157 116 9MB
Turkish Pages [253]
Gerçek bütündür. - HEGEL İki yüzyıl önce, eski bir Avrupa' sömürgesi Avrupa'ya yetişmeye karar verdi. Öyle iyi başardı ki bunu, sonunda, Ame rika Birleşik Devletleri, Avrupa'nın bozuklukları, hastalığı ve insancıl değerlerden yoksunluğunu korkunç boyutlarda büyüten bir canavar oldu çıktı. FRANTZ FANON
IV
10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22
İşsizlik, 1900-1963 282 Kapasite kullanışı, 1920-1929 287 Kapasite kullanışı, 1930-1939 292 Kârlar ve ulusal gelir, 1929-1938 294 Kapasite kullanışı ve işsizlik, 1950-1963 299 Konfederasyonun ilk on bir devletinden zenci göçü, 1870-1960 i........ 310 Beyazlarla beyaz olmayanların işsizliği, 1960-1962 316 Beyaz olmayanların devlet kesiminde istihdamı, 1940-1962 326 İktisadî fazla içindeki kâr gelirinin öğeleri 466 Küçük işletmelerin kâr gelirleri tahminleri 467 Mülk gelirinin başka biçimleri 468 Devlet tarafından emilen fazla 469 Toplam iktisadi fazla ve başlıca parçaları 470 ÇİZELGELER
1 Varsayımsal kârlılık listesi ...... 104 2 U.S. Steel Şirketi: 1920-1940, 1947-1950 ve 1953-1960 dönemlerinde iş görme oranıyla hissedarların yatı rımlarının, vergiler çıktıktan sonraki kazanç oran lan 105 3 İşsizlik, 1900-1963 283 4 Otomobiller: Fabrika satışları ve tesciller, 1911-1962 285 5 Gayri safi milli üretimin yüzdesi olarak fazla 461
VI
I GİRİŞ 1 Bugün Birleşik Devletler'de toplumsal bilimlerin durumu tutarsız. Araştırıcıların ve öğretmenlerin sayısı hızla artıyor. Bunların öğrenimleri ve konu larına hakimiyetleri, kesin matematik usavurmayı ve gelişmiş istatistik yöntemlerini kullanma yetenek leri, bir kuşak önceki meslekdaşlarının eriştiği dü zeyin çok üstünde. Üniversiteler, kurumlar, hükümet ler daha önce hiç görülmemiş ölçüde araştırma pro jeleri örgütleyip burslar veriyorlar. Kitaplar, rapor lar, makaleler, hiç arkası kesilmeden birbiri peşisıra yayınlanıyor. Bununla birlikte, bütün bu yüksek güçteki zihnî faaliyet, toplumumuzun nasıl işlediği ve nereye yöneldiği konusunda çok az yeni ya da önemli görüş ortaya çıkarmaktadır. Toplumumuzun hiç de iyi çalışmadığını çok iyi biliyoruz. Ama daha birkaç yıl önceye kadar, C. Wright Mills'in yerinde olarak Büyük Amerikan Tö reni dediği sıralarda, toplumsal bilimciler herşeyin çok iyi gittiğini söylüyorlardı bize. Bunun tersinin doğru olduğunu - boş vakti olan insanların ve maki nelerin yurt içinde mahrumiyetle ve dışarda açlıkla birarada bulunduğunu, yoksulluğun bollukla birlik te büyüdüğünü, çok geniş kaynakların boşuna hatta 1
zararlı olarak harcandığını, Birleşik Devletler'in bü tün dünyada gericiliğin simgesi ve savunucusu olma ğa başladığını, çeşitli savaşlara girdiğimizi, daha faz la ve daha büyüklerine doğru da yöneldiğimizi - bü tün bunları ve daha başkalarını toplumsal bilimci lerden değil de, kaçınılmaz gerçekleri gözlemleyerek öğrendik. Uzun bir süre, kendilerinin kabullendiği herşeyin mümkün bütün dünyalar için de en iyi ol duğuna bizi inandırmağa çalışan toplumsal bilimci lerin, gerçekle yüzeye gelmememiz için ellerinden geleni yaptıkları bile söylenebilir. Sayıları artan ve gittikçe daha iyi yetişen top lumsal bilimcilerin toplumsal gerçekliği açıklamak ta gittikçe daha çok göze batan bu başarısızlıklarını, bu tutarsızlığı nasıl açıklayabiliriz? Bu soruya, açıkça fırsatçılık diyerek, bir yere kadar karşılık verilebilir. Parayı veren düdüğü çalar, herkes de kimlerin parayı verdiğini ve düdüğün na sıl çalınmasını istediğini biliyor. Kapitalist bir top lumda etkili bir talep her zaman kendi arzını da bir likte getirecektir. Ama sorunu bu kadarla bırakmak hem yanlış, hem de biraz «iftira etmek» olur. Amerikan toplum sal bilimcileri arasında içten bir gerçeklik aşkıyla işlerine yönelen çok namuslu kimseler vardır. On lar da zamanımızın büyük toplumsal sorunlarına ışık tutmağı başaramadılarsa bunun nedeni fırsatçı lık değil, görüş açılarında ve metodolojilerinde" sak lı olan sınırlılıklarıdır. Onlar bu sınırlılıkları belli bir ölçüde geçmişten miras aldılar, belli bir ölçüde de çevrelerine yanıtta bulunarak geliştirdiler. Bu çev re, herşeyden çok, her düzeyde, her alanda gitgide
2
daha çok uzmanlaşma gerektiren ve gitgide karmaşıklaşan bir çevredir. Dolayısıyla toplumsal bilim de gitgide daha çok bölümlere ayrılmış, bilimciler de gitgide daha dar alanlarda uzman haline gelmeğe baş lamıştır : Bu uzmanlar kendi alanlarında mükemmel yetişmiştir, ama başka uzmanlıklar hakkında gitgi de daha az şey bilmekte, hatta onları anlayamamak tadır. Bütün uzmanlıkları aştığı için geçmişteki bü yük toplumsal düşünürlerin başlıca uğraşısı olan tüm topluma gelince, böyle bir yaklaşım toplumsal bilim alanından yok olmuştur. Bu bir gerçek olarak kabul edilir ve görmezlikten gelinir. Ama yine de, kitabın başına aldığımız Hegel'in sözü geçerliğini hiç eksilmeden sürdürmektedir: «Gerçek bütündür.» Elbet, Amerikan toplumsal bi limcilerinin izlemeğe çalıştıkları, çoğunlukla da ba şarılı oldukları sayısız küçük gerçek vardır. Okuyu cunun da göreceği gibi, onların bulgularından cö mertçe yararlandık, dolayısıyla bu araştırmaları kü çük görüyor değiliz. Bütünün, parçalarının toplamın dan daha fazla birşey olması gibi, toplumun çeşitli parçaları ve yönleri hakkındaki küçük gerçeklerin biraraya getirilmesi de toplumsal düzen (şimdiki düzen nasıl oluşmağa başladı, bu düzen, içinde ya şayanlara neler veriyor, ne yöne doğru gidiyor) hak kındaki büyük gerçekleri hiçbir zaman veremiyecektır. Bu büyük gerçekler kendi başlarına ele alınıp öyle incelenmelidir. İşte burada burjuva toplumsal bilimi bütün sorumluluğunu bırakmaktadır.
2 Marx'çı toplumsal bilim için aynı şey söylene mez. Onun ağırlık noktası, ayrı ayrı parçalar değil,
3
tüm olarak toplumsal düzen üstünde toplanmıştır; Marx'çı toplumsal bilim, toplumumuzun nasıl çalış tığını ve nereye yöneldiğini açıklamakta oldukça ileri olan bir metodolojiyi ve bir kuramı, daha doğrusu bir dizi kuramı içine alır. Ama burada da bazı hoş nutsuzluk nedenleri var. Son yıllarda Marx'çı toplum sal bilimin verdiği önemli eserler çok azdır. Marx'cılar, Marx ve Engels ya da son olarak Lenin çağın dan bu yana sanki yeni birşey olmamış gibi, çoğun lukla alışılagelen formülleri tekrarlamakla kendile rini rahat hissetmektedirler. Bunun sonucunda Marx'çılar önemli gelişmeleri açıklayamamakta, bazan onların varlığından bile habersiz olmaktadırlar. Sözgelimi, 1930'lardaki Büyük Buhran, Marx'çı ku rama çok iyi uymuş, böyle bir buhranın ortaya çı kışı, gelecekte de benzer iktisadî çöküntülerin olaca ğına inancı kuvvetlendirmişti. Bununla birlikte, İkin ci Dünya Savaşı'nın bitiminden bu yana ağır bir buh ran ortaya çıkmadan iki kuşak geçti, bu da birçok Marx'çıyı şaşırttı. Ayrıca, Marx'çılar «bolluk toplu mu »nun belli başlı özelliklerini, özellikle kamusal ve özel alanda israf meydana getirmedeki muazzam ye teneğini ve sistemin bu özelliğinden doğan büyük iktisadî, siyasal, kültürel sonuçları kavramamızda önemli bir katkıda bulunmadılar. Marx'çı toplumsal bilimin bu durgunluğu, canlı lık ve verimlilikte geri kalışı birtek basit varsayım la açıklanamaz. Burada hem nesnel, hem de öznel ne denler rol oynamaktadır; onları ayırmak, herbirine kendi ağırlığını vermek de oldukça güç bir iştir. Ama, ötekilerden ayrılabileceğine, yalnız başına ele alına bileceğine, dolayısıyla da (hiç değilse ilkede) bir ça re bulunabileceğine inandığımız önemli bir etken vardır: Kapitalizmin Marx'çı çözümlemesi, son çö-
4
zümlemede, hâlâ rekabetçi iktisadın varsayılmasına dayanmaktadır. Marx'çı olsun olmasın Lenin'in kuramsal yazıla rını bilenler bu yargımızı şaşırtıcı bulacaklar. Çün kü, Lenin şöyle yazmıştı: «Emperyalizmin en kısa bir tanımım vermek gerekirse, emperyalizm kapita lizmin tekelci aşamasıdır denmelidir.» * Lenin'in, Bi rinci Dünya Savaşında en yüksek noktasına ulaşan dönemin iç ve uluslararası siyasetini çözümleyerek ileri kapitalist ülkelerde tekelciliğin üstünlüğüne ağırlık verdiğine kuşkumuz yok. Bu, gerçekten de, Marx'çı kuramda önemli bir gelişmedir, Marx'çılığın, Lenin'ci-ve Mao'cu - biçimlerde, alabildiğine güçlü olmasının ve toplumsal sorunları açıklamakta hiç eksilmeyen canlılığının nedenlerini gösterir bize. Ama yine de, ne Lenin, ne de onu izleyenler, kapita list iktisadın altında yatan «hareket kanunlarını» ve bu iktisadın işleyiş ilkeleri bakımından tekelcilik üs tünlüğünün ne gibi sonuçlar doğuracağını inceleme ğe girişmişlerdir. Bu alanda Marx'ın Sermaye'si en değerli kitap olarak kalmıştır. Marx da, kuramsal modelini dayandırdığı ger çek tarihî sistem olan, çağının İngiliz iktisadındaki tekelciliğin varlığından habersiz değildi. Ama, ondan önceki klâsik iktisatçılar gibi o da, tekelleri, kapi talizmin «aslî» öğeleri olarak değil de, kapitalizmin temel yapısı ve eğilimleri hakkında mümkün olan en açık görüşü elde edebilmek için «feodal» ve «merkantilist» geçmişten soyutlanması gereken kalıntı lar olarak ele almıştı. Klasik iktisatçıların tersine Marx'ın rekabetçi bir iktisatta saklı olan, sermayenin 1
Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Bölüm 7.
5
toplaşması ve merkezileşmesi yönündeki güçlü eğili mi gördüğü doğrudur: Kapitalizmin geleceğini çi zerken bu portrenin içine tekelciliğin yeni ve saf ka pitalist biçimlerini de katmıştı elbet. Ama, başlıca niteliği geniş çapta girişim ve tekellerin sisteme ege menliği olan, o sıralar için varsayımsal bir sistemin zamanla ne duruma geleceğini incelemeğe girişme mişti. Bunun bir nedeni, hiç kuşkusuz, böyle bir in celemenin dayandırılması gereken ampirik malze menin güvenilir bir genelleme için çok az sayıda ol masıydı. Belki daha da önemlisi, Marx, kapitaliz min, daha rekabetçi aşamasında, bütün güçleri orta ya çıkmadan önce yıkılacağını hesaplamıştı. Engels, Marx'm ölümünden sonraki yazılarında ve Sermaye'nin ikinci ve üçüncü ciltlerini baskıya hazırlarken yaptığı eklemelerde, 1880 ve 1890'larda tekellerin hızlı büyümesine değinmiş ama tekel'i Marx'çı iktisat kuramı içine katmağa çalışmamıştı. 1910'da yayınlanan önemli eseri, Das Finanzkapital ile bunu ilk yapan Rudolf Hilferding'di. Ama, te kelciliğe verdiği büyük öneme karşın, Hilferding bu nu kapitalist iktisadın niteliksel yeni bir öğesi ola rak ele almadı; daha çok, kapitalizm hakkındaki te mel Manx'çı kanunlara sayısal birtakım değişiklik ler getiren bir öğe olarak gördü tekelciliği. Daha ön ce de belirttiğimiz gibi, tekelciliğin kaynakları ve ya yılması hakkındaki Hilferding'in çözümlemesinden çok etkilenen Lenin, emperyalizm kuramını, yerinde olarak, ileri kapitalist ülkelerde tekelciliğin egemen liğine dayandırdı. Ama yine belirtildiği gibi, ne Le nin, ne de onu izleyenler, bu sorunu Marx'çı iktisat kuramının temellerine kadar götürdüler. En çok il gili görülebilecek bir alanda tekelciliğin büyümesi en az söz konusu oldu. 6
Bu durumu düzeltmenin, bunu da açık seçik ve radikal bir biçimde yapmanın sırası geldiğine inanı yoruz.2 Marx'ın gösterdiği örneği izleyecek ve güçlü çözümleyici yönteminden tam olarak yararlanacaksak, iktisat kuramının altında yatan rekabetçi mo dele yama yapıp değiştirmekle işimizin bittiğini söy leyemeyiz. 19. yüzyıl İngiltere'sindeki pazar ilişkile rinde en çok görülen biçim olan rekabetin yalnız İn giltere'de değil kapitalist dünyanın her yerinde bu durumunu yitirdiğini kabul etmeliyiz. Bugün kapita list dünyadaki tipik iktisadî birim, belli olmayan, bi linmeyen bir pazara az miktarda homojen çıktı üre ten küçük şirket değil, bir sanayinin, hatta çeşitli sanayilerin çıktılarının oldukça büyük bir kısmını üreten, fiyatlarını, üretim hacmini, yatırımlarının türlerini ve miktarlarını denetleyebilen büyük çapta bir girişimdir. Başka bir deyişle, tipik bir iktisadî birimin, bir zamanlar ancak tekellerde olduğu düşü nülen özellikleri vardır. Bu yüzden, iktisadın mode lini çizerken tekelciliği bir yana bırakmağa, rekabe ti genel durum olarak ele almakta devam etmeğe müsaade edilemez. Tekelci aşamasında kapitalizmi anlamağa çalışırken tekelleri soyutlayamayız ya da yalnızca değişiklik getiren bir etken olarak ele ala mayız; tekelciliği, çözümlememizin tam ortasına Kapitalizm hakkındaki daha önceki yazılarımızda ikimiz de kapitalist iktisadın işleyişinde tekelciliğin etkisini araştırmağa kalkışmıştık. Bak. Paul M. Sweezy, The Theory of Capitalist Development, London, 1946, özellikle Bölüm 14 ve 15; Paul A. Baran, The Political Economy of Growth, New York, 1957, Bölüm 3 ve 4. Bu kitap, bu anlamda, da ha önceki çalışmaların doğrudan doğruya bir devamıdır. Aynı zamanda, daha önceki çalışmalarımızdan hoşnut olmadığımızı gösterecek biçimde de yorumlanmalıdır.
7
koymalıyız.3 Bilindiği gibi Marx, rekabetçi kapitalist sistem hakkındaki kuramsal modelini, çağının en zengin ve en çok gelişmiş kapitalist ülkesi olan İngiltere'den almıştı. Bu gerekliydi, başka türlü de olamazdı.4 Bu ilkeye uygun olarak, tekelci bir kapitalist sistem hak kındaki kuramsal bir model de, kapitalist gelişme bakımından öteki ülkelerin çok ilersinde olan Birle şik Devletler'in incelenmesine dayandırılmalıdır.
3 Bu kitabın amacı, en çok gelişmiş tekelci kapi talist toplum deneylerine dayanarak tekelci kapitaliz mi sistemli bir biçimde çözümlemeğe başlamaktır. Yalnız, bu sözlerimizi biraz açmak gerekiyor; sanat ta olduğu gibi bilimde de iki çeşit başlangıç olabi lir : Daha sonra geliştirmek ve eksikliklerini gider mek üzere bütün fikri anahatlarıyla vermek, bir de sonraki esere gerçekten bir başlangıç yapmak. Kita3
4
8
Bütün kitapta, anlamının açıkça belli olduğu yerler dışın da, «tekelci» terimini, yalnız, yerine konacak başka bir şe yin olmadığı bir malın tek satıcısı durumunu değil, çok daha genel bir durumu, «oligopoli»yi de (aşağı yukarı birbirinin yerini alabilecek ürünler bakımından pazarlara egemen olan birkaç satıcı) içine alacak biçimde kullandık. Geçmişe bakıp da, İngiltere'nin (Avrupa ve Kuzey Amerika'daki birkaç ülkenin daha) gelişmiş kapitalizminin kar şısında, onun tamamlayıcı bir parçası olarak, dünyanın geri kalan kısmının sömürülmesinin, dolayısıyla az geliş mişliğinin bulunduğunu Marx'ın kuvvetle belirtmemesine üzülmemek elde değil. Aşağıdaki yargısından da görülece ği gibi Marx bu ilişkinin iyice farkındaydı: «Emeğin ulus lararası yeni bir bölünümü, çağdaş sanayinin belli başlı merkezlerinin gereklerine uygun bir bölünümü ortaya çıkı yor ve dünyanın bir parçasının başlıca tarım alanında üre-
bımız daha çok birincisine benziyor. Başarımızın ya da başarısızlığımızın da ona göre; yani, olgulardaki ve mantık dizisindeki ayrıntılardaki yanlışlarla ya da eksikliklerle değil de (böyle yanlış ve eksiklikle rin belirtilip gerekli sertlikle eleştirilmesini isteriz elbet); tekelci kapitalizmi inceleme ihtiyacına yete rince dikkati çekip çekemediğimize, bu kapitalizmin can alıcı sorunlarını, bu sistemle en etkili başa çık ma yollarını belirtip belirtemediğimize göre yargıla nacağını umarız. Bu «deneme-taslak» herşeyi içine aldığı iddiasın da değil. Denememiz, tek bir merkezî tem çevresin de örgütlenmiştir: Tekelci kapitalizm koşulları al tında fazlanın doğması ve emilmesi.5
5
timde bulunmasına yol açıyor; bu parça, başlıca sa nayi alanında kalan öteki parçayı tarım ürünleriyle des tekliyor.» (Sermaye, Cilt 1,) Bundan başka, Marx'ın ilk birikimi ele alışı da, Avrupa'da kapitalizm olgunlaşırken sömürgelerden yapılan yağma nın oynadığı can alıcı rolü iyice belirtmişti. Bununla bir likte, Marx'ın, kuramsal modeline kapitalist dünyanın ge lişmiş bölümlerini olduğu kadar gelişmemiş bölümlerini de almamasının-herhalde eserini tamamlayacak kadar yaşasaydı bu modelini de tamamlardı - yalnızca gelişmiş kapitalist ülkelere dikkati çekmek gibi hoş olmayan bir sonuç doğurduğunu şimdi anlıyoruz. Gelişmişlikle gelişmemişlik arasındaki karşılıklı diyalektik ilişkinin önemi ancak son yıllarda bütünüyle anlaşılmağa başlanmıştır. (Sermaye'nin birinci cildinden yaptığımız aktarmalarda, sayfalar, ilk Alman baskısındaki numaralara göre göste rilmiştir. İngilizce çevirisi (Kerr baskısı), 4. bölümün iki kesimini ayrı bölümler olarak göstermiş, son iki bölümü de sekiz bölümlük iki kısım haline getirmiştir. Dolayısıyla, bütün baskılar için geçerli olan bir «iktibas» yöntemi yoktur.) İktisadî fazla kavramı hakkında bak. Paul A. Baran, The Political Economy of Growth, Bölüm 2.
9
Sistemin iktisadî işleyişini çözümlemek için bu nun en yararlı ve en aydınlatıcı yol olduğuna inanı yoruz. Ama aynı derecede, fazlayı kullanma biçimle rinin de, toplumun iktisadî temeliyle Marx'çılann deyişiyle siyasal, kültürel, ideolojik üstyapıyı birbiri ne bağlayan zorunlu bir mekanizma meydana getir diğine inanıyoruz. Bazı toplumlarda bu mekanizma daha basittir, etkileri de kolayca görülüp çözümle nebilir. Sözgelimi, gerçek bir «feodal» toplumda faz la, «feodal» lordlar tarafından kölelerin (serflerin) emeğinden zorla çekilip alınır, ticaret yapanların ya da başka türlü aracıların önemli bir aracılığı olmak sızın, doğrudan doğruya lordlar ve maiyetindekiler tarafından tüketilir. Bu durumda, fazlanın büyüklü ğünü belirleyen şeyler, kullanılış yolları, bu sorun larla toplumun politikası ve kültürü arasındaki iliş ki kolayca anlaşılabilir. Başka toplumlarda iktisadî olanla olmayan olguları birleştiren bağ çok daha ka rışıktır; ayrıca hem temelin hem de üstyapının iş leyişinde önemli bir rol oynayabilir. Tekelci kapita lizmin bu türden bir toplum olduğuna, fazlanın kul lanılma biçimlerini atlayarak ya da önemsemeyerek bu toplumu anlamağa kalkışmanın ergeç başarısız lıkla sonuçlanacağına inanıyoruz. Fazlanın doğuşuna ve emilmesine dikkat etme nin, bu ya da başka herhangi bir toplumun tam bir görüntüsünü vereceğini ileri sürmüyoruz. Bu yaklaşı mın, bizim kullandığımız biçimde, Marx'ın kapita lizm incelemesinin merkezinde yer alan bir konu nun, emek sürecinin, nerdeyse bütünüyle bir yana bırakılması sonucunu doğuracağını da biliyoruz. Tekelci kapitalizmin gelişmesinde teknolojik değişik liğin can alıcı rolüne önem veriyoruz ama emeğin niteliği, işçi sınıfının yapısı (ve farklılaşması), işçi-
10
lerin psikolojisi, işçi sınıfının örgütlenme ve çarpış ma biçimleri, vb. üstünde tekelci kapitalist dönemin niteliği olan belli teknolojik değişme türlerinin ne gibi etkileri olabileceğini sistemli olarak inceleme ğe girişmiyoruz. Bunlar, tekelci kapitalizm hakkında kapsamlı bir incelemede ele alınması gereken önem li konular elbet. Bununla birlikte, emek sürecini bir yana bırak mamız, bu kitabın sınıf çatışmasıyla ilgilenmediğini göstermez. Yedinci bölümde bazılarını çözümleyece ğimiz birtakım nedenlerle zamanımızda sınıf çatış ması bütünüyle uluslararası bir kılığa bürünmüşti' Marx'ın yaşadığı günlerde ileri ülkelerde proletarya'nın sahip olduğu, kapitalizme karşı devrimci giri şim, gelişmemiş ülkelerin, kendilerini emperyalist tahakküm ve sömürüden kurtarmağa çalışan bitkin halklarına geçmiştir. Göstermeğe çalıştığımız, ulus lararası sınıf çatışmasının doğurduğu zorunluluklar, başlıca emperyalist güç içinde fazlanın kullanımını, dolayısıyla toplumun bütün karakterini belirlemede gittikçe daha kesin bir rol oynamağa başlamıştır. Ayrıca, uluslararası sınıf çatışmasıyla Birleşik Devletler'deki toplumsal güçlerin iç dengesi arasında önemli bağlardan biri olan, Birleşik Devletler'deki ırk sorununa da dokuzunca bölümde değineceğiz.
4 Mümkün olan en kısa tanımını verecek olursak, iktisadî fazla, bir toplumun ürettikleriyle üretimin maliyeti arasındaki farktır. Fazlanın büyüklüğü, üre tim ve servetin, bir toplumun kendine koyduğu amaç ları elde etmek için sahip olduğu özgürlüğün bir göstergesidir (index). Fazlanın bileşimi, toplumun 11
bu özgürlüğü nasıl kullandığını; yani, üretim kapa sitesini artırmak için ne kadar yatırım yaptığım, çe şitli biçimlerde ne kadar tüketimde bulunduğunu, ne kadar ve hangi yollarla israfta bulunduğunu gös terir. Mümkün olduğu kadar uzun bir süre içinde her ülkenin fazlasının gelişimi hakkında istatistik kayıtların bulunması elbette çok iyi olurdu. Ne yazık ki, bildiğimiz kadarıyla, kısa bir süre için de olsa hiçbir ülkede böyle bir kayıt yok. Bunun çeşitli ne denleri var; fazla kavramının bilinmeyişi ve güveni lir istatistiklerin olmayışı bunların içinde hemen ak la gelenlerden. Birleşik Devletler'de olduğu gibi, ol dukça fazla sayıda istatistik malzemesinin bulundu ğu yerlerde bile, fazlanın büyüklüğü ve çeşitli par çaları hakkında doğru bir tahmin yapmak güç olu yor. Bu güçlüklerin tam bir açıklamasına girişmenin sırası değil. Burada, yalnızca, oldukça gelişmiş bir tekelci kapitalist toplumda, fazlanın çeşitli biçim ve kılıklarda karşımıza çıkacağını söylemek yeter. 6 So runun bir kısmı bunların içinde en önemlilerini ku6
Bu yüzden, geleneksel Marx'çı «fazla değer» yerine «faz la» kavramını kullanmağı seçtik; «fazla değer» herhalde, Marx'çı iktisat kuramını bilen birçok kimsenin zihninde (kârlar + faiz + rant) toplamına eşit bir kavram olarak belirecekti. Sermaye ve Fazla Değer Kuramları adlı kitap larının çeşitli yerlerinde Marx'ın, fazla değerin, devlet ve kilise gelirleri, ürünlerin paraya çevrilme masrafları, üre tici olmayan işçilerin ücretleri gibi maddeleri de içine aldığını gösterdiği doğrudur. Bununla birlikte, genellikle, Marx bunları ikinci derecede etkenler olarak ele almış, temel kuramsal taslağına katmamıştır. Biz, tekelci kapi talizmde bunun doğru olmadığım göstermeğe çalışıyoruz; terminolojideki bir değişikliğin de kuramsal durumda ge rekli olan değişikliğe yardımcı olacağım umuyoruz.
12
ramsal olarak ayırmak, geri kalan kısmı da, büsbü tün başka amaçlarla hazırlanmış istatistiklerden bun ların büyüklükleri hakkında akla uygun tahminler de bulunmak olacak. Bu kitapta, sayısal verileri da ha çok açıklama ve gösterme amaçlarıyla kullanarak çabalarımızı kuramsal inceleme üstünde topladık. Ama fazla ve belli başlı parçaları hakkında sistem li hesaplar da vermek istedik. İstatistik kaynaklar hakkındaki bilgimizin kıtlığından ve istatistiklerde birtakım tuzaklara düşmekten korktuğumuzdan, bu konuda bilgi ve yeteneğine çok güvendiğimiz arka daşımız Joseph D. Phillips'e bu hesapları yapmasını rica ettik. İlgili bölümlerin taslağını okuduktan, kay nak sorununu da düşündükten sonra bu işin yapıla bileceği sonucuna vardı ve çağrımızı kabul etti. 19291963 yılları arasında Birleşik Devletler'de fazla ve belli başlı parçaları üstünde yaptığı hesaplar kita bın sonunda Ek'de sunulmuştur. Bunların Phillips'in açıkladığı koşullar ve ihtarlar dışında, fazla büyük lüğünün göstergeleri olarak güvenilir hesaplar oldu ğundan eminiz. Kullanılan bazı istatistik kategorileri ancak ge liştirilen kuram açısından bakılınca anlaşılabilecek tir. Ama Phillips'in başlıca iki bulgusuna burada değinmek istiyoruz, çünkü bu iki bulgu, bu çalışma nın metodolojisini destekleyici niteliktedir. Önce, Birleşik Devletler'de fazlanın büyüklüğü, 1929'da gayri safi millî hasılanın % 46,9'u kadardı. Büyük Buhranın ilk yıllarında bu rakam düştü, İkin ci Dünya Savaşı sırasında birdenbire arttı. Bunların dışında bu fazla hep artma eğilimi göstermiş, 1963'de % 56, l'i bulmuştu. Fazlanın bir inceleme konu su olarak önemi buradan da açıkça görülüyor. 13
22
91
116
130
150 \
180
234
306
322
5
370
384
416