Siddet Uzerine [PDF]


135 48 4MB

Turkish Pages 107

Report DMCA / Copyright

DOWNLOAD PDF FILE

Siddet Uzerine [PDF]

  • 0 0 0
  • Gefällt Ihnen dieses papier und der download? Sie können Ihre eigene PDF-Datei in wenigen Minuten kostenlos online veröffentlichen! Anmelden
Datei wird geladen, bitte warten...
Zitiervorschau

HANNAHARENDT



Şiddet Üzerine

HANNAH ARENOT 1906 yılında Hannover'de, bir Yahudi mühendisin tek çocuğu olarak doğdu. Marburg ve Freiburg'da üniversite eğitimini tamamladıktan sonra Hc­ idelberg'de Martin Heidegger ve Karl Jaspers'ten felsefe öğrendi ve yimıiiki yaşında yine burada doktorasını verdi. Hitler'in iktidara gelmesi üzerine 1933'te Alman­ ya'dan aynlarak Fransa'ya geçti ve Yahudi göçmen hareketi içerisinde aktif olarak yer aldı. Daha sonra Amerika'ya yerleşti ve 1951'de ABD yurttaşlığına geçti. Amerika'da­ ki ilk yıllannda akademik bir iş bulmakta epey zorlandıktan sonra 1953 yılında Prin­ cewn'da Christian Gauss konferansianna çağınldı. Böylece Califomia, Chicago, Co­ lumbia, Nonhwestem, Comeli ve başka üniversitelerde verdiği dersleri içeren seçkin bir akademik kariyer başladı. 1 975 yılında öldüğünde New York'taki New School for Social Research'de felsefe profesörüydü. Kitapları: Tlıe Origins of Totalitarianisın (1951), The Human Condition (1958), On Revolution (1963), Eichınann injenısaleın (1963), Pası and Future (1961), On Violence (1970), Crises of the Republic (1972), Men in Darh Times (1968), Between Pası and Future (1961).

On Violence © 1969-70 Hannah Arendt, Harcourt Brace &: Company.

Akcali Telif Ajansı Iletişim Yayınlan 425



P�litika Dizisi 23

ISBN 975-470-629-8 © 1997 Iletişim Yayıncılık A.Ş. 1.

BASKI 1997, İstanbul

KAPAK Ümit Kıvanç DIZGI

Maraton Dizgievi

UYGUlAMA Hüsnü Abbas KAPAK BASKISI Sena Ofset

IÇ BASKI ve ClLT Şefik Matbaası

lletişim Yayınlan Klodfarer Cad. lletişim Han No. 7 Cagaloglu 34400 Istanbul Tel: 212.516 22 60-61-62 Fax: 212.516 12 58 •

HANNAH ARENDT

Şiddet Üzerine On Violence ÇEVtREN Bülent Peker

V

t

'

m

HANNAH ARENOT ı 906 yılında Hannover'de, bir Yahudi mühendisin tek çocuğu olarak doğdu. Marburg ve Frciburg'da üniversite eğitimini tamamladıktan sonra Hc­ idel berg'de Martin Heidegger ve Karl jaspers'teıı felsefe öğrendi ve yi mü iki yaşında yine burada do ktoras ını verdi. Hitler'in iktidara gelmesi üzerine ı 933'te Alınan­ ya'dan aynlarak Fransa'ya geçti ve Yahu di göçmen hareketi içerisind e aktif olarak yer aldı. Daha sonra Amerika'ya yerleşti ve ı 951'de ABD yurttaşl ığına geçti. Ame ri ka'da­ ki ilk yıllannda akademik bir iş bulmakta epey zorlandıktan sonra ı 953 yılında Prin­ ceton'da Christian Gauss konferansianna çağınldı. Böylece Califomia, Chicago, Co­ luınbia, Nonhwestern, Comeli ve başka üniversitelerde verdiği dersleri içeren seçkin bir akademik kariyer başladı. ı 975 yı l ında öldüğünde New York'taki New School for Social Resean:h'de felsefe profesörüydü. Kitapları: Tlıe O rigi ns of Toıalirarianisnı (1951), The Human Condiıion (1958), On Revolution (1963), Eiclınıaıın injerusalenı (1963), Pası and Fuıure (1961), On Violeıı ce (1970), Crises of the Republic (1972), Men in Dark Times (1968), Between Pası and Fııtun: (1961).

On Violence © 1969-70 Hannah Arendt , Harcaurt Brace &: Company,

Akcali Telif Ajansı Iletişim Yayınlan 425



Politika Dizisi 23

ISBN 975-470-629-8 © 1997 lletişim Yayıncılık A. Ş. l. BASKI 1997, istanbul KAPAK Ümit Kıvanç DIZGI

Maraton Dizgievi

UYGULAMA

Hüsnü Abbas

KAPAK BASKISI Sena Ofset

IÇ BASKI ve ClLT Şefik Matbaası

tletişim Yayınlan Kiodfarer Cad. lletişim Han No. 7 Cagaloğlu 34400 istanbul Tel: 212.516 22 60-61-62 Fax: 212.516 12 58 •

HANNAH ARENDT

Şiddet Üzerine On Violence ÇEVtREN Bülent Peker

e

t

'

m

Mary'ye Dostlukla

I

Burada aktaracağım düşünceler, 20. yüzyıl arkaplanından görüldüğü biçimiyle son birkaç yılın olay ve tartışmaların­ dan kaynaklanıyor. 20. yüzyıl, Lenin'in öngördüğü gibi savaş ve devrimlerin, dolayısıyla şimdilerde bu iki olgunun ortak paydası olduğu­ na inanılan şiddetin yüzyılı oldu. Ama bugünkü durumda başka bir etken daha var; kimse öngöremediyse de bu et­ ken, hiç değilse eşit ö nem taşıyageldi. Şiddet araçlarının teknik gelişimi artık öyle bir noktaya geldi ki, hiçbir siyasal amaç, insan aklının sınırları iç inde, bu araçların yıkıcı po­ tansiyel ine denk deği ldir; ne de silahlı çatışmalarda bu araçların fiilen kullanımını haklı kılabilir. Işte bu yüzden en eski dönemlerden beri uluslararası an­ laşmazlıklarda nihai ve amansız hakem olarak karşımıza çı­ kan savaş, artık tüm etkililiğini ve ihtişamını yitirmiş bulu­ nuyo r. Süper güçler, başka bir deyişle uygarl ığımızın en yüksek düzleminde hareket eden güçler arasındaki kıyamet habercisi (apokaliptik) satranç, tek bir kurala göre oynanı­ yor: "Içlerinden birisi kazanırsa ikisinin de sonu alacakg

tır" .1 Bu , daha önceki hiçbir savaş oyununa benzerneye n bir oyundur. " Rasyonel" amacı zafer değil, caydırıcılıktır. Da­ hası, silah yarışı artık savaşa hazırlık değildir ve ancak barı­ şın en iyi güvencesinin daha çok caydırıcılık olduğu ge rek­ çesiyle haklı kılınabilir. Bu durumun içerdiği gözle görülür çılgınlıktan kendimizi nasıl kurtaracağımız so rusuna verile­ cek bir yanıt yok. Iktidardan (p ower) , güç (Jorce) ve kuvvetten (strength) farklı olarak şiddet, Engels'in çok önceleri belirttiği gibi , daima araçlara muhtaçtır. 2 Dolayısıyla teknoloj ide, alet ya­ pımında yaşanan devrim , özellikle savaş alanında dikka t çekici boyutlara ulaşmıştır. Şiddete dayalı eylemin bizatihi esası, araç-amaç kategorisine dayalıdır. Bu kategorinin en temel ayıncı niteliği, insani olaylara uygutanırsa şöyle ifade edilebilir: Amaç, kullanımını haklı kıldığı ve gerçekleşmesi açısından gereksinilen araçların altında ezilme tehlikesine açıktır. Insan eyleminin nihai amacı, fabrika ü retimindeki nihai amaçtan farklı olarak, asla güvenilir biçimde öngörü­ lemez. Bu yüzden siyasal amaçlara ulaşmak için kullanılan araçlar, geleceğin dü nyası açısından , sık sık niyetlenile n amaçlardan daha belirleyici olabilmektedir. Dahası, insan eylemlerinin sonuçları eylemcinin deneti­ mini aşar. Ö te yandan şiddet, içinde fazladan bir de keyfilik öğesi taşır. Talih (jortuna), iyi ya da kötü şans , insani mese­ lelerde hiçbir yerde savaş alanında olduğu denli yazgı belir­ leyici bir rol oynamaz. Üstelik en beklenmeyenin bu ihlali­ nin böylesine davetsiz ve fütursuzca karşıı;nıza çıkıvermesi , ona "rastgele olay" y a d a "bilimsel açıdan kuşkulu olay" de­ diğimizde ortadan kalkmış olmuyor. Ne de simulasyon, se-

Harvey Wheeler, "The Strategic Calculaıors". Nigel Calder, llnlrss Pcace Coınes içinde, New York, 1 968, s. 1 0 9 . 2 Herm Eugcn Dılhrings Vmwalzung der Wissenschaft ( 1 8 78), Kısım l l , Bölüm 3 .

10

naryo , oyun kura m ı (game theory) ve benzerleri onu yok edebiliyor. Bu meselelerde kesinlik yoktur. Inceden ineeye hesaplanmış belli koşullar altında, karşılıklı toptan yıkımın bile kesinliği yoktur. Yıkım araçlarının mükemmelleştiril­ mesi işine girişenler nihayet öyle bir teknik gelişme düzeyi­ ne ulaşmışlardır ki, amaçları , yani bizatihi savaş , ona hasre­ dilmiş , ellerinin altında hazır duran araçlar yüzünden tü­ müyle ortadan kalkma noktasına gelmiş bulunuyor.3 Bizatİ­ hi bu durum, şiddet alanına yaklaştığımız anda karşımıza çıkan bu ezip geç ici öngörülemezliği ironik biçimde hatır­ latan bir gerçektir. Savaşın hala bizimle olmasının başlıca nedeni , ne insan türünün gizli ölüm istenci, ne bastırmaya gelmeyen bir saldırganlık dürtüsü, ne de daha inandırıcı ol­ sa qa silahsızlanmanın içerdiği ciddi toplumsal ve iktisadi tehlikelerdir.4 Savaşların hala varolmasının nedenini , ulus­ lararası ilişkilerde savaşın yerine siyasal sahnede başka bir nihai hakemin ortaya çıkmamış olmasında aramak gerekir. Hobbes, "kılıç olmaksızın sözleşmeler sözden başka bir an­ lam taşımaz" derken haksız mıydı? Aslına bakılırsa ulusal bağımsızlık, yani yabancı egemen3 General And re Beau[re'nin " 1 980'lerin Savaş Meydanlan"nda belinıiği gibi: Sa­ vaş, ancak "dünyanın nükleer caydıncılık kapsamına girmeyen bölümlerinde hala mümkündür". Bu "konvansiyonel savaş hali" bile' tüm dehşetine karşın daima varolan nükleer savaşa urmanma tehdidi nede niyle sınırlıdır. (Calder, age içinde, s.3)

4 Report from lron Mountain (New York, 1967). Rand Corporation ve başka dü­

şünce havuzlannın (thinlı tanlı) düşünme biçimi üzerine bir taşlama olan bu yapıt, belki de "barışın eşiğine ürkek bakışıyla" çoğu "ciddi" çalışmadan daha yakındı r gerçekliğe. Başlıca savı şudur: Savaş toplumumuzun işleyişi açısından öylesine teme l , öylesine vazgeçilmezdir ki, sorunlarııııızı çözmek ii;in daha ölümcül, daha caniyane yollar bulmadıkça onu ortadan kaldıramayız. Bu sav, ancak Büyük Depresyon'daki işsizlik bunalımının Ikinci Dünya Savaşı'nın paı­ lak vermesiyle çözülebildiğini unutanlar açısından sarsıcı olacaktır. Ya da bu­ gün sırt üstü yatmanın çeşitli biçimlerinin ardında sessizce bekleyen işsizliği işlerine öyle geldiği için görmezden gelen veya böyle bir şeyin olmadığını iddia edenler açısından ...

11

liğinden azade olma hali ve devlet egemenliği, u l uslara rası ilişkilerde denetimsiz ve sınırsız iktidar iddiasıyla özdeşleş­ tirildiği sürece, savaşı ikame edecek başka bir yo lun ortaya çıkması da olanaklı değildir. (Amerika Birleşik Devletleri , bağımsızlık ve egemenliğin tam anlamıyla birbirinden ayrıl­ masının -elbette Amerikan cumhuriyetini n temelleri bu ay­ rım nedeniyle tehlikeye girmedi kçe- hiç değilse kura msal olarak mümkün olduğu nadir ülkelerden biridir. Anayasaya göre yabancı ülkelerle yapılan antlaşmalar ülke hukukunun bir parçasıdır. l793'te Yargıç j ames Wilson'un işare t ettiği gib i , "Birleşik Devletler Anayasası açısından egemenlik söz­ cüğü tümüyle bir bilinmezden ibarettir. " Ama Avrupa ulus­ devletlerinin geleneksel dilinden ve kavramsal siyasal çer­ çevesinden böylesine net ve gururlu bir ayrılık artık geç­ mişte kalmış tır. Amerikan devri m i n i n m i ra s ı u n u tu l d u . Amerikan hükümeti , iyi ya da kötü , artık Avrupa m irasını kendi geçmişinin mirasıymışçasına kabul e tmiş bulunuyor. Ne yazık ki bunu yaparken, Avrupa'nın gerileyen kudreti­ nin gerisinde ve yedeğinde s iyasal i flasın , u lusdevletin ve ulusdevlete bağlı egemenlik kavramının i flasının yattığının ayırdında değildi. ) Azgelişmiş ül kelerin dış işlerinde sava­ şın hala ultima ratio (en son çare) , şu eski "siyasetin ş iddet aracılığıyla devamı" olarak kendini gösteriyor olması , sava­ şın köhneliğine karşı anlamlı bir sav değildir. Ö te yandan yalnızca nükleer ve biyolojik silahiara sahip o lmayan kü­ çük ülkelerin savaşa kalkışacak durumda o lması da kimseyi avu tmasın. Şu ünlü rastgele o layın o rtaya ç ıkmasının en muhtemel olduğu bölgelerin, eski " ya zafer ya ölüm" sloga­ nının i kna edici özelliğini hala koruduğu bölgeler olduğu gerçeği artık kimse için bir sır değil. Bu koşullar altında , gerçekten de son yirmi- otuz yıld ı r bilimsel kafalı danışmanların hükümet konseylerinde artan saygınlığından daha korkutucu pek az şey vard ı r. So ru n, 12

bunların "düşünülemeyecek olanı düşü nebilecek" denli so­ ğukkanlı olmasında değil, düşünmüyor olmalarındadır. On­ lar böylesine modası geçmiş, bilgisayar yardımı olmaksızın bile yapılabilecek bir etkinlikle zamanlarını harcayamazlar. Bunun yerine belli bazı hipotetik olarak varsayılmış kutup­ laşmaların sonuçlarına iman ederler. Ne var ki hipotezlerini gerçek olaylar karşısında sınama yetisinden yoksundurlar. Gelecek olaylara ilişkin bu hipotetik kurgulardaki mantıki çatlak her zaman aynıdır: Başlangıçta bir hipotez olarak (ustalık düzeyine göre içkin bazı seçenekleriyle ya da hiç bir seçenek ima etmeksizin) karşımıza çıkan bu savlar, ge­ nellikle birkaç paragraf sonra derhal "olgu" haline gelir. Ar­ dından bir dizi benzeri sözde olguyu doğutur. Sonuçta tüm girişimin katıksız spekülatif karakteri unutuluverir. Bunun bilim değil, sözde bilim olduğunu söylemeye gerek bile yok. Sözde bilim: Noam Chomsky'nin sözleriyle, " toplumsal ve davranışsal bilimlerin, gerçekten de anlamlı entelektüel içe­ rigi olan bilimlerin yüzeysel niteliklerini taklit etme yolun­ daki uroarsız çabaları" . Richard N. Goodwin'in sözde bilim­ sel kurarnların "bilinçdışı mizahını" işlediği bir makalesinde beliruigi gibi, bu tür stratejik kurama yönelik en açık ve "en derin öneme sahip itiraz, sınırlı kullanışlığı değil, tehlikesi­ dir. Çünkü bu tür kuram, olayları anladığımız ve üzerlerin­ de denetime sahip oldugumuz yanılgısına yol açar". 5 Olaylar, tanım geregi, tekdüze süreç ve işleyişieri kesinti­ ye ugratan ortaya çıkışlardır. Gelecekbilimcinin düşleri, an­ cak önemli hiçbir şeyin ortaya çıkmadıgı bir dünyada ger­ çek olabilir. Geleceğe yönelik tahminler, bugünkü otomatik süreç ve işleyişlerin, yani insanın eylemde bulunmaması ve

5 Noam Chomsky, American Power and New Mandarins. New York, 1 969; Ric­ hard N. Goodwin, Thomas C. Schelling'in Arnıs and l'!fl ucncc (Yale, 1 969) baş­

lıklı kitabı uzerine incelemesi, The New Yorlıer (17 Şubat 1 968) .

13

beklenmedik bir şeyin o rtaya çıkmaması halinde olup bi te­ cek olayların geleceğe tasadanmasından (projeksiyon) baş­ ka bir şey o lamaz. Iyi ya da kö tü her eyle m ve her kaza , tahminin içinde hareket ettiği ve kan ıtını buld uğu çerçeve­ yi parçalamak durumun dadır. (Proudhon'un geçerken söy­ lediği şu söz, "Beklenmedik olayın yaratıcılığı, devlet ada­ mının sağgörüsünü fazlasıyla aşar, " çok şükür hala geçerli bir sözdür. Beklenmedik olayın yaratıcılığı uzmanın hesap­ lamalarını haydi haydi ezip geçer. ) Bu tür beklenmedik, ön­ görülmedik, öngörülemez oluşlara " rastgele olaylar" ya da "geçmişin son iççekişleri" adını vermek, o nları konu dışı ' saymak ya da " tarihin çöplüğü"ne mahkum etmek, bu tica­ retin en eski hilelerindendir. Kuşkusuz bu h ile , kuramı ke­ sin ifade gücüne kavuşturur, ama kuramı gerçeklikten hep biraz daha uzaklaştırmak pahasına . Tehlike, kanıtlarım ger­ çekten de güncel, fark edilebilir olaylardan almaları nede­ niyle bu kurarnların ikna edici olmasında değil, iç tutarlı­ lıkları nedeniyle hipnotik bir e tkiye sahip olmalarındadır. Bu kurarnlar sağduyumuzu; gerçeklik ve olgusallığı algıla­ ma, anlama ve kafa yarma melekemizi uykuya yatırma gü­ cüne sahiptir. ,

Tarih ve siyaset üzerine düşünmeyi iş edinen hiç kimse, şiddetin insan işlerinde dai ma aynageldiği muazzam rolün ayırdma varmaktan kendini alıkoyamaz. Durum böyleyken şiddetin nadiren özellikle konu edinilmiş olması ilk bakışta şaşırtıcıdır.6 (Sosyal Bilimler Ansiklopedisi'nin son baskısm­ da şiddet konusuna ayınlmış bir başlık b ile yoktur. ) Bu du­ rum, şiddet ve keyfiliğin ne ölçüde verili olarak alındığını ve bu yüzden ihmal edildiğini gösterir. Herkesin açıklıkla ,

6 Kuşkusuz savaş ve savaş hali üzerine geni ş bir literatür vardır, ancak bu litera­ tür şiddetin kendisiyle de�il. şiddet araçlanyla ilgilidir.

14

gördüğü bir şeyi hiç ki mse sorgulamaz, incelemez. İnsan iş­ leri nde şiddetten başka bir şey görmeyenler, insan işlerinin "daima gelişigüzel , c iddiy et ten ve kesi nlikten uzak olduğu" (Renan) ya da tanrını n sonsuza değin daha bü yük olan or­ duların yanında olduğu kanısına varmıştır. Böyle ler inin şid­ det ya da tarih konusunda söyleyecek başka bir şeyi yoktur. Geçmişe ilişkin kayıtlara anlamlı bir şeyler bulmak için ba­ kan herkes, şiddeti marjinal b i r fenomen olarak görmek durumundadır. Clausewitz sava şı "siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi" diye tanımlar ya da Engels şiddeti "iktisadi ge lişmenin hız l a n dırıc ısı" ol ara k gö r ü rke n 7 vurgulanan, hep siyasal ya da iktisadi sürekliliktir; ya da şiddet içeren eylemi öneeleyen bir şeyce belirlenen ve belirlenmekte olan bir sürecin sürekliliği vurgulanmaktadır. Aynı şe ki lde

ulus­

lararası i l işkiler a lan ında çalışanlar yakın döneme değin "Ulusal gücün daha derindeki kültürel kaynaklarıyla uyuşmayan bi r askeri çözüm hali istikrarlı olamaz", ya da Engels'in sözleriyle, "nerede bir ülkenin ik­ şunları söylüyordu:

tidar yapısı iktisadi gelişme düzeyiyle çelişirse" şiddet araç­ larına sahip siyasal iktidar yenilgiye mahkümdur. 8 Günümüzde savaş ve siyaset ya da şiddet ve iktidar ara­ sındaki ilişkilere dair tüm bu eski doğrular geçerliklerini yi­ tirmiştir. tkinci Dünya Savaşı'nın ardından gelişen barış de­ ğil, soğuk savaş ve askeri-sınai-emek kompleksi oldu. "Top­ lumdaki asli yapısal gücün savaş yapma potansiyelinin ön­ celiği olduğundan" söz etmek, "iktisadi sistemlerin, siyasal felsefelerin, yargı organlannın

(corpora juris)

savaş sistemi­

ne hizmet ettiğini ve bu sistemi yaygınlaştırdığını, tersinin geçerli olmadığını" ileri sürmek, "bizatihi savaşın temel top­ lumsal sistem olduğunu, başka ikincil top lu msal ö rgü tlen-

7 Bkz. Engels, age, Kısım ll, Bölüm 4. 8 Wheeler, age, s.l07; Engels, aynı yerde.

15

me tarzların ın bu sistem i çinde mücade l e e t t i ğ i n i ya da ayakta kalmaya çalıştığını" savunmak - tüm bun lar Engels ya da Clausewitz'in 19. yüzyıl formüllerinden daha ikna edi­ ci ge liyor kulağ a . Report from Iran Mountain'in adı bel irtilme­ yen yazarının bu basi t tersine döndürme işleminden -sava­ şın "dip lomasi n in (ya da siyasetin, iktisadi amaçlar g ütme­ nin) bir uzantısı o lması ndan z iya d e " , barış savaşın başka ara çlarla sürdürülmesidir- daha anlamlı olan, savaş teknikle­ rindeki ge l iş medi r. Rus fizikçi Sakharov'un de yiş iyl e , "Ter­ monükleer bir savaş, ( Clausewitz'in formülünde o lduğu gi­ bi) siy aset in başka araçlarla sürdürülmesi gibi görülemez. An cak evrensel intiharın bir yolu olarak görü leb ilir."9 Dahası biliyoruz ki "birkaç silah ulusal gücün tüm öteki kaynaklarını birkaç dakika içinde silip süpürebilir";10 "kü­ çük birey gruplarının . . . stratej ik dengeyi bozmasını" ola­ naklı kılacak ve "nükleer vuruş gücü geliştirmeye gücü yet­ meyen ulusların" bile üretebileceği denli ucuz biyolojik

si­

lahlar geliştirilmiştir;11 "birkaç yıl içinde" robot askerler "in­ san askerleri modası geçmiş yaratıklara dönüştürebilir";12 ve nihayet konvansiyonel savaş halinde yoksul ülkeler, tam da "azgelişmiş" oldukları için ve teknik üstünlük gerilla savaş­ larında "varhktan çok yük" haline gelebileceğinden büyük güçlerden daha güvenli konumdadırlar.13 Tüm bu rahatsız edici yenilikler şu duruma ekleniyor: iktidar ve şiddet ara­ sındaki ilişki bütünüyle tersine dönmüştür ve bu gelişme, küçük ve büyük güçler arasındaki geleceğe yönelik ilişkide

9

Andrei D. Sakharov, Progress, Coocisıcncc, and lntcllectual Frccdom. New York, 1 968, s.36.

10 Wheeler, age. ll Nigel Calder, "The New Weapons," age içinde, s.239. 12 M.W Thring, "Roboıs on the March," Calder, age içinde, s.l69. 1 3 Vladimir Dedijer, "The Poor Man's Power," Calder, age içinde, s. 29.

16

bir tersine dönmenin de habercisi olabilir. Herhangi bir ül­ kenin elinin altındaki şiddet kapasitesi kısa süre içinde ül­ kenin gücünün güvenilir bir göstergesi ya da ciddi ölçekte daha küçük ya da daha bü yü k başka bir ülke tarafından yı­ kıma uğratılmasına karşı ciddi bir güve nce ol maktan çıkabi­ lir. Bu, siyasal bilimin en eski açılımlarından birine meşum bir benzerlik gösterir: Güç zenginlikle öl ç ülmez , fazla zen­ ginlik gücü aşındırabilir ve zenginlikler cumhuriyetierin güç ve refahı açısından özellikle tehlikelidir. Bu bilgece buluşlar unutulmuş olmakla geçerliliğini yitirmez; hele doğrul ukları­ nın şiddet kapasitesine de uygulanabilir hale gelmesiyle yeni boyutlar kazandıkları bir zamanda ... Uluslararası ilişkilerde şiddet ne kadar müphem ve kesin­ likten uzak bir aygıt haline geldiyse de iç siyasette saygınlı­ ğı ve cazibesi arttı; özellikle devrim konusunda bu böyle . Yeni Sol'u n güçlü Marksist re toriği , Marksizm'de n tümü y le uzak bir kanın ı n yavaş yavaş güçlenme eğilimi göstermesiy­ le çakışıyor. Bu kanı Mao Zedung tarafından ilan edilmişti: "Iktidar, namlunun ucunda büyür." Kuşkusuz Marx tarihte şiddetin oynadığı rolün ayırdındaydı. Ama bu rol ona göre ikincil bir roldü. Eski toplumun sonunu getiren şiddet de­ ğil, kendi iç çelişkileriydi. Yeni bir toplumun ortaya çıkışını öneeleyen şiddetli patlamalardı; ama bunlar yeni toplumun ortaya çıkışı açısından neden oluşturmuyordu. Marx bunla­ rı doğumu öneeleyen doğum sancılarına benzetir, ama bun­ lar doğumun n edeni olarak görülemez. Aynı damarda iler­ leyerek, devleti egemen sınıfın denetiminde bir şiddet aygıtı o larak değerlendirir. Ama egemen sın ı fı n fiili iktidarı , şid­ detten oluşmaz ya da şiddete dayalı değildir. Egemen sını­ fın fiili iktidarını tanımlayan , toplumda oynadığı roldür; ya da daha açık bir deyişle üretim sürecindeki rolüdür. Sıklıkla farkına vanldığı ve bazen de hayıflanarak ifade edildiği gibi, Marx'ın öğretisinden etkilenen devrimci sol , şiddet araçları,

17

nın kullanımını reddeder. Marx'ın yazı larında açıkça baskı­ cı bir rejim o larak tanımlanan " p roleta rya di kt a t örl üğü devrimin ardından kurulacaktır ve Roma d i ktatörlüğü gibi kesinlikle kısa bir dönemle sınırlı olacaktır. Küçük anarşist "

grupların gerçekleştirdiği birkaç bireysel terör eylemi dışın­ da siyasal suikast, daha çok sağın tekelinde olmuştur. Ör­ gütlü silahlı ayaklanmalarsa askeriyenin özel menüsüdür. Sol şu konuda ikna olmuş ve bundan vazgeçmemiştir: "Tüm komplolar salt yararsız olmanın ötesinde, zararlıdır. Onlar çok iyi bilirler ki devrimler, ne niyedenerek ne de keyfi olarak yapılmamıştır; özgül parti ve sınıfların irade ve kılavuzluğundan tümüyle bağımsız koşulların zaruri sonu­ cu olarak gerçekleşmiştir. "14 Kurarn düzeyinde birkaç istisnadan söz etmek gerekir. Yüzyıl başında Marksizm'le Bergson'un yaşam felsefesini birleştirmeyi deneyen Georges Sarel, daha düşük bir usta­ lıkla da olsa tuhaf biçimde Sartre'ın bugün gerçekleştirdiği Marksizm-varoluşsalcılık karmasına benzer sonuçlara var­ dı. Sarel, sınıf mücadelesini askeri terimlerle düşünüyordu. Buna karşılık, ünlü genel grev mitinden daha şiddetli bir yol değildi, önerdiği. Bugün genel grevi, daha ziyade şidde­ te dayalı olmayan siyasetin bataryası içinde düşünmek daha doğru olacaktır. Elli yıl önce bu ılımlı öneri bile, Lenin'i ve Rus Devrimi'ni destekiemiş olmasına karşın, ona faşist damgası vurulmasına yetti. Sartre, Fanon'un Dünyanın La­

netlileri başlıklı yapıtma yazdığı önsözde, şiddeti yüceitme konusunda Sarel'in Şiddet Üzerine Düşünümler'de söyledik­ lerinden, hatta Fanon'un kendisinden çok daha ileri gider ve hala "Sorel'in faşistçe sözlerinden" bahseder. Bu, Sart-

14 Engels'ce 1 847'de yazılmış bir elyazmasında ileri sürülen bu ilk ifadeyi şu ya­ pıla borçluyu m: J ac o b Barion, 1963.

18

Hegel und die marxi stische Sraarslch re, Bon n ,

re'ın şiddet konusunda Marx'tan ne kadar uzakta olduğu­ nun ayırdında bile olmadığını gösterir. Ö zellikle şu cümle­ lerinde: "Bastırılması o lanaksız şiddet . .. kendi n i yeniden yaratan insandan başka bir şey değildir" ; "yeryüzünün la­ net lileri" ancak "çı lgın dehşetle" " i nsan hal i ne geleb i l ir" . Bu nosyonlar, kendini yaratan insan tasarımı, katı bir şekil­ de Hegelci ve Marksist düşünce biçimine özgü olduğundan çok daha çarpıcıdır. Bu tasarım, sol hümanizmin b izatihi temelidir. Fakat Hegel'e göre insan, kendini düşünce yoluy­ la "üre tir" . 1 5 Buna karşılık He gel'in " idealizmini" başaşağı çeviren Marx'a göreyse, insanın kendini yeniden yaratması­ nın aracı emektir; yani doğayla metabolizma kurmanın in­ sanca biçimi. Kuşkusuz insanın kendini yeniden yaratması­ na ilişkin tüm nosyonların bizatihi insanlık durumunun ol­ gusallığına karşı b i r isyanda ortak oldukları söylenebilir ( türün bir üyesi ya da birey olarak insanın varoluşunu ken­ di kendine borçlu olamayacağından daha gözle görünür bir gerçek olamaz) . Dolayısıyla Sartre, Hegel ve Marx'ın ortak paydalarının, bir olgu olmayan bu kendini yaratma beklen­ tisinin gerçekleşmesine aracılık edeceğini ileri sürdükleri etkinliğin (şiddet, düşünce ve emek) farklı olmasından da­ ha önemli olduğu iddia edilebilir. Yine de özde barışçıl o lan emek ve düşünme etkinlikleriyle tüm şiddet eylemleri ara­ sında derin bir uçurumun yattığı da yadsınamaz. "Bir Avru­ palıyı ö ldürmek bir taşla iki kuş vurmaktır. . .. Geriye kalan ölü bir adamla özgür bir adamdır. " Bu, Sartre'ın önsözde söyledikleri. Marx'ın asla yazmış olamayacağı bir cümle. 1 6 Sartre'den alıntı yaparken, devrimci düşüncede şiddete doğru bu yeni kaymanın, en temsil edici ve düşünsel açı15 Hegel'in bu baglamda, yani "Sichsclbstproduzic�n" baglamında konuşuyor ol­

ması hayli anlamlıdır. Bkz. Vorlesungen über die Gcschichte der Philosophie, cd. Hoffmeister, ldpzig, 1938, s. 1 H. 16 Bkz. Ek 1, s.97.

19

dan en ge lişmiş sözc ü lerin i n b i l e a yıfd ın a varmadığı bir du­ rum ol duğu n u göstermek ist i yo ru m 1 7 Açıktır ki bu kayma, düşünce tari h iyle sı n ı r l ı soyut bir n osyo n d eği l Bu y üz de n . de özelli kle değinmek g e re k i y o r d u . ("Id e alist" düşünce kavramını başaşağı çevirirseniz " materyal ist" emek lwvra­ mına varırsınız , asla şiddet n osyonuna varamazs ı n ız . ) Kuş­ kusuz tüm bunlar kendine özgü bir mantık içeriyor ve bu deneyim daha önceki tüm kuşaklara tü m ü yle yabanc ıdır. Yen i Sol'un sempati yaratma gü c ü (patlws) ve şevki , say­ gınlığı, çağdaş silahların tuhaf, intihara götüren gelişi m iyle yakından bağlantılıdır. Bu , atom bo mbasının gölgesinde büyüyen ilk kuşaktır. Anne ve babalarından, şiddetin siya­ set sınırlarını kitlesel ve canice bir şekilde ihlal etmesi de­ neyimini miras al mışlardı r: Yüksek o ku l l a rd a toplama ve imha kamplarını soykırım ve işkenceyi öğrendiler;18 sonra savaşta sivil lerin toptan katledilmesini , ki bu o lmaksızın çağdaş askeri operasyonlar " konvansiyonel" silahlarla sınır­ h olsa bile mümkün olamazdı. lik tepkileri şiddetin her tü­ rüne karşı çıkmak ve şiddete dayalı olmayan siyaseti so rgu­ lamaksızın desteklemek oldu. Tam da bu hareketin, özellik­ le medeni haklar alanındaki başarıs ı , Vietnam Savaşı'na karşı direniş hareketiyle sürdü. Unutmamalı ki Vietnam Sa­ vaşı'na karşı direniş, bu ülkede [AB D ] kamuoyunu belirle­ mekte hala önem li bir etkendir. Ama durumun o günden bu yana değiştiğini artık herkes b iliyor. Şiddete dayalı ol­ mayan siyaset yan daşları artık savunmaya çekild i . ,Dahası artık yalnızca " aşınhk yanlıları" nın (extremists) şiddetin yü­ celtilmesine kapıldıklarını ve yalnızca onların -Fanon'u n Cezayirli köylüleri gibi- "şiddetten başka hiçbir şey sonuç .

.

I 7 Bkz. Ek II, s.97. 18 Noam Chomsky haklı ol'arak açık isyanın arciında yatan itkilcr arasında " hepi­ mizin hor gormeyi öğrendiğimiz 'iyi Alınanlar' arasında yer almayı" reddetme iıkisinin de bulunduğunu belirtiyor. Age., s. 368.

20

ve rmez" demeye başladıkların ı söylemek anlamsızdır. 19 Yeni militanlar anarşist , nihilist, kızıl faşist, Nazi olarak nitelenip kınandı. Haklılık payı daha yüksek bir suçlamay­ sa, "makine düşman ları , makine parçalayıcılar" niteleme­ siydi. 20 Ö ğren ciler ise ayn ı ölçüde anlamsız sloganlada ya­ nıt verd i : "polis devleti" , "geç kapitalizmin gizli faşizmi" ve daha haklı bir deyişle, " tüketim toplumu". 21 Davranışları­ nın sorumlusu her türden toplumsal ve psikolojik etkende arandı: Amerika'da fazla hoşgörülü yetiştirme, Almanya ve Japonya'da aşırı otoriteye tepki , Doğu Avrupa'da özgürlük­ ten yoksunluk, Batı'da fazla özgürlük, Fransa'da sosyoloji öğrencilerinin işsizliği ve bunun felakete yol açıcı sonuçla­ rı, Birleşik Devletler'de her alanda iş bolluğu. Tüm bu açık­ lamalar yerel açıdan inandırıcı olabilir, ama öğrenci ayak­ lanmalar ı n ı n küresel bir olgu o lmasıyla çelişir. Hareketin 19 F ran tz Fanon, Tiıe Wrrtclırd

of ılır Eaı·ılı ( 1961, Yeryüzünün lanetiileri). Grove

Press yayını, 1 96 8 , s. 61. Bu yapııı, bugünkü öğrenci kuşağı üzerinde yaptığı

büyük etkiden dolayı kullanıyoruın. Buna karşılık Fanon'un kendisi şiddet ko­ nusunda hayranlarından daha çok kuşkuludur. Öyle göninüyor ki. kitabın yal­ nızca birinci bölümü yaygın ohırak okunmuştur. Fanon çok iyi biliyor ki, "ka­ tıksız ve tam acımasızlık, derhal mücadele edilmemesi halinde değiş mez biçim­ de hareketin birkaç hafta içinde yenilgisiyle sonuçlanır• (s . 147). Şiddetin öğ­ renci hareketi içinde tırmanması konusunda Alman haber d erg isi Dcr Spi­ egel'de (10 Şubat 1969 ve izleyen sayılar) yayımlanan "Gcwalt" baslıklı diziye ve "Mit dem Latein am Ende" başlıklı diziye (1969, 26. ve 27. sayılar) bakınız.

20 Bkz. Ek lll, s.99. 21 Bu sıfatiarın sonuncusu eğer tanımlansaydı anlamlı olacaktı. Ancak bu nitele­ menin ardında Marx'ın özgür üreticiler toplumuna dair yanılsaması yatar. Bu hayal, toplumun üretici güçlerinin özgürleşmesiyle gerçckleşecekti. Ama bu özgürleşme gerçekte devrimin değil, bilim ve teknolojinin başarısı oldu. Üste­ lik bu özgürleşme devrim sürecinden geçen tüm ülkelerde hızlanmak bir ya­ na, ciddi ölçüde rötara uğradı. Başka bir deyişle, ögrencilerin tüketimi reddet­ melerinin-ardında yatan üretimin idealleştirilmesi ve bununla birlikte gelen üretim ve yaratıcılığın putlaştırılıııası vardır. "Yıkıcılığın neşesi yaratıcı bir ne­ şedir" -gerçekten de öyle, eğer "emeğin neşesinin" üretken olduğuna inanı­ yorsanız. Makinelerin yardımı olmaksızın basit aletlerle yapılabilecek tek emek biçimi yıkımdır. Ama kuşkusuz makineler bunu çok daha verinıli b i r şekilde yapar.

21

toplumsal açıdan bir ortak paydasını bulmak a n lamsız gö­ rünebilir. Ama psikolojik açıdan bu kuşağ ı n her yerde or­ tak bir özelliği var: ödün vermez bir cesaret, şaşırtıcı bir ey­ lem istenci ve değişimin olanaklılığı konusunda aynı ölçü­ de şaşırtıcı bir güvenY Ancak bu niteli kler neden gibi gö­ rül memeli. Dünyanın her yerindeki üniversitelerde tümüy­ le beklenmedik biçimde ortaya çıkan bu durumun fiili ne­ deni sorulacak o lursa, hiçbir öncülü ve benzeri bulunma­ yan, ama en gözle görünür ve belki de en güçlü bir etkeni gözardı etmek saçma o lacaktır. Basit bir gerçektir bu: "Tek­ nolojik ilerleme" pek çok düzeyde doğrudan felakete gö­ türmektedir. 23 Dahası bu kuşağın öğrendiği ve öğre ttiği bi­ limler, öyle görünüyor ki kendi yarattıkları teknolojinin fe­ lakete götürücü sonuçlarım gidermeye muktedir olmak bir yana , gelişme sürecinde geldikleri nokta, "yapabileceğiniz lanet olası tek bir şey yoktur ki savaşa yöneltilmesin"dir.24 (Kuşkusuz, -Senatör Fulbright'ın deyişiyle hükümetçe fi­ nanse edilen araştırma projelerine bağımlı hale gelerek ka­ mu güvenine ihanet eden-25 üniversitelerin özsaygısı açısın­ dan hiçbir şey, savaşa yönelik araştırma ve buna bağlı tüm

22 Bu eylem isteği özellikle küçük ve görece zararsız girişimlerde daha dikkat çe­ kicidir. Öğrenciler, kafeteryalarda, bina ve sahalarda çalışanlara asgari ücretin altında ödeme yapan kanıpüs otoritelerine karşı eylemlerinde başarılı oldu. Berkeley öğrencilerinin üniversite mitlkiyetindeki boş bir araziyi "Halk Par­ kı"na çevirme mücadelesine katılma kararı da, otoritelerin şimdiye kadarki en kötü tepkisine yol açtıysa da, bu girişimler arasında �ayılmalı. Berkeley hadi­ sesine bakarak bir yargıya varılırsa, tam da bu tür "siyasal olmayan" eylemle­ rin öğrenci kitlesini radikal öncülerin arkasında topladıgı anlaşılır. •ögrenci oylamaları tarihinde en yüksek katılıma tanık olan referandumda kullanılan I 5.000 oyun yüzde 8S'i, arazinin bir halk parkı olarak kullanımı yönündey­

di." Sheldon Wolin ve John Schaıır'ın parlak raporuna bakınız: "Berkeley: Hal­ kın Parkı Meydan Savaşı," New Yorlı Review of Boolıs, Haziran 1969. 23 Bkz. Ek N, s.99. 24 M.l.T.'denjerome Lettvin, New Yorlı Times Magazine, 18 Mayıs 1969. 25 Bkz. Ek V, s.IOO.

22

girişimlerden kopma yönünde bastı rmaktan daha önemli olamaz. Ancak bunun çağdaş b i limin doğasın ı değiştirmesi­ ni ya da savaş çabaların ı ö n lemesini beklemek fazlasıyla safl ı k olur. Böylece varı labilecek bir kısı tlama n ı n pekala ü niversite standartlarının düşmesine neden olacağını inkar etmek de saflık olur.26 Bu kopuşun yol açmayacağı bir şey varsa, o da federal hükümet fonların ı n bir dalga halinde ge­ ri çekilmesi olacaktır. Çünkü M .I.T.'ten Jerome Lettwin'in yakınlarda işaret ettiği gibi, "Hükümet bizi desteklememeyi göze alamaz. " 2 7 Tıpkı üniversitelerin federal fonları geri çe­ virmeyi göze alamayacağı gibi. Ama bunun anlamı en fazla şudur: Üniversiteler, " mali desteği nası l sterilize edecekleri­ ni öğrenmekle yükümlüdür" (Henry Steele Commager) . Üniversitelerin çağdaş toplumlardaki muazzam gücü düşü­ nülürse bu o lanaksız bir görev değildir, ama zorlu bir iştir. ) Kısacası, teknik ve makinelerin görünüşte direnitmesi ola­ naksız artış ve yayılışı, belli sınıfları işsizlikte tehdit etmek­ ten ziyade, tüm bir ulusun , dahası tüm insanlığın bizatihi varoluşunu tehdit etmektedir. "Otuz yaşın üstündekilerle" karşılaştırıldığında yeni ku­ şağın kıyamet olasılığının daha ayırdında olarak yaşaması doğaldır; genç olduklarından değil, bu yeryüzündeki ilk ya­ şamsal deneyimleri olduğundan. (Bizim açımızdan "sorun" olan şeyler, " gençlerin etine ve kanına işlemiştir. " ) 28 Bu genç kuşağın her hangi bir üyesine şu iki soruyu sorun: "Dünyanın elli yıl içinde nasıl olmasını istersiniz?" "Kendi yaşamınızın beş yıl içinde nasıl olmasını istersiniz ? " Yanıt­ lar genelilikle şöyle başlayacaktır: "Eğer hala dünya diye bir

26 Yavaş yavaş temel araştırmaların üniversitelerden sanayi laboratuvariarına kayması oldukça anlamlıdır ve bu duruma bir ömek teşkil eder. 27 28

New Yorlı nmes Magazine, 18 Mayıs 1969. Stephen Spender, The Year of Young Rcbtls.

New York, 1969, s. 179. 23

yerin varo lacağ ı n ı kabul edersek . . . ve "hala yaşıyo r olur­ sam . . . " George Wald'ı n sözle riyle, "karş ı mızdaki, b i r gelece­ ğin olduğundan hiçbir şekilde e m i n o l amaya n b i r kuşak­ tır. "29 Çünkü gelecek , Spender' i n çok güzel ifade ettiği gibi , "gömülmüş bir saatli bomba gib i , a m a bugün ti ktakları n ı duyuyoruz . " Sıklıkla sorulan "bu ye n i kuşak kimlerdir?" sorusuna verilecek en iyi yan ı t : " Saatin tiktaklarını işite n ­ ler." Onları tümüyle inkar edenler kimlerdir sorusunun ya­ nıtıysa şu olmalı : "Durumu olduğu gibi görmeyi reddeden ya da bilmeyenler. " Öğrenci ayaklanmaları küresel bir durum . A m a ortaya çı­ kış biçimleri kuşkusuz ülkeden ülkeye , hatta üniversiteden üniversiteye değişiyor. Şiddet pratiği açısından , bu öze l l ikle doğru . Kuşaklar arası çatışmanın somut grup ç ı kadarıyla çakışmadığı yerlerde şiddet, çoğunlukla kurarn ve retarikle sınırlı kaldı. Kadrolu ve maaşlı fakültenin kalabalık ders ve seminerlerde deri n bir ç ıkarın ı n o lduğu Almanya'da b u , kayda değer biçimde böyleyd i . Ameri ka'daysa p o l isin v e polis barbarlığının , özde şiddet içermeyen gösteri lere mü­ dahale ettiği her yerde öğre nci hare keti rad ikalleşti: yöne­ tim bi nalarının işgal edilmes i , o turma eyle m leri vs. Ciddi ölçekli şiddet, ancak Siyah Iktidar (Black Power) hareketi­ nin kampüslere girmesiyle sahneye çıktı. Büyük çoğunluğu akademik ölçüdere bakılmaksızın ü niversiteye kabul edilen siyah öğrenciler, kendilerini bir çıkar grubu olarak gördü ve siyahi cemaatlerin temsilcisi olarak örgütlendi. Çıkarları , akademik standartları düşürmekten yanaydı. Beyaz asiler­ den daha dikkatliydiler. Ama daha başından i tibaren onlar sözkonusu olunca ( Cornell Ü niversitesi ve New York City College hadiselerinden önce bile) şiddetin bir kurarn ve re­ torik meselesi olmadığı açıktı. Ö te yandan Batı ülkelerinde 2 9 George Wald,

24

Thr New Yurlıer, 2 2 Man

l9ôlJ.

öğrenci hare keti ün iversite dışında halk desteği bulamaz ve şidde te başvurd uğu anda halkın açık düş manlığıyla karşıla­ şırken , siyah öğre ncilerin sözlü ya da fiili şiddetini destek­ leyen geniş bir siyah azı nlık vardır. 30 Nitekim siyah şiddet, bir kuşak ö nceki işçi hareketinin şiddetine benzetilebilir. Bildiğim kadarıyla , öğrenci hareketindeki şiddetle işçi hare­ ketinin şiddete başvu rması arasın d a açıkça bir benzerli k kuran tek yazar, Staughton Lynd oldu. 31 Buna rağmen aka­ demik kurum, tuhaf bir şekilde siyah hareketin açıkça aptal ve32 aşırı taleplerine, beyaz asilerin çıkar temelinde tanım­ lanmayan ve genellikle yüksek ahlaki temellere dayanan ta­ leplerinden daha fazla �arşı lık verme eğiliminde görünü­ yor. Ancak akademik kurum da öğrenci hareketini işçi ha­ reke tine benzeterek değerlendiriyor ve şiddete dayalı olma­ yan " katılımcı d emokrasi" yle karş ılaşmaktansa, çıkar ve şidde te daya lı bir hareketle karşı karşıya kalınca kendini daha rahat hissediyor. Ü niversite otoritelerinin siyah talep­ l erine boyun eğmes i , sık sık beyaz topluluğun "suçluluk duygusu"yla açıklanıyor. Bana kalırsa yönetimler ve müte­ vel l i heyetlerinin yanısıra fakülteler de, resmi Ameri ka'da Şiddet Rap oru'nun vardığı sonucun gözle görülür doğrulu­ ğunun yarı bilinçli bir şekilde ayırdında: ''Geniş halk deste­ ği sağladıklarında kaba güç ve şidde t, toplumsal denetim ve ikna açısından daha başarılı tek nikler gibi görünüyor. "33 Ö ğrenci hareketinin yeni ve inkar edilemez bir gelişme olarak şiddeti yüceltmesi, tuhaf bir özgünlük gösteriyor. Ye­ ni militanların retoriği açıklıkla Fanon'dan esinleniyor. Bu10 Bkz. Ek VI, s.IOI. 31 Bkz. Ek VII, s. 102. 32 Bkz. Ek VIII, s. l 02.

ııf Violt·ntc (Sidueıin Nedenleri ve Önlenmesi Konulu Ulusal Komisyon) raporu (Haziran ı 969), aktaran New York Ii m es, 6llaziran ı 969.

33 Bkz. Natimıal Comnıission on tlıe Caııses anel Prıwııtioıı

25

na karşılık kuramsal savları , Marksist artı klardan oluşan bir aşureyi andırıyor. Bu , gerçekte n de Marx ya da Engels oku­ muş herhangi bir insan iç in oldukça kafa karıştırıcı bir du­ rum . "Sınıfsız bozgezenlere" iman ede n , " isya n ı n ke n tsel ö n c ü g ü c ü n ü l u m p e n p ro l e teryada b u l a c a ğ ı n a " i n a n a n , "gangsterlerin halkın yolunu aydınlatacağına" güvenen b i r ideoloj iye kim Marksist diyebilir ki?34 Sözcüklerde mu tlu­ luk bulan Sartre bu yeni imana i fade gücü veriyor. Şimd i Fanon'un k i tabının verdiği g ü ç l e i n a n ı y o r k i , " ş i d d e t , " "Aşil'in mızrağı gibidir, açtığı yara ları sağa ltır. " Eğer b u doğru o lsaydı, intikam, t ü m derderimiz in her derd e deva ilacı olurdu. Bu mit, Sarel'in genel grev mitinden çok daha soyuttur ve gerçeklikten çok daha uzaktı r. Sartre' ın savı , Fanon'un " insanın kendine saygısını yitirmeden aç kal ması , kölelikte yediği ekmekte n daha yeğdir" derkenki gibi en kötü belagat aşırılıklarıyla boy ö lçüşür. B u son savı çürüt­ mek için hiçbir kurarn ya da tarih bilgisine gerek yok. In­ san bedenindeki süreçleri en yüzeysel biçimde gözleyen bir gözlemci bile bunun doğru olmadığını bilir. Ama özsaygıyı yitirmeksizin yenen ekmeğin köle kalarak yenen pastadan daha yeğ olduğunu söyleseydi , retorik açıdan bir şey söyle­ memiş olacaktı. Bu sorumsuz ve büyük lafları okuduğumuzda (alıntı yap ­ tıklarım, Fanon'un aslında gerçekliğe p e k çoğundan daha yakın kalmayı becermesinin dışında , adil biçimde tems i l edici niteliktedir) ve ayaklanmalar, devrimler tarihinden bildiklerimiz ışığında değerlendirdiğimizde, bunların öne­ mini inkar etmek, gelip geçici bir ruh haline bağlamak çe­ kici gelebilir. Ya da daha önce benzeri yaşanmamış olay ve gelişmelerle karşılaşan ve bunlarla başetmek için zihni açı­ dan hiçbir donanıını olmayan, bu yüzden (Marx'ın devrimi 3 4 Fanon, agr:, sırasıyla s . 130, 129 , 69.

26

bir çırpıda kurtarmak istediği türden) düşünce ve duygula­ ra sarılıp onları yeniden canlandırmaya kalkışan duygu in­ sanlarının cehalet ve sayiuluğuna bağlamak isteyebilir in­ san . Tecavüze uğrayanın şiddeti düşlediğinden , mazlumun "hiç o lmazsa güneşin doğduğu bir gün" zatimin yerini al­ mayı düşlediğinden, yoksulun zenginin mülkünü düşledi­ ğinden , baskı altındakilerin "av rolünü avcı rolüyle değiş­ tirmeyi" ve son krall ığı, "sonucunun birinci ve birincinin sonuncu" olacağı o mutlu ülkeyi düşlerliğinden kim kuşku duyabilir?3 5 Sorun şu ki, Marx'ın da işaret ettiği gibi rüyalar gerçek olmaz.36 Yoksul bırakılan ve ayaklar altında çiğne­ neoler arasında köle ayaklanmaları ve isyanların seyrekliği pek anlaşılır bir durum değildir. Az sayıda b irkaç örneği vardır ve bunlar da rüyaları herkes için karabasana çeviren " çılgın bir dehşet" tir tam da. En azından benim bildiğim kadarıyla, Sartre'ın deyimiyle bu "volkan patlamaları" , hiç­ bir durumda "onlara neden olan zulme denk olmamıştır. " Ulusal kurtuluş hareketlerini bu tür patlamalarla özdeşleş­ tirmek, kurtuluş hareketlerinin sonuna dair kehanette bu­ lunmaktır. Ö te yandan, böylesi hareketlerin pek de muhte­ mel görünmeyen zaferi, dünyayı (ya da sistemi) değil, yal­ nızca kişileri değiştirmekten başka bir sonuç vermez. Niha­ yet "Üçüncü Dünyanın Birliği" diye bir şeyin varolduğunu düşünmek ve Üçüncü Dünyalılara dekolonizasyon çağında "Tüm azgelişmiş ülkelerin yerli leri, birleşin!" (Sartre) diye slogan atmak, Marx'ın en kötü yanılsamasını daha büyük bir ölçekte yinelemektir; üstelik bu kez çok daha az haklı­ lık payı vardır. Üçüncü Dünya gerçeklik değil, ideolojidirY 35 Fanon, age, s. 37 vd , s. 53. 36 Bkz. Ek IX, s.l02. 37 lki süpergüç arasında sıkışan, Dogu ve Batı'ya karşı aynı ölçüde düşkınklıgına

ugrayan ögrenciler, "kaçınılmaz olarak Mao Çin'inden Castro Küba'sına bir üçüncü dünya ideolojisinin peşine ıakılacaktı". (Spender, age, s. 92). Mao, Cası-

27

* * * Bir soru hala ortada: Neden şi d detin yeni vaizleri n i n ço­ ğu , Marx'ın öğretisiyle aralarındaki ciddi anlaşmazlıkları n ayırdı nda deği l ler? Baş ka b i r deyiş le, olgusal gelişme lcrce çürütül müş olmanın yanısıra kendi siyasetleriyle de böyle­ sine açıkça tu tarsızl ık içindeki kavram ve doktrinlere , böy­ lesine inatla yapışmaları nın ardında yatan nedir? Yen i ha­ reketin ortaya attığı bir tek olumlu slogan var: " Katılımcı demokrasi . " Bu slogan dünyanın her yerinde yan k ı b uldu. Doğu ve Batı'daki tüm a ya k l a n m a l a r ı n o rt a k paydas ı n ı oluşturur hale geldi . Katılımcı demokrasi sloga n ı , devrimci geleneğin en önemli katkısına dayalıdır: Konsey sistemi ; 18. yüzyıldan beri her defasında yenilgiye uğratılan, ama her devrimin doğal büyüme sürecinin tek otantik sonucu olan konseyler. Ama ne Marx'ı n ne de Lenin'in öğretilerin­ de, bu amaca yönelik olarak ne sözde kalan , n e de öze iliş­ kin bir göndermeye rastlayabiliyoruz. Tam tersine, her iki­ si de devletle birlikte kamu eyleminin ve kamusal işlere katıl ı m ı n " sönüp yok o lacağı"* bir top l u m u amaçlad ı . 38 ro, Che Guevara ve Ho Chi Minh'in adını haykırrnalan, başka bir dünyadan bir kurtaneının çağnlma�ı yönünde sözde dinsel ilahilere benzer. Eğer Yugoslavya daha uzakta olsaydı, Yugoslavya'ya ulaşmak daha zor olsaydı, Tito'nun adını da haykırabilirlerdi. Ama Siyah Iktidar

(Biadı Power)

hareketi için durum farklıdır.

Onların varolmayan "Üçüncü Dünyanın Birliği"ne adanmışlıkları katı bir ro­ mantik saçmalıktan ibaret değildir. Siyah-Beyaz ikileminde açıkça bir çıkarlan vardır. Bu da kuşkusuz gerçekten kaçınayı yeğlemektir; siyahların dünya nüfu­ sunun ezici çoğunluğunu oluşturacaklan bir düş ülkesine kaçış.

" w i thering away" olarak çevirilen terim, "aujlı ebung" (supcrsession transencendence daha doğru bir çeviri olabilir), yalnızca bu çevirinin ta­ negatif içerimi taşımaz. Aujlıebung, olgusal bir durumu aşarken onun

(*) Ingilizeeye ya da şıdığı

olumlu momentlerini korumak anlamına gelir. Örneğin özgürlüğü aşmak, öz­ gürlüğün evrenselleşmesi, dolayısıyla özgül bir durumu kavrayan bir kategori olarak ortadan kalkması anlamına gelir. Bkz. lucio Colletti'nin

Early

York: Vintage Books - The Marx Library, 1975 (çn).

28

Karl Marx:

Wri lings'e yazdığı "terimce" . Çev. R. Livingstone ve G. Benton. New

Bunlara gerek kal mayacakt ı . P rati kteki yü rekliliğiyle karşı­ laştırı ldığında t u h a f olan ürkektiği yüzü ndendir ki, Ye n i Sol'un s loganı , h i tabe t aşamasında takılıp kaldı . Yalnızca Batı temsili demokrasilerine karşı (ki bunlar temsil işlevini bile, parti üyelerini deği l , salt yönetiCilerini "temsil" eden devasa parti mekanizmaianna kaptırmak üzeredir) ve Doğu Avrupa'nın katılımı ilke olarak reddeden tek parti bürokra­ silerine karşı, yeterince eklemlemeksizin yalnızca haykı r­ ınakla yetinilen bir slogan olmanın ötesine geçemiyor. Geçmişe b u garip sadaka tten daha şaşırtıcı olan, Yen i Sol'un, isyanm ahlaki karakterinin - k i bu artı k kabul edilen bir olgudur-39 Marksist retoriğiyle ne ölçüde çelişk ili oldu­ ğunun ayırdına varamamış olmasıdır. Gerçekten de hareke­ te ilişkin hiçbir şey, tarafsızlığından ve çıkar kaygılarından uzak o lmasından daha çarpıcı değildir. Common weal'deki (26. 7. 1 968) " 1 968 Fransız Devri mi" başlıklı dikkat çekici makalesinde Peter Steinfels çok haklıdır: "Peguy kültü rel

.38 Öyle görünüyor ki , Marx v e Lenin d e benze rı h i r tutarsızlıkla sudanabilir. Pa­ ris Komünü'nü yücel ten Marx değil miyd i ? "Tüm iktidar

sovyrtlere " diyen Lf"­

nin değil miydi? Ama Marx açısından Komün, devrimci eylemin geçici bir or­ ganından başka bir şey değildi: "sınıf egemenliğinin . . . iktisadi temellerini kö­ künden söküp atmak için kullanılan bir manivela . .. Engels haklı olarak bunu aynı şekilde geçici olan " proleterya diktatörlüğü"ne benzctiyordu. (Bkz .

The Civil War in France ( Fransa'da Iç Savaş) , Karl Marx ve f Engels, Selccted Worlıs , Londra, 1950, Cilt I. s . 474 ve 440) . Lenin'in durumu daha karmaşık­ tır. Ama sovyetleri devreden çıkaran ve tüm iktidan partiye ven·n de Lenin'dir.

39 Spender'in belirttiği gib i , "Onların devrimci tasarı mı ahlaki coşkudur"

(age.

s.

1 1 4 ) . Noam Chomsky bazı olguları anımsatıyor : " G e rçek şu k i . 20 Ekim 1 967'de Adalet Bakanlığı'na geri gönderile ri binlerce askere çagırıııa belgesinin çogu, askerden kaçabilecek, ama daha az ayrıcalıklı olanların yazgısıııı paylaş­ makta ısrarlı insanlardan geld i . " Üniversite ve kolejlerdeki askere çağrılmaya karşı di reniş gösterilerinin ve oturma eyle mlerinin tümü i çin de bu geçerlid ir. Başka ülkelerde de dunını aynıdır. Örncgin Der

.Spiegel A l m an ya d a '

ımışt ırma

görevlilerinin rahatsız edici, çogunlu kla aşagılayıcı koşullarını an laııyor:

"IJıı ko�ullar altında, asistanların radilıallcrin eıı ön ccphcsindı• yer almaması, nere­ deyse bir muci ;:ediı: " (23 Haziran 1969, s. 58). Her zaman aynı öyk ü : Çıkar grupları asilere katılmaz.

29

devrim a ç ısından çok yerinde bir önder o labilirdi. Çünkü sonradan Sorbonne mandarinlerini yerden yere vu rm uş vl' toplu m sal devrim ya ahlaki o lacak ya d a o l mayacaktır' de­ mişti . " Kuşkusuz her devri m ci hareke t , adalet d uygusu ve başkalarına şefkat duygusuyla dol u , çıkar kaygıları gütme­ yen insanların önderliği nde gerçekleşmiştir. Marx ve Lenin için de geçerlidir bu. Ama bildiğimiz gibi Marx , alabildiğine etkili bir biçimde "duygu" ve " coşku" ları tabu haline getir­ di. (Bugün ahlaki savları duygusallık d iye bir yana atan düzen, Marksist ideoloj iye asilerden daha yakın olsa gerek­ tir. ) Marx, çıkar kaygısı olmayan önderlik sorununu da in­ sanlık tarihinin nihai çıkarlarının taşıyıcısı ve tüm insanlı­ ğın öncü gücü nosyonuyla çözümledi. 40 Yine de bu tür ön­ derler bile ilkin işçi sınıfının spekülatif olm a yan ayağı yere basan çıkarlarını desteklemek zorundayd ı lar ve böylece b u , onlara toplum dışında sağlam b i r taban sağlamaya yetti. lş­ te bu , çağdaş asilerin başından beri yoksun o ldukları ve ü niversite dışında umarsızca müttefik a ray ı şlarına karş ı n bulamadıkla n şeydir T ü m ülkelerde işçilerin çağdaş asilere düşmanlığı artık kayıtlara geçmiş b u l unuyor.4 1 Birleşik Devletler'de kendi cemaatlerinde sıkı kökleri olan öğrenci­ lerden oluşan ve dolayısıyla ü nivrsitelerd e daha güçlü bir pazarlık konumuna sahip olan Siyah Iktidar hareketiyle herhangi bir işbirliği o lasılığının bü tünüyle çöküşü , beyaz asiler açısından en acı düşkınklığı o ldu. (Siyah İktidar ya n ­ daşlarının "çıkar gütmeyen önderlerin peşinde proleterya rolünü oynamayı reddetmelerinin doğru bir tutum olup ol'

"

"

,

.

'

"

4 0 Bkz. Ek X , s . 1 03 . 4 1 Çekoslovakya b i r istisna teşkil ediyor olabilir. Buna karşılık en ön cephelerin­ de ögrencilerin savaştığı reform hareketi, sınıf farkı olmaksızın tüm ulusun desteğini kazandı. Marksist dille öğrenciler burada ve belki de tüm Dogu Av­ rupa ülkelerinde Marksist kalıba sığmayacak kadar çok toplumsal desteğe sa­ hipti.

30

mad ığı başka bir sorund ur. ) Şaş ı rtıcı o l maya n bir gel işme olarak Almanya'da, Gençlik hareketinin eski yuvasında bir öğrenci grubu bugün " t üm ö rgütlü gençlik gruplarını" ken­ di saflarında topl amayı öneriyor.42 Bu önerinin saç malığı açıktır. Bu tutars ı z l ı kların açıklaması so nuçta nasıl olacak; b u n­ dan emin değilim. Ama bu tipik 19. yüzyıl öğretisine duyu­ lan sadakatİn derinlerdeki nedeninin Ilerleme kavramında yattığından kuşkulanırım. Bu kavram liberalizm, sosyalizm ve komünizmi bir "sol" cephede toplamayı başardı, ama hiçbir yerde Karl Marx'ın yazılarında gördüğümüz inandırı­ cılık ve ustalık düzeyine ulaşamadı. (Tutarsızlık liberal dü­ şünce açısından daima Aşil'in ökçesi gibi bir rol oynadı; li­ beralizm, ilerlemeye sımsıkı bağlılıkla, Marxçı ya da Hegel­ ci anlamda Tarihin yüceltilmesini aynı ölçüde katılıkla red­ detme tu tumu nu birleştirdi. Oysa ilerlemeye bağlılığı haklı kılacak ve güvence altına alabilecek tek yol böyle bir tarih anlayışıdır. ) Bütün olarak insanlığın ilerlemesi gibi bir şeyin olası ol­ duğu kavrayışı, 1 7. yüzyıla değin kimsenin aklına gelme­ mişti. Bu görüş, 1 8 . yüzyılda aydınlar arasında yaygınlık kazandı. 1 9 . yüzyıldaysa neredeyse evrensel olarak kabul gören bir dogma halini aldı. Ama kavramın ilk biçimleriyle nihai aşama arasındaki farklar belirleyici niteliktedir. Bu açıdan 1 7 . yüzyıl kavrayışının en iyi temsilcileri Pascal ve Fontenelle'dir. Onlara göre ilerleme düşüncesi, bilginin yüzyıllarca süren bir süreçte birikimini ifade ediyordu. 18. yüzyıldaysa ilerleme , " insanlığın eğitimi" (Lessing'in Erzi­ ehung des Menschengeschlechts kavrayışı) anlamını taşıyor­ du; bunun sonucu insanın kemale ermesiyle çakışıyordu. Ilerleme sınırsız değildi. Marx'ın tarihin sonu (sıklıkla Hı-42 Bkz. Christoph Ehmann'la röponaj, Dcr Spiegel, 1 0 Subaı 1 969.

31

ristiyan eskatoloj isinin ya da Ya h udi mcsi ya n i z m se k ü l e r­ leşmesi o larak yoru mlanır) ola b i l e c e ğ i n i d üş ü n d ü ğ ü ve öz­ gürlük a lanı olarak görd ü ğü s ı n ı fsız t o p l u m , ge rç e kt e h a l a Aydınlanma Çağı'nın iş a re t i n i taşır. Ancak 19. yüzyı l ın baş­ langıc ından itibaren tüm bu tür s ı n ı rlamalar k a y b o l d u . A r­ tık Proudhon'un d e y i şi y l e h a re k e t " i l kel i man" d ı ( le fa i t pri­ mitij) v e " yalnızca hareket yasa l a r ı eze l i ve ebecl i "y d i . Bu hareketin ne başı n e de so nu vard ı . " Le mou v cmen l cs t ; v o i l a tout! " (hareket vard ı r ; h e psi b u ! ) . Insana ge l i nc e t ü m söy l e ­ yebileceğimiz şuyd u : "Mükemme l leşeb i l i r canl ılar o larak doğduk ve asla mükemmel olamayacağı z . "43 Marx' ı n He­ gel' e borçlu olduğu ilerleme tasarımı ( h e r canlı organizma nasıl kendi yavrusunun tohumunu içinde taş ı rsa , h e r top­ lum da kendi ardılının tohumunu içinde barındırır) yalnız­ ca en açı k yüreklisi değil, aynı zamanda ta r i h t e ilerleme n i n ebedi sürekliliğinin mümkün o l a n tek kavramsal güvence­ sidir. Aynı zamanda i lerlemen in karşıt ve düşman güçle rin çatışması sonucu gerçekleşeceği varsayıldığından , her "gçri gidişi" gerekli ama geçici bir dönüş olarak yorumlamak ola­ naklıdır. Kuşkusuz nihai analizde bir eğretilemedcn ö teye geçme­ yen bir şeye dayanan bir güvence, bir öğreti açısından pek sıkı bir zemin oluşturmaz. Ama ne yazık ki b u , Mark­ sizm'in felsefe tarihindeki daha pek çok başka öğretiyle de paylaştığı bir durumdur. Buna karşılık bu öğretinin büyü k avantaj ları , " ezelt ve ebedi tekerrü r" [ " ta ri h tekerrürden ibarettir" l , imparatorlukların yü kse lişi ve düşüş ü , özde bağlantısız olayların veriml i sonuçları gibi başka tarih kav­ rayışlarıyla karşılaştırdığınızda hemen ortaya çıka r. Bu tür­ den başka tarih kavrayışlarının hepsi de eşit ölçüde belgele43 P.J . Proudhon ,

Philosoplı ie dıı Progn�s ( 1 853) , 1 946 ,

( 1 8 5 8 ) , 1 930, I ,

s.

s.

2 7 - 3 0 , 49; Dr la ]ıısria

2 3 8 . Ayrıca bkz. William Harbold , " Progrcssivc Hunıaniıy in the Philosoplıy o r P.J . Proudhon," Rcl'icw of Politics, Ocak 1 969.

32

nebil i r ve doğruluğu gösterilebilir öğretilerd i r. Ama hiçbiri Marksist kavray ıştaki gib i doğrusa l bir zaman sü reğini ve tari hte ilerlemenin deva m l ı lığına gara nti veremez . Bu alan­ da Marksizm'in tek bir rakibi vardır: Kad im Altın Çağ nos­ yo n u . B u na göre , başlang ı ç ta bir A l t ı n Çağ yaşanmıştı r; sonraki her şey bu çağdan türemedir. Ama bu öğreti, sürek­ li b i r gerHeyişi ima eder ve bu hoş değildir. Kuşkusuz ınsa­ na güven veren daha iyi bir dünyaya kavuşmak için yapma­ mız gereken tek şeyin ile riye doğru sağlam adımlarla yürü­ mek olduğu, aslında bunu yapmaktan başka çaremizin de olmadığı tasarımının hüzünlü yan etkileri de va rdır. Her şeyden önce basit bir gerçeği anımsamak gerekir: İnsanlığın genel geleceğinin bireysel yaşam açısından vaad edebileceği bir şey yok ; bireyin kesin olan tek geleceği ölümdür. Bu dik­ kate a l ınmadığı ve yalnızca genellikler üzerinden düşünül­ düğü sürece , ilerleme kavramına yönehilebilecek gayet açık bir itiraz sözkonusudur: Alexander Herzen'i n deyişiyle, "İn­ san gelişimi krono lojik adaletsiz liğin bir tarzından ibarettir; çünkü sonradan gelenler aynı bedelleri ödemeksizin, kendi­ lerinden önce yaşayanların emeklerinin meyvesini yer. "44 Ya da Kant'ın sözleriyle, " Ö nceki kuşakları n yalnızca sonrakiler adına ağır yük altına girmesi . . . ve ancak son gelenin [ ta­ mamlanan ] binaya yerleşme şansına sahip olacak olması . . . daima şaşırtıcı bir durum olarak kalacaktır. "45 Yine de nadi ren fark edilen bu dezavantajlar muazzam bir avan taj ın gölgesinde kalır: Ilerle me, geçmişi zaman sü­ reği ni kesintiye uğratmaksızın açıklamakla kalmaz , aynı za­ manda gelecekte nasıl eylemde bulunmak gerektiğine dair bir kılavuz da sağlar. Marx'ın Hege l'i başaşağı çevirirken 44 Alexander Herzen'den aktaran ısaiah Berlin, " I n troducti o n " . franco Ven tu r i , Root s o f Rcvolııtions, New York, l 966.

45 " Idea for a Un iv ersal History with a Cosınopo liıan lnıen ı , " Üçüncü I lke,

Tlır

Ph i losoplıy of Kan ı , Modern Library basımı.

33

keşfettiği de buydu. Böylece t a ri h ç ini n bakacağı y ö n ü de değiş tirmiş oldu. Tarihçi, geçmişe bakın a k ta nsa a rt ı k gü ­ venle geleceğe bakabilir. ilerleme kavram ı , başbe lası b i r so­ ruya, "peki şimdi ne yapacağız? " sorusuna bir yan ı t verir. En alt düzeyde yanıt şunu söyler: Elimizdekini daha iyisi­ ne, daha büyüğüne vs. dönüştüre l i m . (Libcra l l c r i n bü y ü ­ meye yönelik -artık t ü m siyasal v e iktisadi k u ram ları mız ı n paylaştığı- ilk bakışta akıldışı gelen i manı, bu kavrayışa da­ yalıdır. ) Solda, daha sofistike düzeyde bu yanıt, mevcut çe­ lişkileri içkin sentez doğru ltusunda ge liştirme öğüd ü n ü içerir. Her iki durumda d a tü müyle yeni ve b e kl e nmedik bir şeyin olamayacağı konusunda güvence a l m ış o l uruz. Yalnızca hali hazırda bildiklerimizin " gerekli " sonuçlarıyla karşı laşacağız . 46 Bu öylesine güven vericidir ki, Hegcl'in de­ yişiyle , " hali hazırda orada olanın dışında hiçbir şey gelme­ yecek. "47 Oysa bu yüzyıldaki tüm deneyimlerimiz tümüyle beklen­ medik olanla yüzleşmemizi defalarca örnekledi. 20. yüzyıl­ daki deneyimlerin, bu öğreti ve kavrayışlada bariz bir çeliş­ ki içinde durduğunu ekleıneme gere k var mı? Ama bu öğ­ reti ve kavrayışların yaygın kabul görmesi, salt gerçeklik­ ten, huzurlu, spekülatif ya da sözde bilimsel bir kaçış sağlı ­ yor olmalarından kaynaklanıyor gibidir. Bizatihi neredeyse tamamıyla ahlaki kaygılara dayalı bir öğrenci hareketi de , bu yüzyılın büsbütün beklenmedik o layla rı arasındadır. Kendinden öncekiler gibi "benim pastadaki payım" top­ lumsal ve siyasal kuramları nın farklı biçimleriyle eğitilen bu kuşak , bize manipOlasyon ya da daha doğrusu manipü­ lasyonun sınırları ko nusu nda bir ders vermiştir; bu dersi 46 Bu konumun açık yan ı lsamaları konusundaki bir tartışma için b kz . Robert A .

N isbe t , " T he Year 2000 a n d A l l That ," Comnıcnlary, Hazinm l96fl yısındaki öfkeli açıklamalar.

47 Hcgcl, age,

34

s.

1 00 vd.

ve

Eyl ü l sa·

unu tmasak iyi ederiz. l nsan fiziksel zor, işkence ya da a ç ­ l ı k l a manipül e ed i l ebi l i r. Görüşleri key fi olarak kasıtlı, ö rgü t l ü yanl ı ş b i lgilendi rme yo l uyla b i ç i m lend i r i l eb i l i r. Ama i nsan görüş l eri , " gizl i ka n dırıc ılar yoluy l a , televiz­ yo n , r�klam ya da özgür bir toplumda varo lan başka psi ko­ loj i k araçlarla oluşturu l a maz. Ne yazık ki, kuramın gerçek­ likle yüzleştirilerek çürütülmesi daima uzun ve özen iste­ yen bir iş olmuştur. Manipülasyon müptelaları , umutlarını manipülasyona bağlayanlar kadar, bundan yersizce korkan­ lar da nerede duru lması gerektiğinden habersizdir. (Saçma­ lığa varan kurarnlara en güzel örneklerden biri Berkele y de yakın zamanlarda yaşanan " Halk Parkı" olayında verildi. Polis ve tüfeklerine· süngü takmış halde gelen U lusal Muha­ fızlar öğrencilere saldırıp helikopterden gözyaşartıcı bomba attığında ki öğre nciler "slogandan daha tehlikeli bir şey at­ mamıştı " - bazı muhafızlar açıkça "düşmanlarıyla" dostluk kurdu . Muhafıziardan biri ellerini indirip "artık buna daya­ namıyorum" diye bağırdı. Peki ne oldu? Yaşadığımız aydın­ lanmış çağda olanlar ancak çılgınlıkla açıklanabilir: "Apar topar psikiyatri muayenesine alındı ve 'bastırılmış saldır­ ganlık'tan muzdarip olduğu teşhis edildi . ")48 Kimsenin kuşkusu olmasın; çağımızın batıl itikatlar pa­ nayırında sergiye çıkan en ciddi ve en karmaşık mal ilerle­ medir.49 1 9 . yüzyılda s ı n ı rsız ilerlemeye dair akıldışı iman, özellikle doğa bilimlerinin çarpıcı gelişme düzeyi nedeniyle evrensel kabul gördü. Modern çağın yükselişinden beri do"

"

"

,

'

-

48 Olay, Wolin ve Schaar tarafından yorumsuz aktanldı (agd . Ayrıca hkz. Peter Bamcs , "An Outcry: Thoughts on Being Tear Gasscd," Newsweek, ı Haziran

1 969. 49 Spcndcr (age, s. 45) Paris'teki Mayıs olaylarında fransız oğrencilcrinin

"

'çıktı'

( rrndmıenı) ve 'ilerleme' ideoloj isini ve benzeri s•ıhte güçleri katcgorik olara k reddetıiğini" anlatıyor. Amerika'da ilerleme bahsinde b u henüz sözkon usu dc­ gil. Hiila " ilerici" ve "gerici" güç ler, " i leric i "

ve

"gerici hoşgörü"

vs.

siiylcnılt-­

riyle kuşatılmış durumdayız.

35

ğa bilimleri, fiilen " evrensel" bilimler haline ge l d i Böy l e c e , sonu ol mayan evre n i n muazzamlığı n ı keşfe t m e gö rev i n e göz dikebilirdi . Yeryüzünün ve d oğasının sonluluğuyla s ı ­ nırlı olmasa d a , bilimin sonu o lmayan ilerlemeye tabi olma­ sı gerektiği hiçbir anlamda kesin değildir. Ama beşeri bilim­ l e rde , insan ru hunun ürünleriyl e uğraşa n ve ge i s tes w i s ­ senschaften (manevi ilimler) a d ı verilen alandaki araştırma­ ların, tanım gereği bir yerde sona ermek durumunda oldu­ ğu açıkça ortadadır. Artık yalnızca geniş okuma ve araştır­ maların mümkün o lduğu birtakım alanlarda özgün akade­ misyenlik yönündeki sınırsız, anlamsız talepler ya bashaya­ ğı ilgisiz, yerinde olmayan çalışmalarda kaybolmaya (ünlü bir deyişle, biteviye daha az şeyler konusunda daha çok bil­ mek) ya da gerçekte nesnesini yı kıma uğratan � ir sözde­ akademisyenliğe yol açtı. 50 Bütünüyle ahlaki ya da siyasi it­ kilerden kaynaktanmadığı ölçüde, gençlik ayaklanmasının başlıca hedefini, bilim ve araştırmacılığın akademik anlam­ da yüceltilmesinin o luşturması kayda değer bir durumdur. Onların gözünde farklı nedenlerle o lsa da bu iki kurum bü­ yük ölçüde ödün vermiştir. Her iki alanda da belirleyici bir dönüm noktasına, " tahrip edici getiriler" * noktasına u laş­ mış olmamız hiç de ihtimal dışı değildir; bu doğrudur. Bi­ limde ilerlemenin insanlığın ilerlemesiyle (bu her ne anla­ ma gelirse gelsin) denk olmadığı bir noktaya gelmiş o l ma­ mız bir yana, bilimsel ilerleme insanl ığın sonunu telaffuz edebilir hale gelmiştir. Tıpkı akademik alanda daha fazla ilerlemenin bu alanı anlamlı kılan ne varsa yıkıma uğrat­ İnasının pekala mümkün o lması gibi. Başka bir deyişle iler­ leme, sahverdiğimiz, felakete yol açıcı nitelikteki hızlı deği.

SO Gereksiz olduğu kadar zararlı da o l a n bu girişim l e ri n m ü k e m m e l bir örneği için bkz. Edmund Wilson, The Fruits of the MUı, New York, 1 968 ( * ) Maıjinal yarar kuramma göre , belli bir doyum noktasından �onra ü retim sü re­ cine eklenen her üretim girdisi , birim getirisini azal ıaca ktır (çn).

36

şim süreçlerini değerlendirmek açısından bir ölçüt değeri taşıyamaz artık. Burada her şeyden önce şiddetle ilgilendiği miz için, çeki­ ci görünebilecek bir yanlış anlamaya karşı uyarmalıyım. Ta­ rihe sürekli bir kronolojik ilerlemenin , üstelik kaçınılmaz bir ilerlemenin terimleriyle baktığımız sürece , savaş ve dev­ rim biçiminde karşımıza çıkan şiddet , kesintinin olası tek biçimi gibi görünebilir. Bu doğru olsaydı, eğer şiddet pratiği insan ilişkileri alanında otomatik süreçleri kesintiye uğrat­ mayı mümkün kılabilseydi , şiddetin vaizleri önemli bir noktada haklı olurdu. (Benim bildiğim kadarıyla kuramsal açıdan bu nokta hiç ileri sürülmedi . Ama son birkaç yıldaki rahatsızlık veren öğrenci etkinliklerinin bu kanaate dayan­ dığı bana çok açık bir gerçek gibi geliyo r. ) Ancak salt dav­ ranıştan farklı olarak her eylemin işlevi, e ğer eylem yapıl­ masa o tomati k olarak işlemeye devam edecek ve dolayısıyla öngörülebilir olacak sü reçleri kesintiye uğra tacaktır.

37

II

Siyasal alanda şiddet sorununu , bu deneyimleri arkaplana yerleştirerek ortaya atıyorum. Bu kolay değildir: Sorel 60 yıl önce "şiddet sorunu hala hayli karanlıktadır" diyordu;51 bu yargı, o zaman o lduğu kadar bugün de doğrudur. Şiddeti kendi başına bir fenomen olarak ele almak konu­ sunda genel bir isteksizlik olduğundan bahsetmiştim. Şimdi bu ifadeyi açmalıyım. Iktidar fenarneni konusundaki tartış­ maya dönecek olursak, soldan sağa tüm siyasal kurarncılar arasında bir uzlaşmaya erişiimiş olduğunu çabucak görece­ ğiz: Şiddet, iktidarın en çok göze batan dışavurumundan da­ ha fazla bir şey değildir. C. Wright Mills, "Tüm siyaset ikti­ dar mücadelesinden ibarettir; iktidarın nihai biçimi şiddet­ tir" diyor ve Max Weber'in devlet tanımını şöyle yankılıyor­ du: "Insanın insan üzerinde meşru, ya n i meşru olduğu iddia edilen şiddet araçları yoluyla egemenl ik ku rması. "52 Bu uz51 Georgcs Sord , Reflecıions mı Violwcc, Ilk Baskıya Önsöz ( 1 906) . New York, 1 96 1 , s. 60. 52 Tiı e

Power Eli h ' ,

New York, 1956, s. 1 7 1 ; Max Wcbcr'iıı Politics as a \hcatiorı'ın

(M�slck Olara)< Siyaset) ( 1 92 1 ) ille paragrafıııcla söyledikleri. W�bcr, Sol'la ay-

41

!aşma pek tuhaf bir uzlaşmacl ı r. Z i ra s i y asa l i k t i d a r ı n '' ş i d d e ­ t i n örgü tlenmesiyle" e ş i t l e n m e s i a n c a k M a r x ' ı n , d e v l et i n , egemen sınıfın el i ndeki bir tahakküm a rac ı o l d uğu yö n ü n ­ deki tahm i ni deste k l e n i rse a nla m l ı o labil i r. Öyleyse, siyasal y a p ı nı n ve onun y asa b r ı y l a k u r u m l a r ı ­ nın sadece baskıcı üstyap ıla r, temelde yatan ba z ı güçle ri n ikincil dışavurumları old uğuna inan maya n yazariara baka­ lım. Örneğin Bertrand de jouvenel'e bakal ı m . j o u venel'in Power (Iktidar) adlı kitabı , konu üzerinde son zama nlarda yazılan en saygın , her hal ü karda en ilgi nç i ncelemelerden biridir herhalde . j ouvenel şöyle yazar: " Çağların kendi lerini açımlayışı üzerinde fi kir yü rü te n iere göre savaş, Devletlerin bir etkinliğidir ve onla rın özüne i l işkin bir etkinl i k t i r" . 53 Bu yargı , bizi derhal şu so ruya götürür: Öyleyse savaşın sonu , devletlerin de sonu mudur? Devletler arasında savaşın orta­ dan kalkması , i ktidarı n da sonunu getirir mi? Bu soruya verilecek yanı t , iktidardan ne a nladığ ı m ıza bağlı olacaktır. Iktidar, bir yönetim aracıdır deniliyor. Yö ne­ time gelince, o da varlığını " tahakküm içgüdüsüne" borç­ luymuş.54 jouvenel diyor ki: "Bir adam , kendini dayattığın­ da ve başkalarını kendi iradesine alet ettiğinde kendini da­ ha fazla insan hisseder" ; bu, ona " mukayese kabul e tmez bir haz verir" . ss Derhal Sartre'ın şiddet konusunda söyled ik­ lerini çağrıştıran yargılardır bunlar. " Iktidar" , der Voltaire, "başkalarını benim tercih ettiğim biçimde eylemeye mecbur etmekten ibarettir" . Iktidar, "direnişe rağmen kendi irad emi dayatabildiğim sürece" her yerde mevcuttur, diyor Max We,

ııı fi kirele oltl u�unuıı ayırd ında gôrü ıı ü)•Or. !lu baglarnda Troçki'ıı in B rcs ı -Li­ tovsk'ıaki sözlerini aktarıyor: "Her devlet şiddet üstüne kuru l muştur" , ve ekli­ yor, "bu gerçekten de doğrudur" . 53 Power: Tlıe Natural History

54 Age, s. 93.

'55 Age, s. 1 1 0.

of lt s Gmwtlı ( 1 945). Londra ,

1 9'5 2 , s.

I 22.

ber. Bu da Clausewi tz' i n savaş tanımını anımsatır: " Düşma­ nı bizim isted iğimiz gib i davran maya zorlayan bir şiddet eylem i " . Strausz-Hupe'ye göre iktidar sözcüğü , "insanın in­ san üzerin deki iktidarı nı" belirtir. 56 Tekrar jouvenel'e dönecek olursak: "Kumanda etmek ve itaat etmek: bu il işki olmaksızın iktidardan söz edilemez bu ilişki varsa başka bir özelliğe gerek yoktur. . . Iktidarın ol­ mazsa olmazı: işte bu esas, kumanda etmektir" _ 57 I ktidarın esası komu tun etkililiğiyse , o zaman silahın namlusu nda büyüyen iktidardan daha güçlü bir iktidar yoktu r. Öyleyse şunu söylemek de anlamlı değildir: "Bir polisin verdiği emir, silahlı bir adamın verdiği em irden farklıdır" . (Alexander Passerin d'En treves'in, iktidarla şid­ det arasmda ayrım yapmanın öneminin ayırdmda olan bil­ diğim tek yazarın kitabı The Notion of State'ten alıntı yapı­ yorum: " Kuvveti hukuka uygun olarak kullanmanın bizatİ­ hi kuvvetin ni teliğini nasıl değiştirdiğini ve insan i lişkileri konusunda nasıl tümüyle farklı bir manzara sunduğunu görebilmek için 'iktidarın' 'kuvvet'ten ayrı olup olmadığı ve nasıl ayrımland ığı konusunda karar verilmelidir" . Zira "kuvvet, bizatihi koşullara bağla ":ması temelinde kuvvet ol56 Bkz. Karl von Clausewitz , On \Var ( 1 832). New York, 19-fJ, bl. 1 ; Roben Sını­ usz-Hupc, Power and Communily, New York, I 956, s. 4; Max Weber"den yaptı­ �ımız alıntı Strausz-Hupe"dcn aktanlnuştır:

"

Be l i rl i bir toplumsal ilişlıi içinde

ke n di i rades i n i lı c r t ü rlü direnc lıarş ı s ı n da bile dayatabilme i m lıdııı i lıtidar de­ mekt i r. "

57 Örneklerimi rastgele seçiyorum , çünkü hangi yazara baktığınız p e k d e fark et­ miyor. Farklı bir ses çok seyrek duyu luyor. Sözgelimi Mc! ver şöyle diyor: " Zo­ ra dayalı iktidar devletin bir ökütüdür, ama esası değildir. . . . Her şeyin üstün­ de bir güç olmayan yerde devletin olmadığı do�rudur. . . . Ama gücün kullaııııııı bir devlet çıkartınaz ortaya . " ( Tiıe Moclem Staıe. Londra, 1926,

s.

222-225.) Bu

gelene�iıı ne kadar güçlü ol d u�unun en i yi göstergesi, Roıısseau'nun gelenek­ ten kaçış çabasıdır. Yönetimin olmadığı bir hükümet ararken bulup bulabildi­ �i şudur: ( " Ö yle bir birleşme biçimi ki . . . bu birl eşnıeye göre, her birey her­ kesle birleşirken, sonuçta kendi iradesine boyun egmiş olmaktadır. ") I taat

ve

dolayısıyla komuta üstündeki vurgu değişmemiştir.

43

maktan çıkar" . Li teratürde şimd iye değin en deri n l i k l i ve üzerinde en çok düşünülmüş olan bu ayrı m bile, meselenin özüne gitmez. Passerin d'Entreves'in an ladığı anlamda i kt i ­ dar, " koşul lu" ya d a " kurumsallaşmış kuvve t" t i r. Başka bir deyişle, yukarıda zikrettiğimiz yazarlar şidde t i , iktidarın e n bariz dışavurum u o larak tanırolarken Passer i n d'Entreves iktidarı , bir tür hafifletilmiş şiddet gibi tanıml ıyor. N i hai kertede bu da aynı şeydir. ) 58 Sağdan sola tüm düşünürler, Bertrand de Jouvenel'den Mao Zedung'a herkes , siyasal fel ­ sefenin , iktidarın doğası gibi böylesi ne temel b i r meselesi konusunda hemfikir o lmaları şart mıdır? Siyasal düşü nce geleneklerimiz açısından bakıldığında , bu tanımların desteklenmesi için pek çok gerekçe o labilir. Bir kere, egemen Avrupa ulus-devletlerini n yükselişine eş­ lik eden ve yetkin ifadelerini en erken ve hala en büyü k sözcüleri olan 1 6 . yüzyıl Fransa'sında j ea n Bodin ve 1 7 . yüzyıl Ingiltere'sinde Thomas Hobbes'da bulan şu eski mut­ lak iktidar nosyonundan türetilmişlerdir. Aynı zamanda, in­ sanın insan üzerindeki yönetimi anlamındaki hükümet bi­ çimlerini tanımlamak için kadim Yunan'dan beri kullanılan terimlerle çakışırlar - monarşi ve oligarşide tek ya da bir­ kaç kişinin egemenliği , aristokrasİ ve demokraside en iyi­ nin ya da çoğunluğun egemenliği. Bugünse bu tür egemen­ liğin en son ve belki de en güçlü biçimini eklemeliyiz: bü­ rokrasi ya da karmaşık bir bürolar sisteminin egemenliği ; burada hiç kimse , ne tek kişi ne de en iyi kişi, ne birkaç ki­ şi ne de pek çok kişi sorumlu tutolamaz ve en iyisinden Hiç Kimse'nin egemenliği diye adlandırılabilir. (Gele neksel siyasal düşüneeye uygun olarak tiranlığ ı , hesap vermekle 5 8 The

Notioıı of the Sı at c, Aıı

Introdu ction

co Political Theory,

i l k k e z !talyan c a ola­

rak 1 962'de yayımlandı . Ingilizce versiyonu yazar ıarafından yazıldığından sa­ dece çeviri değildir; nihai basımdır; l 96 7'de Oxfo rd'da yayı nılannıış t ı . A l ı n t ı ­ l a r için bkz . s . 64, 70 ve 1 0 5 .

44

yükümlü tutul mayan hükümet ol arak tan ımlayacak olur­ sak , H i