibi daha aldığı ilk ciddi davada İstanbul’un en iyi avukatlarından ikisini alt eden bir avukatın kendileriyle beraber çalışmasını isteyecek birçok hukuk bürosu olduğundan eminim. Hatta belki şimdiden bunu kendisine teklif eden bile vardır… Belki en iyi hukuk bürolarının sahiplerini yakından tanıyor olabilirsin ama şunu da sakın unutma, onların hepsi benim gibi; senin en yakın dostların olmalarına rağmen aynı zamanda da rakiplerin…” Barın yaşlı garsonu Aykut’un viskisini getirdi, Haluk’a da bir şey içip içmediğini sordu. Haluk o gece keyfi yerinde olduğu için sert bir şey içmek istemiyordu ve Tom Colin’s istedi. Konuşmaya devam ettiler. Bu kez söze Aykut başladı: “Yani benim bu küçük ricamı yerine getirmeyeceğini söylüyorsun, öyle mi?” “Hayır Aykut. Benim sana söylemeye çalıştığım şey, yalnızca biraz daha mantıklı düşünmen.” “Haluk inan bana, şu anda dinlemek istemediğim tek şey nasihat.” Birkaç dakika ikisi de hiç konuşmadan içkilerini içtiler. Aykut içkileri bittiğinde garsonu çağırıp hesabı istedi ve Haluk’a: “Geldiğin için teşekkür ederim Haluk…” dedi ve sitem dolu bir sesle devam etti:
| 101
102 |
“Ne olursa olsun biz seninle hala iki eski dostuz.” “Rica ederim Aykut. Herhangi bir konuda yeniden benim yardımıma ihtiyacın olursa eğer; ben her zaman sana yardıma hazırım. Bunu sakın unutma.” Otelden çıktılar ve el sıkışıp ayrıldılar. Arabalarına binip yola çıktılar. Aykut yol boyunca Eren Can’a aklına gelen bütün küfürleri etti. Tabii bu küfürlerden Haluk da nasibini aldı. Aykut, Haluk’a da küfür ediyordu ama bir yandan da biliyordu ki Haluk haklıydı. Şu anda Eren Can için yapabileceği hiçbir şey yoktu. Ve asıl düşünmesi gereken şey zedelenen itibarını düzeltmekti…” Ertesi gün Eren Can işyerine gittiğinde, Haluk Bey’in ne yapacağını çok merak ediyordu. Aykut Oral ile ilk görüştüklerinde, Aykut kendisine Haluk Bey’i çok iyi tanıdığını ve eğer isteseydi, kendisini bu davadan aldırıp, bir başka avukatın görevlendirilmesini sağlayabileceğini söylemişti. Son görüşmelerinde ise onu, avukatlık hayatını bitirmekle tehdit etmişti. Ve şimdiye kadar mutlaka harekete geçmiş ve Haluk Bey’le konuşmuş olmalıydı. Bundan sonra neler olacağını çok merak ediyordu. Haluk Bey büroya geldiğinde oldukça düşünceli görünüyordu. Odasına girdiğinde ilk iş olarak, her zaman yaptığı gibi önceki günden almış olduğu notları gözden geçirdi ve öncelikli yapılması gerekenlerin altını çizdi. Telefonla sekreterinden Can’ı odasına çağırmasını istedi ve onunla konuşmak istediğini söyledi. Sekreter Eren Can’ın yanına geldi ve Haluk Bey’in kendisiyle görüşmek istediğini söyledi. Eren Can, Haluk Bey’in odasına giderken bürodaki herkes bu görüşmenin nasıl sonuçlanacağını çok merak ediyor ve Filiz dışında herkes bir yorum yapıyordu. Aykut Oral ile Haluk Yankı’nın çok eski iki dost olduğunu büroda bilmeyen yoktu ve herkes Aykut Oral’ın Haluk Bey’den Eren Can’ı bürodan kovmasını istediğinden emindi. Eren Can, Haluk Bey’in odasına girdiğinde tüm olacaklara kendisini hazırlamıştı. Hatta eğer kovulursa ne yapacağını bile planlamıştı; iş için bütün hukuk bürolarına başvuracak, kabul
edilmezse herhangi bir şirkette yardımcı avukat olarak çalışacaktı. Eren Can yavaşça kapıyı kapattı. Haluk Bey masasında oturmuş onu bekliyordu. Eren Can içeri girdiğinde kafasını önündeki notlardan kaldırıp ona baktı ve konuşmaya başladı: “Can, lütfen otur ve beni dikkatli bir şekilde dinle.” dedi ve sesine biraz daha ciddi bir ton katarak devam etti: “Sözlerime başlamadan önce şunu iyi bilmeni isterim ki, Aykut Oral, yani Nefise Hanım’ın eski eşi benim hukuk fakültesinde okuduğum yıllardan bu yana tanıdığım çok yakın bir dostumdur…” Eren Can onu dikkatle dinlediğini göstermek için başını öne arkaya salladı ve, “Evet, biliyorum.” dedi. Haluk Bey sözlerine devam etti: “Kendisi görüşmek için dün akşam beni çağırdı. Ve benden seni işten çıkarmamı istedi…” “Yani artık benim bu büroda çalışmamı istemiyor musunuz? Söylemek istediğiniz şey buysa eğer, inanın ben sizi anlayışla karşılarım…” Haluk Bey, Eren Can’ın gözlerinin içine baktı ve gülümsedi. “Ben sana böyle bir şey söylemedim. Yalnızca çok eski bir dostumun benden ne istediğini söyledim. Ben de kendisine böyle bir şey yapamayacağımı ve senin gibi daha aldığı ilk ciddi davada İstanbul’un en iyi iki avukatına karşı kazanmış bir avukatla çalışmaya devam edeceğimi söyledim. Bunları sana anlatmamın nedeni ise sana ne kadar güvendiğimi ve değer verdiğimi bilmeni istemem.” “Teşekkür ederim Haluk Bey. İnanın bu sözleriniz bana çok büyük bir gurur verdi. Bu büroda çalışmaya devam etmeyi ben de çok istiyorum.” “Senden bunları duyduğuma çok sevindim Can. Ve unutmadan sana şunu da söyleyeyim, maaşına zam yaptım. Artık sen de deneyimli bir avukat sayılırsın ve aldığın ücret de bu şekilde olmalı. Sana söyleyeceklerim bu kadar.” Eren Can, Haluk Bey’e teşekkür edip odasından çıktı. Daha sonra Filiz’e ve diğer avukatlara içeride olanları anlattı. Bu olanlara
| 103
104 |
Filiz dışındaki çalışanların çoğu çok şaşırdı. Filiz, Haluk Bey’i iyi tanıyordu ve aklından neler geçirdiğini sezebiliyordu. Eren Can öğleden sonra saat üçte Nefise’nin avukatlık ücreti olarak bankaya, hesabına yatırdığı parayı çekmek için en yakındaki bankamatiğe gitti. Kartını bankamatiğe soktu. Şifreyi girip hesap ekranı açıldığında gözlerine inanamadı. Ya o yanlış görüyordu ekranda yazan rakamı ya da bankanın sisteminde bir hata vardı ve ekranda bir sıfır fazla görünüyordu. Durumu açıklığa kavuşturmak için en yakın banka şubesine gitmeye karar verdi. Şube onun şu anda bulunduğu yerden yaklaşık on dakika yürüme mesafesindeydi. Yürürken yol boyunca böyle bir şeyin nasıl olabileceğini düşündü. Ekranda yazan miktar onun ücretinin tam on katıydı. Banka şubesinden içeri girdiğinde sıra olmadığı için hemen vezneye gitti ve görevli hanıma hesabında ne kadar para olduğunu sordu. Eren Can’ın hesap numarasını sisteme giren hanım, kendisine hesabında beş milyar Türk Lirası olduğunu söyledi. Eren Can bu olanlara inanamıyordu. Hesabında olması gerekenden on kat para vardı. Bu paranın kim tarafından yatırıldığını sordu. Veznedeki hanım da Eren Can’ın bu kadar şaşırmış olduğuna şaşırmış, neler olduğunu anlama çalışıyordu. Ve cevap verdi: “Hesabınıza Nefise Ayça tarafından beş milyar Türk Lirası yatırılmış ve açıklama olarak da ‘avukatlık ücreti’ yazılmış...” Eren Can’ın şaşkınlığı daha da artmıştı. Nefise böyle bir şeyi neden yapmış olabilirdi? Dün gece vedalaşırken, “Avukatlık ücretini yarın öğleden sonra bankadan alabilirsin…” demişti. O zaman parayı bankamatikten çekmek varken neden özellikle bankaya gitmesini istediğini anlayamamış ama yine de üstünde fazla durmamıştı. Bunun nedenini şimdi daha iyi anlıyordu. Veznedeki hanıma teşekkür etti ve bankadan çıktı. Nefise’yi arayıp, bu paranın avukatlık ücretinden çok fazla olduğunu ve hak etmediği için bu parayı alamayacağını söylemeye karar verdi.
Nefise böyle bir telefonu zaten bekliyordu. Eren Can’ın bu parayı kabul etmeme ihtimalini göz önünde bulundurmuş ve onu ikna etmek için iyi bir bahane bulmuştu. Nefise çalan telefonunu açtı. Numarayı hemen tanıdı. “Efendim Can!” “Merhaba Nefise, nasılsın?” “Teşekkür ederim, çok iyiyim. Sen nasılsın canım?” “Teşekkür ederim, ben de çok iyiyim. Bugün yatırdığın avukatlık ücretimi almak için bankaya gittim…” “Eee…” “…Gerçekten çok naziksin ve çok iyisin. Fakat ben bu parayı kesinlikle kabul edemem. Çünkü benim hak ettiğimden çok fazla…” “İyi de o paranın hepsi senin avukatlık ücretin değil ki…” “Ama dün sen bana demiştin ki…” “Dün ne dediğimi boş ver şimdi. Bazı şeyler önceden söylenseydi eğer, o zaman sürprizlerin bir değeri kalmazdı.” “Sürpriz mi? Ne sürprizi?” “O paranın ücretinden fazla olan kısmı seninle Elif ’e düğün hediyem.” “Düğün mü? İyi de biz henüz evlenmiyoruz ki.” “Ama bir gün evleneceksiniz öyle değil mi? Böylece o zaman size düğün hediyesi olarak ne vereceğimi düşünmekten kurtulmuş oldum.” Eren Can bu konudaki ısrarlarının boşuna olduğunu ve bu konuda Nefise’yi ikna edemeyeceğini anlamıştı. Teşekkür edip telefonu kapattı. Eren Can o çok istediği şeyi gerçekleştirebilirdi artık. Evet! Bu parayla kendisine güzel bir araba alabilirdi. Bu sayede Elif ’le daha rahat gezebilirler, istedikleri yere baş başa gidebilirler ve onu erkeklerin, kendisinin de hiç sevmediği bakışlarından koruyabilirdi. Akşam işten çıktıktan sonra birkaç tane araba galerisini gezmeye karar verdi. Eğer beğendiği bir araba olursa hemen alacaktı. Elif’i aradı ve bu akşam kendisiyle buluşamayacağını söyledi. Elif
| 105
106 |
şaşırmıştı. Merak edip nedenini sorduğunda ona sürpriz olduğunu söyledi. Tabii bu, Elif ’in daha da meraklanmasına neden oldu. Akşam işten çıktığında Şirinevler ve Bahçelievler’deki araba galerilerini gezmeye başladı. Sonunda Bahçelievler’deki araba galerilerinin birinde mavi renkli, Hyundai bir otomobil beğendi. Galerinin sahibiyle bir süre pazarlık yaptıktan sonra satış için anlaştılar. En yakın bankamatikten bir miktar para çekip kaparo olarak verdi. Geri kalanını yarın verecek ve Elif’le buluşmaya yeni otomobiliyle gidecekti. Ertesi gün işyerinden izin alıp iki saat önce çıktı. Banka şubesine gidip Nefise’nin yatırdığı paranın hepsini çekti ve daha sonra Bahçelievler’deki araba galerisine gidip arabasını aldı. Doğruca Elif’in işyerine gitti. Elif henüz işten çıkmadığı için işyerinin önünde, arabasının içinde onu beklemeye başladı. Elif işyerinden çıkıp da Eren Can’ı mavi bir otomobilin içinde kendisini beklerken görünce çok şaşırdı. Eren Can hemen arabadan indi ve Elif’in elini tutup: “Nasıl? Yeni arabamızı beğendin mi?” diye sordu. Elif de, “Arabamız mı?” diye ona soruyla karşılık verdi. Eren Can da ona,“Tabii ki bizim arabamız. Onu ikimiz için aldım. Renk olarak maviyi seçtim Çünkü ikimizin de en sevdiği renk,” diye cevap verdi. Sonra arabanın kapısını açtı ve: “Dünyanın en güzel gözlü kızı arabaya binip ikimizi de onurlandırır mı?” dedi. Elif de gülümseyip: “Tabii ki. Dünyanın en yakışıklı ve kibar adamı.” dedi ve arabaya bindi. Eren Can kapıyı kapatıp kendisi de şoför koltuğuna oturdu. Elif’i eve götürmeden önce bir süre yeni arabalarıyla gezdiler. Elif’i eve bıraktıktan sonra da kendi evine gitti. Tabii bu olay ailesi için de büyük bir sürpriz olmuştu. Eren Can bir araba alacağından, hatta bir araba almak istediğinden dahi onlara bahsetmemişti. Akşam saat beşte, iş çıkışında Eren Can’la Filiz birlikte Nefise’nin Ataköy’deki evine gittiler.
Nefise Nişantaşı’nda bir giyim mağazası açmaya ve iş hayatına atılmaya karar vermişti. Bütün zamanını mağazanın açılması için yapılan hazırlıklara harcıyordu. Bu yüzden bir haftadır onunla görüşemiyorlardı. Gün içinde Nefise’yi aramışlar, akşam kendisini ziyarete geleceklerini ve bu konuda hiçbir mazereti kabul etmeyeceklerini söylemişlerdi. Nefise onlara işlerinin başından aşkın olduğunu söylemeye çalıştıysa da sonunda akşam görüşmek için razı oldu. Asansörle Nefise’nin dokuzuncu kattaki dairesine çıkıp zile bastılar. Kapıyı Nefise açtı. Oğlu babasının yanına gitmişti ve hafta sonunu onun yanında geçirecekti. Nefise onları hemen içeri aldı. Önce salona geçip bir şeyler içtiler ve sohbet ettiler. Sonra Nefise onlara dairesini gezdirdi.. Dairesi iki oda, bir salondu. Odaları ve salonu çok geniş olduğu için oldukça kullanışlı bir daireydi. Mutfağı Amerikan mutfağı şeklinde, kare, geniş bir mutfaktı. Nefise’yle Filiz, Eren Can’ı salona gönderdiler ve yemek için masayı hazırlamaya başladılar. Her şeyi hazırladıktan sonra Eren Can’ı çağırıp hep beraber sofraya oturdular. Nefise bir şişe kırmızı şarap açtı ve şarap eşliğinde yemeğe başladılar. Nefise sanki aklına çok önemli bir şey gelmişçesine Eren Can’a baktı ve: “Can, hani bizi Elif’le tanıştıracağına söz vermiştin! Aradan kaç hafta geçmesine rağmen bizi hala tanıştırmadın. Yoksa unuttun mu?” dedi. “Hayır Nefise. İnan bana unutmadım ama bir türlü de fırsat bulamadım. Senin davandan sonra birçok dava aldım. Son günlerde başımı kaşıyacak zaman bile bulamıyorum. Filiz’in yardımları olmasaydı zaten bu davalarla baş edemezdim,” dedi. Filiz’e baktı ve devam etti: “Öyle değil mi Filiz? Haksız mıyım? Lütfen sen anlat Nefise’ye, yoksa bana inanmayacak.” Filiz gülümsedi ve Nefise’ye bakıp: “Can doğru söylüyor Filiz. Senin davandaki başarısından sonra işleri gerçekten çok yoğunlaştı. Eee... Ne de olsa herkes kendine başarılı bir avukat tutmak ister,” dedi.
| 107
108 |
Nefise: “Tamam o zaman. İkinize de inanıyorum. Haftaya tüm hazırlıkları tamamlayıp cuma günü mağazanın açılışını yapıyorum. Cumartesi günü de bu açılışı burada; benim evimde, sade bir şekilde hep beraber kutlayacağız. Yalnız bu seferki kutlamada Elif ’in de bizimle olmasını istiyorum. Bu sayede Elif ’le tanışmış da oluruz.” Filiz: “Bak bunu iyi akıl ettin Nefise. Hem böylece yapacağımız bu kutlama daha renkli olur. Biz de merakımızdan kurtulur ve Can’ın güzel meleğini tanımış oluruz,” dedi. Sonra Eren Can’a baktı ve, “Elif ’i de getirirsin, değil mi Can?” diye sordu. Eren Can o sırada Elif ’i bu kutlamaya nasıl getireceğinin planını yapmaya başlamıştı bile. Önce Filiz’e, sonra da Nefise’ye baktı ve içten bir şekilde gülümsedi: “Bakalım. Bunun bir çaresini bulmaya çalışacağım. İkinize de söz veriyorum,” dedi ve konuşmaya devam etti: “Peki, kutlamaya saat kaçta başlayacağız?” “Elif de geleceği için erken başlarız. Ne de olsa genç bir kız. Bizim yüzümüzden ailesine karşı zor bir durumda kalmasını istemem.” dedi ve o da Eren Can’a gülümseyip: “Anlaştık değil mi? Yani Elif ”i de getireceksin?” diye sordu. Eren Can kafasını evet anlamında sallayıp, “Söz veriyorum,” dedi. Sonra konuyu değiştirip Filiz’den bahsetmeye başladılar. Eren Can, Filiz’e: “Filiz senin erkek arkadaşın yok mu? Onu da davet etsene bu kutlamaya,” dedi. Böyle bir soruyu hiç beklemeyen Filiz, nerden çıktı bu soru manasında Eren Can’ın gözlerine öylece birkaç saniye baktı ve sonra cevap verdi: “Hayır Can. Ne yazık ki şu anda bir erkek arkadaşım yok,” dedi. Eren Can çok şaşırmıştı. Filiz gibi güzel ve alımlı bir kadının nasıl sevgilisi olmazdı? Oysa büroya gelen bekâr müşterilerden bile onunla ilgilenen çok oluyordu ama nedense Filiz onlardan hiçbirine yüz vermiyordu. Bunun nedenini çok merak etmişti ve Filiz’e sormaktan kendini alıkoyamadı:
“Senin gibi güzel ve böylesine alımlı bir kadının nasıl oluyor da bir erkek arkadaşı olmuyor anlamadım. Bunun nedeni nedir?” Filiz, Eren Can’ın gözlerinin içine baktı ve acı bir şekilde gülümseyip ona cevap verdi: “Kim bilir? Belki ben de senin gibi ruhumun eşini arıyorumdur. Ya da beyaz atlı prensimin bir gün gelmesini bekliyorumdur. Her kız Elif kadar şanslı olmayabilir Can… Bunu sakın unutma,” dedi. Nefise araya girip hemen konuyu değiştirdi: “Siz bomba haberi hala duymadınız değil mi?” Eren Can, meraklı bir şekilde Nefise’ye bakıp: “Neymiş o bomba haber?” diye sordu. Nefise konuyu değiştirdiğine sevinerek konuşmaya başladı: “Bizim tahsilli ayı var ya, Hülya’nın çocuğunu kendi nüfusuna geçirmiş,” dedi. Sonra bir kahkaha atıp konuşmaya devam etti: “Böyle lafları nerden de bulurum ben? Bu ‘tahsilli ayı’ sözünü çok tuttum. Baksanıza dilime dolandı. Bizim ayı yavaş yavaş insan olmaya başlıyor galiba. Siz ne dersiniz çocuklar?” dedi ve hep beraber gülüştüler. Eren Can’la Filiz gece yarısına doğru Nefise’nin yanından ayrıldılar. Eren Can, Filiz’i Merter’deki evine bıraktıktan sonra kendi evine döndü. Eve döndüğünde annesi ile babası çoktan yatmışlardı. Annesi uyuyordu ama babası uyanıktı. Ali Bey, Eren Can’ın geldiğini kapının çıkardığı sesten anlamıştı. Onun son birkaç aydır bu kadar değişmiş olmasına hayret ediyordu. Daha birkaç ay öncesine kadar eve erken gelen, hafta sonlarını evde geçiren oğlu şimdi çok sık olmasa da eve gece yarıları geliyor ve hafta sonları da neredeyse evde hiç durmuyordu. O mutsuz, hayata küsmüş çocuk gitmiş, yerine hayat dolu, yüzü devamlı gülen, gözleri çakmak çakmak olan yepyeni birisi gelmişti sanki. Bu durum Ali Bey’i çok mutlu ediyordu. Önceleri hafta sonlarında dışarı çıkıp gezip eğlenmesi için onu zorlar ama bu konuda başarılı olamazdı ve onun bu durumu Ali Bey’i çok üzerdi. Şimdi ise çok farklı bir insan olmuştu.
| 109
110 |
Gerçi, annesi, Ali Bey’e Eren’in çok sevdiği ve birlikte olduğu bir kız arkadaşı olduğunu söylemişti ama bütün bunların sebebi yalnızca bu olamazdı. Bir ara yanına gidip ona nereden geldiğini sormayı düşündü ama sonra Eren’in artık yetişkin bir insan olduğunu ve hiçbir şekilde yanlış bir şeyler yapmayacağını düşünerek bundan vazgeçti. Hem nasıl olsa yarın Gül Hanım’a sorabilirdi. Ne de olsa Eren annesiyle daha rahat konuşur ve ona her şeyi anlatırdı. Bu düşüncelerle uykuya daldı. Bir hafta sonra cumartesi günü öğleden sonra saat birde Eren Can, Elif ’i işyerinden aldı. Doğruca Ataköy’e Nefise’nin evine gittiler. Eren Can yol boyunca Elif ’e gittikleri yer hakkında hiçbir şey söylemedi. Zaten o da Eren Can’a hiçbir şey sormadı çünkü Eren Can’ın kendisine vereceği cevabı çok iyi biliyordu. Büyük ihtimalle yine,“Sürpriz! Gidince görürsün,” diyecekti. Ona bir sürpriz yapacağı zaman her seferinde böyle söylüyordu. Yüksek katlı bir binadan içeri girip asansörle dokuzuncu kata çıktıklarında Elif ’in merakı had safhaya ulaşmıştı. Ama artık bunun hiçbir önemi yoktu, çünkü gidecekleri yere gelmiş olmalıydılar. Can bir dairenin ziline bastı ve kapıyı çok güzel, güler yüzlü bir hanım açtı. Bu hanım Nefise’den başkası değildi. Onları hemen içeri buyur etti. Elif hala neler olduğunu anlayamamıştı. Can onu önce Nefise’yle, sonra da Filiz’le tanıştırdı. Elif onları gıyabında tanıyordu ama hiç tanışmamışlardı. İkisi de önce Elif ’in bu şaşkın haline bir anlam veremediler. Sonra Nefise, Eren Can’a baktı ve: “Yoksa buraya gelmeden önce Elif ’e nereye ve neden gittiğinizi söylemedin mi?” diye sordu. Eren Can da ona, “Hayır. Sürpriz yaptım. Ve bunu söylemeyi sana bıraktım.. Eh, ne de olsa davetin sahibi sensin,” diye cevap verdi. Nefise de Elif ’e gülümseyip: “Elif, burası benim evim. Ve bugün burada dün Nişantaşı’nda açtığım mağazanın açılışını kutluyoruz. Eren Can bizi seninle tanıştıracağına söz vermişti. Biz de hem seninle tanışmak, hem de bu kutlama da bizimle birlikte olmanı istedik,” dedi.
Elif, Eren Can’a sitem etti: “Can çok kötüsün. Keşke buraya geleceğimizi bana daha önce söyleseydin de, bu kutlama için daha uygun bir şeyler giyseydim,” dedi. Eren Can, Elif ’e: “Bence böylesi daha iyi oldu. Bu sayede Filiz’le Nefise de senin her halinin ne kadar güzel olduğunu görmüş oldular,” dedi ve Elif de Eren Can’a mahcup bir gülümsemeyle karşılık verdi. Hep birlikte salona geçip oturdular. Nefise onlara kutlama için kendi elleriyle hazırladığı meyve suyu kokteyllerinden ikram etti. Kendisi de bir kadeh beyaz şarap aldı. Nefise’yle Filiz, Elif ’i daha yakından tanımak için ona ailesi ve yaşamı hakkında sorular sordular. Elif de onlara içtenlikle ve ayrıntılı bir şekilde cevap verdi. Elif Nefise’yle Filiz’e, Onlar da Elif ’e çok çabuk ısınmışlardı. Nefise, Filiz’i de yanına aldı ve masayı hazırlamak için iki sevgiliyi baş başa bırakarak mutfağa gittiler. Bir yandan masayı hazırlarken, bir yandan da Elif hakkında yorumlar yaptılar. İkisi de Elif ’i çok sevmişlerdi ve Eren Can’la ikisinin birbirlerine çok yakıştıklarını düşünüyorlardı. Hazırlıkları tamamladıktan sonra bu güzel çifti mutfağa, yemeğe çağırdılar. Masada Nefise’nin kendi elleriyle hazırladığı birbirinden lezzetli yemekler ve bir şişe de kırmız şarap vardı. Herkes masaya oturduktan sonra Nefise şarabı açtı ve kadehlere doldurdu. Sonra her zaman yaptığı gibi kadehini havaya kaldırdı. Ve Elif ’le Can’a bakarak: “Kadehimi ikiniz için kaldırıyorum… Ben hayatım boyunca birbirine sizin kadar yakışan bir çift görmedim,” dedi. Elif çok mutluydu. Ne güzel insanlardı Nefise’yle Filiz. Hemen kanı kaynamıştı onlara. İkisi de Eren Can’ı çok seviyorlardı ve tanışalı yalnızca birkaç saat olmasına rağmen Elif ’e de sanki yıllardır tanıyorlarmış gibi sıcak ve candan davranıyorlardı. Ayrıca Nefise çok iyi bir aşçıydı ve ondan yemek yapmak konusunda çok şey öğrenebilirdi. Bir yandan yemek yerken, bir yandan da sohbet ediyorlardı. Ne-
| 111
112 |
fise cevabını çok merak ettiği soruyu sormasının vaktinin geldiğini düşünerek Elif ’e baktı ve: “Elif, Eren Can’la ne zaman evlenmeyi düşünüyorsunuz?” diye sordu. Elif ona ne diyeceğini bilemedi. Bu sorunun cevabını zaten o da bilmiyordu. Eren Can’la bu konudan daha önce hiç bahsetmemişlerdi ki. Eren Can’a baktı. O da merakla ona bakıyordu. Eren Can da onun bu soruya ne şekilde yanıt vereceğini çok merak etmişti. Öylece birkaç saniye birbirine baktılar. Sonra Elif Nefise’ye döndü, omuz silkip, “Bilmem…” dedi. “Ben daha böyle bir teklif almış değilim.” Nefise, Eren Can’a bakıp: “Bak Can, ne kadar şanslısın... Senden evlenme teklifi etmeni bekleyen böyle güzel bir hanım var…” Filiz araya girdi, Eren Can’a: “Eee Can? Bu güzel kıza evlenme teklif etmek için daha ne bekliyorsun?” diye sordu. Eren Can, Elif ’e evlenme teklif etmeyi bu şekilde planlamamıştı ama şimdi bunun tam sırasıydı. Gerçi Elif de her zaman filmlerdeki gibi bir evlenme teklifi almayı hayal etmişti ama bunun şu anda hiçbir önemi yoktu. Çünkü sevdiği adam ona evlenme teklif etmek üzereydi ve o da bu teklifi hiç düşünmeden kabul etmeye hazırdı. Eren Can, Filiz’le Nefise’ye gülümseyip,“Haklısınız,” dedi. Sonra oturduğu yerden kalkıp Elif ’in yanında diz çöktü. Üçü de merakla onu izliyordu. Elif ’in iki elini elleriyle tuttu. Ve: “Sen bir meleği hiç uyurken gördün mü? Hayır, görmedin! Çünkü hiç kimse uyurken kendisini asla göremez.. Güzel melek ben artık seni uyurken de görmek istiyorum. Benimle evlenip aynı yatağı paylaşır mısın?’ dedi. Bu sözler karşısında üçünün de nutku tutulmuştu. Hiç konuşmadan, hayretle Eren Can’a bakıyorlardı. Neden sonra Elif kısık bir sesle, “Evet…” dedi. “…Hem de hayatımın sonuna kadar evet!”
Sanki o anın büyüsünü bozmak istemiyor ve sonsuza kadar sürmesini istiyor gibiydi. Eren Can, Elif ’e,“Teşekkür ederim,” dedi ve iki elini kibarca öptü. Ayağa kalkıp tekrar yerine oturdu. Nefise: “Can çok tatlısın…” dedi. Filiz de: “Çok da romantik.” diye ekledi. Elif bu olanlara hala inanamıyordu. Böylesi güzel bir evlenme teklifini o bile hayal etmemişti. Bu şekilde bir evlenme teklifi filmlerde bile yaşanamazdı, çünkü bu yaşadıkları gerçekliğin bile ötesindeydi. O akşam ikisi de evleneceklerini ailelerine nasıl söyleyeceklerini düşünüyorlardı. Yol boyunca birlikte bunun planını yaptılar. Ailelerine anlattıklarında ikisinin babası da bu beklenmedik haber karşısında oldukça şaşırdı ama sonra anlayışla karşıladılar. Eren Can’ın babası müstakbel gelinini, Elif ’in babası da müstakbel damadını çok merak ediyorlardı. Bir ay sonra aile arasında bir nişan töreni yaptılar. Nişan törenlerinde ailelerinin dışında sadece Elif ’in işyerinden üç kız arkadaşı ve Nefise’yle Filiz vardı. Nişandan sonra artık daha rahat ve daha çok beraber olabiliyorlardı. Bazı akşamlar Eren Can, Elif ’i evine bıraktığında o da uğruyor ve ailesiyle kısa bir süre de olsa beraber oluyordu. Elif ’in babası Eren Can’ı çok sevmiş ve onun gibi bir damadı olacağı için mutlu oluyordu. Eren Can’ın babası Elif ’i daha tanımadan önce çok sevmişti çünkü onu değiştirmiş, bambaşka bir insan yapmıştı. Eren Can, Elif ’i daha fazla kıskanıyor ve sahipleniyordu. Ne kadar rahat ve çok görüşüyor olsalar da, bu bile Eren Can için yeterli değildi. Elif artık onun karısı sayılırdı. Bu yüzden iki odalı, güzel bir daire kiralamaya karar verdi. Böylece istedikleri her şeyi özgürce yapabilir ve daha rahat birlikte olabilirlerdi. Hem zaten yakında evlenecekler ve böyle bir daireye ihtiyaç duyacaklardı. Bunun için yeterli parayı da kazanıyordu. Hatta ça-
| 113
114 |
lıştığı hukuk bürosunda en çok kazanan avukatlardan biri olmuştu. Yine bir cumartesi günü Elif ’i işyerinden aldı ve Bahçelievler’deki bir emlak bürosuna gittiler. Emlakçı onlara birkaç tane kiralık daire gösterdi. Son olarak gösterdiği ve Eren Can’ın ailesiyle birlikte yaşadığı evin birkaç sokak ilerisinde, üçüncü kattaki bir daireyi beğendiler ve tutmaya karar verdiler. Daha sonra ise önce bir mobilya mağazasına gidip mobilya, sonra da bir beyaz eşya mağazasından beyaz eşyaları satın aldılar. Ertesi gün bu eşyaları daireye taşıttılar ve yerleştirdiler. Şimdi yalnız kendilerine ait olan bir aşk mabetleri vardı. Cumartesi ve pazar günleri sık sık bir tapınağa gider gibi bu mabede gidiyorlar ve aşklarını bir ibadet gibi yaşıyorlardı. Doyasıya sevişiyorlar ama asla çok ileri gidip cinsel ilişkiye girmiyorlardı. Aslında bunu ikisi de deli gibi istiyorlardı ama Eren Can geleneklerine çok bağlı bir insan olduğu için bunun ilk gece olması gerektiğine inanıyor ve o ilk gecenin büyüsünü hiçbir şekilde bozmak istemiyordu. Elif ’in ise, her zaman olduğu gibi annesinin bu konu hakkında söyledikleri aklından hiç çıkmıyordu. Ve bu konuda bu kadar anlayışlı olduğu için Eren Can’a minnet duyuyordu. Eren Can’ın çalıştığı avukatlık bürosundaki diğer avukatlar da onun nişanlandığını duymuş ve Haluk Bey de dâhil hepsi Elif ’i çok merak ediyorlardı. Bir gün Elif işyerinden izin almış ve işe gitmemişti. Eren Can da bunu fırsat bilerek onu çalıştığı hukuk bürosuna götürdü, Haluk Bey ve diğer avukatlarla tanıştırdı. Tolga, Elif ’i ilk gördüğü anda yıldırım çarpmışa döndü. Onun bu kadar güzel bir kız olabileceğini hiç tahmin etmemişti. Böyle bir kızın Eren Can gibi genç ve deneyimsiz biriyle ne işi olduğuna bir anlam veremedi kendince. Ona göre Elif gibi bir kız daha olgun ve deneyimli, kısacası kendisi gibi biriyle birlikte olmalıydı. Elif ’le Eren Can büroda kaldıkları süre boyunca çeşitli bahaneler yaratarak Elif ’le konuşmaya çalıştı durdu.
Onun Elif ’e olan ilgisi, bakışları ve tavırları Eren Can’ın dikkatinden kaçmamıştı. Tolga’yı tanıyor ve onun ne kadar maymun iştahlı biri olduğunu biliyordu ama Elif ’e karşı herhangi bir şey düşünebileceği aklının ucundan bile geçmemişti. Bu durum onu o kadar sinirlendirdi ki, şu anda o büroda yalnız ikisi olsalardı hiç düşünmeden gırtlağını sıkar ve onu boğardı. Neyse ki Elif ’i bir daha buraya getirmesine gerek yoktu ve böylece onu bu pis herifin adi, sapık bakışlarından koruyabilecekti. Elif de Tolga’nın kendisine karşı tavırlarından ve bakışlarından oldukça rahatsız olmuş; ama Eren Can’ın sinirlenip trendeki gibi bir olay çıkartmasından korktuğu için bunu ona belli etmemeye gayret etmişti. Ve bütün kalbiyle bunu başardığını umuyordu. Tolga’nın Elif ’e karşı tavırlarını ve rahatsız edici bakışlarını fark eden üçüncü bir kişi daha vardı, o da Filiz’di. Filiz, Tolga’dan her zaman nefret eder ,bir feminist olarak düşmanları aslında bu tip erkeklerdi, aynı zamanda bu kadar alçak bir ruhu olduğu için ona acırdı. Haluk Bey’in bürosunda böyle bir insanı neden çalıştırdığını çok merak etmiş, daha sonra bunun öyküsünü orada uzun zamandır çalışmakta olan bir avukattan dinlemişti. Onun anlattıklarına göre Tolga’nın ailesi İzmir’in köklü ve zengin ailelerinden biriydi ve çok iyi insanlardı. Babası Cevdet Bey, Haluk Bey’in çocukluk arkadaşıydı. Haluk Bey hukuk fakültesine girip avukat olurken, o ticarete atılmayı tercih etmiş ve bu konuda da çok başarılı olup iyi para kazanmıştı. Haluk Bey fakülteyi bitirip birkaç sene avukatlık yaptıktan sonra kendisine ait bir hukuk bürosu açmaya karar vermiş ve bu konuda Cevdet Bey’den maddi olarak destek istemiş, o da Haluk Bey’e elinden geldiği kadar yardımcı olmuştu ve sonunda bu büroyu açmayı başarmıştı. Haluk Bey çok vefalı bir insandı, her zaman Tolga’nın babasına borçlu olduğunu düşünürdü. Ailesi tek evlatları Tolga olduğu için, onun bir dediğini iki etmemişler, o ne isterse yapmışlardı. Hukuk Fakültesini kazandığı zaman
| 115
116 |
çok sevinmişler ve rahat etmesi için ona İstanbul’da, üniversiteye yakın bir odalı bir daire bile almışlardı. Hukuk Fakültesini bitirdiğinde ise, başka insanların emrinde çalışmaya alışık olmadığı için, ezilmesin diye, Haluk Bey’den ona bürosunda iş vermesini istemişler, o da vefa borcunu az da olsa bu şekilde ödeyebileceğini düşündüğü için onların bu ricasını memnuniyetle kabul etmişti. Ve, Tolga’nın babasını üzmemek için, zorunlu olarak onun yaptıklarına göz yumuyor, ve hatta, onun hatalarını telafi etmeye çalışıyordu. Filiz bu konuda onu asla suçlamamıştı. Çünkü o kendince doğru olanı yapıyordu ve bu konuda haklıydı. Tolga ise, Haluk Bey’in bu iyi niyetini elinden geldiği kadar suiistimal ediyordu. Tolga şımartılarak yetiştirilmiş ve bencil bir insan olmuştu. O, her zaman Haluk Bey’in babasına borçlu olduğunu ve ne yaparsa yapsın bu borcu ödeyemeyeceğini düşünüyordu. Elif hakkında ise, onu Eren Can’dan daha fazla hak ettiğini düşünüyordu ve ne olursa olsun ona sahip olmalıydı. Bugüne kadar istediği her şeye sahip olmuştu. Öncelikli yapması gereken şey bir şekilde Elif ’e ulaşmak ve onunla konuşup Eren Can’la değil de, kendisiyle birlikte olması gerektiği gerçeğini ona bir şekilde anlatmaktı. Zaten bu gerçeği gördüğünde Elif kendiliğinden Eren Can’dan ayrılacak ve ona gelecekti. Eren Can’ın bürodan ayrıldığı bir gün Haluk Bey’in odasına gitti. İçeri girip kapıyı kapattı. Ona çok önemli bir davayla ilgili Eren Can’la görüşmesi gerektiğini fakat çok çaba harcamasına rağmen kendisine hiçbir şekilde ulaşamadığını söyledi. Eren Can büyük ihtimalle Elif ’in yanında olmalıydı ve Elif ’e ulaşılabilirse, o zaman Eren Can’a da ulaşılabilecekti. Elif ’in telefon numarasını Filiz’den almayı düşünmüş; daha sonra ise Filiz yanlış bir şey düşünebilir kaygısıyla bundan vazgeçmişti. Ama eğer Haluk Bey Elif ’in telefon numarasını Filiz’den alırsa, böyle bir yanlış anlaşılma olmayacak ve o da Eren Can’la görüşebilecekti.
Haluk Bey, Tolga’nın anlattığı bu hikâyeye çabucak inanmıştı. Çünkü Tolga sık sık Eren Can’ı arar ve ilgilendiği davalar hakkında, kafasına takılan bir konu olduğu zaman ondan yardım ister ve görüşlerini alırdı. Filiz’i aradı ve Eren Can’la görüşmesi gerektiğini ama bir türlü ona ulaşamadığını ve Eren Can da büyük ihtimalle Elif ’in yanında olduğu için, eğer Elif ”e ulaşırsa Eren Can’la da görüşebileceğini söyleyip Elif ’in telefon numarasını istedi. Filiz de hiç düşünmeden, hemen Elif ’in telefon numarasını verdi. Haluk Bey de bu numarayı, ileride kendisine de gerekebileceği için, önce kendi notlarına yazıp Tolga’ya verdi. Tolga da kendisine teşekkür edip odadan çıktı. Birkaç gün sonra Eren Can’ın büroda olduğu bir anda Elif’i aradı. Elif işyerindeydi. Çalan telefonu açtı. Karşıdaki ses: “Merhaba Elif. Beni hatırladın mı?” diye sordu. Elif bu sesin sahibini hatırlamaya çalıştı ama bir türlü çıkaramadı. “Hayır, hatırlayamadım. Siz kimsiniz?” dedi. “Sesimi tanıyamamış olabilirsin ama yüzümü unutmadığından eminim. Ben Tolga…” dedi karşıdaki ses. “Tolga mı? Yanlış aradınız galiba. Ben Tolga diye birini tanımıyorum.” “Beni nasıl hatırlamazsın? Ben, Eren Can’ın çalıştığı hukuk bürosundan avukat Tolga… Şimdi hatırladın mı?” Elif hatırlamıştı onu… Eren Can’ın işyerindeyken üzerinde hissettiği iğrenç bakışların ve gözlerin sahibiydi arayan. Hemen daha ciddi bir tavır takınarak, sert bir sesle: “Benden ne istiyorsun?” diye sordu. “Hiçbir şey. Sadece sesini duymak ve seninle biraz konuşmak istedim.” “Benim seninle konuşabileceğim ne olabilir ki?” “Bana biraz kendinden bahset. Seni daha yakından tanımak istiyorum.” Elif iyice sinirlenmişti. Sinirden sesi titriyordu.
| 117
118 |
“Sen ne biçim bir insansın yaa! Hiç utanmıyor musun nişanlı, hem de iş arkadaşlarından biri ile nişanlı olan bir kızı arayıp rahatsız etmeye?” Tolga, Elif ’in böyle bir tepki vereceğini tahmin ediyordu… Eh ne de olsa insanların gerçekleri görmesi bazen zaman alıyordu. Ama mutlaka Elif de gerçekleri görecek ve ona gelecekti. Tavrını hiç değiştirmeden konuşmaya devam etti: “İnan bana, amacım kesinlikle seni rahatsız etmek değil. Yalnızca benim sana Eren Can’dan daha uygun olduğum gerçeğini görmen ve benimle birlikte olman.” Elif bu olanlara bir türlü inanamıyor ve kâbus gördüğünü düşünüyordu. Konuşmak, bağırıp, çağırmak istedi ama sinirinden yapamadı ve telefonu Tolga’nın suratına kapattı. Yeniden aramaması için dua ediyordu. Sinirden elleri titriyordu ve elindeki telefonu yere düşürmeden hemen masaya koydu. Neyse ki işyerindeki herkes çok meşgul olduğu için bu olanları hiç kimse görmemişti. Kendisini sakinleştirmek için hemen derin derin nefes aldı. Sonra aklına Eren Can geldi. Bu olanları asla bilmemeliydi. Zaten Tolga’yı hiç sevmezdi ve bu olanları da öğrenirse bir delilik yapabilirdi. Trende yaşadıkları olayı hatırladı; Eren Can, trendeki o genç adamın kendisine bakışlarından bile çılgına dönmüştü. Bu olayı öğrenirse kim bilir ne yapardı? Elif ne yapacağını bilemez bir haldeydi. Tolga yeniden arayabilir korkusuyla önce telefonunu kapatmayı düşündü ama eğer Eren Can ararsa kendisine bunun nedenini soracağı ve herhangi bir şeyden şüpheleneceği için bunu yapmaktan vazgeçti. Aklına Filiz geldi. O, kendisinden yaşça daha büyük, bu konularda daha tecrübeliydi. Ve Eren Can’ı çok sevdiği için bir delilik yapmasını istemez ve kendisine mutlaka yardım ederdi. Hemen Filiz’i aradı. Anlatacaklarını Eren Can’a kesinlikle söylememesini rica etti ve her şeyi tek tek anlattı. Filiz duyduklarına hiç şaşırmadı, Çünkü Elif hukuk bürosuna geldiğinde Tolga’nın ona bakışlarını fark etmiş ve bu adi heriften iğrenmişti.
İlk iş olarak Elif ’i sakinleştirmeye çalıştı. İşyerinden izin alıp hemen onun yanına geleceğini, bu şekilde daha rahat konuşabileceklerini söyledi ve hemen Elif ’in yanına gitti. Elif de izin aldı, beraber dışarı çıktılar. Filiz, Elif ’e Tolga’nın dengesiz bir insan olduğunu ve bazen bu tip şeyler yapabildiğini; kısa bir süre bunun ne kadar anlamsız bir şey olduğunu anlayıp, bundan vazgeçeceğini, zaten bu konuda kendisinin de Tolga’yla konuşacağını söyleyerek onu rahatlattı. Yalnız ne olursa olsun, Eren Can bu süre içinde hiçbir şey bilmeyecekti. Yoksa ikisinin de hiç düşünmek bile istemediği bir şey olabilir ve Eren Can bir delilik yapabilirdi. Ayrıldıklarında Elif oldukça rahatlamış ve daha sağlıklı düşünebiliyordu. Filiz’i aramakla çok iyi etmişti. Filiz hukuk bürosuna; o da kendi işyerine döndü. Filiz büroya girdiğinde Tolga’nın Eren Can’la konuştuğunu gördü. Bir dava hakkında görüşüyor olmalıydılar. Sanki birkaç saat önce Elif ’i arayan o değilmiş gibiydi. Hiçbir şey olmamış gibi Eren Can’ın gözlerinin içine bakıyordu. ‘Bu adam bir ruh hastası,’ diye düşündü içinden. Konuşmaları bittikten sonra Tolga’yı bir kenara çekti ve ne yapmaya çalıştığını sordu. Tolga yaptıklarından sanki çok olağan şeylermiş gibi bahsediyordu. Bu da Filiz’i iyice çileden çıkarttı. Ne biçim bir insandı bu? Hem aynı işyerinde çalıştığı birinin nişanlısına sarkıntılık ediyordu, hem de bundan sanki çok olağan bir şeymiş gibi bahsediyordu ki, insanın katil olmaması imkânsızdı. Üstüne üstlük bir de,“Benim işlerime karışma, yoksa seni pişman ederim,” diye Filiz’i tehdit etmişti. Bu tip insanların değil yaşamaya, ölmeye bile hakları yoktu. Bu insanları normal insanlarla aynı mezarlığa koymak, o insanlara hakaret etmek demekti. Filiz’in bu konuda Elif ’e yardım etmek için yapabileceği başka bir şey yoktu. Olayları akışına bırakarak Tolga’nın zamanla, kendiliğinden Elif ’ten vazgeçmesini ümit etmek zorundaydılar. Yalnız, Filiz’in aklına takılan bir şey vardı, o da Tolga’nın Elif ’in telefon numarasını nereden ve nasıl bulmuş olduğuydu. Elif ’in
| 119
120 |
telefon numarasını bilen, Tolga’nın tanıdığı yalnız iki kişi vardı. Biri Eren Can, diğeri de kendisiydi. Eren Can vermiş olamazdı. Kendisi de vermemişti. Öyleyse bilmedikleri birinde daha vardı Elif ’in telefon numarası. Bu kişinin kim olabileceğini düşünürken, aklına birkaç gün önce, Haluk Bey’in kendisini arayıp Eren Can’a ulaşmak için Elif ’in telefon numarasını aldığı geldi. Önce buna hiçbir anlam veremedi. Sonra gerçek bir şimşek gibi çaktı kafasında. O gün Elif ’in telefon numarasının gerektiği kişi Haluk Bey değil Tolga’ydı. Filiz’in bu numarayı kendisine vermeyeceğini bildiği için bir şekilde Haluk Bey’i ikna etmiş ve Elif ’in telefon numarasını kendisinden alıp ona vermesini sağlamıştı. Tolga şeytanın ta kendisiydi… Ve bir gün mutlaka ait olduğu yere, cehenneme gidecekti. Tolga o günü takip eden birkaç gün boyunca Elif ’i aramaya devam etti. Bunu yaparken; Eren Can’ın büroda olmasına özellikle dikkat ediyordu. Çünkü böylece Elif ’in yalnız olacağını ve kendisiyle daha rahat konuşabileceğini düşünüyordu. Oysa Elif artık Tolga’nın telefonlarına bakmıyor, o aradığında telefonunu meşgule alıyordu. Onun bu ulaşılamaz hali, Tolga’nın daha çok hoşuna gidiyordu. Artık onu elde etmeyi kendisi için bir hırs yapmıştı. Aramayı bırakıp mesaj göndermeye başladı. Bu mesajlarda hep aşk sözleri yazıyordu. Elif ne yapacağını şaşırmıştı. Tolga’dan gittikçe daha fazla tedirgin oluyor ve bu tedirgin halini Eren Can’dan gizlemekte daha çok zorlanıyordu. Neyse ki Eren Can kendini tamamen işine vermişti. Çünkü çok yoğundu ve artık küçük, sıradan davalar değil, daha önemli davalar alıyordu. Bu davalar da kendisini tamamen işine vermesine neden oluyor ve zamanının ve zihninin büyük bölümünü meşgul ediyordu. Onun işlerinin son birkaç aydır bu denli yoğunlaşmasında, Nefise’nin payı çok büyüktü. Nefise’nin geniş bir çevresi vardı. Çok sosyal bir insan olduğu için her sektörden bir çok insan tanıyor ve kısa zamanda onların dostluğunu kazanıyordu. Tabii bunda güzel,
çekici ve bekar bir kadın olmasının da payı vardı. Ayrıca çok zeki bir insandı ve onu tanıyanlar önerilerini ve tavsiyelerini her zaman dikkate alırdı. Nefise, çevresindeki insanların hukuki bir işi olduğunu ve iyi bir avukat aradığını ne zaman öğrense hemen Eren Can’dan bahsediyor, onun kendisi için neler yaptığını ve davayı nasıl kazandıklarını anlatıyordu. Ayrıca, İstanbul’un en iyi avukatlarından ikisi bile –ki bunlardan birisi onun eski kocasıydı– onunla baş edememişti. Bunları anlattığı insanların birçoğu, Eren Can’ın çalıştığı avukatlık bürosuna gidiyor ve Eren Can’ın davalarına bakmalarını istediklerini söylüyorlardı. Eren Can da bu davaları genellikle başarıyla sonuçlandırıyordu. Tabii bunda Filiz’in katkılarını da unutmamak gerekir. Eren Can onu müvekkillerine, şakayla karışık ortağım diye tanıtıyordu. Zaten ikisi Eren Can’ın aldığı davalarda iki ortak gibi çalışıyor ve davaları birlikte sonuçlandırıyorlardı. Eren Can o gün çok önemli bir dava aldı. Bu dava onun avukatlık kariyerindeki, Nefise’nin davasından sonra, ikinci mihenk taşı olacaktı. Otuz yaşlarında, Bahar adında genç bir kadın öldürülmüştü. Maktulün ailesinin çok yakın bir dostu aynı zamanda Nefise’nin de dostlarından biriydi. Sanığın yakınları kendilerine avukat olarak, çok iyi bir avukat olduğunu düşündükleri Aykut Oral’ı tutmuşlardı. Maktulün ailesinin yakın dostu olan kişi de bu olayı Nefise’ye anlatmış ve ondan Eren Can’ın, Nefise’nin davasında yaptıklarını ve Aykut Oral’ı nasıl alt ettiğini dinledikten sonra Nefise’nin de tavsiyesiyle Eren Can’la görüşmek için çalıştığı avukatlık bürosuna gelmişlerdi. Eren Can’a olayın tüm ayrıntılarını anlattılar. Kızları, tek başına yaşadığı evde yastıkla boğularak öldürülmüştü. Polisin kendilerine söylediğine göre, cinayet akşam saat sekiz sıralarında işlenmiş olmalıydı. Bu olaydaki en büyük şüpheli kızlarının eski sevgilisiydi. Adı Atakan’dı. Atakan, savcının talimatıyla gözaltına alınmış, fakat yeterli delil bulunamadığı için savcı onu serbest bırakmak zorunda kalmıştı ve tutuksuz olarak
| 121
122 |
yargılanacaktı. Atakan’ın aleyhindeki tek delil, altmış beş yaşlarında, kızlarının oturduğu binanın karşısındaki binanın aynı katında oturan yaşlı bir adamdı. Polise verdiği ifadede cinayetin işlendiği saatlerde hava güzel olduğu için balkonda oturduğunu, bir ara gözünün karşı binada kendisinin oturduğu daireyle aynı katta olan daireye takıldığını, bir kadın –ki bu kadın Bahar’dı– ve bir seksen boylarında, kısa siyah saçlı, iriyarı bir adamın tartıştığını gördüğünü, yaklaşık on dakika sonra da bu adamın binadan çıkıp yürüyerek hızla uzaklaştığını ve sokağın köşesini dönüp, gözden kaybolduğunu söylemişti. Sabah olduğunda kapıcı servise çıkıp, ısrarla Bahar’ın dairesinin zilini çalmış ama bir cevap alamamıştı. Bu durum kapıcıya çok garip gelmişti. Çünkü Bahar o saatlerde mutlaka kalkmış olur ve kendisinden kahvaltı için diyet süt ve kepek ekmek almasını isterdi. Evde olduğundan da emindi çünkü arabası garajdaydı. Aklına kötü şeyler gelmiş, doğalgazdan zehirlenmiş ya da intihara falan kalkışmış olabileceği gibi şeyler düşünmüştü. Son günlerde mutsuz ve tedirgin görünmüştü ona. Ama bir cinayete kurban gitmiş olabileceğini hiç mi hiç aklına getirmemişti… Hiç vakit geçirmeden polisi aramış, polis de kapıyı ısrarla çalıp, bir cevap alamayınca kırarak açmış ve Bahar’ın cansız bedeniyle karşılaşmıştı. Yaşlı adam sabah karşı binanın önündeki kalabalığı, polis araçları ve ambulansı fark etmiş ve neler olduğunu anlamak için oraya gitmişti. Neler olduğunu öğrendiğinde hemen savcının yanına gitmiş ve önceki akşam gördüklerini ona anlatmıştı. Savcı olayı araştırırken yaşlı adamın verdiği eşkâlin Bahar’ın eski sevgilisine uyduğunu görünce, Atakan için hemen mahkemeden bir tutuklama kararı çıkarttırmıştı. Ertesi gün Aykut Oral mahkeme başkanıyla görüşmüş ve görgü tanığı çok yaşlı bir insan olduğu için, gözlerinin ileri derecede bozuk olabileceği ve verdiği eşkâlin de çok fazla geçerli olmayacağı için müvekkilinin serbest bırakılmasını istemiş ve onu ikna etmişti. Sanık tutuksuz olarak yargılanacaktı ve dava bir hafta sonra Şişli
Adliyesi’nde görülmeye başlayacaktı. İlk duruşmaya hazırlanabilmesi için önünde yalnızca bir haftası vardı. Bahar’ın ailesine başsağlığı diledi. Kızları için gerçekten çok üzüldüğünü söyleyip katili eğer gerçekten Atakan ise, bu davayı kazanıp onun hak ettiği cezaya çarptırılmasını sağlayacağını, ve bu konuda kesinlikle hiçbir şüphe duymamalarını istedi ve onları uğurladı. Hemen dedektif Murat’ı arayıp kendisiyle acil görüşmesi gerektiğini söyledi. Bürosuna gidip ona Atakan hakkındaki, Bahar’ın ailesinden aldığı bilgileri verdi ve onu araştırıp hakkında edinebildiği bütün bilgileri en kısa zamanda öğrenmek istediğini söyledi. Dedektif Murat’ın Eren Can’a, Nefise’nin davasını kazanmasında çok büyük yardımı olmuştu. O davadan sonra Murat’la görüşmeye devam etmiş, kazandığı diğer davalarda da çok büyük yardımını görmüştü. Her seferinde karşı taraf hakkında öğrenmek istediği bir şeyler olduğunda Murat’ı arar ve ondan bazı konuları araştırmasını ister, o da topladığı tüm bilgileri Eren Can’a verirdi. Ve Eren Can’ın bu davaları kazanmasında Murat’ın verdiği bilgilerin çok büyük yardımı olurdu. Ertesi gün görgü tanığı olan yaşlı adamla görüştü. Onun hakkında edindiği ilk izlenim, yaşı ne olursa olsun bu adamın çok iyi bir gözlemci olduğuydu. Aslında bu durum yaşlı adam için çok normal bir şeydi. Çünkü o emekli bir askerdi ve onda, askerde ‘komutan gözü’ diye tabir edilen gözler vardı. Emekli ve yalnız yaşayan bir insan olduğu için en büyük zevki dairesinin balkonunda oturup çevresinde neler olup bittiğini izlemekti. Yaşadığı yerde neler olduğuna karşı çok duyarlıydı. Kendisinden Atakan’ı teşhis etmesini istediklerinde, onu görünce katilin o olduğundan –ki o anda gördüğü kişi katilse eğer– daha çok emin olmuştu. Gerçi mesafe çok uzak olduğu ve camın bir bölümü perdeyle kapalı olduğu için yüzünü net görememişti ama vücut yapısı ve saçları aynıydı.
| 123
124 |
Bahar gibi genç ve güzel bir kadının böyle bir cinayet sonucu öldürüldüğüne çok üzülmüştü ve içtenlikle katilinin bir an önce bulunup cezasını çekmesini istediğini söylüyordu. Eren Can bu yaşlı ve bilge adama teşekkür edip yanından ayrıldı. Onunla konuştuktan sonra kendisi de Atakan’ın, Bahar’ın katili olduğuna inanmıştı. Dedektif Murat’ın onun hakkında, kendisine getireceği bilgileri merakla bekliyordu. Büroya girdiğinde Filiz orada değildi. Son günlerde o da çok yoğundu. Çok önemli bir davayı sonuçlandırmaya çalışıyordu. Öyle görünüyordu ki Eren Can bu davada tek başınaydı. Gerçi Filiz ona uzun bir zaman boyunca yardım etmişti zaten ve çok şey öğretmişti. Bundan sonra hala ondan yardım etmesini istemek haksızlık yapmak olurdu. Sonuçta o da kendisi gibi bir avukattı ve onun da baktığı davalar vardı. Bugüne kadar hem kendi davalarıyla uğraşmış, hem de Eren Can’a davalarında yardım etmişti. Bu defa bu işi kendi başına halletmek ve bu davayı tek başına kazanmak zorundaydı. Son zamanlarda Elif ’e yeteri kadar zaman ayıramadığını düşünüyordu. Bu da, Elif ’i son günlerde mutsuz ve tedirgin yapmıştı. Onu kaybedeceğinden korkuyor olmalıydı. Ve bu, her geçen gün onun yüzüne daha çok yansıyordu. Elif ’e sık sık telefon ediyor ve onu ne kadar çok sevdiğini söylüyordu, ama bu yeterli değildi. Pazar günü buluştuklarında Elif ’le yine küçük aşk mabetlerine gittiler. Elif ’e o gün için ondan başka hiçbir şey düşünmeyeceğine ve işinden kesinlikle bahsetmeyeceğine dair söz verdi. Beraber, Elif ’in Nefise’den öğrendiği yeni bir yemeği pişirdiler. Daha doğrusu Elif pişirdi, o da yardım etti. Yemekten sonra salondaki koltukta bir süre öpüştüler. Eren Can birden ayağa kalktı ve Elif ’in elinden tutup onu da kaldırdı. “Hadi gidiyoruz,” dedi. Elif ne olduğunu anlamamıştı. Güzel güzel öpüşürken ve baş başayken bu gitmek de nerden çıkmıştı ve nereye gideceklerdi? Suratını asıp dudaklarını bükerek:
“Nereye gideceğiz Can? Ben gitmek istemiyorum. Bana ne…” dedi. Eren Can, her zaman yaptığı gibi, gülümsedi ve, “Sürpriz…” dedi. Elif de ona yine aynı ifadeyle: “Ben şu anda sürpriz istemiyorum Can. Sadece seninle baş başa olmak istiyorum,” dedi ve koltuğa yeniden oturup kollarını bağdaştırdı. Eren Can diz çöktü, Elif ’in dudağına bir öpücük kondurup, “Lütfen Elif! Bak, çok seveceksin bu sürprizimi… Hadi naz yapmayı bırak…” dedi ve Elif ’in kollarını çözüp elinden tuttu, onu kaldırdı. Diğer elini de beline dolayarak, zorla daireden dışarı çıkarıp kapıyı çekti. Sonra onu bıraktı ve: “İçeri girmek istiyorsan gir. Ama ben gidiyorum,” dedi ve merdivenleri inmeye başladı. Elif de: “Deli bu adam…” deyip onu takip etti. Arabaya binip Bakırköy’e gittiler. Elif hala ne olduğunu ve nereye gittiklerini anlayamamıştı. Ta ki eskiden hep buluştukları çay bahçesine gelene kadar… Arabadan inip çay bahçesine girdiklerinde her zaman oturdukları masanın yine boş olduğunu ve sanki kendilerini beklediğini gördüler. Birbirlerine sarılıp mutlu bir şekilde masaya gidip oturdular. Sonra yanlarına gelen garsona çay söylediler. Burası ve bu masa onların ilk aşk mabetleriydi. Burada, bu masada otururlar ve birbirlerine sevgi sözcükleri söylerlerdi. Oysa uzun zamandır buraya gelmiyorlardı. İkinci aşk mabetlerinden sonra buraya hiç gelmez olmuşlardı. Ama yine de bu mabet onlara küsmemiş ve onlar için bu masayı yine onlara ayırmıştı. Belli ki burası onlardan daha vefalıydı ve onları unutmamıştı. Garson çaylarını getirdi. On beş, on altı yaşlarında genç bir delikanlıydı bu garson. Onları yeniden gördüğüne çok sevinmişti. Eskiden bu iki sevgili buranın müdavimlerindendi. Ama bir süredir hiç gelmedikleri için ayrıldıklarını düşünmüş, buna çok üzülmüştü. Çünkü onları birlikte görmeye o kadar alışmıştı ki gözleri ikisini de bir başkasıyla görse, bu durumu yadsıyacaktı. Çaylarını bırakıp ikisine de gülümsedi ve kısık bir sesle şarkı söyleyerek gitti. Eren Can uzun zamandır Elif ’e çok fazla zaman ayıramadığı için, gönlünü almak amacıyla ona nikâhlarından bahsetmeye karar
| 125
126 |
verdi. Böylece Elif onu kaybetmek korkusuyla mutsuz ve tedirgin olmayacaktı. Elif ’in gözlerinin içine baktı, masanın üzerinde tuttuğu elini biraz daha sıkıca tuttu ve: “Hani sana Nefise’nin evinde artık bir meleği uyurken görmek istediğimi söylemiştim ya…” dedi ve gülümsedi… Elif, Eren Can’ın ne söylemek istediğini anlamıştı ama işi biraz dalgaya almaya karar verdi: “Eee… Yoksa kendine uyurken bakacağın ikinci bir melek mi buldun?” diye sordu. Eren Can haklı olmalıydı. Elif kendisini kaybedeceğinden korkuyordu ve son günlerdeki tedirginliğinin ve mutsuz görüntüsünün nedeni buydu. Ve şimdi, şakayla karışık da olsa bunu Eren Can’a söylüyordu. Hem zaten başka ne gibi bir nedeni olabilirdi ki? “Hayır, inan bana; hem bu dünyada, hem öteki dünyada benim için tek melek ve ruhumun ebedi tek eşi sensin. Biliyorum son zamanlarda sana çok fazla zaman ayıramadığım için bana çok kızıyorsun. Sana söz veriyorum, aldığım şu son davayı da sonuçlandırdıktan sonra hemen nikah hazırlıklarına başlayacağım…” dedi ve birden alnına bir tokat attı. “Allah kahretsin! Sana bugün işimden hiç bahsetmeyeceğime dair söz vermiştim. Ama bak yine bahsettim,” dedi. Elif gülmeye başladı. “Neden gülüyorsun?” “Çok tatlısın yaa… İyi ki bunu yaptığın için kendini dövmedin… Söz değil mi? Hemen evleneceğiz?” “Evet. Sana söz veriyorum.” Eren Can genç garsonu yanlarına çağırdı. Garson yanlarına geldiğinde ona: “Bu güzel hanımın şahidi olur musun?” diye sordu. Garson bir Elif ’e, bir Eren Can’a baktı ve, “Anlamadım!” dedi. Can hemen durumu açıkladı: “Ben bu güzel hanıma hemen evleneceğimize dair söz verdim. Ve senden de bunun için küçükhanımın şahidi olmanı istiyorum.”
Garson gülümseyip: “Olurum ama düğüne beni de çağıracaksınız,” dedi. Eren Can da ona: “Anlaştık. Bak sana da söz veriyorum. Bugün de amma çok söz verdim,” dedi ve hep beraber gülmeye başladılar. Garson gülerek yanlarından ayrıldı. “Şimdi inandın mı? Bak, artık bir şahidin de var.” Elif dirseklerini masaya dayadı, avuç içlerini yanaklarına koydu ve: “İyi de ben sana inanmadığımı söylemedim ki. O sadece lafın gelişiydi,” dedi. “Olsun. Ben yine senin için; işini garantiye aldım,” dedi ve göz kırptı Eren Can. Elif de ona gülümseyip: “Ben seni bu yüzden çook seviyorum işte. Çünkü her zaman öyle tatlısın ki,” dedi. Eski aşk mabetleriyle biraz daha hasret giderdikten sonra, Eren Can genç garsonu çağırıp çayların ücretini ödedi. Ve çay bahçesinden ayrıldılar. Elif ’i evine götürdü ve ailesiyle biraz sohbet edip oradan ayrıldı. Kendini Elif ’e affettirdiğini umuyordu. Ertesi gün dedektif Murat, Eren Can’ı bürodan aradı ve Atakan hakkında bilgi topladığını ve bunları onunla paylaşmak için onu kendi bürosunda beklediğini söyledi. Eren Can hiç vakit kaybetmeden işyerinden çıktı ve arabasına atlayıp Sizin Dedektiflik Bürosu’na gitti. Dedektif Murat masasının üzerinde bazı belgelerle onu bekliyordu. Odasına girdiğinde hemen konuya girdiler. Murat’ın oldukça ciddi ve tedirgin bir hali vardı. Konuşmaya başladı: “Şu Atakan hakkında çok ilginç bilgilere ulaştım. Bu adamdan biraz uzak durursan, senin için daha iyi olur.” “Seni bile bu kadar tedirgin ettiğine göre, gerçekten de çok ilginç bilgiler olmalı bunlar…” Eren Can bu konuda çok haklıydı. Dedektif Murat eski bir polisti. Görev yaptığı on beş yıl boyunca emniyetin hemen hemen
| 127
128 |
bütün birimlerinde görev almıştı; narkotik şube, cinayet masası, organize suçlar ve terörle mücadele. Bir çatışma sırasında göğsünden vurulup sakatlanmış ve bu yüzden emekli olmak zorunda kalmıştı. Çok cesur, gözü pek bir insandı ve kolay kolay hiçbir şeyden korkmazdı. Genç yaşta emekli olduğuna çok üzülmüş, özel dedektiflik yapmaya karar vermişti. “Atakan’ın babası yüksek düzeyde bir bürokrat ve adamın her yerde tanıdıkları var. Devletin içinde, iş dünyasında, mafyada ve aklına başka neresi geliyorsa… Senin için ölen kızın ailesini de araştırdım. Orta ölçekli bir işadamı ve Atakan’ın babası gibi onun da mafyada tanıdıkları var. Eğer ölen başka birinin kızı olsaydı, onları bir şekilde, parayla ya da tehditle bu davadan vazgeçtirirlerdi. Ama şimdi bu davanın iki kilit ismi var; birisi sen, diğeri de Aykut Oral. Şu talihe bak ki, Atakan’ın avukatlığını da Nefise’nin eski kocası yapıyormuş…” “Biliyorum. Bundan haberim var,” dedi Eren Can. “Sana kim söyledi bunu?” “Kızın babası.” “Ve sana onu bir defa yendiğini ve bunun için seni tutmak istediklerini söylediler. Değil mi?” “Hayır, aslında tam olarak bu şekilde değildi. Ama bunu da ima etmediler değil…” “Tam düşündüğüm gibi öyleyse. Bunun gerçek nedenini ben sana söyleyeyim, sanığın babası yüksek düzeyde bir bürokrat ve çok geniş bir çevreye sahip olan bir insan olduğu için, bu davayı kabul edecek senin kadar iyi, hırslı ve çaylak bir avukat bulamazlardı… Sana çaylak dediğim için kızma sakın! Çünkü insanları yeteri kadar tanımıyorsun daha. Zaten bu yüzden kabul ettin bu davayı. Aykut Oral ismi de kabul etmeni kolaylaştırmış oldu. Haksız mıyım?” “Evet, haklısın. Ama ne olursa olsun; benim şu anda düşündüğüm tek şey bu davayı nasıl kazanabileceğim. Tavsiyelerin ve benim için yaptığın her şeye teşekkür ederim. Ücretini yine her zaman olduğu gibi dava sonuçlandığında avukatlık giderlerime ekleyip, müvekkilimden aldığım zaman öderim.”
“Tamam. Sen nasıl istersen… Sen yine de kendine dikkat et.” Eren Can dedektif Murat’a gülümsedi ve elini sıkıp vedalaştı. Doğruca eve gidip Murat’ın topladığı bilgileri inceledi. Bu bilgiler arasında iki önemli nokta dikkatini çekmişti. Bunlardan birincisi Atakan’ın, Bağdat caddesinde, kendisine ait olan bir dış ticaret firması vardı.Verdiği ifadede cinayetin işlendiği saatlerde orada olduğunu söylemişti. İkincisi de iki tane son model BMW otomobili ve bir tane de yine son model olan Honda bir motoru vardı. Ona göre bu cinayeti çözecek iki önemli nokta vardı ve bunlar katilin olay mahalline uzaklığının süresi ve bu süreyi kısaltacak olan hızdı. Ve Atakan’ın sahip olduğu araçlar da bunu yapmaya yetecek kadar, hatta fazlasıyla hızlıydılar. Eren Can sanığın verdiği ifadeyi okumuştu. Sanık ifadesinde cinayetin işlendiği saatlerde işyerinde olduğunu, yalnızca kısa bir süreliğine, çok yorulduğu için, biraz dinlenmek amacıyla tek başına dışarı çıktığını, arabasını sakin bir yere çekip müzik dinleyerek birkaç tane bira içtiğini söylüyordu. Ayrıca, o esnada da kendisini gören birileri olup olmadığını bilmiyordu. İfadedeki kayıp süre bir buçuk saatti. Aykut Oral savunmasını iki temel nokta üzerinde yapmak zorunda kalacaktı: bu kayıp süre ve yaşlı adamın ifadesi. Bunların ikisi de aslında birbirine bağıntılıydı. İki gün çabucak geçmiş ve davanın başlayacağı gün gelmişti. Duruşma Şişli Adliyesi’nin ikinci katındaki Dördüncü Sulh Ceza Mahkemesi’nin duruşma salonunda yapılacaktı. Eren Can’la Aykut Oral mahkeme salonuna girerlerken, iki eski düşman savaş meydanında, yeniden karşı karşıya geldiklerinde birbirlerine nasıl bakarlarsa, birbirlerine öyle bakıyorlardı. Mahkeme başkanı salona girdiğinde herkes ayağa kalktı ve sonra oturunca, onun talimatıyla duruşma başladı. Savcı iddianameyi okudu… Mahkeme başkanı sanığa söyleyeceği bir şey olup olmadığını sordu. O da daha önce verdiği ifadenin aynen geçerli olduğunu
| 129
130 |
ve kendisinin suçsuz olduğunu söyledi. Sonra sözü Aykut Oral aldı. Müvekkilinin iddia edildiği gibi katil olmadığını ve maktulü onun öldürmediğini –zaten bu konuda yeterli delil de yoktu– ve bu nedenle tutuksuz yargılanmasını talep etti. Söz iddia makamına geldiğinde Eren Can maktulün gönül ilişkisini kısa bir süre önce bitirdiğini ve sanığın da bu yüzden onu öldürdüğünü söyledi… Aykut Oral araya girdi ve maktul ile aralarındaki bu ilişkiyi sanığın da inkar etmediğini ve ayrılmalarının iki medeni insan nasıl ayrılırlarsa o şekilde gerçekleştiğini belirttiğini söyledi. Eğer ayrılmak bir cinayet nedeni olsaydı; dünyada her gün binlerce cinayet işlenmesi gerekmez miydi? Hem zaten, bu cinayeti müvekkilinin işlediğine dair; yaşlı bir adamın onu uzaktan gördüğüne ilişkin verdiği ifadeden başka hiçbir kanıt yoktu. Ve bunu söyleyen kişi de çok yaşlı bir insan olduğu için, gözlerinin yaşlılığa bağlı olarak oldukça bozuk olma ve bu kişinin de yanılma ihtimali çok fazlaydı. Bu tanık müvekkilini hem uzaktan gördüğünü iddia ediyordu, hem de yüzünü net görmediğini kendisi de belirtiyordu… Müvekkilinin boyunda ve kilosunda İstanbul’da yaşayan belki de binlerce insan vardı ve katil bunlardan herhangi biri olabilirdi. Aykut Oral yaşlı bir kurttu ve savunmasını çok iyi hazırlamıştı. Şu an Eren Can’ın elinde ona karşı kullanabileceği çok fazla şey yoktu. Mahkeme başkanı sözü tekrar savcıya verdi. Savcı da soruşturmanın yeterince sağlıklı yapılamadığını ve ek delillerin toplanması için mahkemenin ertelenmesini talep ettiğini belirtti. Mahkeme başkanı da bu talebi kabul ettiğini, soruşturmanın genişletilmesi ve sanıkla maktul arasındaki ilişkinin daha net bir şekilde ortaya çıkarılması için duruşmayı yirmi gün sonraya ertelediğini, sanığın delil karartma ihtimali nedeniyle bir sonraki duruşmaya kadar tutuklu yargılanmaya devam edeceğini söyledi. Bu defa ilk raundu Aykut Oral kazanmıştı. Atakan ve ailesi, yaşanan bu gelişmelerden oldukça memnunlardı ve Aykut Oral’ı tebrik ediyorlardı.
Bahar’ın ailesi ise, bu gelişmelerden hiç memnun olmamışlar, Eren Can hakkında yanılıp yanılmadıklarını düşünüyorlardı. Onlara göre o, Aykut Oral’a göre çok pasif kalmıştı. Eren Can onların kendisi hakkında ne düşündüklerini tahmin ediyordu. Fakat şu anda ne yazık ki yapabileceği çok fazla bir şey yoktu. Bundan sonra savcıyla sık sık görüşecek ve soruşturmadaki gelişmeler hakkında bilgi alacaktı. O akşam Elif ’i yine işyerinden aldı. Evine bırakmadan önce eski aşk mabetlerine gidip bir süre oturdular ama ikisinin de yalnızca bedenleri oradaydı. Eren Can öğlenki duruşmayı düşünüyor ve Aykut Oral’a karşı nasıl bir strateji belirleyeceğini bulmaya çalışıyordu. Elif ise Tolga olayını Can’dan daha ne kadar ve nasıl saklayabileceğini düşünüyordu. Eren Can, kendisinin de aklı başka yerde olduğu için Elif ’in bu düşünceli halini fark etmemişti. Yarım saat bu şekilde oturduktan sonra oradan ayrıldılar ve Eren Can, Elif ’i evine bıraktı. İşlerinin çok yoğun olduğu ve eve gitmesi gerektiği için yanlarına uğrayamadığından dolayı çok üzgün olduğunu ailesine söylemesini istedi. Aslında yalan söylemişti ama bunu yapmak zorundaydı. Çünkü kafası çok meşguldü ve bu halde onların karşısına çıkmak istemiyordu. Bir hafta boyunca gözden kaçırdığı herhangi bir ayrıntı olup olmadığını araştırdı. Dedektif Murat’ın kendisine verdiği dosyaları tekrar tekrar okudu. Savcıyla sık sık görüşerek soruşturmada herhangi bir gelişme olup olmadığını takip etti. Ama yeni hiçbir bilgiye ulaşamadı. Çünkü cinayet çok iyi planlanmıştı ve ortada hiçbir ipucu yoktu. Ne bir parmak izi –katil büyük ihtimalle eldiven takmıştı– ne de katili ele verecek bir işaret. Katil çok akıllıydı. Muhtemelen –ki yaşlı adamın ifadesi bunu destekliyordu– aracını birkaç sokak ileri park etmiş, olay mahalline yürüyerek gelmişti. Böylece hiç kimse olayın olduğu binanın yakınlarında herhangi bir şüpheli araç görmemişti. Cinayet yastıkla işlenmişti –o da zaten
| 131
132 |
olay yerinde bulunuyordu– böylece katil dikkat çekecek herhangi bir alet de taşımamıştı yanında ya da üzerinde. Son bir umutla, tek görgü tanığı olan yaşlı adamla bir kez daha görüşmeye karar verdi. Belki onun olayla ilgili anlatmayı unuttuğu ya da çok önemli olmadığını düşündüğü için söylemeye gerek duymadığı bir şeyler olabilirdi. Yaşlı adamı arayıp kendisiyle tekrar görüşmek istediğini söyledi. Yaşlı adam onun bu isteğini memnuniyetle kabul etti. Görüşmeye giderken işine yarayacak bir şeyler bulmak için dua ediyordu... Yaşlı adamla konuşurken, ansızın bir nokta dikkatini çekmişti. Yaşlı adam gözlük takıyordu; gözleri, yaşına bağlı olarak bozuktu… Yalnız burada önemli olan nokta, onun taktığı gözlüklerin camları kalın mercekliydi. Yani bu demek oluyordu ki, bu adam miyoptu ve yakını göremiyordu. Oysa olayın gerçekleştiği dairenin camı, adamın oturduğu balkona oldukça uzaktı. Ve muhtemelen orayı görmek için gözlüklerini çıkartmıştı. Bu durumda orayı net olarak görme ihtimali büyüktü ve bu da Aykut Oral’ın, görgü tanığı yaşlı olduğu için gözlerinin de bozuk olma ihtimali yüksek olduğundan, olay yerini net görememiştir tezini çürütüyordu. Hemen yaşlı adamdan gözlüklerini çıkarmasını istedi. Yaşlı adam onun ne yapmak istediğini anlayamamıştı ama yine de dediğini yaptı. Evin salonunda oturuyorlardı ve oturdukları yerin biraz uzağındaki duvarda bir tablo asılıydı. Tabloda bir deniz kıyısı resmedilmişti. Yamaçlarda, taş evler ve onların hemen aşağısındaki kıyıdaki rıhtımda da birkaç tane küçük tekne vardı. Rıhtıma bağlanmış, sanki açık denize çıkmak için sahiplerini bekliyorlardı. Teknelerden birinin yan gövdesinde İtalyanca, büyük harflerle yazılmış bir yazı vardı. Bu yazıyı Eren Can bile zor okuyordu. Yaşlı adamdan onu okumasını istedi. Adam da, biraz zorlanarak da olsa yazıyı doğru olarak okudu. Eren Can onun gözlerinin bu yazıya aşina olabileceğini ve bu sayede okumuş olabileceğini düşünerek onu balkona çıkardı ve yoldan geçmek de olan bir nakliyat kamyonunun üzerinde yazan
telefon numarasını okumasını istedi. Kamyon hareket halinde olmasına ve yavaş yavaş uzaklaşmasına rağmen yaşlı adam bu yazıyı da, sadece son iki rakamı yanlış olarak –ama onlar da doğru rakamlara çok yakındı– okumuştu. Yaşlı adam eski bir asker olduğu için sağlığına çok dikkat etmişti ve vücudunun geri kalanının olduğu gibi gözleri de oldukça sağlıklıydı. Yaşlı bir şahin gibiydi. Eren Can sevincinden neredeyse havalara uçacaktı. Yaşlı adamın elini öptü. “Sizin sayenizde katil cezasını çekecek…” dedi. Neden söylendiğini bilmediği bu söz, yine de yaşlı adamın hoşuna gitti. Bahar’ın o genç yaşta öldürülmüş olmasına çok üzülmüştü ve katilin bir an önce bulunup cezasını çekmesini çok istiyordu. Ve bunun onun sayesinde olacağı düşüncesi çok hoşuna gitmişti. Eren Can yaşlı adama teşekkür etti ve elini yeniden öpüp yanından ayrıldı. Atakan’ın o saatte orada olduğunu ispatlamak için eline çok büyük bir fırsat geçmişti. Şimdi önemli olan bunu destekleyecek bir kanıt bulmaktı. Sanığın ifadesini okuduğunda, maktulün öldürüldüğünün düşünüldüğü saatlerde bir buçuk saatlik kayıp bir süre dikkatini çekmişti. Gerçi sanık o saatlerde çalışmaktan çok yorulduğu için, biraz dinlenmek amacıyla işyerinden bir süreliğine ayrıldığını ve sakin bir yere gidip arabada müzik dinleyerek birkaç tane bira içtiğini söylüyordu. Ama bunu kanıtlayacak şahit bulamamıştı. Büyük ihtimalle, bütün olasılıkları hesaplarken balkonda kendisini gören yaşlı adamı hesaplayamamış ve polisin kendisine bu kadar çabuk ulaşacağını hesaplayamadığı için gafil avlanmış ve bu ifadesini ispatlamak için yalancı da olsa bir şahit bulamamıştı. Tabii burada savcıyı da kutlamak gerekiyordu. Çünkü savcı, Atakan’ın kimin oğlu olduğunu hiç önemsemeden, hemen mahkemeden tutuklama kararı çıkartmıştı. Şimdi sıra Atakan’ın o saatlerde orada olabileceğini ve cinayeti işledikten sonra tekrar işyerine dönmüş olabileceğini kanıtlamaya gelmişti.
| 133
134 |
Bunu yapmak için de o saatlerde o anı yaşamak gerektiğini düşünüyordu. Saatine baktı. Saat daha öğleden sonra dörttü. Bugün bunu yapabilmesi için hala zamanı vardı. Bir an önce Anadolu yakasına geçmeli ve Atakan’ın yaptığını düşündü gibi, o saatlerde Avrupa yakasına geçip, Bahar’ın Merter’deki dairesinin olduğu sokağa gidip, orada en fazla on beş dakika oyalanarak –katile bu kadar süre yeterdi– Atakan’ın işyerinin bulunduğu caddeye dönmeliydi. Elif ’i aradı ve bugün kendisiyle buluşamayacağını, ona daha önce bahsettiği davayla ilgili takip etmesi gereken çok önemli bir gelişme olduğunu söyledi. Elif zaten onun bu son günlerdeki haline alışmıştı. Bir an önce bu davanın bitmesini ve Eren Can’la evlenmelerini bekliyordu. O zaman Tolga kesinlikle ısrarından vazgeçecekti, çünkü başka bir çaresi kalmayacaktı. Ve bu durumu o güne kadar bir şekilde Eren Can’dan saklamaya devam etmesi gerekiyordu. Eren Can hemen arabasıyla yola çıktı ve öncelikle Atakan’ın işyerini buldu. Saat tam yedide oradan yola çıktı. Gerçi onun arabası bir BMW ya da onun kadar hızlı bir araba değildi ama çok fazla hız yapmasına da gerek kalmamıştı. Birinci köprüdeki sıkışık trafik onun hızını kesmişti. Trafik bir ara o kadar yavaş ilerliyordu ki, Eren Can yaşlı adamın Atakan konusunda yanılmış olabileceğini bile düşündü. Merter’e geldiğinde tekrar Anadolu yakasına geçip, Atakan’ın işyerine gitmekten vazgeçti. Çünkü kayıp olduğunu düşündüğü bir buçuk saatin çoğu geçmişti bile. Ve yetişmesi artık imkânsızdı. Ertesi gün yine aynı şeyi, ama bu defa ikinci köprüyü kullanarak denedi. Ama daha köprüdeyken, bu defa da başaramayacağını anlamıştı. Hatta bir ara hiç alışkın olmadığı bu trafik sıkışıklığından o kadar sıkılmıştı ki, yanından geçen bir motorun, otomobillerin arasından süzülerek geçmekte olduğunu görünce, kendi kendine, ‘Keşke şu anda, şu motorun üzerindeki ben olsaydım da, bir an önce şu sıkışıklıktan kurtulsaydım,’ dedi. Ve o anda, Atakan’ın son model Honda motoru geldi aklına. Artık trafiğin ne halde olduğu
ve ne kadar yavaş ilerlediği hiç umurunda değildi. Çünkü aradığı cevabı bulmuştu sonunda. Atakan, Merter’e, Bahar’ın yanına bu motorla gitmiş olmalıydı. Çok dikkat çekeceği için motoru birkaç sokak ileriye park etmiş ve cinayeti işledikten sonra tekrar oradan binmişti. Ellerinde motor eldivenleri olduğu için parmak izi de bırakmamıştı. Bahar da onun motor kullandığını bildiği için, elindeki motor eldivenlerinden hiç şüphelenmemişti. Ve Atakan da bundan faydalanarak işini daha kolay yapmıştı. Ertesi gün motor ehliyeti almak için bir sürücü kursuna yazıldı. Düşüncesini kanıtlamak için önünde daha iki haftası vardı… Bir hafta sonra motor kullanmayı öğrenmişti ve hemen hızlı bir motor kiraladı. Ve aynı şeyi bu kez motorla denedi. Her şey tam tahmin ettiği gibi olmuştu. Motorla bu mesafeyi tam on beş dakika erken kat etmişti. Geriye kalan bu on beş dakika da, Atakan’ın motoruyla arabasını değiştirmesi için yeterli bir süreydi. Eren Can olayı çözmüştü sonunda. Şimdi geriye kalan tek şey bu gerçeklere mahkeme başkanı olan hâkimi de inandırmaktı. Hemen savcıyı aradı ve yaşadıklarını ona da anlattı. Savcı da kendisini dikkatle dinledikten sonra; ona, bunların Atakan’ı cezalandırmaya yeteceğini ve onu köşeye sıkıştırdıklarını söyledi. Artık hiçbir kaçış yolu yoktu. Savcıyla görüştükten sonra hemen Elif ’i aradı. Ertesi gün cumartesiydi ve onu öğleden sonra yine işyerinden alacak ve aşk mabetlerine gideceklerdi. Bu davayı çözdüğüne göre, artık kendini tamamen Elif ’e adayacaktı. Konuşurlarken Elif ’in sesi pek iyi gelmiyordu. Morali bozuktu. Canını sıkan bir şey vardı ama ısrarlarına rağmen Eren Can’a bunun ne olduğunu bir türlü söylemedi. Eren Can ertesi gün saat birde Elif ’i işyerinden aldı. Yol boyunca ona davayı nasıl çözdüğünü heyecanla anlattı. Ama Elif sanki onu dinlemiyor gibiydi ve aklı başka bir yerdeydi. Aşk mabetlerine gittiklerinde Elif bir ara lavaboya gitmek için yanından ayrıldı. Telefonunu çantasından çıkartmış ve oturdukları koltuğun üzerinde
| 135
136 |
bırakmıştı. O da onu beklerken vakit geçirmek için Elif ’in telefonunu aldı ve karıştırmaya başladı. Mesajlar bölümüne girdiğinde, gelen mesajlar bölümündeki son numara dikkatini çekti. Bu numarayı hemen tanımıştı. Tolga’nın telefon numarasıydı. O adi herifin Elif ’le ne işi olabilirdi ki? Kızgın ve meraklı bir şekilde mesajı açtı ve okumaya başladı: ‘Her gece rüyalarımda seviştiğimizi görüyorum. Bırak artık şu inadını da bana gel. Sana Can değil, ben layığım…’ Eren Can’ın gözleri fal taşı gibi açılmış, gözbebekleri kocaman olmuştu. Kendini tutmasa telefonu duvara çarpıp parçalayacaktı. Bu şerefsiz herif ne cesaretle Elif ’e böyle bir mesaj çekebilirdi? Kim bilir bu mesajları ne kadar zamandır çekiyordu? Ya Elif ’e ne demeliydi? Kendisine bu konuda hiçbir şeyden bahsetmemişti.“Neden?” diye sordu kendi kendine. Sonra cevabı yine kendisi verdi: “Benim bir delilik yapmamam için…” Elif’in son zamanlardaki mutsuz ve tedirgin halinin nedenini şimdi daha iyi anlıyordu. Elif bu yüzden evlenmek için acele ediyordu. Bunu neden daha önce fark edememişti? Elif’e hiçbir şey söylememeli ve onun daha fazla üzülmesine izin vermemeliydi. Güzel meleği zaten yeterince üzülmüştü. Bu işi kendi başına halledecekti. Banyo kapısının açıldığını duyunca hemen telefonun mesajlar bölümünden çıktı ve aldığı yere geri bıraktı. Ona hiçbir şey belli etmemeliydi. Elif tekrar Eren Can’ın yanına oturdu ve dudağına bir öpücük kondurup: “Davayı çözdüğüne göre hemen, en kısa zamanda evlenebiliriz değil mi?” diye sordu. Eren Can, Elif’in gözlerinin içine bakıp gülümsedi. Rol yapma sırası ondaydı: “Dava henüz tam olarak bitmiş sayılmaz. Hem benim küçük bir işim daha var…” dedi. “Neymiş o küçük işin?” “Çok önemli bir şey değil. Hem aslında yapmasam da olur,” dedi Eren Can ve Elif ’in dudağına bir öpücük kondurdu, öpüşmeye başladılar.
Elif’i evine bıraktığında aklındaki tek şey o küçük işi nasıl halledeceğiydi. Bunun için akıllıca bir plan yapmalıydı. O gece sürekli kâbuslar gördü. Hepsinin de başkahramanı Tolga’ydı. Ve Elif’i ondan ayırmaya çalışıyordu. Son gördüğü kâbustan uyandıktan sonra uyumayı bırakıp planlar yapmaya başladı. Bazen Tolga’yı tabancayla vuruyor, bazen de içeceğine zehir katarak onu zehirliyordu… Her seferinde daha iyi bir plan yapması gerektiğini düşünüyor ve onu öldürmeye yeni baştan başlıyordu… Bunları düşünürken yeniden uykuya daldı. Sabah kan ter içinde uyandı. Hemen bir duş aldıktan sonra bir şeyler atıştırıp arabasına bindi ve işyerine gitti. Tolga her şeyden habersiz, Eren Can’ın yüzünü asık görünce bunun nedeninin, Elif’le aralarında geçen bir kavga ya da tartışma olabileceğini düşündü. Belki de Elif yavaş yavaş gerçeği görmeye başlamış ve son günlerde Eren Can işleri yüzünden ona fazla zaman ayıramadığı için bunu tartışmaya bir bahane olarak kullanmıştı. Sevinç ve merakla, bir şeyler öğrenmek için yanına gitti. “Merhaba. Eren Can nasılsın?” “Teşekkür ederim Tolga. İyi sayılırım. Sen nasılsın?” “Ben iyiyim ama doğrusunu istersen, sen pek iyi görünmüyorsun? Yoksa kötü bir şeyler mi oldu?” “Çok önemli sayılmaz. Kadınlar işte… Ne onlarla, ne de onlarsız olmuyor…” Tolga’nın sevinçten gözleri parlamıştı. Tahmini doğru çıkmış olmalıydı. Eren Can Elif’le tartışmış, belki de kavga etmişti. Sabırsızlığı gittikçe artıyordu… “Ne demek istediğini anlamadım. Biraz daha açıklar mısın?” “Tolga inan şu anda çok meşgulüm. Kafam karmakarışık. Belki daha geniş ve müsait bir zamanda sana anlatabilirim…” Balık oltayı yutmuştu. Şimdi gereken tek şey, zamanı geldiğinde balığı çekmekti. Tolga bu duyduklarından sonra haklı çıktığından daha emindi. Olayın ayrıntılarını dinlemek için sabırsızlanıyordu. Ve bunu elinden geldiği kadar çabuklaştırmaya çalışacaktı.
| 137
138 |
Tabii bu konuda acele eden yalnız o değildi. Eren Can da bunları ona anlatacağı zamanı sabırsızlıkla bekliyordu. Tolga’yla konuşurken, boğazına sarılmamak için kendisini zor tutmuştu. Bu ne biçim bir yaratıktı böyle? Hem nişanlısına asılıyor, onu rahatsız ediyordu, hem de hiçbir şey yapmamış gibi gözlerinin içine bakarak, üstelik sırıtarak konuşuyordu. Eren Can’ın sabırlı olması ve bunları bildiğini ona kesinlikle belli etmemesi gerekiyordu. Bütün gün boyunca, Tolga’nın yüzüne bakmamaya ve aklını başka şeylerle meşgul etmeye gayret etti. Filiz’e yeni davasında olan gelişmeleri anlattı. Zaten uzun bir süredir işlerinin yoğunluğundan dolayı konuşmaya pek fırsat bulamamışlardı… Filiz de ona kendi davaları ve bu davalardaki gelişmelerden bahsetti… Atakan’ın dava dosyalarını yeniden inceledi. Gözden kaçırdığı ayrıntıları not aldı. Ve sonunda akşam olmuş, işyerinden çıkış saati gelmişti. Doğruca Elif ’in yanına gitti. Onu işyerinden aldı ve eski aşk mabetlerine götürdü. Oraya gittiklerinde her zaman oturdukları masada bu kez başka bir çiftin oturduğunu gördüler ve kendilerine oturmak için başka bir masa seçtiler. Oturduklarında genç garson yanlarına geldi ve onlara iki çay getirdi. Elif, Eren Can’a: “Nikâh tarihimizi ne zaman belirleyeceğiz?” diye sordu. Eren Can da, ona: “Ben bir hafta sonra Bahçelievler Belediyesi’nin nikâh dairesine gider, nikâhımız için başvuruda bulunurum. Ve onların belirleyeceği bir tarihte de nikâhımızı yaparız,” dedi. Elif de gülümseyerek ona karşılık verdi. Eren Can, Elif ’in birkaç haftadır ilk kez bu şekilde içten gülümsediğini fark ediyordu. Ve o da mutlu bir şekilde Elif ’e gülümsedi. O aslında Elif ’i buraya o güzel gözlerine bakarak Tolga’yı öldürmek için daha fazla cesaret toplamaya getirmişti. Bir adam öldürmeye cesareti yoktu. Ve Elif ’in güzel, yeşil gözlerine bakarak, Tolga’nın bu güzel gözlerin sahibi olan meleği kendisinden ayırmaya çalıştığını ve bu güzel meleği üzdüğünü düşünüyor ve bu şekilde Tolga’ya olan
kin ve nefretini arttırıyordu. İşte bu nefret de onu öldürmesi için kendisine daha çok cesaret veriyordu. Elif ’in ise hiçbir şeyden haberi yoktu ve kendi düşüncelerine o kadar dalmıştı ki Eren Can’ın Tolga hakkındaki her şeyin farkında olduğunu anlayamıyordu. Eren Can, içindeki kin ve nefret katlanmış olarak, Elif ’i evine bıraktı. Tolga’yı öldürmek için yeteri kadar cesareti de vardı artık. Şimdi yapması gereken tek bir şey vardı: cinayeti planlamak! Bunun için de tek başına, sakin bir yerde olmalı ve düşüncelerini bu konu üzerinde yoğunlaştırmalıydı. Her şeyi çok iyi planlamalı ve hiçbir ayrıntıyı gözden kaçırmamalıydı. En ufak bir hata onu ele verirdi ve Elif ’i sonsuza dek kaybedebilirdi. Çok iyi bir plan yapmalıydı, hem de çok iyi bir plan… Atakan da her şeyi çok iyi planladığını sanmıştı ama yakında hapsi boylayacaktı. Çünkü kendisini gören yaşlı adamı ve polisin kendisine bu kadar çabuk ulaşacağını planlayamamıştı. Eren Can bu davayı kendisine örnek olarak alacak ve Atakan’ın yaptığı hataları yapmayacaktı. Öncelikle hiçbir görgü tanığı olmamalıydı. Ve kendisi için şahitlik yapacak en az bir kişi bulmalıydı. Evi aradı ve annesine bu gece eve gelmeyeceğini ve birkaç sokak ilerideki, Elif ile kendisi için kiraladığı daire de kalacağını söyledi ve doğruca oraya gitti. Şimdi rahat rahat planını yapabilirdi. Önce her zaman yaptığı gibi bir durum değerlendirmesi yapması gerekiyordu. Tolga’yı öldürmek için kendisine çok rahat olarak bir fırsat yaratabilirdi. Çünkü Tolga bir balık gibi yemi yutmuştu. Sıra onu kuracağı tuzağa çekmeye gelmişti. Eren Can’ın ağzından laf almak için isteyeceği yere onunla baş başa, dertleşmeye gidebilirdi. Böylece onu ıssız bir yere götürür ve planlayacağı bir şekilde öldürebilirdi. Mesela, kafasına bir kurşun sıkar ve onu öldürdüğü silahla birlikte kimsenin görmeyeceği bir yere gömebilirdi. Ya da onu sarhoş edip telle boğabilir ve cesedini de denize atabilirdi. Böylece deniz onun cesedini çok uzaklara taşır ve o da zaman kazanabilirdi…
| 139
140 |
Aynı saatlerde plan yapan bir kişi daha vardı. O da Tolga’dan başkası değildi… Başına geleceklerden habersiz, Eren Can’ın ağzından nasıl laf alabileceğinin planını yapıyordu. Eren Can’ın son birkaç haftadır kendini tamamen işine kaptırdığını ve Elif ’e yeteri kadar zaman ayıramadığını o da fark etmiş ve bu durum onu daha da umutlandırmıştı. Bu sayede Elif Eren Can’dan soğuyacak ve Tolga’nın ısrarla yaptığı teklife olumlu cevap verecekti. Bir an önce Eren Can’la konuşmalı ve Elif ’le aralarında neler geçtiğini öğrenmeliydi. Eren Can’ı konuşturmanın en iyi yolu onu sarhoş etmekti. İnsanlar sarhoş olduklarında daha geveze olurlar ve daima doğruyu söylerlerdi. Bir şekilde onunla yalnız kalmalı ve onu sarhoş edip konuşturmalıydı. Uzunca bir süre düşündükten sonra onunla nasıl yalnız kalacaklarını ve sarhoş edip konuşturacağını buldu. Yakında arabasını tamire vermesi gerekiyordu. Bunu bir an önce yapacak, bir akşam iş çıkışında Eren Can’dan kendisini yol üzerinde bir yere bırakmasını isteyecek ve onu bir şekilde bir yerlere gidip içerek efkâr dağıtma konusunda ikna edecekti. Eren Can sarhoş olduğunda ise, ona istediği şeyi rahatça sorabilir ve doğru cevapları alabilirdi. Nasıl olsa sabah olup da Eren Can kendine geldiğinde onun kendisine ne sorduğunu ve kendisinin de ona ne cevap verdiğini hatırlamayacaktı. Sabah olduğunda Eren Can planının birinci aşamasını uygulamaya karar verdi. Büroya gitmeden önce bir eczaneye uğrayarak bir şırınga ile bir parça serum aldı ve evraklarını koyduğu çantasının en dibine koydu. Sonra işyerine gitti. O gün Tolga’yla, onun ilgilendiği bir dava hakkında uzunca bir sohbet etti. Bu defa konuşurken gülen sadece Tolga değildi, o da gülüyordu. Bir insanın öldüreceği insanla konuşması ne kadar garip bir duyguymuş diye düşündü. Konuşurken ona ara sıra küçük şakalar da yaptı. Tabii hiçbir şeyden haberi olmayan Tolga’nın, Eren Can’la bu kadar samimi olmak çok hoşuna gitmişti. Artık planını
uygulamaya sokabilir ve Eren Can’a söyletmek istedikleri için iyi bir fırsat yakalayabilirdi. Eren Can’ı Tolga’yla böylesine samimi görmek Filiz’i oldukça şaşırtmıştı. Gerçi ne de olsa onun hiçbir şeyden haberi yoktu. Ve bu gün de çok neşeli bir gününde olmalıydı. Tolga’ya içinden, ‘Pis, adi herif…’ dedi. Ne kadar yüzsüz bir yaratıktı böyle. Sonra da: “Cehenneme git!” diye devam etti söylenmeye. Farkında olmadan sesli düşünüyordu, ama neyse ki onu duyan kimse olmamıştı. Eren Can, Tolga’yla konuşması bittikten sonra eski bir müvekkilini aradı. Bu kişi yirmi sekiz yaşında, İstanbul Üniversitesi’nde son sınıf öğrencisi olan Kemal adında biriydi. Uyuşturucu satıcısı olmakla suçlanmıştı. Ama o uyuşturucu kullandığını kabul etmiş, fakat kesinlikle satıcı olmadığını söylemişti. Aydınlı zengin bir işadamının çocuğuydu. Ailesi onun tutuklandığını duyunca çok üzülmüş ve hemen İstanbul’a gelmişlerdi. Eren Can’dan onu savunmasını istemişler ve Eren Can da onunla konuştuktan sonra ona inanmış ve savunmayı kabul etmişti. Mahkeme sonucunda Kemal ufak bir cezayla kurtulmuş ve tedavi olup bu zehri bırakacağına dair hâkime de söz vermişti. Cezası bitip hapishaneden çıkınca sözünü tutmuş ve hemen bir kliniğe yatarak kısa sürede tedavi olmuştu. Tabii bunda âşık olduğu kızın da payı çok büyüktü… Eren Can, Kemal’e bir davayla ilgili kendisine bir tane uyuşturucu hap ve bir miktar da toz şeklinde olan uyuşturucuya ihtiyacı olduğunu söyledi. Ve ona kendi uydurduğu inandırıcı bir hikâye anlattı. Kemal, Eren Can’ı iyi tanıdığı ve yanlış bir şey yapmayacağına inandığı için ona istediklerini bulacağına dair söz verdi. Ve birkaç saat sonra arayıp istediklerini bulduğunu, akşam kendisine verebileceğini söyledi. Eren Can işten çıktığında hemen Kemal’in yanına gitti ve istediklerini alıp kendisine teşekkür etti. Kemal kendi kendine, suçsuz bir insana yardım ettiğini düşünerek seviniyordu. Ama aklına da bir şey takılmıştı; Eren Can uyuşturucunun nasıl hazırlandığını ve vücuda nasıl verildiğini sormuştu. Neden?
| 141
142 |
Şimdi de sıra planın ikinci aşamasına gelmişti. Ve bunun için de uygun bir fırsat yakalamayı bekleyecekti. Çok beklemesine gerek kalmadı. Ertesi akşam iş çıkışında Tolga, Eren Can’a arabasını tamire verdiğini ve kendisini yol üzerinde bir yere bırakıp bırakamayacağını sordu. Tabii, Eren Can da bu isteği memnuniyetle kabul etti. Yolda giderlerken Tolga, Eren Can’a moralinin çok bozuk olduğunu, biriyle dertleşmeye ihtiyacı olduğunu ve felekten bir gece çalmak istediğini söyledi. Eren Can da ona, kendisinin moralinin de son günlerde Elif ’le yaşadığı problemlerden dolayı çok bozuk olduğunu ve böyle bir şeye onun da ihtiyacı olduğunu söyledi. Güzel bir sonbahar günüydü ve güneş sanki son bir kez daha insanlara sıcaklığını hissettirmek istiyormuş gibi parlıyor ve sıcaklık yayıyordu. Şehir dışında sessiz, sakin ve doğa ile iç içe bir yere gidip kafayı çekmeye karar verdiler. İkisi de yaptıkları planı işleme koymuştu. Bir saat sonra yol onları Silivri’de, ağaçların arasında ıssız bir piknik alanına götürdü. Hafta içi bir günde ve Ekim ayının başında oldukları için orada kimse yoktu. Arabayı durdurup aşağı indiler. Temiz bir yer bulup gazete serdiler ve aldıkları malzemeleri üzerine koydular. Hava yavaş yavaş kararmakta olduğu için Eren Can arabasının farlarını yaktı ve far ışığında bir yandan içmeye, bir yandan da konuşmaya başladılar. Eren Can’ı konuşmaya cesaretlendirmek için söze önce Tolga başladı. Anlattıkça anlatıyordu. Gerçekte olmayan sevgilisinden bahsediyor, onunla nasıl ayrıldığından ve bunu yaptığına ne kadar pişman olduğundan söz ediyordu. O kadar heyecanlı anlatıyordu ki, söylediklerine sanki kendisi de inanmıştı. Eren Can bu dinlediklerinin tek kelimesine bile inanmıyordu ama kurbanının son bir kez bu şekilde mutlu olmasına izin veriyordu. Tolga’dan sonra, Eren Can anlatmaya başladı. Elif ’ten ve aldığı son davadan bahsetti. Bu dava yüzünden Elif ’e yeteri kadar zaman ayıramıyor ve ilgi gösteremiyordu. Bu nedenle araları bozulmuş
ve neredeyse ayrılma noktasına gelmişlerdi. Tolga, Eren Can’ın anlattıklarını dinledikçe keyfinden daha hızlı içiyor ve kendince ona tavsiyelerde bulunuyordu. İçtiklerinin de etkisiyle sıkıştı ve çişi geldiğini, yapıp hemen geri döneceğini söyleyerek ağaçların arasında, karanlıkta kayboldu. Eren Can da bu durumdan istifade ederek arabanın içindeki çantasını aldı, içinden uyuşturucu hapı çıkarttı ve eliyle ezerek toz haline getirip Tolga’nın içkisinin içine atıp, yanındaki ağaçtan kopardığı bir dal parçasıyla iyice karıştırdı. Birkaç dakika sonra Tolga geri döndü ve keyifle içmeye devam etti. Sonraki kadehinin hepsini bitirmeden kendinden geçti. Eren Can bir an Tolga’ya dikkatle baktı… Uyurken ne kadar da saf ve zararsız görünüyordu. Sanki meleğini ondan almak isteyen o değil de başka biriydi. Sesli bir şekilde, sanki uyuduğu halde söylediklerini duyacakmış gibi, “Keşke gerçekten bu kadar saf ve zararsız bir insan olsaydın da seni öldürmek zorunda kalmasaydım,” dedi. Orada öylece durmuş; hala, derin bir uykuya dalmış olan Tolga’ya bakıyordu! Ayakları bir türlü arabadaki çantasının içindeki uyuşturucu paketini, serumu ve kaşığı almaya gitmiyordu. Kalbinin derinliklerinden gelen bir ses: “Yapmaa!” diyordu.“…Nasıl olsa, Elif ’le çok yakın bir zamanda evleneceksiniz. Ve o zaman o da vazgeçecek. Onun gibi bir insan yüzünden katil olmaya değmez. Hem zaten bir gün hak ettiğini bulacak ve cehenneme gidecek…” Tam bir saat vicdanı ile kavga etti. Şeytan kıskançlık ve nefretiyle birlik olup onu da alt etmişti sonunda. Çantasından küçük bir paket içindeki uyuşturucuyu ve tatlı kaşığını çıkarttı. Uyuşturucuyu kaşığa boşalttıktan sonra cebinden çıkardığı çakmağı yakarak kaşığı ısıttı ve uyuşturucunun erimesini sağladı. Bir süre soğumasını bekledikten sonra çantasından çıkarttığı şırıngaya sıvıyı doldurdu. Serumu Tolga’nın koluna dolayıp sıkıca bağladı ve uyuşturucuyu koluna enjekte etti. Bu kadar uyuşturucu bir atı bile öldürebilirdi… Arabanın bagajını açtı. Kartonu kaldırıp altındaki kazmayı ve ufak küreği çıkardı. Yaklaşık yirmi adım kadar ilerledikten sonra
| 143
144 |
durdu ve olduğu yeri var gücüyle kazmaya başladı. Yakalanma ve Elif’i kaybetme korkusuyla öylesine büyük bir gayretle kazıyordu ki, onu biri görse delirdiğini sanabilirdi. Bir saat sonra bir buçuk metre derinliğe ulaştı. Bu kadar derinliğin yeterli olacağına karar verdi ve açmış olduğu çukurdan çıktı. Tolga’nın elbiselerini parçalarcasına yırtarak çıkardı. Cesedi omuzlayıp açtığı çukurun içine attı. Küreği eline aldı ve biraz önce açmış olduğu çukuru hızla doldurmaya başladı. Çukur tamamen dolduğunda arta kalan toprağı çukurun çevresine dağıttı. Şimdi geriye Tolga’nın elbiselerini ve özel eşyalarını ortadan kaldırmak kalmıştı. Bagajdaki kartonu çakmakla tutuşturarak bir ateş yaktı. Ateşin içine Tolga’nın elbiselerini, özel eşyalarını ve çukuru kazmakta kullandığı kürek ile kazmayı attı. Geride hiçbir delil bırakmamıştı. Tüm bu olanlara karanlıktan başka şahit olan yoktu ve Eren Can’ı yalnız Tanrı görmüştü! Bir süre öylece, hiç hareket etmeden ayakta durdu. Gökteki bulutlar dağılmış ve ay doğmuştu. Biraz önce üşüyen bu genç adam şimdi yanıyordu. Aslında vücudu değil, yüreği yanıyordu. Ve bu yangın bir anda bütün vücudunu sarmıştı. Bir insanın canına kıymıştı. Evet! Bir adam öldürmüştü. Vicdanının sesini dinlemediği için şimdi kendisine çok kızıyordu. Bağırmak istedi fakat sesi boğazında düğümlendi. Boğulacak gibi oldu. Arabanın içine girip kapıyı kapattı. Bu şekilde sanki her şeyi dışarıda bırakacak ve unutacaktı ama olmadı. Yumruklarını başına dayadı. “Ben katil oldum!” diye bağırdı. O anda yüreğinin parça parça olduğunu hissetti. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Gözyaşları kalbindeki bütün kini ve hiddeti alıp götürdü. Ne kadar ağladığını o da bilmiyordu. Kedine geldiğinde artık dönüşü olmadığını anladı. Her şeyi kontrol etti… Hiçbir ipucu bırakmaması gerekiyordu. Arabayı çalıştırdı, hızla evine doğru yol aldı. Yol boyunca tekrar tekrar olayın ayrıntılarını gözden geçirdi. Hiçbir delil bırakmamıştı arkasında. Bu konuda tedirgin değildi.
Aşk mabetlerinin bulunduğu binaya geldiğinde dış kapıyı yavaşça açıp içeriyi dinledi. Hiç ses yoktu. Bütün apartman sakinleri yatmış olmalıydı. Ayakkabılarını çıkardı. Sessizce merdivenleri çıkıp yavaşça dairesinin kapısını açıp içeri girdi ve kapıyı kapattı. Saat ikiye geliyordu. Duş alıp hemen yattı. Karanlıkta ve sessizlikte bir saatin sesi nasıl duyulursa, Eren Can da kalbinin sesini öyle duyuyordu. Heyecanlıydı, vicdan azabı çekiyordu ama korkmuyordu. Her şeyi çok iyi planlamıştı. Sabah kalktı ve her zamanki saatte işyerine gitti. Doğal olarak Tolga henüz gelmemişti. Ve sonsuza kadar da gelmeyecekti. Bunu bilen şu anda yalnız kendisiydi ama yakında herkes anlayacaktı. Çok soğukkanlı olmalıydı. Doğruca Filiz’in yanına gitti ve ona, “Tolga daha gelmedi mi?” diye sordu. Filiz de: “Hayır, gelmedi. Geç kalacak galiba. Belki de ara sıra yaptığı gibi hiç gelmez,” dedi. Eren Can da, Filiz’e, “Belki de…” diye karşılık verdi ve yanından ayrılıp kendi masasına gitti. Şu anda düşünmesi ve yoğunlaşması gereken başka bir şey vardı. O da Atakan’ın davasıydı. Davaya sadece birkaç gün kalmıştı. Bir an önce hazırlıklarını tamamlamalı ve bu işi bu duruşmada bitirmeliydi. Yarım saat sonra Haluk Bey girdi büroya. Tolga’yı içeride göremeyince, Eren Can’a hitaben, “Tolga gelmedi mi hala?” diye sordu. Eren Can da: “Hayır gelmedi. Dün bana arabasını tamire verdiğini söyledi ve onu E-5 yolu üzerinde bir yere bırakmamı istedi. Oradan da Taksim’e gidecekti,” dedi. Haluk Bey de kendi kendine, “O zaman bugün gelmez…” dedi ve hiçbir şey söylemeden odasına gitti. Haluk Bey ve diğerleri, Tolga’nın bu şekilde, haber dahi vermeye gerek duymadan gelmeyişine alışkındılar. Tolga burayı babasının ortak olduğu bir büro gibi görüyor ve istediği gibi rahat davranıyordu. Haluk Bey birçok defalar ona, burada çalışmaya ihtiyacı olmadığını söylemiş ve İzmir’e gidip, babasının şirketinde yöneticilik yapmasını ya da şirketin özel avukatlığını yapmasını öğütlemişti. Ama o ailesinin yanında ya da yakınında olursa istediği gibi rahat davranamayacağını ve özgürce
| 145
146 |
hareket edemeyeceğini bildiği için bunu yapmak istemiyordu. Her ay sık sık Taksim’e ya da Aksaray’a gider, oralardaki barlara takılır ve geceyi hayat kadınlarıyla bir otel odasında geçirip ertesi gün işe gelmezdi. Tabii bunu hem hafta sonları hem de hafta içi günler yapardı. Haluk Bey, bekâr bir erkek olduğu için ve babasına söz verdiği için bu duruma ses çıkarmaz, onu hoşgörürdü. Tolga ertesi gün de işe gelmedi. Hiç böyle bir şey yapmadığı, iki gün üst üste işe gelmediği için bürodaki herkes, Haluk bey de dâhil meraklanmaya başlamışlardı. Haluk Bey dışındakiler Tolga’ya ne olduğunu değil, böyle bir şeyi neden yaptığını merak ediyorlardı. Tolga üçüncü gün de gelmeyince Haluk Bey iyice endişelenmeye başladı. Üç gündür Tolga’dan hiçbir haber alamamışlardı. Arabasının bakımı bitmiş ama almaya da gitmemişti. Vicdani görevini yaptı ve İzmir’deki ailesine haber verip olanları anlattı. Babası bütün işlerini bırakıp, annesini de yanına alarak sabah ilk uçakla İstanbul’a geldi. Önce Haluk Bey’le sonra da Eren Can ile görüştüler. Eren Can onlara Haluk Bey’e anlattıklarını anlattı. Tolga’nın ailesi artık iyice endişelenmişti. Hemen polis merkezine gittiler ve olanları emniyet müdürüne anlattılar. Emniyet müdürü de onlara şu anda yapabilecekleri bir şey olmadığını, onun yetişkin ve genç bir insan olduğunu, küçük bir kaçamak yaşamak ya da bunalıp kafasını dinlemek için bir yerlere gitmiş olabileceğini ve yakında mutlaka döneceğini söyledi ve ekledi: “Bir insanın kanuni olarak kayıp sayılabilmesi için aradan en az beş yıl geçmesi gerekiyor.” “Beş yıl mı?” dedi babası müdüre. “İyi ama annesi bu kadar süre boyunca çocuğundan haber almadan nasıl dayanabilir?” Müdür de ona şu an için yapabilecekleri bir şey olmadığını tekrarladı ve eğer isterse İstanbul’daki bütün hastane kayıtlarını inceleyebileceğini, kendisinin bütün polis kayıtlarına baktırdığını ama kayıtlarda Tolga hakkında hiçbir bilgiye ulaşamadıklarını ama zaten endişelenecek bir durum olmadığını düşündüğünü ve Tolga’nın kısa bir zaman
içinde döneceğinden emin olduğunu söyledi. Cevdet Bey bu şekilde bir sonuca ulaşamayacağını anlayınca polis merkezinden çıktı ve Haluk Bey’i arayıp İstanbul’daki bütün hastane kayıtlarını kontrol etmek için kendisinden yardım istedi. Haluk Bey de ona bu şekilde bunu yapmanın çok uzun bir zaman alacağını ve Tolga’yı bulmanın en kolay yolunun özel bir dedektif tutmak olduğunu, bu özel dedektifin her şeyi onlardan daha hızlı ve daha iyi yapacağını söyledi. Cevdet Bey bu öneriyi hemen kabul etti. Çünkü oğlunu bir an önce bulmak ve bu endişeli bekleyişe bir an önce son vermek istiyordu. Haluk Bey’e tanıdığı iyi bir dedektif olup olmadığını sordu. Haluk Bey de kendisine, Eren Can’ın birçok defalar bahsettiği dedektif Murat’ı tavsiye etti ve Murat’ın telefon numarasını verdi. İki saat sonra Cevdet Bey ve eşi, Sizin Dedektiflik Bürosu’ndaydılar. Olanları tüm ayrıntılarıyla dedektif Murat’a anlattılar. Dedektif Murat kendisine anlatılanları dikkatli bir şekilde dinleyerek not aldı. Görüşmeleri biterken oğulları hakkında endişelenmemelerini istedi ve emniyet müdürünün söylediklerini tekrarladı. Cevdet Bey bir an için sanki aynı kişiyle konuşuyormuş gibi hissetti kendisini. Dedektif Murat hemen işe başlayıp arabasına atladı ve İstanbul’daki bütün hastaneleri tek tek gezerek kayıtlarını kontrol etti ama bu kayıtların hiç birinde Tolga’ya ait herhangi bir bilgi yoktu. Daha sonra Bakırköy’e Eren Can ile görüşmeye gitti. Eren Can, dedektif Murat’a Haluk Bey ve Cevdet Bey’e anlattıklarına biraz daha ekleyerek beraber oldukları son günü anlattı. Ve ona, Taksim ve Aksaray’daki barları araştırmasını önerdi. Belki oralarda Tolga hakkında bir bilgiye ulaşabilirdi. Dedektif Murat Aksaray’dan Taksim’e kadar olan bölgedeki tüm barları gezdi. Cevdet Bey’den aldığı Tolga’nın resmini bütün barmenlere ve oralarda çalışan diğer insanlara gösterdi. Bu barların birçoğunda Tolga’yı tanıyan birçok insan buldu. Fakat onların da Tolga hakkında hiçbir bilgileri yoktu. Kaybolduğu gün bu barların hiçbirine gitmemişti.
| 147
148 |
Bir hafta boyunca neredeyse her taşın altına baktı. İstanbul’u yerle bir etmişti. En zengin semtlerinden tutun da, en fakir varoşlarına kadar her yere bakmıştı ama ne bir iz ne de ona ulaşmasını sağlayacak en ufak bir ayrıntıya rastlayamadı. Tolga ya İstanbul’da değildi ya da yer yarılmış, o da içine girmişti. Bütün hava, kara, deniz yolu seyahat acentelerinin kayıtlarını kontrol etti. Fakat Tolga İstanbul dışına da çıkmamıştı. O bu kadar uğraşırken Cevdet Bey de boş durmadı ve bütün görsel ve yazılı medyayı bu iş için seferber etti. Bir hafta boyunca gazetelerin ilk sayfalarında ve televizyon ekranlarında Tolga’nın resimli kayıp ilanları çıktı ama ne yazık ki bunlardan da hiçbir sonuç çıkmamıştı. Cevdet Bey oğlunun ölü ya da diri, ne şekilde olursa olsun bulunması için her şeyi yapmaya hazırdı. Dedektif Murat’a işini çok iyi yaptığı ve elinden gelen her türlü çabayı sarf ettiği için bu konuda sınırsız imkânlar tanıyarak, eşiyle birlikte İzmir’e geri döndü. Aradan bir ay geçmiş ve hiçbir ize rastlanamamıştı. Ayrıca işlerinin çok yoğun olduğu bir dönemde İstanbul’a gelmişti ve bir an önce İzmir’e, işlerinin başına dönmesi gerekiyordu. Hem bulunması için dua etmekten başka bir çare de kalmamıştı zaten. Dedektif Murat eski bir polis olduğundan dolayı bütün olasılıkları göz önünde bulundururdu. On beş yıllık meslek hayatı boyunca neler neler görmüştü ve artık yaşadığı hiçbir şey onu şaşırtmıyordu. Onun için geriye tek bir ihtimal kalmıştı. Tolga bir şekilde öldürülmüş ve bir yere gömülmüştü. Yerin üstündeki insanı bulmak kolaydı ama ya yeraltındaki bir ölüyü bulmak? İşe önce Eren Can’la tekrar görüşerek başladı. Tolga’yı en son gören kişi oydu ve onu ararken kendisine çok yardımcı olmuştu. Tolga’nın bir an önce bulunması konusunda oldukça istekli görünüyordu. Dedektif Murat’a o gün olanların hepsini anlatmıştı. Ama Murat’ın kafasını kurcalayan bir konu vardı. Yazılı ve görsel basında Tolga’nın resmi defalarca yayınlanmasına rağmen, sanki onu o gün hiç kimse görmemişti. Taksim’e gideceğini söylemiş ama ne Taksim’e ne de Aksaray’a gitmemişti. Bu da demek oluyordu ki,
ona her ne olduysa orada, Eren Can’ın onu bıraktığı yerde olmuştu. Murat eski ve deneyimli bir polis olduğu için herkesten şüphelenirdi ve şimdi de ne kadar aptalca olduğunu düşünse de Eren Can’dan şüphelenmeye başlamıştı. Birkaç gün boyunca bu ihtimali araştırdı... Eren Can’ın Tolga’yı öldürmesi için herhangi bir nedeni olup olmadığını öğrenmeye çalıştı. Tabii bunu yaparken kesinlikle Eren Can’a hiçbir şey hissettirmedi. Tolga arabasını bakıma aynı gün öğleden sonra vermişti ve verene kadar da hiç kimseye bu konu hakkında bir şeyden bahsetmemişti. Bu da gösteriyordu ki, Eren Can’ın Tolga’yı öldürmeyi planlaması için yeteri kadar zamanı yoktu ve böyle bir şeyi planlamadan bu kadar kusursuz bir şekilde yapmasına imkân yoktu. En sonunda bu ihtimali de aklından çıkardı. Yalnız kesin olan bir şey vardı, o da Tolga’nın artık hayatta olmadığıydı. Ama nasıl ve kim tarafından öldürülmüştü? Dedektif Murat, Tolga’nın babasını aradı ve oğullarının, nasıl olduğunu kendisinin de bilmediği bir şekilde öldürülmüş ve hiç kimsenin bilmediği bir yere gömülmüş olma ihtimalinin çok yüksek olduğunu, hatta kendisinin, eski ve deneyimli bir polis olarak bundan kesinlikle emin olduğunu söyledi ve oğullarının ölmüş olmasına kendilerini alıştırmalarını istedi. Tolga’nın babası istemeyerek de olsa buna kendisini zamanla alıştırdı. Ama annesi yıllarca oğlunun bir gün geri döneceği umuduyla yaşadı. Ta ki, aradan beş yıl geçtikten sonra, Silivri’de piknik yapan bir aile, kestiği kurbanın sakatatlarını gömmek için derin bir çukur açıp da, bir erkek cesedine ait olan kemikleri bulduğunda polise haber verince ve Adli Tıp Kurumu’nda yapılan otopside, Tolga’nın taktırdığı dişten kimliğine ulaşıp da onlara haber verilinceye kadar. Ayrıca, otopside maktulün yüksek dozda uyuşturucu alarak öldüğü belirlenecekti… O akşam Eren Can, Elif’i yine işyerinden aldı ve beraber aşk mabetlerine gittiler. Her zaman oturdukları masa yine doluydu. Bu defa iki kız arkadaş oturmuş; çaylarını yudumlayarak sohbet ediyorlardı. Bir süre Tolga’nın başına gelenlerden konuştular. İkisi de Tolga’nın
| 149
150 |
ortadan kaybolmasından dolayı çok memnundular ve açık açık söylemeseler de bunu saklamaya da gerek duymuyorlardı. Tolga artık yoktu ve bir daha da asla gelmeyecekti. Eren Can bunu zaten biliyor, Elif de içgüdüleriyle hissediyordu. Elif’in yüzü ve gözlerinin içi gülüyor, Eren Can da onun bu halini gördükçe daha fazla mutlu oluyordu ve bu sayede duyduğu vicdan azabı iyice hafifliyordu. Eren Can, Elif’in masanın üzerindeki diğer elini de tuttu ve gülen gözlerine bakıp: “Nüfus cüzdanın yanında mı?” diye sordu. Elif şaşırmış gibi yaptı ama aslında bu sorunun ne anlama geldiğini iyi biliyordu. Yine de bunu Eren Can’dan duymak için: “Evet yanımda. Neden sordun?” dedi. Eren Can ona gülümsedi: “Yarın nikâh işlemlerimizi başlatmak için Bahçelievler Belediyesi’nin evlendirme dairesine başvuracağım. Aslında sana yine sürpriz yapmak isterdim ama ne yazık ki nüfus cüzdanın olmadan işlemleri başlatamıyorlar…” “Peki bu işlemler ne kadar sürer? Ne kadar zaman sonra benim kanuni olarak eşim olacaksın?” dedi Elif ve mutlulukla gülümsedi. “Bilmem… Ben de senin gibi ilk defa evleneceğim,” dedi Eren Can. Bu söz çok hoşuna gitmişti ama sonra daha ciddi bir tavır takınarak: “Belki on beş gün, belki de daha az,” dedi. Bu sırada Elif nüfus cüzdanını çantasında çıkartmıştı bile. Eren Can’a uzattı ve: “Demek ki yakında senin soyadını taşıyor olacağım. Aslında benimki de fena değildi ama neyse…” dedi ve gülüştüler. Çaylarını bitirmişlerdi. Eren Can genç garsonu çağırdı ve çayların parasını ödedikten sonra garsona: “Bak…” dedi. “Sözümü tutuyorum. İyi ki benim şahidim oldun. Yoksa, bu güzel hanımı ben nasıl ikna edecektim evleneceğimize!” diye takıldı. Garson da onlara gülümseyip yine aynı şarkıyı mırıldanarak yanlarından ayrıldı. “O güzel gözlerinle, yalnız benim için, bak yeşil, yeşil…”
Çay bahçesinden ayrıldılar ve Eren Can Elif’i evine bırakıp kendi evine gitti. Eren Can ertesi günün öğleden sonrası Bahçelievler Belediyesi’nin nikâh dairesine gitti ve yanında götürdüğü, nikâh için gerekli olan belgeleri teslim ederek nikâh işlemlerini başlattı. İki gün sonra, sonunda Atakan’ın ikinci duruşmasının yapılacağı gün gelmişti. Eren Can evraklarını yanına alarak, Şişli Adliyesi’ne gitmek için bürodan ayrıldı. Adliye binasına ulaştığında duruşmanın başlamasına sadece yarım saat kalmıştı. Bahar’ın ailesi adliyenin girişinde onu bekliyorlardı. Onlarla tek tek tokalaştı ve beraber adliyeye girdiler. İkinci kata çıkıp duruşmanın yapılacağı salonun önünde durup, duruşma sırasının kendilerine gelmesini beklemeye başladılar. Birkaç dakika sonra Aykut Oral ve Atakan da, yanlarında birkaç kişiyle birlikte ikinci kata çıktılar ve onlardan biraz ileride duruşma saatini beklemeye başladılar. Atakan’ın keyfi oldukça yerindeydi. Sesli bir şekilde sık sık gülüyor ve yanındakilerle şakalaşıyordu. Aykut Oral’ın gözü ise Eren Can’daydı. Ve hala bu çaylak avukatın nasıl olup da Hülya’yı kendisinin aleyhinde tanıklık yapmaya razı ettiğine ve davayı kazandığına inanmakta zorluk çekiyordu. Zaman geldi ve mübaşir yüksek sesle duruşma için onları çağırdı. Salona daha yakın oldukları için önce Eren Can ve Bahar’ın ailesi salona girdiler, daha sonra da Aykut Oral, Atakan ve yanındakiler. Herkes yerine geçtikten sonra savcı iddianameyi okudu ve sözü önce Aykut Oral aldı. Önceki duruşmada yaptığı savunmayı tekrarladı ve ek olarak; müvekkilinin babası önemli bir bürokrat olduğu için, bu dava yüzünden zor durumda kaldığını ve bu yüzden davanın bir an önce sonuçlandırılacağını umduklarını söyledi. Söz iddia makamına geldiğinde Eren Can davanın bir an önce sonuçlanıp Bahar’ın katilinin cezasını çekmesini maktulün ailesinin ve kendisinin de çok istediğini söyledi ve konuşma devam etti:
| 151
152 |
“Sayın Hâkim, sanık Atakan verdiği ifadede olay günü işyerinden çıktığını, biraz dinlenmek için, birkaç tane de bira alarak arabasıyla sakin bir yere gidip müzik dinleyerek vakit geçirdiğini söylemektedir. Ne var ki, aslında kendisi işyerinden çıktıktan sonra maktulün Mecidiyeköy’deki evine gitmiş ve büyük bir soğukkanlılıkla cinayeti işledikten sonra tekrar işyerine dönmüştür.” Aykut Oral bu sözlere hemen itiraz etti: “Sayın Hâkim, daha önce de belirttiğim gibi bunlar dayanağı olmayan iddialardır. Müvekkilim böyle bir şeyi istese de yapamazdı. Çünkü kayıp olduğu iddia edilen bir saat İstanbul’da trafiğin en yoğun olduğu saatlerden biridir. O süre içerisinde bırakın Bostancı’dan Mecidiyeköy’e gidip geri dönmeyi, sadece gitmeniz bile çok zordur. Bu da bu iddiayı baştan çürütüyor.” “Bu konuda ben de Aykut Bey”le hemfikirim. Bu söylediklerimi eğer otomobille yapmak isterseniz imkânsız ama bir motosikletle yapmayı denerseniz, bunun olanaksız olmadığını siz de görürsünüz. Ben bunu yapmayı bizzat denedim ve bunun gerçekten mümkün olabileceğini kanıtlayıp notere de onaylattırdım. Bu belgelerde de göreceğiniz gibi anlattıklarımın hepsi kanıtlanmış iddialardır.” “Sayın Hâkim, müvekkilimin cinayeti işleyebileceğini kanıtlamak, cinayeti işlediğini kanıtlamaz. Ki zaten, cinayeti kendisinin işlediğine dair somut hiçbir kanıt yok. Yalnızca gözleri çok iyi görmeyen, yaşlı bir adamın ifadesi var. Siz de takdir edersiniz ki, genç bir insanı katil olarak değerlendirip de cezalandırmak için yeterli bir kanıt sayılmaz…” “Sayın Hâkim, yaşlı ve gözlerinin iyi görmediği iddia edilen tanığı tekrar tanık kürsüsüne çağırmak istiyorum. Savunma makamının bu konuda ne kadar büyük bir yanılgı içinde olduğunu size kanıtlayacağım.” Hâkim, tanık olarak tekrar dinlenmek üzere İrfan Bey’i çağırdı. Yaşlı adam gördüğü her şeyi tek tek yeniden anlattı. Eren Can ona, taktığı gözlüklerin derecelerini ve göz rahatsızlığının ne olduğunu sordu. O da gözlüklerinin derecelerinin 2,50 olduğunu ve göz ra-
hatsızlığının da miyop olduğunu söyledi. Eren Can: “Yani, yakını iyi göremiyorsunuz. Peki ya uzağı?” “Uzağı oldukça net görürüm.” “Olaya tanık olduğunuz sırada gözlük takıyor muydunuz?” “Hayır takmıyordum. Çünkü gözlüklerim yalnızca yakını iyi görebilmek için. Bu yüzden uzaktaki cisimlere baktığımda daha net görebilmek için gözlüklerimi çıkarırım.” Eren Can tekrar hâkime döndü ve: “Sayın Hâkim, lütfen boş bir kâğıda düz yazıyla aklınıza gelen herhangi bir cümle yazarak daha sonra bu kâğıdı kaldırıp tanığa gösterebilir misiniz?” Hâkim önündeki boş kâğıtlardan birine sıradan bir cümle yazdı ve kağıdı tanığın rahatlıkla görebileceği kadar yukarı kaldırdı. İrfan Bey yazıyı rahatlıkla okudu ve Eren Can’ın isteğiyle, yüksek sesle bir kez daha tekrar etti. Salonda bulunan herkes, yaşlı amcanın gözlerinin hala bu kadar iyi görüyor olmasına hayret etti. Eren Can daha sonra, hâkimden aynı kâğıdı tekrar kaldırmasını ve bu defa aynı yazıyı sanığın okumasını istedi. Atakan da yazıyı doğru olarak okumuştu ama yaşlı adam kadar rahat okuyamadığı da gözden kaçmadı. Aykut Oral hiç beklemediği bu gelişmeler karşısında çok şaşırmıştı. Müvekkili gerçekten suçlu olabilirdi. Aslında, müvekkilinin gerçekten suçlu olup olmaması onun için çok fazla önemli değildi ama yaptığı savunma tamamen çökmüştü. Bunun tek suçlusu da müvekkiliydi. Şimdi geriye yapacak tek bir şey kalıyordu, müvekkilinin en düşük cezaya çarptırılmasını sağlamalıydı. Tüm bu olup bitene hâkim de çok şaşırmıştı. O da bir an için sanığın suçsuz olabileceğine inanmıştı ama şimdi suçlu olma ihtimali daha ağır basıyordu. Sanığa hitaben: “Sanık Atakan Bora, suçunu kendin itiraf edersen cezan belli oranda azalacaktır. Sana düşünmen için yirmi gün süre veriyorum. Hapishanede düşünmek için çok zamanın olacak…” dedi ve bu sözleri zapta geçirilmedi. Sonra kararı açıkladı: “Duruşmanın yirmi gün sonraya ertelenmesine ve sanık Ata-
| 153
154 |
kan Bora’nın tutuklu olarak yargılanmaya devam etmesine karar verilmiştir.” Duruşma salonundaki herkes şaşkındı. Çok karmaşık gibi gözüken bir dava daha ikinci duruşmada çözülmüştü. Tüm bu olup bitenler Bahar’ın ailesinin bile hayal edebileceklerinden çok uzaktı. İlk duruşmada Eren Can hakkında düşündüklerinden dolayı çok pişmandılar ve ona haksızlık yaptıklarını düşünüyorlardı. Çok mutluydular. Güzel kızlarının katili cezasını çekecekti. Atakan elleri kelepçeli, jandarmalar arasında cezaevi aracına götürülürken hala cinayet anını düşünüyor ve nerede hata yaptığını bulmaya çalışıyordu. Sonra kendi kendine güldü. Farkında olmadan, sesli bir şekilde: “Bunu bulmak için, hapishanede çok zamanım olacak…” dedi ve araca binip cezaevine doğru yol aldı… Sonunda o an gelmişti. Eren Can ve Elif nikâh masasında yan yana oturuyorlardı. Masanın sol başında Eren Can’ın nikâh şahidi, sağ başında da Elif ’in nikâh şahidi oturuyordu. Eren Can beyazlar içindeki Elif ’in gözlerinin içine bakıp, kulağına: “Sen bu dünyadaki bütün gelinlerin en güzelisin…” diye fısıldadı. En sonunda, nikâhlarını kıyacak olan nikâh memuru hanım da geldi ve nikah töreni başladı. Önce Can’a, “Siz Ali oğlu Eren Can Coşar, İlyas kızı Elif Tektaş’ı hiçbir etki altında kalmadan, ölüm sizi ayırıncaya kadar eşiniz olarak kabul ediyor musunuz?” Eren Can hiç düşünmeden önündeki mikrofona, “Evet!” dedi. Memur hanım bu defa Elif ’e, “Siz İlyas kızı Elif Tektaş, Ali oğlu Eren Can Coşar’ı hiçbir etki altında kalmadan, ölüm sizi ayırıncaya kadar eşiniz olarak kabul ediyor musunuz?” Elif bir süre düşünür gibi yaptı ve sonra gülümseyip, o da önündeki mikrofona, “Evet!” dedi. “Ben de belediye başkanımız Sayın Cem Altıok’un bana verdiği yetkiye dayanarak sizleri karı koca ilan ediyorum.” Eren Can, Elif ’in dudağına bir öpücük kondurdu. Sonra elinde olmadan sesli bir şekilde “Ahhhh!” dedi. Elif, Can’ın ayağına basayım
derken, yanlışlıkla ayağının ucu yerine topuğuyla basmıştı. Can çektiği acıdan, Elif ise yaptığına olan pişmanlığından kıpkırmızı olmuşlardı. Ve bu halleri o kadar komik görünüyordu ki, nikâh memuru da dâhil herkes kendini gülmekten alamadı ve nikâh salonu alkışlar ve gülüşlerle doldu bir anda. Tören bittikten sonra davetliler tek tek bu yeni çifti tebrik ettiler. Filiz ve Nefise, Can’ın ve Elif ’in ailesiyle, Elif ’in işyerindeki yakın arkadaşlarıyla tanışma fırsatı buldular. Ve akşam hep beraber Elif ile Can’ın nikâhını kutlamak için anlaştılar. Tüm davetliler ayrıldıktan sonra Elif ile Can da arabalarına binerek aşk mabetlerine, aşk yuvalarına doğru yol aldılar... Birkaç saat sonra hep beraber nikâhı kutlayacakları restorana gitmek için hazırlanıp saat yedide evden ayrıldılar. Oraya ulaştıklarında herkesin gelmiş olduğunu ve kutlama için bütün hazırlıkların tamamlandığını gördüler. Her şeyi Filiz ve Nefise organize etmişlerdi. Hayatlarının en mutlu gününü yaşıyorlardı. Bütün dostları ve sevdikleri insanlar bu akşam onlarla birlikteydi ve mutluluklarını paylaşıyorlardı. Ve paylaşıldıkça çoğalan mutlulukları içinde bulundukları binadan taşıyor, gökyüzünden bütün dünyaya yayılıyordu. Can, Elif ’i dansa kaldırdı. Dans ederlerken aklına rüyalarında onu ilk defa gördüğü rüyası geldi. Bir eski zaman düğünündeydiler ve şimdi olduğu gibi o zaman da, birlikte dans ediyorlardı ama tek bir farkla, gelin ve damat onlar değillerdi ve o sadece bir rüyaydı. Elif ’in güzel, yeşil gözlerinin içine baktı ve gülümseyip,“Ben her zaman gelinlerin düğünün en güzel kızları olduğunu düşünmüştüm. Çünkü o gece onların kız olarak geçirdikleri son gecedir…” “Peki,şimdi ne düşünüyorsun?” “Ne mi düşünüyorum?… Bence sen… Bu dünyadaki bütün gelinlerden daha güzelsin...” Elif mahcup ve içten bir şekilde gülümsedi, “Teşekkür ederim Can. Sen de bu dünyadaki en tatlı ve yakışıklı erkeksin…” dedi ve Berkant’ın Samanyolu şarkısı eşliğinde dans etmeye devam ettiler
| 155
156 |
Gecenin sonunda Filiz ve Nefise’yle birlikte tüm davetlileri yolcu ettikten sonra onlarla da vedalaştılar ve aşk yuvalarına doğru yol aldılar. Kapıyı açıp içeri girdiklerinde ikisi de çok heyecanlıydılar. Biraz sonra ikisinin bedeni birleşerek tek bir beden olacak ve ebedi eş olan bu iki ruh tek bir bedende birleşecekti. Önce soyunup birlikte banyoya girdiler. Banyo yaptıktan sonra yatak odasına geçtiler. Bornozlarını çıkarıp çıplak vücutlarıyla yatağın üzerine uzandılar ve arsız bir şekilde sevişmeye başladılar. Birbirlerinin vücutlarının her noktasını hissetmek istiyorlardı. Sonunda ikisinin çıplak vücutları tek bir vücut olmuş, ebedi eş olan ruhları bu vücutta sanki sonsuza dek ayrılmamak üzere birleşmişti. Bütün gece seviştiler ve öğlene doğru kalkıp kahvaltı yaptılar. Artık tam anlamıyla karı koca olmuşlardı. Elif ’e göre evliliklerinde tek bir eksik kalmıştı. Aşklarının bir meyvesi, yani bir çocukları olmalıydı. Gerçi tanıdığı kadınların çoğu önce yaptıkları işte iyi bir kariyer sahibi olmak, daha sonra çocuk yapmak istediklerini söylüyorlardı ama onun gözünde ne kariyer ne de başka bir şey vardı. Çocukları çok seviyordu ve hep sevdiği, âşık olduğu erkekten bir çocuk sahibi olmayı istemişti. Can da çok severdi çocukları. Hatta bir gün beraber gittikleri bir parkta, üç yaşlarında, hiç tanımadıkları bir çocukla o kadar çok ve güzel bir şekilde oynamıştı ki, çocuğu parka getiren annesi ve anneannesi bile ikisinin birbirlerine bu denli çabuk ısınmasına ve böyle iyi anlaşabilmelerine çok şaşırmışlardı. Elif daha o zaman anlamıştı, çocukları Can’a bu kadar çok çeken şey onun çocuklara olan büyük sevgisi ve içinde hala yaşattığı o çocuk yanıydı. Ne zaman küçük bir çocuk görse kendini tutamaz ve onunla oynamaya başlardı. Çoğu kez bu oyunlara Elif ’i de dâhil ederdi. Daha ne olduğunu anlayamadan, kendini Can’la beraber hiç tanımadıkları çocuklarla oynarken bulurdu. Kahvaltı boyunca çocuklardan bahsetti. Can’a birlikte oynadığı çocukları hatırlattı teker teker. Tatlı sesiyle ağır ağır anlatıyor, bir yandan da verdiği tepkiye bakıyordu.
Onu dinlerken Can’ın gözlerinin içi gülüyor ve unuttuğu ayrıntıları o tamamlıyordu. Elif bu durumdan iyice cesaret aldı ve ağzındaki baklayı çıkarttı: “Aşkım bir an önce biz de çocuk sahibi olmalıyız. Çünkü ikimiz de çocukları çok seviyoruz. Hem böylece sen de her an bir çocukla, hem de kendi çocuğunla birlikte olabilirsin. Bir düşünsene, kendi çocuğunu, çocuğumuzu kucağına aldığını, öptüğünü, kokladığını... Sana ilk defa ‘Baba’ dediğini, ilk defa sendeleyerek, nasıl güzel yürümeye başladığını, onunla oynayacağın güzel oyunları…” Can, Elif ’in parlayan gözlerinin içine bakarak gülümsedi. “Peki, ne zaman çocuk sahibi olmak istiyorsun?” Elif onu bu kadar çabuk ve kolay ikna etmenin verdiği şaşkınlık ve sevinçle oturduğu sandalyeden kalktı ve arkasından Can’ın boynuna sarılıp yanağına bir öpücük kondurarak; “Mümkün olan en kısa zamanda. Hatta bunun için işe hemen şimdi başlayabiliriz...” Mutluluktan uçuyordu! Oysa bu kadar çabuk çocuk sahibi olmak Can’ın aklının ucundan bile geçmemişti. Tamam, çocukları çok seviyordu. Hatta erkekler anaokulu öğretmeni olabilseydi eğer, o da bir anaokulunda öğretmen olup, tüm zamanını çocuklarla birlikte geçirebilirdi. Ama bu aynı şey değildi ki. Şu anda söz konusu olan ikisinin çocuğuydu. Ve bu da, onun için Elif ’in sevgisini ve kendisine olan ilgisini paylaşmak demekti. Bu kendi çocuğu olsa bile, bunun için henüz hazır değildi ve aslında ne zaman hazır olacağını şu an kendisi de bilmiyordu. Farkında olmadan yüz ifadesi değişmiş, biraz önce gülen dudakları birbirine yapışmış, Elif ’e bakarken parlayan gözleri de çok uzaklara dalmıştı… Elif, Can’ın arkasında olduğu için yüz ifadesinin değiştiğini henüz fark etmemiş, ama susması ve ona cevap vermemesine çok şaşırmıştı. Tekrar yerine oturdu ve Can’a baktığında yüzündeki ifadeye hiçbir anlam veremedi. Bütün hevesi kırılmıştı. Şimdi o da gülmüyordu ve bir yakut gibi parlayan yeşil gözlerindeki ışık sönmüş, gözleri dolu dolu olmuştu.
| 157
158 |
Can başka çocukları böylesine severken, kendi çocuğu, çocukları olması düşüncesi onu neden bu kadar rahatsız etmişti? Elif ağlamamak için kendisini zor tutuyordu. Güçlükle Can’a; “Can yoksa bir çocuğumuz olmasını istemiyor musun?” diyebildi. Konuşurken sesi titriyordu. Can, Elif ’in bu sorusuyla düşüncelerinden sıyrıldı ve neden sonra yüzünün aldığı ifadeyi fark edebildi. Kendi düşüncelerine o kadar dalmıştı ki, hem kendi yüzünün aldığı ifadeyi fark edememişti hem de Elif tam karşısında olmasına rağmen onun yüzündeki ifadeyi görememişti. Hayal kırıklığından dolayı ağlamak üzereydi ve o buna mutlaka engel olmalıydı. Çünkü onun üzülmesine ve ağlamasına hiçbir şekilde dayanamaz, hele bir de buna kendisi neden olursa kahrolurdu. Tekrar gülümsedi ve elini onun masanın üzerindeki elinin üstüne koyup gözlerinin içine bakarak, bütün içtenliğiyle; “Benim güzel meleğim… İnan bir çocuğumuz olmasını ben de en az senin kadar istiyorum. Hem az önce benim çocukları ne kadar çok sevdiğimden bahseden sen değil miydin?” “Pekiyi ama öyleyse sorun ne Can?” “Yalnızca evlendikten sonra yaptığımız ilk kahvaltıda beraber geçirdiğimiz ilk gecenin sabahında, bundan bahsetmen beni çok şaşırttı. Bir çocuk sahibi olmamız için henüz çok erken olduğunu düşünüyorum.” “Neden erken olsun ki? Hem sen de biliyorsun ki bunun için fizyolojik olarak belli bir sürenin geçmesi gerekiyor zaten. Ve bence, bu süre bizim kendimizi hazırlamamız için yeter.” “Meleğim, keşke her şey senin düşündüğün kadar basit olsaydı. Ben bir avukatım ve şu günlerde işlerim çok yoğun. Sorumlu olduğum birçok insan var. Bu insanları bir kenara bırakıp yalnız kendimi düşünürsem, zamanımın bir bölümünü ve aklımı doğacak çocuğumuzla meşgul edersem bencillik etmiş olurum. Ayrıca biz seninle yıllarca flört ederek evlenmiş değiliz. Bence izin ver de birkaç yılımızı daha sanki iki sevgiliymiş gibi geçirelim. Ve zamanımızı birbirimize ayıralım. Önümüzde birlikte geçireceğimiz uzun
bir hayat var. Daha sonra nasıl olsa bir çocuk sahibi oluruz. İnan bana bu üçümüz için de daha iyi olacaktır.” “Üçümüz…” bu sözcük Elif ’in çok hoşuna gitmişti. Demek ki Can söylediklerinde samimiydi. Bir çocukları olmasını gerçekten istiyor ama bunun için erken olduğunu düşünüyordu. O mutsuz halinden kurtulmuş, yeniden neşelenmişti. Şimdi daha farklı düşünüyordu. Belki de Can gerçekten haklıydı. Ondan bunu istemekle aceleci davranmıştı. Daha beraber geçirdikleri ilk gecenin sabahında yaptıkları kahvaltıda ona bir çocuk sahibi olmayı istediğini söylemişti. Aslında bu yaptığı bencillikten başka bir şey değildi. Sonuçta o da bir erkekti ve kadınlardaki anne olma isteğini anlayamazdı. Can’a baktı ve gülümsedi. Onun bu gülümseyişi Can’a çok şey anlatıyordu. Derin bir nefes aldı. Sonunda Elif ’i ikna etmeyi başarmıştı ve ikisi de rahatlamışlardı. Neşeyle kahvaltılarına devam etiler… Can ertesi sabah uyandığında Elif ’i kendi eşyalarını ve onunkileri toplamış, bavullara yerleştirirken gördü. “Günaydın meleğim. Ne yapıyorsun? Yoksa taşınmaya karar verdik de benim mi haberim yok?” Elif ona baktı ve gülümsedi. Onun bu şaşkın hali çok hoşuna gitmişti. Şimdiye kadar hep Can onu şaşırtmıştı ama şimdi şaşıran kendisiydi. “Hayır aşkım taşınmıyoruz. Yalnızca bir haftalığına gidiyoruz…” “Gidiyor muyuz? Nereye?” “Balayına!” Son zamanlarda Can’ın kafası o kadar meşguldü ki, bırakın balayını planlamayı, balayına çıkmak bile aklının ucundan geçmemişti. Neyse ki Filiz ve Nefise onun ne kadar meşgul olduğunu bildiklerinden balayını planlamayı unutacağını tahmin etmişler ve onlar için güzel bir balayı ayarlayarak Elif ile Can’a bir düğün hediyesi vermek istemişlerdi. Her şeyi ayarladıktan sonra Elif ’i aramışlar ve bütün ayrıntıları ona anlatmışlardı. Elif bu haberi aldığında çok sevinmiş, Can’a hiçbir şeyden bahsetmemek için kendisini zor tut-
| 159
160 |
muştu. Sonunda hazırlanmaya başlamaları gereken vakit gelmişti. “Balayına mı?” Can’ın şaşkınlığı bir kat daha artmıştı. Nereye ve ne zaman gideceklerdi? Hemen yataktan kalktı ve eşyaları bavullara yerleştirmekle uğraşan Elif ’in arkasından sarılıp çıplak boynuna bir öpücük kondurdu. Ve, “Nereye gidiyoruz?” diye sordu. “Küçük, şirin ve güzel bir otele…” “Neredeymiş bakalım bu otel?” “Bodrum’da… Sen de bir an önce hazırlanmaya başlasan iyi olur. Yoksa uçağı kaçıracağız!” “Önce tüm bunları kimin planladığını söyle…” Elif başını iki yana salladı: “Hiç boşuna uğraşma. Ağzımdan laf alamazsın. Sana söylemeyeceğime dair bana yemin ettirdiler.” “Yemin mi ettirdiler? Demek ki bu işi yapan tek kişi değil. Suç ortakları da var…” “Yaa! Sen hazırlansana. Uçağı kaçıracağız diyorum. Hem söyledim ya, boşuna uğraşıyorsun. Ağzımdan tek kelime alamazsın.” Can sonunda pes etti ve Elif bavulları hazırlarken o da kahvaltı hazırlamak için mutfağın yolunu tuttu. Hem zaten bu suç ortaklarının kimler olduğunu tahmin edebiliyordu. Bunlar Filiz ve Nefise’den başkası olamazdı. Birkaç saat sonra, saat on ikiye doğru tüm hazırlıklarını tamamlamışlardı. Hemen bir taksi çağırdılar ve 13.30’daki Bodrum-İstanbul uçağına binmek için Atatürk Havalimanına doğru yol aldılar. Akşama doğru kalacakları otele ulaştılar. Güneş henüz batmaya başlamıştı. Resepsiyondaki işlemlerini tamamladıktan sonra kalacakları odaya çıktılar. Sezon yeni kapandığı için otel hemen hemen boştu. Yalnızca onlar gibi balayına gelen birkaç çift kalıyordu otelde. Burası üç yıldızlı, limon bahçelerinin içinde, küçük ama küçük olduğu kadar da şirin ve güzel bir oteldi. Balayını geçirmeleri için bu oteli Nefise seçmişti. Sakin bir yer olduğu için ilk geldiğinde bu oteli çok sevmişti ve hemen hemen her yaz tatillerini geçirmek için oğluyla birlikte bu otele gelirdi.
Gide gele otelin genel müdürüyle ahbap olmuşlardı. Birkaç gün önce kendisini aramış ve çok yakın iki dostunun balayını geçirmek için otele geleceklerini söylemiş, bu iki yakın dostuna da, kendisine nasıl hizmet ediliyorsa o şekilde hizmet edilmesini rica etmişti. Genel müdür de ahbabının bu ricasını emir kabul etmiş ve otelin çalışanlarına gereken talimatları vermişti. Elif ve Can daha otele ilk girdikleri andan itibaren kendilerine gösterilen ilgiden ve verilen hizmetten çok memnundular. Odalarına tamamen yerleştikten sonra yemek salonuna inip akşam yemeği yediler ve yemekten sonra tekrar odalarına çıktılar. Bütün gece boyunca seviştiler. Can ertesi gün uyandığında Elif odanın balkonuna çıkmış, yüzünde aydınlık bir gülümsemeyle limon bahçesindeki sarı ve yeşil renklerin güneş ışınlarıyla dansını seyrediyordu. Beyaz geceliğinin içinde narin bir kelebek gibiydi. Önündeki manzaraya o kadar hayran bir şekilde bakıyordu ki, Can bir an için onun kanatlanıp bir kelebek gibi uçarak bu güzel manzaraya karıştığını hayal etti. Yataktan kalkıp yanına gitti. Kollarını beline dolayıp o da onunla birlikte bu güzel manzarayı seyretti bir süre. Sonra, güzel dudaklarına sıcak bir öpücük kondurdu. Rüya gibi bir balayı geçiriyorlardı. Her an el ele, dudak dudağıydılar. Her gece sabahlara kadar sevişiyorlar, öğlene doğru odalarında baş başa kahvaltı yapıyorlardı. Kimi zaman sahilde yürüyorlar ya da denize giriyorlardı, kimi zaman da limon ağaçlarının altında oturuyorlar ya da otelin havuzunda yüzüyorlardı. Günler o kadar güzel ve çabuk geçiyordu ki, bir hafta göz açıp kapayıncaya kadar geçmiş, otelden ayrılacakları gün bir çırpıda gelmişti. Çıkış işlemlerini tamamladıktan sonra otelin genel müdürüne teşekkür ettiler ve seneye tekrar görüşmek için sözleşip vedalaştılar. Sonraki yıllarda verdikleri sözü tutacaklar ve aşklarını tazelemek için evlilik yıldönümlerinde bu otele tekrar tekrar geleceklerdi.
| 161
IV. BÖLÜM
162 |
İstanbul’a döndüklerinde ikisi de işlerinin başına geri döndüler. Can yine her akşam Elif ’i işyerinden alıyordu ama bu defa ikisi birlikte aynı eve gidiyorlardı. Her şey Can’ın istediği gibiydi. Sanki evli bir çift değil de, flört eden genç çiftler giydiler. Onlardan tek farkları da aynı evi paylaşıyor olmalarıydı. Yemeği beraber pişiriyorlar, sofrayı birlikte hazırlıyorlardı. Tatil günlerinde bazen dışarı çıkıp birlikte yürüyorlar, sinemaya ya da tiyatroya gidiyorlardı. Bazen de evde kalıp, aşklarını her yönüyle doyasıya yaşıyorlardı. Can evlendikten sonra Elif ’i daha fazla sahiplenmişti. Ona her yönüyle sahipti artık. Ne de olsa onun soyadını taşıyordu. Onunla aynı evde yaşıyor, aynı yatağı paylaşıyordu. Ona göre Elif ’in bundan sonra çalışmasına gerek yoktu. Evinde oturmalı, kocasını beklemeli ve ona güzel yemekler pişirmeliydi. Ataerkil toplumlarda kadınların görevi buydu. Erkekler çalışıp para kazanarak evin geçimini sağlarlar, kadınlar ise kendi evinin emekçisi olur ve ev işleriyle uğraşırlardı. Bir defasında bu konuyu Elif ’e açtı ve artık çalışmasına gerek olmadığını ve evde oturabileceğini söyledi. Fakat o, evde tek başı-
na sıkılacağını söyleyerek bunu reddetti. Hem bugüne kadar hiç evde oturmuş değildi. Üniversiteyi bitirene kadar hep okula gitmiş, bitirdikten sonra da çalışmaya başlamıştı. Ona göre ondan böyle bir şeyi istemek çok büyük bir haksızlıktı. Ayrıca, işini de severek yapıyordu. Her şeye rağmen açık bir kapı bıraktı. Eğer bir çocukları olursa, zaten kendiliğinden işi bırakması ve onunla ilgilenmesi gerekecekti. Aslında Elif bu konuyu Can’ı bir an önce çocuk sahibi olmaya ikna etmek için kullanmak istiyordu. Ama Can, durumu anlayınca ona daha fazla ısrar edemedi ve bir süre daha çalışmasına razı oldu. Tabii bu süre belli değildi. Ne zaman çocuk sahibi olmayı isteyeceğini o da bilmiyordu. Elif ’in çalışmaya devam etmesi en çok iş arkadaşlarını sevindirmişti. Can’la çıkmaya başlamadan önce, iş dışındaki zamanlarda Elif ’le sık sık görüşürler; kimi zaman hep birlikte sinemaya giderler, kimi zaman da sahilde ya da parklarda vakit geçirirlerdi. Oysa Can’la çıkmaya başladıktan sonra Elif onlara daha az zaman ayırır olmuştu. Hatta iş dışında neredeyse hiç görüşemiyorlardı. Bu yüzden kimi zaman Can’a kızdıkları ve hatta onu kıskandıkları bile olmuştu. Elif ’in çocuklara olan düşkünlüğünü bildikleri için, onun işten ayrılıp, bir an önce çocuk sahibi olmak isteyeceğini düşünmüşlerdi ama Elif onları şaşırtmış ve çalışmaya devam etmeye karar vermişti. Onlar için bu bir anlamda Elif ’in yeniden aralarına dönmesi demekti ve hepsi buna çok sevinmişlerdi. Arkadaşlarının kendisine olan sevgi ve ilgileri Elif ’i biraz olsun teselli ediyor ve, “Çocuk sahibi olup evde oturmam için henüz çok erken…” diyerek kendini avutmaya çalışıyordu. Bir süre kendini yalnızca yaptığı işe vermeye karar verdi. Hem zaten Can’la çıkmaya başladıkları günden beri yaratıcılığı daha çok artmıştı ve çizdiği tasarımlar herkes tarafından çok beğeniliyordu. Evleneceğini duyduklarında patronları da buna çok üzülmüş ve onun çalışmayı bırakacağından korkmuşlardı. Çalışmaya devam
| 163
164 |
edeceğini duyduklarında derin bir nefes aldılar. Elif ’in çizdiği tasarımlardan yarım düzinesini ünlü bir modacıya göstermişler ve bu modacı tüm modelleri çok beğenmiş ve bu tasarımlardan bir kreasyon oluşturmaya yetecek kadar olursa eğer, bunları kendi markasıyla toplu olarak dikmeyi teklif etmişti. Patronları bu durumu Elif ’ten gizlemeyi tercih ettiler. Çünkü heyecanlanıp ilhamını ve çizdiği resimlerin doğallığını kaybetmesini istemiyorlardı. Ve, eğer Elif çalışmayı bıraksaydı, bir çuval incir berbat olacak ve bu iş yarım kalacaktı. Oysa, bu kreasyonun tamamlanması hem Elif için hem patronları için çok önemliydi. İki ortak olan patronları bu işten çok para kazanacaklar, Elif ise gerçek bir tasarımcı olarak kendini tanıtabilecekti. Elif hiçbir şeyden haberi olmadan yeni elbise modelleri çizmeye devam ediyordu. Eren Can büroya girdiğinde herkese tek tek merhaba dedi ve tokalaştı. Sonra Filiz’in yanına gitti. Nefise’yle birlikte kendisi için yaptıklarına teşekkür edip bir süre sohbet ettikten sonra kendi masasına gitti ve işinin başına döndü. Koltuğa oturup içeriyi şöyle bir süzdü. Tolga tamamen unutulmuştu. Sanki öyle birisi bu büroda hiçbir zaman çalışmamıştı. Artık kimse ondan da, onun başına gelmiş olabilecek şeylerden de bahsetmiyordu. Uzun bir süre de bu bahis hiç açılmayacaktı… Çekmeceden Atakan’ın davası hakkındaki dosyaları çıkarttı. Bir süre bu dosyaları inceledi. Bir hafta sonraki duruşmada nihai karar verilecek ve işlediği cinayetten dolayı onun alacağı ceza kesinleşecekti. Bir hafta sonra Can, Atakan’ın duruşması için Şişli Adliyesi’ne gittiğinde çok şaşırdı. Adliyenin önü çok kalabalıktı. Yazılı ve görsel basın kuruluşlarından bir çok basın mensubu adliyenin önünde bekliyordu. Arabasını park edip adliye binasına doğru yürürken adliye girişinin önünde Bahar’ın ailesinin birkaç basın mensubuyla sohbet ettiğini gördü. Henüz ne olduğunu anlayamamıştı. Çok önemli bir bürokratın oğlu olan Atakan’ın davasına basın önce çok fazla ilgi göstermemişti. Çünkü herkes gibi onlar da
Atakan’ın bir şekilde suçsuz bulunacağına inanıyorlardı ve bu onlar için çok önemli bir haber sayılmazdı. Fakat son duruşmadan sonra Atakan’ın suçlu olduğunun ve ceza alacağının kesinleşeceğini duyduklarında bu haberi kaçırmak istememişlerdi. Ve bu önemli haberi bütün ayrıntılarıyla vermek istiyorlardı. Onlar için Atakan’dan sonraki en önemli malzeme Can’dı, çünkü bu genç avukat yaşının çok genç olmasına ve fazla tecrübesi olmamasına rağmen, hiç kimsenin beklemediği bir şey yapmış ve Atakan’ın suçlu olduğunu ispatlamıştı. Ve bugün onun zafer günü olacaktı. Ayrıca, yine bugün o, Aykut Oral gibi deneyimli bir avukata karşı ikinci zaferini kazanmış olacaktı. İşte bu da yapılacak haberi daha ilginç kılıyordu. Can’ın geldiğini fark ettiklerinde, bir anda onun etrafını sardılar. Flaşlar ardı ardına patlamaya başladı. Bazılara Can’a mikrofon, bazıları da ses kaydı için teyp uzatıyorlardı. Herkes farklı bir soru soruyordu. Böyle bir kargaşaya alışık olmayan Can, Bahar’ın ailesini de yanına alarak güçlükle adliyeye girdi. Duruşmanın başlamasına daha vakit olduğu halde, duruşma salonunun bulunduğu kata çıktılar ve son durum hakkında konuşmaya başladılar. Bahar’ın ailesi çok mutluydu, güzel kızlarının katili nihai cezasını alacaktı. Bu durum da onların acılarını bir nebze de olsa hafifletiyordu. Böylece kızları mezarında rahat uyuyacak, kemikleri sızlamayacaktı. Tecrübelerinden dolayı olacakları önceden kestiren Aykut Oral, adliyeye duruşmanın başlamasına az bir vakit kala geldi. Basın mensuplarının kendisine soru sormalarına fırsat vermeden hızla adliyeye girip, duruşmanın yapılacağı salonun bulunduğu kata çıktı. Bu sırada Atakan da cezaevi arabasıyla adliyeye getirilmişti ve o da jandarmaların eşliğinde duruşmanın yapılacağı salona götürüldü. Atakan hem avukatının kendisine yaptığı telkinlerle, hem de cinayet masası dedektiflerinin kendisini sıkıştırmalarıyla Bahar’ı kendisinin öldürdüğünü itiraf etmiş ve olayı bütün ayrıntılarıyla anlatmıştı.
| 165
166 |
Onlara verdiği ifadede cinayeti planlı bir şekilde işlemediğini, işyerinden biraz dinlenmek ve sakin bir yerde müzik dinleyerek birkaç tane bira içmek için çıktığını, fakat daha sonra bundan vazgeçip Bahar’ı görmeye karar verdiğini ve yolların o saatte çok kalabalık olduğunu bildiği için arabasını garaja bırakıp motoruyla yola çıktığını söylemişti. Bir önceki gün Bahar’la tartışmışlar ve Bahar ona kendisinden ayrılmak istediğini söylemişti. Amacı onu bu düşüncesinden vazgeçirmekti. Fakat Bahar daha konuşmanın başında çok agresif bir tavır takınmış ve kendisine hakaret etmeye başlamıştı. Atakan bu hakaretlere daha fazla dayanamamış, çileden çıkmıştı. Bahar’ın kendisini aldattığından ve orada başka bir erkek olduğundan şüphelenmiş, doğruca yatak odasına gitmişti. Tabii Bahar da hemen onun arkasından yatak odasına gelmiş ve burada tartışırlarken kendisine daha fazla hakim olamayıp Bahar’ın yüzüne bir yumruk atmış ve Bahar bu darbeyle yatağın üzerine düşmüştü. O, Bahar daha aldığı darbenin şokundan kurtulamadan yatağın üstünde duran yastıklardan birini alıp onu boğmuştu. Sonra, sanki hiçbir şey olmamış gibi Bahar’ın dairesinden çıkmış ve hızla merdivenleri inerek binadan ayrılıp motoruyla oradan uzaklaşmıştı. Mübaşir, davalı ve davacıların isimlerini tek tek bağırdıktan sonra, herkes mahkeme salonuna girdi ve duruşma başladı. Duruşma bittiğinde Bahar’ın anne ve babası gözyaşları içinde, Can’la beraber duruşma salonundan çıktılar ve Atakan, jandarmaların arasında cezaevine götürülürken, gözden kayboluncaya kadar arkasından ona baktılar. Ertesi gün gazetelerin çoğunda, bu dava hakkındaki haber küçük puntolarla baş sayfada verilmişti. Bazı gazeteler ise, iç sayfalarında daha geniş yer veriyorlardı. Can artık sadece başarılı değil, aynı zamanda ünlü bir avukat da olmuştu. Ailesi ve iş arkadaşları onunla gurur duyuyorlardı. Aslında bunun gerçek nedeni onun artık ünlü bir avukat olması değil, bu davayı sonuçlandırarak katilin cezasını çekmesini sağlamasıydı.
Bu dava birçok insanın hayatını değiştirecekti. Bunlardan belki de en önemlisi Aykut Oral olacaktı. Bu davadan sonra gerçekten yaşlandığına ve artık bu mesleği bırakması gerektiğine karar verdi. Eren Can gibi yeterli tecrübesi bile olmayan çaylak bir avukata karşı ikinci defa kaybetmişti. Bu mesleği bırakıp kendisine yepyeni, farklı bir hayat kurmalıydı. Hem sorumlu olduğu küçük bir çocuğu ve onun annesi vardı. Bugüne kadar çalışarak yaptığı birikimler hayatlarının sonuna kadar üçüne yeterdi. Onun için en doğrusu emekli olmaktı… Önce emekli olup daha sonra hukuk bürosunu devretti. Sahip olduğu arazileri kat karşılığı inşaat yapmaları karşılığında anlaşarak büyük inşaat firmalarına verdi. Hülya ile evlendi. Hülya, o ve küçük çocukları müstakil bir villaya taşındılar ve mutlu bir şekilde burada yaşamaya başladılar. Hafta sonları ve yaz tatillerinde Efe de yanlarına geliyor ve onlarla kalarak küçük kardeşiyle oynuyordu. Nefise yeniden evlendiğinde o da onlarla daimi olarak kalmaya başladı ve tam bir aile oldular. Bu davadan sonra Eren Can’ın müşterileri o kadar artmıştı ki, Can hepsine vakit ayıramıyor ve genellikle, onları Filiz’e yönlendiriyordu. Haluk Bey bu gelişmelerden oldukça memnundu. Aklına hep Aykut Oral’ın kendisinden Eren Can’ı işten çıkarmasını istediği o gün geliyordu. Bunu yapmadığı için kendisiyle daha çok gurur duyuyordu. Aykut Oral da sonunda kendisini dinlemiş ve emekli olmuştu. Emekli olmasına neden olan kişi de Can’dan başkası değildi. HalukBey iyi bir avukat olduğu kadar, iyi bir tüccardı da. Ve kimin kendisine iyi para kazandıracağını hemen anlardı. Can’ın Aykut Oral karşısında kazandığı ilk davada onun iyi bir avukat olacağını ve bürosuna büyük katkı ve kazanç sağlayacağını anlamış ve bu yüzden Aykut Oral’ın isteğini reddetmişti. Eren Can şimdi ünlü bir avukat olmuştu ve onun bürosunda çalışıyordu. Eren Can o akşam büyük bir gönül rahatlığı ve mutluluk içinde gitti Elif ’i işyerinden almaya. Her akşam yaptığı gibi aynı çiçekçiye uğrayarak; Elif için güzel, kırmızı bir gül seçti. Birlikte aşk yuvala-
| 167
168 |
rına gittiler. Yemek hazırlarlarken zil çaldı. Filiz ile Nefise gelmişti. Sofrayı hazırlayıp hep birlikte yemeğe oturdular. Can onlara kazandığı davanın ayrıntılarından bahsetti. Aykut Oral’n bir kez daha kaybetmiş olması Nefise’nin çok hoşuna gitmişti. Filiz de Can’ın zekâsına ve kararlılığına hayran kalmıştı. Nefise: “Bunu kutlayalım…” dedi. Sonra neşeyle devam etti: “Hem zaten biz de buraya sizi yapacağımız kutlamaya davet etmek için gelmiştik. Ben yarın ikinci mağazayı açıyorum…” Elif şaşkın bir gülümsemeyle ona baktı. “Bu ne hız! Bu hızla gidersen, yakında mağazalar zinciri kurarsın…” Bu söz Nefise’nin o kadar hoşuna gitti ki, neşesi daha da arttı. “Allah söyletti galiba… Kim bilir belki bir gün o da olur. Hem böylece sık sık kutlama yaparız. Fena mı olur?” Filiz söze karıştı: “Önce şu kutlamayı yapalım da, diğerlerini o zaman konuşuruz.” Nefise: “Sahi yaa! Bu kutlama hepsinden daha önemli. Çünkü çift kutlama yapacağız. O gece benim de size bir sürprizim olacak.” Hanımların konuşmalarını neşeyle dinleyen Eren Can meraklı bir şekilde söze karıştı: “Sürpriz mi? Neymiş bakalım bu sürpriz?” Nefise her zamanki neşeli kahkahalarından birini patlattı. Sonra hınzırca bir gülümsemeyle: “Söylemem. Dedim ya, sürpriz işte. Ne olduğunu o zaman görürsünüz.” Elif ile Eren Can, belki bir ipucu verir diye Filiz’e baktılar. Oysa Filiz de şaşırmıştı bu sürpriz konusuna. O da onlara bakıp; “Bana hiç öyle bakmayın. Benim de hiçbir şeyden haberim yok…” dedi. Sonra, “Her şeyi kendi başına planlamış.” diye ekledi. Onların bu şaşkın hali Nefise’nin neşesini iyice arttırmıştı. Yarısına kadar şarap dolu olan kadehini havaya kaldırdı. “Sürprizim şerefine içelim,” dedi ve hep beraber kadeh tokuşturdular.
Filiz ile Nefise gece yarısına doğru ayrıldılar. Nefise hem şaraptan, hem neşeden sarhoş olmuştu. Bu yüzden arabayı Filiz kullandı ve o gece Nefise’nin dairesinde kaldı. “Hadi Elif, lütfen biraz acele et,” dedi Eren Can. Sonra, kendi kendine; “Ah şu kadınlar! Beklemeye dayanamazlar ama sanki bekletmekten de zevk alırlar…” diye söylendi. Nefise’nin evinde yapacakları kutlama için hazırlanıyorlardı. Elif hazırlandığında evden çıktılar. Nefise’nin yapacağı sürprizin merakı içindeydiler. Eren Can daire kapısının zilini çaldı. Kapıyı Nefise açtı. O akşam her zamankinden daha şık ve daha güzel görünüyor, gözleri parlıyordu. Bu gece için özel olarak hazırlandığı belliydi. Demek ki, içeride onların tanımadığı biri ya da birileri daha vardı. Nefise onları hiç bekletmeden içeri aldı ve salona götürdü. Eren Can tahmininde yanılmamıştı. Salondaki koltuklardan birinde hiç tanımadıkları bir adam vardı. Filiz ise henüz gelmemişti. ‘Eh ne de olsa, o da bir kadın…’ dedi Eren Can içinden. Belki de hala hazırlanmakla uğraşıyordu. Koltukta oturan adam, onların geldiğini görünce ayağa kalktı ve gülümsedi. “Hoş geldiniz!” dedi. Nefise neşe içinde, “İşte size sürprizim!” dedi. Her zamanki neşesiyle devam etti; “Arkadaşlar bu bey Caner… Caner, bunlar da benim en sevdiğim ve sana her zaman bahsettiğim dostlarımdan ikisi, Elif ve Eren Can. Üçüncüsü de birazdan burada olur.” Caner, Elif ve Eren Can’ın elini sıktı. “Tanıştığımıza çok memnun oldum. Nefise bana sizden çok bahsetti. Onun en yakın dostlarıyla tanışmak inanın benim için çok büyük bir onur ve mutluluk,” dedi. “O mutluluk bize ait,” diye karşılık verdi Eren Can. Onlar konuşurlarken zil çaldı. Gelen Filiz’di. Caner onu da aynı içtenlik ve kibarlıkla karşıladı. Hanımlar iki beyi salonda baş başa bırakıp mutfağa geçtiler. Yemek için hazırlık yapmaya başladılar. Nefise kendi elleriyle pişirdiği tavuğu fırından çıkarırken; “Eee, nasıl buldunuz bakalım, sürprizimi?” diye sordu. “Benden geçer not aldı…” dedi Filiz, sonra hasetle devam etti,
| 169
170 |
“Çok da yakışıklı…” “Ya sen, Elif? Sence?” “Hem yakışıklı, hem de iyi bir insana benziyor. İkiniz iyi bir çift olabilirsiniz.” Nefise, Caner hakkında yapılan bu yorumlardan çok memnun olmuştu. Can ile Caner’in ne konuştuklarını çok merak ediyordu. Acaba Can da beğenmiş miydi onu? Yemeği salondaki büyük masada yiyeceklerdi. Beylerin aralarında neler konuştuklarını öğrenmek için, masayı hazırlamak bahanesiyle salona gitti. Bu sırada Caner, Nefise’yle nasıl tanıştıklarını anlatıyordu. “Bak, güzel insan lafın üstüne gelir demişler. İşte bahsettiğimiz güzel insan da geldi.” İkisi de Nefise’ye bakıyorlardı. Üstündeki bu bakışlar ve kendisi için söylenen bu güzel sözler Nefise’yi utandırmıştı. Mahcup bir sesle: “Bakmayın bana öyle… Sanki çok uzaktan geldim… Topu topu mutfaktan geliyorum… Hem ona öyle demezler, ‘İyi insan lafın üstüne gelir’ derler.” Nefise’yi utandırdıklarını anlamışlardı. Ona gülümseyip sohbetlerine geri döndüler. “Nerede kalmıştık?” “Kimsesiz çocuklar için düzenlenen hayır gecesindeydiniz.” “Evet! Nefise’yle aynı hayır derneğine üyeydik ve henüz birbirimizi tanımıyorduk. İnanabiliyor musun? Onun gibi iyi ve onun kadar güzel bir hanımla aynı derneğin üyesiydik ama ben bu güzel hanımı hala tanımıyordum. O gece sırf Nefise’nin dikkatini çekebilmek için derneğe bir çuval dolusu para bağışladım. Doğrusu derneğin yöneticileri bağış toplaması için böyle güzel bir hanımı seçmekle çok akıllıca davranmışlar…” Nefise bir yandan masanın üzerindekileri kaldırırken bir yandan da Caner’in söylediklerini dinliyordu ve bunun için yaptığı işi ağırdan alıyordu.
“Hem güzel, hem akıllı…” diye ekledi Can. Sonra Nefise’ye bakıp gülümsedi. Onları dinlediğini anlamıştı. Nefise, Can’la göz göze geldiklerinde bu defa daha çok utandı ve masanın üzerinde kalan son şey olan kitabı aceleyle alarak hemen mutfağa gitti. Onun elindeki vazo, kitap ve dantelli örtüyü gören Filiz ve Elif şaşkın bir şekilde yüzüne baktılar. Tabii bu durum Nefise’nin yüzünün daha fazla kızarmasına neden oldu. İlk aşık olduğu erkeği karşısında görüp heyecanlanarak sakarlıklar yapan bir kız çocuğu edasıyla; “Yaa!” dedi, “Ben iyice salaklaşmaya başladım. Her saniye bir pot kırıyorum,” diye kendi kendisini şikâyet etti. “Hayır, bence sen âşıksın. Can’la birlikte olmaya başladığımız ilk günlerde ben de senin gibiydim. Hatta öyle potlar kırıyordum ki, sırf bu yüzden onun benden ayrılacağından bile korkmaya başlamıştım.” Elif hala gülüyordu ama bu defa Nefise’ye değil kendi haline gülüyordu. Filiz: “Caner’le nasıl tanıştınız?” diye sordu. “Kimsesiz çocuklara yardım etmek amacıyla düzenlenen bir gecede…” Nefise tanışma öykülerine daha yeni başlarken, Caner bitirmek üzereydi: “… Sonunda bu güzel ve akıllı hanımın dikkatini çekmiş ve onu etkilemeyi de başarmıştım. O gece telefon numarasını bile aldım. Hemen ertesi günü, bir bahane bularak ona telefon ettim. Sonraki bir hafta bir de baktık ki sık sık telefonla görüşüyoruz. Daha sonra akşam yemeklerini birlikte yemeye başladık. Bana bir giyim mağazası olduğundan ve onu işlettiğinden bahsetmişti. Ben de tam mağazacılık sektörüne atılmayı düşünüyordum fakat bu konuda hiç tecrübem yoktu. Bir akşam ona ortak bir mağaza açmayı teklif ettim. Bu işi ondan daha iyi yapacak başka birini bulamazdım. Teklifimi kabul etti…” Caner gülümsedi: “Ertesi sabah uyandığımda hem güzel bir sevgilim hem de bir ortağım vardı.” Filiz şaşkın bir halde: “Nee! Mağazayı Caner’le ortak mı açtınız?” diye sordu. “Evet. Yoksa ikinci bir mağaza açacak parayı tek başıma nasıl bulabilirdim?”
| 171
172 |
“Aşk olsun Nefise! Caner’le tanışmanızı, bir hafta boyunca telefonda görüşüp daha sonra akşamları birlikte yemek yediğinizi geçtim de, mağazayı ortak açtığınızı bile bana söylemedin…” Nefise, Filiz’e gülümsedi “Lütfen kızma Filiz. Başlarda, ortada ciddi bir şey olmadan söylemek istemedim, ama sonra hepinize sürpriz yapmak istedim.” Başını önüne eğdi. Nazlı ve üzgün bir ses tonuyla devam etti: “Suçluysam, cezam neyse çekmeye razıyım!” dedi. Onun bu hali Filiz’in çok hoşuna gitmişti: “Bir daha böyle bir şey yapacak mısın?” “Hayır, yapmayacağım!” “Söz mü?” “Söz veriyorum.” “Tamam, öyleyse seni affettik. Değil mi Elif?” “Ben affettim. Madem bir daha yapmayacak…” Nefise başını kaldırdı. Onlara bakıp,“Benim melek arkadaşlarım, iyi ki varsınız… Yoksa masayı hazırlamama kim yardım edecekti? Hadi şimdi iş başına!” dedi ve ikisinin ellerine de bir şeyler tutuşturup salonu işaret etti. Hep birlikte gülmeye başladılar. Caner’le Can da, hanımların kendilerini çekiştirdiğini düşünerek, birbirlerine baktılar ve onlar da gülmeye başladılar. Sofra tamamen hazır olduğunda hep birlikte yemeğe oturdular. Can kadehini kaldırdı: “Kadehimi Nefise ve Caner’in şerefine, ortak açtıkları mağazaya kaldırıyorum…” dedi. Kadehlerini tokuşturduktan sonra bu kez Nefise: “Ben de kadehimi Can ve kazandığı dava için kaldırıyorum. Türkiye’nin en iyi avukatının şerefine…” dedi ve kadehlerini tekrar tokuşturdular. Bir yandan yemek yiyorlar, bir yandan da neşeyle sohbet ediyorlardı. Caner onlara kendinden ve yaptığı işlerden bahsediyor, onlar da Caner’i daha yakından tanımak için ona sorular soruyorlardı. Konuşmasının sonunda Caner, Nefise’nin elini tuttu ve, “Gerisini zaten siz de biliyorsunuz. Nefise’yle tanıştık ve şimdi buradayım.”
dedi. Nefise’nin mutluluğu yüzünden okunuyordu. Eren Can bundan da cesaret alarak, Caner’e: “Ne zaman evlenmeyi düşünüyorsunuz?” diye sordu. Nefise kıpkırmızı olmuştu. Ondan böyle bir soru sormasını hiç beklemiyordu. Filiz, Elif ve Eren Can hep beraber gülmeye başladılar. Akıllarına Eren Can’ın Elif ’e evlenme teklif ettiği gece gelmişti. O zaman da bu şekilde bir kutlama yapıyorlardı ve Nefise, Eren Can’ı aynen şimdi olduğu gibi hazırlıksız yakalamıştı. Tabii Caner’in hiçbir şeyden haberi yoktu ve onların kendisine sorulan bu soruya bu kadar gülmelerine hiçbir anlam verememiş hatta biraz kızmıştı. Nefise’yle evlenmeleri fikri neden bu kadar komik olabilirdi? Nefise, Caner’in vereceği tepkiyi sezerek, utancını bir kenara bırakıp onu sakinleştirmek için hemen söze girdi: “Caner lütfen sen aldırma onlara. Can aklı sıra benden öcünü alıyor…” dedi ve hemen konuyu kısaca Caner’e açıkladı. Caner gülümsedi. “Demek ki bu grup içinde evlenme teklifleri hep bu şekildeki kutlamalarda yapılacak…” Nefise bu sözden hiçbir şey anlamamıştı. Anlaması için de çok düşünmesi gerekmedi. Çünkü Caner onun gözlerinin içine baktı ve: “Benimle evlenir misin? Biricik eşim olur musun?” diye sordu. Nefise bir an için heyecandan kalbinin duracağını sandı. Caner’e ne diyeceğini bilemiyordu. Aslında onunla evlenmeyi kendisi de istiyordu ama bu kadar acele bir karar vermeleri doğru muydu? Daha birbirlerini tam olarak tanıdıklarından bile emin değildi. Öyle bir karasızlık içindeydi ki, kendisini böyle bir durumda bıraktığı için Can’a çok kızıyordu. Bir tarafta sevdiği erkek bir tarafta da karar vermekte acele ederek hata yapacağı korkusu… Sonunda her şeyi bir kenara bırakarak kafasındaki bütün soru işaretlerini sildi ve, “Evet! Biricik eşin olurum…” dedi. Ağzından çıkan bu cümleye kendisi de inanamıyordu. Önsezileriyse doğru bir şey yaptığını söylüyordu ve o her zaman sezgilerine güvenen bir kadındı. Caner tutmakta olduğu elini öptü ve ona:
| 173
174 |
“Seni çok ama çok seviyorum!” dedi. Nefise’nin o geceki mutluluğu değil bulundukları eve, belki koca İstanbul’a bile sığmazdı. Elif, Filiz’e baktı ve gülümsedi. “Eee Filiz, sıra sende… Bakalım, sen ne zaman böyle bir kutlamada evlenme teklifi alacaksın?” dedi ve hep beraber gülüştüler. Sonra Filiz’in içine garip bir hüzün çöktü. Bu mutlu karı kocaya bakıyor, eğer evli olmak bu ise hiç de kötü bir şey değil diye düşünüyordu. Bu karı koca arasında tanık olduğu anlaşma ve yakınlık, bu sıcaklık ve içtenlik, birbirlerine karşı duydukları sevgi ve aşk onun bu evliliğe olan hayranlığını daha da arttırıyordu. Fakat bu evliliğin nasıl olağandışı koşullarla gerçekleştiğini, Can’ın rüyalarında gördüğü Melek’i nasıl beklediğini, ruhunun ebedi eşini nasıl bulduğunu düşündükçe daha çok umutsuzluğa kapılıyordu. Ve kendisinin de Elif kadar şanslı ve mutlu bir eş olacağına pek ihtimal vermiyor, bu yüzden ona karşı içinde, kendi kendisinden bile saklamaya çalıştığı bir kıskançlık duyuyordu. Kendisini, kendi hayatını düşündü. Birlikteliklerinin çoğu ya onu harap eden bir ayrılıkla ya da karşısındakini aşağılayan ilgisizliğiyle bitmişti. En mutlu olduğu an bile ikisinin arasındaki bu mutluluğun yüceliğine ulaşmaktan çok uzak kalmıştı. Zaten tanık olduğu evliliklerin hiçbiri bu kadar derin bir bağlılık ve yüce bir sevgiye sahip olmamıştı ve onun tek teselli kaynağı da işte buydu. Her erkek Can gibi ruhunun ebedi eşini aramaz ve beklemez, her kadın da Elif kadar şanslı olup da kendisini arayan ebedi ruh eşiyle buluşamazdı. Hem bu dünyada kaç tane Elif ve Can olabilirdi ki?... Çevresinde gördüğü ve tanık olduğu evliliklerin çoğu ya kötü sonla bitmişti ya da bitirmeden kötüyü yaşıyorlardı. Bir avukat olduğu için o, bu tür evliliklerle çok karşılaşmıştı ve bu gördükleri onun evlenme isteğini daha da azaltmış, hatta gerçek aşka olan inancını bile zayıflatmıştı. Ona göre aşk diye bir şey yoktu. Aşk sanılan şey yalnızca bir hevesten ibaretti. Değişen tek şey; bu heves bazı insanlarda çabuk tükeniyordu, bazılarında ise daha uzun sü-
rüyordu. Ve insanları birbirine bağlayan şey değişiyor, aşkın yerini genellikle sorumluluklar alıyordu. Bunlar bazen bir çocuk, bazen de toplumun dayattığı kurallar oluyordu… Acı bir şekilde gülümsedi ve Elif ’e, “Bilmem! İnan bunu ben de çok merak ediyorum,” dedi ve elindeki şarap kadehinden küçük bir yudum aldı… “Müstakbel gelin ve damat düğünü ne zaman yapmayı düşünüyorlar?” Soruyu soran Eren Can’dı. Filiz de konuyu değiştirdiklerine sevinerek, cevabı onlar yerine kendisi verdi: “Can, bırakalım da buna kendi aralarında, baş başa karar versinler,” dedi, sonra gülerek devam etti: “Nefise’den öcünü yeteri kadar aldın zaten. Onu daha fazla sıkıştırmana gerek yok…” Eren Can, Nefise’ye bakıp güldü ve gönlünü almak için ona göz kırptı. Nefise de ona göz kırptığında gönlünü aldığını anladı. Yemeklerini neşe içinde, sohbet ederek yediler. Gecenin sonunda, hepsi güzel bir gece geçirmiş olarak evlerine döndüler… Birkaç ay sonra yine bir araya geldiler. Bu defa, Nefise’yle Caner’in nikâhına katılıyorlardı. Nefise nikâhın çok sade bir şekilde yapılmasını istemişti. Bu yüzden nikâh çok kalabalık değildi. Yalnızca Caner’le Nefise’nin üye oldukları yardım derneğinden birkaç arkadaşları ve Caner’in çok yakın birkaç dostu katılmıştı nikâha. Damadın şahidi Eren Can ve gelinin şahidi de Filiz olmuştu. Kutlamayı da aynı günün akşamı Boğaz’daki bir restoranda hep birlikte yaptılar. Nefise, Caner’in yanına, Florya’daki evine taşındı. Efe de zaten o evlendikten sonra babasının yanında yaşamaya başlamıştı. En sonunda mutluluğu o da yakalamıştı. Şimdi Aykut Oral ile harcadığı zamana daha çok acıyor ve Caner ile daha önce karşılaşmadığına daha çok üzülüyordu.
| 175
V. BÖLÜM MELEK İLE YENİDEN KARŞILAŞMA
176 |
Eren Can ile Elif ’in evlenmelerinin ardından tam beş yıl geçmişti. Birbirlerini hala o ilk evlendikleri günkü kadar seviyorlar ve her an, daima arzuluyorlardı. Beş yıl boyunca her şey Eren Can’ın istediği gibi olmuştu. Elif ”’le hala bir çocuk yapmamışlar ve evliliklerini bir karı koca gibi değil de, birlikte yaşayan iki sevgili gibi sürdürmüşlerdi. Bu süre içinde yaşamlarında birçok değişiklikler olmuş, fakat evlilikleri bu durumdan hiç etkilenmemişti. Elif artık o modaevinde çalışmıyor, bazı ünlü giyim firmaları için yeni elbise modelleri tasarlıyordu. Son bir yıldır bu modellerin üzerinde evde çalıştığı için zamanının büyük bir bölümü evde geçiyordu. Bu yüzden de çocuk sahibi olma düşüncesi aklını daha fazla meşgul ediyordu. Sanki hiç sahip olmadığı bir çocuğun hasretini çeker gibiydi. Ah bir de çocukları olsaydı… Bu düşünce aklına gelir gelmez yüreğinin derinliklerinden gelen bir sızıyla gözleri yaşlarla dolardı.. Bir çocuğun bir aile için nasıl güçlü bir bağ olduğunu, sahip olmadan anlaşılamayacak mutluluklara eşdeğer bir başkalık, bir
yenilikle kalpleri nasıl hoşnut ve mutlu edebileceğini düşünür, düşündükçe içindeki çocuk sahibi olma arzusu daha çok artardı. Sahip olacakları bir çocuk onların yaşamını daima sıcak ve genç tutacak, onları daima mutlu kılacaktı. Kimi zaman kucağında çocuğu olduğunu hayal eder ve sanki ona söyler gibi, kendi kendine ninniler söylerdi. Daha şimdiden, sahip olacakları çocuğa söylemek için birçok ninni öğrenmişti. Onun için küçük, şirin patikler, etekler, elbiseler, hırkalar çiziyordu. Ve doğduğunda bunların hepsini ona kendi elleriyle dikecekti. Bütün işlerini bırakacak, onu kendi elleriyle büyütecek, yedirecek, içirecek ve temizleyecekti. Bütün hayatı ondan ibaret olacaktı… Eren Can ise, Haluk Bey’in bürosundan ayrılmış, Filiz’le birlikte ortak bir hukuk bürosu açmıştı. Yaklaşık üç yıl önceydi: Nefise, Caner, Filiz ve Elif ’le Can, Nefise ve Caner’in evinde yine hep birlikteydiler. Filiz ona birlikte ortak bir hukuk bürosu açmayı önermişti ve Caner’le Nefise de onu desteklemişlerdi. Ne de olsa ikisi de tecrübeli ve iyi avukatlardı ve bu işin altından da kolayca kalkabilirlerdi. Bu konuda onları maddi olarak destekleyeceklerine de söz veriyorlardı. Bunun için şartlar da çok uygundu. Atakan’ın davasından sonra, üç yıl gibi kısa bir süre içerisinde çok iyi bir çevreye de sahip olmuşlardı. Bu yüzden müvekkil bulma sıkıntıları da yoktu. Hem zaten müvekkillerinin çoğu Haluk Bey’in bürosuna da sırf onlar o büroda çalıştığı için geliyordu. Sonunda onu razı etmeyi başardılar. Ve her şey tamamlandıktan sonra, altı ay gibi kısa bir sürede hukuk bürosunu açmayı başarmışlardı. Hukuk bürosunun ismini de, ‘Adalet İçin Hukuk Bürosu’ koydular. Başlarda onlarla beraber çalışan yalnızca üç avukat daha varken, şu anda bu sayı dokuza yükselmişti. İşleri çok yoğundu ve çok da iyi para kazanıyorlardı. Filiz henüz evlenmemişti. Yaşı oldukça ilerlemiş olmasına rağmen hala bir umutla kendisini bulacak olan ruh eşini bekliyordu. Son birkaç yıl içerisinde doğru insanı bulduğunu sanmış, birlikte olduğu erkeklerin bazılarının ruh eşi olduğu yanılgısına kapılmış
| 177
178 |
fakat her seferinde hüsrana uğrayarak acı çekmişti. Oysa artık hiç acı çekmiyordu. Sanki acıya karşı bir bağışıklık, daha doğrusu bir alışkanlık kazanmıştı. Şimdi o erkeklerle gönül eğlendiriyordu. Eğer karşısındakinin hayal ettiği ruh eşi olmadığını anlarsa, hiçbir mazeret öne sürmeye gerek duymadan o ilişkiyi bitiriyor ve sanki eski acılarının öcünü almış gibi bundan büyük bir zevk duyuyordu. Belki de Can’ın ortağı Filiz değil de onun kadar güzel ve bekar olan başka bir kadın olsaydı, Elif, Can’ı kıskanır, ve onun bu kadınla ortak olmasına elinden geldiği kadar engel olmaya çalışırdı. Ama Filiz, ikisinin de en yakın arkadaşlarından ve daha da ötesi, dostlarından biriydi. Elif, Filiz’le ilk tanıştığı sıralarda onun Can’a karşı duygusal bir yakınlık beslediğini sanmış ve çok geçmeden bu konuda yanıldığını anlamıştı. Onun şimdiye kadar neden evlenmediğini çok merak ediyordu. Bunu birkaç kez ona sormuştu ama hep kaçamak cevaplar almıştı. Filiz ona her seferinde doğru insanı beklediğini söylemişti ama bu doğru insan onun karşısına bir türlü çıkmamıştı. Bazen eğer kendisi Can’la tanışmasaydı ve şimdi evli olmasalardı acaba Can, Filiz’le mi evlenirdi diye merak ettiği de oluyordu. Bu düşünce kimi zaman onu çok eğlendirirdi, kimi zaman da ikisi hakkında böyle bir şey düşünebildiği için kendisine şaşar ve kızardı… O gün; Eren Can Küçükçekmece Adliyesi’ndeki bir duruşmaya yetişmek için Murat’ın dedektiflik bürosundan çıktı ve hızla yola koyuldu. Duruşma için bütün hazırlıklarını tamamlamıştı ve dedektif Murat’tan aldığı bu bilgiyle her şeyi ispatlayacak ve bu, davanın son duruşması olacaktı. Ne yazık ki, Murat’ın bu bilgiye ulaşması çok zor olmuş ve ancak şimdi bunu Eren Can’a bir belge olarak verebilmişti. Onun da bir an önce adliyeye gidip duruşmaya yetişmesi gerekiyordu. Dışarıda şiddetli bir yağmur yağıyordu, bu yüzden de yollar çok kaygandı ve silecekler çalışmasına rağmen, şiddetli yağan yağmurdan dolayı yol zorlukla görünüyordu. Eren Can o gece çok kötü bir kâbus görmüştü… Kâbusunun
başkahramanı da Tolga’ydı. Oysa onu uzun zamandır düşüncelerinden ve hatta hatıralarından bile silmişti. Sanki öyle birisini hiç tanımamış gibiydi. Birkaç yıldır yüreğinde hiçbir şekilde vicdan azabı çekmiyordu. Fakat o gece rüyasına girmiş, onun kabusu olmuştu. Rüyasında onu öldürmek için götürdüğü ıssız, karanlıkta içkilerini yudumladıkları yerdeydiler. Fakat bu defa rolleri değişmişlerdi. Eren Can sarhoş olmuş ve Tolga’nın hareketlerini büyük bir uyuşukluk ve endişeyle izliyordu. Ne yapmak istediğini seziyor ama bunu engellemek için hiçbir şey yapamıyordu. Tolga ona vahşi bir gülümsemeyle bakıyor ve konuşuyordu. “Senin benden çaldığın şeyi, Elif ’i geri alacağım. O sonsuza kadar bana ait olacak… Sen git o aptal meleğini aramaya devam et. Belki cehennemde buluşursunuz…” diyordu. Sonra, onun yaptığı gibi, bir paketteki uyuşturucuyu tatlı kaşığına benzer bir şeye dökerek çakmakla ısıttı. Erimiş olan sıvı haldeki uyuşturucuyu biraz soğuttuktan sonra bir şırıngaya boşalttı ve onun koluna enjekte etti. Bir anda gözleri kararmıştı ve seçebildiği son şey, Tolga’nın Elif ’i kolundan tutup sürükleyerek götürdüğüydü… Sabah ter içinde uyandığında Elif bu duruma çok şaşırmıştı ve merakla ona bakarak ne olduğunu kendisine anlatmasını bekliyordu… Elif ’e yalnızca bir kâbus gördüğünü söyledi. Fakat ne gördüğünü hatırlamıyordu… Elif ona gülümsedi ve yanağına bir öpücük kondurup: “Neyse, zaten ne gördüğünün bir önemi yok. Kötü bir kâbustu ve geçti,” diyerek onu biraz olsun neşelendirmeye çalıştı. Zorlukla görünen yolda, aniden, bir aracın önünde durduğunu fark etti. Aslında genç bir hanımın kullandığı bu araç arızalanmış ve birkaç dakikadır orada öylece hareketsiz duruyordu. O ise bunu son anda fark etmişti. Güçlü bir refleksle hemen frene bastı. Fren boştaydı! Neden sonra hatırladı; arabanın periyodik bakımını yaptırması gerekirken, o hep bunu sonraya bırakmış ve bütün dikkatini işinin üzerine yoğunlaştırdığı için unutmuştu. Şimdi ise kaçınılmaz sonla yüz yüzeydi. Saniyenin onda biri kadar bir sürede karar verip
| 179
180 |
direksiyonu sağa kırdı, fakat bu onun son hızla önündeki aracın sağ kaputuna çarpmasını engelleyemedi. Bu hareketi belki yolun ortasında arızalanarak durmuş arabanın içindeki genç hanımın hayatını kurtarmıştı ama kendisi için daha vahim bir olaya yol açmıştı ve bu çarpmanın etkisiyle aracı yerden yükselerek birkaç takla attı ve feci bir şekilde yere çarparak bir süre sürüklendikten sonra yoldan çıkıp yolun kenarındaki aydınlatma direklerinden birine çarparak ancak durabildi. Eren Can gözünü açtığında masmavi bir gökyüzü gördü ve birden o maviliğin içinde bir ışık belirdi. Bu ışık büyüdü, büyüdü ve ışığın içinde geniş bir boşluk oluştu. O ise hiçbir tepki vermeden bu ışığa ve ışığın içinde oluşan geniş boşluğa bakıyordu. Boşluğun içinden bir melek çıktı. Görür görmez tanımıştı bu meleği. Bu melek onun rüyalarında gördüğü ve ruhunun ebedi eşi olduğuna inandığı Melek’ti! Ellerini uzatmış, gülümseyerek onu ışığın içine çağırıyordu… Onun peşinden gitmek için büyük bir istek duydu… Fakat sonra aklına Elif geldi. Onu kendi canından bile çok seven; kendisinin de yaşadığı bu dünyada tek sevdiği, âşık olduğu kadın… Eğer onunla giderse Elif ’i bir daha göremeyeceğini düşündü ve işte o anda kararını verdi. Arızalanan arabanın içindeki genç hanım başta olmak üzere, kazayı gören herkes büyük bir şaşkınlık ve dehşet içinde kaldılar. Yalnızca birkaç saniyede gözlerinin önünde gerçekleşen bu feci kazayı belki de hiçbir zaman unutamayacaklardı. İlk şaşkınlık ve dehşet anını atlattıktan sonra hemen telefonlarına sarılıp acil yardım ve ambulans çağırdılar. Kazaya tanıklık edenlerden biri olan orta yaşlı bir adam, telefona çıkan hanıma hemen kazanın yerini, zamanını ve şeklini söyledi. Birkaç dakika sonra bir ambulans geldi. Onun hemen arkasından da itfaiyenin kurtarma ekibi ve trafik polisleri… Şans eseri kazanın gerçekleştiği yerin çok yakınında özel bir hastane vardı ve bu ambulans oradan gelmişti. Kurtarma ekibi hiç vakit kaybetmeden, hurdaya dönmüş aracın
içindeki –eğer yaşıyorsa– yaralıyı kurtarmak ve araçta sıkıştığı yerden çıkarmak için büyük bir dikkatle ve var güçleriyle çalışmaya başladılar… Yarım saat sonra hurdaya dönmüş aracın içindeki şâhısı zorlukla çıkartabilmişlerdi. Hala yaşıyordu! Ona ilk müdahaleyi ambulansta bulunan uzman sağlık ekibi yaptı ve yaraları çok ağır olduğu için onu hemen en yakındaki tam teşekküllü bir devlet hastanesine götürdüler…
| 181
ATEŞ DÜŞTÜĞÜ YERİ YAKAR
182 |
Filiz yeni aldığı dava hakkındaki dosyaları inceliyordu. Telefon çaldı. Sekreter ona hastaneden çok acil bir durum için kendisiyle görüşmek istediklerini söyledi ve hemen telefonu bağladı… “Hayır, olamaz!” diye bir çığlık attı Filiz. Bürodakiler onun verdiği bu tepki karşısında çok şaşırmışlardı. “Eren Can olduğundan emin misiniz?” diye sordu çaresizlik içinde. Sonra elleri titreyerek hastanenin adını ve adresini yazdı. Çabucak hazırlanıp, telaş içinde bürodakilere: “Eren Can çok kötü bir trafik kazası geçirmiş, ağır yaralı bir halde hastaneye kaldırmışlar. Ben oraya gidiyorum!” dedi ve kendini hemen dışarı atıp arabasına bindi ve hızla hastaneye doğru yol aldı. Bir yandan son sürat hastaneye giderken, diğer yandan da kafasını toplamaya çalışıyordu. Aklına Elif geldi. Acaba ona da haber vermişler miydi? Yoksa ilk önce ve en kolay hukuk bürosuna mı ulaşmışlardı? Cebinden telefonunu çıkardı ve Elif ’i aradı. Çiseleyen yağmur yavaş yavaş şiddetini arttırarak sağanak halini almaya başladı. Yağmurun cama vururken çıkarttığı seslerin arttığını duyan Elif, hemen oturduğu koltuktan kalkarak, doğruca salonun camına gitti ve perdeyi aralayarak sağanak halinde yağan
yağmuru seyretmeye koyuldu. Çocukluğundan beri bunu yapmayı çok seviyordu. Zamanla, Eren Can da onun bu tutkusunu fark etmiş ve bir gün ona bunun nedenini sormuştu. O da, Eren Can’a yağmurun yağarken güzel ve romantik olduğunu, çünkü yağdıktan sonra suyun yerinde durmadığını, akıp gittiğini, karın ise yağdığında güzel ve romantik olduğunu, çünkü kar tanelerinin yerde birikerek çok güzel, beyaz ve saf bir görüntü oluşturduğunu, bu yüzden de yağmuru yağarken, karı ise yerde birikip her yer bembeyaz olduğunda seyretmeyi çok sevdiğini söylemişti. Elif bunları düşünürken yağmur şiddetini iyice azaltmış ve tekrar çiseleyerek yağmaya başlamıştı. Aklına Eren Can’a âşık olduğu ilk gün geldi. O gün de aynı bugün olduğu gibi aylardan Nisan’dı ve bu şekilde yağmur yağıyordu. Ailesiyle kahvaltı yaptıktan sonra yağmurun sağanak halinde yağmaya başladığını anlayınca yağışı izlemek için hemen cama koşmuş ve camdan dışarı baktığında aniden Eren Can’la göz göze gelmişler ve onu hemen tanımıştı. Kendisini yeniden görebilmek için böyle bir şey yapması çok hoşuna gitmiş ve yüreğini bir sıcaklığın sardığını hissetmişti. Ve şu anda, o gün camdan dışarı baktığında göz göze geldiği adamla evliydi, hem de aşkla dolu beş yıl boyunca. Elif bir defasında aşkın ömrünün beş yıl olduğunun söylendiğini duymuştu. Ona göre bu çok yanlış bir sözdü. Çünkü onlar birbirlerine âşık olalı beş yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen, hala birbirlerine deli gibi âşıktılar. Belki de bunun sebebi ikisinin ruh eşi olmalarıydı. Eren Can bunu kendisine ilk söylediği günden beri buna bütün kalbiyle inanıyordu. Aşklarında eksik olan tek şey, aşklarının meyvesiydi. Elif evlendikleri günden beri bir çocuk yapmayı çok istiyordu ama Eren Can bugüne kadar çeşitli bahanelerle buna karşı çıkmıştı. Ama artık başka bir bahane duymak istemiyordu. Çok yakında onunla bu konu hakkında tekrar konuşacak ve bu defa onu kesinlikle ikna edecekti. Ah bir de bebekleri olsaydı… Bir bebek ki hayatın mucizesi, Tanrının insana verebileceği en güzel hediye…
| 183
184 |
Bu düşünce aklına gelir gelmez, her zaman olduğu gibi yüreğinin derinliklerinden gelen bir sızıyla gözleri yaşlarla dolmuştu. Bir çocuğun bir aile için nasıl güçlü bir bağ olduğunu, sahip olmadan anlaşılamayacak mutluluklara eşdeğer bir başkalık, bir yenilikle kalpleri nasıl hoşnut ve mutlu edebileceğini düşünüyor ve düşündükçe içindeki çocuk sahibi olma arzusu daha çok artıyordu. Sahip olacakları bir çocuk onların yaşamını daima sıcak ve genç tutacak, onları daima mutlu kılacaktı... Telefonun sesiyle irkildi. Arayan Eren Can olmalıydı. Perdeyi çekti ve telefona doğru ilerledi. Avizeyi kaldırıp, “Alo…” dedi. Karşıdaki ses bir kadın sesiydi ve telaşlıydı. Arayan Filiz’di. “Elif, benim Filiz! Can… Can çok kötü bir kaza geçirmiş… Ve şu anda hastanede, yoğun bakımdaymış... Sana hemen adresi veriyorum…” Elif haberi alır almaz elinde olmadan bir çığlık attı ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Bir yandan da güçlükle, Filiz’in söylediklerini anlamaya çalışıyordu. Elleri titreyerek hastanenin adresini yazdı. Konuşamıyordu. Telefonu kapatmadan önce duyabildiği tek cümle; Filiz’in: “Nefise’ye de haber verip, ben de hemen geliyorum…” dediğiydi. Çantasını kaptığı gibi kendini dışarıya attı. Arabasına binip hastanenin yolunu tuttu. Arabayı deli gibi sürüyordu ama şu anda bunun hiçbir önemi yoktu. Hastaneye ulaşana kadar ilahi bir güç onu kaza yapmaması için korumuştu sanki. Hastaneye ulaştığında, hemen arabasını park edip içeri girdi. Danışmaya, yoğun bakım ünitesini ve Eren Can’ın nerede olduğunu sordu. Merdivenleri hızla çıkarak odanın bulunduğu kata çıktı. Telaşla Eren Can’ın yattığı odayı ararken arkasından birinin seslendiğini duydu, arkasını döndüğünde; Filiz’in de hemen arkasından hastaneye gelmiş olduğunu gördü. O da kendisi gibi ağlıyordu. Koşarak yanına geldi ve ona sarıldı. “Canım! Üzülme lütfen. Eminim Can bunu atlatacaktır. O çok güçlü bir insan…” Elif, Filiz’e cevap vermek istedi, fakat bunu yapacak gücü ken-
dinde bulamadı. Yalnızca ağlayarak, ona daha sıkı sarıldı. Eren Can’ın odasını bulmuşlardı ama yoğun bakımda olduğu için içeri kimseyi almıyorlardı. Beklemekten ve onun için dua etmekten başka yapabilecekleri bir şey yoktu. Oturup beklemeye başladılar. Yarım saat sonra Nefise de geldi yanlarına. Filiz kendisini aradığında Bostancı’daydı ve hemen yola çıkmış, ancak gelebilmişti. Telaşla, “Can’ın durumu nasıl?” diye sordu. Ona Filiz cevap verdi: “Henüz biz de tam bilmiyoruz. Hala yoğun bakımda tutuyorlar.” Nefise, Elif ’in yanına oturdu ve onu teselli etmek için sarıldı. O anda gözyaşlarına daha fazla hâkim olamadı ve kendini koyuvererek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bu üç kadın da bugün olanlara hala inanamıyorlardı. Eren Can’ı ameliyathaneye götürmek için yoğun bakım odasından dışarı çıkardılar. Elif onu sedyenin üzerinde, kollarında serumlar bağlanmış, saçları ameliyat için tamamen kesilmiş, gözleriyle dudakları şişmiş, mosmor olmuş ve üzerine kanlar içinde bir örtü örtülmüş halde görünce kendini tamamen kaybetti ve yere yığıldı. Filiz’le Nefise onu güçlükle kaldırıp duvara dayalı olan sandalyelerden birine oturttular. Bu sırada Eren Can ameliyathaneye götürülmüş ve ameliyat başlamıştı. Asırlar gibi uzun süren iki saat. Zaman sanki durmuş, geçmemekte inat ediyordu. Üç kadının da onunla tanıştıkları günden beri, bugüne kadar birlikte yaşadıkları anlar, ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçiyor ve onlar da hiç konuşmadan bu şeritlerin geçişini izliyorlardı. İkinci saatin sonlarına doğru bir doktor ameliyathaneden çıktı ve yanlarına geldi. “Merhaba. Çok geçmiş olsun. Siz hastanın yakınları olmalısınız…” Nefise hemen söze girdi, perişan haldeki Elif ’i göstererek: “Bu hanım onun eşi, biz de dostlarıyız. Durumu nasıl? Lütfen bize bir şeyler söyleyin!” “Başarılı bir ameliyat geçirdik. Hastamız beyin travması ge-
| 185
186 |
çirmiş. Ayrıca kaburgalarında birkaç tane ve sağ bacağında da iki tane kırık var. Bir ya da iki hafta yoğun bakımda kalabilir. Ama hiç endişeniz olmasın, yaşayacak. Çok ağır bir kaza geçirdiği için, doğal olarak kendine gelmesi biraz zaman alacaktır.” Üç hanım da derin bir nefes aldılar. Elif hala ağlıyordu ve yüreğindeki sevinçle üzüntü birbirine karışmıştı. Bir süre sonra Eren Can’ı ameliyathaneden çıkarıp bir üst katta kendisi için hazırlanan odaya yatırmak için sedyeyle asansöre bindirdiler. Kafası sargılar içindeydi ve yüzünün yalnızca çok az bir kısmı görünebiliyordu; morluklar ve şişler yüzünden neredeyse tanınamaz haldeydi. Filiz’in aklına henüz Can’ın ailesine haber vermedikleri geldi. Yaşadığı şoktan dolayı yalnızca Elif ’e haber vermeyi akıl edebilmişti ve içinde bulundukları duygu yoğunluğu nedeniyle Can’ın ailesine haber vermek akıllarına gelmemişti. Hemen ailesini arayıp onlara Can’ın feci bir kaza geçirdiğini; şu anda hastanede yattığını ama neyse ki hayati tehlikeyi atlattığını söyledi. Hastaneye geldiklerinde Eren Can’ın annesi hemen perişan haldeki gelininin yanına gitti ve ona sarıldı. İki kadın da birbirlerinden destek almak istercesine sımsıkı sarılmışlar ve ağlıyorlardı. Bu sırada babası da oğlunun son durumu hakkında bilgi almak için doktorla görüşmeye gitmişti. Ali Bey yanlarına geldiğinde, Eren Can’ın son durumu hakkında ondan bilgi aldılar. Şu anda onun yoğun bakımdan çıkıp kendisine gelmesini beklemekten başka çareleri yoktu. Karmakarışık duygular içindeydiler; yaşadığına mı sevinecekler, yoksa şu andaki durumuna mı üzülecekler, bilemiyorlardı. Ali Bey, Elif ’i eve götürdü. Perişan bir haldeydi ve bugün yaşadıklarından dolayı çok yıpranmış, bitkin düşmüştü. O gece, Eren Can’ın yanında annesi kalacaktı. Filiz ve Nefise de bir süre sonra evlerine gittiler.
Ertesi gün Elif sabah erkenden hastaneye gitti. Eren Can hala derin uykusundaydı. Odasında, yaşam ünitesine bağlı olarak yatıyordu. Yavaşça odanın kapısını açtı ve içeri girdi. Gül Hanım, Can’ın yattığı yatağın karşısındaki ikili koltukta, üzüntüsünden bitkin düşmüş bir halde uyuyakalmıştı. Sabaha kadar gözüne uyku girmemişti. Elif yavaşça kaynanasının omzuna dokundu ve hafif bir şekilde sarsarak: “Anne! Çok bitkin ve yorgun görünüyorsun. Lütfen eve gidip biraz dinlen. Can’ın yanında ben kalırım…” dedi. Gül Hanım kısık bir sesle: “Haklısın kızım…” diyebildi. Zorlukla ve Elif ’in yardımıyla ayağa kalktı. Elif onu hastanenin önündeki durakta bekleyen taksilerden birine bindirdi. Taksi gözden kaybolduktan sonra geriye döndü ve tekrar Eren Can’ın yanına gitti. Başucunda durup alnını şefkatle okşadı. Bütün bu olanlara hala inanamıyordu. Daha dün Can’ı çocuk sahibi olmaya ikna etmeyi düşünürken şimdi düşünebildiği tek şey Tanrının onu kendisine bağışlaması ve eski, mutlu ve sağlıklı günlerine dönebilmeleriydi. Yeşil gözlerinden yanağına doğru süzülen gözyaşlarına engel olamadı. Odanın kapısı yavaşça açıldı ve koyu renk gözlü, esmer, orta boylu bir hemşire içeri girdi. Eren Can’ın bitmekte olan serumunu değiştirmek için gelmişti. Elif ’i o şekilde, yatağın başında, hastanın elini tutmuş ağlarken görünce yüreği cız etti. Kısık bir sesle: “Günaydın…” dedi. Elif ona bakıp, yavaşça gözkapaklarını indirip kaldırarak karşılık verdi. Konuşacak hiç gücü yoktu. Zaten konuşmaya kalksa kendini daha fazla tutamaz ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlardı. Hemşire bunu sezmişti ve o da hiç konuşmadan serumu değiştirip, yine kısık bir sesle: “Geçmiş olsun…” dedi ve odadan ayrıldı. Elif, Eren Can’ın yattığı yatağın yanına diz çöktü ve elini tutup kendi yanağına koydu. Yanında olduğunu hissetmesini ve varlığından güç almasını istiyordu. Oysa Eren Can derin uykusundayken bile, gördüğü düşlerde
| 187
188 |
her an onunla birlikteydi. İşte aynen şu anda da olduğu gibi… Rüyasında bir buz pistinin üzerinde, ayaklarında patenlerle dans ediyorlardı. İsmini hatırlayamadığı ünlü bir bestecinin konçertosu çalıyordu. Elif bembeyaz giyinmişti ve buz pistiyle tam bir birliktelik oluşturmuştu. Müzik hızlandığında onlar da hızlanıyorlar, müzik yavaşladığında ise birbirlerine sarılarak dans ediyorlardı. İkisi de o kadar mutluydular ki, bu anın sonsuza dek sürmesini istiyorlardı. Bir an için Eren Can’ın gözüne; pistin dışında, onları izleyen birisi takıldı. Dikkatli baktığında kendilerini izleyenin bir kız olduğunu fark etti. Hem dans ediyordu, hem de bu kızın kim olduğunu anlamaya çalışıyordu. Evet, bu oydu işte! Melek! Rüyalarında gördüğü güzel kız. Yalvaran gözlerle onu çağırıyordu. Ama o gerçek meleğini bulmuştu ve şu anda da onunla dans ediyordu. Bu melek Elif ’ti. O ise bir defasında onu Elif ’ten ayırmaya çalışmış ve Elif ’siz bir sonsuzluğa çağırmıştı. Eren Can biliyordu ki, eğer rüyalarında gördüğü Melek’le giderse Elif ’i bir daha asla göremeyecekti. O ise seçimini yapmış, Elif ’i seçmişti. Rüyalarında gördüğü Melek’i değil, Elif ’i istiyordu. Birden müzik kesildi ve ikisi de durdu. Elif ancak o zaman fark edebilmişti; pistin dışındaki, kendilerini izleyen güzel kızı. Bu kızı daha önce hiç görmemişti ama Can’la aralarında çok güçlü bir bağ olduğunu hemen sezmişti. Bu güzel kız yalvaran gözlerle Can’a bakıyordu. Kısık bir sesle, Can’a, “Bu o mu?”diye sordu. Eren Can gözünü Melek’ten hiç ayırmadan: “Evet!” dedi. “… Melek!” Elif elini Can’ın yanağına koydu ve dudaklarına bir öpücük kondurdu. Öpüşmeye başladılar… Durup tekrar Melek’e baktıklarında onun yerinde olmadığını, gitmiş olduğunu gördüler… Elif bir elin omzuna dokunduğunu hissetti. Gözlerini açtı ve başını Eren Can’ın elini tuttuğu elinin üstünden kaldırdı. Uyuyakalmıştı… Gözyaşlarının ıslattığı yanağı hala ıslaktı. Geriye döndüğünde, gelenin Filiz olduğunu gördü. “Hoş geldin Filiz…”
“Sağ ol Elif. Can’ın durumu nasıl?” “Hala yoğun bakımda tutuyorlar. Doktor durumunun iyiye gittiğini söyledi. Çok güçlü bir bünyesi varmış. Birkaç güne kadar tehlikeyi tamamen atlatacağını ve onu başka bir odaya alacaklarını söyledi.” “Bunu duyduğuma çok sevindim. Peki ya sen nasılsın? Sen de çok harap oldun…” “Can’ın durumu iyiye gittikçe ben de daha iyi oluyorum…” Filiz bir süre Can’a baktı. Kafası tamamen sargılı olduğu için yalnızca yüzünün bir kısmı görülebiliyordu. Morluklar ve şişlikler yüzünden tanınmayacak bir haldeydi. Üzerine beyaz bir çarşaf örtülmüştü ve yalnızca serum takılı olan kolu çarşafın dışındaydı. Gözyaşlarının yanaklarını ıslattığını fark etti ve Elif ’ten gizlemek için hafifçe yana dönüp gözyaşlarını sildi. Buraya Elif ’e moral vermeye ve ona destek olmaya gelmişti. Ağlayarak onu daha da hüzünlendirmek istemiyordu. Oysa Elif’in onun ağladığını fark etmesi çok zordu. Çünkü tüm düşünceleri ve dikkati Can’ın üzerindeydi… Eren Can’ın durumu günler geçtikçe daha iyiye gidiyordu. Filiz ve Nefise günde birkaç kez onun ziyaretine geliyorlar ve Elif’e destek olmaya çalışıyorlardı. Birkaç gün sonra Eren Can hayati tehlikeyi tamamen atlatmış ve başka bir odaya alınmıştı. Yoğun bakımdan çıkmıştı ama aldığı ilaçların tesiriyle yarı baygın yatıyordu. Konuşulanları anlıyor ama cevap vermekte zorluk çekiyordu. Artık ziyaretçileri de hiç eksik olmuyordu. Hukuk bürosunda beraber çalıştığı ve tanıdığı diğer avukatlar, eski patronu Haluk Bey, eski müvekkilleri ve uzun zamandır görüşemediği akrabaları onu ziyarete geliyorlardı. Tam on gün bu şekilde su gibi akıp geçti. Bu süre içinde Eren kendisi iyice toparlamıştı. On birinci günün sabahında, Eren Can’ın doktoru, kendisiyle özel görüşmek için Elif ’i odasına çağırdı. Elif, Nefise’yi Can’ın yanında bırakarak hemen doktorun odasına gitti. Kapıyı çalıp içeri girdi. Doktor yerinde oturmaktaydı, Elif de karşısındaki koltuğa oturdu. Ve doktor konuşmaya başladı:
| 189
190 |
“Elif Hanım, sizin de bildiğiniz gibi Can Bey’in durumu günden güne daha iyiye gidiyor. İlk geldiğiniz gün size söylemek istemedim ama doğrusunu isterseniz o feci kazadan sonra Can Bey’in yaşayacağı konusunda, çok ufak da olsa bazı endişelerim vardı. Neyse ki kendisinin çok güçlü bir bünyesi var. Kısa zamanda hayati tehlikeyi atlattı ve kendini topladı. Şu durumda hastanede daha fazla kalmasına hiç gerek yok. Yarın kendisini taburcu edip eve göndermeyi düşünüyorum…” Elif duyduklarına inanamıyordu. Geride kalan o kötü günlerden sonra sonunda yeniden Eren Can’la birlikte aşk yuvalarına gidebileceklerdi. Öyle mutluydu ki doktora ne söyleyeceğini bilemiyor, sözcükler heyecandan boğazına düğümleniyordu. Fakat her şey Elif ’in düşündüğü kadar tozpembe değildi. Ve yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. O, bunu ancak, doktorun yüzüne baktığında ve onun gözlerini devamlı kaçırarak, bakışlarını masanın üzerinde duran dosyalara yoğunlaştırdığını gördüğünde fark edebildi. Doktor konuşmaya devam etti: “Bunu size nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum… İlk görüşmemizde size eşinizin beyin travması geçirdiğini, kaburgalarında birkaç tane ve sağ bacağında da iki tane kırık olduğunu söylemiştim...” “Evet.” “Yaptığımız son muayeneler sonucunda, bunların dışında ayrıca eşinizin omuriliğinin zedelendiğini ve sinir sisteminin bir bölümünün bir daha iyileşemeyecek şekilde zarar gördüğünü tespit ettik…” “Yani?” Elif ’in gözlerinde yanan ışık sönmüş, yerini dipsiz bir karanlığa bırakmıştı. Doktorun ses tonu sanki biraz sonra başlarına gelecek felaketin habercisiydi. Doktor kendini zorlayarak Elif ’e baktı ve: “Eşinizin belden aşağısı felç oldu. İnanın, iyileşebilmesi için küçücük bile olsa bir umut olmasını çok isterdim. Ama ne yazık ki hiçbir umut yok ve ben size boş yere ümit vermek istemiyorum.
Bu duruma ikiniz de kendinizi en kısa zamanda alıştırmalısınız…” Bütün dünya sanki Elif ’in başına yıkılmıştı. Hıçkırarak ağlamamak için kendisini zor tutuyordu. Sessizce ağlamaktan ise kendini alıkoyamadı. Bu nasıl bir kaderdi böyle? Yaşadıkları ilk felaketi atlatamadan ikincisini yaşamaya başlıyorlardı. Her şey bir kâbus gibi çökmüştü aşklarının üstüne… Oysa birlikte yaşayacakları güzel günler olmalıydı önlerinde… Peki ya Can nasıl kabullenecekti bu durumu? Nasıl alışacaktı felçli bir yaşam sürmeye? Buna dayanabilir miydi? Elif, doktorun odasından güçlükle çıkabildi. Dizlerinin bağı çözülmüştü sanki. Bacakları tutmuyordu. Biraz ilerideki lavaboya zorlukla ulaşabildi. İçeri girdi ve kapıyı kapattı. Kendini daha fazla tutamayıp yere oturdu ve sessiz hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Ağlamak onu oldukça rahatlatmıştı. Nefise’nin kendisini merak edebileceğini düşünerek kendini toparlamaya çalıştı. Elini yüzünü bol suyla yıkayıp, soğuk suyla saçlarını ıslattı. İçeri girdiğinde Eren Can uyanmıştı. Nefise her zamanki neşeli haliyle ona bir şeyler anlatıyordu. Eren Can kapının açıldığını duyunca gözlerini kapıya çevirmişti. Elif ’i görünce gözleri parladı, yüzünde bir tebessüm belirdi. Nefise konuşmaya o kadar dalmıştı ki, Elif ’in içeri girdiğini ancak kapıyı kapattığında fark edebildi. Elif ’e dikkatli baktığında, yüz ifadesinden yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu anladı ama Eren Can uyanık olduğu için ve onun yanında sormak istemediğinden dolayı hiçbir şey söylemedi. Elif ’e gülümseyip tekrar Eren Can’a döndü ve anlatmaya devam etti. Elif, Eren Can’a gülümseyerek yanağına bir öpücük kondurdu. Neşeli görünmek için kendisini zorlayarak: “Uyandın mı canım! Ben de şimdi doktorun yanından geldim. Yarın seni taburcu edecek ve birlikte evimize gideceğiz…” dedi. Eren Can bu haberi duyunca çok heyecanlandı. Gülümsedi ama bu defa gülümsemesi yüzünde daha derin hatlar oluşturmuştu. “Sonunda bu dört duvar arasındaki odadan kurtulacağım!” dedi. Nefise, Elif ’in söze başlamasını beklemeden söze girdi:
| 191
192 |
“Eee! Sen artık yakında açacağımız mağazanın açılışına da gelirsin…” dedi ve neşe içinde konuşmaya devam etti: “Bak, sana söz veriyorum, oranın açılışını sen yapacaksın!” Nefise neşe içinde konuşuyordu ama bir yandan da Elif ’in Can’dan bir şeyi saklamaya çalıştığını sezdiği için, bunun ne olduğunun merakı içindeydi. Biraz sonra bir hemşire içeri girdi. Onlara gülümseyerek: “Merhaba,” dedi. Sonra Eren Can’a bakıp, şefkatli bir sesle: “Hastamızın son durumu nasıl, bir kontrol edelim.” dedi ve önce serumuna baktı, sonra da nabzını ölçtü. Aynı tatlılıkla: “Maşallah taş gibisiniz,” dedi ve gülümseyerek odadan ayrıldı. Hemşire ayrıldıktan biraz sonra Eren Can yeniden uykuya daldı. Nefise bunu fırsat bilerek, Elif ’e: “Biraz dışarı çıkalım mı?” diye sordu. Elif başını “Evet,” anlamında salladı ve birlikte odadan çıktılar. Nefise: “Kötü bir şey mi oldu?” diye sordu. Elif kendini daha fazla tutamayarak ağlamaya başladı ve gözyaşları içinde Nefise’ye, doktorun kendisine söylediklerini kelime kelime anlattı. Nefise, “Ağlama lütfen!” diyerek Elif ’e sarıldı. Ama şimdi kendisi de ağlıyordu. Hayat neden bu kadar zalimdi? Neden seven insanlar her zaman bir şekilde acı çekmek zorundaydılar? Nefise bir yandan Elif ’i teselli etmeye çalışırken, bir yandan da bunları düşünüyordu. Ertesi gün, Ali Bey ve Gül Hanım sabah erkenden hastaneye geldiler. Onlar gelince Elif evlerini Eren Can’ın dönüşüne hazırlamak amacıyla eve gitti. Eren Can bir süre daha yatmak zorundaydı. Bu yüzden oturma odasındaki çekyatı açtı ve üzerine temiz bir çarşaf serdikten sonra onun üzerine de bir battaniye örttü. Odayı güzelce topladıktan sonra mutfağa gitti. Ne de olsa Eren Can istediği gibi yemek yiyebiliyordu artık. Kim bilir nasıl da özlemişti ev yemeklerini… Önce güzel bir yayla çorbası pişirdi, ardından Eren Can’ın en sevdiği yemek olan etli bamya yaptı. Salata da yapacaktı ama daha gerekli malzemeleri dolaptan çıkartmaya kalmadan kapı zilinin çaldığını işitti. Saatine baktı. Zaman ne kadar çabuk geçmişti. Eren Can’ı
getirmiş olmalıydılar. Hemen gidip kapıyı açtı. Gelenler Nefise’yle Filiz’di. Elif ’e yardım etmek için daha erken gelmeye çalışmışlar, ancak bu saatte gelebilmişlerdi. Eren Can’ın henüz hastaneden getirilmediğini görünce ikisi de çok mutlu olmuşlardı. Böylece, Elif ’e hazırlık yapmasında yardım edebilecekler ve Eren Can getirildiğinde onu karşılayabileceklerdi. Oysa, yapılacak sadece salata kalmıştı. Ve bu üç güzel hanım salatayı birlikte yaptılar. Birisi malzemeleri yıkıyor, birisi soyuyor ve son olarak da diğeri doğruyordu. Salatayı bitirdikten sonra masanın yanındaki sandalyelere oturdular ve Eren Can’ın getirilmesini beklemeye başladılar. Bu bekleyişleri çok uzun sürmedi. On dakika sonra ambulansın sirenini duydular. Üçü birlikte mutfak camına koştu. Perdeyi çektiklerinde ambulansın binanın önünde durduğunu ve Eren Can’ın sedyeyle indirildiğini gördüler. Elif hemen koştu ve kapıyı açtı. Filiz ve Nefise de onun yanına geldiler ve kapıda Eren Can’ı beklemeye başladılar. Beklenen adam sonunda gelmişti. Sedyenin üzerinde onlara bakarak gülümsüyordu. Üç güzel hanım da ona gülümsediler. Kenara çekilip hasta bakıcıların sedyeyle onu içeri taşımaları için yol verdiler. Elif onları Eren Can için hazırladığı odaya yönlendirdi. Hasta bakıcılar Eren Can’ı dikkatli bir biçimde sedyeden kaldırarak, onun için hazırlanan yatağa yatırdılar. Elif, Ali Bey ve Gül Hanım Eren Can’ın yanında kaldı, Nefise’yle Filiz de hastabakıcıları uğurladılar. Annesi Eren Can’ın başını okşadı, “Canım oğlum, bak sonunda evine döndün,” dedi ve, “Tanrıya şükürler olsun ki seni bize bağışladı,” diye devam etti. Gözyaşlarını daha fazla tutamadı ve sessizce ağlamaya başladı. Eren Can’ın ağladığını görüp üzülmemesi için odadan çıkıp mutfağa gitti. Onun belden aşağısının felç olduğunu ve bir daha asla yürüyemeyeceğini Gül Hanım ve Ali Bey de öğrenmişlerdi. Bu kötü haber onları da yıkmıştı ama ne yazık ki yapabilecekleri bir şey yoktu. Yalnızca bu duruma alışmak ve Eren Can’a destek olmak zorundaydılar… Elif, Can’ın gözlerinin içine baktı ve gülümsedi: “Sana en sevdiğin
| 193
194 |
yemekleri yaptım. Neredeyse öğlen oluyor, acıkmışsındır. Yemek yersin değil mi?” Eren Can gülümseyip evet anlamında başını salladı. Elif odadan çıkmak üzereyken Nefise’yle Filiz içeri girdiler. Elif onlara gülümseyip odadan çıktı ve mutfağa gitti. Ali Bey de Elif ’in peşinden mutfağa, eşinin yanına gitti. Birkaç dakika sonra Elif üstünde yemek dolu tabaklar olan bir tepsiyle odaya geri döndü. Nefise’yle Filiz, Eren Can’a yatakta doğrulması için yardım ettiler. Eren Can bacaklarını uzatıp sırtını duvara dayadı. Nefise bir tane yastık getirerek onun sırtıyla duvarın arasına yerleştirdi. Elif elindeki tepsiyi yavaşça Eren Can’ın bacaklarının üstüne koydu. Eren Can bir yandan Elif ’in getirdiği güzel yemekleri yiyor, bir yandan da yanındaki üç güzel hanımla sohbet ediyordu. Hastanede ev yemeklerini çok özlediği belliydi. Üç güzel hanım sevgiyle, onun yemekleri nasıl iştahla yediğini izliyorlardı. Neden sonra Eren Can’ın aklına anne ve babası geldi. Elif ’e: “Annemle babam neredeler?” diye sordu. “Mutfakta oturuyorlar. Odada kalabalık yapmak istemediler. Hem bu arada bir şeyler de yerler,” dedi Elif. Oysa yalan söylemişti. Annesi hala ağlıyordu, babası da onu teselli etmeye çalışıyordu. Neyse ki Elif ’in cevabı Eren Can’ı tatmin etmişti. Bu yüzden başka bir şey sormadı. Onun yüzünden çok üzülmüşler, zor ve yorucu günler geçirmişlerdi. Biraz dinlenmeleri gerekiyordu. Elif ’e: “Ah keşke eve gidip biraz dinlenseler. Nasıl olsa siz varsınız yanımda...” dedi. Filiz gözleri dolu dolu oturduğu yerden ayağa kalktı. Bir anne şefkatiyle Can’ın başını okşayarak: “Canım!” dedi, “tabii ki biz varız ve her zaman senin yanında olacağız…” Ağlamamak için üst dudağını ısırıyordu. Elif ayağa kalktı, bacaklarının üstündeki boşalmış tabakların olduğu tepsiyi aldı: “Doydun mu canım? Biraz daha yemek ister misin?” “O güzel ellerine sağlık. Tıka basa doydum…”
“Afiyet olsun.” Elif elindeki tepsiyle mutfağa gitti. Can’ın annesi hala ağlıyordu. Tepsiyi bırakıp bir elini Gül Hanım’ın omzuna koydu: “Anneciğim, babam sizi eve götürsün. Ne olur biraz dinlenin, çok harap oldunuz!” Gül Hanım’ın ona cevap vermeye bile hali kalmamıştı. Elini omzunun üstündeki gelininin elinin üstüne koydu ve evet anlamında başını salladı. Elif babasıyla birlikte annesinin ayağa kalkmasına yardım etti. Sonra tekrar odaya döndü. Eren Can, Filiz’e bacaklarını hissetmediğinden şikayet ediyor ve yatmaktan sıkıldığını söylüyordu. Elif ’in geldiğini görünce; “Sen ne dersin Elif, sence ne zaman tamamen iyileşip yürümeye başlarım?” diye sordu. Elif şimşek çarpmışa döndü. Gerçeği şu anda söyleyemezdi. Çünkü Can buna henüz hazır değildi… Nefise’yle Filiz de merakla onun vereceği cevabı bekliyorlardı. “İnşallah en kısa zamanda canım,” dedi ve tam bu sırada Gül Hanım’la Ali Bey vedalaşmak için içeri girdiler. Gül Hanım lavaboda yüzünü yıkayıp saçlarını ıslatarak biraz olsun rahatlamıştı. Güçlü olmaya çalışarak: “Oğlum ben babanla eve gidiyorum. Seni de bu üç güzel hanıma emanet ediyoruz,” dedi ve Eren Can’ı alnından öptü. “Yarın erkenden tekrar geliriz…” Sonra babası da Eren Can’la vedalaştı, Nefise’yle ve Filiz’le de vedalaşıp odadan çıktılar. Elif onları kapıdan uğurladıktan sonra tekrar odaya döndü. Can, Filiz’le hukuk bürosundaki son gelişmeler hakkında konuşuyor ve ayrı kaldığı günler boyunca yaşanan gelişmeler hakkında bilgi alıyordu. Nefise de onları dinliyordu. Elif ’in içeri girdiğini görünce ona işaret etti ve birlikte odadan çıkıp mutfağa geçtiler. Mutfak çok dağınıktı ve birlikte bu dağınıklığı toplamaya başladılar. İkisinin aklında da aynı şey vardı. Eren Can’a bir daha asla yürüyemeyeceğini ne zaman ve nasıl söyleyeceklerdi? Sonunda Nefise daha fazla dayanamadı: “Elif, Can’a bir daha asla yürüyemeyeceğini nasıl söyleyeceğiz?”
| 195
196 |
“Bilmiyorum Nefise! İnan günlerdir benim de düşündüğüm tek şey bu. Ama bunun cevabını hala bulamadım. Hem henüz çok erken… Belki zamanla bir yol bulabiliriz.” Nefise ve Filiz ayrıldıktan sonra Eren Can yaşadığı bu hareketli günün sonucunda yorgun düşmüş ve hemen uyumaya başlamıştı. Elif ’in aklında ise hala aynı soru vardı: Ne zaman ve nasıl söyleyeceklerdi? Günler günleri, haftalar haftaları kovaladı. Eren Can’ın eve dönüşünün üzerinden tam bir ay geçmişti. Bu bir ay boyunca Elif hiç şikâyet etmeden, iğrenmeden onun altını küçük bir çocukmuş gibi temizledi, yıkadı. Nasıl bir anne, çocuğuna sevgiyle, şefkatle ve özenle yemeğini yedirirse, o da Eren Can’ı öyle besledi. O artık Elif ’in koca bebeğiydi. Kocaman ve hiç büyüyemeyecek bebeği… Eren Can hep bacaklarını hissetmediğinden şikâyet ediyordu. Ona göre yolunda gitmeyen bir şeyler vardı… Alçılarının alınmasına yalnızca birkaç gün kalmasına rağmen, o hala bacaklarını ve vücudunun yarısını hissetmiyordu. Bu durum onu çok fazla tedirgin etmeye başlamıştı. Elif ise elinden geldiği kadar bu duruma bahaneler uydurmaya ve onu yatıştırmaya çalışıyordu. Ne var ki, kaçınılmaz son çok yaklaşmıştı, Eren Can bacaklarındaki alçılar alınır alınmaz gerçeği anlayacaktı… Elif ona ne kadar hissettirmemeye çalışsa da üzüntüsü ve tedirginliği her geçen gün daha çok artıyordu… Eren Can’ın uyumakta olduğu bir anda zil çaldı. Elif hemen kapıyı açtı. Onun zilden rahatsız olup uyanmasını istemiyordu. Nefise’yle Caner gelmişlerdi. Yanlarında da kocaman bir kutu taşıyan bir adam vardı. Caner yanlarındaki adama kutuyu yere bırakmasını söyledi ve teşekkür ettikten sonra onu gönderdi. Elif, Caner’i gördüğüne hem şaşırmış hem de çok sevinmişti. Caner birkaç aydır yurt dışında olduğu için Eren Can’ı ziyarete gelememişti. İstanbul’a gelir gelmez de, hem Eren Can’ın nasıl olduğunu görmek hem de ona yurt dışından getirdiği hediyeyi vermek için sabırsızlıkla oraya gelmişti. Elif ’e sarıldı ve, “Çok büyük geçmiş olsun,” diyerek onu teselli
etmeye çalıştı. Elif yine duygulandı ve sessizce ağlamaya başladı. Nefise onun gözyaşlarını sildi ve: “Elif lütfen ağlama! Bak, Caner, Can’a yurt dışından çok güzel bir hediye getirmiş. Yoksa onu açmayacak mısın?” dedi. Elif kendini toparlayıp, Caner’in yardımıyla paketi içeri aldıktan sonra kapıyı kapattı ve merakla paketi açmaya başladı… Paketi açtıktan sonra şaşkınlıktan ve sevinçten tekrar ağlamaya başladı ve Caner’le Nefise’ye sarıldı! Caner yurt dışından Eren Can için çok güzel ve kullanışlı, otomatik bir tekerlekli sandalye getirmişti. Bununla çok rahat bir şekilde evin içinde istediği gibi hareket edebilir, istediği yere gidebilirdi. Bundan sonra yatağa bağlı kalmasına gerek yoktu. Bu Elif için o kadar mutluluk verici bir hediyeydi ki, anlatacak kelime bulamıyordu. “İkiniz de çok iyisiniz. İkinizi de çok seviyorum. Bu… Bu bize alabileceğiniz en güzel hediyeydi. Sizin gibi dostlarımız olduğu için çok şanslıyız.” “Can bir daha yürüyemeyeceğini biliyor mu? Ona bunu söylediniz mi?” “Hayır aşkım!” dedi Nefise, Caner’e. Ve devam etti: “Buna henüz cesaret edemedik. Ama bir şekilde yapmak zorundayız…” “Hazır ben de buradayken neden hep beraber söylemiyoruz? Ya da isterseniz bunu ben yapabilirim.” “Aşkım, senin ya da benim söylemem doğru olmaz. Ne kadar güç olursa olsun, bunu Can’a Elif ’in söylemesi en doğru olanı. Hem artık Can yatağa da mahkûm değil. Tekerlekli sandalyeyle evin içinde tek başına rahatlıkla hareket edebilir ve birkaç kişinin yardımıyla dışarı çıkıp Elif ’le beraber dışarıda da gezebilirler…” “Haklısın Nefise! Bunu Can’a benim söylemem en doğrusu. Ne kadar güç olursa olsun bu duruma o da, biz de kendimizi alıştırmalıyız.” Onlar konuşurlarken Eren Can uyanmış ve duyduğu seslerden birilerinin gelmiş olduğunu anlamıştı. Merakla:
| 197
198 |
“Elif kim geldi? Kiminle konuşuyorsunuz?” Hemen Eren Can’ın yanına gittiler. Kapıyı Elif açtı ve: “Bak kim gelmiş!” dedi ve kenara çekilip Caner’e içeri girmesi için yol verdi. Caner’i kapıda görünce Eren Can da çok şaşırdı ve çok sevindi. “Caner! Sen ne zaman döndün İstanbul’a?” “Bugün geldim. Ve gelir gelmez de hemen senin yanına geldim.” “Ne iyi ettin de geldin! Elif de, ben de seni çok özlemiştik… Yakında şu alçılardan kurtulunca, yine eskisi gibi hep beraber toplanır, bunu kutlarız…” Caner bir süre ne diyeceğini bilemediği için sustu. Sonra onun elini tutu ve iki elinin arasına alarak, içten bir şekilde: “Elbette kutlarız... Yeter ki sen iyileş ve şu yataktan bir kalk… Sahi, alçılarından ne zaman kurtuluyorsun?” “Birkaç güne kadar hepsini alırlar. Yalnız hala anlamadığım bir şey var… Alçılar birkaç güne kadar açılacak ve ben hala bacaklarımı hissetmiyorum…” “Sıkma canını. Bence sana öyle geliyordur… Ne de olsa bacakların uzun zamandır o alçının içinde. Ve senin onları hissetmediğini sanman da çok normal.” “Haklısın, galiba öyle… Neyse anlat bakalım, ne yaptın bunca zamandır Avrupa’da? Nerelere gittin?” Caner uzun uzun anlattı; Avrupa’da yaptıklarını, gittiği yerleri, tanıştığı insanları… Eren Can, Elif ve Nefise de ilgiyle onu dinlediler. Anlattıklarından bazılarına gülüyorlar, bazılarına da ciddi tavırlarla yorumlar yapıyorlardı. Nefise ve Caner gittiğinde Elif ’le Eren Can yine baş başa kalmışlardı. Caner’in getirdiği tekerlekli sandalye Elif ’in aklından bir türlü çıkmıyordu. Bu tekerlekli sandalye sayesinde Can’a her şeyi açıklayabilir, bir daha asla yürüyemeyeceğini ama bu sandalye sayesinde yatağa mahkûm kalmaktan kurtulup, evin içinde rahatça dolaşabileceğini ve istediği zaman da bu sandalyeyle onu dışarı çıkartabileceklerini söyleyebilirdi. Ve belki bu, biraz olsun, onun için
bir teselli kaynağı olabilirdi... Bütün gücünü ve cesaretini toplayıp odadan çıktı ve gidip tekerlekli sandalyeyi içinde durduğu paketten çıkarttı, Eren Can’ın yattığı odaya getirdi. Eren Can kapıya doğru baktığında gördüğü bu tekerlekli sandalyeye hiçbir anlam verememişti. Şaşkın bir halde bir Elif ’e bir de sandalyeye bakıyordu. Elif bütün gücünü toplayıp derin bir nefes aldı ve şefkatle, biraz da tereddütlü bir ses tonuyla konuşmaya başladı: “Canım, birkaç güne kadar alçılarını alacaklar… Ama...” Eren Can dehşetle Elif ’in yüzüne bakıyordu. Bu tekerlekli sandalye de nereden çıkmıştı? Ve burada, onun odasında, onun yanında ne işi olabilirdi? Yoksa korktukları başına mı geliyordu? Kazadan sonra hastanede kendine geldiğinden beri hala belden aşağısını hissetmiyordu. Bu hissizliğe hiçbir anlam verememiş, hiç kimse de, ne doktor, ne Elif, ne de bir başkası bu konuda onu tatmin edecek bir şey söylememişti kendisine. Bu tekerlekli sandalyeyi gördükten sonra bütün parçaları birleştiriyor ve acı gerçekle yüz yüze geliyordu. Acı bir şekilde, inler gibi Elif ’e: “Aması ne Elif?” dedi. Ama aslında, bir insan kendi felaketini ne kadar duymak isterse, o da Elif ’in vereceği cevabı o kadar duymak istiyordu. Onun bu halini görünce Elif bütün gücünü ve cesaretini kaybetti. Hıçkırarak ağlamaya başladı: “Ama yürüyemeyeceksin! Anladın mı? Bir daha asla yürüyemeyeceksin!” diye bağırdı. Eren Can ne olduğunu bilmediği ama gelişini önceden sezdiği felaketle yüzleşmişti işte sonunda. Demek kaçınılmaz olan ama her zaman geciktirilen, kendisine bir türlü söylenemeyen felaketi buydu. Birkaç saniye ikisi de ne söyleyeceklerini bilemeden sustular. Elif, Eren Can’ın üstüne eğilerek saçlarını derin bir sevgi ve şefkatle okşadı: “İkimiz de güçlü olmalı ve bu kötü günleri birlikte aşmalıyız. Ne denli zor olsa da, bu duruma kendimizi alıştırmak ve bu şekilde yaşamak zorundayız. Hem bak, yalnız da değiliz. Bizi seven ve destek
| 199
200 |
olan dostlarımız var yanımızda. Caner’in aldığı tekerlekli sandalye sayesinde bu yatağa da mahkûm kalmayacaksın…” O sırada Eren Can, Elif ’i dinlemiyordu. Düşünceleri sanki çok güçlü bir fırtınaya kapılıp çok uzaklara sürüklenmişti ve istese de Elif ’in söylediklerini duyamazdı. Büyük ve birden gelen acılar insanı umutsuzluğa ve çaresizliğe sürükler. O anda insan her şeyin bittiğini ve ölümden başka bir kurtuluş olmadığını düşünür. O da, işte bu haldeydi. Karşısında küçük bir canavar gibi duran tekerlekli sandalyeye baktı. Yüreğinin sıkıştığını, nefes almakta güçlük çektiğini hissetti. Haykırmak, bir şeyleri kırmak, yaşadığı hayattan intikam alırcasına kendini öldürmek isteğiyle güçsüz, çaresiz, bir şey yapamamanın verdiği acıyla ölüm ona bir kurtuluş, ruhunun ve bedeninin hapsolacağı şu tekerlekli sandalyeden özgürlüğe bir kaçış gibi göründü. Bu halde, bu yatakta ölebilmek bile şu anda onun elinde olan bir şey değildi ve bir müebbet mahkûmu gibi ölümü beklemek zorundaydı. Elif ’in elini iki eliyle sıkıca tuttu, içine düştüğü felaket karşısında dayanacak gücü kalmamıştı. Kendini daha fazla tutamadı. Ağlamaya başladı. “Elif, ben bu şekilde yaşamak istemiyorum. Buna dayanacak gücüm yok!” dedi. “Canım! Buna hep beraber dayanacağız. Ben ve dostlarımız her zaman yanında olacağız… Lütfen canım! Sana yalvarıyorum! Bu şekilde de olsa yaşama sımsıkı sarıl ve benim de sensiz asla yaşayamayacağımı unutma…” Elif, Eren Can’a sımsıkı sarılmıştı ve konuşurlarken ikisinin de gözlerinden yaşlar boşalıyordu. “Elif, benim şu halimle kendime bile hiçbir faydam yokken, seni de kötü kaderime nasıl ortak edebilirim? Şu halimle sana, o çok istediğin çocuğu bile veremem… Ölmediğim ve seni ömrünü benim gibi bir kötürüme adamak zorunda bıraktığım için o kadar acı çekiyorum ki!”
“Canım, biz zaten evlenirken iyi ya da kötü, nasıl olursa olsun, birbirimizin kaderine ortak olmadık mı? Bunun için kendini suçlamana ve üzülmene hiç gerek yok. Eminim senin durumunda ben olsaydım sen de aynısını yapardın. Öyle değil mi? Hem çocuğumuz yok diye de üzülme sakın! Çocuk esirgeme kurumuna gider, küçük bir çocuk evlat edinip onu kendi çocuğumuz gibi yetiştiririz. Böylece hem kimsesiz bir çocuğu yetiştirip sevap yapmış oluruz hem de çocuğumuzun kız mı yoksa oğlan mı olacağına biz karar vermiş oluruz…” “Elif, sen… İnan, Tanrının bu dünyaya insan vücuduyla gönderdiği bir meleksin! Ya ben! Sefil, çaresiz ve şu yatakla tekerlekli sandalyede müebbede mahkûm bir…” Katilim diyemedi. Ona Tolga’yı öldürdüğünü, kendileri için, mutlulukları için onun katili olduğunu söyleyemedi. Kelimeler boğazına düğümlenmişti. Ve,“Bir zavallıyım!” diye devam etti. Birkaç gün sonra doktor geldi. Bacaklarındaki alçıları ve vücudundaki sargıları çıkartıp, onu son bir kez muayene ettikten sonra, Elif ’le birlikte onu bundan sonra vücudunun bir parçası olacak olan tekerlekli sandalyeye oturttular. Eren Can bir süredir mahkûm olduğu yataktan kurtulmuştu ama bu defa da bu sandalyeye mahkûm olarak hayatını devam ettirecekti. O gün, ona destek olmak için herkes yanındaydı: annesi, babası, dostları ve Elif ’in anne ve babası. Tekerlekli sandalyeye ilk oturduğu anda buruk da olsa bir sevinç duydu. Bir aydan fazla bir süredir mahkûm olduğu yatağa bir baktı, ‘Artık sana mahkûm değilim!’ diye düşündü. Sonra çevresindeki insanlara baktı: “Bir insanın bu kadar çok seveni olması ne kadar güzel! Ben çok şanslı bir insanım. Hele de Elif gibi beni çok seven ve bir meleğin ruhunu taşıyan bir karım olduğu için daha çok şanslıyım!” dedi kendi kendine. Oradaki herkes onun için, ona destek olmak, onu yaşama biraz daha bağlayabilmek için gelmişti. Eren Can o gün, kaza geçirdiğinden beri yaşadığı en güzel günü yaşıyordu. Sandalyenin nasıl kullanıldığını öğrenmek için kimi zaman Caner’e sorular soruyor, kimi zaman da tekerlekli sandalyeyle
| 201
202 |
oraya buraya giderek evin içinde geziniyordu. O bunları yaparken, çevresindekiler de onu izleyerek mutlu oluyorlardı. Akşam olup da herkes gittiğinde ve yatma vakti geldiğinde Elif ile beraber yatak odalarına gittiler. Elif onu sandalyeden kaldırıp yatağa yatmasına yardım etti. Sonra da kendisi yatağa yattı. İkisi de hiç konuşmadan yatıyorlardı. Ve ikisi de kendi acı, biçare dünyalarına dalmışlardı. Bir süre sonra Elif uyurmuş gibi yapıp, yüzünü yana çevirdi ve bir daha da dönüp Eren Can’a bakmadı. Ağladığını görmesini istemiyordu. Oysa Eren Can onun uyuduğunu sanmış ve o da onun gibi sessizce ağlıyordu. Ve eğer ona bakmış olsaydı, onun da ağladığını görecek ve çektikleri acı katlanarak büyüyecekti. O gece onların böyle acı çekerek ve ağlayarak uyudukları ilk gece olacak ama son gece olmayacaktı. Ve bu odanın duvarları bundan sonra yalnızca, bu âşık ama âşık oldukları kadar da çaresiz olan iki kalbin soluk alışlarını dinleyeceklerdi. Neyse ki her şeye rağmen geçim dertleri yoktu. Hem Eren Can’ın Filiz’le ortak oldukları hukuk bürosundan aldığı kendi payına düşen para vardı, hem de Elif ’in evde yaptığı tasarımlardan kazandığı para… Böylece, Elif devamlı evde kalarak Eren Can’ı yalnız bırakmıyordu. Annesi de her gün gelip onlara eşlik ediyordu. Günler bu şekilde, en çok sevdiği ve bağlı olduğu iki kadınla beraber, ki birisi onu doğuran, besleyen, büyüten kadın, diğeri de onun bu dünyadaki ilk ve tek sevdiği, âşık olduğu ve tüm hayatını ona adayan kadınla beraber geçiyordu. Geceler ise onun için soğuk, tatsız ve bin bir acıyla doluydu. Gözüne uyku girmiyor, aklından bin türlü korku dolu, çaresizlik dolu düşünceler geçiriyordu. Bir türlü yenemediği çaresizlikten sonra bir de yaşarken onu kaybetme korkusuna kapılıyor ve bu korkular onun için dayanılmaz acıların kaynağı olup, onu yiyip bitiriyordu. Hiçbir tasvirin anlatamayacağı acılar içinde geceleri kabuslar görüyordu. Elif de sonuçta bir kadındı ve kendisine o çok istediği çocuğu verecek bir
erkeğe ihtiyaç duyacaktı. Bu iki acı birleşerek onun yaşama olan bağının daha da azalmasına neden oluyordu. Geceleri bunları düşünürken, gündüzleri yüzüne gülümseme ve mutluluk maskesi takarak, en çok sevdiği bu iki varlığı, iki meleği; çektiği acıları görerek, üzülmekten ve acı çekmekten korumaya çalışıyordu. Doğal olarak bu da kendi içinde iç çatışmalara, zorlu mücadelelere neden oluyordu. Gündüzleri onlara gülümserken, mutlu rolü oynarken, geceleri de kendi içine kapanıyor; yalnız, soğuk, mutsuz ve ruhuna işkence çektiren felçli bedeniyle baş başa kalıyordu. Elif ’i bir gün kaybetme korkusu bilinçaltına öylesine yerleşmişti ki, geceleri rüyalarında kâbuslar görmeye başlamıştı. Kâbuslarında ya Elif bir başka erkeğe âşık olup onu terk ediyor ya da rüyalarındaki Melek gelip onu Elif ’ten ayırıyor ve hiç bilmediği başka bir dünyaya götürüyordu. Ona en çok acı veren kâbuslar ise Elif ’in ondan daha sağlıklı ve yakışıklı olduğu için başka bir erkeği tercih ederek kendisini terk ettiği kabuslardı. Ve ne yazık ki bu konuda o da Elif ’e hak veriyordu. Bu kâbuslardan birisi onu o kadar etkilemişti ki, sabah ter içinde uyanmış fakat Elif korku içinde ona ne olduğunu, ne gördüğünü sorduğunda hiçbir şey söylememişti. Yalnızca hiçbir şey hatırlamadığını söylemekle yetinmişti. O gün hep Melek’i gördüğü rüyalardan sonra şiir yazdığı defterine bu kez Elif ’i gördüğü rüya için bir şiir yazdı. Rüyasında eskiden olduğu gibi sağlıklıydı. O büyük felaket henüz başına gelmemişti. Filmlerdeki gibi donmuş bir gölün üzerinde Elif ’le dans ediyorlardı. Her yer bembeyazdı ve güneş ışınları da her yanı saran karın üstünde onlarla beraber dans ediyordu. O kadar sağlıklı ve o kadar mutluydu ki, bu şekilde sonsuza kadar Elif ’le birlikte dans etmek isterdi. Sanki Melek de onları izliyormuş gibi bir hisse kapıldı ve gözleriyle pistin çevresinde onu aradı. Ama yoktu işte! Demek ki, onun Elif ’i istediğini anlamış, sonunda pes etmişti ve onun peşini bırakmıştı. Sonra aklına Tolga geldi. Birden kaza geçirmeden önce
| 203
204 |
onu gördüğü kâbusu hatırladı. Kendisine yaptığı gibi onu öldürmeye çalışmış ve Elif ’i zorla götürerek ondan ayırmıştı… Yüreği korkuyla doldu. Ve bu defa korkuyla dans ettikleri buz pistinin çevresinde Tolga’yı aradı. O da yoktu işte! Demek o da pes etmiş ve onları ayıramayacağını anlamıştı. Elif ’in o güzel, cennet parçası gözlerinin içine baktı. Bir an için ruhu bedeninden ayrılıp bu cennet parçası gözlerin derinliklerinde kayboldu. Sonra müzik durdu ve dansları bitti. Eren Can sanki son bir kez Elif ’e bakıyormuşçasına iki elleriyle ellerinden tuttu ve biraz geri çekilip onu süzdü ve iki elini de tek tek öptü. O anda Elif ’in bu iki küçük, beyaz ve narin elleriyle onun kalbini yerinden söküp, sonsuza kadar saklamak için yanına almasını ne kadar isterdi! Sanki büyük bir felaket olacak ve onu Elif ’ten ayıracakmış gibi tedirginlik içindeydi. Birden bu güzel rüya bir kâbusa dönüştü. Şimdi pistte Elif ’le beraber değildi. Sanki kötü bir güç onu pistten almış ve pistin kenarında, o uğursuz tekerlekli sandalyeye oturtmuştu. Kalkmak istedi ama yapamadı. Bacaklarını hareket ettiremiyordu. O uğursuz sandalyeye bacaklarından mıhlanmış gibiydi. Uğraştı uğraştı ama olmuyordu işte! Bir türlü o uğursuz sandalyeden kalkamıyordu. Kan, ter içinde kalmıştı. O halde Elif ’ten yardım istemek için piste baktı. Bağırmak istedi ama nefesi boğazına düğümlendiği için yalnızca yutkunabildi. Elif sanki hiçbir şey olmamış gibi, biraz önce onunla dans ettiği pistte başka bir adamla dans ediyordu ve ona bakmıyordu bile… Acıyla inlemeye ve ağlamaya başladı… Elif ’in omzundan sarsmasıyla uyandı. Gözlerini açtığında ter içindeydi ve gözyaşları yanaklarında terle karışmıştı... Elif korku ve merak içinde ona bakıyordu. Ve ağlayarak ona sarıldı: “Canım geçti artık! Bak ben yanındayım! Çok kötü bir kâbus gördün galiba… Bana anlatmak ister misin?” “Haklısın, çok kötü bir kâbus olmalı. Ne gördüğümü bilmiyorum… Hiçbir şey hatırlamıyorum. Hem, uyandım ve sen ya-
nımdasın!” dedi ve Elif ’in elini sıkıca tuttu. Elif diğer eliyle onun yanaklarını sildi ve öptü. Eren Can kahvaltı yaptıktan sonra çalışma odasına gitti. Elif mutfağı toplamakla meşguldü. Rüyalarında gördüğü Melek için yazdığı şiir defterini çıkarttı ve onun için değil, Elif ’i gördüğü rüyası için bir şiir yazdı deftere. BİR RÜYA GÖRDÜM, İÇİNDE SEN VARDIN. GÜZEL GÖZLERİNLE, RUHUMU BEDENİMDEN AYIRDIN! SÖYLE! RUHSUZ BU BEDEN YAŞAR MI SANDIN? FARKINDA OLMADAN SEN BENİM CANIMI ALDIN! BİR RÜYA GÖRDÜM, SEN VARDIN İÇİNDE. ELLERİM ELLERİNDEYDİ, GÖZLERİM GÖZLERİNDE! İNAN O ANDA ÇOK MUTLUYDUK İKİMİZ DE! NE OLDUĞUNU ANLAYAMADAN AYRILDIK BİRDENBİRE. BİR RÜYA GÖRDÜM, İÇİNDE SEN OLAN. SENDİN, KÜÇÜCÜK ELLERİYLE KALBİMİ ÇALAN! BENDİM, SENİN GÜZEL GÖZLERİNDE HAPSOLAN! BİR GÜZEL DÜŞ SADECE, ŞİMDİ GERİYE KALAN. O gün de yaşadıkları sıradan günlerden biriydi. Eren Can’ın annesi biraz önce gitmişti. Her zamanki gibi Ali Bey akşam iş çıkışında oraya uğramış, hep birlikte akşam yemeğini yemişlerdi. Bir süre daha oturup, biraz sohbet ettikten sonra, Ali Bey ve Gül Hanım birlikte evlerine gitmişlerdi. Eren Can televizyon seyrediyor, Elif ise mutfağı toplamakla uğraşıyordu. Eren Can’ın gözleri televizyona bakıyordu ama aklı başka yerdeydi. Yine, her zamanki korku ve çaresizlikleri içinde kaybolmuştu… Çalan telefonun sesiyle, aklı yuvarlandığı karanlık uçurumdan kurtulup, tekrar yaşadıkları eve döndü. Elif’in mutfağı toparlamakla meşgul olduğunu hatırladı ve hala çalmakta olan telefonu açmak
| 205
206 |
için otomatik tekerlekli sandalyesiyle telefona doğru ilerledi ve telefonu açtı. Arayan Filiz’di. İkisi de birbirlerinin sesini duymaktan dolayı çok mutlu olmuşlardı. Birbirlerinin hatırlarını sorduktan sonra, Filiz’le bir süre sohbet ettiler. Filiz, hukuk bürosunda neler yaptıklarından ve son gelişmelerden bahsetti. Eren Can da ona, günlerinin nasıl geçtiğinden ve gün içinde evde yaptıklarından bahsetti. Onlar konuşurlarken Elif de işlerini bitirmiş ve Eren Can’ın yanına gelmişti. Filiz sanki bunu hissetmiş gibi: “Elif yakınında mı?” diye sordu? “Evet, hemen yanımda. Telefonu ona vereyim mi? “Hayır, sadece konuştuklarımızı duymasın diye sordum…” Eren Can iyice meraklanmıştı! Acaba, Filiz’in Elif ’ten gizli konuşmak istediği konu neydi? “Filiz, istersen daha sonra ben seni arayım…” Filiz bir kahkaha attı ve konuşmaya devam etti: “Yok canım, bu o kadar gizli bir şey değil. Yalnızca Nefise, Caner ve ben yarın akşam size geleceğiz de… Şimdi, o bunu duyarsa bir sürü hazırlık yapmaya kalkar… Hem Nefise’yle birlikte ona sürpriz yapmak istiyoruz, hem de zaten, ikimiz daha erken gelip, akşam için hazırlık yapmasına yardım edeceğiz… Her şey yine eskisi gibi olacak… Yani hanımlar hazırlayacak, siz iki beyefendi de eğleneceksiniz! Kadınların kaderi işte bu! Onlar her şeyi hazırlar, erkekler de tadını çıkarırlar!” Eren Can güldü! “Bu Filiz hiç değişmeyecek galiba, erkekler için hep feminen duygular besliyor.” diye düşündü. Sonra, ona; “Tamam Filiz, Elif ’e söylerim. Bir akşam bize gelmek istiyorsunuz ve geleceğiniz zaman da bizi arayacaksınız… Biliyorsun, biz her akşam müsaidiz. Bunun için bir telefon açmanız yeterli…” “Öyleyse bu iş tamam ortak!” “Evet tamam. Selamını söylerim Elif ’e… Tamam, onların selamını da söylüyorum. İyi akşamlar…” dedi ve telefonu kaptı.
Elif merak içinde ona bakıyordu. “Hep birlikte bize mi geleceklermiş?” diye sordu. “Evet. Gelecekleri zaman da önceden haber vereceklermiş.” “Ne güzel! Bu sayede ben de onlar için hazırlık yapmaya vakit bulurum…” Eren Can gülümsedi ve: Eminim, bizler için o gün çok güzel şeyler hazırlarsın.” dedi. Bu gülümseme Elif ’te tatlı bir şüphe uyandırmıştı. “Bu yaramazlar yine kim bilir neler çeviriyorlar!” diye düşündü. Bilmediği bir şeyler olduğunu hemen sezmişti. Eren Can çalışma odasına gitti. Aklından bir türlü çıkaramadığı kötü düşünceleri dağıtmak için, kitaplıktan bir kitap aldı ve okumaya başladı. Geceleri gördüğü kâbusları ve Elif ’i kaybetme korkusunu aklından çıkaramıyordu. O, kendi içinde bunlarla mücadele ederken, Elif içeri girdi. Eren Can’ı dalgın bir şekilde kitap okurken görünce rahatlamıştı. Çünkü onun içinde yaşadığı korku ve acıları hissediyor; bu yüzden yaşama olan bağının zayıflamasından ve bir şekilde kendisine zarar vermesinden çok korkuyordu. Çalışma masasına oturdu ve bu ferahlık içinde yeni modeller çizmeye başladı. İşine o kadar çok dalmıştı ki, Eren Can’ın kitap okumayı bırakıp da, kendisini izlemeye başladığını hissetmemişti. Eren Can bir an kendisini, çok ünlü bir ressamın, bir meleği otururken çizdiği bir melek portresine bakıyormuş gibi hissetti. Elif o güzel siyah saçlarını beline kadar uzatmıştı, gözlerinden her zaman olduğu gibi, cennetin güzellikleri yansıyordu. Birden üstündeki bakışları fark etmişti ve bir serçe ürkekliğiyle başını ona doğru çevirdi. Gözlerindeki hayranlığı ve bakışlarındaki aşkı fark etmiş: son birkaç aydır güzelliğini çalmaya çalışan kedere inat güzellik ve iyilik saçarak, bir melek gibi şefkatle ona bakıyordu. Ayağa kalkıp yanına geldi. Saçlarını derin bir şefkat ve sevgiyle okşadıktan sonra, eğilerek ona sarıldı ve yanağına bir öpücük kondurdu: “Canım iyi ki varsın! Sen olmasan ben nasıl yaşardım? Biz seninle ebedi ruh eşleriyiz ve sonsuza kadar da hep öyle kalacağız…” Eren Can onun bu yüceliği karşısında, ona kendinden bir parça,
| 207
208 |
bir çocuk, ki insandan gelen en büyük mucizeydi, verememenin ezikliğiyle kahroluyordu. Şimdi hem kendisinin hem de Elif ’in acılarını hissediyordu yüreğinde ve bu da onun iki kat fazla acı çekmesine neden oluyordu. Konuşmak istedi ama konuşurken kendini tutamayıp ağlayacağını ve bunun da onu üzeceğini bildiği için sustu ve yalnızca Elif ’ten güç almak için ellerini sıkıca tuttu. O anda yalnızca bedenleri değil, ruhları da bu dokunuşla birleşmişlerdi… Birkaç saat sonra yine azap vakti, yani yatma zamanı gelmişti. Yattıklarında ikisi de yeniden kendi acı dolu ve çaresiz dünyalarına dönecek ve sessiz hıçkırıklarla ağlayarak birbirlerinden habersizmişçesine bunu saklamaya çalışacaklardı. Uyku ikisine de çok uzaktı. İkisi de bu yatakta eskiden yaşadıkları zevkleri ve tutkuların doruklarında geçirdikleri geceleri özlemle, gözyaşları içinde hayal edeceklerdi… Ertesi gün onlar için yine sıradan bir gün gibi geçti. Akşam olunca Eren Can sabırsızlıkla Filiz ve Nefise’nin gelmelerini beklemeye başladı. Elif ise her şeyden habersiz çizim yapmakla meşguldü. Zil çaldı. Eren Can hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi kapıyı Elif ’in açmasını bekledi. Elif merakla kapıyı açtı. Bir anda karşısında Filiz’i ve Nefise’yi görünce çok şaşırdı. Ama bu şaşkınlığı sevincinden daha fazla değildi. Filiz’e baktı ve: “Aşk olsun! Hani gelmeden önce haber verecektiniz bana…” dedi ve sonra muzip bir şekilde: “Hem Caner’i getirmeyi unutmuşsunuz… Bugün gidin yarın akşam Caner’le birlikte gelirsiniz…” diye devam etti. Hep beraber neşe içinde gülüştüler. Nefise de Filiz’e: “Filiz baksana şuna, Caner’siz bizi kabul etmiyorlarmış. Eh, o zaman biz gidelim bari. Yarın da Caner ile birlikte geliriz. Böylece bizi içeri alırlar yoksa burada kapının önünde kalacağız,” diye takıldı. Elif, Nefise’ye gülümsedi ve gönlünü almaya çalıştı: “Ya siz deli misiniz? Sadece şaka yaptım,” dedi ve ikisine de tek tek sarılıp onları içeri aldı. Bu sırada Eren Can sanki hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi sessizce onları dinliyordu. Elif onu gördüğünde: “İşte! Suç ortağınız da geldi,” dedi ve gülümseyerek ona baktı. Filiz
ve Nefise, Eren Can’la da selamlaştıktan sonra hemen mutfağa geçtiler ve Elif ’le birlikte akşam için hazırlıklara başladılar. Bir saat sonra Caner de onlara katıldı. Hanımlar mutfakta hazırlıklarla uğraşırken Caner ile Eren Can da salonda sohbet etmeye başladılar. Eren Can, Filiz’in telefonda söylediklerini düşünmekten kendini alamadı. Gerçekten de eski günler de olduğu gibi o gün de her şeyi hanımlar hazırlıyordu ve onlar da bu yapılan hazırlıkların tadını çıkaracak ve eğlenerek güzel vakit geçireceklerdi. Hanımlar bütün hazırlıkları bitirdikten sonra hep birlikte yemeğe oturdular. Bir yandan da sohbet ediyorlardı. Masadaki herkes elinden geldiği kadar Eren Can’ı neşelendirmeye ve küçük şakalarla onu güldürmeye çalışıyordu. Kâh günlük hayatlarında yaşadıkları komik olaylardan bahsediyorlar, kâh eski günlerde yaşadıkları güzel olayları yâd ediyorlardı. Onu en çok neşelendiren ise Nefise’nin; Caner’in kendisine evlenme teklif ettiği o gecede, Eren Can’ın kendisini nasıl utandırdığını anlatış şekli olmuştu. Eren Can böyle iyi dostları olduğu için ne kadar şanslı olduğunu düşündü. O kötü kazayı geçirdiğinden beri, Elif ’le onu bir an olsun yalnız bırakmamışlar, yaşadıkları bu kötü günlerde hep yanlarında olmuşlardı. Kendisini mutsuz görüp onların da mutsuz olmamaları için elinden geldiği kadar içinde bulunduğu felaketi unutmaya ve onlara karşı mutlu görünmeye çalışıyordu. Aslında her şeye rağmen mutlu olması gerekirdi, kendisini ona adayan ve onu canından çok seven melek gibi bir karısı ve onu hiç yalnız bırakmayan böyle güzel dostları vardı. Onların yanında mutsuz olmaya ve bu mutsuzluğuyla etrafına keder saçmaya hiç hakkı yoktu. Bu yüzden gece boyunca mümkün olduğu kadar gülmeye ve çevresindekilere neşe saçmaya çalıştı. Güzel gecenin sonunda Nefise, Caner ve Filiz ayrıldılar. Eren Can yine Elif ’le ve felçli bedeniyle baş başa kalmıştı. Fakat o gece uzun zamandır olmadığı kadar mutlu olmuş ve bu mutluluk onu o kadar yormuş ve adeta sarhoş etmişti ki, bunun etkisiyle yatağa yatar yatmaz derin ve huzurlu bir uykuya dalmıştı. Öyle ki, uyurken
| 209
210 |
Elif ’in kendisini alnından, derin bir şefkat ve sevgiyle öptüğünü bile hissetmemişti. Sabah olduğunda bu tatlı sarhoşluktan ayılması uzun sürmedi. Uyanır uyanmaz yatakta yalnız olduğunu fark etti ve bir başkasının yardımı olmadan tek başına kalkamayacağını hatırladı. Çaresizlik içinde inledi. Ölmek isteği bir anda bütün bedenini yeniden sarmıştı. Yaşamak için bir neden aradı ama bulamadı. Ne için yaşayacaktı? Elif gibi bir meleği ölünceye kadar kendisine bakmak zorunda bırakmak için mi? Buna hiç hakkı yoktu. Eğer ölürse, Elif bir süre sonra bu acıyı unutur ve yeniden kendisi için, kendi hayatı için yaşamaya başlardı. Ne de olsa zaman insana her acıyı unuttururdu. O, bu acılar içinde yatakta çaresiz bir halde ölümü isterken, Elif içeri girdi. Beyaz geceliğini hala çıkarmamıştı. Eren Can onu gördüğünde, bu güzel, iyilik dolu meleğe karşı, onu mahkûm ettiği bu hayat yüzünden bir acıma hissi duydu. O kadar genç ve hayat dolu bir kadındı ki, tüm hayatını; gençliğini, güzelliğini ve hayallerini felçli birine bakmak için mahkûm etmek ona yapılacak en büyük haksızlıktı. Eren Can’ın uyandığını görünce Elif ’in yüzüne mutluluk dolu bir gülümseme yayılmıştı. O gece onu uyurken seyrettiğinde, uzun zamandır görmediği bir huzur ve mutluluk görmüştü yüzünde. Ve uyandığında da, onun içindeki huzur ve mutluluğu bulacağını sanıyordu. Oysa Eren Can’ın yüzünde gece gördüğü huzur ve mutluluktan eser kalmamış, onun yerini bıkkınlık ve bu yaşadığı sefil hayattan kendini öldürerek öç alma isteği duyduğu bir kin almıştı. Elif ’in yüzündeki gülümseme çok geçmeden endişeye döndü. Ne olduğunu anlayamamış ve bu beklemediği durum karşısında paniğe kapılmıştı. Ağlamaklı bir sesle: “Canım! Ne oldu? Neyin var? Çok kötü görünüyorsun… Yüzün sapsarı olmuş… Hasta mısın yoksa?” dedi. Eren Can susuyordu. Ona ne yalan söyleyebilirdi, ne de gerçeği… Bir süre ikisi de ne söyleyeceklerini bilemeden öylece sustular. Bu suskunluk ikisine de daha çok acı vermişti. Eren Can gözlerini Elif ’ten ayırıp, istemsiz
bir hareketle kapının yanında duran tekerlekli sandalyeye baktı. Yüreğinin sıkıştığını, nefes almakta güçlük çektiğini hissetti. Yaşadığı hayattan intikam alırcasına kendini öldürmek isteği ve çaresizliğin verdiği acıyla ölüm ona bir kurtuluş, ruhunun hapsolduğu şu tekerlekli sandalyeden özgürlüğe bir kaçış gibi göründü. Bütün vücudu titrerken, çaresizlik içinde yalnızca, “Ölmek istiyorum!” diyebildi alçak sesle. Ona bakan bu şefkatli gözlerin kendisi yüzünden zayıflamış, solmuş ama her şeye rağmen güzelliğini kaybetmemiş bu yüzün karşısında, yüreğinde açtığını düşündüğü korkunç yaraların acısıyla gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Bunlar sanki gözyaşları değildi de, yüreğinden kopup gelen kan damlalarıydı… Elif ’in susmaktan ve dayanmaktan başka yapabileceği bir şey yoktu. İstemeden söyleyeceği bir söz Can’ın daha fazla yaralanmasına neden olabilir, ona ve kendine tarifi imkânsız acılar çektirebilirdi. En çok korktuğu şey Can’ın ona acıdığını düşünmesi ve bu yüzden kendisine bir şekilde zarar vermesi ihtimaliydi. Onun bu mutsuzluğu ve çaresizliği altında o kadar ezilmişti ki, bir annenin çocuğuna duyduğu bir şefkatle ona acıdığını hissetti. Gözleri yaşlarla dolmuştu. Yanaklarından dökülen bu inci tanelerini ondan saklamak ve ona bunu hissettirmekten korkarak, derin bir üzüntüyle karışık bir sığınak arama hissiyle boynuna sarıldı ve onunla birlikte ağlamaya başladı. İkisi de çaresizdi ve ikisinin de ağlamaktan başka ellerinden bir şey gelmiyordu. Eren Can, Elif’in saçlarını okşayarak: “Cennetteki meleklerin hiçbiri senin gibi olamaz Elif! Lütfen beni affet! Sana çektirdiğim tüm acılar için beni affet!” dedi. “Affetmek mi? Canım bu olanların hiçbiri ne senin ne de benim suçum değil. Tanrıya şükürler olsun ki seni bana bağışladı. Sen olmasan ben de yaşayamazdım! Yokluğuna ben nasıl dayanırdım? Lütfen böyle düşünerek hem kendini hem de beni üzme. Birazdan annem de gelir ve seni böyle görürse o da çok üzülür. Kahvaltıyı hazırladım. Hadi kalk da birlikte kahvaltımızı yapalım.” Eren Can’ın annesi geldiğinde, Elif yaptığı tasarımları şirkete
| 211
212 |
götürmek için çıkmadan önce Nefise’yi ve Filiz’i aradı ve Nefise’nin evinde buluşmak için anlaştılar. Tasarımları şirkete bıraktıktan sonra Nefise’nin evine gitti. Nefise ve Filiz evde onu bekliyorlardı. Sesi telefonda iyi gelmediği için yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu sezmişler ve orada buluşup onu beklemeye başlamışlardı. Elif’i gördüklerinde onun yüz ifadesinden endişelerinde ne kadar haklı olduklarını anladılar. Elif’in yüzü solmuş ve gözlerindeki ışık kaybolmuştu. Elif o sabah yaşadıklarını bir bir anlattı onlara. Sonra konuşmak için biraz güç toplamak ister gibi bir süre sustu ve devam etti: “İnanın bana onsuz kalırsam ölürüm! Bunu düşünmenin bile bana ne kadar acı verdiğini bilemezsiniz! Onun varlığı benim ruhumu besleyen tek şey. O olmazsa ben susuz kalmış bir çiçeğe dönerim. Cansız, solgun ve kurumuş… Onu acı çekerken görmenin bile bana verdiği ıstırabı bir bilseniz! Sol yanım acıyor, sanki yüreğimi lime lime koparıyorlar!” Nefise, Elif’i teselli etmek için, “Canım lütfen kendini bu kadar üzme, eminim Can bu bunalımı atlatacak ve bu şekilde yaşamayı kabullenecektir. Hem unutma ki yalnız değilsin. Filiz ile ben de elimizden geldiği kadar Can’a ve sana bu kötü günleri atlatmanız için yardım edeceğiz. Şimdi sakin bir kafayla onun için ne yapabiliriz, bunu bir düşünelim,” dedi. Sonra Filiz sözü aldı: “Öncelikle aklına kötü şeyler getirmemesi için onun kafasını meşgul edecek ve severek yapacağı bir şeyler bulmamız lazım.” “Haklısın Filiz ama nasıl bir şeyler bulabiliriz? Şu halde ne yapabilir ki?” Nefise merakla Filiz’in vereceği cevabı bekliyordu. “Onun en sevdiği ve severek yaptığı işi hepimiz biliyoruz değil mi?” “Peki ama bu halde nasıl avukatlık yapabilir ki?” Elif şaşkın bir halde Filiz’e bakıyordu. Nefise’nin de Elif’in de merakları daha da artmıştı. “Tam olarak avukatlık yapmayacak. Hukuk bürosunun aynı
zamanda danışmanı olacak. Büroda çalışan stajyer avukatlara danışmanlık yapacak. Tecrübeleri ve bilgisiyle onlara yol gösterecek. Hem bunun için büroya gelmesine de gerek yok. Hafta içi her gün belli saatlerde stajyerleri eğitim için eve, onun yanına yollarız. Bu sayede hem kafası onlarla meşgul olur hem de canı sıkılmaz ve bir şeyler yapabildiği için mutlu olur.” “Sen bir dahisin!” dedi Nefise. “Ve çok iyi de bir dost...” diye devam etti Elif. Üçü de mutluluktan ve sevinçten havalarda uçuyorlardı. Elif uzun zamandır bu kadar mutlu olmadığını düşündüğünde içi burkuldu biraz. Ama bu mutluluk onun için her şeye değerdi şu anda. Gözyaşları içinde ve minnet dolu bir şekilde Filiz’e ve Nefise’ye sarıldı.“Siz olmasaydınız bu kötü günleri nasıl atlatırdık biz?” dedi. Üç güzel hanım, Can’ı içine düştüğü bunalımdan kurtarmak için yaptıkları planın ayrıntılarını uzun uzun konuştular… Ertesi gün planlarını gerçekleştirmek için hemen harekete geçtiler. Öğleden sonra Filiz, Can’ı ziyarete geldi. Evde Elif, Eren Can ve annesi vardı. Elif hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi davrandı. Filiz, Can’ın yardımına ihtiyacı olduğunu söyleyerek konuyu açtı: “Can, senin yardımına ihtiyacım var.” Eren Can bu halde Filiz’e nasıl yardım edeceğini çok merak etmişti. Öyle bir haldeydi ki, kendi başına, kimsenin yardımı olmadan yataktan bile kalkamayacak kadar aciz bir durumdaydı. Bu halde kendine bile yetemezken, ona nasıl yardım edebilirdi? “Bu haldeyken benim sana ne şekilde bir yardımım olabilir ki Filiz?” Bu soruyu sabırsızlıkla bekleyen Filiz, heyecanla anlatmaya başladı: “Senden, ortak olduğumuz hukuk bürosunda danışmanlık yapmanı istiyorum. Büromuzda çalışan ve yeteri kadar tecrübesi olmayan avukatlara akıl hocalığı yapmanı, bilgi ve tecrübelerini onlarla paylaşarak aldıkları davalarda onlara yardımcı olmanı rica ediyorum…” Can acı bir şekilde gülümsedi:
| 213
214 |
“Filiz inan sana bu konuda yardımcı olmayı çok isterdim. Ama bu halde büroya nasıl gelebilirim?” “Senden büroya gelmeni isteyen kim? Yardıma ihtiyacı olan avukatları buraya, senin yanına göndereceğim. Böylece senin büroya gelmene gerek kalmayacak. Burada onlarla rahatça görüşebilir ve ihtiyaçları olan konularda onlara yardımcı olabilirsin. Ne dersin? Bana bu konuda yardımcı olmayı kabul ediyor musun?” Nefise hemen söze karıştı: “Tabii ki kabul edecek. Can bizi kırmaz. Bizi kırmazsın değil mi Can? Hem böylece senin de evde canın sıkılmaz…” “Tamam. Siz kazandınız. Teklifinizi kabul ediyorum. Pekiyi ne zaman gelecek ilk öğrencim?” Üç güzel hanımın da mutluluktan gözleri parlıyordu. Tabii içlerinde en mutlu olanı Elif ’ti. Onun o andaki mutluluğunu anlatmaya kelimeler yetersiz kalırdı. Minnetle Nefise ve Filiz’in gözlerine baktı. Zaten bu bakış onlara her şeyi anlatmaya yetmişti. Filiz coşkuyla konuşmaya başladı: “Hemen bugün geliyor. Bizi kırmayacağını bildiğim için ben her şeyi hazırladım. Genç bir avukatın aldığı ve içinden çıkamadığı bir cinayet davası var. Ona bu davada yardımcı olmak için bir türlü zaman ayıramamıştık. Ve ben de ona senin yardımcı olacağını söyledim. Seninle tanışmak için sabırsızlanıyor ve buraya ne zaman geleceğini öğrenmek için benden haber bekliyor.” “Filiz bana şu davadan biraz bahseder misin?” “Can inan bana bu çok uzun bir konu. Ahmet buraya geldiğinde sana ayrıntılı bir dosya getirecek, birlikte incelersiniz.” “Demek ilk öğrencimin adı Ahmet, peki Ahmet ne zaman gelecek buraya?” “Bir saat sonra senin için uygun olur mu?” “Olur tabii! Gelsin de bir an önce işimize başlayalım.” Can’ın bu istekli ve heyecanlı hali üçünü de çok mutlu etmişti. Elif heyecandan ve mutluluktan ağlamamak için kendisini zor tutuyordu. Güç almak için yanında duran Filiz’in elini minnetle
ve sıkıca tuttu. Elif ’in halini sezen Nefise, Filiz’e hitaben: “Biz artık gidelim de Ahmet gelene kadar Can’a ve Elif ’e hazırlanmaları için biraz zaman bırakalım,” dedi. Nefise’nin ne demek istediğini anlayan Filiz, “Haklısın…” diyerek onu onayladı. Sonra Can’a: “Can bizi kırmadığın ve yardım etmeyi kabul ettiğin için sana çok teşekkür ederim. Eminim Ahmet’le birlikte bu davanın hakkından kolayca geleceksiniz,” dedi ve Nefise’yle birlikte, Can ve Elif ’le vedalaşarak evden ayrıldılar. Vedalaşırken Elif daha fazla dayanamamış ve gözleri dolu dolu olmuştu. Can, Ahmet’in gelişi için çalışma odasında hazırlanırken, Elif de hemen evi toplamaya başladı. Neyse ki Can sabırsızlık ve heyecan içinde çalışma odasında hazırlandığı için, Elif ’in evi toplarken mutluluktan sessizce ağladığını fark etmemişti. O gün belki de içinde bulundukları felakette yaşadıkları kötü günlerin sonu ve ileride yaşayacakları daha güzel, daha mutlu günlerin başlangıcı olacaktı. Elif tüm benliğiyle bunu ümit ediyordu. Sessizce ağlarken o güzel günlerin hayalini kuruyordu. Çocuk Esirgeme Kurumu’ndan yetim bir çocuk almışlar, bahçeli bir eve taşınmışlar, bu evde mutlu bir şekilde o güzel çocuğu büyütüyorlardı ve kendilerini tamamen bu çocuğa adamışlardı. Filiz ve Nefise de sık sık onların yanına gelip bu güzel çocuğu seviyor, onunla oyunlar oynuyorlardı… Elif işlerini bitirdikten sonra ağladığı belli olmasın diye lavaboya gidip yüzünü yıkadı. Biraz sonra zil çaldı. Gelen Ahmet’ti. Üçünün de heyecandan yürekleri güm güm atıyordu. Elif, Eren Can’ı yeniden hayata bağlayacağını umduğu başlangıç için, Eren Can yeniden çok sevdiği mesleğiyle ilgili bir şeyler yapacağı ve kendisini oyalayacak bir şey bulduğu için, Ahmet ise şirkette Eren Can’ın adını ve kazandığı zor davaları çok duyduğu ve en sonunda onunla tanışabileceği için çok heyecanlıydılar. Elif kapıyı açmaya hazırlanırken, Eren Can da zilin sesini duymuş ve Elif ’in yanına kadar gelmişti. Elif kapıyı açtığında karşılarında en az onlar kadar heyecanlı bir yüz görünce ikisi de çok
| 215
216 |
şaşırdı. Şaşırmakta haklıydılar. Çünkü Ahmet onlar gibi heyecanını saklamayı başaramamıştı. Söze önce Elif başladı: “Hoş geldiniz. Siz Ahmet Bey olmalısınız…” “Evet, Ben Ahmet Kanık. Beni buraya Filiz Hanım gönderdi.” Elif, elini Ahmet’e uzattı ve tokalaştı. Ahmet daha sonra elini Eren Can’a uzattı ve: “Siz de Eren Can Bey olmalısınız…” diyerek kendisine uzatılan eli sıktı. “Evet, ben de Eren Can… Buyurun, isterseniz hemen çalışma odama geçelim ve davanın dosyalarını incelemeye başlayalım.” Eren Can’ın ona yardım etme isteği ve acelesi Ahmet’i mutlu etmiş ve cesaretlendirmişti. Böylece heyecanı da azaldı. Eren Can’ın çalışma odasına geçip davanın dosyalarını incelemeye başladılar. Dosyaları incelerlerken Eren Can bir yandan da Ahmet’i daha yakından tanımak için ona bazı sorular soruyordu: “Kaç yaşındasın? Nerede okudun? Stajını nerede yaptın? Şimdiye kadar kaç tane, hangi tür davalara girdin?….” Ahmet’in baktığı dava gerçekten de kazanılması çok zor bir davaydı. Ama o, Eren Can’ın kazandığı davalar hakkında çok şey dinlemişti ve onun yardımıyla bu davayı kazanacağına yürekten inanıyordu. Müvekkili bir adam öldürmüştü. Tutuklu olarak yargılanıyordu ve on sekiz yıl ağır hapsi isteniyordu. Savunma avukatı olarak Ahmet’in görevi ise, müvekkilinin maktulü meşru müdafaa için öldürdüğünü kanıtlamaktı. Olay Ahmet’in Eren Can’la görüşmeye gelmesinden iki ay önce gerçekleşmişti. Müvekkili Taner bir gece bir arkadaşıyla birlikte eğlenmek için bir bara gitmişti. Barda kız meselesi yüzünden kavga çıkmış, Celal adında birisi, Taner’in yanlarındaki kıza asıldığını söyleyerek yanındaki Orhan adlı arkadaşıyla birlikte Taner’e saldırmışlardı. Kavga sırasında Orhan belinde taşıdığı silahını çekmiş ve Taner, Orhan’la boğuşurken silahını elinden almış ve onu yaralamak için ateş etmişti. Kasıklarından vurulan Orhan hastaneye götürülürken yolda ölmüş ve Celal kaçıp ortalıktan kaybolmuştu.
Taner ise en yakın polis karakoluna giderek teslim olmuş ve kasten adam öldürmek suçlamasıyla tutuklanmıştı. Eren Can ilk duruşmanın tutanaklarını incelediğinde, hâkimin Taner’in verdiği ifadeye inanmadığını fark etti. Oysa bu tip davalarda hâkimlerin görüşü çok önemliydi. Ve bu yüzden mutlaka hakimi, Taner’in anlattıklarının doğru olduğuna inandırmalıydılar. Olayı gören onlarca kişi olmasına rağmen hiç görgü tanığı bulunamamıştı. Hiç kimse bu olaya karışmak istemiyordu. Buradaki en önemli noktalardan birisi maktulün arkadaşının, yani Celal’in vereceği ifadeydi ama o da ortalıktan kaybolmuştu. Bu durumda meşru müdafaayı kanıtlamak çok zordu. Savcı, Taner’in kasten adam öldürmek suçundan on sekiz yıl ağır hapis cezasına çarptırılmasını istiyordu. Eren Can dosyayı inceledikten sonra, Ahmet’e: “Nasıl bir savunma yapmayı düşünüyorsun?” diye sordu. “Müvekkilimin meşru müdafaa yaptığı konusunda hakimi bir şekilde ikna etmeye çalışacağım. Sanırım maktulün arkadaşını tanık olarak dinletebilirsek bunun bize çok büyük bir katkısı olacaktır.” “Meşru müdafaa için karşı tarafın saldırısı ile ilgili şartlar olgunlaşmış olmasına rağmen, bence, savunma konusundaki sınırlar aşılmış ve meşru müdafaanın en önemli şartlarından olan orantılılık ilkesi ihlal edilmiş… Bu yüzden de hâkim, meşru müdafaa savunmasını kesinlikle kabul etmeyecektir. Çünkü Taner burada maktulün silahını elinden almış ve maktul artık silahsız ve Taner silahsız bir insana ateş etmiş…” Ahmet çok heyecanlanmıştı. Eren Can gerçekten de çok bilgili ve tecrübeli bir avukattı. Böyle bir avukat kendisine yardım ettiği için kendisini de çok şanslı görüyordu. Heyecan içinde: “Ama öldürmek için ateş etmemiş. Tüm gayesi onu yaralayarak kendisine tekrar saldırmasına engel olmakmış!” dedi. Eren Can, Ahmet’in bu heyecanlı halini çok iyi anlıyordu. Ona baktıkça mesleğe başladığı ilk dönemlerdeki kendi halini görür gibiydi. Sanki geçmiş zamanı gösteren bir aynaya bakıyor gibiydi…
| 217
218 |
“Yani fail eylemde bulunmak istemiş fakat ölüm neticesini istememiştir. Burada öldürmek neticesi kapsamında olan bir kasıt söz konusu değildir. İşte bu nedenle, kasten adam öldürme suçu da söz konusu değildir…” Ahmet can kulağıyla Eren Can’ı dinliyordu. “Bence burada bilinçli taksir söz konusudur. Bilinçli taksir durumundaki fail, neticeyi tahmin etmekte ama gerçekleşmesini istememektedir. Bu yüzden, Taner karşısındaki adamı ciddi bir şekilde yaralayarak etkisiz hale getirmeyi düşünerek, bilinçli bir şekilde ateş etmiş fakat öldürmemek için bacağından vurmak istemiştir. Ama ne yazık ki kasıklarından vurmuştur. Bir noktayı da unutmamak gerekir ki, burada söz konusu olan Taner’in olay anında içinde bulunduğu psikolojik durumdur. Orhan’a ateş ederken ne istediği, neyi göze aldığı ve o anda ne kadar sağlıklı düşünebildiğidir. Olay anında alkol almış olduğu için istediği şekilde ateş edemeyerek, maktulü yanlışlıkla kasığından vurmuş da olabilir. Olası kasıt ve bilinçli taksir arasındaki fark çok ince fakat yaptırımları arasındaki fark çok büyüktür. Bu nedenle, sen savunmanı yaparken çok iyi kriterler belirlemeli, onlara uygun örnekler sunmalı ve asıl yapılan işin, failin psikolojik durumunun ne olduğu konusunda mahkeme heyetini ikna etmeye çalışmalısın. O zaman, Taner’in en az cezayı almasını sağlarsın…” Ahmet bir yandan Eren Can’ın kendisine söylediklerini büyük bir dikkatle dinlerken, bir yandan da söylediği her şeyi not ediyordu. Kendisine söylenenlerin bir tek kelimesini bile atlamadan, heyecan içerisinde yazıyordu. Eren Can, “İkinci duruşma ne zaman?” diye sordu. Ahmet, Eren Can’ın sustuğunu fark edince yazdığı son cümleyi okudu ve kendisine bir soru sorulduğunu anlayıp kızararak cevap verdi… Kendisini yazmaya öyle kaptırmıştı ki, Eren Can’ın kendisine sorduğu soruyu bile yazmıştı. “On beş gün sonra.”
“Öyleyse duruşmaya hazırlanmak için daha çok zamanın var…” “Keşke ben de öyle düşünebilseydim! Bu süre bana o kadar az geliyor ki! Hele sizin söylediklerinizi düşündükçe, her şeye sıfırdan başlayacak gibi hissediyorum…” “Sakın bu konuda fazla endişelenme. Bu davada yalnız değilsin. Ben de sana elimden geldiği kadar yardımcı olmaya çalışacağım…” “Teşekkür ederim Eren Can Bey. İnanın, bana yardımcı olduğunuzu bilmek bile benim için çok büyük bir moral kaynağı. Ve siz benim yanımdayken bu davayı en iyi şekilde neticelendireceğimden eminim. Ahmet yanlarından ayrılırken Eren Can ile Elif ’in kendisine gösterdikleri ilgiden dolayı çok mutluydu ve Eren Can ile yaptığı görüşmenin memnuniyeti içindeydi. Eren Can gibi en zor davaların avukatı olan bir avukatın yardımıyla davayı en iyi şekilde sonuçlandıracağından emindi. Eren Can, kendisine yardım etmek konusunda o kadar samimiydi ki, çıkarken ona davadaki tüm gelişmelerden haberdar olmak istediğini söylemişti. Ahmet evlerinden ayrıldığında, aslında bu görüşmeden en çok memnun olan Elif ’ti. Filiz sayesinde Eren Can’ı oyalayacak, meşgul edecek ve hayata bağlayacak bir neden bulmuşlardı. Bu dava henüz bir başlangıçtı. Elif bir şeye kesinlikle inanıyordu, bu davanın gerisi de gelecek ve Eren Can bu davalarla meşgulken aklına “Ölmek!” gibi kötü düşünceleri getirmeyecekti. Zaman Elif’i haklı çıkartmıştı. Filiz her hafta yeni bir avukat gönderiyordu. Eren Can bu avukatlarla uzun uzun görüşüyor, onlara elinden geldiği kadar yardımcı olmaya çalışıyordu. Avukatlar, Eren Can’ın kendilerine tembihlediği gibi, davaları hakkındaki her yeni gelişmeden onu haberdar ediyorlardı ve Eren Can da bu gelişmelere göre onlara nasihatler veriyordu. Filiz de sık sık evlerine geliyor ve Eren Can’la bu davalar hakkında uzun uzun sohbet ediyorlardı. Elif mutluluk içinde Eren Can’ın sanki kendi davalarına hazırlanır gibi heyecanla bu davalara hazırlanmasını izliyor, her yeni gelişmeyi heyecan içinde kendisine anlatırken hiç sıkılmadan, büyük bir dikkatle dinliyor, bazen kendince yorumlar yapıyor bazen
| 219
220 |
ise yalnızca başını sallayarak onun davalar hakkındaki yorumlarını onaylıyordu. Eren Can’ı böylesine mutlu ve heyecan içinde görmek yalnızca Elif ’i değil Nefise ve Filiz’i de çok mutlu ediyordu. Sanki eski Can gitmiş, yerine yepyeni, yaşam dolu, heyecan dolu bambaşka bir Can gelmişti. Günleri bu şekilde daha hızlı ve daha mutlu geçiyordu. Sonunda mutsuz, acı dolu, kederli günleri geride bırakmışlardı. Elif bu mutlu günlerin sonsuza kadar sürmesi için her gün Tanrıya dua ediyordu. “Sayın hâkim, müvekkilim maktulü kasten öldürmek istememiş, saldırıyı başka türlü bertaraf etme imkânı olmadığı düşüncesiyle, zamanın da darlığından dolayı bir anda maktulü yaralama fikrine kapılmış, ancak hiç de istememiş olduğu halde ölüm olayı meydana gelmiştir. Yani, kendisi yaralama kastıyla hareket ederken, ölüm fiilini işlemiştir. Buradaki durum olası kast değil, bilinçli taksirdir. Ve bu durumda önemli olan, kendisinin o andaki psikolojik durumudur. Bu psikolojik duruma göre isnadiyetin ağırlığı değerlendirilmeli, bu ağırlığa göre de yaptırım uygulanmalıdır.” Ahmet bu duruşmaya çok iyi hazırlanmıştı. Eren Can’ın kendisine söylediği gibi, Türk Ceza Kanunu’nun bu konuyla ilgili olan tüm maddelerini gözden geçirmiş ve savunmasını güçlendireceğine inandıklarını not etmişti. Mahkeme heyetine tek tek bu maddeleri okudu. Müvekkilinin olay sırasında mazur görülebilecek bir heyecanını, olay içerisinde karar verme süresinin çok kısa olmasını, bir anlık tereddüdünün maktulün ölümüne neden olma ihtimalini ve olay anında alkollü olduğu için bunun hem sağlıklı düşünmesine engel olduğunu hem de maktulü yaralamak isterken kazara ölümüne sebebiyet verdiğini anlattı. Ahmet’in yaptığı savunma, ondan böyle iyi bir savunma yapmasını beklemeyen mahkeme heyetini çok şaşırttı. Çok tecrübeli bir avukat olmamasına rağmen, anlaşılan dersine çok iyi çalışmıştı. Davacı taraf davasından kolay kolay vazgeçmek ya da kaybetmek niyetinde değildi. Onların asıl amacı Orhan’ın ölümüne karşılık en azından yüklü bir miktarda kan parası alabilmekti. Ve istediklerini
alana kadar da davayı sürdürme niyetindeydiler. Bu davadaki kilit nokta maktulün arkadaşı olan tanıktı. Onun vereceği ifade davanın gidişatında çok önemli bir rol oynayacaktı. Fakat Celal ortalıktan kaybolmuştu. Davada tanıklık etmesi için ikamet ettiği adrese defalarca celp gönderilmiş ama evde bulunamamıştı. Sanığın aleyhinde tanıklık yapması için davacı taraf da harıl harıl onu arıyordu. Neyse ki onlar da Celal’e ulaşamamışlardı. Ahmet bu konuyu Eren Can’a anlattığında, Eren Can ona hemen dedektif Murat’tan bahsetti ve kazandığı davalarda yaptığı yardımları anlattı. Ona dedektif Murat’ın adres ve telefonunu verdi. Ertesi gün Ahmet’in ilk işi, fırsat bulur bulmaz dedektif Murat’la görüşmeye gitmek oldu. Ona kendisini Eren Can’ın gönderdiğini söyledi ve ilgilendiği dava hakkındaki bütün ayrıntıları anlattı. Çok tecrübeli bir dedektif olan Murat, o daha ne istediğini söylemeden tanığı bulmasını isteyeceğini anlamıştı. Ahmet’e bu konuda hiç endişelenmemesini, tanığı mutlaka bulacağını söyledi ve, “Ondan sonra onu tanıklık yapması için ikna etmek de senin işin…” diye ekledi. Ahmet, dedektif Murat ile görüştükten sonra Eren Can’a bu davada yaptığı yardımlardan dolayı daha çok minnet duyuyordu. Ondan çok şey öğrenmişti. O gerçekten de çok iyi bir avukat ve aynı zamanda çok iyi bir insandı. Onun gibi birinin, böyle kötü bir kadere sahip olmasına çok üzülüyordu. Şimdiye kadar gördüğü en iyi avukatlardan biriydi ve kendisini taparcasına seven bir eşi vardı ama ne yazık ki o ne başarılı olduğu mesleğini yapabiliyordu, ne de eşini doyasıya sevebiliyordu. Ve bu durum, ne kadar hayat dolu görünüyor olsa da, Eren Can’ın gözlerine yansıyordu. Onunla yaptığı her görüşme sırasında gözlerindeki bu hüznün ve Elif ’in ona duyduğunu hissettiği kutsal sevginin karşısında, kendisinin böyle bir sevgiye sahip olamayacağını düşündüğü için daha çok üzülüyordu. Dedektif Murat, Ahmet’le yaptığı görüşmeden sonra hemen işe koyuldu. Tanık hakkındaki bilgilerin ışığında onu aramaya
| 221
222 |
başladı. Eski bir polis olduğu için ilk iş olarak Celal’in siciline baktı. Sicili pek temiz değildi. Yaralamalarla sonuçlanan birçok olaya karışmıştı. Murat’ın aklına ilk olarak, herhangi bir suçtan arandığı için, yakalanmak korkusuyla ifade vermekten kaçınmış olabileceği gelmişti fakat iyice araştırdıktan sonra böyle bir durumun olmadığını öğrendi. Herhangi bir olaya karışıp yaralanmış olabileceğini düşünerek bu defa İstanbul’daki tüm hastanelerin kayıtlarını kontrol etti. Ama hastane kayıtlarında da onun izine rastlamadı. Son olarak, onun gibi birinin İstanbul’da gidebileceği tüm bar, pavyon ve gece kulüplerini araştırmaya başladı ve birkaç gün sonra nihayet onu bulabildi. Burası Beyoğlu’ndaki ikinci sınıf barlardan biriydi. Bardan çıktığında, onu takip ederek kaldığı yeri öğrendi. Bundan sonrası Ahmet’in yapacağı bir işti. Onu duruşmada, Taner’in lehinde tanıklık yapması için ikna etmesi gerekiyordu. Ahmet gece yarısı, Taksim’de bindiği taksinin şoförüne dedektif Murat’tan aldığı, Celal’in adresinin yazılı olduğu kâğıdı uzattı ve oraya gitmek istediğini söyledi. Birkaç dakika sonra taksi adreste yazan evin tam önünde durdu. Ahmet, taksiye kendisini beklemesini söyleyerek, korkuyla karışık bir heyecan içerisinde taksiden indi. Dedektif Murat, Celal hakkında onu uyarmış ve çok dikkatli olmasını salık vermişti. Ahmet aradığı kişinin evde olmasını umarak, aynı heyecanla kapıyı çaldı. Kapıyı yarı sarhoş, belki de hap alarak kendinden geçmiş otuz yaşlarında bir adam açtı. Ahmet aradığı kişinin bu adam olduğundan emin bir şekilde: “Siz Celal Yonca mısınız?” diye sordu. “Hayır değilim… Sen kimsin?” “Ben avukat Ahmet Kanık! Celal Yonca ile görüşecektim. Ahmet, içerde bu adamla birlikte Celal’i beklemek zorunda kalacağı düşüncesiyle bir an ürperdi. Bu psikopat, sarhoş, hap bağımlısından her şey beklenebilirdi. “Celal içerde demleniyor. Gir içeri de, derdin neymiş anlayalım!” Ahmet ürkek bir şekilde içeri girdi. Ev leş gibi içki kokuyordu ve
çok kirliydi. Salonun ortasındaki, çilingir sofrası kurulmuş olan masada ilkinden daha bakımlı, düzgün giyimli bir adam oturuyordu. Bu adam Celal Yonca’ydı. Ahmet’i görünce hiç istifini bozmadan, “Ne istiyorsun?” diye sordu. Ahmet heyecanını ve korktuğunu belli etmemek için cevap vermeden önce masadaki sandalyelerden birini çekip oturdu. Sonra Celal’e arkadaşının öldüğü olaydaki davadan ve Taner’in durumundan bahsetti. Karşısındaki adam pis pis sırıtarak onu dinliyordu. Ona bu davada Taner’in lehinde tanıklık yapmasını istediğini söyledi. Celal aynı yüz ifadesiyle, “Böyle bir şeyi neden yapayım? Senin müvekkilin benim arkadaşımı öldürdü! Sen de kalkmış benden onun için tanıklık yapmamı istiyorsun…” “O gece kavgayı senin başlattığını söyleyen tanıklarım var. Eğer bunu yapmazsan, Taner’e saldırıp tehdit etmekten ve bir insanın ölümüne sebebiyet vermekten sana karşı dava açarım. Hiçbir yere kaçamazsın! Seni şimdi bulduğum gibi her zaman bulurum ve hapse girmen için elimden geleni yaparım!” Ahmet bir anlık heyecanla söylediklerine kendisi de şaşırmıştı. Celal ise bu sözler karşısında çok sinirlenmişti. Yüzündeki ifade bir anda öfkeye döndü. “Beni burada nasıl bulduğunu bilmiyorum! Ama benim mekânımda benimle konuşurken dikkat et! Yoksa seni öldürür, parçalara ayırıp köpeklere atarım!” Ahmet girdiği yoldan artık dönemezdi. Yaptığı blöfe devam etmek zorundaydı. Yoksa bu iki hapishane kaçkını herif onu orada öldürür, cesedini de lağım çukurlarından birine atarlardı. “Celal, sen akıllı bir adamsın. Benim buraya gecenin bu saatinde, yalnız gelecek kadar aptal olduğumu sanmıyorsun herhalde! Seni nasıl bulduğuma gelince; eski bir polis olan, dedektif arkadaşım sayesinde buldum. Şu anda da bu sokağın çeşitli yerlerinde arkadaşımla birlikte bekleyen altı tane sivil polis var. İstersen camdan dışarı bir bak. Gerçi, sokak biraz karanlık, ama yine de onları görebilirsin.”
| 223
224 |
Celal, Ahmet’in yaptığı blöfü gerçekten yutmuştu. Camdan dışarı bakmasının polislere verilecek bir işaret olduğunu düşünerek bunu yapmadı. Eğer dışarı baksaydı sokakta yalnızca Ahmet’i getiren taksinin beklediğini görecekti. Ahmet kendinden emin bir şekilde masadan kalktı ve duruşma celbini masaya bırakıp evden ayrıldı. Dışarı çıktığında kendisini bekleyen taksiye bindi ve o uğursuz sokaktan uzaklaştı. Heyecan içerisindeydi. Kalbi güm güm atıyordu. Celal’e söylediği her cümle aklına tekrar ve tekrar geliyor, orada söylediklerine inanmakta zorlanıyor, böyle bir şeyi yapabildiğine şaşırıyordu. Filiz ve Nefise gelip de Ahmet’in davayı kazandığını söylediklerinde Can o kadar mutlu oldu ki, bir an için ayağa kalkıp yürüyebileceğini sanıp, heyecanla oturduğu tekerlekli sandalyeden kalkmak istedi ve bir kum torbası gibi düşerek yeniden sandalyeye oturdu. Yine de bu onun neşesini kaçırmaya yetmedi. Fakat orada bulunan üç güzel hanımı çok telaşlandırdı. Bir an için onun yere düşeceğini ve yaralanacağını sanmışlardı… Can tebessümle onlara baktı ve: “Bunu kutlamalıyız!” dedi. Elif eğildi ve onun yanağından öptü. “Tabii ki kutlayacağız. Bu senin başarın ve kutlanmayı hak ediyor,” dedi. Filiz ve Nefise de başlarıyla Elif’i onayladılar. “Ne zaman kutlayacağız?” Can’ın bu sorusuna Filiz cevap verdi: “Yarın kutlamaya ne dersiniz? Yarın günlerden cumartesi. Ahmet de müsait olur eminim… Nefise’yle ben erkenden gelir, geçen sefer olduğu gibi sana yardım ederiz Elif. Sen ne dersin Nefise? Senin için de uygun mu?” “Olur tabii… Böyle güzel bir olayı kutlamak için ben her zaman müsaidim… Yeter ki siz isteyin!” Elif mutlu bir şekilde gülümsedi: “Anlaştık o zaman! Yarın Eren Can’ın ve Ahmet’in bu büyük başarısını kutluyoruz...” Ertesi günün akşamı çok güzel bir kutlama yaptılar. Yalnız bu defa yapılan kutlama diğerlerinden daha kalabalıktı. Eren Can, Filiz’den büroda çalışan ve kendisinin davalarına yardım ettiği diğer avukatları da çağırmasını istemişti. Amacı onlara moral ve cesaret vermekti.
Üç güzel hanım; Elif, Nefise ve Filiz bu kutlama için tüm aşçılık marifetlerini gösterdiler. Çok yoruldular ama davetlilerden aldıkları iltifatlar bu yorgunluklarına değdi. Özellikle de Eren Can’ın mutluluğu ve memnuniyeti onların yorgunluğunu bir çırpıda alıp götürdü. Elif inanılmaz derecede mutluydu. Tüm bu olanların mucize olduğunu düşünüyordu. Birkaç ay önce yaşadıkları kederli günler ona o kadar uzak görünüyordu ki, o günlerin gerçek olmadığını, yalnızca kâbus olduklarını ve o kötü kâbuslardan uyandığını düşünüyor, bir daha o kâbusları göstermemesi için Tanrıya dualar ediyordu… Bir kaç ay bu şekilde geçti. Filiz, Eren Can’a devamlı yeni avukatlar gönderiyordu. Nefise ve Elif ’le beraber onun düşüncelerini ve kafasını mümkün olduğunca çok meşgul ederek oyalanmasını ve ölmek gibi korkunç bir şeyi düşünmeye fırsat bulamamasını istiyorlardı. Fakat üçünün de farkında olmadığı bir şey vardı. O da, her gelen avukatta Can’ın şevkinin daha da azaldığıydı. Bunu nedeni de artık yaptığı işten de zevk almamasıydı. Geceleri yine Elif ’i ve kendisinin içinde bulunduğu durumu düşünüyordu. Tamam, Elif mutlu görünüyordu ve bu onun davranışlarına, hatta yüz hatlarına bile yansımıştı. Ama bu durum daha ne kadar bu şekilde devam edecekti? Sonunda yeniden o acı günlerle yüz yüze gelmek zorunda kalmayacaklar mıydı? Hem Elif şu anda genç ve güzel bir kadındı. Ve o, Elif ’le yaşadıkları her gün, Elif ’in bu gençlik ve güzelliğinden çaldığını düşünüyordu. Elif ’e ne kadar belli etmek istemese de geceleri yine kabuslar görmeye başlamıştı. O uyurken kendisi sessizce ağlıyordu. On sene sonrasını hayal ediyordu. Kendisi yine tekerlekli sandalyeye mahkum yaşıyor olacak ve onun için çok fazla şey değişmeyecekti. Fakat, ya Elif? Onun gibi sefil ve çaresiz birisi için bütün gençliğini ve güzelliğini feda edecek, en güzel yıllarını harap edecekti. Elif ’e, canından çok sevdiği bu güzel meleğe bunu yapmaya hiç hakkı yoktu. İçindeki ‘ölmek isteği’ yeniden canlanmıştı. Ölmesi gerektiğini,
| 225
226 |
hem Elif ’i hem de kendisini bu acı ve ıstırap dolu hayattan kurtarması gerektiğini düşünüyordu. Sonra aklına ailesi geliyordu... Peki, ya onlar için yaşaması gerekmiyor muydu? Anne ve babasının biricik evlatlarıydı... Elif ’le evlendiğinde hep ondan bir torun istemişlerdi, fakat o bencilce davranmış ve biricik eşinin sevgisini ve ilgisini -bu insan kendi çocukları da olsa- paylaşmayı hiç istememiş, onların bu en büyük dileğini gerçekleştirememişti. Artık bundan sonra da bu konuda yapabileceği hiçbir şey yoktu. Yani kendi açısından ailesi için yaşamasına da gerek yoktu. Bu halde Elif ’e olduğu gibi onlara da yük olmaktan başka bir şey yapamazdı. Elif ise hiçbir şeyin farkında değildi. Canından çok sevdiği adamın mutlu ve huzurlu olduğu yanılgısıyla o da mutlu oluyordu. İkisi için de kaçınılmaz olan sonun yavaş yavaş yaklaştığını bilemezdi tabii... Nefise ve Filiz’in de Elif ’ten bir farkları yoktu. Onlar da çok sevdikleri bu çifte yardım edebilmiş olmanın mutluluğu ve huzuru içindeydiler. Üçü el birliğiyle Can’ı hayata yeniden bağlamayı başarmışlardı. Onlara göre Can artık ölümü düşünemeyecek kadar meşgul ve mutluydu. Oysa, üçünün de gerçeği anlamaları çok uzun sürmeyecekti. Çünkü Can yavaş yavaş kendi sonunu planlamaya başlamıştı. Bir gece Elif huzurlu bir şekilde derin uykudayken, Can yine sessizce ağlıyordu. Bu defa bu ıstıraba son vermek için kesin kararlıydı. Sabah bu işi bitirecekti. Günlerdir yaptığı planı tekrar tekrar gözden geçirdi. Ne Elif ’e ne de başka birine hiçbir şey hissettirmek istemiyordu. O ölmeden önce hiç kimse onun ölmek istediğini ve o gün öleceğini bilmeyecekti. Islanmış gözkapaklarını kapattı ve Elif ’in nefes alıp verişini dinledi. Onun gibi bir melek için öleceğini düşündükçe tüm bedenini bir huzurun kapladığını hissediyordu. Son günlerde yaşadığı ıstırap içinde huzurlu olduğu anlar yalnızca bu anlardı. Sonra Melek’i düşündü. Ruhunun ebedi eşi olan meleği! O, yıllarca rüyalarında gördüğü, hep kavuşmayı umduğu melekti. Elif
gibi güzel bir melek için ölecekti ve öldüğünde ruhunun ebedi eşi olan Melek’e kavuşacaktı. Bunu düşündükçe ölümde bile bir baht, kendisinden başka kimsenin sahip olamayacağı büyük bir talih görüyordu. Elif sabah uyandığında Eren Can hala uyuyordu. Ona baktığında yüzündeki huzur dolu ifadeyi görünce o kadar mutlu oldu ki, neşe içinde Can’ın saçlarını okşayıp alnına bir öpücük kondurdu. Tabii Can derin bir uykuda olduğu için bunu fark etmedi. Elif hemen kalkıp giyindi. Mutfağa gitti ve kahvaltı hazırlamaya başladı. Hazırlık boyunca, yaşadıkları zor günleri atlattıkları için Tanrıya şükretti... Bir saat kadar bir hazırlıktan sonra zengin bir kahvaltı sofrası meydana gelmişti ve neşesi daha da artmıştı. Mutlu bir şekilde Can’ı uyandırmaya gitti. Yatak odalarına girdiğinde Can daha yeni uyanmış, gözlerini ovuşturuyordu. Elif ’i gördüğünde, kaynağını bildiği ama nedenini bilmediği bir ışık yüzüne vurmuş gibi yüzü aydınlandı. Elif o kadar güzel görünüyordu ki gözleri parlıyor, gülerken elmacık kemikleri daha belirgin bir hal alıyordu ve sanki yanaklarına nurlar yağmıştı. Üzüntü gibi mutluluk da bulaşıcıydı ve birinin mutluluğu diğerine geçerek ve bu durum sonsuza kadar sürecekmiş gibi tekrarlanarak, bu iki güzel ruhlu ve kalpli iki insanın mutluluğu daha da artıyordu. Elif özenle ve dikkatli bir şekilde Can’ın giyinmesine ve hazırlanmasına yardım etti. Sonra tekerlekli sandalyesine oturtup mutfağa götürdü. Kahvaltı yaparken ikisi de çok mutlu ve çok neşeliydiler. Eren Can aylardır içinde biriktirdiği sevgi sözcüklerini Elif ’e söylüyor, Elif de bunları duydukça daha da mutlu oluyor ve o da benzer sözcüklerle karşılık veriyordu. Eren Can, dileğinin gerçekleşeceğini bilse, bu kahvaltının sonsuza kadar sürmesini ve hiç bitmemesini dilerdi ama her güzel şey gibi bu güzel kahvaltı da sona erdi. Elif sofrayı toplamakla uğraşırken Eren Can da salona geçti. Telefonun yanına gitti ve ahizesini kaldırıp, numaraları tuşlayarak Filiz’i aradı: “Merhaba Filiz. Nasılsın?” “Teşekkür ederim Can. Çok iyiyim. Ya sen nasılsın?”
| 227
228 |
“Ben de iyiyim. Senden küçük bir ricam olacak. Beni kırmaz ve bu küçük ricamı kabul edersen inan çok mutlu olurum!” Can’ın sesindeki huzur ve mutluluk Filiz’i de mutlu etmişti, neşeyle: “İstediğini şimdiden kabul ediyorum. Yeter ki beni daha fazla meraklandırma ve hemen söyle,” dedi. “Bugün Elif için bir şey yapmak istiyorum. Fakat bunun için Elif ’in bir süre evde olmaması gerekiyor. Bir saat sonra onu arayıp önemli bir konuda kendisiyle görüşmen gerektiğini söyleyerek dışarıda bir yerde buluşmaya ikna edip, Nefise’yle birlikte onu dışarıda bir kaç saat oyalayabilir misiniz?” “Yoksa ona güzel bir sürpriz yapmayı mı planlıyorsun?” Filiz’in merakı ve heyecanı iyice artmıştı. “Onun gibi bir şey. Lütfen sen dediğimi yap ve bunun için bana biraz zaman kazandırın.” “Peki Can. Tam bir saat sonra Elif ’i arıyorum. Sen de elini çabuk tut ve her ne yapacaksan Elif bizimleyken bitirmeye bak.” Filiz, Can’ın yapacağını düşündüğü sürpriz hakkında kendisine hiçbir şey söylemeyeceğini bildiği halde, yine de ona biraz kızmıştı. Ah şu erkekler! Ne fenaydılar! İnsanı önce meraklandırıyorlardı, sonra da merak içinde kıvranmalarını izliyorlardı... “Teşekkür ederim Filiz. İnan bana sen ve Nefise benim bu dünyadaki en iyi ve en çok sevdiğim dostlarımsınız. Bunu sakın unutmayın.” “Can, Nefise’yle ben de seni çok seviyoruz, sen de bunu sakın unutma!” Filiz’in gözleri yaşarmıştı. Ağlamamak için dudaklarını ısırıyordu. “Biliyorum Filiz. Ve her şey için size minnettarım. Şimdi kapatmak zorundayım. Elif bu yana doğru geliyor. Konuştuklarımızı duymasın. Nefise’ye sevgilerimi iletmeyi unutma. Kendinize iyi bakın.” Filiz güçlükle: “Sen de kendine iyi bak,” dedi ve telefonu kapattı. Sonra lavaboya gidip yüzünü bol suyla yıkayarak rahatladı. Eren Can, Filiz’e yalan söylemişti. Elif hala mutfaktaydı ve
neşe içinde mutfağı topluyordu. Şu an içinde bulunduğu ruh haliyle Filiz’le konuşmaya devam ederse onu şüphelendireceğinden korktuğu için, konuşmayı bitirmek amacıyla ona böyle bir yalan söylemek zorunda kalmıştı. Elif bir saat boyunca neşe ve mutluluk içinde evdeki işlerle uğraştı. Ara sıra da, göz ucuyla, televizyon izlemekte olan Eren Can’a bakıyordu. Bugün sanki onda her zamankinden daha fazla mutluluk ve huzur görüyordu. Telefon çaldığında Elif işlerini bitirmişti ve Eren Can’la sohbet ediyordu. Oturduğu yerden kalkıp hemen telefona baktı. Arayan Filiz’di: “Merhaba Elif. Nasılsın?” “Teşekkür ederim Filiz. Çok iyiyim. Ya sen nasılsın?” “Ben de çok ama çok iyiyim. Nefise’yle benim çok sevdiğimiz bir dostumuz bizden yardım istedi. Fakat ona yardım etmek için bizim de senin yardımına ihtiyacımız var.” “Kimmiş bakalım bu dostunuz? Ben tanıyor muyum?” “Çok sevdiğimiz bir arkadaşımız...” “Peki benden istediğiniz yardım nedir? Size nasıl yardım edebilirim?” “Telefonda anlatılacak bir şey değil. Biz Nefise’yle birlikte onun evindeyiz. Lütfen sen de buraya gel. Burada her şeyi sana anlatacağız.” “Tamam, oraya geliyorum. Ama önce annemi arayıp buraya çağırayım. O geldiğinde, ben de sizin yanınıza gelmek için evden çıkarım. Böylece Can evde yalnız kalmamış olur...” “Elif inan bana buna hiç gerek yok. Bizim yüzümüzden bir de onun rahatsız olmasını istemeyiz. İnan bana, görüşmemiz zaten çok kısa sürecek. Eminim bu kadar kısa sürecek bir şey için annesinin rahatsız olmasını Can da istemez. Lütfen onu hiç rahatsız etmeyelim.” “Tamam, sizin dediğiniz gibi olsun. Hazırlanıp on dakika içinde evden çıkıyorum. Orda görüşürüz.”
| 229
230 |
“Bizi kırmadığın için sana teşekkür ederim. Nefise de, ben de sana minnettarız.” Elif telefonu kapattığında Eren Can şaşkın bir yüz ifadesiyle ona bakıyordu. O gün hayatının en zor rolünü yapıyordu. Yine aynı ifadeyle: “Elif nereye gidiyorsun? Yoksa kötü bir şey mi olmuş?” “Hayır canım. Önemli bir şey değil… Filiz ve Nefise’nin çok sevdikleri bir dostlarının yardıma ihtiyacı varmış. Bu konuda benden kendilerine yardım etmemi istiyorlar. Üçümüz Nefise’nin evinde buluşacağız. Çok uzun sürmez… İşimiz biter bitmez hemen dönerim…” “Peki canım. Filiz ve Nefise’ye çok sevgi ve selamlarımı söyle. Onlar benim bu dünyadaki en sevdiğim dostlarım. Bunu sakın unutmasınlar!” Elif yavaşça eğildi, Eren Can’ın yanağını önce okşayıp daha sonra öptü ve: “Canım! Eminim onlar da bunu çok iyi biliyorlardır. Bundan hiç kuşkun olmasın…” dedi. Beş dakika sonra Elif hazırlanmış, evden ayrılıyordu. Kapıyı açtı. Eren Can’ın yanağına bir öpücük kondurdu: “İşim biter bitmez hemen geleceğim,” dedikten sonra dışarı çıkıp kapıyı kapattı. Biraz sonra Eren Can gözyaşları içinde salonun perdesini aralamış, Elif ’in arabasıyla uzaklaşmasını seyrediyordu. Elif ise her şeyden habersiz, Nefise ve Filiz’in kendisinden yardımcı olmasını istedikleri arkadaşlarının sorununun ne olabileceğini düşünüyordu. “Benim dünyalar güzeli bahtsız meleğim. Sen nereden bileceksin! Bu bana son vedan ve ben sana veda bile edemedim! Gidiyorum! Senin için… Senin ve tüm sevdiklerimin mutluluğu için! Ruhumun ebedi eşine gidiyorum… Istırap içindeki ruhumun huzur bulması ve senin de hak ettiğin mutluluğa bir gün kavuşabilmen için!” Eren Can kendi kendisiyle konuşuyordu. Oysa o tüm bunları karşısında duran Elif ’in hayaline söylüyordu. Cennetten bir parça
olan yeşil gözleriyle ve yanaklarında her zaman güller açan gülümsemesiyle kendisine bakan Elif ’in hayaline… Perdeyi çekip tekerlekli sandalyesiyle çalışma odasına gitti. Ağladığı belli olmasın diye gözyaşlarını bir mendille sildi. Kütüphanenin en alttaki gözünü açtı ve iki yıl önce baktığı bir davada tehdit edildiği için aldığı ruhsatlı tabancasını kitapların arkasından alıp, sardığı bezden çıkarttı. Daha sonra ruhunun ebedi eşi olan Melek için yazdığı şiir defterini ve bir de boş dosya kâğıdı aldı. Bir daha hiç dönmemek üzere gidiyordu ama Elif ’e veda bile edememişti. Ona son vedasını kâğıda dökmeye karar verdi. Ona bunu neden yaptığını açıklamalıydı ama ne yazacaktı? Aslında yazacağı çok şey vardı. Sayfalar dolusu bir öyküydü onunki! Onu nasıl sevdiğini, uğruna neleri göze aldığını, ruhunun ebedi eşi olduğunu düşündüğü Melek’in yerine onu tercih ettiğini ve şu anda da canını onun için feda ettiğini… Bütün bunları tek bir sayfaya nasıl sığdıracaktı? Aklına Elif için yalnızca bir şiir yazdığı geldi. Oysa Melek için belki de yüze yakın şiir yazmıştı.‘Ne garip!’ diye düşündü. İnsanlar ulaşmak istedikleri ya da ulaşamadıkları şeyler için çok yoğun duygular besliyorlar, hatta bu uğurda dağları delip, çöllerde bile geziyorlar, ya da kendisi gibi onlarca şiir yazıyorlardı. Ve o, Elif için, o gördüğü kâbustan sonra yazdığı şiir dışında hiçbir şiir yazmamıştı. Belki de bunun nedeni, o güne kadar Elif ’i kaybedeceğinin hiç aklına gelmemiş olmasıydı. Çünkü ilk gördüğü andan itibaren ona sahip olduğunu biliyordu ve ilk defa o zaman onu kaybedeceğini anlamıştı. Melek’e ise bu dünyada asla kavuşamayacaktı ve bilinçaltında hep bu gerçekle yaşamıştı. Melek için yazdığı şiirleri hep onu rüyasında gördükten sonra yazmıştı. Kimi zaman Melek’in ismi, kimi zaman saçlarının rengi ve şekli, kimi zaman da yaşadığı yerler değişiyordu ama değişmeyen tek şey onun o güzel gözleriydi. Acı bir şekilde gülümsedi. Kim bilir belki bu da Melek’i gördüğü rüyalardan biriydi. Ve tetiği çektiğinde her zaman olduğu gibi bu rüyadan da uyanacaktı… Ne olursa olsun, Elif için ilk ve son şiiri-
| 231
232 |
ni şu anda yazmalıydı… İçinden geçen her şeyi, ona olan aşkının hikâyesini önündeki kâğıda yazdı… Tabancayı şakağına dayadı. Bir an için aklına Melek’i gördüğü bir rüya geldi: Rüyasında Melek’in adı Gülizar’dı. Bir köy çobanı olan Gülizar hastalanarak ölmüş ve Eren Can da bir sabah erkenden kalkıp onun mezarının başına gidiyor ve ona kavuşmak için babasının av tüfeğiyle intihar ediyordu. “Ne garip,” dedi kendi kendine. “Sanki rüyam çıkıyor.” Şimdi de o zaman olduğu gibi Melek’e sonsuzlukta kavuşmak için intihar ediyordu. Tetiğe bastı… Kurşun şakağının bir tarafından girmiş ve diğer tarafından çıkıp, duvara çarpıp tiz bir ses çıkartmıştı. Tabanca elinden kaydı. Ölmek üzere olduğunu hissetti. Birden tavanda bir ışık belirdi. Bu ışık gittikçe büyüdü, büyüdü ve ışığın içinde bir boşluk oluştu. Bu boşluktan bir melek çıktı. Eren Can bu meleği görür görmez tanımıştı. Bu onun Melek’i idi ve onu yeniden ışıktan içeri çağırıyordu. Eren Can bu defa hiç düşünmeden Melek’le beraber boşluktan içeri girdi… Yüzündeki ifadeyi şu anda bir gören olsaydı onun ne büyük bir saadet içinde yaşama veda ettiğini anlayabilirdi… “Merhaba güzel melek! Sana veda edemedim ama biliyorum ki, mutlaka, sana yazdığım bu veda mektubunu tekrar tekrar ve belki de binlerce kez okuyacaksın... Bil ki! Bu mektubu her okuduğunda ben senin yüreğinde olacağım! Bu mektubu aynı zamanda sana teşekkür etmek için yazıyorum… Dünyanın en yüksek zirvesindeki el değmemiş, bembeyaz kuzey rüzgârlarıyla savrulan kar taneleri kadar saf olan güzelliğinle, yüreğime saçtığın ışık demetleriyle oluşan aydınlık için ve her şeye rağmen, bana her baktığında gözlerinin derinliklerinde gülümseyen güzel ruhunun bana verdiği tarifi imkânsız mutluluklar için sana teşekkür ediyorum!
YAĞMUR YAĞARKEN GÜZEL, KAR İSE YAĞDIĞINDA… SEN HER ZAMAN GÜZELSİN! GÜLDÜĞÜNDE… VE AĞLADIĞINDA… GÜLERKEN YANAĞINDA GAMZELER AÇAR, AĞLADIĞINDA GÖZLERİNDEN İNCİLER AKAR. İNAN! SEN ÖYLE GÜZELSİN Kİ! MELEKLER BİLE SENİ KISKANIRLAR! GÖNÜL BAHÇEMDE AÇAN BİR GÜLSÜN, İSTE BU CANDAN, SENİN İÇİN ÖLSÜN! DİLERİM TANRIDAN, SEVDİĞİN DE SENİ SEVSİN; GELİNLİĞİN BULUTLARDAN, DUVAĞIN YILDIZLARDAN OLSUN…
| 233