Yüz İcat ve Olayda Dünya Tarihi [PDF]

  • 0 0 0
  • Gefällt Ihnen dieses papier und der download? Sie können Ihre eigene PDF-Datei in wenigen Minuten kostenlos online veröffentlichen! Anmelden
Datei wird geladen, bitte warten...
Zitiervorschau

100 OLAY VE İCATTA DÜNYA TARİHİ KUBİLAY MEHMET GÜL Öğretmen. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü'nden 1986 yılında mezun oldu. Aynı yıl Zonguldak 27 Mayıs (Atatürk) Ortaokulu’na tarih öğretmeni olarak atandı. Halen Ankara Fethiye Kemal Mumcu Anadolu Lisesi’nde görevini sürdürüyor. İlk kitabı Dünya Savaşları 1914-1918 I. Dünya Savaşı (İnceleme/Araştırma) savaşın 100. Yılında, 2014’te basıldı. Bu eserin de yer aldığı ve II. Dünya Savaşı’nı da kapsayan WW1&WW2 Dünya Savaşları kitabı 2016’da yayımlandı.

1

2

KUBİLAY MEHMET GÜL

100 OLAY VE İCATTA DÜNYA TARİHİ

3

İÇİNDEKİLER Bilim Aya Seyahat Akıllı Telefon Astronomi Aşı Ateş Bilgisayar Buhar Makinesi Cep Telefonu İnternet İspanyol Gribi Kâğıt Küresel Isınma Matbaa Otomobil Pusula Radyo Sosyal Medya Takvim Tekerlek Televizyon Veba Yazı

7 7 9 11 13 16 18 21 24 26 28 30 32 34 37 38 40 41 43 49 51 53 57

Dinler I. İznik Konsülü Aziz Bartolomeus Kıyımı Din İslamiyet Hıristiyanlık Hz. İsa Hz. Muhammed Hz. Musa Nantes Fermanı On Emir Papalık

59 59 62 63 65 68 69 73 75 77 78 80

4

Ekonomi 1929 Krizi 1973 Petrol Krizi Demir Elektrik Para Sanayi Devrimi Sömürgecilik Süveyş Kanalı Tarım

İnsan Âdem Havva İnsan İ. H. E. Beyannamesi

Savaşlar I. Dünya Savaşı II. Dünya Savaşı 11 Eylül Amerikan İç Savaşı Ateşli Silahlar Atom Bombası İran-Irak Savaşı İstanbul'un Fethi Haçlı Seferleri Kerbela Olayı Körfez Savaşı Nükleer Silahlar Maraton Muharebesi Moğol İstilası Otuz Yıl Savaşları Pearl Harbor Baskını Pön Savaşları Puvatya Savaşı Top Türk Kurtuluş Savaşı Yedi Yıl Savaşı

82 82 84 86 89 91 99 101 104 106

Yüz Yıl Savaşları

Uygarlıklar Alfabe ABD Antik Mısır Antik Yunan Avrupa Birliği Aydınlanma Çağı Berlin Duvarı Birleşmiş Milletler Büyük İskender Coğrafi Keşifler Demokrasi Faşizm Feodalizm Fransız İhtilali Helenler Kitap Komünizm Milletler Cemiyeti Nasyonal Sosyalizm On Emir Oniki Levha Orta Asya Türk Göçleri Osmanlı İmparatorluğu Reform Roma Hukuku Roma İmparatorluğu Rönesans Rus Devrimi SSCB'nin Dağılması Sümerler Yeni Dünya Zenofobi

108 107 111 114 116

118 118 120 122 124 129 130 132 134 137 140 142 144 146 148 149 152 153 155 156 158 161

Seçilmiş Kaynakça

5

163

166 166 168 170 173 177 179 182 184 186 192 194 198 200 202 206 210 212 214 215 217 219 222 224 226 228 234 236 240 242 244 246 247

248

Önsöz

İ

nsanlığı etkileyen sayısız olay vardır tarihte. Ancak bu olaylardan bazıları var ki, etkileri itibariyle sadece meydana geldikleri zamanda değil, daha sonraki dönemlerde de önem arz etmişler; hatta günümüzde de sanki henüz yeni meydana gelmişler gibi etkilerini sürdürmektedirler. Bunun gibi bazı buluşlar da küresel anlamda kitleleri sarmalı içerisine almış ve özellikle bireyin günlük yaşamında olmazsa olmazı, ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Bu anlamda teknolojik gelişmeler, özellikle kitle iletişim araçları alanında ortaya çıkan baş döndürücü tarzdaki hızlı değişime neredeyse ayak uydurulamayacak bir noktaya gelinmiştir. Bu hızlı değişimin etkisinin artarak süreceği de kaçınılmaz görünmektedir. Naçizane bu kitapta tarihte otaya çıkmış ve günümüzde de insan üzerinde büyük etkileri olduğunu düşündüğümüz olaylar ve icatlar seçkisine yer vermeye çalıştık ve insanı odak aldığımız için konuya “insan” ile başladık. Seçki noktasında elbette ki farklı ve yaklaşımlar ve düşünceler olabilir. Yapıtımızın ilgilenenlere yeni ufuklar açmasını umut ediyor, herkese iyi okumalar diliyoruz. Kubilay Mehmet GÜL 30 Ağustos 2016, Ankara 6

BİLİM

1 AYA SEYAHAT İnsanlı Ay yolculukları, uzay yarışının bir parçası olarak ilk olarak 1969 - 1974 arasında Apollo Projesi kapsamında ABD tarafından gerçekleştirilmiştir.

Dünya Güneş Sistemi’nin yaşamın şimdilik bildiği tek gezegen. Milyonlarca yıl önce bir kaya gezegeniydi Dünya. Dünya’ya çarpan büyük bir göktaşı ile oluştuğu tahmin edilen bir doğal uydusu var. Bu doğal uydunun adı ise “Ay”. Bu doğal uydu insanlık tarihi boyunca insanları ilgilendiren bir konu olmuştur. I. Dünya Savaşı’nda İtilaf Devletleri’yle imzalanan çeşitli anlaşmalar bitmişti. Bu ise yeni bir savaşın daha çıkmayacağı şeklinde yorumlanıyordu. Avrupa’da ise hiç görülmedik bir sanayi gelişmesi yaşanıyordu. En önemli ve hızlı gelişen sanayi dalı ise Savaş Sanayii’ydi. 1960'ların başlarında özellikle Vostok projeleriyle unutulmaz ilklere imza atan SSCB o dönemde uzay yarışının lideri olarak görülmektedir. 7

Bu durum karşısında ABD, Sovyetler Birliği'ni geçmek adına büyük bir atak olan Ay'a insan göndermeyi seçmiştir. Özellikle John F. Kennedy ABD başkanlık koltuğuna kamuoyuna Ay'a inme vaatleriyle oturmuştur. Ay'a insan indirmede kararlı olan ABD karşısında Sovyetler Birliği'nin de bu yönde bazı projeleri vardır, ama ekonomik olarak zayıflamaya başlaması ve uzay teknolojisinin beyni Sergey Korolyov'un erken ölümü SSCB'yi bu yarıştan yavaş yavaş çekilmeye zorlamıştır. 9 yıl gibi kısa bir sürede projeyi gerçekleştiren ABD, Ay'a tek bir seferle yetinmemiştir ve Apollo Projesi adı altında birçok iniş gerçekleştirmiştir. İlk insanlı Ay yolculuğu, 16 Temmuz 1969'daki fırlatılışla tarihe geçen Apollo 11’dir. Neil Armstrong, Edwin Aldrin, Michael Collins isimli Ay astronotları taşıyan bu araç 20 Temmuz 1969 tarihinde ay yörüngesine girmiştir. Ay örümceği adlı modülün Ay'ın Sessizlik Denizi (Sea Of Tranquillity) bölgesine yaptığı inişin hemen ardından Neil Armstrong Ay yüzeyinde yürümüştür. 15 dakika sonra onu Edwin Aldrin izlemiştir. Ay üzerinde toplam 21 saat 36 dakika kalmışlardır. 1972 tarihli Apollo 17 Ay'a yapılan son yolculuktur. Ay'a yapılan bu yolculuklardan sonra insanlı seferlerin başka gezegenlere yapılma fikri doğmuştur, ama yolculuk zamanlarının çok uzun ve projelerin aşırı masraflı olması bu düşünceleri şimdilik bastırmıştır. Gelecekte uzay teknolojisinin ilerlemesiyle bu tür yolculuklar da mümkün olabilecektir. Apollo 17'nin yolculuğundan sonra Ay'a bir daha insanlı yolculuk yapılmaması da kamuoyundaki heyecanı söndürmüştür. Yolculukların bir anda kesilmesi ise değişik inanışlar doğurmuştur. “Ay'da uzaylıların tesislerine mi rastlandı” ya da “uzaylılar insanlığın Ay'dan uzak durmasını mı söyledi” gibi dedikoduların ardından bunlara inanan kitleler hiç de yadsınacak boyutlarda değildir.

8

2 AKILLI TELEFON Akıllı telefon (Smartphone), cep telefonunun sağladığı klasik özelliklere, bilgisayar dünyasının bir ürünü olan PDA’lerin özelliklerinin de eklenmesiyle tasarlanan gelişmiş mobil iletişim cihazıdır.

Tarihin ilk akıllı telefonu. ABD'li bilgisayar devi IBM tarafından piyasaya sürülen bu telefon kısmen cep telefonu, kısmen mini bilgisayar, kısmen çağrı cihazı, kısmen faks cihazıydı. Öyle ki içinde devrim niteliğinde hesap makinesi, takvim, fihrist gibi tarihin ilk uygulamaları da vardı. IBM dünyanın ilk smartphone’u sayılan Simon isimli cihazı tanıttı. Cihazın tasarımı Motorola’nın ilk cep telefonuna benziyordu. Fakat o devre göre çok şaşırtıcı özelliklere sahipti. Telefon özelliğinin yanında cep bilgisayarı olarak adlandırılan Simon, faks ve çağrı cihazı özelliklerine sahipti. Cihaz tanıtıldıktan 2 yıl sonra 899 dolara satılmaya başlandı. Dokunmatik ekranı ve özel kalemi ile bugünkü akıllı telefonların temeli atılmıştı. Simon, ilk defa takvim, elektronik posta, ajanda, dünya saatleri, not defteri, oyunlar gibi uygulamaları barındıran bir telefon oluyordu. Metin tahmin edebilen yazılımı onu devrin en şaşırtıcı telefonu yapmıştı. 1996 yılında tanıtılan ve NEC tarafından üretilen Mova N103 Hyper, özelleştirilebilir zil seçeneği olan ilk telefon oldu. Bu mevcut telefonlar içerisinde bulunmayan bir özellikti. Bu tarihten sonra üretilen tüm cihazlarda bu özellik standart hale geldi. 9

1997 yılında üstün Alman teknolojisine sahip Siemens dünyanın ilk renkli ekranlı telefonunu tanıttı: Siemens S10. Ekran kalitesi çok iyi olmasa da diğer telefonlara göre değişik renklerde menüye sahip olması telefonun farkını ortaya koyuyordu. Fakat tasarım konusunda halâ beklenen seviyede değildi telefonlar. Ayrıca pil konusunda da ciddi derecede sıkıntılar mevcuttu. 1999 yılına gelindiğinde Nokia kendisini uzun süre dünya lideri yapacak olan 8810 isimli cep telefonunu tanıttı. Bu telefon daha önceki modellerle karşılaştırılamayacak kadar küçük ve hafifti. Sürgülü bir kapağa sahip telefonun en büyük özelliği antensiz olmasıydı. Sadece bu özellik ile Nokia dünya çapında dikkat çekti. 8810 kullanıcılarını şimdi bile görmek mümkün. Telefonun tasarımı halâ etkileyici. Dünyada ilk akıllı olma özelliğine sahip telefonlar çıkarken batarya konusunda da büyük bir gelişme yaşandı. Nikel bataryaların piyasaya çıkması ile önceki seride kullanılan zehirli maddeler geride kaldı. Nikel bataryalar aynı zamanda daha ince ve hafifti. Böylece telefonların da daha küçük yapılmasına imkân sağladı. Bataryanın küçülmesi her zaman telefonların gelişimini olumlu yönde etkiledi. Şimdi bile bir telefonun en çok yer kaplayan donanımı bataryası. Yapılan çalışmalar ile bataryaların önümüzdeki sene daha ince olması bekleniyor.

10

3 ASTRONOMİ Astronomi (gök bilimi ya da gökbilim), kökenleri, evrimleri, fiziksel ve kimyasal özellikleri ile gök cisimlerini açıklamaya çalışmak üzere gözleyen bilim dalıdır.

Astronomi en eski bilim dallarından biridir. Gökyüzünün ve gök olaylarının insanların ne zaman ilgisini çektiği kesin olarak saptanamamakla birlikte, bilim tarihinin verilerine dayanarak en genel biçimde, astronominin evrimini; tarihsel astronominin gelişimi ve çağdaş olarak iki evreye ayırmak olasıdır. Eldeki bulgulara göre MÖ 3000’lerde Çinli gökbilimcilerin Ay ve Güneş’i gözledikleri ve MÖ 2697’deki güneş tutulmasıyla yakından ilgilendikleri saptanmıştır. Mezopotamya’da astronominin o döneme göre çok ileri olduğu ve daha sonraki gelişmelere en büyük katkıyı yaptığı bilinmektedir. Babil ve Kaideli gökbilimciler MÖ 747’ye kadar olan güneş tutulmalarının çizelgesini yapmış ve 18 yılda bir tutulma olduğunu hesaplamışlar, Dicle ve Fırat ırmaklarının taşma zamanlarını da hesaplayarak mevsimleri incelemişlerdir. İS 2. yaşayan Mısırlı gökbilimci Ptolemaios (Bsitlsimyos), Almagest adlı eserinde hem sözkonusu kuramı hem de Hipparkhos’un araştırmalarını ayrıntılı biçimde inceledi. Bu eser, ortaçağ boyunca Avrupa’da astronomiye büyük etkide bulundu ve gelişmesini engelledi. Mezopotamyalı bilgin El-Battani (?-929), Güneş yılını büyük bir duyarlılıkla, 2 dakika eksik olarak, 365 gün 5 saat 46 dakika 24 saniye olarak hesapladı. Polonyalı papaz gökbilimci N. Kopernik (1473-1543) Ptolemaios sisteminin yanlış olduğunu ve Güneş merkezde olmak üzere gezegenlerin onun çevresinde döndüğünü ileri sürdü ve 1543’te 11

yayımlanan Gök Cisimlerinin Dönmesi Üzerine adlı kitabında bu savını geniş biçimde açıkladı. J. Kepler (1571-1630), T. Brahe öldükten sonra 20 yıl süreyle onun gözlemlerini sürdürerek özellikle Mars’a ilişkin verilerden yararlanma yoluna giderek Kopernik sisteminin yanlışlarını ortaya koyup sonunda kendi adıyla anılan üç yasayı buldu. İngiliz fizikçisi Newton (16421727), Kepler yasalarındaki hareketle bu hareketi oluşturan kuvveti birbirine bağlayarak dinamiğin üç yasasını buldu ve hem astronomiye hem de fiziğe çok önemli katkılarda bulundu. Galileo ile başlayan ve Kepler ile süren teleskopla gözlem çalışmaları, özellikle Huygens’in yaptığı güçlü teleskoplarla hız kazandı ve Huygens 1655’te Satürn’ün halkalarıyla en parlak uydusunu keşfetti. Optiğin gelişimine koşut olarak daha güçlü teleskopların yapılması sonucu uzak ve sönük yıldızlar da gözlem programlarına girdi. 1771-1781 arasında Fransız gökbilimcisi C. Messier, gökcisimlerinin kataloğunu yayımladı. 1842′de Çekoslovak fizikçisi Doppler’in, ışığın kırmızı ya da maviye kayması olayını açıklamasıyla çok sayıda çift yıldızın fiziksel ve kimyasal incelenmesi yapılmaya başlanabildi. ABD’de 1908’de 152 cm’lik, 1917’de 254 cm’lik, 1948’de 508 cm’lik, SSCB’de 1960’ta 260 cm’lik ve 600 cm’lik dürbünlerle yapılmaya başlanan gözlemler sayesinde birçok yeni gök cismi saptandı.

12

4 AŞI Çiçek aşısı ile ilgili ilk uygulamaların MS 2000 yıllarında Orta Asya’dan başladığı, buradan Çin’e, Hindistan’a ve Türkiye’den geçerek Avrupa’ya ulaştığı düşünülmektedir. 11. Yüzyılda Çinlilerin hastalığı hafif geçiren çocukların burunlarından aldığı cerahatli kabuğu toz haline getirdikten sonra sağlıklı kişilerin burunlarına üfleyerek aşılama yaptıkları bilinmektedir. Tanınmış İranlı kimyacı-doktor El-Razi, çiçek ve kızamık hastalıkları hakkında bilinen en eski kitabı 1100 yıl önce yazmıştı. El-Razi, “alJudari va al-Hasbah” adlı kitabında çiçek ve kızamık hastalıklarının birbirinden farklı hastalıklar olduğunu açıkladı. Bu kitap, daha sonra 12 kez Latince’ye çevrildi ve Avrupalı doktorlar tarafından kullanıldı. ElRazi’nin çiçek hastalığı hakkında verdiği detaylı bilgi ve tedavi yöntemi sayesinde Avrupa’da çiçek salgınlarının etkisi azaltılabildi. Encyclopedia Britannica’nın 1911’de basılan kopyasında, El Razi’nin kitabı “çiçek hastalığı hakkında o dönemde en değerli bilgilerin verildiği kitap” olarak tanıtılmıştı. Çiçek aşısı yapılan ilk çocuğun, 1000 yıl önce Çinli bir devlet adamının oğlu olduğu kabul ediliyor. Çinlilerin, çiçek hastalığına yakalanmış bir hastadaki çiçek yarasının kabuğunu öğüterek elde ettikleri tozu çocuğun burnuna üflediği sanılıyor. Bazı uzmanlar ise, çocuğun koluna bıçakla çizik açılıp yaradan alınan kabuğun çiziğin üzerine bağlanarak aşı yapıldığına inanıyor. Günümüzden 1000 yıl önce bulunan aşının daha sonra Orta Doğu ülkelerine ve ardından da Anadolu’ya ulaştığı sanılıyor. Milyonlarca Amerikan Yerlisi Çiçek Hastalığından Öldü Aşı bulunmadan önce, çiçek ve çocuk felci gibi hastalıklar milyonlarca insanın ölümüne veya sakat kalmasına neden oldu. Çiçek hastalığının, 10-12 bin yıl önce dünya kalabalıklaşmaya başlayınca ortaya çıktığı sanılıyor. En eski vakaların 3000 yıl önceye uzandığı, Mısır’da çiçek hastalığından ölen kişilerin mumyaları incelenerek belirlendi. Amerika 13

Kıtası 1492’de keşfedildikten sonra, İspanyollar Amerika kıyılarını ele geçirmeye başladı. H. Cortes, 1519’da Aztek İmparatorluğu’nun kontrolünde olan Meksika kıyılarına çıktı. O sırada, Karayip Adaları’nı ele geçiren başka bir İspanyol kafilesi, Karayip yerlilerine çiçek hastalığı bulaştırmıştı. Bu İspanyollar, daha sonra Meksika’ya geldi. Cortes’in askerleri yeni gelen İspanyollarla savaştı ve onları Meksika’dan uzaklaştırdı. Ancak Cortes’in askerlerinden biri, savaş sırasında diğer İspanyollardan çiçek hastalığı kapmıştı. Cortes, bir süre sonra Azteklerle savaşa girince onun hasta askerinden Aztekler’e çiçek hastalığı bulaştı. Amerika Kıtası’ndaki tüm yerli kabileler gibi Aztekler de daha önce çiçek hastalığına yakalanmadıkları için hastalığa karşı bağışıklık kazanamamıştı. Cortes, Aztekler’i yenemeyince kaçtı. Ancak, hastalık kapan Aztek ordusu ve halkın çoğu çiçek salgını nedeniyle ölmeye başladı. Cortes bir yıl sonra tekrar Aztekler’e saldırmak için geldiğinde, çoğu hasta olan Aztekleri yendi. İspanyol gemileri, İnka İmparatorluğu’nun topraklarına da çiçek hastalığı taşıdı ve onların da çoğu bu hastalıktan öldü. Amerika Kıtası’nda yaşayan Kızılderili kabilelerinin önemli bir kısmı da çiçek salgınında öldü. ABD anayasasını yazan, devlet adamı ve paratonerin mucidi B. Franklin’in 4 yaşındaki oğlu da 1736’da çiçek hastalığına yakalanıp öldü. Çiçek aşısının nasıl yapılacağını açıklayan ilk belge Çin’de bulundu. Çin’de 1500’lerde yazılan bu belgeye göre, çiçek hastalığını şiddetli yaşamayan hastalardan alınan 8 yara kabuğu kurutulurdu. Kabuklar, kuru bir çiçekle birlikte toz hale getirildikten sonra birkaç hafta ılık bir ortamda bekletilirdi. Böylece virüslerin çoğu öldükten sonra bu toz, ince gümüş bir çubukla, aşılanacak çocuğun burnuna üflenirdi. Toz; erkek çocukların sağ, kız çocukların ise sol burun deliğine üflenirdi. Çinlilerin belgesinde, aşılanan çocukların tamamının başarılı bir şekilde hastalığa karşı bağışıklık kazandığı yazılıdır. Çiçek aşısı yapma adeti; daha sonra Hindistan, Anadolu, Orta Doğu ve Balkan ülkelerine ulaştı. Çiçek aşısı 1700’lerde İstanbul’da da yapılmaktaydı. Avrupa’da 1600’lerin sonuna doğru çiçek salgını çıktı. İngiltere Kraliçesi II. Mary 1694’te çiçek hastalığına yakalanıp öldü. Salgın süresince bu hastalık, her yıl 400 bin kişinin ölümüne neden oldu. İstanbul’daki İngiliz Büyükelçisi’nin eşi olan Lady Montagu, İstanbul’a geldiğinde çiçek aşısının nasıl yapıldığını görmüştü. Küçük oğluna, İstanbul’da 1718’de çiçek aşısı yaptırdı ve İngiltere’deki arkadaşlarına mektup yazarak Osmanlı aşısı hakkında 14

bilgi verdi. Londra’ya döndüğünde, orada çiçek salgını başlamıştı. Lady Montagu; İstanbul’da elçilikte çalışırken aşı yapmayı öğrenen Doktor C. Maitland’ın, küçük kızına da aşı yapmasını sağladı. Lady Montagu, Avrupa’da çiçek aşını ilk uygulatan ve aşının Avrupa’da yaygınlaşmasına öncülük eden ilk kadın olarak tarihe geçti. Modern Aşılar Milyonlarca Hayat Kurtardı Avustralya’da 1789’da çıkan çiçek salgını, Avustralya’nın doğu kıyısında, yerli halkın (Aborjinler) yarıya yakınının ölümüne neden oldu. Avustralya’da doktorluk yapan İngiliz asıllı E. Jenner, Avustralya’da sığır besleyen ve süt satan besicilerin çiçek hastalığına yakalanmadığını veya hafif atlattığını duymuştu. Besicilerin, sığır çiçek hastalığını da çok hafif atlattığını biliyordu. Dr. Jenner, 1896’da sığır çiçek hastalığına yakalanmış bir besicinin kolundaki çiçek yarasının sıvısını aldı. Jenner, 8 yaşında bir çocuğun kolunda bıçakla bir iki çizik açtı ve besicinin yarasından aldığı sıvıyı çocuğun kolunda açtığı çiziğin üzerine sürdü. Aşıladığı çocuklar çiçek hastalığına yakalanmayınca Jenner, bu aşı yönteminin İngiltere’de ve Avustralya’da yaygın olarak uygulanmasını sağladı. Fransa’da L. Pasteur, şarbon ve kuduz aşılarını geliştirdi. Vereme karşı BCG aşısı 1924’te, sarıhumma aşısı 1935’te ve çocuk felci aşısı 1955’te bulundu. Modern aşılar milyonlarca insanın hayatını kurtardı.

15

5 ATEŞ Yüksek sıcaklık ve çoğunlukla alev veren hızlı yanma olayı.

Ateşin bulunması insanlık tarihinin dönüm noktası olarak kabul edilir. Peki bu dönüm noktası tam olarak ne zamandı? Yapılan bir araştırmada konuyla ilgili yeni bulgulara ulaşıldı. Sonuçları “Proceeding of the National Acedamy of Sciences” (PNAS) adlı bilim dergisinde yayımlanan araştırmaya göre, ateş, yaklaşık bir milyon yıl önce, yani tahmin edilenden yaklaşık 300 bin yıl önce keşfedildi. Boston Üniversitesi'ne bağlı ekip, Güney Afrika'daki Wonderwerk Mağarası'nda bulunan Paleolitik Çağ'dan kalma yanık hayvan kemikleri ve yanmış bitki kalıntıları sonucunda bu bilgiye ulaştığını açıkladı. Araştırmacılar, yaptıkları incelemelerin, bulundukları yer ve konum itibarıyla kalıntılardaki yanıklara rüzgârdan kaynaklanan herhangi bir doğal orman yangının yol açmadığını gösterdiğini kaydetti. Kalıntıların 700 santigrat derecenin altındaki bir sıcaklıkta yanmış olduğunu belirten bilim insanları, o dönemin insanlarının çimen ve ağaç yapraklarını yakacak olarak olarak kullanmış olabileceğine dikkat çekiyor. Antropologlar, yanan materyalleri Wonderwerk'te tarih öncesi yaşayan insanların ateşe sahip olduğuna ve ateşi kontrol edebildiğine kanıt olarak görüyor. Araştırmacılar katmanlar içinde iyi muhafaza edilmiş bitkisel madde ve kemik parçalarının küllerini bulduklarını ve bunların kendilerine mağaranın girişinde bir küçük ateş ocağının varlığını düşündürdüğünü belirtti. Ayrıca bazı parçaların yüzeyde renk değişikliğine neden olduğu, bunun da kontrollü bir ateş yakıldığını gösterdiği kaydedildi. 16

Tarih öncesi çağlarla ilgili yapılan araştırmalar şimdiye dek ateşin 700 ila 800 bin yıl önce bugünkü İsrail'in bulunduğu bölgede keşfedildiğini gösteriyordu. Kudüs'teki İbrani Üniversitesi'ne bağlı uzmanlar, Gesher Benot Yaakov'da yanmış odun ve yenebilir üç tür bitki kalıntısı keşfetmişlerdi. Tarihi kayıtlara bakıldığında ateşin ilk olarak bulunduğu zamanı kestirmek oldukça zor. İnsanların özellikle de topluluklar halinde yaşamak yerine daha kopuk ve küçük topluluklar halinde yaşadığını da düşünürsek ateşin yaygınlaşması da oldukça zaman almıştır. Ateşin ortaya çıkışı ile ilgili birkaç tahmin bulunmakta. Bunların başında ise yıldırım düşmesi ile ortaya çıkan orman yangınları sonucu ateşin sürekliliğini sağlama, volkanik patlamalar ile ortaya çıkan ateşin sürekliliğini sağlama ve balta yapımı için kullanılan iki taşın sürtülmesi ile şans eseri ortaya çıkan ateş olarak sıralanabilir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi insanların kopuk topluluklar halinde yaşadığını düşünürsek bu tahminlerin oldukça yerinde ve hepsinin gerçekleşmiş olabileceği mümkündür. Ateşin bulunmasından çok insan hayatına etkileri daha önemlidir. Bunların en başında ise etin pişirilmesi ile birlikte insan yaşamına etki eden bir süreç gelir. Fakat daha da etkilisi özellikle kışın insanların ateş başında toplanması ile daha kalabalık kitleler halinde yaşamaya başlaması ve ateş başında muhabbet etme isteği ile gelen ilk seslerin çıkışı ve ateşi diğer vahşi hayvanları korkutmak için kullanmaya başlamaları olarak görülebilir.

17

6 BİLGİSAYAR Bilgisayar, kendisine verdiğimiz bilgileri istediğimizde saklayabilen, istediğimizde geri verebilen cihaza denir. İlk elektrikli bilgisayar ENIAC'tır.

Geçmişte 'bilgisayar' olarak bilinen birçok aygıt günümüz ölçütlerine göre bu tanımı hak etmemektedirler. Başlangıçta bilgisayar sözcüğü hesaplama sürecini kolaylaştıran nesnelere verilen bir ad konumundaydı. Bu ilk dönemin bilgisayar örnekleri arasında sayı boncuğu (abaküs) ve AntiKitira Makinesi (M. Ö 150-M. Ö100) sayılabilir. Yüzyıllar sonra, Orta Çağ sonundaki yeni bilimsel keşifler ışığında, Avrupalı mühendisler tarafından geliştirilen bir dizi makinesel hesaplama aygıtlarının ilki ise, Wilhelm Schickard'a (1623) aittir. Ancak, yazılımlanabilir (veya kurulabilir) olmamaları nedeniyle bu aygıtların hiçbiri günümüz bilgisayar tanımına uymamaktadır. 1801 yılında Joseph Marie Jacquard'ın dokuma tezgâhındaki işlemi otomatikleştirmek adına ürettiği delikli kartlar ise bilgisayarların gelişme sürecindeki, kısıtlı da olsa, ilk yazılımlanabilme (kurulabilme) izlerinden sayılır. Kullanıcının sağladığı bu kartlar sayesinde, dokuma tezgahı kart üzerindeki delikler ile tarif edilen çizime işleyişini uyarlayabiliyordu. 1837 yılında Charles Babbage, adını Analytical Engine (çözümlemeli veya analitik makine) koyduğu, ilk tam yazılımlanabilir makinesel bilgisayarı kavramsallaştırıp tasarladı. Ancak parasal nedenler ve üzerindeki çalışmalarının sonlanamaması nedeniyle bu makineyi geliştiremedi. 18

Delikli kartların ilk büyük ölçekli kullanımı ise Herman Hollerith tarafından, 1890 yılında muhasebe işlemlerinde kullanılmak üzere tasarlanan hesap makinesidir. Hollerith'in o dönemde bağlı olduğu işletme ise sonraki yıllarda küresel bilgisayar devine dönüşecek IBM'dir. 19. yüzyılın sonlarına varıldığında, gelecek yıllarda bilişim donanım ve kuramlarının gelişimine büyük katkıda bulunacak uygulayımlar (teknolojiler) ortaya çıkmaya başlamıştılar: delikli kartlar, Boole cebiri, boşluk tüpleri ve teletip aygıtları. 20. yüzyılın ilk yarısında ise, birçok bilimsel gereksinim, gittikçe karmaşıklaşan örneksel (analog) bilgisayarlar ile giderildiler. Ancak günümüz bilgisayarlarının yanılmazlık düzeyinden halâ uzaktılar. 1930'lar ve 1940'lar boyunca bilgisayar uygulayımı gelişmeye devam etti ve sayısal elektronik bilgisayarın ortaya çıkışı ancak elektronik devrelerinin buluşundan (1937) sonra gerçekleşebildi. Bu dönemin önemli çalışmaları arasında aşağıdakiler sayılabilir: Konrad Zuse'nin “Z makineleri”. Z3 (1941) ikili sayı tabanına dayalı işleyip, gerçel sayılar ile işlem yapabilen ilk makinedir. 1998 yılında Z3'ün Turing uyumlu olduğu kanıtlanmış ve böylece ilk bilgisayar unvanını edinmiştir. Atanasoff-Berry Bilgisayarı (1941) boşluk tüplerine dayalı olup, ikili sayı tabanının yanı sıra, sığaç tabanlı bellek donanımına sahipti. İngiliz yapımı Colossus bilgisayarı (1944), kısıtlı yazılımlanabilirliğine (kurulabilirliğine) karşın, binlerce tüp kullanımının yeterince güvenilir bir sonuç verebileceğini göstermiştir. II. Dünya Savaşı'nda Alman silahlı kuvvetlerinin gizli iletişimlerini çözümlemek için kullanılmıştır. Harvard Mark I (1944), kısıtlı kurulabilirliğe sahip bir bilgisayar. ABD Ordusu tarafından geliştirilen ENIAC (1946), onluk sayı tabanına dayalı olup ilk genel kullanım amaçlı elektronik bilgisayar unvanına sahiptir. ENIAC'ın olumsuz yanlarını saptayan geliştiricileri, daha esnek ve zarif bir çözüm üzerinde çalışıp, artık saklı yazılım mimarisi veya daha çok von Neumann mimarisi olarak tanınan tasarımı önerdiler. Bu tasarımdan ilk olarak John von Neumann (1945) yılında gerçekleştirdiği bir yayında söz etmesinden sonra, bu mimariye dayalı olarak geliştirilen bilgisayarlardan ilki İngiltere'de tamamlandı (SSEM). Aynı mimariye bir yıl sonra kavuşan ENIAC'a ise EDVAC adı verildi. 19

Günümüz bilgisayarlarının neredeyse tamamının bu mimariye uyumlu duruma gelmesi ile bilgisayar sözcüğünün tanımı olarak da kullanılmaktadır. Dolayısıyla bu tanıma göre geçmişteki aygıtlar bilgisayar olarak sayılmasalar da, tarihsel bağlamda yine de o biçimde anılmaktadırlar. Her ne kadar 1940'lardan bu yana bilgisayar uygulayımı köklü değişiklikler geçirmiş olsa da, çoğunluğu von Neumann mimarisine sadık kalmıştır. Boşluk tüpüne dayalı bilgisayarlar 1950'ler boyunca kullanımda kaldıktan sonra, 1960'larda daha hızlı ve ucuz olan geçirgeç (transistör) tabanlı bilgisayarlar yaygınlık kazandı. Bu etkenlerin sonucunda bilgisayarların daha önce görülmemiş bir düzeyde toplu üretimine geçirildi. 1970'lere varıldığında tümleşik devre uygulayımı ve Intel 4004 gibi mikroişlemcilerin geliştirilmesi sayesinde bir kez daha büyük bir başarım ve güvenilirlik artışının yanı sıra, maliyet düşüşü de yaşandı. 1980'lerde artık bilgisayarlar, çamaşır makinesi gibi günlük hayat kullanımındaki birçok makinesel aygıtın denetleyici donanımlarındaki yerlerini almaya başlamışlardı. Yine aynı dönemde, kişisel bilgisayarlar yaygınlık kazanıyorlardı. Son olarak 1990'lardaki Internet'in gelişimi ile de bilgisayarlar televizyon ve telefon gibi alışılmış birer aygıt haline gelmişlerdir.

20

7 BUHAR MAKİNESİ Buhar makinesi, buharın içinde var olan ısı enerjisini, mekanik enerjiye dönüştüren bir dıştan yanmalı motordur. Bilinen ilk buhar makinesi diyebileceğimiz örnek Mısırlı mühendis Heron'un birinci yüzyılda 50 yıllarına doğru Mısır İskenderiye'de uçları birbirlerine göre zıt yönleri gösteren iki eğik tüpün yerleştirildiği oyuk bir küreden yaptığı türbindir. Kürede su kaynatıldığında buhar borulardan dışarı çıkmakta günümüzde etki tepki kanunu dediğimiz şeyin sonucunda kürenin dönmesine yol açmakta idi. Hero buharlı bir türbin ya da motor icat etmesine rağmen toplumda bir etki yaratmadığından bunu motor aygıtının icadı olarak görülmemektedir Buhar gücünün Heron tarafından uygulamasından sonra 1679 yılında ilk faydalı uygulama Fransız fizikçi Denis Papin’den (1647-1712) geldi. İçinde suyun kaynadığı ve biriken buharın suyun kaynama noktasını yükselttiği sıkıca kapanan bir kapağı olan düdüklü tencere icat edilmişti. Papin’in dikkat ettiği şey daha yüksek ısıda kemikler yumuşuyor ve et daha çabuk pişiyordu. Tencereye buhar basıncının çok yükselmesine karşın bir de güvenlik vanası eklenmişti. 1712 ‘de İngiliz mühendis Thomas Newcomen (1663-1729) yeni bir tür buhar makinesi geliştirdi. Bu makinenin Savery Makinesinden en büyük avantajı pistonun bir zincir yardımıyla tahterevalli benzeri bir tür kaldıraca tutturulmuş olmasıydı. Bu kaldıracın diğer ucu ise bir tür tulumbaya bağlanmıştı. Piston silindirin en üst noktasında iken silindirin içine gönderilen soğuk su buharı yoğunlaştırıyordu. Böylece atmosferik basınç pistona aşağıya doğru kuvvet uyguladığı anda su madenden yükseliyordu. Buhar pistona dolunca bu çevrim tekrar ediyordu. Ayrıca daha az tehlikeliydi. Yine de makine istenilen verime ulaşamamış ve yakıt tüketimi azalmamıştı. 21

1764 yılında bozulan Newcomen makinalarından biri onarılması için İskoçyalı mühendis James Watt'a verildi. Makinayı onaran watt aynı zamanda randımanı düşük bu makineyi geliştirmek de istedi. Arkadaşı İskoç kimyacı Joseph Black'tan gizli ısıyı öğrenmiş olan Watt aynı odayı sürekli ısıtıp soğutmanın ne kadar israflı bir şey olduğunu anladı ve aklına iki oda yapmak fikri geldi. Biri sürekli sıcak, diğeri de sürekli soğuk tutulacaktı. Buhar işini yaparken sıcak odada bulunacaktı ve su haline getirilmesi gerektiğinde supaplar sistemiyle soğuk odaya alınacaktı. Watt 1781 yılına gelindiğinde makinasını iyice geliştirmiş ve pistonun ileri geri hareketini ustalıkla bir tekerleğin dönme hareketine çeviren mekanik aletleri de icat etmişti. Watt'ın makine tarihi ve makine mühendisliğine katkıları çok büyük önem taşır. 1884 yılında İngiliz mühendis Charles Algernon Parsons (1854-1931) ilk başarılı buhar türbinini yapmıştır. Bu sayede yüksek hızlı gemi yapımı kolaylaşmış. Jeneratörlerin de kullanılması kolaylaşmıştır. James Watt’ın geliştirmesine rağmen buhar makinalarının verimi halen %7 civarında idi kalan %93 boşa giden ısı olarak kayboluyordu. Buhar makinasının verimini inceleyen ilk kişi Fransız fizikçi Nicolas Leonard Sadi Carnot’tur (1796-1832) 1824 yılında yayımladığı Ateşin Tahrik Kuvveti Üzerine isimli kitabında buhar makinasının maksimum veriminin en sıcak halindeki buhar ile en soğuk halindeki suyun sıcaklığı arasındaki farka bağlı olduğunu gösterdi. Carnot ısı ve işin birbirlerine dönüşmesi yolunu ilk olarak ele alan kişi olduğundan Termodinamik biliminin kurucusu kabul edilmektedir. 1787 yılına kadar buharlı motorlar sadece su pompalarını ve tekstil makinalarını çalıştırmak için kullanılmıştı. 22 Ağustos 1787 yılında ise Amerikalı mucit John Fitch (1743-1798) ilk vapuru Delaware Nehri’ne indirmiştir. Bir süre Philadelphia ile Trenton arasında düzenli vapur yolculuğu yapılmasını sağlamıştır. Fakat Fitch ticari anlamda başarı kazanamamıştır. 1807 yılına gelindiğinde ise yine Amerikalı mucit olan Robert Fulton saatte 8 km hızla giden adını Clermont koyduğu kırk metre uzunluğundaki vapurları Hudson Nehri’nde işletmeye başladı. Bu sefer Fitch’in tersine ticari başarı kazanıldığından Fulton vapurların mucidi kabul edilmektedir. 1809 yılında ise Moses Rogers komutası altındaki Phoenix okyanusa açılan ilk buharlı vapur oldu. 1811 yılında Mississippi Nehri üzerinde işleyen ilk gemi New Orléans faaliyete geçti. Okyanusu aşan ilk gemi ise 1819 yılında Georgia Savannah’tan 22

İngiltere’deki Liverpool’a beş buçuk haftada ulaşan Savannah isimli gemi oldu. Yolculuğun büyük kısmı yelkenlerin açılması ile bitirildiğinden aslında buharlı gemi sayılmazdı. 1827 yılında Türbinlerin ve gemi pervanesinin keşfedilmesi sonucu, pervanenin yan çarktan daha etkili olduğu anlaşıldı ve gemi teknolojisi hızla gelişti. İlk buharlı motorların gemilerde kullanılmasından sonra 1804 yılında Richard Trevithick bir vagonun şasesi üzerine sabit bir buhar motoru yerleştirerek dünyanın ilk buharlı lokomotifini üretti. Yaptığı özel yolda lokomotifini hareket ettirerek gösteri düzenlemiş fakat bundan ticari bir kazanç elde edememiştir. 1825 yılına gelindiğinde ise İngiliz mucit George Stephenson geliştirilmiş buharlı motorlardan faydalanarak ilk buharlı lokomotif denebilecek ve adına Rocket dediği aracı yaptı. Bilinen ilk örnek Fransız mühendis Nicolas Joseph Cugnot tarafından yapılan Fardier’dir. Nicholas Joseph Cugnot küçük ölçekte yaptığı iki kazanlı Newcomen makinesini üç tekerlekli bir arabaya yükleyerek 1769 yılında deneme yapmıştır. Fakat buharlaşma yoluyla azalan kazan suyunu yenileyecek bir sistem olmadığından araç 15 dakikada bir durmak ve su ikmali yapıp suyun kaynamasını beklemek gerekmekteydi.

23

8 CEP TELEFONU Cep telefonu, kolayca taşınabilen, geniş kapsama alanlı, kablosuz telefon sistemini kullanan bir iletişim ve multimedya aygıtı.

Cep Telefonu hayatımızın olmaz parçalarından biri olup, yokluğu çoğu insan için bir panik meselesi haline gelmiştir ve hayatımızda gözle görülür birçok olumlu etkisi söz konusudur. Gelişen teknolojide cep telefonu, telefon olmaktan çıktı. Bilgisayar üzerinde yapmakta olduğumuz çoğu işlemi gerçekleştirebiliyoruz. 90’lı yıllarda gelir miydi aklımıza, elimizde bir Cep Telefonu ve Bilgisayardan farkı kalmaksızın aynı işlevi görebilecek. Şu anda geldiğimiz nokta ise; istediğimiz an Görüntülü olarak konuşup, GPRS, Wap, internet servis sağlayıcılarını her yerde kullanabilmekteyiz. Şimdide diyoruz acaba bundan sonrası gelir mi? gelecektir muhakak. Çünkü teknolojinin ucu bucağı gayet açık. Bazen diyorum; Bizler Cep telefonu kullanmadan önce nasıl arkadaşlarımızla randevulaşıp buluşuyorduk veya sözleşip aynı nokta olabiliyorduk, işte bu durum teknolojinin bize sunmuş olduğu güzel bir armağan. Cep telefonunun mucidi Amerikalı Martin Cooper'dı. Motorola şirketinde mühendis olarak çalışırken 1973'te ilk cep telefonunu geliştiren Martin Cooper, “İlk cep telefonları bir kilo'dan ağırdı, 24

bataryası 20 dakikadan fazla dayanmıyordu ancak bu, telefonların uzun süre elde tutulmaması açısından iyiydi” demiştir. Motorola bu gelişmeden sonra 10 yıl boyunca yaklaşık 100 milyon dolardan fazla harcama yaparak 1983 yılında Dynatac 8000x modelini piyasaya sundu. 3. 995 dolardan satışa sunulan cep telefonu 800 gram ağırlığında 300 mm x 44 mm x 89 mm boyutlarındaydı. Sadece LED göstergesi bulunan telefonun ekranı yoktu. Telefonun boyutlarının dışında en kötü özelliği 15 cm’ye varan anteni bulunmasıydı. 1989 yılına gelene kadar Motorola, bu cep telefonu geliştirmek için yoğun çaba harcadı. Sonuç olarak anteni küçülmese de boyutları ve ağırlığı neredeyse yarı yarıya düşen MicroTAC 9800X modeli satışa sunuldu. Bu modelin en büyük özelliği tuş takımının üzerinde kapak yer almasıydı. Kapaklı ilk telefon da böylece 1989 yılında üretilmiş oldu. MicroTAC 9800X’in 8 karakter gösterebilen LED ekranı vardı. Sadece iki telefon olduğundan bu telefon dünyanın en hafif ve en küçük telefonu olarak tanıtılıyordu.

25

9 İNTERNET Dünya genelindeki bilgisayar ağlarını ve kurumsal bilgisayar sistemlerini birbirine bağlayan elektronik iletişim ağıdır.

İnternet, çok protokollü bir ağ olup birbirine bağlı bilgisayar ağlarının tümü olarak da tanımlanabilir. Binlerce akademik ve ticari ağla devlet ve serbest bilgisayar ağının birbirine bağlanmasıyla oluşmuştur. Bilgisayarlar arasında bilgi çeşitli protokollere göre paketler halinde transfer edilir. İnternet üzerinde elektronik posta ve birbirine bağlı sayfalar gibi çok çeşitli bilgiler ve hizmetler vardır. İnternet üzerinden oyunlar da oynanabilir. İnternet'in kökeni, hataya dayanıklı, sağlam ve özel bir bilgisayar ağı kurmak isteyen Amerika Birleşik Devletleri hükümeti tarafından 1960 yılındaki araştırmalara dayanır. 1980'lerde Ulusal Bilim Vakfı tarafından yeni bir ABD omurgasının finansmanı için toplanan özel fonlar, Dünya çapında katılım ve birçok özel ağın birleşmesine neden olmuştur. 1990'larda uluslararası bir ağın yaygınlaşması ile İnternet, modern insan hayatının temelinde yer almıştır. 1985 yılında kullanılmaya başlayan İngilizce Internet kelimesi, “kendi aralarında bağlantılı ağlar” anlamına gelen Interconnected Networks teriminin kısaltmasıdır. Inter- öneki İngilizcede arasında ve karşılıklı anlamlarına gelir. Net kelimesi ise ağ anlamına gelir. Zaman zaman İnternet kelimesi yerine kullanılan “WWW” kısaltması ise World Wide Web (Dünya Çapında Ağ) sözcüklerinin akronimidir ve İnternet ile eş anlamlı değildir. İnternet üzerinden ağ sayesinde iletişim kuran bilgisayar sistemleri olan askeri iletişim sistemi Semi-Automatic Ground Environment (SAGE) ve ticari havayolu rezervasyon sistemi olan Semi-Automatic Business 26

Research Environment (SABRE) 1950'lerin başında başlamıştır. 1960 larda ise the Advanced Research Projects Agency (ARPA), ABD’nin savunma sistemi için the Advanced Research Projects Agency Network (ARPANET) nin tasarım finansmanı olmaya başladı. 1960'larda oluşturulan projelerin sayesinde 1969'da İnternet o dönemin zirvesine ulaşmıştır. Bu tarihten sonra da ARPANET bildiğimiz modern İNTERNET olarak hayatımıza girmiş oldu.

27

10 İSPANYOL GRİBİ 1918-1920 yılları arasında H1N1 virüsünün ölümcül bir alt türünün yol açtığı grip salgınıdır.

İspanyol gribi, İspanyol nezlesi olarak da bilinen ve 1918-1920 yılları arasında H1N1 virüsünün ölümcül bir alt türünün yol açtığı grip salgınıdır. İspanyol gribi bir buçuk yıl içerisinde yüz milyon insanın ölümüne yol açarak tarihe, insanlık tarihinin en büyük salgını olarak geçmiştir. Adını İspanya’dan alan İspanyol gribinin ilk olarak 1917 senesinde Avusturya’da başladığı tahmin edilmektedir, ancak birçok ülkenin kamuoyundan bu salgını gizlemesi sırasında sadece İspanya bu bu konuyu medyada konuşmuş ve bu sebeple de hastalığın adı İspanyol gribi olarak kalmıştır. Dünyanın ilk büyük salgını olan İspanyol gribi yüzünden 1. Dünya Savaşı sırasında ölen insanların toplamından daha fazla insan yaşamını yitirmiştir. İspanyol gribinin ilk başlarda hayvanlardan insanlara bulaştığı düşünülmüştür, ancak hava yolu ile bulaştığı da kesindir. İspanyol gribine 1918 senesinde Amerika’da yakalanan yirmi milyondan fazla kişiden bir milyonu yaşamını yitirmiştir. Diğer grip salgınlarından farklı olan İspanyol gribi, 20 ile 40 yaş arası ve sağlıklı insanların yaşamlarını yitirmelerine sebep olmuştur. Bazı 28

kaynaklarda her şeyin 1918 yılında mart ayında Amerika’da başladığı belirtilmektedir. Yine bu kaynaklara göre bir aşçının hastalığının ardından öğle saatinde 107, iki gün içinde ise tam 522 kişi hastalanmıştır ve 48 kişi yaşamını kaybetmiştir. Bu gelişme kayıtlara ölüm nedeni zatürre olarak geçmiştir ve daha sonra hastalık hızlı bir biçimde yayılmıştır. İspanyol gribi virüsü daha sonra Avrupa’ya da yayılmış ve ölümcül ilerlemesini devam ettirmiştir. Salgın savaş sebebiyle çok hızlı bir şekilde yayılmıştır ve yedi gün içerisinde Alcatraz adası gibi izole edilen yerler de olmak üzere birçok yer hastalık tarafından kuşatılmıştır. Bunun üzerine, 1922 senesinde San Francisco’da toplu alanlarda maske takma zorunluluğu yürürlüğe sokulmuştur. Aşıların yanı sıra maskenin de virüsün engellenmesinde çok büyük yararı olmuştur. Bunun üzerine kasım ayında virüsün etkisi azalmış ve 21 Kasım’da maske takma zorunluluğu kaldırılmıştır, ancak iki hafta sonra salgın tekrar artış göstermiş, halk bıkkınlıktan dolayı maske takmaya geri dönmemiştir. Daha sonraları ise, hastalık Atlantik’i geçmiştir ve sırasıyla Fransızlar, Japonlar, Çinliler, Afrika ve Güney Amerikalılar hastalığa yakalanmıştır. AIDS hastalığın başlangıcından itibaren 25 yıl içinde 25 milyon insanın ölümüne sebep olurken; İspanyol gribi ilk 25 haftada 25 milyon kişiyi öldürmüş olması da hastalığın ne kadar tehlikeli olduğunun bir göstergesidir.

29

11 KÂĞIT Kâğıt, çoğunlukla yazma işlemlerinde kullanılan, üzerine baskı ya da çizim yapılabilen veya ambalaj amacıyla kullanılan ince malzemedir. Genellikle nemli ağaç lifleri veya otların bezlerinden elde edilen selüloz hamurunun preslenmesinin ardından esnek levhalar içinde kurutulması sonucunda elde edilir.

Kâğıt çok fazla kullanım alanına sahip olan, çok yönlü bir malzemedir. En çok üzerine yazı yazılması veya baskı amacıyla kullanımı yaygın olsa da, endüstriyel ve inşaat sektöründe gerçekleştirilen işlemlerde, pek çok alanda temizlik ve paketleme malzemesi olarak, hatta özellikle bazı Asya kültürlerinde yiyecek katkı maddesi olarak kullanım bulmuştur. Kâğıt özellikle yazı amacıyla kullanıldığından dolayı, belge ve doküman anlamında da kullanılır. Ayrıca borsada işlem gören tahvil veya hisse senedi gibi mali değeri olan malzeme de kâğıt olarak adlandırılır. Bunların yanı sıra kâğıt kelimesi, Kâğıt parayı tanımlamak için de kullanılır. Kâğıdın kimin tarafından bulunduğu bugün kesin bilinmemektedir. Ancak bugünkü Kâğıt hamuru ile elde edilen kağıdın ilk modeli milattan sonra 105′te Çin’de Ts’ai Lun adında bir saray görevlisi tarafından yapıldığı kabul edilmektedir. Ts’ai Lun Ağaç kabukları, bez parçaları ve diğer lifli malzemeleri özlü ve yumuşak bir hamur haline gelinceye kadar dövüp, elde ettiği hamuru geniş bir tekne içinde suyla karıştırarak ilk mekanik odun hamurunu elde etti. Daha sonra gözenekli bir kalıbı, hamurun içine daldırılıp yukarıya kaldırıldığında, su 30

gözeneklerden süzülerek aşağıya akıyor, kalıbın yüzeyinde lifli bir tabaka kalıyordu. Bu tabaka kalıp üzerinden alınıp kurutulduğunda ve üzerinden el yapımı silindirlerle ilkel kalenderlemeden sonra kullanıma hazır hale geliyordu. Keşfinden bugüne kadar 2000 yıl geçmiştir. Orta Asya’da yapılan araştırma ve kazılarda, üçüncü ve yedinci yüzyıllar arasında kullanılan Kâğıtların dut ağacı kabukları, kendir, kenevir ve pamuktan yapılmış olduğu anlaşılmıştır. Kâğıt, Çin’den, Orta Asya’ya oradan da İran’a geçti. 751 senesinde yapılan Talas Meydan Muharebesinden sonra, Çin’den alınan esirlerden kâğıt yapımı öğrenildi. Çin’in dışında ilk defa Semerkant’ta kâğıt yapım merkezi kuruldu. Yakın Doğu’da ise ilk defa Abbasi hükümdarı Harun Reşid zamanında 754 senesinde Bağdat’ta kurulmuştur. Kuzey Afrika’nın Müslümanlar tarafından fethedilmesi ve daha sonra İspanya’ya geçilmesi üzerine, kâğıt fabrikaları da oraya taşınmıştır. Müslümanlar tarafından kurulması ve Avrupa’nın ilk kâğıt fabrikası olması bakımından bu fabrikalar çok önemlidir. Böylece Çin’de binlerce yıl önce imalatına başlanan Kâğıt, zamanla daha yeni metotlarla üretilmiş ve 18. yüzyılda Fransa’da ilk defa Kâğıt makinası yapılmıştır. Kâğıt makinalarında da sürekli olarak teknolojik gelişmelere paralel olarak değişiklikler olmuş ve bugünkü çok motorlu tahrik sistemli, Hamurun kesafet (yoğunluk), sıcaklık, pH, gramaj ve rutubet gibi özelliklerini kontrol altında tutabilen otomatik Kâğıt makinaları ortaya çıkmıştır. Kâğıt ile birlikte bilim ve teknik alanında buluşlar daha hızlı yayılmaya başladı, çok sayıda kitap basıldı, okuma yazma bilmek ayrıcalık olmaktan çıktı, Hümanizm Rönesans ve Reform’un oluşmasına zemin hazırladı.

31

12 KÜRESEL ISINMA Küresel ısınma, başlıca atmosfere salınan gazların neden olduğu düşünülen sera etkisinin sonucunda, Dünya üzerinde yıl boyunca kara, deniz ve havada ölçülen ortalama sıcaklıklarda görülen artış.

Canlıların sağlıklı bir ortamda yaşamaları adına korunması gereken ekolojik dengenin, bozulmasına sebep olan birçok faktör vardır. Ancak, genel olarak bu faktörleri; çevre kirliliği, küresel ısınma, iklim değişikliği, çölleşme ve biyolojik çeşitlilik kaybı olarak sıralayabiliriz. Bahse konu faktörlere ise, serbest mal olarak kabul edilen hava, su, toprak ve yeraltı zenginliklerini bünyesinde barındıran doğayı bilinçsiz ve cömertçe harcayan insanoğlu sebep olmuştur. Sanayi ve teknolojinin hızlı bir şekilde geliştiği günümüzde, devletlerin daha güçlü olmak ve daha refah bir ülke oluşturmak adına doğanın yeraltı ve yerüstü kaynaklarından faydalanmaları elbette ki zaruridir. Ancak, sürdürülebilir bir yaşam için çevreyle dost teknolojiler ve üretim yöntemlerinin geliştirilmesi ve çevreye daha duyarlı üretim ve tüketim tercihlerinin seçilmesi gerekmektedir. Bunu sağlayacak mekanizmaların en önemlisi ise ekonomik ve mali bir enstrüman olan vergilerdir. Dolayısıyla, ekolojik dengenin korunması ve beraberinde sağlıklı ve temiz bir çevrenin 32

oluşturulması, yenilenemez kaynaklar üzerindeki aşırı talebin dengelenmesi, atıkların geri kazanılması için gerekli parasal kaynağın oluşturulması ve çevreye daha duyarlı üretim ve tüketim tercihlerinin seçiminin sağlanması zorunluluk haline gelmiştir. Küresel ısınma 50 yıldır saptanabilir duruma gelmiş ve önem kazanmıştır. Dünya'nın atmosfere yakın yüzeyinin ortalama sıcaklığı 20. yüzyılda 0. 6 (± 0. 2) °C artmıştır. İklim değişimi üzerindeki yaygın bilimsel görüş, “son 50 yılda sıcaklık artışının insan hayatı üzerinde fark edilebilir etkiler oluşturduğu” yönündedir.

33

13 MATBAA Metin ve görüntülerin genellikle kâğıt gibi yüzeyler üzerine basılarak çoğaltılmaya yarayan alet.

Matbaa daha önce hiç tasavvur edilemeyecek şekilde ve hızla bilgilerin dağılmasını ve iletilmesini mümkün hale getirerek, hatta dilin kendisini de değiştirerek bilimsel ve siyasal devrimlere kadar bugün halâ ortaya çıkmayı sürdüren değişiklikler getirmiştir. Matbaanın ilk kez kullanılması Uzakdoğu’da başlamıştır. İlk matbaa, ağaç oyma tekniği kullanarak, MS 593'te Çin'de kurulmuş, ilk basılı gazete de MS 700'de Pekin'de çıkmıştır. 8. yüzyılda Japonya’da baskı yapıldığı, İmparatoriçe Shotoko'nun Budizm’in kutsal metinlerini Sanskrit dilinde Çin alfabesiyle bastırdığı bilinmektedir. Bilinen en eski eksiksiz basma kitap olan Tianemmen ruloları Çin'de 868'de basılmıştır. İlk kez tek tek harfler dökerek baskı yapmayı da 1040 yıllarında Pi Sheng adında bir Çinlinin porselenden harfler kullanarak denediği söylenmişti. Tun-Huang mağarasındaki buluntular, matbaayı Çinlilerden alan Uygurların 9. yüzyıldan itibaren baskı yaptığını göstermektedir. Öte yandan, Çin'den mi geldiği yoksa bağımsız mı geliştirildiği bilinmese de, Mısır'da 4. yüzyıldan itibaren kumaş üzerine ağaç oyma kalıplarla baskı yapılmaktaydı. Aynı teknikle Arapça metinlerin basılması 9. ve 10 yüzyıllarda gene Mısır'da başlamıştır. Avrupa'da ağaç oyma kumaş baskısını İslam dünyasından alarak başlamıştır. Özellikle 15. yüzyılda Avrupa’da matbaacılığın üssü olan Hollanda'da basım tekniği çok gelişmiştir. O dönemde hattatlarca yazılan ve hakkaklarca kazılan tahta kalıpların yanı sıra Harlem 34

kentinde ilk kez tek tek harflerle baskı denemelerini 1430 yılında Lourens Janszoon Coster’in yaptığı sanılmaktadır. Nihayet 1450'de Johannes Gutenberg, ortağı Fust ile birlikte Almanya'nın Mainz şehrinde metal harflerle basım tekniğini bulmuş ve matbaa uygulamıştır. Gutenberg'in üretimi, özellikle de 1455'de bastığı İncil, yüksek kalitesi ve ucuz fiyatıyla kısa sürede başarılı olmuş, yeni buluş Avrupa'dan başlayarak tüm dünyada yaygınlaşmıştır. Daha sonra tipo baskı olarak adlandırdığımız bu matbaa tekniği sanayi devrimiyle doğan modern baskı makinalarının ve matbaacılık endüstrisinin temeli olmuş ve 20. yüzyıl sonlarına kadar gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk matbaası daha 1493 yılında, İbrahim Müteferrika'dan 234 yıl önce, İspanyol göçmeni David ve Samuel İbn Nahmias Kardeşler tarafından kuruldu. İlk kitap, Yakup ben Asher'in Arba'ah Turim eseri 13 Aralık 1493'te basıldı. İtalik hurufatı, sayfa düzeni, folyo işaretleme tekniği, metin başının büyük harfle belirtilmesi gibi yenilikleri matbaa sanatına kazandıranlar da 1530'da İtalya yolu ile İstanbul'a gelip yerleşen Sonsino ailesidir. Matbaacılık denilen karmaşık süreç, farklı teknolojilere ait çok sayıda işlemden oluşur. Uluslararası bir sektörel konsorsiyum olan cip4 tarafından hazırlanan JDF (Job Definition Format) iş tanımlama standardı kapsamında yüzden fazla işlem tanımlanmış, bunlar da geleneksel eğilime uygun olarak baskı öncesi, baskı ve baskı sonrası şeklinde üç alt süreçte toplanmıştır. Baskı öncesi: Öncelikle basılacak işin tasarımı yapılır. Bu aşamada yazıların ve fotoğrafların bilgisayara aktarılması gerekir. Bilgisayara aktarılan görsel öğeler mizanpaj yazılımında bir araya getirilerek baskıya uygun tasarım oluşturulur. Bilgisayar yardımıyla yapılan bu işleme masa üstü yayıncılık da denir. Sonrasında, yapılan çalışmanın film çıkışları alınır. Film, baskı için kullanılan kalıbı oluşturmak için kullanılır. Filmden sonra da prova alınabilir. Filmden alınan provaya analog prova (Dupont firmasının Cromalin sisteminden dolayı sektörde “cromalin” adı ile bilinir) denmektedir. Analog provanın dışında baskıyı taklit eden yazıcılarla dijital prova da alınabilir. Baskı: Film çıkışları alındıktan sonra alüminyum plakalar (kalıp) üzerine tasarımın görüntüsü çıkarılır. Kalıp çekme denilen bu işlem iki aşamada gerçekleşir: Film kullanarak kontakt baskı yani pozlandırma ve banyo. Günümüzde tasarımlar bilgisayardan direk kalıba 35

alınabilmekte, CTP adıyla anılan bu sistem ile film ve montaj işlemleri ortadan kalkmaktadır. Kalıp çekildikten sonra baskıya geçilir. Baskı sonrası: Baskı sonrasında selefon, lak gibi malzemelerle yüzey kaplama (laminasyon) uygulanabilir. Mücellithane makineleri kullanılarak da çok sayfalı ürünlerde katlama, harmanlama, iplik dikiş, tel dikiş gibi işlemler, kitap ve dergiler için kapak takarak ciltleme gibi, ambalajlar için kalıplı kesim gibi işlemler uygulanabilir.

36

14 OTOMOBİL Otomobil, yolcu taşımaya uygun tekerlekli, motorunu kendi taşıyabilen kara ulaşım taşıtı.

Gemiler ve atlar kullanılarak ve hatta yürüyerek binlerce yıl yapılan savaş ulaşımdan sonra otomobilin gelişimi dünyanın mesafe ve hız hakkında düşünce biçiminde bir devrim yarattı. Bir yolculuk için günler harcamak yerine, insanlar ve mallar saatler içinde yüzlerce kilometre hareket edebilir hale geldi. Otomobil kavramının ilk ortaya çıktığı zaman göz önüne alınarak hayvan gücü kullanılmadan, itmeden veya çekmeden kendiliğinden hareket edebilen öz itmeli taşıtlardır. Motor kelimesi ayrıca o dönemde atsız taşımayı temsil etmiştir, bu vesile ile “beygir gücü” terimi ile bir aracın gücü ölçülmüştür. Aracı kullanan kişi için bir ve istisnalar dışında, en az bir yolcu için oturma kapasitesine sahiptirler. Otomobiller yollarda kullanılmak için tasarlanmıştır, bunun yanı sıra yol dışı (Off-road) kullanıma olanak sağlayan otomobiller de vardır (SUV). Yollar diğer trafik öğeleriyle beraber paylaşılmaktadır. Genel olarak otomobiller içten yanmalı motorlarla ve dört lastiğin dönmesiyle çalışır. Ancak 2001 yılı itibariyle, hibrit motorlu otomobiller satılmaya başlamıştır. Elektrikle çalışan hibrit motorlar için şu an Amerika Birleşik Devletleri de başta olmak üzere, birçok ülke vergilerini minimuma indirmiş ve ücretsiz elektrik dolum istasyonlarını otoparklara ve benzincilere yerleştirmiştir.

37

15 PUSULA Pusula, başlıca olarak ulaşımda ve arazi incelemesinde kullanılan, dünya üzerinde yön tespit etmeye yarayan cihaz. Pusulalar; manyetik veya cayroskopik olarak ya da bir yıldıza göre yön belirleme prensipleriyle çalışırlar. En eski pusula türü, Dünya'nın manyetik alanına göre yönleri gösteren manyetik pusuladır ve sıklıkla pusula sözcüğü, manyetik pusula ile eşanlamlı olarak kullanılır. Manyetik pusula, dünyanın manyetik alanının doğrultusunu gözlemlemekte kullanılan, kerteriz alıp mevki bulmaya yardım eden mıknatıslaşmış bir iğnedir. Manyetik olmayan bir maddeden yapılmış bir kutu içinde bulunur. Temel organı hareketli bir mıknatıstan oluşan diğer ölçü aygıtları da bu adla anılır. Pusula, İtalyanca bir sözcük olan bussola kelimesinden Türkçeye geçmiştir. İlk pusulalar mıknatıs taşı kullanarak üretilmiştir. İlk olarak denizciler; küçük bir parça mıknatıs taşını bir çöp üzerine koyup suya bıraktıklarında, çöpün Dünya'nın manyetik alan çizgileriyle aynı hizaya gelip, bir ucunun Kutup Yıldızı'nı gösterdiğini keşfettiler. Bu keşfi hemen bir ikincisi takip etti. Mıknatıs taşına uzun süre temas ettirilen demir veya çelik bir iğne de kuzey-güney istikametinde hizaya geliyordu. Pusula 12. yüzyılda muhtemelen Çinli ve Avrupalı denizciler tarafından ayrı ayrı keşfedilmiştir. Bir başka teoriye göre ise önce Çinliler tarafından keşfedilip, Araplar vasıtasıyla Avrupa medeniyetine ulaşmıştır. Fransa’da pusuladan ilk olarak 1200'de söz edilmeye başlandı. Bunu, 1207'de İngiltere ve 1213'te İzlanda izledi. O zamanlar pusulanın ilkel bir yapısı vardı. İlk önemli gelişmeyi gerçekleştiren Pierre de Maricourt oldu (1269). İğneyi bir mile geçirdikten sonra, bunu bir yanı saydam ve derecelenmiş bir kutunun içine yerleştirdi. 38

Ortaçağda Avrupa’daki gemiciler kıyıdan uzaklaşmaya cesaret edemezler, yalnız kıyı boyunca seyahat ederlerdi. Oysa, Güney Asya'nın mallarını Kızıl denizden Akdeniz kıyılarına getiren Müslüman gemiciler, uzun zamanlardan beri Hint okyanusunu kolaylıkla bir baştan öbür başa geçiyorlardı. Onların yükseklik almak (öğle vakti güneşin yüksekliğini ölçüp derecesini belli etmek) ve coğrafyadaki yeri belirlemek için usturlap aletini kullandıkları kesindir. Pusula kullanarak yön belirlemede de usta idiler. Çin uygarlığını kuranların keşfettiği ve Müslümanların Avrupalılara tanıttığı bu araç da 12. yüzyıldan başlayarak, Avrupa'da kullanılır oldu. 14. yüzyıldan sonra da coğrafi yeri belirleme yöntemi öğrenildi. .

39

16 RADYO Radyo, elektromanyetik radyo dalgalarındaki ses modülasyonunu önce elektronik ortama sonra da sese çeviren elektronik alet.

İtalyan Mucit Guglielmo Marconi radyoyu icat eden kişi olarak kayıtlara geçmiştir. Ancak radyonun kendi icadı olduğunu iddia eden birçok kişi ortaya çıkmıştır. Telsiz telgraf patentine sahip olan Nikolai Tesla, Olive Lodge bu iddiayı ortaya atanların başında gelir. Rus mucit Alexander Stepanovitch Popov ise anlaşılabilen ilk radyo dalgalarını iletmeyi başarmış ancak bu icadı için patent almamıştır. Daha pek çok insan vardır fakat ticari başarıyı yakalayan kişinin Marconi olduğu herkesçe kabul edilir. Popov, Lodge ve Marconi, Edward Branly'nin bulduğu Branly Tüpü adı verilen ve radyo dalgalarını saptamak için kullanılan bir aracı geliştirmeye çalışıyorlardı. 1890 yılında başlayan bu geliştirme çabaları 1895 yılında Marconi ve Popov'un birbirlerinden habersiz bir şekilde geliştirmeleri ile sonlanacaktı. 1896 yılında ise ilk defa Popov tarafından “Heinrich Hertz” ismi Mors alfabesi kullanılarak anlaşılır bir şekilde iletildi. İtalya'da aradığı desteği bir türlü alamayan Marconi sonunda İngiltere'ye gitti ve burada ilk radyonun patentini aldı. Bu patent alımının ardından birçok farklı versiyonu üretildi. Lee De Forest ve Edwin Howard Armstrong Amerika'da radyo teknolojisinde çok büyük değişiklikler yaptılar. Tüpler ve devreler kullanarak bambaşka bir hal kazandırdılar. 1947 yılında transistörün icadı ise radyo teknolojisi için bir devrim olmuştur. 40

17 SOSYAL MEDYA Sosyal medya, Web 2.0'ın kullanıcı hizmetine sunulmasıyla birlikte, tek yönlü bilgi paylaşımından, çift taraflı ve eş zamanlı bilgi paylaşımına ulaşılmasını sağlayan medya sistemidir.

Kişilerin internet üzerinde birbirleriyle yaptığı diyaloglar ve paylaşımların bütünüdür. Sosyal ağlar, insanların birbiriyle içerik ve bilgi paylaşmasını sağlayan internet siteleri ve uygulamalar sayesinde, herkes aradığı, ilgilendiği içeriklere ulaşabilmektedir. Küçük gruplar arasında gerçekleşen diyaloglar ve paylaşımlar giderek, kullanıcı bazlı içerik (İngilizce: UGC-User Generated Content) üretimini giderek arttırmakta, amatör içerikleri dijital dünyada birer değere dönüştürmektedir. Zaman ve mekân sınırlaması olmadan (mobil tabanlı), paylaşımın, tartışmanın esas olduğu bir insani iletişim şeklidir. Sosyal medya platformlarında insanlarla buluşur ve iletişimde bulunursunuz. İnsanlara yardım eder, yardım alır, sorularına cevap verir ve kendi sorularınızı sorarsınız. Bu bakımdan sosyal medya resmi olmayan eğitim yollarından da bir tanesidir. Teknoloji, telekomünikasyon, sosyal iletişimin kelimeler, görseller, ses dosyaları yolu ile sağlandığı bir yapıya sahiptir. İnsanlar hikâyelerini ve tecrübelerini bu bağlamda paylaştığı bir çerçeveye de sahiptir. Sosyal medya aynı zamanda “Kullanıcıların Ürettiği İçerik” ve “Müşterilerin Ürettiği Medya” kavramlarını da ortaya çıkarmış, bu yapısıyla da ticari plandaki anlamını kazanmıştır. 41

Ama Andreas Kaplan ve Michael Haenlein’in 2010’daki tespitine göre Sosyal Medya; “Web 2.0 üzerinde ideolojik ve teknolojik içeriklerin, yapılanmaların kullanıcı merkezli bir şekilde üretilmesine ve geliştirilmesine izin veren internet tabanlı uygulamaların bütününe” denilmekte. Sosyal medyadan sonra insan hayatında birçok şey değişmeye başladı. Sosyal medyada var olan içerik kullanıcı tarafından oluşturulduğundan yaratıcılık önem kazanmaya başladı ve katılım çağı doğdu. Medya'nın içeriğini üreten ve medyayı izleyen arasındaki katı ayrım ortadan kalktı. Bu oluşuma bağlı olarak değişim hızı arttı. İnsanlar için inovatif olmak ve yeniliklerde başı çekmek önem kazandı. Gerçekler değil fikirler önem kazandı, objektif olmak değil içten olmak önemli hale geldi.

42

18 TAKVİM Zamanı günlere, aylara ve yıllara bölmeye yarayan metottur. Başka bir deyişle zamanın, belli bir olay başlangıç alınarak sıralanmasına denir.

Eski çağlarda insan toplulukları, başlarından geçenleri ya da değer verdikleri, belleklerinde saklamak istedikleri önemli anıları çoğu kez doğal olaylara göre sıralarlardı. Günün ast ve üs katlarının birçoğu, çok eskiden biri biliniyordu. Ancak, bir yıl içindeki gün sayısını her toplum başka başka hesaplıyordu. Çoğu uluslar takvim yılını yüzyıllar boyunca gökteki ayın yeryuvarlağı çevresinde dönüşüne göre hesapladılar ki bu tür yıl hesabına “gök ayı yılı” (lunar year) denir. Gece ve gündüzden her birinin daha küçük bölümlere ayrılması, zaman ölçümünde başta geliyordu. Askerlikte, ülkenin ve şehirlerin korunmasında, güvenliğin sağlanmasında ve çalışanların nöbetlerini düzenlemede kişinin güvenlik ya da daha uzun süreli yaşantısını türlü bölümlerinde zaman önemli idi. Bu işte güçlük, Batlamyos teorisinden doğuyordu. Mısırlı astronomi bilgini “Klaudios Ptolemaios” (MÖ 108-168), Arapların, “Kitab elMacesti” dedikleri “Mathematike Syntaksis” (Matematik Bileşim) adlı eserinde yeryuvarlağın! evrenin ortasına yerleştirip sabit kabul ederek güneşin dünya çevresinde döndüğünü söylüyordu. Oysa ki bu Ptoleme'den 418 yıl önce Sisam Adası'nda doğmuş olan Yunanlı astronomi bilgini Aristarkhos (MÖ 310-230), yeryuvarlağının hem kendi ekseni hem de güneşin çevresinde döndüğünü ileri sürmüştü.0, 43

bu öğretisi yüzünden dinsizlikle suçlandı. Bu bilim adamının, dünyanın güneşe ve aya olan uzaklıklarını hesaplamayı sağlayan bir yöntemini de vardır. Böylesine aydın ve gerçek bir buluş, Ptoleme’ye dek unutulup gitmiş yerini, tam tersini iddia eden bir teori almıştır ki bunun savunucusu, az önce adını andığımız Ptoleme olmuştur. Gündüz güneşli günlerde “güneş saati”, geceleri ve kapalı bulutlu günlerde ise kum ve su saatleri, zamam dilimlere ayırmada kullanılıyordu. Durmadan geçip giden hu zaman parçalarını halka duyurmak için görevlendirilen kişinin, kentin ortasında özel bir yeri vardı. Bu kişiye “İran'da “pas-han” yani zaman bekçisi, gözcüsü deniyordu. Bu sözcük bize de geçmiş olup günümüı:de hile “pazvand” biçiminde söylenir. Bu terim, bizde, çarşı, pazar ve mahalle bekçileri anlamına gelir. Farsçada gözcü ye bekçi eki olarak kullamlan “han”, hizde yanlış söyleyişle “deştivan” diye köylerdeki “kır Bekçileri”ne denir. Farsçada “deşt”, kır ya da çöl anlamına gelir, Bizde hu sözcüğü kır anlamına alıp “deşthan” ya da yanlış telaffuzla” deştivan” diye kullanmaktayız. O çağlarda kum, su ya da güneş saatinin başında duran hu kişi, her pas denen zaman parçası geçtikçe belli sayıda gonk vurarak halka, günün ya da gecenin ne kadarı geçtiğini duyuruyordu. “Yılın günlerinin haftalara, aylara ve mevsimlere bölünmesinin bilincine varıldıktan sonra asıl önemli konu, günleri, ayları ve mevsimleri sabit tutacak bir takvim bulmaktı. Yerin olduğu yerde durduğunu, güneşin yeryuvarlağı. çevresinde döndüğünü söyleyen “Ptoleme teorisi”, Polonyalı astronomi bilgini Nicolas Kopernik'in (1473-1543) yazdığı “De Revolutionibus Orbium Coelestiom Libri” adlı eserinde ileri sürdüğü dünyamızın güneş' çevresinde döndüğü tezine dek, dört yüz yıla yakın bir süre boyunca benimsendi. N. Kopernik eserinde, güneşin yerinde durduğunu, dünyanın ve öteki gezegenlerin güneşin çevresinde döndüklerini ispatlamıştı. O, ilk kez gezegenlerin çifte dönüşlerini yani hem kendi eksenleri, hem de güneşin çevresinde döndüklerini söylüyordu. Ptoleme'nip: yüzlerce yıldır benimsenmiş, yerleşmiş teorisine karşıt olan bu yeni buluş hemen dinsel çevrelerin saldırısına uğradı. Bu teori, gerek sağlam kurallara 've temellere dayalı bulunması, gerekse Pizalı İtalyan astronomu ve fizik bilgini Galileo Galilei (1564-1642), 1610 yılında gök dürbününü (teleskop) bulması sayesinde herkesçe kabul edildi. Ama bu, Galileo'ya nelere mal oldu. O'nun öyküsü kısaca şöyledir: Büyük fizik, matematik, astronomi ve kozmoğrafya bilgini 44

Galileo, 1609 yılında Venedik’te iken, kendi adını taşıyan ıraksak Merceidi dürbünü (Galileo teleskobunu) yaptı ve gök cisimlerini incelemeye başladı. 1612’ye doğru ilk mikroskobu bularak insanlığa, tıbba en büyük hizmeti yaptı, O, teleskobu ile ayın üzerindeki dağların yüksekliğini ölçtü. Daha sonra Jüpiter’in uydularını, Satürn'ün halkasını, güneşin kendi ekseni çevresinde dönüşünü, lekelerini, Venüs'ün evrelerini buldu. Bütün bu buluşları ile Ptoleme sistemini çürütmüş, Kopernik sistemini doğrulamış oluyordu. O, insanlık hizmetindeki hu araştırmaları sonunda gözlerini bile kaybetti, yaşamının sonlarında kör oldu. Ne yazık ki, her zaman her yerde olduğu gibi, bilime, uygarlığa ve bilginlere düşman olan, insanlık duygularından nasipleri bulunmayan bağnaz ve cahil din adamları onun da karşısına çıktılar. Kendisini engizisyon mahkemesine çağırıp yirmi gün sıkıştırdılar. Galileo sonunda diz çöküp Kopernik öğretisinden caydığını kabullenmek zorunda kaldı. Çöktüğü yerden kalkarken, ayağını yere vurarak “ama ne yapayım dünya yine dönüyor” dediği söylenir. JüIyen takvimi: Yılın 365 gün sürdüğü, birçok uluslarca epeydir biliniyordu, ama doğulu ulusların çoğunda 354 günlük ay yılı dışında bir yol düşünülmediğinden ve çok karmaşık olması yüzünden bu 365 günlük yılın temel prensipleri' açıklığa kavuşturulamıyordu. Uygulanması daha kolay ve pratik olduğundan 354 günlük yıl doğunun birçok uluslarında kullanılmakta iken batıda Roma İmparatorluğunda 365 günlük takvim üzerinde oldukça doğru bir adım atılmıştı. Bu, Roma şehrinin MÖ 754 yılında kuruluşunu başlangıç alan ve yılbaşı, Mart ayının ilk günü olan bir takvimdi. Ancak bu takvim, papanın ve yüksek din adamlarının borç ödeme vadelerini ve magistratosluğa yani, önemli kamu görevlerine geçme tarihlerini diledikleri gibi değiştirmeye kalkışmaları yüzünden olağanüstü bir düzensizlik içinde idi. Mısırın İskenderiye şehrinde yerleşmiş olan Yunanlı astronom Sosigenes'in (MÖ ı. yüzyıl) öğütlemesi üzerine Roma İmparatoru Jül Sezar, yaptığı takvim reformunun temellerini MÖ 46 yılında saptadı ve güneş ve ayın görünür çaplarının değişimlerini buldu Sosigenes'in, “Peri Aneliuson” (ters yönde hareketler üstüne), Peri Opseos” (Görünüş üstüne) ve “Hipomnemata” (yorumlar) adlı eserleri vardır. Roma İmparatoru Caius Julius Caesar (MÖ 101-44), MÖ 46 yılında giriştiği takvim düzenlemesinde MÖ 45 yılının yılbaşını, Ocak ayının birinci gününe 45

aldı. Bu düzenlemede kendisinin çok emeği geçtiği için bu takvime “Jülyen Takvimi” dendi. Bununla birlikte takvimde yapılan bu düzenleme ve doğrultma sonradan ve zamanla yine bozuldu. En eski adı “Antigonya” olup MÖ 310 yılından sonraki adı “Nicea” ya da “Nikaia” olan “İznik” şehrinde 325 yılında toplanan ilk “Hıristiyan dini kongresi” yani “Oeeumenic council”, takvim konusunu da gündemine aldı ve gerekli düzeltme yapıldı. Bu kez de kesin, sağlam ve bilimsel kurallara bağlı bir düzeltme yapılamadığından yıllar geçtikçe yine değişikliğe uğradı. Gregoryen takvim: M. 325 yılında İznik'te toplanan dini konsilde yapılan takvim düzeltmesinin üzerinden 50 yıl geçtiği halde yeni bir ayarlama yapılmadığından ayların yerlerinde on günlük bir fark ortaya çıkmıştı. Bu işi bu kez de bir Hıristiyan din adamı üslendi. Asıl adı Vgo Bon Compagni olup 1572-1585 arasında Papalık postunda oturan XIII. Gregorius (1502-1535), 1582 yılında takvimin yeniden düzeltilmesini ele aldı. O hu işi yaparken, dünyanın öbür yerlerindeki ulusların her biri, İbrani, Kiliti, Kalde, eski Mısır, eski Yunan, Roma, Çin İslam, Hindu, Laos, Madagaskar, Kamboç ya da Vietnam takvimleri gibi sağlam temellere dayanmayan değişik takvimler kullanıyorlardı. Papa XIII. Greguvar bu girişiminde, takvim işinde, bilimsel ilkelere dayalı, doğru ve ortak bir temelin bütün uluslarca benimsenmesi amacını güdüyordu. Bu sırada Osmanlı İmparatorluğu tahtında III. Murad (saltanatı: 1574-1595) bulunuyor, Sadrazam olarak da (1579’a dek) ünlü Vezir Sokullu Mehmet Paşa (1505-1579) görevdeydi. Papa, fizik, astronomi, kozmoğrafya bilginlerinden oluşan bir kurulu 1582 yılında Roma’da topladı. Önce, 325 yılından 1582 yılına dek on günlük bir eksikliğin ortaya çıkmış olduğu saptandı. Bu eksikliği gidermek için, 4 Ekim 1582 Perşembe gününü, doğrudan doğruya 15 Ekim Cuma gününe aktarma kararı alındı. Böylece, o yılın Ekim ayının 4 ve 15. günleri arasındaki 10 gün atılınca, hafta içindeki günlerin sırası da değişmemiş oldu. Bu değişiklikten sonraki takvime, girişime haşladığı ve bu işte büyük katkısı bulunduğu için “Gregoryen takvimi” dendi. Gregoryen takvimi 365 gün 5 saat 47 dakika 48 saniyelik dönemsel yılın yaklaşık değeri üstüne kurulmuştur. Bu hesap, 10.000 yılda 3 günlük bir yanılma ile doğrudur. Yine bu takvime göre bir gün, 23 saat, 56 dakika ve 4.09 saniyedir. Yukarıda yıldız saatinden söz ederken yıldız yılına değinmiştik. Orada belirttiğimiz gibi “yıldız yılı” 365 gün 6 saat 9 46

dakika 9 saniyedir. Gök ayına dayanan yıl ise 354 gün 8 saat 48 dakika 36 saniyedir. T. Tarihi Kurulu üyesi Faik Reşit Unat (1899-1964) yazdığı, “Hicri Tarihleri Miladi Tarihe Çevirme Kılavuzu” adlı eserde bu değişikliğe değinmiştir. Bu eserin 67. sayfasına bakılacak olursa 990 hicri yılının Ramazan ayının ilk günü Miladi 1582 yılı Eylül ayının 19. Çarşamba gününe denk geliyor. Bu hesaba göre Ramazan’ın 17’si 5 Ekim’e gelmesi gerekirken, bu takvim düzenlemesi nedeni ile 10 gün atlandığından, sözünü ettiğimiz kitabın 69. sayfasında görüldüğü üzere 15 Ekim 1582 Cuma gününe gelmektedir. Hicri 990 yılına ait hicri tarihlerin miladiye çevrilmesinde bu durumu göz önünde bulundurmak gerekir. Gregoryen takvimi, Roma'daki bu yeni düzenlemeden birkaç ay sonra Fransa'da benimsendi. Fransa'da 9 Aralık 1582 gününden hemen 20 Aralık’a geçildi. İngiltere ise ancak, bu ayarlamadan 170 yıl sonra benimsedi. İngiltere Parlamentosu aldığı bir kararla bu takvimi 1752 yılında kabul etti. Gregoryen takvimi 1582 yılından 1752 yılına dek bir gün daha kaybetmiş olduğundan 325-1752 arasındaki eksiklik 11 güne çıkmış oldu. Bu nedenle İngiltere'de 3 Eylül 1752 Perşembe gününden sonraki 11 gün atlanıp hemen 14 Eylül Pazartesi gününe geçildi; yani 3 Eylül Perşembe günün ertesi günü 14 Eylül Pazartesi günü sayılmış oldu. Gerçekte bir gün, biraz yukarıda da değindiğimiz gibi doğru olarak 23 saat 56 dakika 4.09 saniye olduğu halde, 325 yılında İznik şehrinde toplanan dini konsil bu bir günlük zamanı 23 saat 56 dakika 2.29 saniye hesapladığından, her gün ortaya çıkan (1.8) saniyelik eksiklik, 1582 yılına dek geçen 1257 yılda (325-1582 = 1257) yaklaşık olarak on güne, 1752 yılına dek ise 11 güne ulaşmıştı. Ayrıca İngilizler, Gregoryen takvimini benimsemeden önce yani, Jülyen takvimini kullanırlarken yılı, 25 Mart günü başlatıyorlardı. Gregoryen takvimin kabulünden sonraki ilk yıl yani 1753 yılı ise Ocak ayının ilk gününden başlatıldı. Böylece, yeni yıl başları da Ocak ayının birinci günü olmuş oldu. Bu yeni düzenlenmiş Gregoryen takvimini Osmanlı Devleti 8 Şubat 1917 günü, Rusya 1918 yılında, Yunanistan 1923 yılında, Danimarka 1582, kimi İsviçre Katolik kantonları ile Hollanda'nın Katolik kilisesine bağlı bölgeleri 1583, Almanya'nın Katolik devletlerinde 1584, Polonya'da 1586, Macaristan'da 1587, Japonya'da 1873, Bulgaristan'da 1916, Ürdün'de, Gregoryen temele göre miladi takvimin hicri-kameri takvimle birlikte resmen kullanılmasına başlanması 4 Ağustos 1924 dedir. Gregoryen takvimi bugün uluslararası ilişkilerin zorunlu kılması, 47

kullanılışındaki pratikliği ve doğruluğu dolayısı ile hemen hemen bütün dünya uluslarınca kullanılmaktadır. Bu takvime göre yıl 365, 24 gün, Ocak, Mart, Mayıs, Temmuz, Ağustos, Ekim, Aralık ayları 31 gün, Şubat 28, 4 ile bölünen yıllarda 29 gün, bunlar dışındaki aylar otuzar gündür. Bir yıl içinde 52 hafta vardır ve her hafta yedi gündür. Batıda, yukarıda ayrıntılarını verdiğimiz Jülyen ve Gregoryen takvimlerinden başka takvim üzerine birçok başka düzeltme ve değiştirme önerileri yapılmıştır. Bunlar arasında en ilginci, ünlü Fransız matematikçisi ve filozofu ve felsefede “pozitivizm”in kurucusu Auguste Comte'un (17981857) yaptığı öneridir. O, her biri tam dörder haftalık, yani 28’er günlük 13 aylık bir takvim ileri sürüyordu. Bu aylardan biri 29 gün olacaktı ki, 13 ay 365 gün oluyordu.

48

19 TEKERLEK Daire veya çember şeklinde, bir eksen etrafında dönen ve çoğunlukla taşımacılıkta kullanılan ilk büyük buluşlardan biri. Tekerlek, Mezopotamya’da önce seramikçi çarkında kullanıldı. Ardından Sümerler, iki tekerlekli savaş arabası ve sonra dört tekerlekli araba yaptı. Tekerleğin nasıl ve ne zaman keşfedildiğini kesin olarak bilmek mümkün değil. Ancak arkeolojik buluntular, taş kabartmalar ve duvar resimleri yardımıyla bazı bilgilere sahibiz. İlk tekerleğin Mezopotamya’da MÖ 5000’lerde bulunduğu sanılıyor. Ancak o dönemde tekerleğin seramik kap yapmak için seramikçi çarkı olarak kullanıldığı kabul ediliyor. Taşımacılık amacıyla tekerlek ilk kez, Sümerler’in MÖ 3000’de geliştirdiği kağnıda kullanıldı. Sümerler iki tekerlekli savaş arabasını MÖ 2800’de geliştirdi. İlk kağnı ve arabalar, sığır veya merkeple çekilirdi. Dört tekerlekli arabalar MÖ 2500’de yapıldı. O dönemde tekerlekler, kağnı tekerleği gibi düz keresteden yapılırdı. Günümüzdeki at arabalarında kullanılan tekerlek parmağı, MÖ 2000’de icat edildi. Parmaklı tekerlekler hafif olduğu için önce savaş arabalarında ardından da yük arabalarında kullanıldı. Tekerleğin icadından önce, yükler insan sırtında taşınırdı. Hayvanlar ehlileştirilince hayvan sırtında taşındı. Küçük köy ve kentler kurulunca insanların taşıma ihtiyaçları da arttı. Köy ve kentler kurulurken gereken ağır kaya ve kütükleri, hayvan sırtında taşımak mümkün olmuyordu. Yük taşımak için üç önemli buluş yapılmıştı. Birinci buluş, büyük ve ağır yükleri ağaç kütükleri üzerinde kaydırmaktı. İkinci buluş, Buzul Çağı sonuna doğru kullanılan kızaktı. Buzul Çağı sona erdikten sonra, ağaçtan yapılan kızaklar kullanılmaya devam etti. Üçüncü buluş, ağaçtan yapılmış merdiven benzeri bir aracın üzerine yük koyup, ön ucunu havaya kaldırıp arka ucunu yerde sürükleyerek çekmekti. Daha 49

sonra, bu aracın ön kısmı bir sığırın sırtına bağlanarak çekilmeye başlandı. Bu yöntem, ABD’de Kızılderililer tarafından son yıllara kadar kullanılmaktaydı. Merdivenin üzerindeki yük çok ağır olunca çekmek imkânsızdı. İki buluş birleştirilerek sorun çözüldü. Merdivenin altına kütükler konularak ağır yükler kolayca taşındı. İnsan gücü yetersiz kalınca, altına kütük konulan merdivenler hayvanlara çektirildi. Mezopotamya’da tekerlek keşfedilip seramikçilerce kullanılırken, taşımacılık alanındaki diğer buluşlar da yapılmıştı. Dünyada ilk büyük medeniyeti kuran ve yazıyla birlikte çok önemli ilkleri gerçekleştiren Sümerler’in ilk tekerlekli arabayı keşfetmesi için MÖ 3000’de koşullar hazırdı. Sümerler, merdivenin altına kütük koyarak yük taşıyordu, ancak merdiven ilerledikçe arkadan çıkan kütüğün tekrar öne konulması pratik değildi. Merdivenin altındaki kütüklerin zamanla aşınması ve kütük döndükçe oyuğun derinleşmesi, tekerlekle arabayı birleştirme fikrini doğurdu. Kütükten kesilen daire şeklindeki parçalar, sığırlar tarafından çekilen merdiven şeklindeki taşıma aracının arka ucuna takıldı. Böylece Sümerler ilk kağnıyı icat etmiş oldu. Kağnıyı sığırlar çektiği için hız çok yavaştı ama ağır yükleri taşımak da kolaylaşmıştı. Sümerler kağnıyı geliştirip savaş arabası yaptığında, sığır yerine atları kullanmaya başladı. Böylece savaşçılar çok hızlı hareket etme şansına kavuştu. MÖ 2500’de dört tekerlekli ve iki atla çekilen Sümer savaş arabaları kullanıma girdi. Ancak bu arabalara halâ kağnı tekerleği takıldığı için arabalar ağırdı. Sümerler MÖ 2000’de günümüzde de kullanılan parmaklı tekerleği icat ederek arabaları hafifletti.

50

20 TELEVİZYON Televizyon veya kısaca TV, bir vericiden elektromanyetik dalga halinde yayınlanan görüntü ve seslerin, ekranlı ve hoparlörlü elektronik alıcılar sayesinde yeniden görüntü ve sese çevrilmesini sağlayan haberleşme sistemidir. Yayınlanan görüntü ve sesleri alıcıya ulaştıran elektronik cihaz da sistemin adı ile anılır.

Televizyon sözcüğü, Yunanca uzak anlamındaki tele ve Latince görmek anlamındaki visio sözcüklerinden, 20. yüzyıl başlarında türetilmiştir. Televizyon 1923 yılında, John Logie Baird tarafından İngiltere'nin Hastings kasabasında icat edilmiştir. İlk televizyon görüntüsü ise yine Baird tarafından 1926 yılında yayınlanmıştır. Başlangıçta noktalar halinde ve titrek olan görüntülerin kalitesi Baird tarafından geliştirilmiştir. Baird'in televizyon sisteminde mekanik olarak döndürülen diskler kullanmasına karşın aynı dönemde Marconi-Emi sistemi gibi elektronik olarak işleyen rakip sistemler de üretildi. 1930'ların başında televizyon elektronik eşya olarak satılmaya ve geniş kitlelere hitap etmeye başladı. Örneğin 1936 Berlin Yaz Olimpiyatları Almanya'da evlerdeki televizyonlardan izlendi. 1940'larda renkli televizyon çalışmaları hız kazandı. 1950'lerde ABD'de ilk renkli televizyon satışa çıktı, ancak renkli televizyon ABD'de 1960'larda geniş kitlelerce kullanılmaya başlandı. Dijital yayınların başlamasına kadar televizyon izleyicisi sadece alıcı durumunda idi. Dijital yayınlar sayesinde kullanıcının etkileşime geçmesi süreci başladı. İzleyicilerin sürekli alıcı olması, televizyonun 51

kolay ulaşılabilir bir “kaynak” olması, kullanılan etkili görsel ve işitsel öğelerle etkisinin yüksek olması, birçok aydının televizyona soğuk bakmasına neden oldu. Günümüzde televizyon yayıncılığının ilk amacı, reklam ve ticaret üzerine kuruludur. Ancak toplumda psikolojik etkisi de oluşmuş ve televizyon bağımlılığı olarak tabir edilen bir rahatsızlık ortaya çıkmıştır.

52

21 VEBA 1348 veba salgını genel kabule göre Asya kıtasından Sicilya yoluyla Avrupa kıtasına geçmiş ve son derece önemli sonuçlara yol açmış bir salgındır

Kara vebanın etkileri ciddi sonuçlara yol açtığı Avrupa'da kaydedilmişti. Toprakları insansız bırakmış, ekonomiyi geriletmiş, entelektüel ve sanatsal gelişmeyi engellemiş, feodalizme son verilmesine katkıda bulunmuştur. Veba ayrıca hastalığı çıkartmakla suçlanan Yahudilere dalgalar halinde kıyım uygulanmasına yol açmış, Yahudileri Doğu Avrupa'ya göç etmeye zorlamıştır. Hastalığın ortaya çıkış nedeni bugün tıbbi açıdan kesin olarak bilinmekle birlikte dönemin insanları bu konuda çeşitli fikirlere sahiptirler. Bunlardan ilki bunun Tanrı’nın bir cezası olduğudur. Görüşe göre Tanrı günahkâr insanları cezalandırmak için vebayı yeryüzüne göndermiştir. Bazıları 1345’de Mars, Satürn ve Jüpiter’in birleşmesinden dolayı salgın olduğunu düşünmektedir. Bu fikri Alman doğa filozofu Albert von Cologne, Paris konsilinde dile getirmiştir. Ona göre bu birleşme 20 Mart’ta saat 13:00’da gerçekleşmiştir ve vebanın sebebi budur. Ayrıca veba İngiltere’ye geçtikten sonra Meaux manastırından Thomas Burton, 1349 yılının 27 Mart’ında bir deprem olduğunu kaydetmiş ve bu depremin vebanın İngiltere’ye yayılmasında pay sahibi olduğunu ileri sürmüştür. En çok inanılan sebep ise kötü havadır. Sıcak ve nemli havanın bozulduğu, akciğerlere girdiği ve bozuk bir kana sebep 53

olduğuna inanılmıştır. Bazıları için Ay da vebayı etkilemiştir. Astronomik olayların yerine derinliğin yani volkanların vebayı tetiklediğine inananlar da vardır. Avrupa’ya vebanın girdiği yerin Sicilya olmasını ve burada Etna yanardağının varlığını da buna kanıt olarak göstermişlerdir. Görüldüğü üzere dönemin insanlarının aklında hastalığın ortaya çıkış nedeniyle ilgili çok çeşitli fikirler oluşmuştur. Vebanın Avrupa’ya yayılış yoluna baktığımızda ilk olarak Asya’ya değinmek zorunda kalıyoruz. Çünkü vebanın yayılış yoluyla ilgili görüşler farklılık gösterse de herkesin kabul ettiği tek şey onun Asya kıtasından geldiğidir. Genel kabule göre veba ilk olarak Çin’de ortaya çıkmış, Baykal gölü ve Aşağı Volga civarında ilerlemiş ve 1345’de Kırım’daki Ceneviz kolonisini kuşatan Moğol orduları vebalı ölüleri mancınıklarla şehre fırlatınca Kefe’ye geçmiştir. Kefe o dönemde Avrupalı tüccarların uğrak yeridir. Kefe ile ticaret yapan 12 Ceneviz gemisinin aldıkları malları Sicilya’nın Messina limanına getirmesiyle hastalık Avrupa kıtasına bulaşmıştır. Tarihçi Henry Kington’a göre ise veba ilk olarak Hindistan’da ortaya çıkmış ve önce Küçük Asya’ya oradan da 1347 Ekim’inde Sicilya’ya gelmiş ve tüm İtalya’ya yayılmıştır. Ceneviz gemilerinden birindeki bir Fransisken keşiş tarafından hastalığın taşındığı da söylenmektedir. Başka bir bilgiye göre ise veba 1347 Eylül ayında Messina’ya varmış ve Kasım ayında Marsilya’ya geçmiştir. Ticari rotalar üzerinden nehir akıntılarını izleyerek yayılmaya devam eden veba, Nisan’da Toulouse’a, Haziran sonunda Bordeaux’ya, gemilerle güney İngiltere’ye, İrlanda’ya, 20 Ağustos’ta Siene yoluyla Paris’e ve 29 Eylül’de Londra’ya ulaşmıştır. Kış gelince azalmış gibi görülen salgın 1349 ilkbaharında yayılmasını sürdürmüş ve Londra’dan Norveç, Danimarka ve Almanya’ya sıçramış. Aynı yıl Portekiz, Avusturya ve Macaristan gibi merkezi Rhine bölgesi de hastalıktan etkilenmiştir. 1350 yazında Lübeck’ten İsveç ve Baltık liman kentlerine, aynı zamanda merkezi Almanya ve kuzey Polonya’ya, 1351’de bugünkü Litvanya’da bir bölge olan Courland’a ve Belarus’a yayılmıştır. 1352’de ise Rusya’ya geçtiği görülmektedir. Veba salgınından etkilenmiş ülkelerle yaptıkları ticareti keserek ve oralardan bir kişinin gelmesini ya da kendi ülkelerinden birinin oralara gitmesini engelleyerek salgından zarar görmeyen ya da çok az zarar gören 54

yerler de mevcuttur. Bunlar arasında İspanya’da Galicia, Hollanda, İzlanda, Bohemya, Finlandiya ve Leh olan Galiçya sayılabilir. Salgın İzlanda’ya 1402’de ulaşmış ama çok zarar vermemiştir. Ayrıca veba Grönland’a hiç ulaşmamıştır ama bu halkın endişe içinde olmadığını göstermez. Burada da herkes panik halindedir ve değerli eşyalarıyla birlikte merkeze yerleşmektedir. Kimse buradan ayrılıp Norveç’e gitmemiştir. Salgının Avrupa’ya geçiş tarihlerinde bazı küçük farklılıklar olsa da kesin olarak kabul edilen 1348 yılında kıtanın bu hastalıkla tanışmış olduğudur. Kara ölümle ilgili değinilmesi gereken en önemli nokta ortaçağ Avrupa’sına olan etkileridir. Bu etkiler çok çeşitli ve bir o kadar da önemlidir. Çünkü bu salgın sadece halkın her kesimini değil, sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi hayatı da etkilemiştir. Öncelikle nüfusa olan etkileri değerlendirilmelidir. Çünkü veba salgını yüzünden her üç kişiden biri hayatını kaybetmiştir. Bazı köyler tamamen yok olurken bazıları halkının çoğunu kaybetmiştir. Kıta nüfusu büyük oranda azalmıştır; 1340’da nüfus 76 milyon iken, 1450’de 50 milyon olarak kaydedilmiştir. Bazıları kimsenin haberi olmadan uykularında ya da yalnız başlarına ölmüşlerdir. Cesetleri ise ancak etrafa yayılan pis kokuları nedeniyle fark edilmiştir. Bazı bölgelerde ölüm oranları ve ölü sayıları şu şekildedir: Bristol’de nüfusun onda dokuzu, Norveç ve İzlanda’da üçte ikisi, Avignon’da 150 bin, Paris’te 50 bin, Londra’da 100 bin kişi, Venedik nüfusunun %70’i, Ceneviz’in %68’i, Floransa’da 45 bin, 30 Marsilya’da bir ayda 16 bin, Siena’da 70 bin, St. Denys’de 14 bin, Strasburg’da 16 bin, Lubeck’te 9 bin, Basle’de 14 bin, Erfurt’ta an az 16 bin, Weimar’da 5 bin, Limburg’da 2.500 kişi ölmüştür. 1351 yılında Papa VI. Clement için kıtadaki ölü sayısı 23.840.000 olarak hesaplanmıştır. Sonuç olarak veba salgını halkın her kesimini etkilemekle kalmamış, ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel hayatı da derinden etkilemiştir. Avrupa’nın demografik haritasını değiştirmiştir. Halkın psikolojik olarak güvensizlik ve korku yaşamasına neden olmuştur. Sosyal ilişkileri zayıflatmış, ticareti ve dini uygulamaları durma noktasına getirmiştir. Çok sayıda kişinin ölmesi her alanda bir değişime neden olmuştur. Bazı meslekler çok daha fazla para kazanmaya başlamış, 55

bazı ürünler gereğinden daha pahalı hale gelmiştir. Kıtanın içine düştüğü durumu atlatması pek de kolay olmamıştır. 1348 salgınının etkileri 1350’li yıllarda azalmaya başlasa da tam olarak kaybolmamış ve veba, bu denli şiddetli olmamakla birlikte, daha sonra birkaç kez daha Avrupa topraklarında görülmüştür.

56

22 YAZI Belirli bir yapısal düzeyde, dile dair görsel işaretlerin kullanıldığı bir tür iletişim aracı.

Mağara resimlerinden djital çağa kadar çeşitli biçimleriyle yazı her zaman uygarlığımızın önemli bir parçası oldu Yazının bulunuşu insanların mesafeler ötesinden iletişimine ve gelecek kuşaklar için bilgi kaydına imkân tanıdığından çarpıcı bir buluştur. Yazı farklı kültürlerde farklı şekillerde gelişti; Mezopotamya, Mısır ve İndus vadisinde MÖ 2500'den önce ve sonraları da Girit, Çin ve Orta Amerika'da ortaya çıktı. MÖ 3500′lü yıllarda Sümerler tarafından bulunmuştur. Ama şu aralar geçerli daha güncel düşünce, yazının bulunuşunun Mısırlılar tarafından da icat edildiği yönünde. Yenilikçi birkaç tarihçiye göre, yazı Mısırlılar ve Sümerler tarafından aynı zamanlarda birbirlerinden habersiz olarak bulunduğu düşünülüyor. Yazı sözcüğü, sözü çizgilerle gösterme sistemi anlamında en eski yazı örnekleri insanla birlikte başlar. En eski toplumlar da ses dışında başka anlaşma metotlarına gerek duymuşlardır. İşaretler ve resimler, haberleşme simgesi olarak kullanılan belli nesneler, düğümler anlaşma için başvurulan seçeneklerden bazılarıdır. İncelemelere bakılarak, eski insan topluluklarının bu seçeneklerin hepsini kullandıkları varsayılabilir. Kuşkusuz bunların kullanımı ve geliştirilmesi, insanoğlunun doğal çevresi ile olan ilişkisinin ve yarattığı toplumsal çevrenin düzeyi ile ilgilidir. Yaşamımızda vazgeçilmez olan yazının bulunuşu birden bire ortaya çıkmamış, binlerce yıllık bir gelişme süreci sonrasında bugünkü şeklini almıştır. Bugün kullanılan yazıların bulunmasına kadar çeşitli yazılar kullanılmış sonunda hep kolay okunup, yazılabilen yazılara ulaşılmıştır. 57

Figür öncesi şekillerden stilize resimlere doğru bir çizim / resim geleneğini yaratanlar, resim kökenli ilk yazı biçimlerine hazırlık aşamasını oluştururlar. Bugün kullanılan yazının ataları olan hiyeroglif yazının ve çivi yazısının kökleri çok eski dönemlere paleolitik çağlara uzanır. Duygu ve düşüncelerin sözcüklerle ve kavramlarla ifade edilebilecek şekilde kayıt edilmesi biçimindeki yazı, MÖ 3000’lere doğru Mezopotamya’da hemen sonra da Mısır’da ortaya çıkar. Yazı, sadece bir iletişim aracı değil, insanın simgesel düşüncesinin ulaştığı bir dönüm noktası olarak da insanoğlunun kültürel değişme sürecinde uzun bir arayışın, denemenin ve birikimin sonucudur. Yazının tarihi, kültür tarihi gibi tarih öncesi çağların derinliklerindedir.

58

DİNLER

23 I. İZNİK KONSÜLÜ Birinci İznik Konsili, MS 325 yılında İmparator Konstantin tarafından Roma İmparatorluğu'nda resmi din olacak Hıristiyanlığın içerisinde tartışılan bazı konuları netleştirmek amacı ile toplanmıştır.

İznik Konsili'nin ana konusu İsa'nın gerçek Tanrı olup olmaması idi. Mısır'ın İskenderiye kilisesinde başlayan anlaşmazlıkta o kilisenin bir presbüterosu (ihtiyar) olan Arius ünlü oldu. Arius'un öğretisine göre İsa, Dünya'nın kuruluşundan önce Tanrı tarafından yaratılmıştır. Arius'a karşı çıkanlardan en meşhur isim o zaman İskenderiye kilisesinin bir diakonu (hizmetkarı), daha sonra ise kilisenin piskoposu olan İskenderiyeli Athanasius idi. Athanasius, İsa'yı yaratılmamış, ezelden beri var olan Tanrı Baba ile aynı özü olan gerçek Tanrı olarak kabul etti. İki grup İsa'yı dünyanın tek kurtarıcısı olarak kabul etti ve İncil'e dayanarak fikirlerini savunmaya çalıştılar. İznik'te toplanan kilise önderlerin büyük çoğunluğu İsa'nın gerçek Tanrı olduğu fikrini pekiştirdiler. Konsilde bu konuda onaylanan İznik 59

İnanç Bildirisi bugüne kadar Katolik, Ortodoks ve Protestan Kiliselerin ortak olarak kabul ettiği metinlerdendir. Konsilin konuştuğu başka konulardan bazıları şunlardı: Paskalya (Diriliş) Bayramı'nın tarihi, Roma ve İskenderiye Patriklerinin özel yetkileri, piskoposların atanmasıyla ilgili bazı prosedürler ve saire. İncil'in içeriği bu konsilin konusu değildi. Ardından birçok konsil daha yapılmış, günümüz Katolik ve Ortodoks görüşlerinin temellerini oluşturan kararlar alınmış, buna uygun olan ve olmayan yazılı kaynaklar sınıflandırılmıştır. İskenderiyeli iki tanrıbilimci olan Atanasyus ve Arius arasında başlayan tartışma tüm Hıristiyan Kilisesi’ne yayıldı ve İlk Ökümenik (Evrensel) Konsil’in İznik’te toplanmasına neden oldu. Atanasyus (ö. 373) ve Arius (ö. 336) Tanrı Kelâmının olmakla birlikte, Kelâmın doğasını farklı şekilde algılıyorlardı. Atanasyus’a göre İsa’da beden alan Kelâm, yani Tanrı Sözü, ezeliydi, yaratılmamıştı ve baştan beri Tanrıyla birlikte idi. Arius’a göre ise Tanrı Kelâmı ezeli değildi, Tanrı tarafından, evren yaratılmadan önce ama zaman içinde yaratılmıştı. Arius’a göre İsa’da ezeli, yaratılmamış Kelâm değil, bir yaratık beden almıştı (Apolojetik literatürü -Kelâm- inceleyen Müslümanlar, sonradan Müslüman tanrıbilimcileri arasında Tanrı Kelâmı konusunda gelişen tartışma ile bir benzerlik fark edeceklerdir. “Eş’ari” konumu Atanasyus’unkini anımsatır, “Mu’tezile” görüşü ise Arius’unkine yakındır). Tartışma, Kilise'de uyuşmazlıklara neden olduğundan, hangi ifadenin gerçeğe daha yakın olduğuna karar vermek üzere Konstantin İznik Konsili’ni topladı. Konsil Atanasyus’ın ileri sürdüğü formülü onayladı ve Arius’unkini reddetti. Konsilin saptadığı ve imanın kısa özetini içeren Credo (Amentü-İman ikrarı) da Tanrı Kelâmının bir yaratıktan değil, Tanrı’nın gerçek doğasından ileri geldiği belirtildi.” Tarihsel kaynaklara göre İznik Konsili’ne katılanlar sadece İsa’nın tanrılığını tartışmak için toplanmışlardır. Bazılarının yanlış olarak düşündüklerinin aksine, İznik Konsili’nde İncil metni tartışılmadı. Atanasyus ve Arius, karşıt tezleri savunmak için aynı İncil metnini kullandılar. Konseye katılanlar arasında İncil metni ya da içeriği konusunda herhangi bir ihtilafın olduğu kesinlikle kaydedilmemiştir. Uzun tartışmalardan sonra, konsey, İsa’nın Tanrı’yla aynı öze sahip olduğu görüşünü benimsedi. Konseyin sonunda İsa’nın Tanrı olduğu ortak bir bildirgeyle kabul edilmiştir. MS 325’te İznik’teki konseyde 60

hazırlanan ve bugünkü Mesih İnanlıların mezheplerinin hemen hemen hepsince kabul edilen inanç bildirgesi şöyledir: Her şeye gücü yeten, görülen ve görülmeyen, bütün şeylerin Yaradanı olan bir tek Baba Tanrı’ya inanıyoruz; bir tek Rab İsa Mesih’e inanıyoruz: Tanrı’nın Oğlu, Baba’dan doğan biricik Oğul, yani Baba’nın özvarlığından oluşan Tanrı’dan Tanrı, Nurdan Nur, gerçek Tanrı’dan gelen gerçek Tanrı, yaratılmış değil, doğurulmuş, Baba’nın aynı öz varlığına sahip olan, kendi aracılığıyla gökteki ve yerdeki her şey yapılmış, biz insanlar için ve kurtuluşumuz için gökten inmiş, insan bedeni almış ve insanlar arasında yaşamış, sıkıntı çekmiş ve üçüncü günde ölümden dirilmiş, göğe yükselmiş, dirilerle ölüleri yargılamaya gelecek olan O’dur; ve Kutsal Ruh’a da inanıyoruz.”

61

24 AZİZ BARTOLOMEUS KIYIMI Aziz Bartolomeus Günü'ne denk düşen 24 Ağustos 1572 tarihinde Fransa'da Katolikler tarafından Huguenot adı verilen Protestanlara karşı gerçekleştirilen katliam. Bu katliam Fransa ve İspanya'nın Flanderes bölgesini denetim altına almak istemesi nedeniyle ve Katolik ile Protestan asilzadeleri arasındaki iktidar çekişmesinden dolayı meydana gelen olaylardan biridir. Fransa Kralı IX. Charles'ın İspanya'ya yakınlığı ile bilinen annesi Catherine de Medicis'in I. Henry, Duke Guise'i kullanarak kralın Protestan yardımcısı Amiral Gaspard de Coligny'ye düzenlediği suikasttır. Olaydan yaralı kurtulan ve evinde ağır yaralı yatmakta olan Coligny'yi öldürmek için ikinci bir saldırı düzenleyen Katolik asilzadeler bunu başarmışlar ancak bu kez önü alınamayan bir katliama sebep olmuşlardır. 24 Ağustos 1572 sabaha karşı beyaz haçlı giysileri giymiş Katolikler evlerinde uyumakta olan Protestanlara saldırdılar. 2.000 kadar Protestan'ı katlettiler. Daha sonraki günlerde çevre kentlere de sıçrayan katliamda üç hafta içinde 7.000'den fazla Protestan öldürüldü. Katliamın gerçek kışkırtıcısının kim olduğu uzun süre tartışıldı. Olaya katılan önderlerin amaçlarının tümüyle politik olmasına karşın, katliam haberi Roma'da Katolik davasının bir zaferi olarak karşılandı. Papa XIII. Gregorius, Roma'daki Fransız Kilisesi'ne teşekkür etti. Huguenot’lardan birçok önemli kişinin ölümü dışında, katliamın Fransa'daki Huguenot çıkarları ve Fransız dış politikası üzerinde belirleyici bir etkisi Önce Paris’te başlayan katliam daha sonra bütün ülke geneline yayıldı. İki gün süren katliam sonucunda resmi olmasa da on binlerce Protestan’ın öldürüldüğü tahmin edilmektedir.

62

25 DİN Doğaüstü, kutsal ve ahlaki öğeler taşıyan, çeşitli ayin, uygulama, değer ve kurumlara sahip inançlar ve ibadetler bütünü.

Zaman zaman inanç sözcüğünün yerine kullanıldığı gibi, bazen de inanç sözcüğü din sözcüğünün yerinde kullanılır. Dinler tarihine bakıldığında, farklı kültür, topluluk ve bireylerde din kavramının farklı biçimlere sahip olduğu, dinlerin müntesipleri tarafından her çağda, coğrafya ve kültür değerlerine göre yeniden tasarlandığı görülür. Arapça kökenli bir sözcük olan din sözcüğü, köken itibariyle “yol, hüküm, mükâfat” gibi anlamlara sahiptir. Farklı din tanımlamaların ortak noktaları birleştirildiğinde, din insanlara bir hayat tarzı sunan, onları belli bir dünya görüşü içinde toplayan kurum, bir değer biçme ve yaşama tarzı; yaratıcıya isteyerek bağlanma, birtakım şeyleri duyma, onlara inanma ve onlara uygun iradi faaliyette bulunma olgusu; üstün varlıkla ona inanan insan arasındaki ilişkiden doğan deneyimin inanan kişinin hayatındaki etkileri olarak tanımlanabilir. Genel olarak din, doğaüstü bir nitelik taşır, mukaddestir, değişmezdir (dogmatik) ve gönülden bağlanmayı yani teslimiyeti gerektirir. Pek tabii ki din tanımı, özellikle dini bir bakış açısından, her farklı dini grup ve dinde çeşitlilik gösterir. Dinin taşıdığı nitelik ve öğeler de farklı dinlerde büyük bir değişiklik ve çeşitlilik göstermektedir. Din kavram, anlayış ve türlerinin gelişimi tam olarak bilinemediği gibi tam olarak belirlenememektedir de. Bunun en büyük nedeni, açıkça ayrıştırılabilecek devrelere sahip olmamasıdır. Yine de, özellikle 1800'ler 63

sonrası yapılan arkeolojik kazılar ve dünyanın geri kalanından izole edilmiş kültürlerin antropolojik ve tarihi yapılarına dair elde edilen bilgi ve gözlemler sayesinde, bir kronoloji elde edilememiş olsa da bir tipoloji geliştirilebilmiştir. Bugün eldeki bulgular ve var olan kültürel çeşitlilik sayesinde, gerek eski gerek yeni farklı din tipleri, formları ve anlayışları tanımlanmıştır. Bu tanımlamalar akademisyenler arasında çeşitlilik gösterse de belli bir oranda benzeşmektedir. Dini bilgi, çoğu dindar insana göre, dini önderler, kutsal metinler ve/veya şahsi ilham ile kazanılır. Bazı dinlere göre bu tür bir bilgi sınırsız bir mahiyettedir ve her türlü soru ve soruna cevap niteliği taşır. Bazı dinlere göre ise dini bilgi hayata özellikle dini ve pratik anlamda etki eder ve gözlem ile elde edilen bilgiyi tamamlayıcı niteliğe sahiptir. Bazı dinler ve dindar grup ve bireylere göre ise bahsedilen yollardan elde edilen dini bilgi kesin, şüphesiz ve asla yanılmaz türdendir. Dini bilginin tanımı, idrak ve tahlil ediliş biçimleri çoğu zaman dinden dine, mezhepten mezhebe ve bireyden bireye değişiklik gösterir. Bilimsel bilgi ve metot ise, tam tersi biçimde, dünya ile birebir temasa dayanır ve sadece fiziksel evren ile ilgili kozmolojik soru ve sorunlara cevap verebilir - cevap arar. Tüm bilimsel bilgi şüphe ihtimali barındırır ve daha sağlam delillere dayanacak gelişim ve değişime açıktır.

64

26 İSLAMİYET İslam, İslamiyet veya Müslümanlık, tek tanrı inancına dayalı en yaygın İbrahimi dinlerden biridir.

İslam inancına göre, İslam'ın kutsal kitabı Kuran'ı oluşturan sureler Cebrail isimli melek aracılığıyla sözlü olarak Hz. Muhammed'e vahyolmuştur. İslam'ın temelinde, tevhid ilkesi yatar ki bu kavram Allah'ın varlığı ve birliğine inanmak anlamına gelir. İslamiyet 7. yüzyılda peygamberi Hz. Muhammed aracılığıyla Arap Yarımadası'nda yayılmaya başlanmıştır. Muhammed'in ölümünden sonra İslam Devleti'nin başına Dört Halife geçmiştir, bunlar sırasıyla: Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali'dir. Ali'nin ölümünden sonra kısa süreliğine Müslümanların biatıyla Hasan halife olmuş fakat daha sonra elindeki gücü kullanarak Muaviye hilafeti almış, iktidara gelmiştir. Peygamberin ölümünden sonra iktidara gelen ilk dört halifeye Sünni yazında sıklıkla Hülefa-i Raşidin yani Doğruluk üzere bulunan Halifeler denmiş ve bazen bunlara Hasan da eklenmiştir. Bununla birlikte Ebu Bekir, Ömer ve Osman'ın halifelikleri genel olarak Şii ve Aleviler tarafından tanınmaz. Haricilerin bugün halâ devam eden bir kolu olan İbadiyye ise sadece ilk iki halifeyi, yani Ebu Bekir ve Ömer'i, kabul eder ve Doğruluk üzere halife olarak görür. Ebu Bekir döneminde öncelikle peygamberin ölümü sonrası Arap yarımadasında başlayan kargaşalar giderilmiş, zaman içinde Sasani İmparatorluğu ve Doğu Roma İmparatorluğu'na doğru ilerlenmiştir. Ömer'in hilafeti sırasında İslam devleti sınırları büyük ölçüde genişlemiş, Mezopotamya fethedilip ele geçirilmiş, Mısır, İran, Filistin, Suriye, Kuzey Afrika ve Ermenistan'ın çeşitli bölümleri ele geçirilmiştir. Daha sonra üçüncü halife olarak seçilen Osman'ın hilafeti sırasında İran'ın tamamı, Kuzey Afrika'nın tamamına yakını, Kafkaslar ve Kıbrıs 65

ele geçirilmiş, İslam Devleti topraklarına katılmıştır. Bununla birlikte kendi zamanında bazı yakınlarının önemli görevlere atanması ve diğer bazı iç sorunlar sebebiyle Osman öldürülmüştür. Osman'ın öldürülüşü ve ortaya çıkan iç savaş ortamı sebebiyle Ali'nin döneminde hilafet iç meselelere yönelmiş, çıkan iç savaşla uğraşmıştır. İç savaş ve iç gerilimler sonucunda Ali de öldürülmüş, kendisinden sonra halife olan oğlu Hasan ise hilafeti Muaviye'ye teslim etmek zorunda kalmıştır. Muaviye İslam Devleti’nin başkentini Şam'a taşımış, imparatorluk benzeri bir yapının temellerini atmış, kendisinden sonra oğlu Yezid'i bu makama atayarak İslam siyasi tarihinde saltanatı başlatmıştır. Bu harekâta karşı ayaklanan Muhammed peygamberin torunu, dördüncü halife Ali bin Ebu Talib'in oğlu Hüseyin ise, Yezid tarafından gönderilen askerlerce, Kerbela'da taraftarlarıyla birlikte öldürülmüştür. Nitekim bu noktadan sonra daha katı bir Şii ayrılması söz konusu olmuştur. Muaviye ile birlikte başlayan yeni döneme Emeviler Dönemi denmiştir. Emeviler Dönemi'nde büyük bölgeler zapt edilmiş, İslam Devleti İber yarımadasına kadar ilerlemiştir. Her ne kadar siyasi yayılma yükselişe geçmiş olsa da aynı şey dini yayılma için söylenemez; nitekim bu dönemde dini yayılmanın devletin gayrimüslimlerden aldığı vergi göz önünde bulundurularak pek teşvik edilmediği de öne sürülmüştür. Emeviler'den sonra miladi 750 yılı civarı kurulan Abbasi hükümdarlığı, Emevi hanedanlığının kontrolünü, Endülüs (İber yarımadasındaki kısım) haricindeki tüm topraklarda ele geçirmiştir. Abbasilerin iktidara gelişiyle Abbasiler Dönemi başlamış ve Abbasilerin hilafeti 750 yılından 1258 yılına kadar sürmüştür. Abbasiler zamanında hilafet başkenti tekrar değişmiş, Şam'dan Bağdat'a alınmıştır. Emeviler ve Abbasiler döneminde yapılan fetihler sonucu ele geçirilen yeni topraklardaki halklar aynı zamanda İslam'la da tanışmış oluyorlardı. Bunun sonucu olarak zaman içinde birçok bölgeye İslam Dini yayıldı. Önce yakın bölgelerde yaşayan İranlılar'da, 10. yüzyılda ise kitleler halinde Türkler arasında İslam yayılmaya başladı. Tüccarlar aracılığıyla Müslümanlıkla tanışan ve Müslümanlığı benimseyen İdil Bulgarları ilk Müslüman Türk devleti oldu. Karluk, Yağma ve Çiğil Türkleri ise Orta Asya'daki ilk Müslüman Türk devleti olan Karahanlı Devleti'ni (840), Oğuzlar ise Büyük Selçuklu Devleti'ni (1038) kurdular. Abbasiler yönetiminde askeriyede büyük rol verilen Türklerin oluşturduğu Memlukler güçlenirken Abbasiler iki yüzyıllık 66

hâkimiyetlerinin son dönemlerinde çöküşe geçmiştir. Nitekim 1250'de Mısır'da Memluk Sultanlığı başlamış, Memluklerin buradaki hâkimiyeti 1517 yılına kadar devam etmiş, 1517 yılında Mısır'ı Osmanlılar ele geçirmiştir ki bu fetihten sonra Osmanlılar hilafeti kendi iktidarları olarak benimsemiş, ilan etmiş, Osmanlı padişahları aynı zamanda halife unvanını taşımışlardır. Abbasi hanedanlığının sonu ise 1258 Bağdat'ın Moğol istilacıları tarafından yağmalanmasıyla son bulmuştur. Endülüs'teki Emevi kontrolü ise 13. yüzyılda düşüşe geçmiş, bölgedeki en son İslam hükümdarlığı olan Gırnata Emirliği 1492'de düşmüştür. Bunların dışında 909 yılından 1171 yılına kadar Mağrip ve Mısır'daki çeşitli bölgelere Fatımiler isimli Arap Şii (İsmaili) hanedanlığı hükmetmiştir. Hanedanlığın başındaki halife Şii İsmaili imamıydı ve bu sebeple seküler gücünün yanı sıra İsmaili İmamet anlayışında da önemli bir yere ve tarihsel öneme sahip olmuşlardır. Fatımilerin 12. yüzyıldaki çöküşleriyle birlikte Doğu'da hükmetmiş oldukları Mısır, Suriye, Yemen ve Hicaz gibi bölgelerde Eyyubi hanedanlığı başa geçmiştir. 1517 yılında Osmanlıların ilan ettikleri halifelik 1924 yılına kadar devam etmiş, 1924 yılında Osmanlı'nın mirasçısı konumundaki Türkiye Cumhuriyeti devletinin meclisinin (TBMM) aldığı bir karar feshedilmiş, yönetim sistemi değişmiştir.

67

27 HIRİSTİYANLIK Hıristiyanlık Ortadoğu kökenli, tektanrılı, İbrahimi din. İsa'nın adına atfen İsevilik, memleketine atfen Nasranilik de denir. Hıristiyanlık inancına sahip kişilere Hıristiyan denir. 2 milyardan fazla inananı ile Hıristiyanlık dünyanın en yaygın dinidir. Hıristiyanlar, dünyanın her yerine yayılmış olmakla birlikte en yoğun olarak Avrupa, Amerika ve Avustralya'da bulunurlar. Diğer kıtalardan farklı olarak Asya ve Güney Afrika'da farklı dinlerle iç içe yaşarlar. Hıristiyanlığın inanç sistemi ve ibadetleri İsa tarafından; 1. yüzyılda, Roma İmparatoru Tiberius'un iktidarında, Filistin'de ortaya konmuş, havarileri ve diğer takipçileri tarafından öğretilerek yayılmıştır. Hıristiyanlığın kutsal kitabı Kitab-ı Mukaddes'tir. Hıristiyan sözcüğünün kökeni, mesih kelimesinin Yunanca karşılığı olan Kristos kelimesine dayanır. Mesih sözcüğü İbranicedeki maşiah kelimesine dayanır ve 'kutsal yağ ile ovulmuş, kutsanmış' anlamına gelir. Kristos olarak adlandırılan İsa'ya inananlara ilk olarak Antakya/Tarsus bölgesinde Hıristiyan denmeye başlanmıştır. Hıristiyan sözcüğü, “Mesih'in yandaşı” ve “Mesih'e bağlı” anlamlarına gelir. Tarih öncesi İsrail kralları ve yüksek rahipleri, yeni görevlerinin simgesi olarak yağla kutsanırlardı. Tevrat'ın birçok yerinde bu işlemin yapıldığına dair ayetler vardır. Geniş anlamıyla bu unvan “Tanrı'nın bir görev vermek üzere seçmiş olduğu” kişileri de kapsıyordu. Eski Ahit'in “Yeşaya” kitabında Yahudi'leri sürgünden kurtaran Pers kralı Kiros'a da bu unvanla (mesih) hitap edildiği görülür.

68

28 Hz. İSA Hazreti İsa (d. MÖ 15-MÖ 11-12 - ö. MS 29-36), Hıristiyanlık’taki en temel figürdür. Doğum ve ölüm tarihleri ile ilgili olarak kimi tarihçiler ve araştırmacılar farklı görüşler belirtirler.

Hıristiyan teolojisinde İsa'nın kimliğini inceleyen dal Kristoloji olarak bilinir. Tanrı olarak adlandırır. Hıristiyanlıkta Nasıra'lı İsa olarak da bilinir. Hıristiyan kaynaklarında ve yer yer Kuran'da İsa Mesih olarak anılır. Hayatı ile ilgili başlıca kaynaklar Kanonik İncillerdir. İsa, Roma İmparatorluğu'nun Yahudiye eyaletinde, kendisi de bir Yahudi olan Meryem'den dünyaya gelmiştir. Hıristiyanlıkta ve İslam'da, mucizevi bir şekilde babasız dünyaya geldiği kabul edilir. Marangoz, öğretmen ve şifa dağıtıcıdır. Hıristiyanlıkta, “Halkı isyana teşvik etmek” suçlamasıyla Yahudi din adamlarının baskısı ve Roma İmparatorluğu'nun Yahudiye valisi Pontius Pilatus'un emriyle çarmıha gerildiği kabul edilir. Hıristiyanlar için İsa, Mesih'tir, tanrının oğlu ve bizzat kendisidir. Baba (Tanrı) ile insanlar arasında aracı, Beklenen mesih, kurtarıcı, rab, tanrı ile aynı “öz” den olan, güçlü tanrı, tek 69

insan, dünyanın tek kralı, Kutsal Üçlü Birlik'teki kişilerden “oğul”dur. Hıristiyan kaynakları onu “İsa Mesih” olarak anarlar. İsa'nın tanrısal ve insani özellikleri farklı mezheplerce farklı yorumlanır. Hıristiyanlığın Monofizit görüşüne göre insani tabiatı ile tanrısal tabiatı, Tanrısal özü altında erimiş ve ayrılmaz bölünmez tek bir tabiat meydana gelmiştir. Çarmıhta, İsa'nın insani tabiatı gibi ilahi tabiatı da acı çekmiştir. Meryem Theotokos’tur, yani Tanrı anasıdır. Diofizit görüşe göre ise insani ve tanrısal olmak üzere birbirinden bağımsız iki tabiatı vardır. Çarmıha gerildiğinde ilahi tabiatı bedeninden ayrılmış, sadece insani tabiat acı çekmiştir. Meryem, insan olan İsa'nın annesidir dolayısıyla da ona Theotokos yani Tanrı anası denemez. Ortodoks, Katolik ve Protestanlara göre İnsani ve Tanrısal iki tabiatı olup bunlar asla birleşmezler, karışmazlar ve ayrılmazlar. İsa ismi köken olarak Arapçadan gelmektedir. Ancak İsa'nın orijinal ismi Yeşua (Yahşuah) olarak geçer. Orijinal ismin anlamı İbranice dilinde “YHVH Kurtarır” anlamına gelir. Hıristiyanlığın kutsal kitabı, Kitabı Mukaddestir. Kitabı Mukaddes, Eski Ahit ve Yeni Ahit olmak üzere başlıca iki bölümden oluşur. Kitabı Mukaddes'in ilk kısmı Eski Ahit ya da Eski Antlaşma olarak adlandırılır. Yahudilerin kutsal kitaplarından Tanah ile bölüm adları ve sınıflandırmalar hariç hemen hemen aynıdır. Eski Ahit İsa'nın doğumundan önceki çok uzun bir zaman diliminde Yahudi peygamberler tarafından yazılmıştır. Bu bölümde İsa veya Meryem'den, henüz dünyaya gelmemiş oldukları için ismen bahsedilmez ancak Eski Ahit’in bazı kitaplarında İsa'ya atıfta bulunulur. İsa'dan söz eden Eski Ahit pasajları arasında Yaratılış 3:15; Yaratılış 12:1-3; Yaratılış 49:10 Yasa'nın Tekrarı 18:15; 2. Samuel 7:1-29; Mezmurlar'da birçok ayet; Yeşaya 7:14; Yeşaya 9:6-7; Yeşaya 52:13-53:12; Daniel 7:13-14; Mika 5:2 ayetleri sayılabilir. Kitabı Mukaddes'in ikinci bölümünü oluşturan Yeni Ahit ise İsa'nın sağlığında ve/veya ölümünden sonra Havariler ve elçiler tarafından yazılmıştır. Hıristiyanlarca kanonik kabul edilen 70

Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncil'leri Yeni Ahit'in ilk dört bölümünü oluşturur. Yahudi kutsal metinlerinden oluşmuş Tanah'ın Hıristiyanlık’ta Eski Ahit’in olarak adandırılmasının nedeni Tanrı'nın İsa'dan asırlar önce Musa ile Sina Dağı'nda yaptığına inanılan anlaşmadır. Hıristiyanlar Tanrı'nın İsa aracılığı ile yeni bir antlaşma yaptığına inandıklarından ötürü Kitabı Mukaddes'in İsa'dan bahseden ikinci bölümünü Yeni Ahit olarak adlandırırlar. İncil, Kitabı Mukaddes'in, Yeni Ahit kısmının ilk dört bölümünün her birine verilen isimdir. Matta, Markos, Luka ve Yuhanna tarafından kaleme alınmış olan dört İncil yazarlarının adıyla anılır. Hıristiyan dinine göre İnciller İsa'nın hayatını ve öğretilerini anlatır. Türkçeye Arapçadan geçen kelimenin aslı Yunanca “Ευαγγελιον” (Evangelion) şeklindedir ve 'iyi haber, müjde' anlamına gelir. İncil kelimesi gerçekte Yeni Ahit’in ilk dört kitabını (bölümünü) karşıladığı halde, bazen Yeni Ahit’in tamamı için de kullanıldığı olur. İsa, Roma İmparatorluğu'nun Yahudiye eyaletinde Yahudi bir anneden dünyaya gelmiştir. Hıristiyan ve İslami kaynaklara göre tanrı tarafından bir mucize eseri olarak babasız dünyaya gelmiştir. Yeni Ahit'te üvey babası Yusuf'un Davut peygambere kadar çıkan soyağacı verilir. İsa, annesi Meryem, babası Yusuf, kendisine ilk inanan arkadaşları ve ilk takipçilerinden Yahudi olanlar terminolojide “Yahudi Hıristiyanlar” olarak adlandırılır. Yahudi Hıristiyan tabiri günümüzde Yahudi soyundan gelmekle beraber Hıristiyan olmuş kimseleri tanımlamakta da kullanılır. Yahudiler İsa'nın mucize eseri olarak babasız doğduğuna, binlerce yıldır bekledikleri ve halen de beklemekte oldukları kurtarıcı mesih ya da peygamber olduğuna inanmazlar. İsa, içinde yaşadığı Yahudi toplumunda “bekledikleri mesih olduğunu” ileri sürdüğünde, halkın bir kısmı buna inanmıştır. Ancak buna inanmayan Yahudi din adamlarının teşvikiyle, Yahudiye eyaletinin Romalı valisi Pontius Pilatus tarafından “halkı isyana teşvik etmek” suçlamasıyla çarmıha gerilmiştir. 71

İslam dinine göre Hıristiyanlık, semavi dinlerden biridir ve dünya üzerindeki diğer dinlere nazaran Yahudilikle beraber özel bir yere sahiptir. Hıristiyanlar 'Ehl-i Kitap' yani kendisine kutsal kitap gönderilenler olarak kabul edilirler. “Muhakkak ki Allah seni, kendisinden bir kelime ile müjdeliyor. Onun adı Meryem oğlu İsa Mesih’tir.” (Al-i İmran, 3/45) İslam'a göre İsa Allah'ın peygamberlerindendir ve Kuran'da “İsa Mesih” olarak anılır. Bununla birlikte Kuran'da İsa'nın tanrının oğlu olduğu inancı ve çarmıha gerilmesi reddedilir.

72

29 Hz. MUHAMMED Hz. Muhammed bin Abdullah (d. 571, Mekke - ö. 8 Haziran 632, Medine), İslam'da son peygamber kabul edilen toplumsal, dini, siyasi, askeri önderdir.

Mekke'den başlayarak Arap Yarımadası'nı, İslam hâkimiyetinde tek bir yönetim altında birleştirmiştir. Müslümanlar tarafından Allah'ın peygamberi ve resulü olduğuna ve insanlık için Allah tarafından gönderilen peygamberlerin sonuncusu olduğuna inanılır. Müslüman olmayanlar ise, Muhammed'i İslam'ın kurucusu olarak sayarlar. Müslümanlar tarafından, Muhammed'in Âdem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve diğer peygamberlerin tahrif edilmiş tek tanrılı dinlerini onardığına ve tamamladığına inanılır. İslam dinine göre, Muhammed'in ölümüne kadar Allah tarafından vahyedilen ayetler Kuran'ı oluşturdu. Kuran'ın yanı sıra, Hz. Muhammed’in hayatının ve gelenekleşmiş uygulamalarının şeriatın kaynakları olduğu kabul edilir. Bazı Müslümanlar Muhammed'den bahsedilirken ona saygı göstermek amacıyla isminden sonra “Allah'ın salat ve selamı onun üzerine olsun. “ anlamına gelen salavat (“sallallahu aleyhi ve sellem”) söyler. Tam adı Ebû’l-Kâsım Muhammed ibn-i ʿAbd Allâh ibn-i ʿAbd’ûlMuttâlib ibn-i Hâşim ibn-i ʿAbd Menâf El Kureyşi ya da daha kısa olan Ebû’l-Kâsım Muhammed bin ʿAbd Allâh bin ʿAbd’ûl-Muttâlib El 73

Hâşimi olarak geçer. Bu isim Türkçeye, Kureyşli ʿAbd’ûl-Menâf oğlu Hâşim oğlu ʿAbd’ûl-Muttâlib oğlu ʿAbd Allâh oğlu Kâsım’ın babası Muhammed olarak tercüme edilebilir. Ayrıca yaşadığı toplumda onun El-Emin olarak (emin kişi, dürüst kişi) olarak adlandırıldığı rivayet edilmektedir. “Muhammed” Arapçada “övgü” kökü olan hamd fiilinden türetilmiştir. Mutad “övgü alan”, “övülen” manasına gelir. Ayrıca halk tarafından Mustafa, Mahmud veya Ahmed ismiyle de anılır. Ahmed Arapçada “daha çok övülen” anlamına gelir. Künyesi ise Ebu'l-Kasım' (yani Kasım'ın babası)dır. Künye Arap toplumlarında, kişinin ilk doğan erkek çocuğunun ismine nazaran verilir. İslam inancına göre Muhammed'in geleceği Tevrat'ta ve İncil'de bildirilmiştir. Bir hadise göre; peygamber kendisiyle ilgili olarak, “Benim ismim Kuran'da Muhammed, İncil'de Ahmed, Tevrat'ta Ahyed'dir. “ demiştir. Bununla birlikte Musevi ve Hıristiyan kutsal kitaplarında Muhammed isminden bahsedilmez. Bazı İslam âlimleri İncil'de geçen Faraklit'in ayet ve hadislerde söz edilen İslam peygamberini işaret ettiğini ileri sürmüşlerdir. İslam alimleri ve Hıristiyan yorumcular arasında Yunanca İncil'de (Yuhanna 14, 16) geçen parakletos (Faraklit) kelimesinin Arapçaya tercümesinde ortaya çıkan ve Arapçanın özelliğinden kaynaklanan farklı okunuş şekilleriyle ilgili bir tartışma bulunmaktadır Muhammed'in hayatı ile ilgili kaynakları Kuran, hadis ve siyer olarak üç başlıkta toplamak mümkündür.

74

30 Hz. MUSA İbrani peygamber, öğretmen ve lider. İslam, Hıristiyanlık, Yahudilik ve Bahailikte peygamber kabul edilir. MÖ 13. yüzyılda halkını Mısır'daki esaretten kurtarmıştır.

Musa'nın hayatı ile ilgili kaynak alınan belgeler dini metinlerdir. Bunlar Tevrat'ın Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniye bölümleridir. Tekvin ve Çıkış'a göre; İsrailoğulları Mısırlı yerliler ile birlikte Nil Deltası'nın doğu tarafında en ağır işlerde çalışmakta ve Firavun'a kölelik etmekteydiler. Musa, İmran'ın oğludur, Onun babası Yahser, onun da babası Kahes'dir. Levi kabilesindendir, Yakup'un soyundan gelir ve Annesi Yocheved'dir. Kız kardeşi Meryem, erkek kardeşinin adı ise Harun'dur. Musa doğduğu sırada Mısır'da İsrailoğulları köle olarak en ağır işlerde çalıştırılmaktaydı. İsrailoğulları atalarının toprakları olan Kenan illerine gitmek istedi iseler de Firavun onları bırakmadı. Kuran' ve Tevrat'a göre Firavun gördüğü bir rüya üzerine İsrailoğullarından doğan bütün erkek çocukların öldürülmesini emretti. Bu hadise Kuran ve Tevrat'ta yer almaktadır. Bunun üzerine çocuklar öldürülüp Nil Nehri’ne atıldı. Ancak erkeklerin azalması bazı işlerin aksamasına sebep oldu ve bunun üzerine Firavun çocukların bir sene öldürülüp bir sene öldürülmemesini emretti. 75

Musa, çocukların öldürüldüğü sene dünyaya geldi. İmran ve Yocheved ona yalnızca üç ay bakabildi. Kuran'a göre Musa'nın annesine: “Çocuğu emzir, başına geleceklerden korktuğun zaman onu suya (Nil'e) bırak. Korkma, üzülme. Biz şüphesiz onu sana döndüreceğiz ve peygamber yapacağız” denmiştir. 8 Annesi Musa'yı zift ile birbirine yapıştırılmış otlardan oluşan bir muhafaza içerisinde Nil Nehrine bırakır. Musevi kaynaklara göre firavunun kızı Thermuthis Kuran’a göre ise karısı Asiye (daha sonra Musa'nın peygamberliğine inanacaktır) Musa'yı bulur ve saraya alır. Ancak çocuğun İbrani olduğu kısa sürede anlaşılır. Musa'nın ablası onu emzirecek bir İbrani aile bildiğini söyler ve onu gerçek annesine geri götürür. Firavun bir İbrani olduğu gerekçesiyle çocuğu istemez, ancak daha sonra kabullenir. Kuran'da şöyle denir: “Firavun'un karısı dedi ki: “Benim için de, senin için de bir göz bebek; onu öldürmeyin; umulur ki bize yararı dokunur veya onu evlat ediniriz. “Oysa onlar (başlarına geleceklerin) şuurunda değillerdi. “ Musa kendi annesi tarafından emzirildikten sonra saraya geri gelir ve ona “çekip çıkarılma” anlamına gelen Musa ismi verilir. Allah Musa'ya İsrailoğullarını firavunun köleliğinden kurtarma görevi verir. Ona bir asa verir ve Musa bu asa ile lüzumunda içinden yılan/ejderha çıkarma, Kızıl denizi ikiye yarma, hastaları iyileştirme ve nehrin suyunu kan rengine çevirme gibi çeşitli mucizevi işler yapar Kuran’a göre Musa Firavun’u İsrailoğullarını bırakması ve Allah'a iman etmesi yönünde davet eder. Ancak o bu daveti kabul etmez. Museviliğin kutsal kitabı Tanah'ın bir bölümünü meydana getiren Tevrat (Tora), Hıristiyanlığın kutsal kitabı Kitab-ı Mukaddes'in Eski Ahit kısmında da bulunmaktadır. Bu sebeple Musevilikteki ve Hıristiyanlıktaki Musa bahsi aynıdır. Musa İslamiyet'e göre kendisine kitap verilen peygamberlerdendir. Kızıldeniz'i mucizevi bir şekilde asasıyla yararak İsrailoğullarını Mısır'dan çıkarmış, Firavun ve ordusu İsrailoğullarının peşinden gelirken Kızıldeniz'de boğulmuşlardır. Ayrıca asasıyla çölde İsrailoğulları için kayadan on iki pınar fışkırtmıştır. İnanca göre Tevrat, Allah tarafından Musa'ya indirilmiş, Sina yarımadasında, Eymen vadisinde, Tur dağında kavmine “on emir” adı altında Allah'ın şeriatını bildirmiştir. 76

31 NANTES FERMANI Nantes Fermanı, 13 Nisan 1598'de Fransa Kralı IV. Henri tarafından yayımlanmış ve ağırlıklı olarak Katolik olan ülkede Calvinci Protestanlara önemli haklar vermiştir. Esas kaygı milli birliğin sağlanmasıydı. Buyruk milli birliği, dini birlikten ayırmış, Protestanları hizipçi sapkınlardan ibaret görmemiş; laiklik ve hoşgörünün yolunu açmıştı. Bireylere vicdan özgürlüğü sağlayan buyruk protestanlara genel af ve vatandaşlık haklarının iadesi gibi ödünler vermişti. Buyruk 16. yüzyılın ikinci yarısında Fransa halkını bölen din savaşlarına son vermiştir. Buyruk yalnızca Protestanlar ile Katolikleri ele alıyordu, İspanya'dan reconquista döneminde gelmiş olan ve geçici olarak Fransa'da bulunan Müslümanlara ve Yahudilere değinmiyordu. Ferman 1685'in Ekim ayında XIV. Louis tarafından feshedilmiş ve Fontainebleau Fermanı ile protestanlık yasadışı ilan edilmiştir.

77

32 ON EMİR Musa'ya Sina Dağı'nda Tanrı tarafından iki taş tablet üzerinde verildiği söylenen bir dizi dini ve ahlaki öğretiler bütünüdür.

Emirler, Tevrat Çıkış (Exodus) / Bap 20'de yer almaktadır: 1. Karşımda başka ilahların olmayacak. 2. Kendin için oyma put, yukarda göklerde olanın, yahut aşağıda yerde olanın, yahut yerin altında sularda olanın hiç suretini yapmayacaksın, onlara eğilmeyeceksin ve onlara ibadet etmeyeceksin. 3. Yehova'nın, Rab'ın ismini boş yere ağıza almayacaksın. 4. Sebt gününü takdis etmek için onu hatırında tutacaksın. Altı gün işleyeceksin ve bütün işini yapacaksın, fakat yedinci gün efendin Rab'e Sebttir. Sen ve oğlun ve kızın, kölen ve cariyen ve hayvanların ve kapılarında olan garibin hiçbir iş yapmayacaksınız. Çünkü Rab gökleri, yeri ve denizi ve onlarda olan bütün şeyleri altı günde yarattı. 5. Babana ve anana hürmet edeceksin. 6. Öldürmeyeceksin. 7. Zina etmeyeceksin. 8. Çalmayacaksın. 9. Komşuna karşı yalan şahitlik yapmayacaksın. 10. Komşunun evine tamah etmeyeceksin, komşunun karısına, yahut kölesine, yahut cariyesine, yahut öküzüne, yahut eşeğine, yahut komşunun hiçbir şeyine tamah etmeyeceksin. Birçok insan hatayla On Emir’e, eğer yerine getirilirse kişinin ölümden sonra cennete girmesini garantilen bir dizi kural olarak bakar. Tersine, On Emir’in amacı, insanların Tanrı’nın Yasası’na kusursuz bir şekilde itaat edemediklerini (Romalılar 7:7-11) ve bu yüzden de Tanrı’nın merhameti ve lütfuna ihtiyaçları olduğunu anlamaya zorlamaktır. 78

Matta 19:16’daki zengin genç yöneticinin iddialarına karşın kimse On Emir’e kusursuz bir şekilde itaat edemez (Vaiz 7:20). On Emir, hepimizin günah işlediğimizi (Romalılar 3:23) ve bu yüzden de Tanrı’nın sadece İsa Mesih’e iman aracılığıyla elde edilen merhameti ve lütfuna ihtiyacımız olduğunu gösterir.

79

33 PAPALIK Katolik dünyasının en büyük dini otoritesi. Papalığın kuruluş temelleri MS 2. yüzyıla dayanıyor. Roma İmparatorluğu döneminde oluşan ilk küçük Hıristiyan cemaatleri, başlarındaki papaz tarafından yönlendiriliyorlardı. Papazla birlikte her cemaatin bir deconi bir de şeytan çıkarıcısı olurdu. Bu kişiler arasında hiçbir hiyerarşik ayrım yoktu. Roma İmparatorluğu içinde Hıristiyan cemaatlerin büyümesi ve güç kazanmasıyla daha sağlam bir organizasyona ihtiyaç duyuldu. Önce piskoposlar sonra da başpiskoposlar ortaya çıktı. Hz. İsa'dan sonra dördüncü yüzyılda bölge piskoposlukları oluştu ve bu yüzyılda Hıristiyan âleminde 5 önemli başpiskoposluk vardı: 'Roma, İskenderiye, Konstantinopolis (İstanbul), Hatay ve Kudüs'. Bu arçiveskovların kendi içlerinde kabul ettikleri doktrinler bölgesel kabul ediliyor, bir araya gelerek aldıkları kararlar “ekümenik” tabir ediliyordu. Papalık tarihi birçok bakımdan kilise tarihiyle birleşir; bununla birlikte bu tarihin bazı dönemleri Papalık kurumunun gelişmesi bakımından ayrı bir özellik taşır. İlk üç yüzyıl boyunca papalar, daha çok Roma kilisesine önem vermişlerdi, ama kısa bir süre sonra çeşitli ölçülerde başka kiliselere de karışmaya başladılar: örneğin papa I. Clemens'in Korinthoslulara Mektup'u (1. yüzyıl sonu); papa Victorios'un paskalyanın tarihi konusunda çıkan tartışmalara müdahalesi (2. yüzyılın sonu) vb. büyük kiliselerarası konsiller döneminde (4. ve 5. yüzyıl) papanın önderlik etkisi daha da açıkça belirdi; 451'deki Kadıköy Konsili, “Petrus'un papa Leo'nun ağzında iradesini bildirdiğini” ileri sürdü. Doğu kilisesinin Batı kilisesinden ayrılması, Papalığın batıdaki etkisini büyük ölçüde arttırdı; buna karşılık Doğu, yavaş yavaş Papalıktan koptu ve Michael Kerularios'un ortaya attığı mezhep ayrılığıyla (1054) Papalığın yargılama yetkisini tanımaz oldu. Papalık tarihinin en buhranlı dönemi 10. yüzyıla (“Karanlık yüzyıl” adı verilen dönem) rastlar. Bu dönemde Papalık, Roma'da çeşitli hiziplerin elinde 80

oyuncak oldu; Papalığın Roma'dan ayrılıp Avignon'a yerleştiği Avignon Papalığı'ndan itibaren, papalar özellikle Fransız siyasetinin etkisinde kaldılar; bir ara üç ayrı yerde (Roma, Avignon, Pisa) aynı anda üç ayrı papanın bulunduğu büyük ayrılık döneminden (1378-1417) itibaren de, Kiliselerarası konsilin papaya üstünlüğünü savunan “uzlaştırma” teorisi ağır basmaya başladı. Diğer buhranlı dönemler küçük sarsıntılarla atlatıldı. (Rönesans’ta din duygusunun zayıflaması, Protestan reformu, aydın zorbalık devri ve Napolyon devri). Buna karşılık papalık, 11. yüzyılın sonuyla 14. yüzyılın başı arasında VII. Gregorius'un (10731085) reformları ve Laterano konsillerinin (özellikle Papa III. Innocentius tarafından toplanan 4. Laterano konsili) aldığı disiplin kararları sayesinde çok parlak bir dönem yaşadı. Bugün, papalığın yalnız kilise içinde büyük etkisi vardır. IX. Pius, Sillabus (1864) adlı genelgesiyle liberal ve modern akılcı düşünceleri mahkûm ettikten sonra Leo XIII'ün Rerum Novarum (1891) adlı genelgesinden itibaren, Papalık, sosyal sorunları ele almak için geniş bir çaba gösterdi ve XXIII. Johannes'in papalığı sırasında çağdaş dünya meseleleriyle yakından ilgilendi.

81

EKONOMİ

34 1929 KRİZİ 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı veya Büyük Buhran, 1929'da başlayan (etkilerini ancak 1930 yılının sonlarında tam anlamıyla hissettiren) ve 1930'lu yıllar boyunca devam eden ekonomik buhrana verilen isimdir.

New York Borsası 1928 yılının başından 1929 yılı Ekim ayının başına kadar olan süreçte gittikçe yükseliyor ve yüksek fiyat/kazanç oranı getiriyordu. Ancak 3 Ekim 1929 tarihine gelindiğinde, yukarıda sayılan sebepler doğrultusunda borsanın ilerlemesi durmuş hatta birkaç büyük holdingin hisse senetleri düşmüştü. Bu düşüş 21 Ekim günü yabancı yatırımcıların kâğıtlarını ellerinden çıkarmalarıyla hızlandı ve “Kara Perşembe” olarak anılan 24 Ekim 1929 Perşembe günü borsa dibe vurdu. 1929 yılının fiyatlarıyla 4. 2 milyar dolar yok oldu. 29 Ekim 1929 gününün fiyatlarına bakıldığında bir yıl öncesinin karının bile 82

sıfırlandığı görülür. 21-29 Ekim 1929 tarihleri arasındaki fark Dow Jones sanayi ortalamasının 328’den 230’a düştüğünü gösterir. Bu süreçte 4.000 kadar banka batmış, binlerce insanın mal varlığı yok olmuştur. Buhran, Kuzey Amerika ve Avrupa'yı merkez almasına rağmen, dünyanın geri kalanında da (özellikle de sanayileşmiş ülkelerde) yıkıcı etkiler yaratmıştır. Büyük Bunalım en çok sanayileşmiş şehirleri vurmuş, bu kentlerde bir işsizler ve evsizler ordusu yaratmıştır. Bunalımdan etkilenen birçok ülkede inşaat faaliyetleri durmuş; tarım ürünü fiyatlarındaki %40-60'lık düşüş, çiftçileri ve kırsal bölge nüfusunu kötü etkilemiştir. Talebin beklenmedik düzeyde düşmesi nedeniyle madencilik alanı buhranın en fazla etkilendiği sektörlerden biri olmuştur. Büyük Bunalım farklı ülkelerde farklı tarihlerde sona ermiştir. 1929 Bunalımı temelde ABD'de borsanın çöküşüne ithaf edilse de; o yıllarda yeryüzündeki ekonomik koşullara, krizin büyüklüğü ve etkisine bakıldığında Büyük Dünya Bunalımı adını almayı hak ettiği açıkça görülmektedir. Bunalım dünyada 50 milyon insanın işsiz kalmasına, yeryüzündeki toplam üretimin %42 oranında ve dünya ticaretinin de %65 oranında azalmasına neden olmuştur. 1929 yılına kadar dünyada oluşan diğer krizlere bakıldığında dünya ticaretinin en fazla %7 oranında düştüğü düşünülürse 1929 bunalımının ne derece etkili olduğu tahmin edilebilir.

83

35 1973 PETROL KRİZİ 15 Ekim 1973 tarihinde Petrol İhraç Eden Arap Ülkeleri Birliği’nin OAPEC (OAPEC, OPEC üyesi Arap ülkeleriyle Mısır ve Suriye’den oluşur) Yom Kippur Savaşı’nda ABD’nin İsrail ordusuna destek vermesine karşılık olarak ilan ettiği petrol ambargosudur.

OAPEC, ABD ve savaşta İsrail’den yana tavır sergileyen ülkelere artık petrol ihraç etmeyeceğini bildirir. Bununla beraber OPEC üyesi ülkeler dünya petrol fiyatlarını yükselterek ülkelerine giren kaynakları artırmaya karar verirler. Gelişmiş ülke sanayileri petrole bağımlı durumda olduğu için OPEC ülkelerinin önde gelen müşterileri durumundadır. 1973 yılında petrol fiyatlarındaki şaşkınlık verici artış ve 1973-4 dönemindeki borsanın çöküşü 1929 Krizinden beri yaşanan küresel bir ekonomik krizdi ve sadece fiyat artışlarıyla açıklanamayacak mekanizmalara ve uzun dönem etkilerine sahipti. Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC) 13 ülkeden oluşmaktadır. Bu ülkeler İran, 7 Arap ülkesi ve Ekvador, Endonezya, Nijerya, Angola ile Venezuela’dır. OPEC 14 Eylül 1960 tarihinde Bağdat Konferansında ve önde gelen ABD ve Hollanda petrol şirketlerinin baskılarına karşı çıkmak amacıyla kurulmuştur. Örgüt sayesinde petrol ihraç eden ülkeler Batılı şirketler tarafından üretilen petrolden daha yüksek pay 84

almakta ve üretim seviyesini belirlemektedirler. Örgüt gittikçe daha birlikte davranmaya başlayacak ve 1970’lere gelindiğinde Batılı petrol şirketleri karşılarında birleşik bir blok olarak petrol üreticilerini bulmuşlardır. Bunu izleyen günlerde 17 Ekim 1973 günü Arap ülkeleri ABD’ye Yom Kippur Savaşında İsrail’e verdiği askeri destek (Nickel Grass Operasyonu) yüzünden cezalandırma olarak petrol ambargosu başlatırlar. Ambargo hemen Batı Avrupa ve Japonya’yı da içerecek şekilde genişletilir. 16 Ekim 1973 tarihinde OPEC petrol üretimini düşürüp, Batılı ülkelere özellikle de ABD ve Hollanda’ya petrol taşıyan sevkiyatlara ambargo koyar. Savaş sırasında Hollanda, İsrail’e silah sağlamış ve ülkesindeki havaalanlarından ABD’nin yardım uçuşları yapmasına izin vermiştir. OPEC ayrıca petrol fiyatlarını yükseltmiş ve arz azalmasına rağmen talep sabit kalınca fiyatlar muazzam artmıştır. Üretimin de sınırlanmasıyla petrol fiyatı sınırsızca artmaya başlar. Bretton Woods Antlaşmasının bozulmasıyla dünya finans sistemi zor durumdayken 1980’li yıllara kadar ekonomik durgunluk ve yüksek enflasyon çok sık yaşanacaktır. Sonuçta, yüksek petrol fiyatları petrol ithal eden ülkelerden petrol ihraç eden ülkelere gelir transferine yol açmakta ve dolayısıyla ülkeler arasındaki gelir dengesizliğini artıran bir etki yaratmaktadır.

85

36 DEMİR Atom numarası 26 olan kimyasal element. Simgesi Fe’dir (Latince Ferrum’dan).

19. Yüzyıl’ın başlarına kadar gözler hep Roma ile Yunan’daydı. Çağdaş uygarlığımız yalnız bu iki kaynağa indirgenmekteydi. Bu görüş Napoléon’un Mısır seferiyle değişti. Onunla birlikte Mısır’a giden bilginler, icat ve anıttan yana zengin bu iki uygarlıktan, çok daha eski bir uygarlığın varlığını şaşkınlık ve hayranlıkla gördüler. 1842’de ufuk daha da genişledi; Fransa’nın Musul başkonsolosu Botta, Mezopotamya’nın antik anıtlarını ortaya çıkardı. Bunu, öteki uygarlıkların, (Sümerler, Babilliler, Egeliler, Hititliler, Ukrayna’dan Moğolistan’a uzayan steplerde yaşayan göçebe halk) tanınması ve incelenmesi izledi. Bugün Atina ve Roma gözümüzde parlak olmakla birlikte uygarlık tarihinin bir ayrıntısından başka bir şey değildir. Birçok belli başlı teknik icatları artık onlara mal edemeyiz. Biliyoruz ki bunlar. Roma saltanatının ya da Yunanistan’ın ünlü filozoflarının gölgesinde değil, zaman zaman büyük imparatorluklar kurmakla birlikte sonradan unutulmuş Asyalı toplumların eserleridir. Yukarıda sabanın, koşumun, gemin bu halkaların icatları olduklarını görmüştük. Ama tereyağının İskitlerin icadı, demirin de (MÖ 1300’de) Hititlerin icadı olduğunu kaçımız biliriz? Demir madeni daha önceden de biliniyordu; Hititlere borçlu olduğumuz, “demir sanayii”dir. MÖ 2950’de Ur’da bir demir balta; MÖ 2840-MÖ 2700’den gelen Sümer kalıntıları arasında ve Keops Piramidi’nde demir silahlar bulunmuştur. Ancak o zamanlar, son derece 86

az bulunan bir maden olduğundan demir değerli eşyalardan sayılıyordu. Hammurabi zamanında (MÖ 2000) Babil’de demirin değeri gümüşünkinden sekiz kat fazla ve altının dörtle üçü oranındaydı. Günümüz de bol rastlanan bu madenin o zamanlarda bunca ‘ender oluşu’nun sebebi neydi acaba? Çünkü demirin elde edilmesi bakır ya da tunçunkinden daha güçtü. Bakırı eritmek ve toprağından ayırmak için 1.083 derece ısı yeterlidir. Tuncun yapımında kullanılan kalaysa daha kolay (232 derecede) erir. Demirin eritilmesi için 1. 535 derecelik bir ısı gereklidir. Bundan başka, maden cevheri oksit şeklinde olduğundan, bunu oksijenden ayırmak için çok miktarda redüktör’e yani indirgeme işlemini yapacak bir aracıya, özellikle karbona ihtiyaç vardır, işte bu iki şart, bakır ve tunç metalürjisinde (madenleri ve arıtılmalarını inceleyen bilim.) kullanılan fırınlarla gerçekleştirilemiyordu. Demiri herkesin kullandığı bir maden haline getirenler, Hititler oldular. Bunun için de yüksek fırınlardan yaralandıkları kuşku götürmez. Böylece, tunçtan yapılmış ağır silahlar, zırhlar ve kalkanlar, yerlerini demirden olanlara bıraktılar. Arkeologlar, Korsabad’daki II. Sargon’un sarayında bu silahlardan ve araçlardan 160 ton bulmuşlardır. Demir, Yakın Doğu’dan Mısır’a ve Dorların yaşadığı Balkanlara doğru hızla yayıldı. MÖ 900 yıllarına doğru Avrupa’da görülmeye başlanan bu madeni Avrupalılara tanıtan her halde Dorlar olmuşlardı. Doğu Asya, demiri aynı çağlarda benimsedi. Delhi’de, MÖ IV. yüzyıldan kalma 17 metre yüksekliğinde ve 17 ton ağırlığında büyük bir sütun bulunmaktadır. Vierendeel: “Bugün bile değme atölyelerin gözünü korkutacak böylesine dev gibi bir parçanın imalinde kullanılan madeni Hindular nasıl eritmiş ve nasıl çalışabilmişlerdir, insan şaşıyor,” diyor. Tabii demir önce yalnızca askerlikte kullanıldı. Ağır tunç kılıçlar, demirden yapılmış ince, hafif ve uzun kılıçların karşısında ‘âciz’ kalıyordu, öte yandan mızrak, ok ve yay daha kullanışlı biçimde yapılmaya başlandı. Gem ve mahmuz hafifledi. Bunu ev eşyaları ve günlük hayatla kullanılan öteki araçlar izledi. Bıçak, testere, zincir vb. demircilerin atölyesinden çıkmaya başladı. Bu arada makas da icat edildi. Önceleri makas sadece savaşçıların saç ve bıyıklarını kesmekte kullanılıyordu. Bir süre sonra mücevherler de demirden imal edilmeye başlandı. 87

Demirin gelişmesini izlemek, çok öğreticidir. Yakın Doğulu bir halkın zekâsının ürünü olan bu maden Asurlulara kan dökücü egemenliklerini bütün Yakın Doğu’ya yaymaları imkânını vermiştir. II. Sargon, Assurbanipal gibi kralların ün kazandığı bu imparatorluk, kendi içinde eriyen Sümer, Mısır ve Babil gibi eski uygarlıkların mirasçısıydı. Asya’nın bu dev temsilcisi karşısında, Avrupa’nın ne önemi olurdu?. . Sadece Yunan dünyasının meydana getirdiği küçük bir ışıklı nokta dışında. Güneybatı Almanya’dan göç etmiş tarımcı bir halkın Keltlerin, birkaç yüzyıldan beri içinde yaşadıkları karanlık, sessiz ve kısır bir dünya, Kelt köylerinin yoksul kulübeleri, . Babil’in, Knosos’un Ninova’nın sanat eserlerinden ve banyolu konutlarından çok uzaklardaydı. Ve Avrupa’nın günün birinde bunları aşacağı, o dönem için aklın hayalin almayacağı bir şeydi. Bununla birlikte MÖ 612’de heybetli Asur yapısı çöktü; Ninova, ateşler içinde yok olup gitti. Yıkıntılarından başka bir imparatorluk yükseldi: Pers İmparatorluğu. Sınırları daha da genişleyen bu devlet, Akdeniz’e kadar uzandığı Hellen kıvılcımı, Batı’nın yoğun karanlığında henüz pek güçsüz bir ışıktı.

88

37 ELEKTRİK Elektrik, elektrik yüklerinin varlığıyla ve akışıyla ilgilenen fiziksel olguların bütünüdür.

Henüz elektrikle ilgili hiçbir bilginin var olmadığı yıllarda, insanlar sadece elektrik balığının çarpma etkisinden haberdarlardı. MÖ 2750 yılından kalan Eski Mısır yazılarında bu balığa “Nilin Gökgürültüsü” şeklinde değinilmekte ve diğer balıkların “koruyucusu” olarak tasfir edilmektedir. Elektrik balığı, 1000 yıl kadar sonra eski Yunan, Romalı ve Arap doğa bilimciler ve hekimler tarafından tekrar rapor edilmiştir. Birkaç antik zaman yazarı, örneğin; Pliny the Elder ve Scribonius Largus, kedi balığı ve torpil balığı tarafından yayılan elektrik şoklarının uyuşturma etkisini doğrulamışlardı ve bu elektik şoklarının iletken bir nesne içinde yolculuk yapabileceğinden haberdarlardı. Gut hastalığı ve baş ağrısı gibi hastalıklardan mustarip olan hastalardan elektrik balıklarına dokunmaları istenilir ve alacakları elektrik şokunun etkisinin hastalıklarına çare olacağına inanılırdı. Şimşek ve başka bir kaynaktan gelen elektriğin keşfine dair tarihteki en eski ve gerçeğe en yakın yaklaşım, 15. yüzyılda şimşek kelimesini (Arapçada “raad”) torpil balığı için kullanan Araplara dayandırılır. Akdeniz etrafındaki eski kültürler, kehribar kamışı gibi bazı objelerin kedi kürkü ile ovulduktan sonra tüy gibi hafif nesneleri çekebileceğini biliyorlardı. Miletus'un (Aydın'ın Söke ilçesinde eski bir yerleşim) Thales'i (Tarihte elektrikle ilgilendiği bilinen en eski araştırmacı), MÖ 600 yılları civarında bir dizi gözlemlerde bulunmuştu ve sürtünmenin manyetit gibi ovulmaya ihtiyacı olmayan minerallerin aksine, kehribar maddesini manyetik duruma getirdiğine inanıyordu. Thales'in çekimin manyetik etkiden kaynaklandığına dair inancı yanlıştı ancak ilerleyen 89

zamanlarda bilim, manyetizma ve elektrik arasında bir bağlantı olduğunu kanıtlayacaktı. Yüzyıllar sonra, 1752'de, Benjamin Franklin elektrik üzerine yoğun deneyler gerçekleştirmiş ve kendi mallarını satarak elde ettiği geliri bu deneyler için kullanmıştır. Yıldırım ile dural elektrik (statik elektrik) arasındaki bağı tanınmış uçurtma deneyi ile incelemiştir. Metal bir anahtarı uçurtmanın alt tarafındaki ıslatılmış sicime bağlayarak, fırtınalı bir günde uçurmayı denemiştir. Birbiri ardına dizilen kıvılcımlar metal anahtar üzerinden eline doğru hareket etmiştir ve bu da şimşeğin gerçekten de elektrikle ilgili olduğunu göstermiştir. Bilimsel toplulukta elektriğin tekrar ilgi odağı olması ile, Luigi Galvani (1737-1798), Alessandro Volta (1745-1827), Michael Faraday (17911867), André-Marie Ampère (1775-1836) ve Georg Simon Ohm (17891854) un da aralarında bulunduğu bazı bilim adamları, elektrik alanında önemli katkılarda bulunmuşlardır. 1791 de Luigi Galvani, elektriğin sinir hücrelerinden kaslara sinyal geçmesini sağlayan bir materyal olduğunu gösteren biyoelektrikle ilgili keşfini yayınlamıştır. 1800’lerde ise Alessandro Volta “Voltaik Pili” bulmuştur. 19. ve 20. yüzyılların sonunda ise, elektrik mühendisliği tarihinin en önemli isimlerinden bazıları belirmiştir: Nikola Tesla, Samuel Morse, Antonio Meucci, Thomas Edison, George Westinghouse, Werner von Siemens, Charles Steinmetz ve Alexander Graham Bell. Eski Yunan düşünür Miletli Thales MÖ yaklaşık 600 yılında, bir kürk parçasını sürtünen kehribarın saman çöpü, kuş tüyü gibi hafif cisimleri çektiğini bulmuştu. Bu nedenle birçok dile yerleşmiş olan elektrik terimi “Amper” anlamındaki yunanca “elektron” sözcüğünden türetilmiştir.

90

38 PARA Para, mal ve hizmetlerin değiş-tokuşu için kullanılan araçlardan en yaygın olanı.

Para, erken toplumların gelişmesine ve kapsamlı uygarlıklar geliştirmelerine imkân sağladı. Toplumlar karmaşıklaştıkça, mal edinmek için bir örnek bir değişim aracına ihtiyaç duyuldu. Para bu rolü oynamak için yaratılıp sürü hayvanlarından değerli madenlere ve nihayet madeni kâğıt paralara doğru bir evrim geçirdi. . Günümüzde para kartları elektronik transferlerle daha soyut olarak el değiştirmektedir. İlk çağlardan başlayarak, birkaç yüzyıl öncesine kadar mal paralar bir değişim aracı olarak fonksiyon görmüştür. İlk dönemlerde belirli kıstaslara sahip metalar para olarak kullanılmıştır. Başlıca kıstas ise para olarak kullanılacak nesnenin o bölge için önem taşıyan bir mal olmasıdır. İnek, hayvan derisi, midye kabuğu, tuz, tütün, pirinç, mısır ve buğday para olarak kullanılan metaların temel örnekleridir. Kendiliğinden gelişen bu sistemde, para olarak kullanılan nesnenin mal olarak da değeri vardır. Yani, para olarak kullanılan bir nesne aynı zamanda ihtiyaçların giderilmesinde bir mal olarak da kullanılmaktadır. Bu nesnenin mal-para olarak değeri aşağı yukarı mal değerine eşittir. Mal para sisteminde, para olarak kullanılan bu nesneler, paranın fonksiyonlarından sadece hesap birimi olma (değer ölçüsü) fonksiyonunu yerine getirmişlerdir. Değişim fonksiyonunu yerine getirmemişlerdir. Ayrıca, para olarak kullanılan ilk nesneler, paranın taşıması gereken özelliklere sahip olmadıkları için (taşınabilirlik, bölünebilirlik, dayanıklılık, standartlık gibi) zamanla içerisinde yerlerini altın ve gümüş gibi kıymetli madenler almıştır. Bu madeni (metal) paralar, bölgesel ve uluslararası ödeme aracı olarak genel kabul 91

görmüştür. Aynı zamanda mal para oldukları için mal para sistemi içinde değerlendirilmişlerdir. Mal para sistemi, insanlık tarihinin çok yakın zamana kadar olan bölümünde uygulanmış bir sistemdir. Bu süreç içerisinde, altın ve gümüş bir dönem için birlikte kullanıldıkları gibi, başka bir dönemde tek başlarına kullanılmışlardır. Bu durumda para biriminin değeri, standart olarak kabul edilen altın ve gümüşe bağlı olarak belirlenmiştir. Mal para sisteminin, madeni para (metal para) döneminde belli başlı iki temel problem ortaya çıkmıştır. Birincisi; paranın madeni saflık (ayar) derecesi, diğeri ise ağırlığı olmuştur. Madene dayalı mal para sistemi, parayı dolaşıma çıkarma gücüne sahip otoriteye gelir oluşturma imkânı vermiştir. Feodal çağda, para basma (para dökme) yetkisine sahip derebeyleri, para bileşimindeki değerli maden oranını düşürerek, gelirlerini artırma imkânı bulmuşlardır. Örneğin, 10 kilo altın ile her biri 20 gramlık saf altın para dökümünden 500 para gelir sağlarken, 20 gram altının 10 gramı altın, 10 gramı bakır olarak döküldüğünde 1.000 birimlik gelir elde edilmiştir. Böylece, 500 birimlik ek gelir elde etmek mümkün olmuştur. Derebeylerinin, paranın maliyeti ile kullanım değeri arasındaki farktan elde ettikleri bu gelire, “senyoraj” geliri adı verilmiştir. Günümüzde, para basma tekeli merkez bankalarına ait olduğu için senyoraj geliri de bu kurumlara ait bulunmaktadır. Osmanlı döneminde, saf altının yabancı madde karıştırılarak altın oranının düşürülmesi ise “tağşiş” olarak adlandırılmıştır. Tağşiş, hem paraya duyulan güvenin sarsılmasına hem de para miktarının genişlemesine bağlı olarak toplam talebin artmasına ve fiyatlar genel düzeyinin yükselmesine neden olmaktadır. Paranın tağşişi, aynı değerdeki (aynı ağırlıkta) iki farklı paranın piyasada dolaşmasına yol açmaktadır. Bunlardan biri saf altın ya da bileşiminde altın oranı yüksek para diğeri ise altın oranı düşük paradır. Altın oranı yüksek olan para iyi parayı (güçlü parayı), düşük olan ise kötü parayı (zayıf parayı) ifade etmektedir. Piyasada bu tür iki farklı para dolaşımda bulunduğunda, insanlar iyi parayı saklayıp, alışverişlerinde kötü parayı kullanmayı tercih edeceklerdir. Bu davranış biçimi toplumda yaygınlık kazandığında, ceplerde (keselerde) tutulan para, iyi para dolaşımda kalan ise kötü para olacaktır. Bu durum 17. yy. da yaşamış Sir T. Gresham tarafından gündeme getirilmiş ve “kötü para 92

iyi parayı piyasadan kovar” şeklinde ifadesini bulmuştur. Aynı zamanda “Gresham Kanunu” olarak da ünlenmiştir. Mal para sisteminde diğer problem ise para olarak kullanılan madenlerin ağır olmaları nedeniyle nakliyelerinde ortaya çıkan zorluktur. Ayrıca, nakliye güvenliği hemen her zaman problem oluşturmuştur. Yani soygun tehlikesi para nakli sırasında sürekli var olmuştur. Para iktisadi hayatın işleyişinde büyük bir öneme haizdir. Mübadelenin yapılmasında sağladığı kolaylık sebebiyle kullanımı yaygınlaşmış ve günümüzün ekonomik yaşayışında vazgeçilmez bir unsur olmuştur. Paranın kullanılmadığı dönemlerde bir malın doğrudan doğruya diğer bir malla mübadelesi yani trampa söz konusu idi. Mübadele edilen mal miktarının oranı her malın diğerine nazaran değerini ifade eder. Trampanın gerçekleşebilmesi, taraflardan her birinin alacağı malın, vereceği maldan daha faydalı olduğuna inanmasıyla mümkün olur. Diğer taraftan, trampa edilecek mallar kolaylıkla bölünemediğinden, bu mallar arasında kolaylıkla kıymet eşitliği sağlanamıyordu. Bu ise mübadeleyi zorlaştırıyordu. Bu zorluğu gidermek için üçüncü bir malı(hayvan derisi, tuz, buğday, inci daha sonra madenler)ödeme vasıtası olarak kullanılmaya başlanmıştır. Yani bu madenler paranın fonksiyonlarını görmüş ve para yer ve zaman bakımından farklı şekillerde ortaya çıkmıştır. Çeşitli madenlerden yapılmış paralar (demir, nikel, tunç, bakır kalay vs.)yakın zamanlara kadar altın, gümüş, banknot ve nihayet kağıt para, kaydi para, kâğıttan yapılmış paralar (çeşitli senet ve bonolar), ufaklık paralar kullanılmaya başlanmıştır. İlk madeni para MÖ 7. yüzyılda Anadolu’da yaşamış zengin bir halk olan Lidyalılar tarafından kullanılmıştır. Bir fasulye tanesi bü-yüklüğünde ve biçimindeki bu madeni paralar yüzde 75 altın ve yüzde 25 gümüş alaşımı olan elektrumdan yapılmıştı. Lidya Kralı Krezüs, daha sonra saf altın ve gümüş paralar bastırdı. Kısa bir süre sonra Eski Yunan, Anadolu, Ege Adaları, Sicilya ve Güney İtalya kentleri kendi paralarını bastırmaya başladılar. En değerli olanlar altın paralardı. Sonra sırasıyla gümüş ve bakır paralar geliyordu. İlk çağlardan itibaren insanlar çeşitli malları para yerine kullanmışlardır. İş bölümünün gelişmesiyle birlikte malların mallarla mübadele edilmesi giderek zorlaşmıştır. Takas edilecek malların değerinin birbirine denk olmaması, malı arz edecek kimsenin her zaman bulunmaması, malların 93

bölünebilme özelliklerinin olmaması çeşitli zorluklar ortaya çıkarmıştır. Örneğin bir at ile yirmi ölçek buğday değiştirmek isteyen bir kimsenin bir pazarda aynı malın karşılığında on ölçek buğday veya beş ölçek süt önerisi ile karşılaşması farklı değerlerin oluşmasına neden olmuştur. Zamanla bölgelerin özelliklerine göre bir mal üzerinde anlaşılarak tek bir mübadele değeri oluşturulmaya çalışılmıştır. Değer ölçüsü, fonksiyonu gören bu mala hesap parası denilmiştir. Hesap parasının temsil ettiği malın ödeme aracı olarak kabul edilmesi paralı ekonominin doğmasındaki en önemli etken olmuştur. Öte yandan bazı malların taşınma, bölünme ve biriktirme zorluklarının bulunması madenlerin kullanılmasına yol açmıştır. Özellikle altın bakır gümüş gibi metallerin küçük parçalara bölünebilmelerinin yanı sıra değer ölçüsü ve biriktirme fonksiyonlarını görmeleri yaygın bir mübadele aracı olarak kullanılmalarını sağlamıştır. Dünyanın bilinen en eski para örnekleri, Anadolu topraklarında MÖ 7. yüzyıldan kalmadır. Aynı zamanda gerçek anlamda tarihte paranın ilk örnekleri olan bu kalıntılar, Türkiye’nin batısında bulunan, Lidyalıların yaşamış oldukları topraklarda bulundu. Şekil olarak Fasulye biçiminde olan bu madeni paralar altın ve gümüş gibi değerli metallerden yapılmıştır. Lidyalılarca basılan bu Paraların iki yüzünde farklı simgeler bulunmaktaydı, bu metal paraların bir yüzünde kralı simgeleyen aslan ve boğa motifi bulunmaktayken, diğer yüzünde ise paranın değerini gösteren işaretler vardı. Paranın yaygınlaşması ticaret yollarında bulunan Anadolu üzerinden olmuştur. Zamanla para kullanımı Lidyalılar vasıtasıyla Batı Anadolu’dan tüm Akdeniz bölgesi ülkelerine yayıldı. MÖ 320 yılında ise bir tarafında Büyük İskender’in profilinin resmi basılan paralar yapıldı. Daha sonra başka ülkelerdeki kral ve imparatorlar kendi portrelerini para üzerinde bastırmaya başladılar. Dünya üzerinde kâğıt paraların ilk kullanımı ise 11. yüzyıla dayanmaktadır. Ödeme aracı olarak zamanla para oldukça yaygınlaşmış ve Moğol İmparatoru Kubilay Han tarafından ordusunda yer alan askerlerinin maaşları kâğıt para ile ödenmeye başlanmıştır. Avrupa’da ilk kâğıt paranın basılması 1661 yılında Stockholm’de olmuştur. Birkaç yıl sonra Birleşik Krallık Yani İngiltere’de de kâğıt paralar kullanılmaya başlandı. Amerika kıtasında yer alan ülkelerde ise ilk kâğıt banknotlar, 18. yüzyıl civarında ortaya çıktı. 94

Anadolu'da ise altın ve gümüşün doğal alaşımı olan elektrumdan basılan paralar mübadele aracı olarak dolaşıma girmiştir. Zamanla altın sikkeler dış ticarette ve büyük ödemelerde bakır bronz gibi madenler de ufaklık para olarak küçük ödemelerde kullanılmaya başlanmıştır. İç piyasada en çok kullanılan ödeme aracı ise gümüş olmuştur. 18. yy'a kadar para sisteminin temelini teşkil eden gümüş sikkelerin ağırlığı ve ayarı devletçe tespit edilmekteydi. Para değerinin ölçüsü olarak gümüşün kullanıldığı bu dönemlerde altın sikkeler sadece külçe değerleri üzerinden işlem görmüştür. Gümüş ve altın arasındaki değer oranı serbest dalgalanmaya bırakılmıştır. Devlet sadece kendisine ait veya imtiyaz verdiği darphanelerde basılan gümüş sikkelerin kabulünü zorunlu kılmakla birlikte özel kişilere de tuğra resmi karşılığında ellerindeki külçelerden sikke kestirmek hakkı tanınmıştır. Altın üretiminin zamanla artması gümüşün değerinin istikrarsızlaşması altın sikkelerin de değerinin düşmesine neden olmuş; birçok ülke gümüş ve metal sistemlerinden vazgeçerek çift metal sistemine veya altın tek metal sistemine geçmiştir. Altın tek metal sisteminde para ölçüsü altın da Darphanelerde özel kişiler sadece altın sikke kesitini bilmiş, gümüş sikkeler ise devlet tarafından ve devletin tayin ettiği değere göre tedavüle çıkarılmasında Altın sikkeler Birinci Dünya Savaşı'na kadar tedavülde kalmıştır. Çift metal sistemini (bimetalizm) kabul eden ülkelerde ise hem gümüş hem de altın devlet resmi parası olarak kabul edilmiştir. Özel kişiler de iki madenden de sikke kestirmek hakkına sahipti, ödeme güçleri iç piyasada aynı idi. Zamanla altın ve gümüş üretimi arasında dengesizlik ortaya çıktı. İki maden arasındaki parite de bozulmuştur. Özellikle gümüş üretimindeki artış gümüşün değerini para değerinin altına düşürmüştür. Bu durumda gümüşü ucuza alıp darphanede sikke kestirerek ödemlerde kullanmak yaygın hale gelmiş, gümüş sikkeler giderek ortadan kaybolmuştur. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren çift metal sistemini ayakta tutabilmek için bazı önlemler alınmaya başlanmıştır. Örneğin gümüş sikkelerin değeri düşürülmüş ve serbestçe bastırılması durdurulmuştur. Ayrıca küçük birimli gümüş sikkelere kabul haddi tayin edilmiş, kısaca gümüşün para ölçüsü olarak gördüğü fonksiyonlar sınırlandırılmıştır. Sonuç olarak da ortaya topal mikyas adı verilen sistem ortaya çıkmıştır. Madeni para sistemleri yaygın bir şekilde uygulanırken 17. yüzyıldan itibaren temsili paraların da tedavül etmeye başladığı göze 95

çarpmaktadır. Aslında madeni sikkelerin yerini tutmak üzere çıkarılan temsili paralara eski çağlarda dahi rastlanmaktadır. Bununla beraber, çağdaş banknot sistemlerine öncü sayılabilecek ilk para İngiltere'de 17. yy. 'da değerli madenleri muhafaza eden sarrafların tevdiat sahiplerine verdikleri makbuzlardır. Goldsmith's notes adı verilen bu makbuz hamilleri, üzerinde yazılı değerde altın veya gümüş külçe almak hakkına sahiptirler. Zamanla bu makbuzlar para gibi tedavül etmeye başlamıştır. Daha sonra sarraflar kendilerine tevdi edilen değerli madenlerin özellikle altının hepsinin aynı anda çekilmediğini fark etmişlerdir. Bunun üzerin kendilerine ait olmayan bu aştın stokunun bir kısmını kasa karşılığı olarak tutmuşlar, geri kalanını ihtiyaç sahiplerine faiz karşılığı borç olarak vermişlerdir. Daha ileri bir safhada ikrazda bulundukları kimselere altın sikke yerine artık banknot adı verilen temsili paraları vermeye başlamışlardır. Sarraflar bir ara açtıkları kredileri ödeme imkânlarının üstüne çıkarmışlar ve mevduat sahiplerini zarara sokmaya başlamışlardır. Bunun üzerine 17. yüzyılın sonlarında faaliyetleri durdurulmuş fakat bu sefer de aynı nitelikleri taşıyan bankalar kurulmuştur. Altın sikke sistemine güvenin azalması ve uluslar arası ticarette aracı kurumlara ihtiyaç duyulması banka sistemine uygun hale getirmiştir. Fakat bankalarda banknot ihracı yetkilerini kötüye kullanmışlardır. Nihayet 19. yüzyılın başlarından itibaren banknot hacminin kontrolüne gidilmiştir. Altın standardı veya çift maden sisteminde banknotların madeni karşılığında emisyon kurumu kefil olmuştur. Banknotlar emisyon kurumuna ibraz edildiğinde karşılıkları olan değerli madenin ödenmesine konvertibilite denir. Uygulamada üç türlü konvertibilite esası altın sikke sistemidir. Bu sistemde madeni paralar ve banknotlar hukuken eşit ödeme kabiliyetine sahip olmuşlardır. Altın külçe sisteminde ise altın sikkeler tedavülden kaldırılmış ve yurt içi ödemeler temsili paralarla yapılmıştır. Konvertibilite esası yalnız yüksek meblağlar için uygulanmıştır. Altın külçe sistemi Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra bir ara bazı Avrupa ülkelerinde tatbik edilmiştir. Tedavül hacmini karşılayabilecek kadar geniş altın stokuna sahip olamayan ülkelerde ulusal para ile altın arasındaki bağ altın standardına bağlı dövizler yardımı ile kurulmuştur. Altın kambiyo sistemi adı verilen bu sistemde emisyon kurunun çıkardığı banknotların altın sikke ve altın külçe konvertibilitesi tanınmamıştır. Ancak yurt dışına ödeme yapmak isteyenler altın 96

standardına bağlı yabancı paraları serbestçe elde edebilmişlerdir. Adı geçen sistemi 19. yüzyıl sonlarında Rusya uygulamış ve rubleyi altına bağlarken Alman markını esas olarak almıştır. Banknot ihracının kontrolünde başlıca iki görüş ileri sürülmüştür. Otomatik altın standardı teoreminin kurucusu olan İngiliz İktisatçısı D. Ricardo işlemesi için tedavül prensibini savunmuştur. Bu prensibe göre banknot miktarı sıkı bir şekilde altın sikke miktarına bağlanıyordu. Diğer bir deyişle çıkartılan her banknotun tam altın karşılığı bulunması gerekmekteydi. Para arzına elastiklik kazandırmak amacını güden diğer prensip banka prensibi adını taşır. Emisyon sorununu para talebi açısından ekle alan banka prensibine göre tedavüldeki sınırı altın sikke miktarının artık çok genişlemiş olan ticaret hacmine intibak etmesi güçtür; şu halde para arzına elastiklik kazandırmak için bankalara ihracı konusunda serbestlik tanımalıydı. Her iki prensipten de asgari altın ankes sisteminde banknotun belirli oranında minimum altın sikke karlığı bulundurmak zorunluydu. 19. yüzyıl boyunca özellikle savaş dönemlerinde halkın elindeki banknotları altın sikkeye çevirme eğilimi artmıştır. Merkez bankaları altına çevirme taleplerini karşılayamaz hale gelmiş ve banknotların altına çevrilebilme kabiliyetini geçici bir süre kaldırarak Kâğıt para rejimine geçilmiştir. Kâğıt para rejiminde devlet ve ya merkez bankası tarafından çıkarılan paraların altına çevrilebilme imkânları yoktur. Bununla beraber Kâğıt para sistemi devamlı olamamış ve ekonomik durum düzeldikçe yeniden altın sikke sistemine dönülmüştür. Aynı tecrübeler Birinci Dünya Savaşı sırasında geçirilmiş ve nihayet 1929 Büyük Dünya Buhranı’ndan sonra devamlı olarak Kâğıt para rejimine geçilmiştir. Kâğıt paranın altına çevrilebilme kabiliyeti yoktur. Bununla beraber bugün kâğıt para yerine banknot denmektedir. Kâğıt paranın altına çevrilme özelliğinin bulunmaması para arzına geniş bir elastiklik kazandırmıştır. Bu elastikliği sayesinde adı geçen sistem para arzını bir ekonomi politikası aleti olarak kullanılmasını sağlamıştır. Kâğıt para rejiminin uygulanmasıyla altının ödeme aracı fonksiyonu tamamen ortadan kalkmış değildir. Özellikle uluslar arası ödemelerde bu fonksiyon önemini muhafaza etmektedir.

97

39 SANAYİ DEVRİMİ Sanayi Devrimi ya da Endüstri Devrimi, Avrupa'da 18. ve 19. yüzyıllarda yeni buluşların üretime olan etkisi ve buhar gücüyle çalışan makinelerin makineleşmiş endüstriyi doğurması, bu gelişmelerin de Avrupa'daki sermaye birikimini arttırması.

Sanayi Devrimi insan ve hayvan gücüne dayalı üretim tarzından, makina gücüne dayalı üretim tarzına geçiştir. Bu tarz üretim 18. yüzyılda İngiltere'de özellikle dokuma sektöründe ortaya çıkmış, daha sonra diğer alanlara yayılmıştır. Makineye dayalı üretime geçişle birlikte üretimin şekli ve miktarı artmıştır. Devrimi, ilk olarak Birleşik Krallık'ta ortaya çıkmış, ardından Batı Avrupa, Kuzey Amerika ve Japonya'ya sıçramış ve ardından bütün dünyaya yayılmıştır. İngiltere'nin, Endüstri Devrimi'nde bütün ülkelere öncülük etmesi, bu ülkede birçok özelliklerin bir araya gelmiş olmasının bir sonucu olarak gözükmektedir. 98

Endüstri Devrimi, 1760-1840 tarihleri arasında İngiltere’de yaşanan, tarıma ve zanaatlara dayalı bir ekonomiden, sanayinin ve makine üretiminin egemen olduğu bir ekonomiye özellikle James Watt adlı bir İskoç’un buhar makinesini bulması ve makineyi üretime sokmasıyla gerçekleşen bir geçiş sürecidir. Zamanla anlamı da genişlemiştir. Hobsbawm’a göre, Endüstri Devrimi yalnızca iktisadi büyümenin hız kazanması değil, iktisadi ve toplumsal dönüşüm nedeniyle ve bunun sayesinde iktisadi büyümenin hız kazanması anlamına gelmektedir. Aynı zamanda İngiliz devriminin tarihte bir ilk olduğunu ve birçok yönden, kendisinden sonraki tüm endüstri devrimlerinden farklı olduğunu kabul etmiştir. Endüstri Devrimi’ni 16. ve 17. yüzyıldaki dinsel, siyasal, bilimsel ve felsefi düşünceler hazırlamıştır. Protestan Reformasyonu “bugün çok çalışıp yarını düşünmeyi” önemli bir değer olarak yerleştirmiştir. 17. yüzyılda Aydınlanma filozofları bilimsel yöntemi ve rasyonel düşünme ilkelerini geliştirmişlerdir. Fransız Devrimi, Napolyon aracılığıyla bu düşünceleri Avrupa’ya yaymıştır. 17. yüzyılın bilimsel buluşları, endüstri devriminin teknolojik gelişmelerine kaynak oluşturmuştur Düşünsel nedenlerin yanında, sanayi devrimini doğuran diğer nedenler şunlardır: Hızlı nüfus artışı 16. yüzyıldan başlayarak Avrupa'nın nüfusu hızla arttı. Tarımdaki gelişmeler bu sektördeki nüfus ihtiyacını azaltarak bu nüfusun kentlere göç etmesine neden oldu. Böylece kent sanayisine hazır işgücü oluştu. Yaşam düzeyi yükseldi. . Eskiden lüks sayılan şeker, kahve, çay gibi mallar artık orta sınıf ve alt sınıflar için doğal bir gereksinme olmaya başlıyordu. Bu da dolaylı olarak tüketim malı talebini arttırdı. Geniş çaplı yağmalar, sanayi devriminin en önemli finans kaynağı olmuştur. Gerek İspanyollar tarafından yağmalanan Orta Amerika altınları, gerekse de İspanyol gemilerini vuran, yağmacıları yağmalayan İngiliz gemileri, Avrupa'ya tonlarca altın taşımıştır. Bütün bunlar 16. ve 17. yüzyıllarda, sanayi devrimine götüren süreçleri desteklemiştir.

99

40 SÖMÜRGECİLİK 1492 yılı İspanyol tarihi bakımından fetih yılıdır; hem Granada’nın Müslümanlardan geri alınışı ki yeniden fetih olarak adlandırılır (reconquista) hem de Yeni Dünya’nın keşfi aynı yıl içinde gerçekleşmiştir. 1492’de Kristof Kolomb’u yeni bir kıtayı fethe gönderen Katolik krallar, aynı yıl Granada’yı ele geçirip İber Yarımadası’ndaki Müslümanların hâkimiyetini sona erdirirken, Musevileri de kitlesel olarak ülke dışına sürmüşlerdi. Aynı yıl içinde Aragon kralı Fernando ve Kastilya Kraliçesi Isabel’in evliliği ile hanedanlar tek bir bayrak altında birleştirilmiş, İspanyol Krallığı’nın siyasi birliği de sağlanmıştı. Böylece reconquista’yı başarıyla gerçekleştiren İspanya, iç huzurunu da sağlamış olmanın verdiği rahatlıkla gözünü denizaşırı topraklara dikti. Ortaçağ Avrupa’sında doğunun zenginliklerini ele geçirmek büyük bir tutku haline gelmişti. Avrupalılar bu hedef doğrultusunda Haçlı Seferleri’ne girişmişler, başarısız olunca da doğuya ulaşmak üzere yeni yolları keşfetmeye yönelmişlerdi. Gemicilik teknikleri ve coğrafya bilgisinin gelişmesiyle 15. yüzyılda İspanyollar ve Portekizliler altın ve baharat ülkesi olan Hindistan’a ulaşmak üzere deniz seferlerine başladılar. 1492 yılında da Cenevizli denizci Kristof Kolomb İspanya Krallığı’nın bayrağı altında keşif seferine çıktı. Kolomb’un hedefi kısa yoldan Asya’ya ulaşmak ve Doğu’nun zenginliklerinden pay alabilmekti. İspanya Kralı’nın kazancı ise keşfedilen yerlere sahip olmak ve Hindistan’dan getirilecek malların 9/10’nu almak idi. Kolomb, sürekli batıya giderek doğunun zenginliklerine ulaşacağına inanıyordu. Asya kıtasına ulaşabilmek için Yeni Dünya’ya dört sefer düzenleyen Kolomb, Hindistan’a ulaştığını sanıyordu ve hayatının sonuna kadar da doğuya ulaştığına inanarak yaşayacaktı. Bundan dolayı Yeni Dünya’da karşılaştığı yerli halka Hintli adını verdi. Kolomb, Orta Amerika, 100

Karayipler ve Honduras’taki tüm büyük adalara ulaştı. Amerika’nın yeni bir kıta olduğunu ortaya çıkaran ise İspanya ve Portekiz Krallıkları yönetiminde Yeni Dünya’ya keşif gezileri yapan İtalyan denizci Amerigo Vespucci oldu. Kıtanın da Amerigo Vespucci’nin isminden dolayı Amerika olarak adlandırıldığı ileri sürülmektedir. Bununla beraber Gerardus Mercator adlı bir haritacının da 1538 yılında kıtanın haritasını çizdiği ve tüm kıta için Amerika adını kullandığı da bilinmektedir. İspanya Krallığı, Kolomb’un bıraktığı yerden devam etmek üzere pek çok denizciyi yeni kıtayı bulmak üzere teşvik etti. Keşif hareketlerini gerçekleştiren İspanyol denizciler, Amerika Kıtası’nda zamanın oldukça gerisinde bir dönemde yaşayan halklarla karşılaştılar. Kendilerini oldukça misafirperver karşılayan yerli halkı barbar, gelişmemiş ve sapkın buldular. Bununla birlikte İspanyollar kıtaya ayak bastıklarında Latin Amerika’da üç büyük uygarlığın varlığı söz konusuydu: Maya, İnka ve Aztek uygarlıkları. Keşif hareketlerinin ardından fetih hareketlerini başlatan İspanyollar ilk fetihlerde önce bu uygarlıkları ortadan kaldırdılar. Keşfettikleri topraklarda karşılaştıkları uygarlıkları görmezden gelen İspanyolların, fethi meşrulaştırmak için sık sık sarıldıkları sav, onların törenler yaparak insan kurban ettikleri, yamyamlık, sodomi ve ensest uygulamalarına başvurarak, tabii yasaları çiğnedikleri savıdır. İspanyollar bundan dolayı yerlilerin, kıta üzerinde hiçbir hakkı olamayacağını savunmuşlardı. Bu düşünceyle, herhangi bir engel tanımadan fetih hareketlerine giriştiler. İspanyol fetihleri çok süratli ve acımasız oldu. Fetihler askeri teknolojiye dayanıyordu ve değişik gruplardan oluşan yerli halklar arasındaki düşmanlıktan yararlanıyordu. Bununla beraber yerli halkların ve yerli uygarlıkların direncini kıran bir diğer önemli husus salgın hastalıklarıydı. Avrupalıların beraberlerinde Amerika’ya getirdikleri ve Avrasya’da yaygın olan kızamık, kabakulak, veba, grip ve çiçek gibi hastalıklara karşı Amerikan yerlilerinin hiçbir direnci yoktu. Bu hastalıklar Karayip Adaları’nda yayıldı ve oradan Orta ve Güney Amerika’nın daha yoğun nüfuslu bölgelerine sıçrayarak bazı yerlerde yerel nüfusun neredeyse % 90’ını öldürdü. Dolayısıyla teknolojik üstünlük ve hastalıklar, İspanyolların, Amerika kıtasındaki yerli uygarlıkları kısa sürede ortadan kaldırmalarında önemli rol oynadı. Amerika kıtasının keşfinin ardından bölgenin zenginliklerini ele geçirmek ve egemenlik kurmak isteyen İspanyollar, kıtaya yönelik 101

seferler düzenlemeye devam ettiler. Amerika’ya gelenler denizcilik mesleğiyle uğraşan İspanyol fatihlerdi. İspanyol fatihler, bir yarım yüzyıl içinde egemenliklerini Meksika’ya, Orta Amerika’ya ve -Brezilya dışındaGüney Amerika’nın bir bölümüne yaydılar. İspanyol fatihlerinden Cortez’in Meksika’yı, Pizarro’nun da Peru’yu fethetmesi özellikle büyük önem taşımaktadır. Cortez Meksika’daki Aztek, Pizarro da Peru’daki İnka uygarlıklarını tümüyle yok ettiler. Bu uygarlıkların eşsiz altın heykel ve süs eşyalarını eriterek paraya dönüştürdüler. Ele geçirdikleri tüm değerli madenleri İspanya’ya taşıdılar ve küresel İspanyol İmparatorluğu’nun oluşumuna büyük katkı sağladılar. Fatihlerin bu başarısını açıklayan nedenler koşulların uygunluğu, yerli halkların saflığı, başta da silahlarının üstünlüğüdür. Nitekim keşiften üç yıl sonra Kristof Kolomb’un yönetiminde Dominik yerlilerine karşı açılan savaşta, bir avuç atlı, iki yüz piyade ve özel olarak yetiştirilmiş birkaç yırtıcı köpek, yerlilerin hakkından gelmiştir. Böylece İspanyollar kıtada şiddete dayalı sömürgeci bir yayılma başlatmış, dünyanın en batısında yer alan Yeni Dünya’nın zenginliklerine 300 yıl boyunca sahip olmuşlardı. İspanyolların Latin Amerika’yı fetihleri. Yüzyıl sonuna kadar devam etti. Bu dönemde Latin Amerika’nın tüm kaynakları sömürgeleştirildi. İspanyolların fetih hareketi, Amerika’nın yerli halkı için tutsaklık, yoksulluk, yıkım getiren bir sömürge düzeninin yerleşmesi anlamına geldi. Ateşli silah nedir bilmeyen, ama birçok bakımdan gelişmiş uygarlıklar yaratmış bulunan Mayalar, İnkalar, Aztekler eriyip gittiler. Fatihlerin beraberlerinde İspanya’ya götürdükleri yerli halk köle pazarlarında satıldı. Latin Amerika’nın İspanyollar tarafından sömürgeleştirildiği dönemde kıta nüfusunun yanı sıra bölgenin coğrafi yapısı da altın, gümüş gibi değerli madenlere ulaşmak için değiştirildi. Bağımsızlık savaşlarının ardından İspanyollar, İber Yarımadası’na çekilmek zorunda kalırken, geride sömürge yönetimine alışmış olan bir toplum bıraktılar.

102

41 SÜVEYŞ KANALI Süveyş Kanalı, dünyanın en önemli deniz geçitlerinden biri. Kızıldeniz ile Akdeniz’i birleştiren kanaldır. Fransız mühendisi Ferdinand de Lessepsin’in teşebbüsüyle 1869 yılında açılmıştır.

Süveyş Kanalı Akdeniz ile Kızıldeniz'i birleştiren 163 km uzunluğunda yapay su yolu. Kanalın genişliği 70-125 metre arasında değişmektedir. Derinliği 11-12 metredir. Su kesimi 10,36 metreden fazla olan gemiler kanaldan geçemez. 1951 yılında trafiği kolaylaştırmak amacıyla ElKantara ile El-Firdan arasında 13,5 km'lik bir yan geçit açılmıştır. 1869’da ulaşıma açılan kanal, havuzlar kullanılmadan, deniz seviyesinde 169 km uzunluğunda bir geçiş sağlar. Kanal, Hint Okyanusu ile Akdeniz ve Atlas Okyanusu’nu Avrupa kıyılarına bağlayan en kısa deniz yoludur. Açılış amacı, Kızıldeniz ile Akdeniz’i birbirine bağlayarak Asya ve Avrupa arasındaki deniz taşımacılığını hızlandırmaktı. Süveyş Kanalı inşaatında, teknik problemler ortaya çıktı. Üstelik bir arada çalışan İngilizler ve Fransızlar birbirlerinin niyetinden şüpheli olduğundan politik güçlükler zuhur etti. En büyük meseleyse finansman problemiydi. 130 milyon Fransız altını tahmin edilen harcamalar (41.860.000 dolar), 287 milyon Fransız altınına (92.414.000 dolar) ulaştı. 10 sene devam eden çalışmalarda 20 bin işçi çalıştırıldı. Bütün mânilere rağmen, kanal 17 Kasım 1869da trafiğe açıldı. Açılışta gemilerden müteşekkil bir konvoy düzenlendi. Bu konvoyun başında Fransa’nın kraliyet yatı Aigle ve bunun güvertesinde de Prenses Eugénie bulunuyordu. Açılışa Mısır Hidivi İsmail Paşa tarafından, hem Ortadoğu hem de Avrupa ülkelerini temsil edecek şekilde birkaç bin kişi davet edildi. 103

Trafik artışına ayak uydurmak için, kanal firması devamlı olarak kanalı geliştirdi. 1869dan sonra, bu gelişme hızlandı. 1870’te kanal, yüzeyde 60 metre, derinde de 22 metre genişliğe ulaştı. 1956’da millileştirmeden sonra yüzey genişliği 150 metreye vardı. 10 metre derinlikteki zemin genişliği ise 60 metre oldu. Aynı sene tatlı su kanalının genişliği 7,5 metreden 10, 7 metreye ulaştı. Kanalda yapılan bu tadilatlar 322 milyar dolar tuttu. Ancak kanal boyu seyahati 45 saatten 15 saate indi. Kanalda güney istikametine ilerleyenler önce Port Said’e gelirler. Tuzlu Manzala Gölü’nün bataklık bölgesini geçip Port Said’in 50 km güneyinde 11 km’lik 1949-1951 senelerinde kazılmış geçiş bölgesine varılır. Bu bölgede iki gemi karşılıklı olarak rahatça geçebilir. Diğer taraflarda karşılıklı geçiş çok zordur. Kanalın hemen hemen yarısına yakın yerinde İsmailiye şehri civarında Timsah Gölü bulunur. Kanal, gölün içinden geçer. Kanal İdare Heyeti, Timsah Gölü’nün kıyısında yerleşmiştir. Buradan Kızıldeniz’e gitmek isteyen sırasıyla Büyük Acı Göl, Küçük Acı Göl, çölün doğu ucu ve Tevfik Limanı’ndan geçer. Süveyş Kanalı’nın dünyanın ekonomisine önemli tesirleri olmuştur. Kanal bir pencere misali kıtaları birbirine bağlamış ve karşı karşıya getirmiştir. Avrupa’dan Doğu Afrika’ya, Doğu Asya’ya ve okyanuslara yeni bir güzergâh temin etmiştir. Kanal, önceleri Ümit Burnu’nu ve Afrika sahillerini baştan başa dolaşan gemilerin yolunu kısaltmıştır.

104

42 TARIM İnsan besini olabilecek ve ekonomik değeri olan her türlü bitkisel-hayvansal ürünün bakım, besleme, yetiştirme, koruma ve mekanizasyon faaliyetlerinin tamamı ile durgun sularda veya özel alanlarda yapılan balıkçılık faaliyetlerinin tümüdür.

Tarımın geçmişi günümüzden 10.000 yıl öncesine dayanmaktadır. İlk tarım örneklerinin ardından, zamanla birçok toplumun arasındaki etkileşimin bir sonucu olarak tüm dünyada yaygınlaştı. Tarım sayesinde insanlık toplu yaşama geçti ve günümüzdeki devletler oluştu. Antik çağlarda, Bereketli Hilal ve çevresinde ilk örneklerine rastlanan tarım, öncesinde toplayıcılık ve avcılık ile geçinen toplumları yerleşik yaşama geçirdi. Aynı dönemlerde Çin ve diğer Asya ülkelerinde de başka yöntemlerle uygulanmaya başlayan tarım, zamanla Nil Nehri ve çevresinde yoğun olarak uygulanmaya başlandı. Tarihte, en eski tarımsal veriler, Anadolu'da Abu Hurerya adlı yerleşimde MÖ 13.500 yılından kalma tarımsal aletlerden edildi. Yine yakın dönemlere ait, Levant ve İran'daki Zagros Dağları çevresinde tarımsal faaliyetlerin izine rastlandı. Yine Bereketli Hilal üzerindeki alanda, kimi yerlerde darı, arpa, tahıl, acı bakla, keten, buğday gibi tarımsal kalıntılara rastlandı. Çoğu teoreme göre ilk tarım, insanların vahşi doğadan topladığı bitkisel besinlerini ve tohumlarını mağara önlerine düşürmesiyle başlar. Bu süreçte insanlar tüm gün yiyecek aramaktansa bitkileri toprağa ekerek devamlı olarak yerleşik halde besin elde edebileceğini fark etti. Bu keşif tüm toplumlarca farklı dönemlerde bulundu. Öncelikle Anadolu ve 105

Orta Doğu'da rastlanan tarımsal etkinlikler, toplumsal etkileşimler aracılığıyla dünyaya yayıldı. Tarımı daha erken keşfeden toplumlar daha önce yerleşik yaşama geçti ve günümüz uygarlıkları oluştu. Hindistan'da MÖ 7000'lerde rastlanılan tarım, yaklaşık 2000 yıl sonra da diğer Asya ülkelerinde görüldü. Yine bu dönemlerde Nil Nehri çevresinde tarımsal yapılara rastlanmaktadır. Mısır ve çevresindeki önemli su kaynakları ve ılıman iklimin mevcut olması tarımın burada daha üretken olmasını sağladı. Yine aynı dönemlerde Mısırlılar Nil'in taşma dönemlerini hesapladı ve ürünlerinin telef olmaması için çeşitli matematiksel formüller ve geometrik hesaplamalara başvurdu. Tarım bu bağlamda günümüz bilim ve teknolojisine farklı yollar aracılığıyla etki bıraktı. Mezopotamya'da ise Şatt-ül-Arap ve Basra Körfezi çevresinde uygulanan tarımsal faaliyetler, ilk kez Sümerler tarafından yapıldı. MÖ 5000'lere denk gelen bu süreç, zamanla diğer Mezopotamya uygarlıklarına yayıldı. Yapılan araştırmalarda Fırat ve Dicle nehirleri arasında ahır hayvanlarının kemiklerine rastlandı. Bu da, bölgede hayvancılığın da yer edinmiş olduğunu göstermektedir. Aynı dönemde Amerika kıtasındaki yerliler de basamaklı teraslar aracılığıyla And Dağları başta olmak üzere tarımsal faaliyetlere başladı. Güney Amerika'nın Büyük Okyanus kıyılarında yapılan kazılarda, tütün, patates, fasulye, biber, domates, balkabağı gibi tarımsal ürünlerin kalıntılarına rastlandı.

106

İNSAN

43 ÂDEM İbrahimi dinlere göre Tanrı tarafından yaratılan ilk insan.

Her İbrahimi dinde Âdem'e bakış açısı ve Âdem'in hikâyesi farklılık gösterse de özünde büyük oranda aynıdır. İbranice’de “kızıl toprak” anlamına gelen Adam, Sanskritçe’de “Ada-Nath”dır ve “ad” kelimesi o dilde bütün kelimelerin önüne geldiğinde (ilk) anlamına gelmektedir. Türkçede ata diye kullanılan kelime pek çok eski kültürde aynı ses yapısıyla ve aynı anlamda kullanılmıştır. (Örneğin Samoa dilinde tata, Siyu dilinde atey) Sümer mitolojisinde yaratılmış ilk insan ve ilk kral olan Adapa'nın diğer bazı unsurların yanında isimsel olarak da Âdem inancının kökenini oluşturmuş olduğu da düşünülmektedir. Âdem’in çamurdan, eşinin ise kaburga kemiğinden yaratılması (Nin-Ti), cennetten kovuluş, yasak meyve, yılan, Âdem’in bin yıla yakın yaşaması vb. temaları Sümer efsaneleri ile örtüşen motiflerdir. 107

Tevrat'ın Tekvin bölümüne Âdem ile Nuh tufanı arasındaki geçen süre 1756 yıllık bir süreye karşılık gelmektedir. İslami anlayışın da ilgili hadislerin yol göstermesiyle aynı yönde geliştiğini söylemek mümkündür. İbni Said, Tabakat'ında Âdem'le Musa arasında 3000 yıllık bir zaman olduğunu kaydetmektedir. Yahudi inancına göre Âdem (İbr. Adam), yaradılışın altıncı gününde topraktan yaratılmıştır. 1. babda erkek ve dişi olarak yaratıldıkları söylenirken 2. babda dişinin, erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığından bahsedilmesi, birinci bölümdeki kadının Lilith, ikinci bölümdekinin ise Havva olduğu şeklinde yorumlanmaktadır. Gök ve yer bütün öğeleriyle tamamlandı. Yedinci güne gelindiğinde Allah yapmakta olduğu işi bitirdi. Yaptığı işten o gün dinlendi. Allah göğü ve yeri yarattığında, Yeryüzünde yabanıl bir fidan, bir ot bile bitmemişti. Çünkü Allah henüz yeryüzüne yağmur göndermemişti. Toprağı işleyecek insan da yoktu. Yerden yükselen buhar bütün toprakları suluyordu. Allah, Âdem’i topraktan yarattı ve burnuna yaşam soluğunu üfledi. Böylece Âdem yaşayan varlık oldu. Allah doğuda, Aden’de bir bahçe dikti. Yarattığı Âdem’i oraya koydu. Bahçede iyi meyve veren türlü türlü güzel ağaç yetiştirdi. Bahçenin ortasında yaşam ağacıyla iyiyle kötüyü bilme ağacı vardı. Aden’den bir ırmak doğuyor, bahçeyi sulayıp orada dört kola ayrılıyordu. İlk ırmağın adı Pişon’dur. Altın kaynakları olan Havila sınırları boyunca akar. İkinci ırmağın adı Gihon’dur, Kûş sınırları boyunca akar. Üçüncü ırmağın adı Dicle’dir, Asur’un doğusundan akar. Dördüncü ırmak ise Fırat’tır. Allah, Aden bahçesine bakması, onu işlemesi için Âdem’i oraya koydu. Ona, “Bahçede istediğin ağacın meyvesini yiyebilirsin” diye buyurdu, “Ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün.” Sonra, “Âdem’in yalnız kalması iyi değil” dedi, “Ona uygun bir yardımcı yaratacağım.” Allah, Âdem’e derin bir uyku verdi. Âdem uyurken, Allah onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı. Âdem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Âdem’e getirdi. Âdem, “İşte, bu benim kemiklerimden alınmış kemik, etimden alınmış ettir” dedi, “Ona ‘Kadın’ denilecek, çünkü o adamdan alındı.” 108

“Âdem soyunun öyküsü: Allah insanı yarattığında onu kendine benzer kıldı. Onları erkek ve dişi olarak yarattı. Yaratıldıkları gün onlara “İnsan” adını verdi. . . . Âdem toplam 930 yıl yaşadıktan sonra öldü. “ Âdem kıssası Tevrat'ın Tekvin (Yaradılış) bölümünde anlatılır. Hıristiyanlık'ta Âdem'in Cennet'te işlediği o ilk günah, büyük bir öneme sahiptir. Hıristiyan inanışına göre Âdem'in günahı tüm insanlığa geçmiştir ve İsa, bu günahı kaldırmak için gelen 'Allah Kuzusu'dur, kendisini bu günah için feda etmiştir. Müslümanlar, Âdem'in yaratılmış ilk insan ve ilk peygamber olduğuna inanırlar. İnanışa göre Allah O’nu Rahman suretinde yaratmış ve O’na kendi ruhundan üflemiştir. Âdem’in 1000 veya 2000 yıl yaşadığı kabul edilir. Âdem'den İslam dininin kutsal kitabı Kuran'da sekiz sûrede bahsedilir. Kuran dışı anlatımlarda kıssa, mitolojik bir hale sokulmuştur. Buhari ve Müslim gibi güvenilen hadis kaynaklarına göre Âdem'in boyu 60 zira (yaklaşık 35-48 metre) ‘dır. İslam'da Âdem'in topraktan yaratıldığına, Allah'ın ona diğer varlıklara öğretmediği isim koymayı, manalarını bulmayı öğrettiğine inanılır. Allah, meleklerin ona karşı secde etmesini istemiş, fakat İblis kibrinden ötürü ona secde etmemiştir. İblis bu yüzden Cennet'ten kovulur. Kuran'da Kehf Suresi'nin ayetinde İblis'in melek değil cin olduğu ifade edilir. Kuran’da Âdem ile eşinin aynı özden yaratıldığı ifade edilir. Âdem ve Havva Cennette Allah'ın kendilerine yaklaşmalarını yasakladığı yasaklanmış bir ağaçtan İbiş’in onlara yalan söyleyerek kandırmasıyla meyve yerler. Bunun üzerine cennetten kovulurlar. Yaşamakta oldukları Ad (Tevrat’ta Aden) cennetinden Âdem Serendip adasına (Srilanka), Havva ise Etiyopya’ya indirilir. Daha sonra Mekke'de Arafat dağında buluşurlar.

109

44 HAVVA İbrahimi dinlerde ilk insan Âdem'in eşidir.

Havva, değişik inançlarda ve İbrahimi dinlerde ilk insan Âdem'in eşidir. Bu dinlere göre tüm insanlar Âdem ve Havva'nın çocuklarıdır. Bazı Batı dillerinde Eski Ahit'ten geldiği şekliyle Eva diye adlandırılır. Türk mitolojisinde Eje denir. Eva (Eve, Havva) ile benzeşik bir söyleyişe sahip olan Ea, Adapa efsanesinde Tevrat’ın Havva figürüne benzer şekilde Adapa'yı yönlendirir. Sümer inancındaki Tanrıça Ninti (kaburga kemiğinin kadını, can veren kadın) Havva'nın yaratılış efsanesindeki “Âdem'in kaburga kemiği” imgesinin kaynağı olarak düşünülmektedir. Sosyolojik bakış açısıyla farklı coğrafya ve mitolojilerde benzer telaffuzlara sahip “ana tanrıça” figürünün, sonraki dönemlerde inançların evrimiyle değişerek “Havva ana” olarak tanımlanması olasıdır. Özellikle Anadolu kökenli bir tanrıca olan “Hepa”nın tektanrıcı İbrani ataerkil kültüründe ölümlü ve günahkar bir kadın şekline indirgenerek yaratılış mitosunun bir figürü halinde yeniden yaratılmış olduğu görülmektedir. Yunanca “gençlik” demek olan “Hebe” (Hera okunur) ve Hitit Tanrıçası “Hepa” “Havva” mitinin kaynağı olabilir. Bu görüşü yansıtan bir mitoloji yazarına göre: “Hebe, Hitit yazıtlarında Hepa, Hepat ya da Hepatu diye adlandırılan tanrıça Güneş tanrıçası Arinna’nın Yunancalaştırılmış adı olmalıdır. Hitit yazıtlarında, bu tanrıçaya, ‘sedir ağaçlarının ülkesinde’ tapıldığı belirtilir. Sedir ağaçlarının ülkesi, Lübnan, Filistin’dir. Buna göre “Havva”nın, Süryanicedeki, “Havo” olduğu söylenebilir. 110

Diğer araştırmalara göre Havva, amarna mektuplarında belirtildiği gibi geç bronz çağında Kudüs’te tapınılan bir tanrı olan “Hurriler”in tanrıçası “Kheba”dan gelmektedir. “Kheba”nın Kish krallığında 3. hanedanın 1. kraliçesi olan “Khabu”dan türediği ileri sürülmüştür. Semitik bir ana tanrıça olan “Asherah”ın diğer adı arami dilinde Havva olan “Chawat”tır. Bir başka çalışma ise Havva'yı Hint bereket ve doğurganlık tanrıçası Shiva ile ilişkilendirmektedir. Yahudilere göre kadının iki tür yaratılışı bulunmaktadır. Birincisinde kadın, Âdem’le birlikte yaratıldığında, Âdem kadına hükmetmeye çalışır. Kadın “İkimiz de aynı maddeden yaratıldık bana hükmedemezsin” der ve Âdem’i terk eder ve cin olur. Yalnız kalan Âdem Allah’tan bir eş ister. Allah “Bu kadını nasıl yaratsam da Âdem’e isyan etmese” diye düşünür. “Âdem’in gözünden yaratsam her şeyi görür; ağzından yaratsam geveze olur; ayağından yaratsam hep gezer; elinden yaratsam hırsız olur. Ben bu kadını en iyisi kaburgasından yaratayım da ona tabi olsun” der. Bu kaburga hikâyesinin Sümer bağlantısına işaret edilir. Yahudi kaynaklarına göre Âdem ile beraber ilk yaratılan kadın Havva değil Lilith'dir. Ancak Lilith Âdem ile aynı zamanda yaratıldığını öne sürerek Âdem'e eşlik etmeyeceğini ileri sürmüş ve Tanrı daha sonra Âdem'in kaburga kemiğinden Havva'yı yaratmıştır. “Ve Rab Allah dedi: Adam'ın yalnız olması iyi değildir; kendisine uygun bir yardımcı yapacağım. Ve Rab Allah, Âdem’in üzerine derin bir uyku getirdi ve o uyudu, onun kaburga kemiklerinden birini aldı ve yerini etle doldurdu. Ve Rab Allah Âdem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratıp onu Âdeme getirdi. Ve Âdem dedi: Şimdi bu benim kemiklerimden kemik ve etimden ettir, bu insandan alındığı için ona “nisa” ismi verilsin dedi. Ve Âdem karısının ismini Havva koydu, çünkü bütün yaşayanların anası oldu. “ Tevrat’ın anlatışına göre; Havva, “hayat” ya da “hayatı olan” anlamındadır. Talmud’a göre Havva, Âdem’in onüçüncü kaburga kemiğinden yaratılmıştır. İslam’da Âdem ve Havva’nın yaratılışı “Biz insanı pişmiş çamurdan, değişmiş cıvık balçıktan yarattık. “(Hicr Suresi : 26) “……. sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan eşini yaratıp ………. “(Nisa Suresi :1) “Kadınlar hakkında hayır tavsiye ediniz. Çünkü kadın, eğri “kaburga kemiği”nden yaratılmıştır. Kaburga kemiğinin en eğri tarafı, en üst 111

tarafıdır. Onu doğrultmaya çalışırsan kırarsın, hali üzerinde bırakırsan öyle kalır.” Ancak Kuran’da Havva ismi ve Âdem'in kaburga kemiğinden yaratıldığı geçmez. Kuran'da ikisinin de tek bir nefisten yaratıldığı belirtilir. Âdem ve Havva yaratılmış oldukları mutlu cennetlerinden işledikleri günah sebebiyle kovulurlar. Yılan ya da şeytan Havva’yı, Havva da Âdem’i kandırır. Yahudi ve Hıristiyan kaynaklarında Havva ilk günahı işleyen insandır, Âdem onun vasıtasıyla yasak meyveyi yemiştir. Kuran'da ise suç doğrudan Âdem'e izafe edilir. Yaratılış mitosundaki başka bazı unsurlar gibi iyiyi kötüden ayırt edebilme yetisi veren bilgelik ağacının meyvesinden yeme ve yılan motifinin de Sümerlerin Adapa efsanelerinden kaynaklandığı ifade edilmiştir. Hıristiyan kaynaklar Âdem-Havva ikilisinin günahından tüm insanları sorumlu tutarlar. İsa'nın bu günahı kaldırmak için geldiğine inanırlar. Sufi kaynaklarına göre ise Âdem-Havva Kıssası, büyük ölçüde semboliktir. Âdem, insanoğlunu temsil etmekte olup, yasak meyveyi yiyen ve Âdem'i de suça ortak eden Havva insan nefsini (egoyu) sembolize etmektedir. Bununla birlikte peygamber olarak gelen bir Âdem ve eşi Havva aynı zamanda gerçek kişiliklerdir. Bahailer de bu açıklamaya katılırlar.

112

45 İNSAN İnsan (taksonomik adıyla Homo sapiens Latince “akıllı insan” veya “bilen insan”), Homo cinsi içerisindeki yaşayan tek canlı türü. Anatomik olarak 200.000 yıl önce Afrika'da ortaya çıkmış ve modern davranışlarına 50.000 yıl önce kavuşmuştur.

Dik duruşa, görece gelişmiş bir beyne, soyut düşünme yeteneğine, konuşma (dil kullanma) kabiliyetine sahiptir. Bu yetenekleri Dünya'daki diğer türlerden farklı olarak kullanış amacı geniş araç-gereç yapımına imkân sağlamıştır. Kendisinin farkında olması, rasyonelliği ve zekası gibi yüksek seviyede düşünmesini sağlayan özellikler insanı “insan” yapan nitelikler olarak sayılmaktadır. İnsanoğlunun kökeni ile ilgili çalışmalar daha çok homo cinsi etrafında yoğunlaşsa da sıklıkla Australopithecus vb. gibi diğer hominid ve homininleri de kapsar. Fosil kayıtlarına göre anatomik olarak çağdaş insan tanımına uyan en eski fosiller 195.000 yıl öncesine aittir ve Afrika'da bulunmuşlardır. Çağdaş tipte homo sapiens alt türünün ilk ırkı olan Cro-magnon İnsanı ise zamanımızdan 50 bin yıl önce ortaya çıkmıştır. İnsanoğlunun evrimine dair kabul gören başlıca iki hipotez vardır. Bunlardan birincisi çağdaş insanın Afrika'da ortaya çıkıp dünyaya yayıldığını öne süren “tek orijin” hipotezi, diğeri farklı bölgelerde evrim geçirerek çağdaş insana dönüştüğünü öne süren “çoklu bölge” hipotezidir. Çağdaş insanın ve diğer insansı maymunların ilk ortak atası kabul edilen iki ayak üzerinde doğrulabilen ve gözleri ileri bakan canlının bundan yaklaşık 6,5 milyon yıl önce Afrika'da ortaya çıktığı tahmin edilmektedir. Bu canlının ağaçlardan inip ayakta 113

durmaya başlamasının nedeninin iklim değişikliğine bağlı kuraklık, yiyecek kıtlığı ve göç zorunluluğu olabileceği düşünülmektedir. İnsanı oluşturmaya başlayan organik evrim bilimsel adı olan Antopogenesis zamanımızdan yaklaşık 3,5 milyon yıl önce başlamıştır. İnsan adını hak eden başlangıç noktası ise Homo cinsinin ortaya çıkması ile olmuştur. Bundan yaklaşık 1,8 milyon yıl önce dik duran Homo erectus türü ortaya çıkmıştır. Bir bataklığa yüzüstü düşmüş halde bulunan Turkana boy ismi verilen homo erectus iskeleti, günümüze kadar neredeyse tam olarak ulaştığı için homo erectuslara dair birçok bilgiye ulaşılmasını sağlamıştır. Bulgular homo erectusun oldukça iri olduğunu, avcılıkla veya leş yiyicilikle geçindiğini göstermektedir. Homo sapiens ile bundan yaklaşık 250-300 bin yıl önce ortaya çıkan Neandertal’in uzunca bir süre dünya üzerinde birlikte bulunduğu ve bu iki türün birbirleriyle karşılaştığına dair arkeolojik kanıtlar mevcuttur. Kimi görüşler de, bu iki türün birbirinin farklı olduğunu fark etmeden birlikte üremiş olabileceğini, dolayısıyla da günümüz insanının kökeninde Neandertallerin de olduğunu iddia etmektedir. Nitekim Asya'da bulunan bir fosilin Neandertal ve Homo sapiens türlerinin çiftleşmesinden meydana geldiği anlaşılmıştır. Neandertal’in kemikiskelet yapısı günümüz insanından oldukça farklıdır. Neandertal insanının çene kemiğindeki mandibular kemik kanalının tipik yapısı ayırt edici bir temel özelliktir. Neandertal’in soyunun nasıl tükendiği kesin olarak bilinmemektedir. Bazı teorilere göre daha zeki ve daha yetenekli olan Homo sapiens tarafından yok edilmişlerdir. Günümüze ulaşmış birçok Neandertal fosili bulunmuştur. Bu nedenle hakkında en fazla bilgiye ulaşılmış hominid türüdür. Neandertallerin soyu yaklaşık 30.000 yıl önce tükenmiştir. Ancak küçük bir kısmının çok daha uzun süre yeryüzünde kalmış olabileceği düşünülmektedir. Belki de dünyanın her yerinde binlerce yıldır karşılaşılan koca ayak vb. folklorik öykülerin kökeninde bu hantal ve tüylü hominid vardır. Neandertaller fosillerinde yapılan çalışmalar parmaklarının kalın ve hantal olduğunu göstermektedir. Bu çağdaş insan kadar ince el işleri yapamadığının kanıtıdır. Neandertaller toplu halde yaşamış sosyal yaratıklardır. Sakat kalanlara bakmış, ölülerini gömmüşlerdir. Çok fazla fosil bulunmasının nedeni ölülerini gömmüş olmalarıdır.

114

46 İNSAN HAKLARI EVRENSEL BEYANNAMESİ Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu'nun Haziran 1948'de hazırladığı ve birkaç değişiklik yapıldıktan sonra 10 Aralık 1948'de, BM Genel Kurulu'nun Paris'te yapılan oturumunda kabul edilen 30 maddelik bildiridir.

Bildirinin imzalanmasında, II. Dünya Savaşı'ndan sonra devletlerin, bireylere tanınan hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması konusunda birleşmesi de etkili olmuştur. Eleanor Roosevelt bu bildiriyi “Bütün insanlık için bir Magna Carta (Magna Karta)” olarak tanımlamıştır. Bildirinin imzalandığı 10 Aralık, Dünya İnsan Hakları Günü olarak kutlanır. Devletler, önceleri, baskıya dayanan bir anlayışla yönetilmekteydi. Bu anlayışa son vermek amacıyla 1215 yılında İngiltere Kralı'na kabul ettirilen bildiri olan Magna Carta, insan hakları kavramının ilk belgesi sayılır. İnsan hakları konusunda yayımlanan bir diğer önemli bildiri ise, Amerika'da yayımlanan Bağımsızlık Bildirgesi'dir. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi kavramlar, 1789 yılında gerçekleşen Fransız Devrimi'nden sonra yayımlanan “İnsan Hakları Bildirisi”nde gerçek yerini almıştır. II. Dünya Savaşı'ndan sonra devletler bireylere tanınan hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması konusunda birleştiler. Bunun bir nedeni de, insanlara özgürlük tanınmasının, devam ederse uygarlıkların sonu olabilecek savaşları da önleyebileceği düşüncesidir. 115

Bildiri, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonunca Haziran 1948'de hazırlandı. Yapılan kimi değişikliklerin ardından, 10 Aralık 1948'de Genel Kurulun Paris'te yapılan oturumunda kabul edildi. Oturumda, 6 sosyalist ülke çekimser kaldı. Bildiri, bu ülkeler ile Suudi Arabistan ve Güney Afrika Birliği dışında kalan ülkelerin oylarıyla kabul edildi. Bu bildiriyle, yalnızca demokratik anayasalarla tanınan temel, medeni ve siyasi haklar değil, ekonomik, toplumsal, kültürel haklar da genel tanımlarla belirli hale gelmiştir. İlk grup haklar arasında, yaşama, özgürlük ve kişi güvenliği gibi haklarla birlikte, keyfi tutuklama, hapis ve sürgünden korunma, bağımsız ve tarafsız mahkemelerde adil ve kamuya açık olarak yargılanma hakkı ile düşünce, vicdan, din, toplanma ve örgütlenme özgürlükleri bulunur. Sosyal güvenlik, çalışma, eğitim, toplumun kültürel yaşamına katılma haklarıyla bilimsel ilerlemenin ürünlerinden yararlanma hakkı ise, bildiriyle getirilen yeniliklerdendir.

116

SAVAŞLAR

47 I. DÜNYA SAVAŞI I. Dünya Savaşı, 28 Temmuz 1914'te başlayan ve 11 Kasım 1918'de sona eren Avrupa merkezli küresel savaş.

Modern çağ, dünyanın, I. Dünya Savaşı'na girişiyle kanlı bir şekilde başladı. Siper savaşlarında başlayan büyük can ve mal kaybı, başlangıçta coşkulu olan askerlerin vahşileşmesine, gerçeklerle yüzleşmesine ve ahlaken çöküntü yaşamasına yol açtı. Kitleler üzerinde kullanılan yeni silahlar, o güne kadar hayal bile edilemeyecek sayıda ölümlere neden oldu. Sivil halk savaştan bitkin düşerken, binlerce asker, manevi, fiziksel ve duygusal bakımdan yıkılmış halde eve döndü. Savaş alanları, üzerinden buldozerlerle geçilmiş ay manzarasını andırıyordu. II. Dünya Savaşı'na dek Dünya Savaşı veya Büyük Savaş olarak adlandırılmıştır. Savaşın taraflarından Osmanlı İmparatorluğu’nca “Genel Savaş” anlamında Harb-i Umumi, halk arasında ise Seferberlik olarak adlandırılmıştır. Amerika Birleşik Devletleri savaşa girinceye 117

kadar savaş ABD'de Avrupa Savaşı olarak anılmıştır. Zamanın büyük güçleri iki tarafa ayrılarak savaşta yer almışlardır: İtilaf Devletleri (Birleşik Krallık, Fransa Cumhuriyeti ve Rusya İmparatorluğu’nun Üçlü İtilaf’ı merkezlidir) ve İttifak Devletleri (asıl olarak Alman İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve İtalya Krallığı’nın Üçlü İttifak’ı merkezlidir; fakat Avusturya-Macaristan anlaşmaya karşı saldırıya geçtiği için İtalya savaşa girmemiştir) Bu ittifaklar yeniden yapılanmış (İtalya, İtilaf Devletleri’nin tarafına geçmiştir) ve yeni devletlerin savaşa girmesiyle genişlemiştir. İtalya Krallığı'nın İtilaf Devletlere geçmesinin asıl nedeni Fransa Cumhuriyeti ve Birleşik Krallık'ın İtalya Krallığı'nın kendi saflarında savaşa girmesi halinde savaşa henüz girmeyen Osmanlı İmparatorluğu'ndan toprak vereceğini söz verince İtalya Krallığı İtilaf Devletlere geçmiştir. Nihayetinde 60 milyon Avrupalı dahil olmak üzere 70 milyon askeri personel, tarihin en büyük savaşlarından biri için seferber edilmiştir. Yeni teknolojiler sayesinde silahların öldürücülüğünde görülen muazzam ilerlemeye karşılık savunma ve hareketlilikte aynı miktarda gelişme olmaması sonucu yaklaşık 9 milyon muharip hayatını kaybetmiştir. Böylece bu savaş dünya tarihindeki en çok zayiat verilen beşinci savaş olmuş ve savaşa katılan devletlerde birçok politik değişikliğe ve devrimlere yol açmıştır. Savaşın bir nedeni de Avrupalı Büyük Güçler Alman İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu, Rusya İmparatorluğu, Birleşik Krallık, İtalya Krallığı ve Fransa Cumhuriyeti’nin uzun zamandır süregelen emperyalist dış politikalarıdır. Avusturya tahtının veliahtı Arşidük Franz Ferdinand’ın 28 Haziran 1914’te Gavrilo Princip adında bir Sırp milliyetçisi tarafından Saraybosna’da öldürülmesi, savaşı tetikleyen olay olmuştur. Olaydan sonra Avusturya, Sırbistan Krallığı'na bir ültimatom göndermiştir. Nihayetinde on yıllardır yapılanmakta olan ittifaklar sisteminin işlemesiyle birkaç hafta içerisinde Avrupa’nın ana güçleri kendilerini savaşta bulmuşlar ve koloniler yoluyla savaş bütün dünyaya yayılmıştır.

118

48 II. DÜNYA SAVAŞI II. Dünya Savaşı, 20. yüzyılda dünya çapında yapılan iki savaştan ikincisi olup, dünya milletlerinin çoğunun yer aldığı, 1939'dan 1945'e kadar süren küresel bir askeri çatışmadır.

II. Dünya Savaşı, Stalin Rusya'sında savaşa hazırlanırken ölen milyonlarca kişi hariç, 62 milyon insanın canına mal oldu. Sivil halka yönelik terör, akıl almaz boyutlara vardı. Baştaki başarılarından sonra, Almanya, Japonya ve İtalya'da oluşan büyük faşist güçlerin tamamen çökmesiyle sona erdi. Bu savaşta, sonradan dünyanın büyük bir kısmını, iki kutba, yani, Amerikan ve Sovyet etki alanlarına ayıran temel taşlar atıldı. Savaşa dönemin tüm büyük güçleri olan Birleşik Krallık, Sovyetler Birliği, ABD, Çin ve Fransa; Müttefik Devletler olarak, Almanya, İtalya ve Japonya; Mihver Devletler olarak katılmıştır. 100 milyondan fazla askeri personelin dahil olduğu savaş, dünya tarihindeki en büyük savaştır. Savaşın önemli katılımcıları tüm ekonomik, endüstriyel ve bilimsel güçlerini, sivil ya da askeri kaynak farklılığı gözetmeksizin, bu savaş için kullanmıştır. Nükleer silahların kullanıldığı tek savaş olan ve Yahudi Soykırımı gibi kitlesel sivil ölümlerin gerçekleştirildiği II. Dünya Savaşı, insanlık tarihindeki en kanlı savaştır. Savaş boyunca 60 milyonun üzerinde insan hayatını kaybetmiştir. 119

Savaşın başladığı tarih olarak genellikle, Almanya'nın Polonya'yı işgal ettiği 1 Eylül 1939 kabul görür. Polonya'nın işgali ile birlikte Fransa ve Britanya İmparatorluğu ve İngiliz Milletler Topluluğu’na dahil olan çoğu ülke Almanya'ya savaş ilan etti. Almanya, Avrupa'da büyük bir imparatorluk kurmayı amaçlıyordu. Almanya, 1939'un sonundan 1941'in başına kadar bir dizi muharebe ve antlaşma ile Avrupa topraklarının çoğunu ele geçirdi ya da bastırdı. Alman-Sovyet Antlaşması sürerken, sözde tarafsız Sovyetler Birliği, 6 komşu ülkesinin topraklarını tamamen ya da kısmen işgal etti ya da topraklarına kattı. Britanya ve İngiliz Milletler Topluluğu Kuzey Afrika'da ve genişleyen deniz savaşlarında Mihver Devletler'e karşı savaşı sürdüren tek büyük güç olarak kaldı. 1941 Haziran'ında Avrupalı Mihver Devletler, Sovyetler Birliği'ni işgal etmeye başladılar. Tarihteki en büyük kara savaşı cephesini başlatan bu işgal sonrası Mihver Kuvvetler askeri gücünün önemli bir bölümü bu savaş için ayırdı. 1941 Aralık ayında, 1937'den beri Çin'le savaşan ve Asya'ya hükmetmeye çalışan Japonya, Amerika Birleşik Devletleri’ne ve Pasifik Okyanusu'ndaki Avrupalı devletlerin topraklarına saldırdı ve kısa sürede bölgenin büyük bir bölümüne hâkim oldu. Japonya'nın Pasifik Cephesi'ndeki bir dizi yenilgisi ve Avrupalı Mihver ordularının Kuzey Afrika ve Stalingrad'daki yenilgileriyle birlikte Mihver Devletlerin ilerlemesi 1942 yılında durduruldu. 1943 yılında Doğu Avrupa'daki Alman yenilgileri, İtalya'nın Müttefik Kuvvetleri’nce işgal edilmesi ve Pasifik'teki Amerikan zaferleriyle birlikte Mihver Devletler savaştaki kontrolü kaybetti ve tüm cephelerde geri çekilmek zorunda kaldı. 1944'te Batılı İttifak Kuvvetleri Fransa'yı işgal etti, Sovyetler Birliği kaybettiği bölgeleri geri alıp Almanya’yı ve müttefiklerini işgal etti. Sovyetler Birliği ve Polonya kuvvetlerinin Berlin’i ele geçirmesini takip eden Almanya'nın 8 Mayıs 1945'te koşulsuz teslimiyetiyle birlikte Avrupa’da savaş sona erdi. Japon orduları Birleşik Devletler tarafından yenilgiye uğratıldı. Bunu takiben Japon Adaları işgal edildi. Asya'da savaş, 15 Ağustos 1945 tarihinde Japonya’nın teslim olmayı kabul etmesiyle sona erdi.

120

49 11 EYLÜL 11 Eylül saldırıları. İngilizcede 9/11 olarak da bilinir. El Kaide'ye bağlı kişiler tarafından kaçırılan uçakların 11 Eylül 2001 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri'ndeki iki farklı hedefe intihar saldırısı düzenlemesiyle gerçekleşen bir dizi terör saldırısı. Saldırılar sonucunda 19 hava korsanı dahil 2.996 kişi hayatını kaybederken, 10 milyar $'ın üstünde maddi hasar meydana geldi.

11 Eylül günü, Amerika Birleşik Devletleri'nde iç sefer gerçekleştiren dört yolcu uçağı, El Kaide üyesi 19 kişi tarafından kaçırıldı. American Airlines'ın 11 sefer sayılı uçuşu ile United Airlines'ın 175 sefer sayılı uçuşu, New York'ta bulunan Dünya Ticaret Merkezi'nin sırasıyla kuzey ve güney kulelerine çarptı. İki saat içinde 110 katlı her iki bina da çökerken, 7 Dünya Ticaret Merkezi'nin de arasında bulunduğu çevresindeki bazı yapılar yıkıldı ve bazıları hasar gördü. Kaçırılan üçüncü uçak, American Airlines'ın 77 sefer sayılı uçuşu, Virginia eyaletine bağlı Arlington County'de yer alan Amerika Birleşik Devletleri Savunma Bakanlığı karargâhı Pentagon'a çarptı. Saldırı sonucunda binanın batı cephesinin bir kısmı yıkıldı. Kaçırılan dördüncü uçak olan United Airlines'ın 93 sefer sayılı uçuşu ise Washington DC'yi hedeflemişti. Ancak yolcuların uçağı kaçıranlara yaptığı müdahale sonrasında uçak, Pensilvanya eyaletindeki Shanksville yakınlarına düştü. Uçaklardaki 19 hava korsanı ve 227 kişi de dahil olmak üzere saldırılar sonucunda 2.996 kişi hayatını kaybetti. 121

FBI tarafından yürütülen araştırma neticesinde saldırıları gerçekleştiren kişilerin, Usame bin Ladin'in liderliğindeki El Kaide ile bağlantılı olduğu belirlendi. Saldırıdan birkaç gün sonra yaptığı açıklamayla saldırıların sorumluluğunu reddeden Bin Ladin, 2004 yılında yayınladığı videoyla birlikte saldırıların sorumluluğunu kabul etti. Olay sonrasında Amerika Birleşik Devletleri tarafından Terörizmle Savaş adı verilen bir kampanya başlatıldı ve bir süre sonra, bin Ladin'in yaşadığı ve Taliban'ın koruması altında El Kaide'nin etkin olarak faaliyet gösterdiği Afganistan'a karşı, birçok ülkenin de desteklediği savaşa girişildi. Usame bin Ladin ise Mayıs 2011'de Amerika Birleşik Devletleri kuvvetleri tarafından düzenlenen bir operasyonla öldürüldü.

122

50 AMERİKAN İÇ SAVAŞI Amerika Birleşik Devletleri'nde 1861-1865 yılları arasında Kuzey ve Güney eyaletleri arasında yapılan savaş. Savaş, köleliğin kaldırılmasını isteyen Kuzey eyaletleri ile köleliğin sürmesini savunan Güney eyaletleri arasında olmuştur.

1861’de patlak veren Amerikan İç Savaşı ile 19. yüzyılda Mısır’ın dünyanın önde gelen pamuk üreticilerinden birisi haline gelmesi arasında çok sıkı bir ilişki bulunmaktadır. Amerikan İç Savaşı’nın yol açtığı pamuk kıtlığı söz konusu dönemde tüm dünyayı etkilemiştir. İç Savaş’ın patlak verdiği döneme kadar Amerika’nın güney eyaletlerindeki geni plantasyonlarda üretilen ham pamuğun başlıca müşterisi İngiltere idi. Ancak Amerika’da savaşın başlamasıyla birlikte İngiltere bir anda en önemli ham pamuk kaynağından yoksun kalmış; üstün tekstil sanayisinin ihtiyacı olan ham pamuğu bulabilmek için değişik alternatiflere başvurma kararı almıştır. Hindistan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yanı sıra bu dönemde Mısır da İngiltere tarafından zengin bir pamuk üretim kapasitesine sahip bir ülke olarak görülmüştür. Kısa zamanda ortaya koyduğu üretim hacmiyle Mısır İngiliz tekstil sanayisini beslemeye başlamıştır. 20. Yüzyıl başlarına kadar devam eden bu süreç içinde Mısır ekonomik olarak önemli gelirler elde etmiş; Ortadoğu’da merkezi bir önem kazanmıştır. İngiltere de bu süreçten maksimum faydayı sağlamayı; kısa zamanda hem Mısır hem de Sudan’ın egemenliğini eline almıştır. Aynı zamanda Lancashire ve Manchester gibi önemli İngiliz tekstil merkezleri de üretimlerine Mısır pamuğu ile devam etmişlerdir. 123

Birleşik Devletler’in tüm eyaletlerinde kölelik vardı. Ancak endüstrinin geliştiği kuzeyde bu olgu pek köklü olmadığı gibi yavaş yavaş kaldırılmıştı. Güney eyaletlerinde ise pirinç, çivit, pamuk ve tütün ekiminin yaygınlaşması, özellikle Güney Karolina ve Kaliforniya’da Zenci el emeğine daha çok gereksinim duyuruyordu. Ekonomik gelişmeye bağlı olarak zamanla kendiliğinden ortadan kalkacağı düşüncesiyle Birleşik Devletler Anayasası köleliği kaldırmamıştı. Oysa, bunun tersi oldu. Özellikle pamuk ekiminin yaygın hale gelişi köleliğin yeni eyaletlere de sıçraması tehlikesini doğurdu. Kölelik karşıtlarıyla yandaşları arasında olaylara yol açmamak için daha 1787’de bir kararname yayınlanarak Ohio’nun güneyinde kurulmuş olan eyaletlerde köleliğe izin verildi. Ohio’nun kuzeyindeki eyaletlere bu izin verilmediği içindir ki yörede üç serbest eyalet oluştu (1812’de Ohio, 1816’da Indiana, 1818’de Illinois). Buna karşılık güneyde 1817’de Mississippi, 1819′ da Alabama, köleliğe açık eyaletler olarak oluşturuldu. Bu üç serbest eyalete, 1837’de Michigan, 1848’de Wisconsin katıldı. Özgür bölgeyle köleci bölge arasında sınırın olmadığı bir bölüm de Mississippi’nin ötesiydi. Bu topraklar 1803’te Napolyon’dan satın alınarak, ulusal toprak haline getirilmişti. 1812’de bu topraklarda oluşturulan Louisiana Eyaleti köleliğe açıktı. Böylece 30° 36′ enlem özgür ve köleci topraklar arasında sınır olarak kabul edildi. Geçici bir çözüm getiren bu önlem, aynı zamanda iç savaşın tohumlarını da attı. Birleşik Devletler’in ekonomideki atılımları da köle karşıtlarıyla köle yanlıları arasındaki çatışmayı hızlandırıyordu. 1810’da tarım kesiminde çalışan nüfus % 37. 5 iken, 1840 ‘ta % 23’e düşmüştü. Kuzey’de ise liberalizm ilkeleri gereğince kurulmuş özel girişimcilerin yarattığı zenginlik, ticaret ve endüstri burjuvazisinin gelişmesiyle endüstride çalışan nüfusa gereksinim duyuluyordu. Bu olgu, büyük ölçüde köle yığınlarının özgür eyaletlere kaçmasına yol açıyor ve bu da gerginliği arttırıyordu. Kuzey’de 1810′ da çalışan nüfus, % 16’dan % 39’a yükselerek emekçiliğin doğmasına yol açtı. 1833’te Philadelphia’da bir işçi partisi kurulması bunun en ilginç belirtisidir. Güney’de de giderek köleliğe dayanan bir malikâne rejimi yerleşmekteydi. Bir tür toprak oligarşisi oluşturan bu malikâne rejimi, 4 milyon köle çalıştıran ve büyük çiftliklerde oturan bir tür kalıtım soylularıydı. Yeni toprakların ekime açılması pamuk üretiminin 1850’de 1. 350.000 balyadan 3. 850.000 balyaya yükselmesini sağladı. Bu yıllar arasında deniz yoluyla 124

70 bin köle getirilirken 20 bin köle de Birleşik Devletler’in Virginia Eyaleti’nde hayvanlar gibi yetiştirildi. Pamuk ekimi Güney’de her tür endüstriyi ve besin yetiştiriciliğini ortadan kaldırmıştı. Böylece Güney besin ve öteki endüstri ürünlerinde büyük ölçüde Kuzey’e bağımlı hale gelmişti. Birleşik Devletler’de toplumsal yapılanma açısından birbirine bağlı iki ayrı bölge gelişiyordu. Bu Simon Bolivar’ın tüm Amerika ülkelerini bir federasyon halinde toplamak için düzenlediği Panama Kongresi’nde oldukça belirgin biçimde ortaya kondu (1826). Kuzey eyaletleri, böyle bir federasyonun Birleşik Devletler’e ekonomik yarar sağlayacağını düşünmek isterken, Güney Eyaletleri köleliği yasaklayan ülkelerle bir araya gelmek istemiyordu. Panama Kongresi’nin başarısızlığında Birleşik Devletler’in bu iç çelişkisi etkin oldu. 1834’te bu çelişki daha keskinleşti. Amerika Kongresi, ekonomik politikası gereği, endüstrisini Avrupa endüstrisinden bağımsız olarak geliştirmek için devlet desteğinden yana yasalar çıkarınca, dokuma alanında dışsatımı arttırmak için serbest ticaretten yana olan Güney, buna karşı çıktı. Hatta Güney eyaletleri kendi kendilerini yönetme hakkını bile gündeme getirdiler. Kongre’de başlayan bu muhalefet, Batılıların da desteğiyle gümrük tarifeleri konusunda da gösterdi ve 1828’deki seçimlerde merkeziyetçi ve köle karşıtı Kuzey’in Cumhuriyetçi adayına karşı Güney’in köle yanlısı ve eyalet haklarından yana adayı olan Jackson başkanlığı kazandı. Kongre’de Cumhuriyetçiler çoğunluktaydı. Jackson, Cumhuriyetçi çoğunluğu etkisiz duruma getirmek için de başkanlık otoritesini geliştirdi. Ayıklama sistemiyle kendisine bağlı kişileri önemli görevlere getirdi. Kongre’de anayasa tartışması yeniden yoğunluk kazandı. Öyle ki bütün federatif sistemin yaralanması söz konusuydu. Bunu ustaca kullanan Kuzey, Jackson’ı aşırı köle yanlılarım desteklemekten uzaklaştırdı. Partiler de doğrudan halkla ilişki kurup 1832 Seçimleri’nde daha demokratik bir hava yarattılar. Jackson yeniden seçildi. Bu arada Güney Karolina koruma önlemlerini gereksiz saydığını duyurarak uygulamaya konulması halinde birlikten ayrılacağını duyurdu. Jackson böyle bir ayrılığa silah gücüyle karşı çıkacağını açıkladı. 1835’te Jackson Senato’da çoğunluğa karşın Ulusal Banka’nın ayrıcalığını yenilemeyerek bankadaki devlet fonlarını çeşitli küçük bankalara dağıttı. Bunun üzerine Cumhuriyetçiler, İngiliz Liberallerinin Kral III. George’un otoriter yönetimine karşı geliştirdikleri muhalefetinden esinlenerek Whig adını 125

da kullanmaya başladılar. 1836 Seçimleri Jackson’ı başkanlıktan uzaklaştırdı. Yeni başkan Martin van Buren de Jackson’ın hatalarını sürdürdü. Küçük bankaların sayısı 329’dan 788’e yükseldi. Bu arada ulusal arazi sayılan boş toprakların altın ve gümüş karşılığı eyaletlere ya da kişilere satılması yöntemi bırakıldı. Tedavüldeki parayla satış esası getirildi. Böylece toprağa kayan para, endüstride bunalıma yol açtı. Yiyecek fiyatları yükseldi, işsizlik arttı, bankalar iflas etti. 1840 Seçimleri Demokratların yenilgisiyle sonuçlandı. Başkanlığa Cumhuriyetçi Whig Harrison seçildi. Ancak 1841’deki başkanın yenilenmesi sırasında Demokratlar yeniden başkanlığı ele geçirdiler. Güney’in Demokrat başkanlarından John Tyler’in (1841-1845), James K. Polk’ın (1845-1849), Zachary Taylor’un (1849-1850), Franklin Pierce’in (1853-1857) ve James Buchanan’ın (1857-1861) başkanlıkları sırasında Güney eyaletlerinin ademi merkeziyetçi ve köleci görüşleri ve ünlü Ayıklama Yöntemi genel politikaya egemen oldu. 1850’de Kaliforniya ve New Mexico’nun Birleşik Devletler’e katılması sonucunda buralarda da kölelik yasaklandıysa da Güney eyaletlerinin diretmeleriyle kaçan kölelerin mahkeme kararıyla Güney’e geri verilmesi esası getirildi. Bu sırada özgür eyaletlerde Güney’den kaçmış 20 bin köle özgürce çiftçilik yapıyordu. Bunların mahkeme kararıyla geri gönderilmesi halkın tepkisine yol açtı (Tom Amca’nın Kulübesi’nin yazılması bu döneme rastlar). 1854’te Missouri’nin köleliğe açık ya da özgür olması konusu saptanırken kongrenin onayı gerekti. Başkanın da desteğiyle Güneyliler yararına sonuçlanan oylama sonucunda burada da kölelik yerleşti. İç Savaş. 1860’ta Birleşik Devletler’ deki politik görünüm kesin ayrılıklar gösteriyordu. Güney; kölelikten, serbest alışverişten ve federalizmden yana olurken; Kuzey köle karşıtı, birlikçi ve ekonomi korumasından yanaydı. Bu ayırımlılık Kongre’de de geniş bir ortam buluyor ve yoğun tartışmalar doğuruyordu. Kuzey ve Güney arasındaki bu sürtüşme, 1854’te kurulan ve hedefi köleliğin kaldırılması olan Yeni Cumhuriyetçilerin çabasıyla daha da belirginleşti. 1860’ta Kongre’nin köleliği kaldırma yolunda bir karar alma olanağını yasaklaması, kölelik sorununun her eyaletin kendisinin çözmesinden yana olan Demokratların ılımlı kanadının partiden ayrılmasına yol açtı. Cumhuriyetçiler ise Kuzey’de daha fazla bütünleştiler, korumacılığı savunan, köleciliği yasaklayan, ancak var olduğu eyaletlerde şimdilik 126

kalmasını savunan Abraham Lincoln’u başkan seçtirdiler (1860). Bu seçime Güney eyaletleri, özellikle Güney Karolina büyük tepki gösterdi. Seçmenlerine çağrıda bulunarak ayrılık yanlısı bir geçici meclisin seçilmesini sağladı. Bu meclisin oy birliğiyle “Bağımsızlık Bildirisi” yayımlandı, 1788 yasalarını kaldırarak Güney Karolina’nın birlikten ayrıldığını duyurdu. Kısa bir süre sonra Mississippi, Florida, Georgia, Alabama, Louisiana ve Teksas da aynı biçimde davrandı. 1861’de birlikten ayrılan bu 7 eyalet bir konfederasyon kurdular. Konfederasyon kendi parasını bastı, vergilerini toplamaya başladı, bayrağını açıkladı. Ancak Lincoln bu sonucu kabul etmedi. Bir ülkede çoğunluğa karşı azınlığın karar alamayacağını öne sürdü. Virginia’nın da Güney’e katılması üzerine Güney, başkent Washington’dan ayrılarak kendine Richmond’u başkent yaptı. 1861’de konfederasyon Charleston Limanı yakınlarında bir kaleyi silahlı baskınla ele geçirince iç savaş resmen başladı.

127

51 ATEŞLİ SİLAHLAR Barut gazının itici gücüyle mermi atan bütün silahlar.

Ateşli silahların en eski kanıtı Kuzeybatı Çin'de, 10. yüzyıldan kalan ipek bir sancak üzerine yapılmış bir alev makinesinin resmidir. 1132'de, De'an kuşatmasında Çin askerlerinin Jürchenler'e karşı, mızrak başının yanına alev makinelerinin takıldığı kısa mızraklar kullandıklarına ilişkin yazılı kanıtlar da vardır ama kuşkusuz ateş mızrağı çok daha eskidir. İlk gerçek ateşli silahlar 1100'lerin ilk yarısına tarihlenebilir. Sichuan'daki bir Budist mağara tapınağındaki heykeller bunu kanıtlamaktadır. Bir heykel, ondan çıkan bir gülle ile alevler içinde vazo biçimindeki bombayı tutan bir şeytanı göstermektedir. Bugüne kalan en eski ateşli silah Mançurya'da bulunan bir tunç toptur. 1288'e ait olduğu söylenebilir. İlk kez, İ. S. 1250 yıllarında, Çin' de kullanılmaktadır. İlk atılan cisimler gülle mermi türleri değil de, oklardı. 14. Yüzyıldan sonra, Avrupa'da çeşitli topların kullanıldığını gösteren belgeler bulunmuştur. 1340 da bazı belgelerde elde tutulup ya da omuza dayanıp ateşlenen silahlardan söz edilmektedir. 'El silahları' terimi, bundan ancak kırk yıl kadar sonra ortaya çıkmıştır. Bunlar, günümüzün el silahlarına pek benzememekle birlikte, süvariler tarafından (bir elleriyle dizginleri tuttuklarından) tek elle kullanılabilecek kadar hafiftir.

128

52 ATOM BOMBASI Atom bombası, patlamanın kontrolsüz çekirdek tepkimesi yoluyla sağlandığı bomba modelidir. Çekirdek tepkimesi zincirleme ve çok hızlı gerçekleştiğinden ortaya devasa bir enerji açığa çıkar ve bu da patlama ve beraberinde şok dalgası yaratır.

Atom bombası ile ilgili ilk çalışmalar Robert J. Oppenheimer öncülüğünde 1942 yılının sonlarında başlamıştır. Atom bombası yapmak için 1942 yılında ABD’de önce uranyum zenginleştirme tesisleri kuruldu ve ayrı bir tesisteki nükleer reaktörlerde plütonyum üretildi. New Meriç eyaletinin Los Alamos adlı bölgesinde bir “beyin takımı” ile başlayan çalışmalar yaklaşık 3 yıl sonra ürününü verdi. Atom bombasının ilk denemesi 16 Temmuz 1945 günü Meksika sınırına yakın bir çölde (Alamogordo) gerçekleştirildi. Patlamanın şiddeti beklenenden çok fazla olmuştu. Yaklaşık 20.000 ton TNT’nin patlamasına eşit bir etki görüldü. Elde edilen bu başarı üzerine atom bombasının Japonya’nın iki önemli şehrinde kullanılması kararlaştırıldı. Zenginleştirilmiş uranyumdan yapılan bomba Hiroshima’ya, plütonyumdan yapılan ise Nagasaki’ye atıldı. 6 Ağustos 1945 sabahı ilk atom bombası “Enola Gay” isimli bir bombardıman uçağı ile Hiroşima’ya atıldı. Saniyenin onbinde biri kadar kısa bir sürede gerçekleşen patlamanın ilk etkisi gözleri kör eden bir ışıktı. Ardından gelen 300.000 °C’lik ısı etkisi ise yaklaşık 3 km çapındaki her şeyin yanmasını sağladı. Daha sonra ise patlamanın etkisiyle başlayan ve saatte 1800 km ile esen alev rüzgarı çevredeki her 129

yükseltiyi dümdüz etti. Ama asıl kalıcı etkiyi patlamadan birkaç dakika sonra başlayan bir yağmur gerçekleştirdi. Yağmur ile tüm radyoaktif serpinti bölgeye inmiş oldu. Saniyelerle ölçülebilecek bir zaman dilimi içerisinde Hiroşima’yı yok eden bu korkunç bombanın bilançosu yaklaşık 80.000 ölü ve 100.000 yaralı olarak belirlenmiştir. 9 Ağustos 1945 günü ise ikinci atom bombası Nagazaki’ye atıldı. Bu şehirdeki insanların daha önceden uyarılması buradaki ölümlerin daha az olmasını sağladı. Ancak, her iki şehirde de radyasyondan kaynaklanan ölümler 15 Ağustos 1945’ten sonra görülmeye başlandı. Gönüllü olarak kurtarma çalışmalarına katılan veya akraba ve dostlarını harabeler içinde arayan birçok insan farkında olmadan yüksek miktarda radyasyon almışlardı. Radyasyondan kaynaklanan ölümler, bombanın patladığı anda meydana gelen şok, ısı ve yıkım etkisiyle gerçekleşen ölümlerden kat kat fazla olmuştur. Bu sonuç; atom bombasının insanlık için ne denli tehlikeli bir silah olduğunu ortaya koymuştur.

130

53 İRAN-IRAK SAVAŞI İran-Irak Savaşı, İran'da Tahmili veya Mukaddes Müdafaa, Irak'ta Saddam'ın Kadisiyesi ve Arap Dünyasında Birinci Körfez Savaşı olarak anılan 1980-1988 yılları arasında İran ve Irak arasında yapılmış ve perde arkasında olan bir savaştır. Yaklaşık bir milyon kişinin ölümüne, 150 milyar Amerikan Doları maddi hasara, her iki ülkede de ağır yıkımlara yol açmıştır. Irak'ın zaferleri ile başlayan savaş, İran'ın direnmesiyle yıpratma savaşına dönüşmüş ve galibi olmadan sonuçlanmıştır. Tarih, yıpratma savaşlarında ekonomik gücünü ve insan kaynağını en uzun süre kullanabilen tarafın avantajlı olduğunu göstermiştir. İran bu uzun savaşta kendisini, stratejisini hızlı bir zafer üzerine kuran Irak’a göre daha rahat hissediyordu. Bunu bilen Irak, İran’ın ekonomik gücünü zayıflatma amacıyla saldırıya başladı. İki ülkenin de ekonomik gücü büyük ölçüde, en büyük ihraç ürünleri olan petrole dayanıyordu. Irak, boru hatlarından petrol ihraç edebilirken İran, ihracatını büyük ölçüde Basra Körfezi’nden yapıyordu. Yani, Basra Körfezi'ndeki petrol ticaretinin kesintisiz sürmesi Irak’ın değil, İran’ın işine geliyordu. Bu sebeple Irak, petrol taşıyan İran gemilerine saldırılar düzenlemeye başladı. Benzer şekilde İran da, Irak petrol tesislerine saldırıya başladı. Sekiz yıl süren savaş 1988 Ağustos ayında yapılan ateşkes ile sona erdi. Ancak daha sonra Birleşmiş Milletler gözetiminde yapılan barış görüşmelerinden bir sonuç alınamadı. İran, görüşmeler için ön koşul olarak topraklarındaki tüm Irak askerlerinin çekilmesini isterken, Irak 131

Şatt-ül-Arap suyolu üzerinde ortak denetim kurulmasında ısrar etti. İki ülke arasındaki barış, ancak Irak’ın Kuveyt’i 1990 Ağustos ayında işgalinden sonra ABD ile savaşa tutuşma korkusuyla İran’dan aldığı toprakları geri vermesiyle gerçekleşti. Avrupa ve ABD'nin tavrını belirleyici ilke İran'ın daha büyük bir petrol gücü olmasının kesinlikle kabul edilemez oluşuydu. Gerek savaş süresince gerekse İran'ın uyguladığı yıpratma savaşının ileri aşamalarında Irak Batılı ülkeler tarafından destek görmüş ve savaş İran'ın Irak'taki kritik petrol noktalarına sahip olması sürecine hiç gelmemiştir. İran-Irak Savaşı, yaklaşık bir milyon insanın hayatına mal oldu. Savaşan taraflar ufak kazançlar için ekonomik kaynaklarını tüketti. Savaşın sonucunda İran-Irak sınırı değişmedi. Savaşın etkileri yıllar boyunca hissedildi. İki ülkenin birbirlerinin petrol tesislerine saldırılar düzenlemesi sonucu petrol üretimi düştü, petrol fiyatları arttı. Savaş boyunca Irak, kendisini destekleyen devletlerden borç alarak silah satın almıştı. Bu borçları ödemekte zorlanması, 1990 yılında Kuveyt’e saldırarak oradaki petrol kuyularını ele geçirmeye çalışmasına yol açtı. Bu tavrı da Irak'ı uluslararası ilişkilerde yalnızlığa sürükledi ve desteksiz bıraktı.

132

54 İSTANBUL'UN FETHİ 6 Nisan-29 Mayıs 1453 tarihleri arasındaki kuşatmanın sonucunda Osmanlı Padişahı II. Mehmed komutasındaki Osmanlı ordusunun Bizans İmparatorluğu'nun başkenti İstanbul'u ele geçirmesi.

Doğu Roma İmparatorluğu'nun (Bizans) başkenti Konstantinopolis, 29 Mayıs 1453 tarihinde Osmanlı Padişahı II. Mehmed önderliğindeki Osmanlı Ordusu tarafından fethedilmiştir. Bu fetihle birlikte Osmanlı Devleti İmparatorluk olmuş, tarihteki en önemli devletlerden biri olan Doğu Roma İmparatorluğu sona ermiştir. İstanbul'un Fethi ile 21 yaşında olan yedinci Osmanlı Padişahı II. Mehmed, “Fatih” unvanını da alarak Fatih Sultan Mehmed olarak anılır. Erken yaşına rağmen askeri ve idari alanda büyük hamleler başaracak olgunluğa sahip askeri dehasıyla cihana hükmeden Padişah II. Mehmed, İstanbul'u almak için hazırlıklara başlar. Bunun için içeride ve dışarıda birtakım önlemler alarak stratejik hareketlerde bulunur. Bu hazırlıklardan sonra İstanbul Kuşatması başlatılır. Osmanlı'nın kuşatmasıyla Padişah'ın özel olarak tasarladığı devasa toplar atılmaya başlanır. Top atışlarının surlarda gedik açmaya başlamasıyla açılan gedikler, Bizans tarafından gece vakitlerinde tamir etmeye çalışır. Sultan II. Mehmed, Kaptan-ı Derya Baltaoğlu Süleyman Bey'e harekete geçme emri vererek Haliç'i kaplayan zincirleri gemilerle kesilmesini ve Papa V. Nikola'nın gönderdiği Ceneviz gemilerinin durdurulmasını ister. Ancak yoğun çabalar sonucu zincirin kesilmesi ve Cenevizlilerin gemilerinin de geçilmesi mümkün olamaz. Haliç'e girmeden İstanbul'un alınamayacağını öngören Sultan II. Mehmed, 133

atılan topların geliştirilmesi ve havada eğim alarak kavisli inişle hedefine fırlatılması gerektiğini düşünür ve buna göre planlar, çizimler yapar. Planladığı topu hemen döktüren Padişah, topu deneme atışlarında bizzat kendi ateşler ve top, beklenen başarıyı getirir. Tarihte o dönem “humbara” olarak bilinen top günümüzde “havan” adıyla Fatih Sultan Mehmet keşfi olarak silah konusunda dünya tarihine geçmiştir. Topların başarısına rağmen yine de Haliç'e girmesi gerektiğini bilen Padişah, donanmayı zincirler yüzünden denizden girememesinden dolayı donanmayı karadan yürütüp Haliç'e indirmek gerektiğini öngörür. Dolmabahçe'den Beyoğlu'nun sırtlarına doğru geniş bir yol açılıp yol boyunca gizlice kızaklar döşenir. Gemiler, bir gecede karadan yürütülerek denize indirilir. Prof Dr. Feridun M. Emecen'in “Fetih ve Kıyamet” kitabına göre, Fatih'in Haliç'e indirdiği gemilerin yapım yerine dair bilgiler ise şöyledir: Osmanlı tarafından hadiseye şahit olan bir başka muasır kaynağın anlatıcısı, gemilerin demirlendiği yerden dört İtalyan mili mesafede bir ormanda 30 geminin inşa edilmiş olduğu, bunların karadan çekilerek denize indirildiği bilgisini verir. Çekilen gemilerin güzergah konusunu tartışan XVIII. yüzyıl tarihçilerinden Müneccimbaşı, önce bunların Boğazkesen Hisarı'ndan Kasımpaşa'ya uzanan bir dere yatağına döşenmiş kızaklar üzerinden kaydırıldığını belirtir, ardından da gemilerin Okmeydanı'nda yapılmış olabileceği bilgisine temas eder. Olayı karşı cepheden gören Bizans ve Latin müelliflerinin yazdıklarında müşterek olan husus ise Sütunlar mevkiinden gemilerin karaya çıkarılıp Haliç'e indirildiğidir.” 22 Nisan 1453 sabahı Bizans Haliç'teki gemilerin şaşkınlığını yaşar. Aynı zamanda askerlerin karşı tarafa geçmelerini sağlamak için Vezir Zağnos Paşa da 1000'i aşkın fıçının bir araya getirilerek köprü kurulma işlerini başlatır. Doğu Roma İmparatoru Sultan II. Mehmed'e kuşatmanın kaldırılması halinde padişahın belirleyeceği miktarda vergi vereceğini ve surlara kadar tüm toprakların Osmanlı'ya geçeceğini bildirir. Ancak Padişah, bunu Halil İnalcık'ın Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar incelemesinde geçtiği üzere şu şekilde reddeder: “Efendinize söyleyin, direnmeyi bırakıp şehri teslim etsin. Bunu yaparsa Mora'nın hâkimiyetini kendisine ihsan edeceğiz. Razı olmazsa şehre zorla gireceğiz! Biz Sultan Murad Han oğlu Mehmed Han olarak peygamber müjdesi peşindeyiz. “ 134

Kuşatma tahmin edilenden uzun sürer ve Osmanlı askerleri de yorulur. Bu gelişmelerin ışında II. Mehmed, 29 Mayıs'ta büyük taarruz için emir verir. Taarruzla birlikte Ulubatlı Hasan'ın Bizans surlarına çıkarak Osmanlı sancağını dikmesi ile Osmanlı ordusuna moral verir ve taarruzu güçlendirir. Konstantinopolis, 29 Mayıs 1453 Salı günü II. Mehmed'in önderliğindeki Osmanlı birliklerine teslim olur. Prof Dr. Halil İnalcık'ın yorumuna göre Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'u almasının en önemli sebebi, ikinci kez tahtta 1451 yılında çıktıktan sonra otoritesinin sağlanması olarak görülmektedir. Çandarlı Halil Paşa'nın da kudretli bir vezir olması dolayısıyla padişahın güçlü olması açısından fethin ardından idam ettirilmiştir. İstanbul'un fethi ile Doğu Roma İmparatorluğu'nun sona ermesi, Orta Çağ'ın bitişi Yeni Çağ'ın başlangıcı olarak kabul edilir. 1453 Fethi ile Anadolu ve Balkanlar arasındaki Osmanlı için geçişlerde bir engel teşkil eden Doğu Roma İmparatorluğu yıkılmış, artık ticaret yollarının Osmanlıların eline geçmesi de Avrupalıları yeni ticaret yolları bulmaya iterek coğrafi keşifleri hızlandırmıştır.

135

55 HAÇLI SEFERLERİ Haçlı Seferleri ya da Haçlı Akınları, 1095-1272 yılları arasında, Avrupalı Katolik Hıristiyanların, Papa'nın talebi ve çeşitli vaatleri üzerine, genellikle Müslümanların elindeki Ortadoğu toprakları (Kutsal Topraklar) üzerinde askeri ve siyasi kontrol kurmak için düzenledikleri akınlar.

Haçlı Seferleri’nin fikir babası aslında İspanya ve Portekiz’den Müslümanların atılması için başlatılan “Reconquista (Yeniden Fetih)” hareketidir. Müslümanlar İspanya ve Sicilya’da hâkimiyet kurmuşlardı. İber yarımadasında bulunan Hıristiyan krallıklar ortak düşman Müslümanların elindeki şehirleri almak için başlattıkları hareket 9. yüzyıldan 15. yüzyılın sonuna kadar sürmüştür. Aslında 1086 yılında Papa VII. Gregorius Doğu’ya bir haçlı seferi yapma düşüncesindeydi fakat bu halefi II. Urbanus’a nasip olacaktı. 1071 Malazgirt Zaferi’nden sonra Anadolu bir Türk akınına uğramıştı ve Selçuklu Türkleri güçlü bir hâkimiyet kurmuşlardı. Suriye ve Filistin’i dahi ele geçiren Türkleri Hıristiyan dünyası tedirginlikle izlemekteydi. Politik başarıları ile bilinen Bizans imparatoru I. Aleksios Komnenos Türklere karşı Papa’dan yardım istedi. Papa bu talebi kabul etti fakat onun amacı Bizans’a yardımdan çok Doğu topraklarını ve Kudüs’ü ele geçirmek, Papalığın görüşlerini benimsemeyen “Heretik” Doğu Hıristiyanlarını kontrol altına almak ve Avrupa’nın içinde bulunduğu krizden kurtulmasını sağlamaktı. 136

Çünkü 1094 senesi şiddetli kuraklığın getirdiği açlık ve sefalet, salgın hastalıklar ve artan nüfus gibi problemler ile Doğu’yu Batı’nın gözünde âdeta cennet haline getirmişti. 1095’te toplanan Clermont Konsili’nde, Papa Hıristiyanları Kudüs’ü ve doğu topraklarını ele geçirmek özellikle havarilerin yaşadığı yerlerin ve onlara ait kalıntıların Sarazen Müslümanların elinden kurtarılması için yapılacak kutsal savaşa davet etti. Dünyevi ve uhrevi pek çok vaatte bulunarak onları Haçlı Seferi’ne ikna etti. Kilise sadece dini bir kurum değil aynı zamanda geniş toprakların yöneticisi siyasi bir otoriteydi. Avrupa toplumu feodal ailelerin birbirleriyle savaşları ve şövalyelerin adeta terör estirdiği büyük bir buhran içindeydi. Bu sefere katılacak kontlar ve dükler için öncelikli hedef maddi çıkarlar ve yeni topraklara sahip olmaktı. Böylece Fransızlar, Normanlar, Lombardlar gibi pek çok milletten teşekkül bir ordu oluşturuldu ve bunlar 1097’de İstanbul önlerine geldiler. I. Aleksios Komnenos gördüğü bu devasa silahlı birlikler karşısında büyük bir endişeye kapılmıştı. Onların kendi topraklarından geçmesine izin vermedi ve onlara: “Eğer Antakya'yı bana vereceğinize dair yemin etmezseniz İslâm ülkelerine gitmek üzere Boğaz'ı geçmenize izin vermem” dedi. Aslında maksadı Haçlıları İslâm ülkelerine gitmeğe teşvik etmekti Seferler sırasında binlerce senyör ve şövalye öldü. Sağ kalanların bir kısmı da topraklarını kaybetti. Böylece feodalite rejimi zayıfladı. Avrupa'da merkezi krallıklar, güç kazanmaya başladılar. Feodalitenin zayıflamasıyla köylüler, çeşitli haklar elde ettiler. Türklerin batıya doğru ilerleyişleri bir süre için durdu. Bizans, Batı Anadolu'daki toprakların bir kısmını ele geçirdi. Haçlılar ile yapılan mücadeleler, İslam Dünyası'nı, Moğol saldırıları karşısında güçsüz bıraktı. Avrupalılar, İslam Medeniyeti'ni yakından tanıdılar. Akdeniz'de doğu-batı ticareti gelişti. Marsilya, Cenova, Venedik gibi Akdeniz limanları önem kazandı. Avrupalılar, dokuma, cam ve deri işleme sanatını öğrendiler. Papaların ve kralların seferlere mali destek sağlamak için İtalyan bankerlerine başvurmaları, bankacılığı geliştirdi. Avrupa'da hayat standartları yükseldi. Ticaretle uğraşmaya başlayan şehir halkı, zenginleşerek burjuva sınıfını oluşturdular. Anadolu, Suriye ve Filistin, ekonomik bakımdan zarar gördü. 137

Avrupa pusula, barut, kâğıt ve matbaanın yanında matematikle de tanışmış ve dolayısıyla Rönesans’ın kapısı aralanmıştır. El-Harezmi'nin özellikle cebir üzerine eserleri Avrupa'ya götürülmüş ve bu sayede Avrupalılar ikinci dereceden denklemleri nasıl çözmeleri gerektiğini görmüşlerdir. Yine El-Harezmi'nin eserleri sayesinde Avrupalılar sıfır sayısı ile tanışmıştır ki bu daha sonradan yapısında sıfır'ı barındırmayan Roma Rakamlarının elenmesini ve bunun yerine bugün bütün dünyanın kullandığı ve Arap rakamları olarak adlandırdığı (0, 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9) rakam sisteminin kullanılmaya başlanmasını beraberinde getirmiştir (İngilizcedeki “Zero” ve Almancadaki “Ziffer” ifadeleri Arapçadaki sıfır ifadesinden türetilmiştir). El-Harezmi'nin bütün Batı bilim dünyasına etkisi o kadar büyük olmuştur ki ALGEBRA kelimesi bir kitabının başlığındaki “Al-Jabr” kelimesinden, ALGORİTMA ifadesi ise onun isminin değişik telaffuzundan türetilmiştir. Bizans'ın eserleri Avrupa'ya kaçırıldı.

138

56 KERBELA OLAYI Kerbela Olayı, Kerbela Savaşı ya da Kerbela katliamı, 10 Ekim 680'de (Hicri 10 Muharrem 61), bugünkü Irak sınırları içindeki Kerbela şehrinde, İslam Peygamberi Hz. Muhammed'in torunu Hüseyin bin Ali'ye bağlı küçük bir birlik ile Emevi halifesi I. Yezid'e bağlı ordu arasında cereyan etmiştir.

Bu savaş Şiilik tarihindeki önemli olaylardan biridir. Muhammed'in kızı Fatıma'nın Muhammed’in kuzeni Ali'den olma oğlu İmam Hüseyin'in ölümü, Şiilerce her sene Aşûra Günü'nde yâd edilir. Bu olay sadece Şiiler tarafından değil Sünniler tarafından da yâd edilir, Sünniler sadece İslam dininde matem yapılmaması kaidesine uyarak bu günleri ibadet yaparak ve Mevlid okutarak geçirirler. Hz. Muhammed'in 632 yılında vefat etmesinden sonra Müslüman toplumunun başına kimin geçeceği kaygısı baş gösterdi. Müslümanların bir kısmı ilk olarak Ebu Bekir'in halifeliğini kabul ettiler. Ebu Bekir'den sonra sırasıyla Ömer bin Hattab, Osman bin Affan ve Ali bin Ebu Talib'in halifeliğini kabul ettiler. Osman'ın asiler tarafından şehit edilmesi Müslümanları büyük bir yasa boğdu. Halifesiz kalan Müslümanlar halife olması için Ali'ye başvurmuşlardı. Sonunda Ali halife olarak başa geçti. Bunun üzerine Osman'ın amcasının oğlu Muaviye ve Talha, Zübeyr, Aişe ve Osman’ın akrabaları başta olmak üzere halife Ali den katillerin bulunması ve onlardan kısasın alınması istendi. Lakin halife Ali ise öldürme girişimi aniden olduğu için katiller belli olmadığını ve bir süre ortalığın yatışmasının beklenmesini istedi. Bunun üzerine Muaviye, Talha, Zübeyr ve müminlerin annesi Aişe halife Ali'ye biraz kırıldılar. Daha 139

sonra Talha, Zübeyr katillerin bulunması için ordu topladılar. Ordu toplanmasını isyan zanneden halife onlarla konuşmak için belli bir kuvvetle olay yere hareket etti. İlk başta savaş olmamasına rağmen iki tarafın askerlerin sözlü atışması üzere olaylar gelişti ve bir anda savaşa dönüştü. Savaş sonucu sahabelerden Talha ve Zübeyr şehit oldu. Müminlerin annesi Aişe savaş sonucu halife Ali ile görüştü aralarında anlaşma sağlandıktan sonra Aişe Medine ye gönderildi. Katillerin bulunmaması üzerine Muaviye ile halife Ali arası açıldı. İslam Devleti, Ali ve Muaviye önderliğinde ikiye bölündü. Ali, 661 yılında Haricîlerden Abd’ûr-Rahmân İbn-i Mûlcem tarafından gerçekleştirilen bir suikastta hayatını kaybetti ve iktidar 20 yıllığına Muaviye de kaldı. Muaviye hayattayken oğlu Yezid'e biat etmeleri için taraftarları ve Hicaz ahalisinden biat istedi. Lakin taraftarları ve Hicaz ahalisi oğluna biat etmediler. Sebep olarak ise Hasan ile yaptığı anlaşmayı gösterdiler. Bunun üzerine Muaviye biat etmelerinden vazgeçti. Muaviye ölünce ise Yezid tahtı kendisi ele geçirdi . Yezid başa geçince ilk iş olarak Medine valisine bir mektup yazarak Hüseyin bin Ali'ye değil, kendisine itaat etmesini, aksi takdirde bunu canıyla ödeyeceğini bildirdi. Bu arada Hüseyin Kûfelilerden kendisine bağlılıklarını sunan mektuplar alıyordu. Kûfe'ye gelip halife olduğunu ilan ederse Hüseyin'i destekleyeceklerini söylüyorlardı. Hüseyin bu teklifleri ciddiye aldı ve Kûfe'deki taraftarlarının gerçekte olduğundan çok daha fazla olduğunu zannetti. Yaklaşık 70 taraftarı ve ailesi ile Kûfe'ye doğru yola çıktı. Sayıca fazla olmayan Kûfeli taraftarları Yezid'in yandaşları tarafından bastırıldı. Hüseyin ve beraberindekiler Kerbela'da Yezid'in 4500'e yakın adamıyla karşılaştılar. Burada meydana gelen savaşta Hüseyin ve taraftarlarının hepsi öldürüldü ve ailesi esir alındı. Şii ve Alevi Müslümanlığında bu olayın çok önemli yeri vardır. Onlara göre Ali'nin oğulları yenilmez savaşçılardır, çok yüce şahsiyetlerdir ve halifelik makamının su götürmez sahibidirler. Sünni Müslümanlığında da en yüce sahabelerden ve dört büyük halifeden birinin oğulları oldukları için çok yüce şahsiyetlerdir ve dini liderler olarak kabul edilirler. Sünnilere göre de seçilmemiş ve zorla başa gelmiş bir halife tarafından katledilmişlerdir.

140

57 KÖRFEZ SAVAŞI Körfez Savaşı veya Birinci Körfez Savaşı, kod adı Çöl Fırtınası Harekatı (Operation Desert Storm) 2 Ağustos 1990'da Irak'ın Kuveyt'i işgal etmesiyle başlayan krizin sonucunda, ABD öncülüğünde, Birleşik Krallık, Fransa, Suudi Arabistan, Suriye, Mısır'ın da aralarında bulunduğu 40'a yakın ülkenin dahil olduğu koalisyon gücünün Irak'a karşı düzenlediği askeri harekat (17 Ocak 1991-28 Şubat 1991).

Bu savaşa Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin'in çıkardığı Körfez Krizi sebep olmuştur. 1980-1988 yıllarında İran ile savaşan Irak, ekonomik yönden ağır zararlara uğramış ve bu savaş sonrası kolay kolay ödeyemeyeceği bir dış borç yükü altında kalmıştır. Bu durumdan kurtulmak isteyen Saddam Hüseyin, çareler aramaya başlamış ve 1991 yılı ilk yarısında Ortadoğu'da huzursuzluğa yol açacak bazı iddialar ortaya koymuştur. Bu iddialar Körfez Krizinin ilk filizleri olmuştur. İddiaların başlıcaları şunlardır: Körfez ülkelerinin 1981-1990 arasında petrol fiyatlarını sürekli düşürerek Irak'ı zarara sokmaları; Kuveyt'in Rumeyla bölgesindeki Irak'a ait petrollerden de faydalanmış olması; Kuveyt toprakları üzerinde tarihi hakkı olduğunda ısrar etmesi ve Irakİran savaşı sırasında Kuveyt'in Irak'a yaptığı para yardımını silmesini istemesiydi. Kuveyt ile ilgili iddialarının Kuveyt tarafından kabul edilmemesi üzerine, Saddam Hüseyin, meseleyi bir oldu-bitti ile çözümlemek 141

istemiş ve 2 Ağustos 1990'da Kuveyt'i işgal etmek ve bir hafta sonra da ilhak etmek suretiyle Körfez Krizinin çıkmasına sebep olmuştur. Irak'ın Kuveyt'i işgali üzerine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Irak birliklerinin Kuveyt topraklarından şartsız ve derhal çekilmesini isteyen bir karar almıştır. ABD öncülüğünde onu destekleyen müttefik ülkeler, Irak'ın Suudi Arabistan'a veya diğer bir Ortadoğu ülkesine muhtemel taarruzunu önlemek üzere Çöl Kalkanı adı verilen bir harekatı uygulayarak Basra Körfezi ve Suudi Arabistan başta olmak üzere bölgeye deniz, hava ve kara birlikleri göndermeye başlamışlardır. 33 ülke kuvvet göndermek veya yardım yaparak, Irak'a karşı teşkil edilen bu koalisyon kuvvetlerine katılmış veya bu kuvvetleri desteklemiştir. Bunlar arasında sekiz Arap ülkesi de vardır. Gerçi Arap ülkeleri; Saddam'a karşı olanlar, Saddam'ı destekleyenler ve çekimser kalanlar olmak üzere üç gruba ayrılmışlardır. Ancak Arap Birliği, Irak'ı kınamış ve derhal Kuveyt'ten çekilmesini istemiş ve Irak saldırısına karşı Çok Uluslu Arap Ordusu kurulmasını oy çoğunluğuyla kararlaştırmıştır. Bu sebepten dolayı Mısır ve Suriye, Saddam'a karşı olanların başında gelerek, Suudi Arabistan'a kuvvet göndermişlerdir. Ürdün, Yemen ve FKÖ, Saddam'ı desteklemişlerdir. Bu arada Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, oy çoğunluğuyla Irak'a karşı ekonomik yaptırım ve silah ambargosu kararı almıştır.

142

58 NÜKLEER SİLAHLAR Nükleer silah, nükleer reaksiyon ve nükleer füzyonun birlikte kullanılmasıyla ya da çok daha kuvvetli bir füzyonla elde edilen yüksek yok etme gücüne sahip silahtır.

Genel patlayıcılardan farklı olarak çok daha fazla zarar vermek amaçlı kullanılır. Sadece kullanılan bir silah, tüm bir kenti ya da bir ülkeyi canlı, cansız ne varsa tamamen yok edecek güçtedir. Savaş tarihinde, nükleer silah ABD tarafından II. Dünya Savaşı'nın son günlerinde iki kez kullanılmıştır. İlk olay 6 Ağustos 1945 sabahı, Little Boy (küçük çocuk) kod isimli uranyum tipi silahın Japonya'nın Hiroşima kentine atılmasıyla vuku bulmuştur. Üç gün sonra ise Fat Man (şişman adam) kod isimli plütonyum tipi silah aynı ülkenin Nagazaki kentine atılmıştır. Kullanılan bu silahlar neticesinde çoğu sivil 132.000 kişi yaşamını kaybetmiştir. Bu olaylardan sonra nükleer silah kullanımı üzerindeki tartışmalar hız kazanmıştır. İki temel nükleer silah türü vardır. İlki, Hiroşima'ya atılan uranyum veya Nagasaki'ye plütonyum bombasındaki gibi uranyum ötesi ağır atom çekirdeklerini bölerek enerji elde eden fisyon bombalardır. Bu silahlarda uranyum ve plütonyum gibi ağır elementlerin parçalanabilir izotopları, süperkritik kütle denilen belli bir ağırlık limiti üzerinde bir araya getirildiğinde zincirleme reaksiyona girerek çok büyük bir güç 143

üretirler. Hidrojen bombası veya füzyon bombası denen ikinci tipte ise ateşlenen bir fisyon bombası ile hidrojen çekirdekleri birleşmeye (füzyona) zorlanır, bu sayede çok yüksek bir enerji ortaya çıkar. Fisyon bombalarının teorik üst limitleri olsa da, füzyon bombalarının gücünde bir üst limit yoktur. Amerikan Bilim Adamları Federasyonu, 2012 itibarıyla dünyada 4.300'ü kullanıma hazır olmak üzere toplam 17.000 nükleer başlık bulunduğunu tahmin etmektedir.

144

59 MARATON MUHAREBESİ Yunanistan'a birinci Pers saldırısı sırasında, MÖ 490 yılında Platea'dan gelen destek birliğiyle takviye edilmiş Atina kuvvetleri ile General Datis komutasındaki Ahameniş Ordusu arasında Maraton Ovası'nda gerçekleşen muharebedir.

Bu muharebe, I. Darius'un Yunan kent devletlerine, özellikle de Atina ve Sparta'ya boyun eğdirme yönündeki askeri girişiminin doruk noktası sayılmaktadır. Yunanistan'a ilk Pers Saldırısı, Batı Anadolu'daki İyon kent devletlerinin Pers hâkimiyetini yıkmak için giriştikleri İyon Ayaklanması'nı, Atina ve Eretria'nın askeri olarak desteklenmesine bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Atina ve Eretria birlikleri, İyon kuvvetleriyle birlikte Sard'ın aşağı kentini ele geçirmeyi ve yakmayı başardılar. Ancak geri çekilirken Efes yakınlarında muharebeye girmeye zorlandılar ve Efes Muharebesi'nde ağır kayıplarla bozguna uğradılar. Bu baskın tarzı sefer yüzünden I. Darius Atina ve Eretria'yı yakıp yıkmaya yemin etmiştir. Bu sıralarda Atina ve Sparta, Antik Yunanistan'daki en büyük iki kent devletiydi. İyon Ayaklanması, Lade Deniz Muharebesi'nde elde edilen Pers zaferiyle bastırıldığında I. Darius Yunanistan üzerine bir seferin hazırlıklarına başlamıştır. Bu hazırlıkların sonunda General Datis ve Artaphernes komutasında bir kara gücü ve donanma Ege Denizi'ne, Kiklad Adaları'na boyun eğdirmek üzere sefere çıkmıştır. Bu kuvvet, ardından Atina ve Eretria'ya cezalandırıcı bir saldırı düzenleyecektir. Ege'de başarılı geçen bir seferin ardından yaz ortasında Eğriboz Adası açıklarına gelen Pers donanması adadaki Eretria kentini kuşatmış ve kuşatma sonunda almıştır. Daha sonra Attika'ya yelken açan donanma 145

Maraton Ovası kumsalında karaya asker çıkarmıştır. Kısa süre sonra Platea'dan gelen küçük bir birlikle takviye edilecek olan Atina kuvvetleri de Maraton ovasına yürüdüler ve ovanın Atina yaklaşımı yönündeki iki çıkışını tutacak biçimde yerleştiler. İki taraf da beş gün boyunca saldırıya geçmedi. Ancak bu beş günün sonunda Atinalılar, çok iyi bilinmeyen bir nedenle şafakta saldırıya geçmeye karar verdiler. Muharebe, Pers kuvvetlerinin sayısal üstünlüğüne karşın muharebe düzenindeki hoplitlerin, hafif piyade karşısında son derece etkili olduğunun bir kanıtı olmuştur. Maraton Muharebesi yenilgisi Yunanistan'a yönelik ilk Pers genel taarruzunun sonunu işaret etmektedir. Bu yenilgi üzerine Pers donanması Asya kıyılarına dönmüştür. I. Darius bu yenilgiden hemen sonra yeniden Yunanistan'a saldırmak için büyük bir ordu oluşturmaya başlamıştır. Ancak bu arada Mısır'da Pers hâkimiyetine karşı bir ayaklanma başlamıştı ve bu ayaklanma, Yunanistan seferini belirsiz bir süre için erteleyecektir. I. Darius'un ölümünden sonra tahta geçen oğlu I. Serhas babasının amacını gerçekleştirmek için yeniden hazırlıklara başlamıştır. Bu hazırlıkların sonucunda Yunanistan'a İkinci Pers Saldırısı MÖ 480 yılında başlatılmıştır. Maraton Muharebesi, Yunan-Pers Savaşları'nın bir dönüm noktası olmuştur. Pers Ordusu'nun yenilebileceğini gören Grekler, Perslere karşı daha bir özgüvenle mücadele ettiler. Bu savaşların sonucundaki nihai Grek zaferi, bir bakıma Maraton Muharebesi ile başlamış sayılmaktadır. İzleyen iki yüzyıl boyunca, Batı toplumlarını kalıcı biçimde etkileyen Klasik Yunan Uygarlığı'nın doğuşu serpilip gelişmiştir. Maraton Muharebesi bu bağlamda Avrupa tarihinin dönüm noktalarından biri olarak da görülür. Günümüzde muharebe, ünlü Maraton Koşusu'na esin kaynağı olmasından dolayı oldukça ünlüdür. Tarihsel olarak hatalı olan bir söylenceye göre Maraton Ovası'nda Atina kuvvetleri muharebeyi kazanınca bir ulak Atina'ya zafer haberini vermek üzere gönderilmişti. Pheidippides adındaki bu ulak Atina'ya kadar hiç durmadan koşmuş, zafer müjdesini verdiği anda da düşüp ölmüştü. İlk olarak 1896 yılında Atina Olimpiyatları'nda, Maraton Ovası ile Atina arasında koşulan Maraton Koşusu bu söylenceden esinlenmiştir.

146

60 MOĞOL İSTİLASI Moğol İstilası, 1250'li yıllarda başlayan ve Moğol kavimlerinin Moğol askerleriyle beraber batıya doğru gerçekleştirdiği savaş akını.

Moğol İstilası saldırıları Moğol İmparatorlukları tarafından yapıldı. Moğollar 13. yüzyıla kadar fazla bilinmezlerdi. 13. yüzyılında başlayan Moğol istilası; Moğolların Cengiz Han'ın bayrağı altında Orta Asya, Doğu Avrupa, Çin ve Sibirya Ovaları'nı istila etmesidir. Moğol kabilelerini birleştiren Cengiz Han dünyanın en büyük imparatorluğun kurdu. Ardından yaptığı fetihlerle ününe ün katan Cengiz han ele geçirdiği kaledeki herkesi katletmekle tanınırdı. Doğudan gelen bu haberler Avrupalıları korkuttu. Kısa sürede birçok savaş ve 30-60 milyon arası insanın ölümüne neden olmuştur. Moğol istilası sırasında Moğollar birçok kenti yağmalamış birçok katliam yapmış ve Orta Asya'da yaptığı saldırılar yüzünden birçok Türki halkın Anadolu'ya göç etmesine neden olmuştur. Yaşanılan yağma, göç, savaş gibi ünsurlar yerleşik hayattaki birçok devleti etkilerken göçebe olan halklar fazla etkilenmemiştir. Dünya tarihi açısından önemli bir olay olan Moğol istilası birçok sonuç doğurmuştur. Moğol istilası son olarak 16. yüzyılda Hindistan'ın istila edilmesine varana kadar devam etmesine rağmen Timur İmparatorluğu'nun yıkılmasıyla Anadolu üzerindeki etkisi bitmiştir. Moğollar bu süreçte birçok devlet kurmuş, Çin'e hükmetmiş ve Japonya'ya çıkartma yaparak bir ilke imza atmış, Avrupa'nın siyasi güçlerini değiştirmiş ve dünyaya dehşet salmıştır. Ancak Moğolların kurmuş olduğu devletler sürekli taht kavgaları ve dış güçler yüzünden yıpranıp zamanla yıkılması Moğol istilasının sonu olmuştur. 147

61 OTUZ YIL SAVAŞLARI Otuz Yıl Savaşı, 1618 ile 1648 yılları arasında yapılan ve Avrupa devletlerinin çoğunun katıldığı savaşlar dizisidir. Temelinde, bir Protestan-Katolik mücadelesi olsa da, savaşan devletlerin çoğu dinsel değil siyasi amaçlar için savaşmıştır. Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'na bağlı prensliklerin farklı taraflarda savaşması sebebiyle bir iç savaş niteliği de taşır. Savaş, 1648 yılında Protestanların zaferiyle bitmiş ve Vestfalya Antlaşması ile savaş sonucunda ana olarak Almanya ve Avusturya'dan oluşan Kutsal RomaCermen İmparatorluğu her biri hükümran olan birçok küçük devlete ayrılmıştır, İmparatorluk makamının yetkileri ise çok kısıtlanmıştır. 1555 yılında imzalanan Augsburg Barışı ile Martin Luther taraftarları ile Katolikler arasındaki savaş sona ermişti. Bu antlaşmaya göre sayıları 100’ün üstünde olan Alman prensleri, Katoliklik ve Lütercilik arasında istediği tercihi yapabilecekti. Fakat anlaşmanın bu hükmü yetersiz kaldı ve uygulanamadı. İspanya’da hızla yayılan Kalvenizm gibi diğer Protestan mezhepleri bu antlaşmaya göre haklara sahip değillerdi. Ayrıca İspanya’daki Katolik Habsburg Kralları, Doğu ve Orta Avrupa’da Katolikliği tekrar güçlendirmek istiyorlardı. Baltık’ta egemen olan Protestan İsveç ve Danimarka kralları ise “Protestanlığın savunucuları” olarak RomaCermen İmparatorluğu’ndaki nüfuzlarını arttırmak istiyorlardı. Augsburg Barışı’nın yetersiz kalması üzerine Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu’ndaki Protestan prensler 1608 yılında bir birlik kurdular. 1609’da ise Katolik devletler İmparator'un desteği ve Bavyera’nın önderliğinde birleştiler. Böylece Almanya parçalanıyor ve din ekseninde iki kampa bölünüyordu. Bu arada, her iki birlik de diğer devletlerden destek bulmaya çalıştı. Katolik Birliği, aynı Roma-Cermen İmparatorluğu gibi Habsburg 148

Hanedanı tarafından yönetilen sert Katolik İspanya’nın desteğine güveniyordu. Protestanlar ise Hollanda, İngiltere ve Fransa gibi Avrupa’da Habsburg egemenliğini istemeyen devletlerle görüşmeye başladı. 1618 yılında, İmparator’un gücünün artmasını istemeyenlerin ve Protestanların Bohemya’da başlattığı ayaklanma, uzun sürecek savaşlar dizisini başlatan kıvılcım oldu. İspanya Kralı 4. Philip’in yardımını alan İmparator ve Katolik Birliği, Bohemia ve onu destekleyen Protestan Birliği yenilgiye uğrattı. (1618-1625) Kendisi de bir Protestan olan Danimarka kralı 4. Christian, RomaCermen İmparatorluğu’ndaki Protestanların yenilgiye uğramasından rahatsız olmuştu. İngiltere, Fransa ve Hollanda’dan aldığı destekle birlikte kendisini Protestanlığın savunucusu ilan etti ve İmparator’a ve Katoliklere karşı savaşa katıldı. Ama kendisini destekleyen devletlerin iç sorunlar yüzünden zayıf olması sebebiyle yenildi ve İmparatorla barış yapmak zorunda kalarak savaştan çekildi. (1625-1629) Danimarka’nın çekilmesi, savaşı bitirmedi. Bu sefer, İsveç Kralı II. Gustaf Adolf (Gustavus Adolphus), Protestanları destekledi ve İmparatorluğa saldırdı. Danimarka kralı 4. Christian gibi kendisi de Fransa ve Hollanda tarafından destekleniyordu. Savaşın başında zaferler kazanmasına rağmen, 1632’de Lützen Savaşı sırasında öldü. 1634’te ise Protestan güçler yenilgiye uğradı. İsveç (Protestanlar) ile Roma Cermen İmparatorluğu (Katolikler) arasında yapılan barışa göre (1635, Prag Düzenlemesi) Alman prensliklerinin dış devletlerle ittifak yapması engelleniyor ve Alman prensliklerinin ayrı ayrı olan orduları, İmparator’un liderliği altında birleştiriliyordu. Yani, siyasi gücü çok zayıflamış olan Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu tekrar güçleniyordu. Prag Düzenlemesi’nden en çok Fransa rahatsız olmuştu. Fransa’da iktidarı elinde tutan XIII. Louis’nin bakanı Kardinal Richelieu’ye göre bu düzenleme, Kıta Avrupa’sındaki Habsburg etkisini çok arttırıyordu. Bu nedenle 1636 yılında Fransa, Katolik bir devlet olması ve Katolik bir başpiskopos tarafından yönetilmesine rağmen Protestanların yanında savaşa girdi. Fransa, İsveç ve Hollanda ile ittifak kurdu. İspanya ise, Roma Cermen İmparatoru'nu desteklemek amacıyla İspanya Hollanda’sından (günümüz Belçika’sı) güneye doğru Fransa’yı işgale başladı ve geri püskürtülmeden önce Paris yakınlarına kadar gelmeyi başardı. 149

Savaş, Protestanlardan yana döndü. Hollanda’nın büyük zenginliği ve denizaşırı yerlerde Habsburglara karşı başarıyla savaşması, durumu İspanya için zorlaştırdı. Karada güçlü olmayan, ancak denizlerde güçlü olan Hollanda, İspanya donanmasını iki kere yenilgiye uğrattı. Otuz Yıl Savaşı'nı bitiren bir dizi antlaşma Vestfalya Barışı olarak bilinir. Vestfalya Barışı ile Augsburg Barışı hükümleri yenilendi ve Kalvenizm Roma Cermen İmparatorluğu’nda kabul edilen mezheplerden biri oldu. Vestfalya ile Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu içindeki prenslikler, hemen hemen bağımsız siyasal birimler oldular. Üye devletlerin rızası olmadan İmparator vergi ve asker toplayamayacak, kanun koyamayacak ve savaş ilan edemeyecek olması, İmparator’un siyasal otoritesinin kalmadığını ortaya koyuyordu. Daha sonra Fransız yazar Voltaire’in de söyleyeceği gibi Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu artık “ne kutsal, ne Romalı, ne de imparatorluktu”. Hollanda’nın bağımsızlığı resmen tanınarak Hollanda ile İspanya arasındaki Seksen Yıl Savaşları sona erdi. İsviçre'nin bağımsızlığı tüm taraflarca tanındı. Fransa Metz, Toul ve Verdun'u alarak Almanya'ya doğru genişledi. İsveç de Pomeranya'yı alarak Almanya'ya doğru genişlemiş oldu. Savaşlarda ve savaşla beraber gelen kıtlık ve salgın hastalıklarda yüzbinlerce insan öldü. Burada, savaşan devletlerin kiraladığı paralı askerlerin yaptığı yağmanın yol açtığı yıkımın büyük rolü vardır. Savaşta en çok zararı Almanya gördü, 16. yüzyılda Avrupa’nın gelişmiş bir bölgesi olan Almanya’da 17. yüzyıldan 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar sürecek olan bir gerileme ve yerellik başladı. Otuz Yıl Savaşı’nın en önemli siyasal sonucu, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu’nun feodal bir karmaşaya sürüklenmesiyle Fransa’nın Kıta Avrupa’sında en güçlü devlet olarak ortaya çıkmasıdır. 19. yy. 'da Almanya İmparatorluğu kuruluncaya kadar Avrupa siyaseti Almanya’nın bölünmüşlüğü ve Fransa’nın üstünlüğü çevresinde dönecektir.

150

62 PEARL HARBOR BASKINI Japon İmparatorluk Deniz Kuvvetleri'nin 7 Aralık 1941 (Japonya saatiyle 8 Aralık 1941) sabahı Hawaii adalarının Oahu adasında bulunan ABD'nin Pasifik Filosu ve Pearl Harbor askeri üslerine karşı düzenlediği sürpriz saldırıdır. Japonya'nın II. Dünya Savaşı'nda (7 Aralık 1941) Oahu adasındaki (Hawaii) Pearl Harbor'da bulunan ABD'nin deniz üssüne düzenlediği saldırı. Saldırı savaşta tarafsız kalmak isteyen ABD'nin savaşa girmesine neden olmuştur. Japonya'nın, İkinci Dünya Savaşı başladığında Almanya ve İtalya ile ittifak kurması, ABD'de tedirginlik yaratmıştı. Bunun üzerine ABD, ülkesinde bulunan Japon varlıklarını dondurdu, ayrıca petrol ve savaş malzemelerinin gönderilmesini yasakladı. 1941 yılının Temmuz ayı geldiğinde, ABD, Japonya ile olan bütün mali ve ticari ilişkilerini kesti. Japonya, buna cevap olarak saldırı hazırlıklarını başlattı. ABD donanmasına gerçekleştirilecek olan, saldırı, Japonya Birleşik Donanması'nın Komutanı Amiral Yamamoto İsoroku tarafından titiz bir şekilde planlamıştı. 23 Kasım'da Komutan yardımcısı Nagumo Çuiçi'nin yönetiminde 6 uçak gemisi, 2 savaş gemisi, 3 kruvazör ve 11 destroyerden oluşan bir filo, Hawaii'nin yaklaşık 440 km kuzeyindeki bir noktaya doğru hareket etti. Saldırı bu noktadan 360 uçakla gerçekleştirildi. Yerel saatle 7. 55'te başlayan saldırı, ABD savaş gemilerine ağır darbe vurdu. “Virginia”, “Arizona” ve “West Virginia” adlı gemiler battı. Daha sonra “Maryland”, “Pennsylvania”, “Neroda” ve “Tennessee” gemilerine ağır hasar verildi. Ayrıca 140'tan fazla uçak yok oldu. Askeri kayıpların toplamı ölüler dahil, 3. 400'ün üstündeydi. Japonya'nın ise sadece 29 uçak ve 5 denizaltısı yok oldu.

151

63 PÖN SAVAŞLARI Kartaca Savaşları olarak da bilinir. Kartaca ile Roma Cumhuriyeti arasında, MÖ 264-146 yılları içinde, Akdeniz deniz ticaretini ele geçirmek ve elde tutmak için yapılan ve üç evre olarak gerçekleşen savaşlardır.

Döneminin bilinen en geniş çaplı savaşlarıdır. Pön sözcüğü, Latince'deki Punicus (ya da Poenicus) sözcüğünden türetilmiş bir sözcük olup “Kartacalı” anlamına gelmektedir ve Kartacalıların Fenike kökenini belirten bir sözcüktür. Pön Savaşlarının ana nedeni, büyüyen Roma Cumhuriyeti ile yıllardır hüküm süren Kartaca İmparatorluğu arasındaki çıkar çatışmalarıdır. Pön Savaşları'nın başladığı tarihlerde Kartaca, Batı Akdeniz'de, yaygın deniz imparatorluğu ile egemen güçtü. Deniz ticaretini neredeyse tümüyle kontrolü altında tutuyor ve bu ticaretten büyük bir servet Kartaca'ya akıyordu. Roma Cumhuriyeti ise İtalya Yarımadası'nda hızla genişleyen ve yayılan bir güç olmakla birlikte Kartaca'nın deniz gücüne sahip değildi. Dolayısıyla deniz ticaretinin kazançlarından mahrumdu. Pön Savaşları esasta, Kartacalı tacirler ile Romalı tacirler arasında bir pazar savaşıdır. Romalılar başlangıçta etki alanlarını, hali hazırda Kartaca'nın kontrolü altında bulunan, fakat aynı zamanda Roma ile kültürel yakınlıkları da olan Sicilya yönünde genişletmeye yönelmişlerdi. Üçüncü savaşın sonunda, her iki taraftan yüzbinlerce askerin öldüğü bir yüzyıldan uzun süren savaş durumunun ardından, Roma Cumhuriyeti Kartaca'yı istila etti ve Kartaca kentini yerle bir etti. Artık Roma Cumhuriyeti, Batı Akdeniz'de en güçlü durumdaki devletti. Öte 152

yandan Roma Cumhuriyeti doğuda da büyük başarılar kazanmıştı. Pön Savaşları'yla aynı dönemde gerçekleşen Makedonya Savaşı ve Doğu Akdeniz'deki, MÖ . 188 yılında Selevkos İmparatorluğu'nun yenilgisiyle sonuçlanan Roma - Suriye Savaşı, Roma Cumhuriyeti'ni Akdeniz'de hâkim güç ve Klasik Dünya'da en güçlü şehir devletlerinden biri haline gelmesinde önemli bir yere sahiptir. Kartaca üzerindeki Pön Savaşları'yla sağlanan Roma zaferi, MS. 5. yüzyıla kadar elde tutacağı hâkim bir statü sağladı.

153

64 PUVATYA SAVAŞI (10 Ekim 732) Endülüs Emevileri ile Fransa'yı yöneten Franklar arasında yapılmış bir muharebedir. Bu savaşı Franklar kazanmış, böylece Müslümanların Avrupa'nın içine ilerlemeleri durdurulmuştur. Emevi Halifesi I. Velid döneminde İspanya Vizigotların elindeydi. Krallık iç karışıklıklardan zayıf düşmüştü. Kral Rodrigo, halk tarafından sevilmiyordu. Kralın İspanya halkına baskı ve zulüm yapması üzerine İspanya'nın yerel yöneticileri, Müslümanlardan yardım istediler. 711 yılında Tarık bin Ziyad komutasındaki bir İslam ordusu Cebelitarık Boğazı (Septe Boğazı)'nı geçerek İspanya'ya girdi. Tarık bin Ziyad askerlerinin geri dönme ümidini yok etmek için boğazı geçtikten sonra gemilerini yaktırdı. İspanya'ya geçen İslam ordusu Kadis Muharebesi ile burayı fethetti. Bu fetihten sonra İspanya, Emevilerin bir eyaleti durumuna geldi. Müslümanlar İspanya'ya Endülüs adını verdiler. Müslümanlar Pirene Dağları'na kadar ilerlemişlerdi. İspanya'yı fetheden Emeviler, ilerlemelerini sürdürerek Pirene Dağları'nı aşıp, Fransa'ya girdiler. Fakat Frank ordusuyla Poitiers (Puvatya) denilen yerde yapılan muharebede Frank komutan Charles Martel Emevi ordusunu yenilgiye uğratarak İspanya içlerine doğru çekilmeye zorladı. Puvatya Muharebesi, İslam ve Avrupa tarihinde önemli bir yere sahiptir. Ancak bu muharebeden sonra İslam ordularının Avrupa’da ilerleyişi Osmanlıların zamanına kadar durmuştur. Puvatya Muharebesinden sonra Emeviler bir daha eski gücünü toparlayamamış, aynı durum ağır kayıplar veren Charles Martel komutasındaki Frank ordusu içinde geçerli olmuştur.

154

65 TOP Top, gülle veya şarapnel atan büyük, ateşli silah. Bizanslılar beş yüz yıla yakın bir zaman, reçine, güherçile ve kükürtten oluşan bir maddeyi savaşan düşman gemilerini ve kuşatma araçlarını yakmak için kullanmışlardı. 13. yüzyıla doğru, bu karışımdaki reçine yerine kömür kullanılarak elde edilen barutun patlamasından yararlanılarak mermi atılmaya başladı. Top, bunun sonucudur ve kullanılması, 14. yüzyılda hızla genelleşti. Topun keşfi, mutlak hükümdarlığın, feodal rejim (derebeylik) yerine geçmesini kolaylaştıran en önemli araçlardan biri oldu. Çünkü derebeylerin barındığı sağlam şatoların topla yıkılması kolaylaşmıştı. Bundan başka, top savaş ve tahkim biçimlerinde de değişikliklere neden oldu. Top, en önemli bir silah niteliğini kazandığı için, 15. yüzyıldan başlayarak, savaşların sonucu en çok topçu gücüne bağlı olmaya başladı. Toplar ilk defa ağızdan dolma 13. yüzyıldan itibaren geliştirilmeye başlanmış ve savaş alanlarında kullanılmıştır. İlk ilkel ateşli silah örneklerinden olan bu toplardaki teknolojik ilerlemeye paralel olarak Avrupa’da 14. yüzyılın ilk yarısından itibaren öncelikle İspanyollar, Portekizler, İtalyanlar, almanlar, Fransızlar ve İngilizler tarafından savaşlarda ateşli silahlar kullanılmaya başlanmıştır. Avrupalıların sürekli olarak birbirleriyle savaş halinde bulunmaları, barutla işleyen daha kullanışlı yeni silahları icat etmelerine de neden olmuştur. Savaş meydanlarında yenilen rakipler, kale ve şehir surlarının ardına saklanıyorlardı. Şehir kuşatmaları çok uzun, aylarca hatta yıllarca sürebiliyordu. Orduları bu kadar uzun süre savaş alanlarında tutmak çok zordu. Kale ve kent surlarını yıkacak, zaferin yolunu açacak bir silaha ihtiyaç vardı. O silah da toptu. Toplar silah olarak kullanılmaya başlandıkları ilk dönemlerde, taktik olarak iki şekilde kullanılmakta idi. Birincisi, nesneleri hedefe fırlatma 155

ve püskürtme ile atmak ikincisi ise kullanılan gülle ile hedefi doğrudan vurmaktı. Ateşli bir silah olarak topların, savaş meydanlarında gücünü kanıtlamasıyla Avrupa’daki zanaatkârların birçoğu büyük boyutlarda toplar dökmeye başlamışlardır. Üretilen bu ilk toplar; büyük boyutlarda olmalarının yanı sıra, savaşın sonucunu etkileyecek atış gücünden ziyade, barut gazı gücü ile ağır ve büyük, yontularak yapılan taş gülleleri ve kulakları parçaları gürültüleriyle düşman birliklerine daha çok psikolojik korku vermekteydiler. Topun ve ateşli silah teknolojilerinin savaşlar ve uluslar için önem kazanması top üretiminde ve teknolojisinde hızlı bir gelişme olmuştur. Topçuluk alanındaki gelişmeler, özellikle açık arazilerde yapılan savaşların sonucunu, topların belirlediğini ortaya koymaktadır. Ancak ateşli silahlardaki bu gelişmeler, bu silahlara yönelik karşı koyma ve savunma yöntemlerinin de hızla gelişmesine neden olmuştur. Top başta olmak üzere, ateşli silahların gelişmesinde en önemli etkenlerden biri de Fransa kralı XIV. Louis’nin saldırgan eğilimleri, Rus Ramonov ve Avusturya Habsburg hanedanlarının yayılmacı siyasetleri, Avrupa’da büyük boyutlu uluslararası rekabeti yaratmıştır. Bu hanedanlar ve ülkeler arasında gelişmeye başlayan rekabet, askeri strateji ve teknolojilerinin gelişimini olumlu yönde etkilemiştir. Yine bu dönemde Osmanlıların batıya doğru ilerlemelerini durdurma çalışmaları da bu gelişmeleri hızlandırmıştır.

156

66 TÜRK KURTULUŞ SAVAŞI Kurtuluş Savaşı, İstiklâl Harbi ya da Milli Mücadele olarak adlandırılan, I. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu'nun İtilaf Devletleri'nce işgali sonucunda Misak-ı Milli sınırları içinde ülke bütünlüğünü korumak için girişilen çok cepheli siyasi ve askeri mücadele. 1919-1922 yılları arasında gerçekleşmiş ve 11 Ekim 1922'de imzalanan Mudanya Mütarekesi ile fiilen, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması ile resmen sona ermiştir.

Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisini belirleyen Mondros Ateşkes Antlaşması (30 Ekim 1918) ile Anadolu ve Trakya her türlü işgale açık bir duruma geliyordu. Çünkü Mondros ateşkes hükümleri galip devletlere gerekli gördükleri her yeri işgal etme hakkı tanıyordu. Ülke işgale uğrarken Padişah için önemli olan; saltanatın, halifeliğin ve hanedanın selameti idi. Bu antlaşma çok ağır koşulları içerirken, İstanbul Hükümeti ileride yapılacak barış görüşmelerinde bu koşulları hafifletebileceğini umuyordu. Mondros Ateşkes antlaşmasının hemen ardından işgaller başladı. Bu antlaşmanın 7 inci maddesine göre, İtilaf devletleri güvenliklerini tehdit eden bir durumu bahane ederek istedikleri bölgeleri işgal edebileceklerdi. Boğazlar İngilizlerin kontrolüne geçti. İngilizler Çanakkale, Musul, Batum, Antep, Konya, Maraş, Samsun, Bilecik, Merzifon, Urla ve Kars’ı işgal ettiler. Fransızlar ise; Trakya’daki demiryolunun önemli 157

istasyonlarını, Dörtyol, Mersin, Adana ve Afyon istasyonunu işgal ettiler. İngilizler tarafından işgal edilen, Güney Doğu’daki bazı iller daha sonradan Fransızlara terk edilmiştir. İtalyanlar ise Antalya, Kuşadası, Bodrum, Fethiye ve Marmaris’i işgal ettiler. Konya ve Akşehir’e de asker yolladılar. Mondros Mütarekesi’nin Doğu Anadolu’da 6 vilayetin Ermenilere bırakılacağına ilişkin maddesi Ermenileri harekete geçirdi. Ermeniler kurdukları Alaylarla Doğu Anadolu’da yayılmaya ve bölgedeki Türklere zulüm ve baskı yapmaya başladılar. Kozan, Osmaniye, Mersin ve Adana’ya Fransızlarla birlikte Ermeni çetecileri de geldi. Yunanlılar kendilerine vaat edilen Ege Bölgesi’ni ele geçirmek üzere, İngiliz, Amerikan ve Fransız savaş gemilerinin koruması altında, 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgale başladılar. İzmir’in işgaline tepki olarak gazeteci Hasan Tahsin tarafından düşmana atılan ilk kurşun Kurtuluş Savaşımızın başlangıcı olmuştur. : Mondros ateşkes antlaşmasından sonra işgallerin başlamasına karşılık Padişah ve Osmanlı Hükümeti işgallere karşı ses çıkarmamışlar, orduyu geliştirip güçlendirmeye yönelmemişler, sadece kendi çıkarlarını düşünmüşler, çekingen ve korkak davranmışlar, ülkeyi içinde bulunduğu durumdan kurtarmak için hiçbir tedbir almamışlardır. Kurtuluş savaşımızda işgallere karşı ilk silahlı direniş Güneydoğu Anadolu’da Fransızlara karşı başlamışsa da, ilk Kuvayı Milliye hareketi Batı Anadolu’da Yunanlılara karşı oluşturulmuştur. Yunan birliklerinin İzmir’i işgal etmesi ve Anadolu içlerine ilerlemeye başlamasına seyirci kalan Osmanlı Hükümeti’nden artık hiçbir şey beklenemezdi. Bu durum, Kuvayı Milliye’nin doğuşunu ve Milli Mücadele’nin başlamasını kolaylaştırıcı etkenler olmuştu. 19 Mayıs 1919′da Atatürk Samsun’a çıkmıştır. Amasya genelgesi yayınlanmıştır. Daha sonra Erzurum ve Sivas kongreleri gerçekleştirilmiştir. İstanbul’un işgali edilmesi ve Meclis-i Mebusan’ın kapatılmasıyla Osmanlı yönetimi çökmüştür. Padişah İtilaf Devletlerin esiri haline gelmişti. Böyle bir durumda ulus kendisini yönetmeye başlamalıdır. Ulusu temsil eden, ulus adına karar veren yetkili organa ihtiyaç vardır. Bu da yeni bir meclistir. 23 Nisan 1920’de 338 milletvekilinin katılımı ile TBMM açıldı. Osmanlı Devleti ile İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Ermenistan, Belçika, Yunanistan, Hicaz, Polonya, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven ve 158

Çekoslavakya devletleri arasında imzalanan, Türk’ün ölüm fermanı olarak bilinen Sevr anlaşması imzalanmıştır. TBMM’nin Sevr Antlaşmasına tepkisi çok sert olup, bu antlaşmayı imzalayanları ve onaylayanları vatan haini saymaya karar vermiştir. Doğu cephesi, Güney cephesi, Batı cephesi. -II. İnönü savaşları ve son olarak Sakarya meydan muharebesi savaşları verilmiştir. Büyük Taarruz ve Başkomutanlık Meydan Muharebesi ile Anadolu’nun sonsuza kadar Türk yurdu olarak kalacağı bütün dünyaya kanıtlanmıştır. Mudanya ateşkes ardından Lozan barış anlaşması imzalanmış Yeni Türk Devleti tüm dünyaya kabul ettirilmiştir. Böylece Türkiye tüm sömürge uluslara örnek olmuştur.

159

67 YEDİ YIL SAVAŞI Yedi Yıl Savaşı, Avrupa'nın güçlü devletleri arasında, 1756-1763 yılları arası yaşanmış bir dizi askeri çatışmadır. Savaşın nedeni Büyük Britanya ve Fransa için aralarındaki sömürge yarışı; Avusturya ve Prusya içinse Orta Avrupa hegemonyasıdır. Avusturya, Avusturya Veraset Savaşı'nda (1740-1748) elinden çıkan Silezya bölgesini geri alabilmek için ittifak arayışı içindeydi. Fransa, Saksonya, İsveç ve Rusya ile bir ittifak oluşturmuştur. Prusya ise Büyük Britanya ile ittifaka gitmiştir. Esasen gerek Avusturya Veraset Savaşı, gerekse de Yedi Yıl Savaşı, aynı stratejik hedeflere yönelik savaşlardır ve tek bir savaşlar dizisi olarak kabul edilir. Bir yanda, Büyük Britanya ve Fransa arasında denizaşırı sömürgelerin ve dünya denizlerindeki üstünlüğün kontrolüdür. Diğer yandan da Orta Avrupa'da Avusturya ile Prusya arasında, bir güçler dengesi arayışı olarak kabul edilmektedir. Fransa, 18. yüzyıl boyunca kolonilerine yetersiz miktarda destek asker göndermiştir. Büyük Britanya'nın donanmasını aşamayacağını bildiğinden, eninde sonunda kolonilerini kaybedeceğini düşünmekteydi. Bu yüzden asıl askeri harekatlarını Kıta Avrupası üzerinden yapmaktaydı. Burada başarılı olursa, barış antlaşmalar yapılırken kolonilerini koruyabilecekti. Plan Kıta Avrupası'nda başarılı olmasına karşın, Fransız kolonilerinin kaybına engel olamamıştır. Büyük Britanya, Fransa'nın tam tersi bir politika izliyordu. Kıta Avrupası'nda büyük askeri harekatlardan kaçınmaktaydı. Abluka taktiği uygulayarak, destek gönderilerin orduları engelliyordu. Kara savaşlarından kaçındığından, Kıta Avrupası’nda kara orduları güçlü bir ülkeyle müttefik olmak zorunda kalıyordu. Bu yüzden, Yedi Yıl Savaşı'nda Prusya'yla müttefik olmuştu. 160

Avusturya ve Rusya, bulundukları bölgede yeni bir gücün çıkmasını istemediğinden, Prusya'ya karşı müttefik olmuşlardı. Karşısındaki bu güçlü ittifakı, ilk saldırıyı kendisi yaparak parçalamayı amaçlayan Prusya Kralı II. Friedrich, 1756 yılında Saksonya'nın merkezi Dresden'e saldırarak kenti almıştır. Bir dizi küçük çaplı çatışmadan da başarılı çıkan II. Friedrich, 6 Mayıs 1757 tarihinde Prag Muharebesi'nde Avusturya'yı yenilgiye uğratmıştır. Ancak ertesi sene yenilerek Bohemya'dan çekilmek zorunda kalmıştır. Ardından İsveç ve Rusya, Doğu Prusya'ya saldırdılar. Ruslar burada Prusya orduları karşısında belirgin bir başarı kazanmışlardır. Fransa ise batıdan Silezya'ya saldırdı. II. Friedrich bu saldırıyı karşılamış ve güçlü Fransız ordusunu bozguna uğratmıştır. 5 Aralık 1757 tarihinde ise Avusturya birlikleri karşısında parlak bir zafer kazandı. 21 Haziran 1758 tarihinde Büyük Britanya ordusu Fransız ordusunu bozguna uğrattı. Ardından II. Friedrich, Doğu Prusya'yı Rus ordusunun işgalinden kurtardı. Ancak 12 Ağustos 1759 tarihinde Avusturya-Rusya birleşik ordusuna yenildi. Bu yenilgi Prusya'nın zaten sınırlı olan askeri olanaklarını da tüketmiş oldu. II. Friedrich artık taarruz edecek askeri güce sahip değildi. Hatta savunmada bile İngiltere'nin mali desteğine güvenmektedir. Aralık 1762'de Çariçe I. Elizaveta'nın ölümü ve yerine Prusya'ya düşmanca tutumlar beslemeyen III. Petro'nun tahta geçmesi II. Friedrich'i Rusya ile bir barış anlaşması yapmaya itmiştir. Ardından III. Petro'nun arabuluculuğuyla İsveç'le barış imzalandı (Sankt Petersburg ve Hamburg Antlaşmaları). Rusya ve İsveç'in çekilmesiyle zayıflayan Fransız-Avusturya ittifakı, barış istemek zorunda kalmıştır. 10 Şubat 1763 tarihinde Fransa ile Büyük Britanya arasında imzalanan Paris Antlaşması'yla, Kuzey Amerika ve Hindistan'daki Fransız sömürgeleri Büyük Britanya'ya geçmiştir. Prusya ile Avusturya arasındaki bu savaşlara Fransa ve İngiltere'nin katılması esasen, aralarında yüzyılı geçkin zamandır süregelen sömürgecilik ve deniz üstünlüğü için olan politik mücadelelerdir. 15 Şubat 1763 tarihinde Avusturya ile Prusya arasında imzalanan Hubertusburg Anlaşması'yla da Silezya Prusya'ya bırakıldı.

161

68 YÜZ YIL SAVAŞLARI Yüz Yıl Savaşları, İngiltere kralı III. Edward'ın Fransa tahtında hak iddia etmesiyle 1337'de başlayan ve ancak 116 yıl sonra 1453'te sona eren savaşlar dizisidir. Yüzyıl Savaşları on dört ve on beşinci yüzyıllarda İngiltere ve Fransa krallıkları arasında belirli aralıklarla devam eden savaşlar. Bu iki krallık arasında 12. yüzyıldan sonra, İlk Yüzyıl Savaşı olarak adlandırılan savaş olmuş ve 1259 Paris Antlaşması ile geçici olarak barış sağlanmıştı. Asıl Yüzyıl Savaşları olarak adlandırılan mücadele 1337-1453 yılları arasında meydana geldi. Paris Antlaşmasından beri Fransa ve İngiltere kralları, Aktinya için devamlı mücadele halindeydiler. Fransa kralı İngiltere kralına tabiydi. İngiltere Kralı Üçüncü Edvard’ın annesi, Fransa Kralı Üçüncü Filip (Philippe)’in kızıydı. Fransa’da krallık, 1328’de Kapetler Hanedanından Valois Hanedanına geçince, Üçüncü Edvard, yeni Fransa Kralı Altıncı Filip’e vasal olmayı reddedip, Fransa tahtına geçmek isteyince, mücadele yeni bir yön kazandı. Böylece iki krallık arasında savaş yeniden başladı. 1345’e kadar sönük bir şekilde devam eden çatışmalar, bu tarihten itibaren kızıştı. Fransa’da cereyan eden savaşlarda İngilizler, birçok yerde Fransızları yendiler. Üçüncü Edvard, Fransız süvarilerini Greey’de bozguna uğrattıktan sonra Kale (Calais) şehrini ele geçirdi (1347). Bu savaşlar sırasında çıkan veba salgını dolayısıyla çok sayıda insan öldü. Savaşa bir süre ara verildiyse de anlaşma sağlanamadığı için 1355’te yeniden başladı. Fransızlar yine ağır yenilgiye uğradılar ve Kral İkinci Jean esir düştü. Naib seçilen veliaht Şarl (Charles) zamanında Fransa, karışıklık içerisinde kaldı. Düzeni yeniden sağlayan veliaht, 1360’ta ağır şartlı bir antlaşma imzalayarak Fransa tahtını babasına, bir kısım yerleri ise İngiltere kralına bırakmak zorunda kaldı. Babası İkinci Jean’ın ölümü ile tahta çıkan oğlu Beşinci Şarl’ın on altı yıllık saltanatı, Fransızların toparlanmasını sağladı. 1369’da başlayan 162

çarpışmalarda, daha çok çete savaşları yapan Fransızlar, İngiliz ordularını birer birer yok ederek, daha önce kaybedilen yerlerin birçoğunu geri aldılar. 1380-1413 yılları arasında, her iki devlette iç karışıklıklar çıktığından savaş olmadı. Tahta çıkan Kral Altıncı Şarl’ın bir süre sonra delirmesi üzerine Fransa iki partiye ayrıldı ve ülkede iç savaş başladı. Bundan dolayı Fransa’da, bu barış döneminde kuvvetli bir yönetim kurulamadı. İç buhranlarını daha erken halleden İngiliz Kralı Beşinci Henri (Henry), Fransa’nın bu karışık durumundan faydalanmak için harekete geçti. 1415’te Normandiya’ya çıkan Henri, Fransızları ağır bir yenilgiye uğrattı. Fransız ileri gelenlerinin birçoğu öldü veya esir düştü. 1422’de Beşinci Henri ve Altıncı Şarl öldüler. Beşinci Henri’nin oğlu Altıncı Henri, Paris’te Fransa kralı ilan edildi. Bu tarihten itibaren altı yıl içinde İngilizler, Loire Irmağına kadar bütün Kuzey Fransa’yı ele geçirdiler. Bu sıralarda Altıncı Şarl’ın oğlu Yedinci Şarl’ın krallığını ilan etmesi, yeni karışıklıklara yol açtı. İngilizler, 1428’den sonra Loire ötesindeki bölgelerin anahtarı sayılan Orléans şehrini kuşattılar. Bu kuşatma sırasında kuvvet dengesi yeniden değişti ve Yüzyıl Savaşlarının Fransa’nın zaferiyle sonuçlanacak son safhası başladı. Lorenli köylü bir kız olan ve dini hislerle hareket ederek, İngilizleri ülkeden çıkarma görevi aldığına inanan Jan Dark (Jeane d’Arc)’ın Orléans’ı kurtarması, Fransa’da milli hissin güçlenmesine sebep oldu. İngilizleri Patay’da mağlup eden Jan Dark, Yedinci Şarl’ı Reims’te tahta çıkardı. Jan Dark, Paris’i kurtarma teşebbüsünde muvaffak olamayarak esir düştü. Uzun süren bir muhakemeden sonra 1431’de canlı olarak yakılması, Fransa’da milliyetçilik hislerini körükledi. Kendi aralarındaki anlaşmazlıklara son veren Fransız halkı, Yedinci Şarl’ın etrafında birleşerek İngilizlere karşı ayaklandılar. Yedinci Şarl, merkezi ve mahalli idareyi, maliyeyi ve orduyu yeniden düzenledikten sonra kaybedilen yerleri geri almak için harekete geçti. 1436’da Paris, 1441’de Champagne, 1450’de Maine ve Normandiya, 1453’te Guyenne, İngilizlerin elinden alındı. Yalnız İngiltere’ye yakın olan Kale şehri onların elinde kaldı. Böylece savaş sona erdi. Ancak iki devlet arasında sulh, Ağustos 1475’te imzalandı. Yüzyıl Savaşları’nın çok önemli sonuçları oldu. En başta, her iki devlet, savaştan çok büyük zarar gördü. Fransa yıkılıp yakıldığından ülkede yoksulluk arttı. Fransa savaşta galip gelerek topraklarını İngiliz işgalinden kurtarmıştır. 163

Top ilk kez 1346 Kresty Savaşı'nda İngilizler tarafından kullanılmıştır. Ulusal duyguların gelişmesine yol açmıştır. Osmanlı Devleti'nin Balkanlar'da rahat ilerlemesine ve Fetret Devri'nde bir saldırıya uğramamasını sağlamıştır. İngiltere'de Çifte Gül adı verilen iç savaşlara neden olmuştur (14551485). Savaşlarda derebeylerin çoğu öldüğü için krallık otoritesi güç kazandı. Bu savaş aynı zamanda Avrupa’da bir devletin sömürge durumuna getirilemeyeceğini ortaya koydu. Yüzyıl Savaşlarının Osmanlı tarihi için de önemi vardır. İngiltere ve Fransa’nın uzun süre savaşmaları, Osmanlıların Balkanlar’da ilerlemelerini kolaylaştırdı. Öte yandan, 1402 Ankara Savaşı’ndan sonra parçalanan Osmanlı Devleti, yine bu mücadele dolayısıyla Avrupa tarafından önemli bir saldırıya maruz kalmadı.

164

UYGARLIKLAR

69 ALFABE Dildeki seslere karşılık gelen harflerin dizilişidir.

Alfabenin doğuşu yazının doğuşuyla eş zamanlıdır Sümerlere yani günümüzden yaklaşık 5000 yıl önceye dayanır. Bunlara çivi yazısı adı verilmiştir. Çivi yazısına benzeyen simgelerle Sümerleri takip eden birçok Mezopotamya uygarlığı dillerini taşa, toprağa ve kâğıda dökmüşlerdir. Modern alfabenin kökeni Fenikelilere dayanmaktadır. Fenikeliler bu alfabeyi Mısır alfabesinden esinlenerek bulmuşlardır. Fenikelilerin tüccar olmasıyla bütün Akdeniz çevresindeki ülkelere yayılmıştır. Arapların yunanların İbranilerin ve Latinlerin alfabeleri hep Fenikelilerin alfabesinden türemiştir. İnsan alfabetik yazının nasıl başladığı konusunda hep meraklı olmuştur. “Tarihin babası” Herodotos, Fenikelilerin Yunanistan'a Kadmos adında bir adamla geldiklerini, yazıyı ve diğer sanatları onların getirdiğini yazar. Yazının kökeni muammalarla doluysa da, ilk alfabe bilmecesi hepsinden şaşırtıcıdır. Bunun eski Yunanlılar yoluyla modern 165

dünyaya eriştiği iyi bilinmektedir -alfabe kelimesi Yunan dilinin ilk iki harfi olan alfa ve beta'dan türemiştir- ama alfabenin Yunanistan'da ilk kez nasıl ortaya çıktığı, Yunanlıların sesli ve sessiz harflere harf eklemeyi nasıl akıl ettikleri ve daha da temelde, ilk alfabe fikrinin MÖ 2000’lerde Akdeniz'in doğu ucundaki Yunan-öncesi topluluklarının akıllarına nasıl geldiği konusunda hiçbir bilgimiz yoktur. Bilim adamları bu sorulara yaşamlarını adamışlarsa da, elde edilen kanıtlar kesin sonuca varmayacak kadar azdır. Alfabe Mezopotamya (çivi yazısı), Mısır (hiyeroglif) ve Girit yazılarından mı çıkmıştır? Yoksa bilinmeyen bir tek kişinin aklına “öylece” mi gelmiştir? Ve alfabe neden gerekli görülmüştür? Bu, en yakın olasılık gibi gözüken, ticari bir zorunluluk muydu? Diğer bir deyişle, ticaret, Babil çivi yazıları ve Mısır hiyerogliflerinde daha kolay bir alışveriş kayıt yolu mu gerektirmişti? Ya da Akdeniz çevresinde birbirleriyle ticaret yapan çeşitli imparatorlukların ve grupların dillerini yazmanın kolay bir yolu olduğu için mi? Eğer öyle ise, Yunanistan'ın ilk alfabetik kitabelerinde ticaret ve alışveriş konusunda hiç iz olmaması şaşırtıcıdır. Gerek bu gerek diğer fikirler bazı araştırmacıları Yunan alfabesinin MÖ 8. yüzyılda Homeros'un sözlü destanlarını kaydetmek için icat edildiğini söylemeye götürmüştür. Kanıt yokluğunda boşluğu anekdotlar ve efsaneler doldurmuştur. Yetişkinlerin var olan yazılarındaki önyargılara ve çıkarlara sahip olamayacakları için sık sık çocukların alfabenin mucitleri olduğu da söylenmiştir.

166

70 AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ Amerika Birleşik Devletleri (kısaca ABD) (İngilizce: United States of America (USA), ayrıca Birleşik Devletler olarak da bilinir), elli eyalet ve bir federal bölgeden oluşan bir federal anayasal cumhuriyettir. Ülkenin çoğu (48 eyaleti olan Kıta ABD'si ve ülkenin federal bölgesi olan Washington, DC), Kuzey Amerika'nın ortasında, Büyük Okyanus ve Atlas Okyanusu'nun arasında bulunmaktadır. Bu ülkenin vatandaşlarına Amerikalı veya Amerikan denir.

Amerika Birleşik Devletleri (kısaca ABD) (İngilizce: United States of America (USA), ayrıca Birleşik Devletler olarak da bilinir), elli eyalet ve bir federal bölgeden oluşan Kuzeyinde Kanada, güneyinde ise Meksika ile sınırı bulunur. Alaska bölgesi, kıtanın kuzeybatısında bulunarak doğusunda Kanada ve batısında Bering Boğazı'nın öbür tarafında bulunan Rusya'nın arasında bulunmaktadır. Hawaii eyaleti, Büyük Okyanus'un ortasında bulunan bir takımadadır. Ayrıca Karayipler ve Büyük Okyanus'ta bulunan denizaşırı topraklara sahiptir. Resmi kuruluş tarihi 4 Temmuz 1776'dır. Amerika Kıtası'nın 1492'de Avrupalılar tarafından keşfinden sonra İspanyollar, Portekizliler, Fransızlar ve İngilizler, buradaki yerli halkların aleyhine toprak sahibi oldular. Avrupalılar, Amerika'daki topraklarını genişlettikten sonra, İngiltere başta olmak üzere çeşitli ülkelerden göçmenler alıp buralara yerleştirerek koloniler kurdular. 167

18. yüzyıl ortalarında, bu kolonilerin sayısı 13'e yükseldi ve bu 13 Koloni, Amerika Birleşik Devletleri'nin temelini oluşturdu. Amerika Kıtası, insanlar için yeni olanaklar ve yeni bir hayat sağladı. Daha sonra, bu koloni sistemi sömürgecilik politikasına dönüştü. İngiliz kolonileri, Birleşik Krallık'a endüstri konusunda hizmet ediyordu. İngilizler kolonilerden vergi alıyordu. Koloniler zaman içinde İngiliz devletinden farklı bir kimlik geliştirmeye başladı. Nüfus hızla büyüyor, tarıma dayalı ekonomi gelişiyor, iş adamları ticari ataklarda bulunuyordu. Dinsel yapıda da farklılık vardı. Avrupa'dan gelenler tutucu bir Protestanlık geliştirmişti. Yönetimleri de İngilizlerden farklıydı. Kolonilerin her birinde (Pensilvanya dışında), iki yasama meclisi bulunuyordu. Kolonileri temsil eden alt meclisin üyeleri mal sahipleri tarafından seçiliyor, Krallığı temsil eden üst meclis üyeleri ise İngiliz Kralı tarafından tayin ediliyordu. Kolonilerde yaşayanlar aynı zamanda mahkemeler kurmuştu ve İngiliz hukuk sistemini uyguluyordu. 1756-1763 yılları arasında İngiltere'nin Avusturya, Fransa ve Rusya ittifakıyla yaptığı savaşlar (Yedi Yıl Savaşları), İngiliz maliyesi üzerinde ciddi bir yük oluşturmuştu. İngiltere'nin mali yükünü gidermek amacıyla yeni vergiler koyması, Amerika'da kolonilerin tepkisiyle karşılaştı. Koloniler yüksek vergiler ödeyip, karşılığında hiçbir şey alamamaktan rahatsızlardı. Çay ihracatına gelen yüksek ek vergiyle koloniler, 18. yüzyıl ortalarından beri hazır oldukları bağımsızlık mücadelesini hayata geçirdiler. Savaşın başlarında George Washington, Thomas Jefferson tarafından kaleme alınan ve özgürlük isteklerini dile getiren Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi'ni yayınladı (4 Temmuz 1776). Sonradan 4 Temmuz günü ABD bağımsızlık günü olarak kabul edilmiştir.

168

71 ANTİK MISIR Antik Mısır (Khemet, Egypt), Antik Çağ'daki en büyük medeniyetlerdendir. Kuzeydoğu Afrika'da Nil Nehri'nin denize ulaştığı yarısı çevresinde yayılmış antik bir uygarlıktır.

Mısır uygarlığı, Nil Vadisi’nin, iki yanı çölle kaplı, bereketli topraklarında gelişmiştir. Coğrafi bakımdan nispeten izole kalan eski Mısırlılar, çağdaşlarından farklı âdetler geliştirmişlerdi. Tamamen kendilerine özgü kültürel özellikler oluşturmalarında ve hep aynı şekilde sürdürebilmelerinde bu coğrafi izolasyonun payı vardır. Örneğin eski Mısırlıların hiyeroglif yazısı 3000 bin yıl boyunca, başka kültürlerden etkilenmeksizin kendi başına gelişmiştir. Kadınların erkeklerle nispeten eşit bir statüde olmaları, yasal ve mesleki bakımdan kocalarından bağımsız hareket edebilmeleri de, eski Mısırlıların çarpıcı özelliklerindendir. Mısır tarihi, 31 hanedana ayrılır ve üç çağda toplanır: Eski, Orta ve Yeni krallık dönemleri. Ayrıca, hükümdarsız geçen ve krallığa bağlı illerin bağımsız kaldığı üç ara dönem de vardır. Uygarlığın yayıldığı bölge, bugünkü Mısır toprakları içinde yer almaktadır. MÖ 3.050 yılları civarında kuruluşundan önce, “Aşağı Mısır” (Nil Deltası ve güneyi, şimdiki Kuzey Mısır) ve “Yukarı Mısır” (Teb kenti merkez olmak üzere günümüz Güney Mısır'ı) olarak ikiye ayrılmaktaydı. Uygarlık, MÖ 3. 150 dolaylarında ilk firavunun yönetimi altında Aşağı Mısır ve Yukarı Mısır'ı politik olarak birleştirdi. Bu politik birlik, izleyen 3000 yıl boyunca sürdü. Antik Mısır tarihinde, arada Orta Krallık olarak adlandırılan görece istikrarsız dönemlerin yaşandığı bir dizi istikrarlı krallık dönemi yer 169

almaktadır. Antik Mısır, Yeni Krallık döneminde en gelişkin düzeyine ulaştı. Ardından, ağır seyreden bir gerileme dönemine girdi. Mısır, son dönemlerine doğru dış güçler karşısında art arda yenilgilere uğradı ve MÖ 31 yılında, erken Roma İmparatorluğu tarafından istila edilerek firavunların egemenliğine son verildi, Roma'nın bir eyaleti haline getirildi. Antik Mısır uygarlığının başarısı, kısmen Nil Vadisi'nin koşullarına uyum sağlamakta gösterdiği beceriden gelmektedir. Taşkınların öngörülmesi ve verimli vadinin kontrollü sulanması, toplumsal ve kültürel gelişmeyi besleyen ürün fazlasının üretilmesini sağlamıştır. Ürün fazlasının kullanılmasıyla siyasi otorite, Nil vadisi ve civarındaki çöl arazisindeki madenleri işletmek, özgün bir yazı sistemini erken evrelerde geliştirmek, karmaşık inşaat ve tarım projelerini hayata geçirmek, dış dünya ile ticareti geliştirmek ve yabancı istilacıları uzak tutmaya ve Mısır üstünlüğünü kabul ettirmeye yönelik bir askeri yapılanışı sağlamak için gerekli kaynakları sağlamıştır. Bu yöndeki faaliyetleri harekete geçiren ve planlayıp örgütleyen, seçkin yazmanlardan oluşan bir bürokrasi, dini liderler, bir firavunun denetimi altındaki yöneticiler topluluğuydu. Bu unsurlar, aynı hedeflere yönlendirildi ve bölgede yerleşik insanları, ayrıntılı düzenlenmiş bir dini inançlar sistemi çerçevesinde bir araya getirdi. Antik Mısır'ın birçok başarısı, bu uygarlık içinde ortaya çıkan çeşitli gelişmelere, uygulamalara dayanmaktadır, taş ocaklarının işletilmesi, anıtsal piramit ve tapınakların, dikilitaşların yapımına olanak sağlayan ölçümleme ve inşaat teknikleri, pratik ve etkili bir tıp bilgisi, sulama ve tarım teknikleri, bilinen ilk geminin yapımı, Mısır fayans ve cam tekniği, yeni yazın biçimleri ve bilinen en eski barış antlaşması gibi. Sonuçta Mısır, kalıcı bir miras bıraktı, sanat ve mimarisi yaygın olarak örnek alındı ve eski yapıtları dünyanın uzak köşelerine kadar taşındı. Anıtsal kalıntıları, yüzyıllar boyunca gezginlerin ve yazarların ilham kaynağı oldu. Erken Modern Dönem'deki kazılar, Mısır Uygarlığı'nın yapıtlarına karşı ilgi uyanmasına, giderek bu yönde bilimsel araştırmalara yol açtığı gibi dünya ve Mısır için bıraktığı kültürel mirasa karşı daha büyük bir takdir oluştu. Antik Mısır; Augustus Caesar'in liderliğindeki Roma İmparatorluğu tarafından MÖ 30 yılında ele geçirilmiştir. MS 7. yüzyılda Araplar burada egemen olmuş; 1250 yılında Memluklu; 1517 yılında ise 170

Osmanlı İmparatorluğu sınırlarına katılmıştır. 1882 yılında da Mısır; Birleşik Krallık'ın kolonisi olmuştur. Eski Mısır kültürü ve anıtları, dünya üzerinde kalıcı bir miras bıraktı. Örneğin tanrıça İsis kültü, dikilitaşlar ve diğer taşınabilir eserler, götürüldüğü Roma İmparatorluğu'nda popüler oldu. Romalılar da Mısır'dan Mısır tarzı yapılar kurmak için inşaat malzemesi ithal ettiler. Erken dönem tarihçilerinden Herodot, Strabon ve Diodorus, gizemli bir ülke olarak gördükleri Mısır üzerinde çalıştılar ve yazdılar. Orta Çağ ve Rönesans boyunca Mısır'ın pagan kültürü geriledi. Sonra Hıristiyanlık ve ardından İslam yaygınlaştı. Fakat ortaçağ bilim adamlarının yazılarında eski Mısır'a ilgi devam etti. Örneğin Dhul-Nun al-Misri ve al-Maqrizi gibi.

171

72 ANTİK YUNAN Antik Yunanistan: bugünkü Yunanistan toprakları ile çevresinde yaşayan toplumların kurduğu devlet ve uygarlıkların, MÖ 756 (Arkaik dönem) ile MÖ 146 (Roma işgali) tarihleri arasında hüküm sürdükleri bölgenin adı.

Eshilos, Aristofanes, Evripides, Sofokles, Aristo, Eflatun, Sokrates, Herodot ve Ksenofon gibi büyük filozofların yetiştiği Atina, Sparta, Tebai ve Nakşa gibi büyük şehirler gerek birbirleriyle gerek o dönemin en önemli güçlerinden biri olan Perslerle üstünlük mücadelelerine girmişlerdir. Antik Yunan uygarlığının zirveye çıktığı, en çok geliştiği dönemler İskender yönetiminde olmuştur. Yunan kültürü içinde bir eğitim almış olan İskender, babası Filip'in ölmeden önce hazırlamış olduğu ortamı kaybetmemiş, Antik Yunan kültürünü batıda Makedonya'dan doğuda Hindistan'a, kuzeyde Fergana'dan güneyde Mısır çöllerine kadar yaymıştır. Çok tanrılı din inancının hâkim olduğu, toplumun sınıflara ayrıldığı, tiyatro ve mimarinin o dönemdeki en büyük eserlerinin verildiği Antik Yunan medeniyetinin gelişimi Augustus Caesar'ın MÖ 27 yılında Yunanistan'ı Achaea eyaleti olarak Roma İmparatorluğu'na bağlaması ile durmuştur. Fakat yine de Antik Yunan kültürü batı medeniyetlerinin temeli olarak kabul edilir. Yunan kültür ve uygarlığının, Avrupa’nın birçok yerinde hüküm sürüp kendinden izler 172

bırakmış Roma İmparatorluğu üzerinde çok büyük etkisi vardır. 14. ve 16. yüzyıllar arasında Avrupa'yı etkisi altına alan Rönesans hareketinin ve Neo-Klasik canlanmanın üzerinde Antik Yunan medeniyetinin büyük izleri görülür. Yunan Medeniyetinin başlangıcı ve bitişi hakkında kesin ya da dünyaca kabul görmüş herhangi bir görüş yoktur. Genel olarak Roma İmparatorluğu'ndan önceki dönemler Antik Yunan tarihi olarak değerlendirilir. Bazı tarihçiler MÖ 1150 yılında yıkılan, Yunanca konuşan Miken uygarlığını da Yunan tarihi içerisinde değerlendirirler. Buna rağmen birçoğu ise Miken uygarlığını etkilemiş olan Girit Uygarlığı'nın daha sonraki Yunan kültürlerinden çok farklı olduğunu öne sürerek sınıflandırmayı ayrı yaparlar. Günümüzde Yunanistan'da okul kitaplarında “eski zamanlar”, Miken felaketiyle başlayan ve ülke topraklarının Roma İmparatorluğu tarafından fethedilmesine kadar olan 900 yıllık bir dönemi kapsamakta olup, sanat, kültür ve politika temelinde üç bölüme ayrılabilir. Tarihi dönemler Yunan Karanlık Çağı ile başlar (MÖ 1100 - MÖ 800). 8 Bu dönemde sanatçılar amforalar ve çeşitli çömlekler üzerine üçgen, kare, çember gibi geometrik şekiller yapmışlardır. Arkaik Dönemler'de (MÖ 800 - MÖ 490) ise ayakta duran gerçekçi gülümsemelere sahip heykeller yapılmıştır. Klasik Dönem'de sanatçılar Parthenon gibi eserler vermeye başlamışlardır (MÖ 490 - MÖ 323). Büyük İskender'in ülkeyi fethiyle başlayan Helenistik Dönem olarak anılan dönemde ise (MÖ 323 - MÖ 146) Antik Yunan Kültürü Mısır ve Baktria kültürüne de katkıda bulunmuştur. Geleneksel olarak Antik Yunan döneminin başlangıcı MÖ 776'da ilk Olimpiyat Oyunları'nın yapılması olarak alınır. Ama birçok tarihçi Yunan Kültürü'nün geçmişini MÖ 1000'lere kadar yayar. Fakat çoğunlukla kabul gören bitiş tarihi MÖ 323'te Büyük İskender'in ölümüdür. Bir sonraki dönem ise Romalıların ülkeyi ele geçirmesiyle başlayan uyum dönemidir. Fakat bu konuda da tartışmalar vardır. Bazı tarihçiler Yunan kültürünün 3. yüzyılda Hıristiyanlık'ın çıkışına kadar ufak değişimlerle devam ettiğini öne sürerler. Yunanların MÖ 2000 yıllarında kitleler halinde Balkan Yarımadası'nın güneyine göç ettikleri inanılır. MÖ 23. ve MÖ 17. yüzyıllar Proto-Grek dönem olarak adlandırılır. MÖ 1600'den 1100'e kadar olan dönem, Homeros'un epiklerinde masallaştırdığı Truva'ya karşı savaşan Kral 173

Agememnon'un başında olduğu Miken Yunan Çağı'dır. MÖ 1100'den MÖ 8. yüzyıla olan hiçbir yazılı eserin günümüze ulaşmadığı ve sadece yetersiz arkeolojik kalıntıların bulunduğu Karanlık Çağ olarak adlandırılır. Herodot'un Tarihler, Pausanias'ın Yunanistan'ın Tanımı, Diodorus'un Biblioteca ve Jerome'nin Kranikon adlı eserleri bu dönemle ilgili bazı kısa bilgiler ve dönemin kralları hakkında bilgi verir. Antik Yunan Çağı'nın çoğu zaman MÖ 323 yılında ölen Büyük İskender'in hükümdarlığının başlaması ile sona erdiği kabul edilir. Büyük İskender dönemine Helenistik Çağ adı da verilir. Yunanistan'daki her tarihi olay sebepleri ile birlikte yazılmıştır. Herodot, Tukididis, Ksenofon, Demosthenes, Eflatun ve Aristo gibi eserleri günümüze kadar ulaşan politikacı ve tarihçi yazarların çoğu Atinalı idi. Bu yüzden tüm Yunan medeniyeti içinde en çok bilgi sahibi olunan şehir Atina’dır ve yine bu yüzden diğer şehirlerin tarihleri hakkında kayda değer fazla bir bilgi yoktur. Ayrıca bu yazarlar neredeyse tamamen politik, askeri ve diplomatik olayları yazmaya odaklandıklarından ekonomik ve sosyal tarihi pek dikkate almamışlardır. Yunan tarihi hakkında söylenen her şey bu yazarların kalemlerinden çıkan bilgilerden ibarettir. 19 MÖ 8. yüzyılda Miken Uygarlığı'nın çöküşe geçmesi ile Yunanistan, Karanlık Çağ'ından çıkmaya başladı. Gerek kültürel gerekse toplumsal alanda büyük canlanmalar başladı. Okuryazarlık kayboldu ve Miken yazısı unutuldu. Fakat Yunanlar Fenike Alfabesi'nden Yunan Alfabesini yarattılar. MÖ 800'lerde ilk yazılı kayıtlar görülmeye başladı. Yunanistan, daha sonra tüm Yunan coğrafyasına model teşkil edecek olan, her adanın, vadinin ve ovanın, deniz ya da dağ sınırları ile birbirinden ayrıldığı, kendi kendini yöneten küçük yönetim birimlerine ayrıldı. Nüfus MÖ 800'den MÖ 350'lere kadar tahminen 700.000'lerden 8-10 milyona kadar çıktı ki bu tarıma elverişli arazilere oranla olması gerekenin çok üstündeydi. Bu nedenle MÖ 750'lerden itibaren Yunanlar her yönde koloniler kurmaya başladılar. İlk olarak doğuda Anadolu Yarımadası'nın Ege Denizi kıyıları kolonize edildi. Daha sonra Trakya ve Kıbrıs adasında koloniler kuruldu. Marmara Denizi çevresi, Anadolu'nun Karadeniz kıyıları ve hatta günümüzdeki Ukrayna kıyıları bile sömürgeleştirildi. Bunun yanı sıra doğuda İllirya (Balkan Yarımadası'nın Adriyatik Kıyıları), Sicilya, 174

İtalya'nın doğu uçları ile Fransa'nın güney kıyıları, Korsika, Libya ve Mısır'da bile Yunan kolonileri kurulmuştur. Günümüz modern şehirlerinden Siracusa (Συρακούσαι) Sirekuse Kolonisi, Napoli(Νεάπολις) Neopolis Kolonisi, Marsilya (Μασσαλία) Massaliya Kolonisi ve İstanbul (Βυζάντιον) BizantionKolonisi tarafından, koloni devleti olarak kurulmuş olan yerlerdir. Milattan önce 6. yüzyıla gelindiğinde Yunan dili ve kültürü coğrafi olarak topraklarının kapladığı alandan çok daha geniş bir alanda etkiliydi. Yunan sömürgeleri dini ve ticari yönden geldikleri şehirlere bağlı olsalar da politik yönden kendi kontrolleri kendi ellerindeydi. Eski Yunanlar hem anayurtlarında hem de kolonilerinde kendilerini bağımsız küçük topluluklara bölmüşlerdir. Pólis adı verdikleri şehirler Yunan hükûmetinin ana birimleri olmuşlardır. Bu dönemde hem Yunanistan'da hem de denizaşırı sömürgelerinde büyük ekonomik gelişmeler olmuş hem de insanların yaşam standartları oldukça iyileşmiştir. Bazı ekonomi tarihçilerine göre, Antik Yunanistan endüstrileşme öncesi ekonomilerin en gelişmişlerinden biridir.

175

73 AVRUPA BİRLİĞİ Avrupa Birliği ya da kısaca AB, yirmi sekiz üye ülkeden oluşan ve toprakları büyük ölçüde Avrupa kıtasında bulunan siyasi ve ekonomik bir örgütlenmedir.

II. Dünya Savaşı sonrası oluşan siyasi hava Batı Avrupa'da birlik ve beraberlik rüzgârları estirmeye başladı. Bu da pek çok kişi tarafından, Avrupa'ya büyük zararlar veren aşırı milliyetçilik düşüncelerinden birkaçış yolu olarak görülüyordu. Bu düşüncelerle birlikte 1951 yılında, ilk başarıya ulaşan Avrupa içi iş birliği olan, Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu önerisi geldi. Bu oluşumun temel amacı, başta Fransa ve Batı Almanya olmak üzere üyeleri arasında kömür ve çelik endüstrilerinin yönetimini bir araya getirmekti. Bunun yapılış nedeni, dönemin en önemli sanayi hammaddeleri olan kömür ve çelikten doğabilecek herhangi bir uyuşmazlığın önlenmesi ve buna bağlı olarak iki ülke arasındaki olası bir savaşın engellenmesidir. Bu iş birliğinin kurucuları yaptıklarını “Avrupa ittifakında ilk adım” olarak nitelediler. Topluluğun diğer kurucu üyeleri İtalya ve Benelüks ülkeleri: Belçika, Hollanda, Lüksemburg idi. 1957 yılında iki yeni topluluk daha oluşturuldu: gümrük birliği işlemlerini sağlayan Avrupa Ekonomik Topluluğu ve nükleer enerji çalışmaları yürütmek için kurulan Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (Euratom). 1965 yılına gelindiğinde imzalanan Brüksel Antlaşması ile var olan 3 topluluk Avrupa Toplulukları ya da daha yaygın biçimiyle Avrupa Topluluğu (AT) adıyla tek bir çatı altında toplandı. 1973 yılında Avrupa Toplulukları Danimarka, İrlanda ve Birleşik Krallık'ı da içine alarak genişleme yoluna gitti. Bu ülkelerde katılım 176

öncesi yapılan görüşmeler sırasında Norveç ile de masaya oturuldu ancak ülkede düzenlenen halk oylaması sonucu katılım isteği reddedilince Norveç topluluğun dışında kaldı. Avrupa Parlamentosu'nun üyeleri arasında ilk demokratik, doğrudan seçimler 1979 yılında gerçekleştirildi. Bunlar, Avrupalılara Avrupa Parlamentosu milletvekillerini seçmeleri konusunda olanak sağlayan ve ayrıca uluslararası düzeyde yapılan ilk seçimlerdi. Yunanistan, İspanya ve Portekiz topluluğa 1980'li yıllarda katıldılar. 1985'te imzalanan Schengen Antlaşması, üye devletlerin pek çoğu arasında sınırda pasaport kontrolü olmaksızın yolculuk edebilme olanağını sağladı. 1986'da Avrupa bayrağı kullanılmaya başlandı ve liderler Avrupa Tek Senedi'ni imzaladılar. Bununla birlikte topluluğun karar alma mekanizmasının genişlemesi, ticari işlemlerde engel ve formalitelerin azaltılması ve daha ileri bir Avrupa Politik İş Birliği kurumu oluşturulması sağlandı.

177

74 AYDINLANMA ÇAĞI Aydınlanma Çağı olarak adlandırılan tarihsel dönem, aydınlanma felsefesinin 18. yüzyılda doğup benimsenmeye başladığı dönemdir. Batı toplumunda 17. ve 18. yüzyıllarda gelişen, akılcı düşünceyi eski, geleneksel, değişmez kabul edilen varsayımlardan, ö yargılardan ve ideolojilerden özgürleştirmeyi ve yeni bilgiye yönelik kabulü geliştirmeyi amaçlayan düşünsel gelişimi kapsayan dönemi tanımlar.

Aydınlanmaya yol açan başlıca düşünsel gelişmeler Rönesans ve Reform hareketleridir. Aydınlanmanın ilk temsilcileri olarak genellikle Rene Descartes ve Gottfried Wilhelm Leibniz kabul edilir. Almanya'da Johann Gottfried Herder, Immanuel Kant, Christian Wolff; Fransa'da Denis Diderot, Claude Adrien Helvetius, Montesquieu, Jean-Jacques Rousseau, Voltaire; Büyük Britanya'da David Hume, John Locke ve Thomas Paine Aydınlanma çağının en önemli temsilcileridir. 178

Aydınlanma felsefesi ya da 18. yüzyıl felsefeleri genel olarak insanın kendi yaşamını düzenlemesini yeniden gündeme almış, hem düşüncenin hem toplumsal yaşamın köklü değişimlere uğrayacağı bir sürecin fikirsel/felsefi başlatıcısı olmuştur. Bu yüzyılın sonlarına doğru meydana gelen Fransız devrimi (1789) ve ardından gerçekleşen modernleşme süreçleri, düşünsel anlamda etkilerini ve kaynaklarını aydınlanma felsefesinde bulmaktadır. Din ya da Tanrı merkezli toplumsal yapının ve düzenlemelerin yerini bu süreçte akıl merkezli toplumsal düzenlemeler arayışı alır. Geniş ve genel anlamıyla aydınlanma, Ortaçağ’da hüküm süren dünya görüşüne karşı yeni bir dünya görüşünün ortaya çıkması ve temellendirilmesi olarak belirtilir. Bu yüzyıl yeni bir ideal ile tarih sahnesinde yer alır; bu ideale göre, aklın aydınlattığı kesin doğrulara ve bilginin ilerlemesine dayanan entelektüel bir kültür egemen olmalıdır ve bu kültür sonsuz bir şekilde ilerlemelidir. Böylece ilerleme ideali, insanın geleneğin köleliğinden kurtularak sürekli mutluluk ve özgürlük yolunda gelişeceği düşüncesine dayandırılır. Aydınlanma felsefesinin kaynağı Rönesans felsefesi ve özellikle de 17. yüzyıl felsefesinin ortaya koyduğu ilkelerdir. Rönesans’tan itibaren düşüncenin tarihsel otoritelerden kurtulması, bilgi ve yaşam hakkında akla ve deneyime dayanmaya başlaması söz konusudur. 17. yüzyıl da bu gelişmeler sistemleştirilip temel ilkelere dönüştürülmeye başlanmış, rasyonalizmin belirginleştiği bu yüzyılda aydınlanma felsefesinin düşünsel temelleri bir anlamda hazırlanmıştır. Sekülerleşme aydınlanma felsefesinin ve genel anlamda aydınlanmacılığın her tür girişiminde temel olmuş olan bir yönelimdir. 18. yüzyıl felsefesinde bir yanda rasyonalizmin öte yandan ampirizmin güçlenmesi ve bunlardan meydana gelen teorik sorunların yeni bir takım sentezlerle aşılmaya çalışılması söz konusu olacaktır. Aydınlanma çağı, aklın ışığında felsefenin de yepyeni bir etkileyicilikle ortaya çıkışına, yaygınlaşmasına, yeni sentezlerle sistematikleştirilmesine etki etmiştir. Bu bakımdan bu yüzyıla “felsefe yüzyılı” denmesi de söz konusudur. Aydınlanma Çağı, akıl'ı kurucu ilke olarak benimseyerek, tüm toplumsal yaşamın ve düşünüşün buna göre şekillendirilmesine yönelinen dönemdir. Kant, aydınlanmacılığı, “aklı kullanma cesareti” olarak tanımlandığında, genel olarak Aydınlanma Çağı'nın felsefesini 179

vermektedir. 18. yüzyılda Avrupa'da ortaya çıkıp gelişmiş ve “aydınlanma” fikriyle yaygınlaşmıştır. Kant, aydınlanma düşüncesinin kurucu ilkesi olan akıl konusunda şöyle der: Aydınlanma çağının ana fikri, akıl aracılığıyla doğru bilgilere ulaşılabileceği ve bu doğru bilgi ile de toplumsal yaşamın düzenlenebileceğidir. Öte yandan bilim alanındaki önemli gelişmeler de aydınlanma çağına öncülük eder ve bu çağda ayrıca çok yoğun yeni bilimsel gelişmeler kaydedilir. Daha 15. yüzyıldan itibaren meydana gelmeye başlayan yeni keşifler ve icatlar bu süreci hazırlamış, bunun sonunda da “karanlık çağ” olarak değerlendirilen Orta Çağ'ın sonuna gelinmiştir. Deney ve gözlem, aklın uygulama araçları olarak bu dönemde bilimsel yöntemim ilkeleri biçiminde ortaya çıkmış ve doğa bilimlerinde önemli gelişmelere kaynaklık etmiştir. Dinde meydana gelen yenileşme hareketleri de, dinsel düşüncenin giderek geriletilmesi ve Aydınlanmacılıkla birlikte kuruculuk ve egemenlik gücünü kaybetmesiyle sonuçlanmıştır. Rönesans ve reformlarla başlayan bu gelişmeler, aydınlanmacılıkla doruğuna varmış ve buradan itibaren Modernite denilen sürecin oluşumunu hazırlamıştır. Bu süreç aydınlanmacılıkta ifadesini bulan köklü bir zihin değişikliği anlamına gelmektedir. Newton ve Kopernik ile tüm bir evren-dünya kavrayışı değişime uğramış, Descartes ve Kant gibi isimlerle bu değişen zihniyetin felsefi düşüncesi geliştirilmiştir. Avrupa'daki endüstri devrimleri de bu sürecin maddi temelini oluşturmaktadır. Yeni ve bambaşka toplumsal ve ekonomik ilişkiler içerisinde yaşamaya başlayan insanlar, ortaya çıkan yeni düşünce biçimleriyle dünyaya bambaşka gözlerle bakmaya başlamışlardır. Bunun sonucunda modern yaşamın temelleri atılmıştır. 1789 Fransız ihtilalinin temelinde, Fransız aydınlanmacılığının belirleyici bir etkisi vardır.

180

75 BERLİN DUVARI Berlin Duvarı, (Berliner Mauer) Doğu Almanya vatandaşlarının Batı Almanya'ya kaçmalarını önlemek için Doğu Alman meclisinin kararı ile 13 Ağustos 1961 yılında Berlin'de yapımına başlanan 46 km uzunluğundaki duvar.

Batı'da yıllarca “Utanç duvarı” (Schandmauer) olarak da anılan ve Batı Berlin'i abluka altına alan bu betondan sınır, 9 Kasım 1989'da Doğu Almanya'nın, isteyen vatandaşların Batı'ya gidebileceğini açıklamasının ardından tüm tesisleriyle birlikte yıkıldı. Soğuk savaş yıllarının, belki de en açık ve net sembolü olan Berlin Duvarı, 13 Ağustos 1961 yılında, Doğu Alman Meclisi’nin aldığı karar neticesinde yapılmaya başlanmıştır. Amacı ise, Doğu Almanya vatandaşlarının Batı Almanya’ya göç etmesini engellemektir. Yaklaşık 46 kilometre uzunluğunda bulunan bu duvar, Batı’da yıllarca “utanç duvarı” olarak anılmıştır. 9 Kasım 1989 tarihine kadar ayakta duran bu duvar, Doğu Almanya’nın vatandaşlarına Batı’ya göç izni vermesinin ardından, tüm tesisleri ile birlikte yıkılmıştır. Berlin’deki ilk fiili ayrım, 1961 yılında çekilen dikenli teller ile gerçekleşmiştir. İnsanların yaşadıkları baskı, tutukluluk hissi ve akrabalık özlemleri gibi etkenlerin yanında, ekonomik bunalımın da baş göstermesi sebebiyle, Doğu Almanya’dan Batı Almanya’ya göçlerin sıklaşması sonucu alınan duvar örülme kararının etkileri, günümüze kadar sürmektedir. Duvarın doğu tarafındaki ilginç bir özellik ise, kaçan vatandaşların daha erken ve daha kolay fark edilebilmesi adına, bu bölümün beyaz renge boyanmış olmasıdır. Bu kadar ince ayrıntılar 181

düşünülmesine rağmen, sadece resmi olarak 5.000 kişi duvarı farklı yöntemlerle aşarak kaçmayı başarmıştır. Duvarın yapılışından önceki yaşananlar ise, tarihte iz bırakmış olaylarıdır. 2. Dünya Savaşı’nın sonucunda, savaşı kaybetmiş olan Almanya’nın başkenti Berlin, Amerikan, Fransız, İngiliz ve Sovyet güçlerince 4 farklı yönetim bölgesine ayrıldı. Ardından, Batı ittifakı, yönetim birimlerini birleştirme kararı aldı; ancak Sovyetler Birliği bu birleşmeyi kabul etmedi. Batılı kuvvetler ise, bu reaksiyon sonucunda, komünizme karşı bir tampon karakol niteliğinde birlik oluşturmayı amaçlayarak saf oluşturdu. Buna karşın, Doğu Almanya’da ise, Sovyetler tarafından yeni bir düzen kurulması hedeflendi. Ekonomik anlamda komünizm temelli olan, siyasi anlamda ise otoriter şekle bürünmüş Doğu Almanya’dan Batı’ya kaçışlar, daha çok Berlin’den gerçekleşmekteydi. Gerek büyük ölçekli kaçışlar, gerekse yönetimsel olarak kendini koruma refleksi ile doğu ile batı arasında duvar örme fikri iyiden iyiye yerleşmişti. Hatta duvar örüldükten sonra birçok kaçışın önüne geçilememiş, bu nedenle duvarın boyu yükseltilmiş, araziye mayınlar döşenmiş, gözetleme kuleleri duvar boyunca belirli aralıklarla konuşlandırılmıştı.

182

76 BİRLEŞMİŞ MİLLETLER Savaşları ve barışa yönelik tehditleri önlemek, ülkeler arasında ilişkiler kurmak ve uluslararası ekonomik ve sosyal işbirliğini sağlamak amacıyla kurulmuş uluslararası teşkilat. “Birleşmiş Milletler” ifadesi ilk kez Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Franklin D. Roosevelt tarafından ortaya atıldı ve ilk olarak İkinci Dünya Savaşı sırasında 26 ülkenin, Mihver Güçlerine karşı birlikte mücadeleye devam etmek için taahhütte bulundukları 1 Ocak 1942 tarihli Bildirge'de kullanıldı. Yüzyıllar içerisinde çeşitli konularda işbirliğinin sağlanması amacıyla uluslararası örgütler kuruldu. Örneğin, şu anda her ikisi de BM özel teşkilatı olan Uluslararası Telekomünikasyon Birliği 1865 yılında ve Uluslararası Telgraf Birliği ise 1874 yılında oluşturuldu. İlk Uluslararası Barış Konferansı ise 1899 yılında, krizlerin barışçıl yollardan çözümü, muhtemel savaşların önlenmesi ve savaş nedenlerini belirlemek üzere Lahey’de düzenlendi. Bu konferansta Uluslararası Pasifik Ülkeleri Anlaşmazlıklarını Çözme Sözleşmesi kabul edildi ve 1902 yılında göreve başlayan Daimi Hakem Heyeti kuruldu. Birleşmiş Milletlerin öncüsü olan Milletler Cemiyeti, Birinci Dünya Savaşı sırasında benzer şartlar altında tasarlanmış bir örgüttü ve 1919 yılında Versay Antlaşması ile uluslararası işbirliğini güçlendirmek ve “barış ve güvenliği” sağlamak amacıyla kurulmuştu. Uluslararası Çalışma Örgütü de Versay Antlaşması’yla Milletler Cemiyeti’ne bağlı bir örgüt olarak kuruldu. Milletler Cemiyeti’nin varlığı, İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasını engelleyemediği için son buldu. Birleşmiş Milletler Antlaşması’nı hazırlamak üzere 1945 yılında, 51 ülke temsilcisi San Francisco’da düzenlenen Birleşmiş Milletler Uluslararası Örgüt Konferansı'nda bir araya geldi. Söz konusu görüşmeler Çin, Sovyetler Birliği, İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri temsilcilerinin 183

Amerika’nın Dumbarton Oaks şehrinde 1944 yılı Ağustos-Ekim ayları arasında yaptıkları çalışmalar sonucu hazırlanan taslak metin çerçevesinde gerçekleştirildi. Konferansta temsil edilmemekle birlikte Polonya, Antlaşmayı daha sonra imzaladı ve kurucu 51 üye devletten biri oldu. Birleşmiş Milletler, Çin, Fransa, Sovyetler Birliği, İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri ve (Türkiye dahil) diğer kurucu üyelerin Antlaşmayı onaylamasıyla 24 Ekim 1945 yılında resmen kuruldu. Her yıl 24 Ekim Birleşmiş Milletler günü olarak kutlanmaktadır.

184

77 BÜYÜK İSKENDER III. Aleksandros (20 Temmuz MÖ 356, Pella, Makedonya - 10/11 Haziran MÖ 323, Babil), MÖ 336 - MÖ 323 yılları arasında Makedonya kralı ve tarihteki en büyük imparatoru. Makedonya kralı II. Filip'in oğlu. Türk tarih literatüründe ayrıca; Büyük İskender, İskender Rumi, İskender Yunani ve Makedonyalı İskender olarak da bilinir.

Pers İmparatorluğu'nu yıkarak Persepolis'i alır. Zor kazanılan savaşların sonucunda, Makedonya'dan Hindistan'a kadar uzanan büyük bir imparatorluk kurmuş, Eski Yunan uygarlığının Doğu'ya yayılmasında etkili olmuş ve efsanevi bir kahramana dönüşmüştür. II. Filip ile Epeiros (Epir) kralı Neoptolemos'un kızı Olimpias'ın oğlu olan İskender, 13-16 yaşlarında Aristoteles’ten aldığı derslerin etkisiyle felsefe, tıp ve bilime ilgi duydu. Babası II. Filip'in Byzantion'a saldırdığı MÖ 340'ta Makedonya'yı yönetti ve bir Trak kabilesini yendi, iki yıl sonra II. Filip'in Yunanlara karşı kazandığı Kaironeya Çarpışması'nda ordunun sol kanadını komuta etti. II. Filip'in öldürülmesinin (MÖ 336) ardından komutanlarca kral ilan edildi. Öncelikle bütün olası hasım ve rakiplerini öldürttü. Babasının sağlığında Asya seferini gerçekleştirmek üzere oluşturulan, Korintos'taki Helen Birliği sinhedrion'da (meclis) bu birliğin hegemonu ve başkomutanı seçildi. Delphoi üzerinden Makedonya'ya dönerken MÖ 335 ilkbaharında Trakya'ya girdi. Şipka Geçidi’ni aşarak Triballileri (Triballoi) ezdikten sonra Tuna'nın öbür yakasına geçerek Getaları dağıttı. Ardından batıya dönerek Makedonya'yı istila etmiş olan 185

İliryalıları yendi. Bu sırada öldüğüne ilişkin söylentiler üzerine Atina'da ayaklanma patlak verdi. Bu ayaklanmanın ardında hem yeni Pers kralı III. Darius'un mali desteği, hem de Demostenes'in çabaları yatıyordu. Askerlerini günde 30 km gibi o çağa göre çok yüksek bir hızla ilerleterek Yunanistan'a giren İskender, tapınaklar ve şair Pindaros'un evi dışında bütün Tebai'yi yerle bir etti. Yaklaşık 6 bin kişinin öldürüldüğü, sağ kalanların köle olarak satıldığı bu sindirme hareketi sonunda Sparta dışındaki bütün Yunan Devletleri Makedonya üstünlüğüne boyun eğdi. Asya'nın fethi Tahta çıkışından beri Pers İmparatorluğu'nu ele geçirmeyi tasarlayan Büyük İskender, II. Filip'in kurduğu orduyu beslemek ve 500 talente ulaşan borçları ödemek için gerekli kaynakları bulma düşüncesiyle hemen sefer hazırlıklarına girişti. Kral naibi olarak yönetimi Sibon'lu Antipatros'a bıraktıktan sonra MÖ 334 ilkbaharında toplam 30 bin piyade ve 5 binin üzerinde süvariden oluşan ordusuyla yola çıktı. Bu ordunun içinde 14 bin Makedonyalı ve Helen Birliği'ne bağlı 7 bin asker yer alıyordu. Silah ve güç dağılımı açısından çok iyi düzenlenen orduya mühendis, mimar, bilim adamı, saray görevlisi ve tarihçiler de eşlik ediyordu. Homeros'tan aldığı esinle önce İlion'u (Troya) ziyaret ederek Akhilleus'un mezarına çelenk koyan İskender, Pers ordularıyla ilk kez Granikos Çarpışması'nda karşı karşıya geldi. Bu çarpışmada elde ettiği zafer ona Batı Anadolu'nun kapılarını açtı. Yunanistan'da izlediği politikanın tersine, tiranları sürerek demokrasilerin kurulmasına önayak oldu. Ama kentleri fiilen kendisine bağlama yoluna gitti. Karya'daki Miletos (Milet) ve Halikarnassos (Bodrum) kentlerinin direnişini kırarak yöneticilerini teslim olmaya zorladı. MÖ 334-MÖ 333 kışında Batı Anadolu'nun fethini tamamladıktan sonra, MÖ 333 ilkbaharında Akdeniz kıyı yolunu izleyerek Perge'ye ulaştı. Söylenceye göre Frigya'dan geçerken, Asya'ya hükmedecek kişinin çözebileceğine inanılan Gordion düğümünü kesti. Gordion'dan Ankry'ya (Ankara) yöneldi, oradan da Kapadokya ve Kilikya Kapıları (Kilikiai pilai; bugün Gülek Boğazı) üzerinden güneye indi. Misis Köprüsünden geçerek Miryandros (bugün İskenderun yakınında) dolayında kamp kurduğunda, Pers hükümdarı III. Darius da Pinaros Çayı (bugün Deliçay) kıyısında savaş düzeni almış bulunuyordu. Bu karşılaşmayı 186

izleyen İssos Çarpışması (MÖ 333 sonbaharı) sonunda III. Darius kesin bir yenilgiye uğradı ve ailesini savaş alanında bırakarak kaçtı. İskender bu zaferden sonra Suriye ve Fenike'ye doğru ilerledi. Amacı Fenike kıyılarını fethederek Pers donanmasını üssüz bırakmak ve etkisizleştirmekti. III. Darius'un barış önerisine karşı, kendisini Asya'nın efendisi olarak tanımasını ve koşulsuz teslim olmasını istedi. Başlangıçta Pers kentlerini kolayca ele geçirmesine karşın, Tiros (bugün Sur) önünde sert bir direnişle karşılaştı. Uyguladığı bütün kuşatma taktiklerine karşın, bu müstahkem ada kenti yedi ay boyunca başarıyla saldırılara karşı koydu. Kuşatma sürerken III. Darius, ailesi için fidye olarak 10 bin talent ödemeyi ve Fırat Irmağının batısında kalan topraklarını bırakmayı önerdi. Bu olayla ilgili olarak, İskenderun komutanı Parmenion'un “İskender'in yerinde olsam kabul ederdim” dediği, buna karşılık İskender'in de “Parmenion olsaydım, ben de kabul ederdim” biçiminde bir karşılık verdiği anlatılır. Tiros şiddetli saldırılara daha fazla direnemeyerek MÖ 332 yılının Temmuz ayında düştü. İskender'in en büyük askeri başarısı sayılan bu harekâta geniş çaplı bir yağma da eşlik etti. Kentin bütün erkekleri öldürüldü, kadın ve çocukları da köle olarak satıldı. Suriye'yi Parmanion'a bırakarak güneye ilerleyen İskender, Gaza'da (Gazze) iki ay süren direnişe son verdikten sonra MÖ 332 yılının Kasım ayında Mısır'a girdi ve halk tarafından kurtarıcı olarak karşılandı. Memphis'te (Memfis) kutsal Apis'e kurbanlar keserek firavunların geleneksel çifte tacını giydi. Kışı Mısır'da yönetimi düzenlemekle geçirdi. Mısırlı yöneticiler atamakla birlikte, orduyu Makedonyalıların komutasında tuttu. Günümüzde İskenderiye olarak anılan Aleksandreya kentini kurdurdu. Bazı kaynaklara göre Nil'in taşmasının nedenlerini araştırmak üzere bir keşif grubunu görevlendirdi. Siva'da ünlü bir kahinin, İskender'in Zeus'un oğlu olduğunu ilan etmesi ve Amon Tapınağında Tanrı Amon ile görüştüğü yolundaki söylentiler onun halkın gözündeki tanrısallığını bir kat daha arttırmıştı. Mısır'ın fethiyle Doğu Akdeniz'de kesin denetimi sağlayan İskender, MÖ 331 ilkbaharında Tiros'a döndü. Suriye'ye Makedonyalı bir satrap atadıktan sonra Mezopotamya'ya ilerledi ve temmuzda Fırat kıyısındaki Tapsakos'a vardı. Ninive'yle Arbela (Erbil) arasındaki Gaugamela Savaşında III. Darius'la yeniden karşı karşıya geldi ve onu bir kez daha yenerek kaçmaya zorladı. 187

Güneye inerek Babil'i aldı ve Mazayos adında bir Persi satrap olarak atadı. Ardından Susa'ya girdi ve Zagros Dağlarını aşarak İran içlerine yöneldi. Persepolis'te I. Kserkses'in sarayını törenle yaktı. Kserkses'in Yunanistan'da yaptıklarına karşı bir misilleme olan bu hareketle aynı zamanda “öç seferi”nin sona erdiğini gösterdi. MÖ 330 ilkbaharında Media'ya girerek, başkent Ekbatana (Modern Hamedan)'yı aldıktan sonra, Yunan askerlerinin geri dönmesine izin verdi. Pers topraklarını içine alan yeni bir imparatorluk kurmayı ve “Asya'nın efendisi” olmayı amaçlayan İskender, daha doğudaki toprakları ele geçirmeye yönelik yeni bir sefer başlattı. Kısa sürede yerel satraplara boyun eğdirerek Hazar kıyılarına, oradan da Afganistan içlerine ulaştı. Bu fetihler sırasında Makedonyalı ve Pers bileşimine dayalı yeni bir yönetim sistemi oluşturduğundan, eski komutanlarıyla baş-gösteren anlaşmazlıklar giderek derinleşti. Kendisine suikast girişimiyle suçladığı Parmenion'la oğlunu ortadan kaldırarak ordusunu yeni baştan düzenledi. MÖ 330-329 kışında Helmand Irmağını izleyerek kuzeye doğru ilerledi. Bu sırada Baktria satrabı Bessus'un genel bir ayaklanma başlatması üzerine, Hindukuş Dağlarını aşarak karışıklıklara son verdi. Bu harekâtı yürütürken Siriderya'ya kadar ilerledi ve burada İskitlerin sert direnişiyle karşılaştı. Başka göçebe halkların da ayaklanmasıyla büyük güçlükler çıkaran bu direnişi ancak MÖ 328 sonbaharında bastırabildi. Davranışlarıyla giderek bir Doğu despotuna dönüşen İskender, Pers hükümdarları gibi giyinmeye ve proskinesis (hükümdar karşısında yere kapanarak selamlama) uygulaması gibi Pers geleneklerini benimsemeye başladı. Bu arada Baktriane prenseslerinden Roksana'yla evlendi. Kendini tanrılaştırmaya giriştiyse de, Makedonyalılar ve Yunanlarca alaya alınınca bundan vazgeçmek zorunda kaldı. Bir komploya karıştığı gerekçesiyle tarihçi Kallisthenes'i hapse attırması bilgin ve filozoflar arasındaki desteğini yitirmesine neden oldu. Ele geçirdiği ülke halklarından yeni askerler toplayarak engebeli arazide savaşma yeteneğine sahip yeni bir ordu oluşturan İskender, MÖ 327 yazında Hindistan üzerine yürümek amacıyla Baktriane'den ayrıldı. Daha hafif silahlar kullanan piyade birliklerinin yanı sıra ok ve mızrak kullanan süvari birliklerinin yer aldığı bu ordunun asıl savaşçı gücü 35 bin askerden oluşuyordu. Plutarkhos'un bu ordu için verdiği 120 bin rakamının, yedek kuvvetleri, katır ve deve sürücülerini, sağlık 188

görevlilerini, seyyar satıcıları, askerleri eğlendirmekle görevli gösteri gruplarını, kadın ve çocukları da kapsadığı sanılmaktadır. Hindukuş Dağlarını ikinci kez geçen İskender, MÖ 326 baharında İndus Irmağı yakınındaki Taksila'ya (bugün Takshaşila) girdi. Hydaspes (bugün Cihelum) ile Akesines (bugün Çenab) ırmakları arasındaki bölgenin hükümdarı Poros'u, Hidaspes Çarpışması'nda yenilgiye uğrattı. Esir olarak ele geçirilen poros'a Nasıl bir muamele görmek istiyorsun diye sorduğunda Poros Krallara yakışır bir muamele cevabını verdi. Daha sonra Poros’u affetti ve dost oldular. Başarısını kutlamak üzere Aleksandreia Nikaia kentini, ayrıca burada ölen atı Boukefalos'un adını verdiği Bukefala (Boukephalia) kentini kurdu. Asya'nın doğusuna doğru yoluna devam etmek için Hifasis (Beas) Irmağına kadar gitmesine karşın, ordusunun ayaklanmak üzere olduğunu görerek geri dönmeye karar verdi. Hidaspes Irmağı kıyısında 800-1.000 gemiden oluşan bir donanma kurduktan sonra bazı birlikleri karadan yürüterek İndus Irmağı boyunca Hint Okyanusuna kadar ilerledi. Bu arada Hydroates (Ravi) Irmağı yakınlarında Mallilerle girişilen çarpışmada ağır biçimde yaralandı. MÖ Ağustos 325'te İndus Deltasının ağzındaki Patala'ya vardı; burada bir liman ve tersane yaptırdı. Dönüş yolculuğu için ordusunun bir bölümü Nearkhos'un komutasındaki gemilerle MÖ Eylül 325'te denize açılırken, kendisi de kıyıyı izleyerek yiyecek sıkıntısı içinde ve çok zor koşullarda Gedrpsia'yı (bugün Belucistan) geçti. Bu arada Hindistan seferi hazırlıklarına başladı. İmparatorluğun güçlendirilmesi için daha Hindistan seferine başlamadan yönetimde kanlı temizlik hareketlerini başlatan İskender, yokluğu sırasında da bu politikayı sürdürerek satraplarından üçte birini değiştirmiş, altısını öldürtmüştü. MÖ 324 ilkbaharında Susa'ya vardığında hazine görevlisi Harpalos'un 6 bin paralı asker ve 5 bin talentle Yunanistan'a kaçtığını öğrendi. Harpalos daha sonra Girit'te öldürüldü. Makedonyalılarla Persleri kaynaştırma politikasına daha çok ağırlık verdiği bu dönemde, Dareios'un kızı Barsine'yle (Stateira olarak da bilinir) evlendi ve komutanlarıyla askerlerini de aynı yolu izlemeye özendirdi. Ama Perslerin ordu ve yönetimde giderek eşit bir konuma yükselmesi Makedonyalıların tepkisini çekmeye başladı. Makedonya'da askeri eğitim gören 30 bin Pers gencin dönüşü, Baktriane, Soğdiana ve Arakhosia gibi Doğu ülkelerinden gelenlerin süvari birliğine, ayrıca Pers 189

soylularının kraliyet muhafız birliğine alınmaları bu hoşnutsuzluğu daha da artırdı. İskender'in Makedonyalı eski askerleri ülkeye geri göndermeye karar vermesi, imparatorluğun güç ve yönetim merkezini Asya'ya kaydırmaya yönelik bir girişim olarak değerlendirildi. MÖ 324'te Gpis'te çıkan ayaklanmaya kraliyet muhafızları dışında bütün ordu katıldı. Bunun üzerine İskender bütün orduyu dağıtarak Perslerden yeni bir ordu kurdu ve ayaklanmanın sona ermesinden sonra 10 bin eski askeri armağanlarla yurda gönderdi. Bu sayede ordu daha da güçlendi. Kendisine tanrısal onurlar yakıştıran ve bunu Yunan kentlerine zorla kabul ettiren İskender, MÖ 324 kışında Luristan'da yerel halka yönelik sert bir sindirme hareketine girişti. İlkbaharda Babil'e geçerek bir bölümü uzak ülkelerden gelen elçileri kabul etti. Bu arada Hindistan'la deniz bağlantısını sağlamak için Arabistan kıyılarına yönelik bir sefer için hazırlıklara başladı. Ayrıca Hazar Denizi'nin ötesine bir keşif birliği gönderdi. Babil'de sulama kanalları yaptırmayı ve Basra Körfezi kıyılarında yeni kentler kurmayı planladığı bir sırada, uzun bir içkili eğlencenin ardından hastalandı ve on gün sonra henüz 324 yaşındayken MÖ 323 yılında öldü. Cenazesi önce Memfis'e, oradan İskenderiye'ye götürüldü ve burada altın bir tabuta kondu. Ölmeden önce kendisine bu kadar büyük bir imparatorluğu kime bıraktığı sorulduğunda ise son söz olarak “En güçlünüze” cevabını verdiği söylenir.

190

78 COĞRAFİ KEŞİFLER 15. yüzyıl ve 16. yüzyıllarda Avrupalılar tarafından yeni ticaret yollarının bulunması amacıyla başlatılan ve yeni okyanusların ve kıtaların bulunmasıyla gerçekleşmiş olan keşifleri ifade eder.

Bilimsel bir merak ve yeni ufukların keşfedilmesi duygusu söz konusu olmakla birlikte temelde bu keşifler özellikle 15. yüzyıldan itibaren açık bir şekilde ekonomik nedenlerden kaynaklanmıştır. İlk keşif denemeleri, Atlantik Okyanusu ve Afrika kıyılarına doğru, 14. yüzyılın başlarında Fransız ve Cenevizli gemiciler tarafından yapılmıştır. Kanarya Adaları ve Azor Adaları'nın keşfedilmesi, bu girişimlerin sonucudur. Coğrafi keşiflerin en önemli nedeni ekonomiktir. Yani batılıların doğuya giderek buralardaki zenginliklerden yararlanmak istemeleridir. Kristof Kolomb (1451-1506), 1492'de Amerika Kıtası'na ulaştığında, gerçekte hem daha ucuz hem daha kısa yoldan Asya'ya ulaşma arayışı içindeydi. Çünkü buradan baharat ve benzeri maddeleri ucuz ve hızlı taşımak gibi bir sorun söz konusuydu. Portekizli gemici Bartolomeu Dias'ın Ümit Burnu'nu bulmasından sonra Vasko de Gama, buradan dolaşarak Hint Okyanusu ve Hindistan'a ulaştı. Portekizli Macellan ve Del Kano, dünyayı dolaşarak geçtiler ve bunun sonucunda dünyanın yuvarlaklığına dair kesinleştirici sonuçlara ulaşmışlardır. Venedikli gezgin Marko Polo (1254-1324) Asya gezilerinin anlatımlarıyla Avrupa'nın Doğu uygarlıklarını tanımasını sağlamıştır. 191

Reform ve Rönesans hareketlerinin etkileriyle gelişmiş oldukları gibi kendileri de bu hareketlerin gelişimini etkilemişlerdir. Bu keşifler sonucunda Avrupa yeni kıtalara yayılma ve onların zenginlik kaynaklarını ele geçirme olanağı elde etmiştir. Avrupa düşüncesi ve kültürü, evrensel bir değer olarak bu süreçten itibaren yayılmaya ve egemen kılınmaya başlanmıştır. Bunu yaparken Avrupalılar, yerli halkları ve yerel yaşamı dağıtmış ve hatta yok etmiş, Avrupa kültürünü egemen kılma sürecini şekillendirmiştir. Hem doğal hem de kültürel farklılıkları yok eden bir süreç olmuştur. Bu Klasik Sömürgecilik olarak bilinen sömürgecilik süreci bu dönemle başlamıştır. 14. yüzyılın sonlarından başlayarak 16. yüzyıla kadar Avrupalıların yeni ticaret yolları keşfetmek adına yeni deniz yolları araması sonucu oluşturdukları organizasyon, gezi Amerika da dahil pek çok popüler kıtanın keşfiyle son bulmuştur. 15. yüzyılda özellikle birçok Avrupa ülkesi, Avrupa’da son derece pahalı olan ipek ve baharatın önemini anlamış ve Hindistan'a ulaşmanın, ticaret yapmanın bir yolunu aramasıyla başlamıştır. Hindistan'a karadan ulaşmak o dönem ve koşullar içinde oldukça zorluydu bu yüzden Hindistan'a ulaşmanın yeni bir deniz yolunun keşfedilmesiyle mümkün olacağı fikri pek çok krala cazip gelmiştir. Lakin bu fikirlerle pek çok cimri kral bile dönemin önde gelen denizcilerine hazinesinden yüklü miktarda servet ödemiştir. Özellikle Portekiz tahtına prens Henry’nin geçmesiyle başlayan coğrafi keşifler, onun kurduğu okullardan çıkmış Vasco de Gama, Bartolomeo Diaz gibi pek çok ünlü denizcilerle başarılı sonuçlar elde etmiştir. Ancak bugün Amerika'yı keşfetmesiyle ünlenen ve en popüler denizci olarak tanınan Kolomb bile Amerika kıtasına doğru gitmeyi tercih ederken yeni bir kıta için değil, dünyanın diğer tarafından dolanıp Hindistan'a ulaşabileceğini düşünmüş ve İspanyol ile Portekiz krallarına bu şekilde bir fikir ortaya atarak onların desteğini almaya çalışmıştır. Bunun imkânsız olduğu ancak günümüz şartlarında anlaşılacaktı.

192

79 DEMOKRASİ Halkın kendi kendini yönetmesidir.

Eski Yunancada “demos” halk ve “kratos” otorite demektir. İkisinin birleşmesinden “demokratia” sözü meydana gelir. Buna göre, demokrasi, “halk idaresi” anlamındadır. Ancak, bu söz, çok çeşitli anlamlarda kullanılmaktadır. Demokrasinin başlangıcı çok eski zamanlara kadar ulaşır. Fakat bugünkü, anlayış şekline göre demokrasi, eski Yunanlılar zamanından sonra başlamış sayılır. Eski Yunan şehir, devletlerinin (sitelerinin) yönetim şekli, asıl demokrasiye örnek gösterilir. O devirde henüz temsili sistem bilinmiyordu. Diğer taraftan nüfus da azdı. Bu sebeple doğrudan doğruya demokrasi uygulaması yapılıyordu. Fakat bunlarda tutsaklara (esirler) ve kölelere, diğerlerine verilen demokratik haklar verilmediği için, ayrıca kadınlara oy verme hakkı tanınmadığından bu devir demokrasisine, gerçek manada demokrasi denilemez. Bu demokraside, köleler, tutsaklar ve kadınlar hariç herkes oylamada hazır bulunur, yönetime de seçilebilirlerdi. Bu tür demokrasi, özellikle MÖ V. yüzyılda Yunanistan’da uygulanmıştır. Sonradan eski Yunan şehir sitelerinin ortadan kalkması neticesinde bu demokrasi akımı da durmuştur. Yıkılan demokrasinin yerine aristokrasi geçmiştir. Bu ise, ülkeyi en seçkin kimselerin yönetmesi esasına dayanıyordu. Romalılar, Yunanistan’a yakın olmaları sebebiyle demokrasiye yabancı değillerdi. Fakat bunlarda da oligarşik bir cumhuriyet vardı. Sonradan bu ülke imparatorluk yönetimine geçmiştir. Daha sonra Avrupa’da feodal krallıkların ortaya çıktığını görüyoruz. On altı ve on sekizinci yüzyıllar arasında bunların yerini de mutlakiyet idareleri almaya başladı. Ortaçağ’da zaman zaman görülen cumhuriyetlerin de demokrasi değil, oligarşi olduğu tarihi bir gerçektir. 193

Aradan zaman geçtikçe mutlakiyet idarelerine karşı birçok ülkelerde hoşnutsuzluk başladı. Bu hoşnutsuzluk 18. Yüzyılda daha da büyüdü ve demokrasiye doğru adım atılmaya başlandı. Bunun ilk semeresi Amerika’da görüldü. 1776 yılında İngiliz egemenliğinden kurtulmak gayesiyle Amerikan kolonileri birleşerek “Özgürlük Bildirisi” yayınladılar. Bu bildiri, demokrasi tarihinin klasik belgelerinden biridir. Bu daha sonra, 1787’de Amerikan Anayasası kabul edilerek, hükümetin halka baskı yapması bu anayasa ile önlenmiştir. Bugünkü demokrasi tarihin ikinci dönüm noktası kabul edilen 1789 Fransız devrimi ise, mutlakiyet rejimine karşı bir ayaklanma şeklinde başlamış ve “İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi”nin yayınlanmasını sağlamıştır. Neticede 1791 yılında kabul edilen Fransız Anayasası ile, yurttaşların kanun karşısında eşit oldukları ilkesi kabul edilmiştir. Demokratik yönetim biçiminin önemli unsurlarından biri de seçimlerdir. İlk İslam devletinin dört halife devri de bir nevi temsili demokrasi olarak kabul edilir. Bu durum bilhassa Hz. Ömer zamanında çok belirgindir. Seçimle gelen halifeler bugünkü modern demokrasi anlayışının bütün ideallerini uygulama örneklerini vermişlerdir. Devleti idare tarzları, şahsi yaşayışları ile idare edilenlerin teklif ve fikirlerine itibar etmeleri bakımlarından fevkâlade yüksek faziletlerin tatbikatçısı olmuşlardır. Batıda gerçek anlamda demokrasinin kapısını Fransa’nın açtığı kabul edilirse de, İngiltere, çok daha önceleri, demokrasi biçimi idareye daha yakın örnekler vermiş. Fransız devrimi yanında İngiltere’de oligarşik bir yönetim biçimi vardı. Fakat aynı İngiltere’de 1688 devrimi sonunda kabul edilen anayasa, demokrasinin gelişmesine açıktı. Anayasaya göre kralın gücü zayıflamış, yaşama ve maliye kesinlikle parlamentonun denetimindeydi. Bu anayasa sonradan 1832 ylında daha da demokratik hale getirilmiştir. Bu bakımdan bazılarına göre klasik demokrasinin beşiği İngiltere’dir. Klasik demokrasi: Avrupa’da feodalitenin yıkılıp, merkezi krallıkların kurulmasından sonra, krallıkların güçlenmesi, aristokrasi burjuvazi çekişmesine yol açmıştır. Bu deneme ilk defa İngiltere’de başlamıştır. Burjuvazi krallık otoritesini sınırlamaya kalkışmış ve neticede “Milli Hâkimiyet” teorisi ortaya atılmıştır. Bu suretle, devlete ait her türlü egemenliğin millete ait olduğu savunularak “klasik demokrasi” sistemi kurulmuştur. 194

Klasik demokrasi üç bölüme ayrılmaktadır: “Doğrudan doğruya demokrasi”, “yarı doğrudan demokrasi” ve “temsili demokrasi”. Doğrudan doğruya demokrasi, eski Yunanlılarda uygulanan tarihi bir sistemdir. Buna göre, halk toplanarak topluca yönetim şekline katılır. Bugün bu sistemle idare, İsviçre’nin küçük kantonlarında vardır. Yarı doğrudan demokrasi, bu sistemde, gerçek yönetim halkın seçtiği temsilciler de olmakla beraber, yerine göre halk da, “referandum”, “plebisit” ve “kanunları veto” usulleriyle yönetime iştirak etmektedir. Yine bu sistem İsviçre’de en geniş şekliyle uygulanmaktadır. Temsili demokrasiye gelince, bu sistemde, hâkimiyetin millete ait olduğu prensibi vardır. Yönetim milletin seçtiği temsilciler tarafından ve anayasaya uygun olarak yürütülür. Temsili demokrasiler, hükümet şekillerine göre, “Parlamenter Sistem”, “Meclis Hükümeti Sistemi” ve “Başbakanlık Sistemi” gibi değişik hükümet şekillerine ayrılır. Fakat hepsinde temel esas, devletin, halkın seçtiği ve milleti temsil etmekte olan temsilciler tarafından idare edilmesidir. Bu sistem, kaynaklarını, tabii hukuk ve içtimai mukaveleden alır. Hukuk literatüründe bunların da temsilcileri, Hobbes, Locke, Montesquieu ve Rousseau’dur. Demokrasiye karşı görüşler: 20. yüzyılda, dünya devletlerinin birçoğu, bünyelerine uygun olan demokrasiyi benimsediler. Fakat yer yer demokrasiye karşı görüşler de ortaya çıktı. Bunların en başında Rusya’da yapılan ihtilal sonunda, halk adına bir komünist diktatörlüğü kuruldu (1917). Bunu takiben İtalya’da 1922 yılında Mussolini, Almanya’da 1933 yılında Hitler, diktatörlük yönetimine tarihi bir zorlama neticesinde geçtiler. Bu tür idareciler, totaliter olmaları sebebiyle demokrasiye zıt görüşteydiler. Sonradan Faşizmin yenilgisiyle İtalya ve Almanya tekrar demokrasiye döndü. Fakat Rusya, totaliter karakterini daha da derinleştirecek komünizm rejimini birçok Balkan ülkesine yayarak bugün artık dağılmış olan Varşova blokunu meydana getirdi. Diğer taraftan dünyanın en kalabalık insanı ülkesinde barındıran Çin’de, Rusya’nın entrikaları ile komünizm ağına düştü. Bu ülkede de komünizm rejimi kuruldu. Dünya ülkelerinin halkları zenginlerken uygulanan bozuk sistem sebebiyle devamlı fakirleşen komünist ülkeler, devrimi dünya yüzeyine yayma inatları sonucunda iyice yoksul düştüler. Ekonomileri çıkmaza girdi. Bunun sonucunda Gorbaçov tarafından uygulamaya konulan 195

perestroyka ile çözülme başladı. Asker ve polis gücüyle 73 yıldır inleyen Sovyet Cumhuriyetleri komünizmden vazgeçerek bir bir istiklallerini ilan etme yarışına girdiler. Nihayet 1991 senesinin sonunda Sovyetler Birliği tasfiye edilerek komünist idareye son verip demokrasiye geçildi. Bugün dünyada Küba ve Çin’in dışında komünist idare kalmadı.

196

80 FAŞİZM Faşizm, ilk olarak Benito Mussolini tarafından Ulusal Faşist Parti'nin kurulması ile ortaya çıkan, otoriter devlet üzerine kurulu bir radikal milliyetçi yönetim sistemidir.

İlkeleri ve öğretileri “Faşizmin Doktrini” adı altında Giovanni Gentile tarafından yazılmıştır. 20. yüzyılın başlarında Benito Mussolini'nin sistemini örnek alarak doğan nasyonal sosyalizm (nazizm) ve falanjizm gibi akımlarla beraber faşizm iyice güçlenen bir ideoloji olmuştur. Milliyetçi işçi hareketlerinden ilham alan ilk faşist hareketler, İtalya'da I. Dünya Savaşı sıralarında; sol fikirleri, sağcı ve milliyetçi unsurlarla birleştirerek; komünizme, marksist sosyalizme, liberalizme, demokrasiye ve geleneksel sağcı muhafazakârlığa karşı olarak ortaya çıkmıştır. Faşizm, geleneksel siyasal yelpazede genelde aşırı sağa konulsa da, siyaset bilimciler tarafından bu tanımın yeterli olmadığı tartışılmıştır. Faşistler kendi uluslarını; ulusal camianın kitlesel seferberliğini teşvik eden totaliter bir devlet yoluyla bütünleştirmeyi amaçlarlar ve faşist ideolojiye uygun ilkelerle birlikte ulusu örgütlemeyi hedefleyen devrimci siyasal harekete önayak olan bir öncü partiye sahip olmayla nitelenirler. Liberalizme, demokrasiye, marksist sosyalizme ve komünizme muhalif faşist hareketler; devlete ihtiram, güçlü bir lidere bağlılık ve aşırı milliyetçilik ile militarizme verilen önem gibi ortak özelliklere sahiptir. Faşizm, siyasal şiddeti, savaşı ve emperyalizmi; ulusal ihyaya ulaşmak için bir araç olarak görür ve güçlü ulusların, daha güçsüz ulusların yerine geçerek topraklarını genişletmeye hakkı olduğunu ileri sürer. 197

Faşizmi bir dünya görüşü olarak benimseyen İtalyan lider Benito Mussolini'nin 1922'de İtalya’da iktidara gelmesinin ardından, Mussolini iktidarı döneminde, İtalya'da resmi ideoloji olarak yürütülmüştür. Kısa süre içerisinde genel anlamıyla baskıcı, otoriter rejim anlayışını betimler bir nitelemeye dönüşmüş ve nasyonal sosyalizm başta olmak üzere, anti-demokratik ve otoriter ideoloji ve yönetim sistemlerinin tamamına halk tarafından verilen genel bir isim halini almıştır. Kavramın kökeni Antik Roma yöneticilerinin geniş hükümet yetkisini sembolize eden ucunda balta bulunan bir çubuk demetinin adı olan Latince fasces sözcüğünden ileri gelir. Aynı simge daha sonraları Fransız Devrimi sırasında Aydınlanma anlamında, halkın elindeki devlet gücünü temsil etmek üzere kullanılmıştır. Söz konusu sembol birtakım değişikliklerle 1926 yılından itibaren İtalya'nın resmi devlet sembolü olmuştur. Sembolün üçlü anlamı, yani devlet gücü, halk mülkiyeti ve birliktelik Mussolini'nin propagandasında kullanılmıştır. Faşizm, baskıcı rejimleri tanımlamak için kullanılan genel bir terim olmadan önce, asıl olarak İtalyan milliyetçiliğini temsil eden bir ideoloji olarak ortaya atılmıştır. Ancak kendisiyle eş zamanlı olarak ortaya çıkan nasyonal sosyalizm ve falanjizm gibi akımlar da amaç ve uygulamalar bakımından bir İtalyan ideolojisi olan faşizme yakın oldukları için faşizme bağlı siyasi hareketler olarak tanınmışlardır.

198

81 FEODALİZM Ortaçağ Avrupası olmak üzere tarihin birçok evresinde rastlanan toplumsal, siyasal ve ekonomik örgütleniş biçimidir.

Feodalizm kelimesi, Latince feodum (tımar) ile taşınabilir değerli mal anlamına gelen Latin kökenli bir kelimeden türetilmiştir. Feodal toplumun siyasi örgütlenişi, koruyan-korunan (süzeren-vassal) ilişkisine dayanan hiyerarşik bir örgütleniştir. Merkezi otorite zayıftır, yerellik görülür. Feodal ekonomi ise, kendi kendine yeterlik üzerine kuruludur. Roma İmparatorluğu'nun yıkılmasından güçlü ulusal monarşilerin ortaya çıkmasına kadar olan sürede, Avrupa'da hâkim olan örgütleniş biçimi feodal örgütleniştir. İlkçağ'da Roma'dan yönetilen topraklarda Cermen istilaları ile Roma döneminin merkeziyetçi siyasi düzeni bozulmuş ve sayısız irili ufaklı feodal beylik ortaya çıkmıştır. Ticaretin tekrar canlanması ile temelleri sarsılan feodalizmin son kalıntıları Sanayi Devrimi ile tamamen yok olmuştur. Feodalizmin ortaya çıkmasındaki en önemli sebep, Roma İmparatorluğu'nun düzeninin karşılaştığı büyük ekonomik bunalımdır. Roma İmparatorluğu'nda, özellikle İtalya Yarımadası'nda tarımsal üretim, toprak sahibi özgür Roma vatandaşlarının geniş çiftliklerinde, ağırlıklı olarak köle emeği kullanılarak ve imparatorluğun ticaret hatlarındaki hâkimiyeti sayesinde çeşitli pazarlara yönelik olarak yapılıyordu. İyi işleyen ticaret sayesinde gelişmiş bir işbölümü sağlanmıştı ve tarımsal üretim kırsal alanlarda, zanaatlar ise ticari merkez durumundaki kentlerde sürdürülüyordu. Kentler, kırsal kesim için gerekli üretim araçlarını ve lüks malzemeleri, kırsal kesim ise 199

kentlerin gıda ihtiyacını sağlıyordu. Bu şekilde canlı bir kent-kır ticareti oluşmuştu. Fetihler boyunca Roma yeni vergi kaynakları yaratıyor ve savaşlardan gelen yağma gelirleriyle besleniyordu. Ancak, fetihlerin durması ve savaşların kısır savunma savaşlarına dönmesinin ardından Roma maliyesi zor duruma düştü. Bunu dengelemek amacıyla, vergilerin artırılması yoluna gidilmiştir. Vergilerin artırılması köylüyü çok zor durumda bırakıp alım gücünü azalttığı gibi, köyden kente göçü de tetiklemiştir. Bu durum ilk etkilerini ticaret üzerinde göstermiştir. Köylünün alım gücünün azalması köy-kent ticaretini zayıflatmış, kentli zanaatkârlar pazar bulmakta zorlandıklarından iflasa sürüklenmiş, kentle ticaret yapamayan latifundialar (köle emeğiyle üretim yapan tarımsal işletmeler) zor duruma düşmüştür. Bu, Roma dönemindeki ekonomik düzeni yok edecek bir kısır döngüdür. Ürünlerin pazarlamasında sorunlar yaşanmaya başlandığında, kölelerin üretim dönemleri dışında da beslenmesi zorunluluğu katlanılması olanaksız bir maliyet unsuru haline gelmiştir. Bu tür işletmeler, kölelerin bir kısmını azat ederek, belirli bir toprak kirası karşılığında geçimlik toprakları işleme hakkı tanıdılar. Azat edilmiş bu yeni küçük çiftçiler tümüyle özgür değillerdi, kendilerine tahsis edilen toprakları terk etmeleri durumunda toprak sahibinin gelir kaynağı da ortadan kalkacaktı. Dolayısıyla bu topraklardan ayrılmama koşuluyla azat edilmişlerdir. Böylece, verilen toprağı işleyerek geçimini sağlayan, karşılık olarak efendisine toprak kullanım kirası ödeyen bu çiftçilerle yeni bir sınıf doğmuş oldu. Bu sınıf, feodal ekonominin ana üretici gücü olan serfler sınıfıdır. Görüldüğü gibi ekonomik koşulları daha Roma düzeninin son günlerinde oluşan feodal yapı, Roma İmparatorluğu'nun Cermen istilaları ile yıkılmasının ardından ortaya çıktı. Roma mirası üzerine kurulan Cermen krallıklar, Roma gibi merkeziyetçi devletler olamadılar. Daha önce Roma'dan yönetilen topraklarda, her biri kendine yeter ekonomiye sahip sayısız feodal beylik kuruldu.

200

82 FRANSIZ İHTİLALİ Fransız ihtilali veya Fransız Devrimi (1789-1799), Fransa'daki mutlak monarşinin devrilip, yerine cumhuriyetin kurulması ve Roma Katolik Kilisesi'nin ciddi reformlara gitmeye zorlanmasıdır. Avrupa ve Batı dünyası tarihinde bir dönüm noktasıdır.

Fransız halkı önceki döneme göre büyük bir evrim geçirmektedir. Halk bilinçlenmektedir ve sarayın, kralın, seçkinlerin denetiminden çıkmaya başlamıştır. Şehirlerde yaşayan pek çok burjuva, büyük bir atılım içindedir. Kitaplar yaygınlaşmakta, aileler çocuklarını üniversitelere göndererek sağlam bir gelecek kurma yolunu tutarak kültürel seviyeyi yükseltmektedir. Bağımsız yayıncıların çıkardıkları gazete, bildiri ve broşürler, kitlesel bilinçlenmeye yol açmaktadır. Bu koşullar da toplumsal değişim taleplerinin olgunlaşmasına yol açmıştır. Toprak sahipleri ve soylular ayrıcalıklarını korumaya çalışmakta; bu sebeple burjuvaların soylu tabakasına geçmesini engelleyecek barikatlar yükseltilmektedir. Soylular statülerini koruma hevesindeyken, burjuvalar da ekonomik olarak güçlenmelerine rağmen toplumsal haklarda söz sahibi olamamaktan şikâyetçidirler. Kırsal nüfus ise üzerindeki vergi yükünün hafiflemesini istemektedir. Devrimci düşünce, ülkede köklü yapısal değişikliklere gitmek gerektiğine inanan katmanlar arasında yayılmaya başlamıştır. Merkezi otorite ülkenin içinde bulunduğu evrimsel süreci kavrayamamış ve eski yöntemlerle sorunları halletme yoluna yönelmek istemiştir. Oysa özellikle burjuva, İngiliz devriminin etkisiyle geçici çözümle yetinmek değil, kitlesel olarak İngiliz modelindeki gibi ‘parlamenter monarşi rejimi’ altında yönetime katılmayı arzulamaktadır. 201

Toplum büyük bir hızla değişmekte, bunun altında da ‘aydınlanma filozoflarının' büyük etkisi bulunmaktaydı. Aydınlanma felsefesi, mantığın, köklü gelenekleri ve siyasal rejimin mutlakıyetçi eğilimlerini ortadan kaldırmayı emrettiğine kanaat getirmiştir. Aydınlanmacılar özgürlüğün tüm alanlarda olması gerektiği fikrini savunmaktaydı. Descartes, daha 17. yüzyılda, aklın ve eleştirel zihniyetin üstünlüğüne vurgu yapmış, Montesquieu ise yasama erkinin halkı temsil eden vekiller aracılığı ile kullanılmasını ve güçler ayrılığı ilkesinin hayata geçirilmesini önermiştir. Voltaire'e göre kral, filozoflardan kurulu danışmanların örgütüne uyarak toplumu aydınlatmayı hedeflemeli, İngiliz modelini benimseyerek, parlamenter bir sistemin kapılarını açmalıydı. Rousseau, insanların doğuştan eşit olduğuna inanmakta, çoğunluğun iradesinin (halk egemenliği) siyasal rejime hâkim olması gerektiğini vurgulamaktaydı. Diderot ile d’Alembert ise yasa önünde eşitlik, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi talepleri dillendirmekteydi. Aydınlanma filozoflarının etkileri yanında İngiliz Halklar bildirgesi gibi metinler ve bunların temelini oluşturan John Locke’nin fikirleri ve Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi'nde dile getirilen demokratik ilkeler ve liberal ekonomi fikirleri burjuvaları hareketlendirmiştir. Fransızlar dışarıdan gelen fikir ve hareketleri içselleştirerek ihtilale zemin hazırlamışlardır. Devrimden önceki yıllar Fransız ekonomisi için pek de parlak sayılmamaktadır. Gelişen ticaret, savaşlar sebebiyle yavaşlama yönüne kaymış; köylü, mahsulünden beklenen verimi alamayarak büyük sıkıntılarla karşılaşmıştır. Ayrıca, tek kıtlıkla, açlığa kadar dayanan sorunlarla karşılaşmışlar tek çözüm yolu olarak kıta şehirlere göç etme yolunu tutmuşlardır, fakat şehirlerde de onları parlak bir yaşam beklememektedir; artan nüfusun ihtiyacını şehirler karşılayamaz duruma gelmiştir. Nüfus artması doyurulması gereken insanların çoğalmasına sebep olmuştur. Gelenlerin işsizlik sorunuyla da karşılaşması, istihdam olanağı bulamamaları toplumsal sorunların artmasına neden olmuştur. Aslında Fransa’nın ekonomisi pek çok çağdaş devlete göre ileri sayılmaktaydı; fakat önceki dönemlerle karşılaştırıldığında görülen fark edilir gerileme, halkı paniğe sokmuştur. Halkın içinde bulunduğu ekonomik sorunlar vergilerin düzenli olarak ödenmemesine yol açmış devletin en önemli gelir kaynağı olan vergilerin sekteye uğraması hazineyi büyük bir bunalıma sürüklemiş, 202

uzayan savaş maliyetlerinin fazla olması ve teknolojinin gelişmesiyle savaş masraflarının artması, bir de saray masraflarının aşırılığı sebebi ile devlet iflasın eşiğine gelmiştir. Bu nedenle kral, vergilerin artırılması ve yeni vergiler konması yolunu tutmuş; bu plan dahilinde tüm toplumunda vergilerin yaygınlaşması düşüncesi ortaya çıkmıştır. Paris Parlamentosu da bu yeni vergi aleyhine onay vermeyerek genel meclisin, Etats Generaux'nun toplanmasını istemiştir. Fransa, Kuzey Amerika’daki tüm kolonilerini 1763 tarihinde, Yedi Yıl Savaşları sonunda imzalanan Paris Antlaşması ile İngiltere'ye kaptırmıştı. İngiltere, Yedi Yıl Savaşları'nın mali yükünü, yeni vergilerle kolonilerden çıkarmaya kalkışınca; bu durum Kuzey Amerika kolonilerinde huzursuzluk yaratmıştı. 1774 yılında On üç Koloni'nin başlattığı Amerikan Bağımsızlık Savaşı 1776 yılında bağımsızlık ilanıyla sürmüştü. Fransa ise bu çatışmalara büyük boyutlarda mali destek vererek dolaylı olarak katılmıştır. Yıkılmaz diye düşünülen, hatta egemenlik hakkını Tanrı'dan aldığı iddia edilen mutlak krallıkların yıkılabileceği ortaya çıktı. İlkel şekli Yunan şehir devletlerinde, gelişmiş şekli İngiltere ve ABD'de görülen demokrasi, Kıta Avrupası'nda da gelişmeye başladı ve Batı medeniyetinin vazgeçilmez unsurlarından biri haline geldi. Egemenliğin halka ait olduğu kabul edildi. Milliyetçilik ilkesi, siyasi bir karakter kazanarak, çok uluslu devletlerin parçalanmasında etkili oldu. Eşitlik, özgürlük ve adalet ilkeleri yaygınlaşmaya başladı. Şahsi güçlere, zekâya ve girişim yeteneğine ortam hazırladı. Fransız İhtilali, sonuçları bakımından evrensel olduğundan Yeniçağ'ın sonu, Yakın Çağ'ın başlangıcı kabul edildi. Dağınık halde bulunan milletler, siyasi birliklerini kurmaya başladılar. İnsan Hakları Bildirisi, Fransızlar tarafından dünya çapında bir bildiriye dönüştürüldü. Fransız İhtilali'nin yaydığı fikirlere karşı Fransız Devrim ve Napolyon Savaşları (1792-1815) başladı. Önce Fransa ile Avusturya ve Prusya arasında başlayan bu savaşlara, daha sonra İngiltere ve Rusya da katıldı. Savaşlar Napolyon'un yenilgisiyle sonuçlandı. Viyana Kongresi ile Avrupa'nın siyasi durumu yeniden düzenlenmiştir. (1815)

203

28 Ağustos 1789'da Fransız Devrimi'nden sonra, Fransız Ulusal Meclisi tarafından, Fransa İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi kabul ve beyan olundu. Bildirge; insanların eşit doğduğunu ve eşit yaşamaları gerektiğini, insanların zulme karşı direnme hakkı olduğunu, her türlü egemenlik esasının millete dayalı olduğunu ve mutlak egemenliğin bir kişi ya da grubun elinde bulunamayacağını, devleti idare edenlerin esas olarak millete karşı sorumlu olduğunu, hiç kimsenin dini ve sosyal inançları yüzünden kınanamayacağını söylüyordu.

204

83 HELENLER Büyük İskender'in fetihleri sonunda Yunan uygarlığı ile Doğu uygarlığının karışmasından oluşan kültürdür. Babası II. Filip ölünce, 20 yaşında Yunanistan'ın büyük kısmını miras olarak alan İskender'in ilk siyasi girişimi, Perslere karşı başarılı bir sefer düzenlemek olmuştu. Bu sefer için duyduğu tutku, askeri dehası ve gözü karalığı sayesinde o çağda dünyanın neredeyse bilinen her yerini fethetmişti. Yine başarılı olan Hindistan seferinde ise, artık eve dönmek için isyan eden askerlerinin zoruyla geri dönmüştü. Bir dünya imparatorluğu yaratmaya yönelik vizyonu, Doğu ve Batı kültürlerinin karışımıydı. Yine de Mısır'ın fethinden sonra, kendine biçtiği ilahi konumuna göre umduğu takdiri göremedi. Pers saray adetlerini kabul etmesi birçok yerli Makedonyalıyı yabancılaştırdı ve ardında güçlü ve kabul gören bir varis bırakmaması yüzünden ölümünden sonra imparatorluğu parçalanıp yok oldu. Helenistik Dönem, Büyük İskender'in istilalarıyla başlayan Antik Dünya'da Grek etkisinin doruğa ulaştığı dönemdir. Helenistik Dönem, Klasik Grek Dönemini izlemiştir ve Helenistik Dönem'in ardından, Klasik Grek egemenliğindeki bölge Roma Cumhuriyeti hâkimiyetine geçmiştir. Bu dönemde dahi Klasik Grek kültürü (din, sanat ve yazın olarak) halen Roma hâkimiyetine sızmaktadır. Öyle ki Latincenin yanı sıra Grekçe konuşulmaya ve yazılmaya devam edildi. Helenistik Dönem bazen, Klasik Grek Uygarlığı'nın gerileme ve çöküş dönemi olarak görülmektedir. Bir başka açıdan da Klasik Grek Uygarlığı ile Roma Uygarlığı arasında bir geçiş dönemi olarak görülür. Dönemin başlangıcı çoğu kez Büyük İskender'in ölüm tarihi olan MÖ 323 olarak alınır. Dönemin sonu ise Yunanistan Yarımadası'nın Roma Cumhuriyeti tarafından işgal edildiği MÖ 146 olarak kabul edilir. Bazı tarihçiler ise Büyük İskender'in imparatorluğundan kalan son devlet olan Ptolemaios Hanedanlığı'nın Aktium Savaşı'nda yenilgiye uğrayıp 205

yıkıldığı tarih olan MÖ 31-30 tarihini Dönem'in sonu olarak kabul ederler. Grek etkisi, Büyük İskender’in generalleri tarafından kurulan dört esas krallığın hâkim olduğu topraklardan daha geniş bir alana yayılmıştı. Yunanistan ve Ege Adaları, zaman zaman Makedonya Krallığı’nın hâkimiyeti altına girdiyse de en azından görünürde bağımsız kalabildiler. Makedonya ile sınır komşusu olan Epir Krallığı da Grek kültüründen fazlasıyla etkilenmiştir ve bu yüzden esas olarak Helenistik bir krallık olarak kabul edilmektedir. Daha batıda Sicilya ve Güney İtalya (Magna Graecia), Roma tarafından işgal edilene kadar bağımsız kaldı. Öte yandan Helen etkilerinin Roma Cumhuriyeti yapısına girmesinde etkili oldular. Küçük Asya’da (Anadolu) Grek olmayan Pontus ve Kapadokya krallıkları her ne kadar tümüyle Helenleşmediyse de Grek kültüründen belirgin biçimde etkilendiler. Helenistik dünyanın en doğusunda Grek-Baktriya Krallığı, Selevkos İmparatorluğu’ndan zaten bir kopuş olarak kurulmuştur. MÖ 2. yüzyılda Baktriya Krallığı’nın Kuzeybatı Hindistan’ı ele geçirmesiyle bölgede bir Grek-Hint Krallığı kurulmuş ve Grek etkisini Hindistan’a kadar yaymıştır. Esasen Grek-Hint Krallığı Helenistik krallıklar içinde MS. 10 yılına kadar ayakta kalabilen son krallıktı. Yine de hakkında hemen hemen hiçbir şey bilinmemektedir. Netice itibariyle Helenistik dünyayla belirgin bir etkileşimi olmadı. İskender'in fetihleri, Yunan kent ekonomilerine çok geniş bir ihracat pazarına açarken, nüfus fazlasını atabilecek alanlar yaratmıştır. Ancak Helenistik kültür, özellikle geçmişinin korunmasında bazı bölgelerde başarılı olmuştur. Helenistik Dönemin devletleri geçmişe ve geçmişte kalan ihtişamlarına fazlasıyla bağlı kaldılar. Atina, özellikle hitabet ve felsefe alanındaki yüksek eğitim kurumları ve ünlü kütüphanesiyle seçkin konumunu sürdürdü. İskenderiye Grekçe eğitimde muhtemelen en önemli ikinci merkezdi. İskenderiye Kütüphanesi 700 bin kitap ve belge barındırıyordu. Pergamon, büyük bir kitap yazım merkezi haline gelmesinin yanı sıra yaklaşık 200 bin kitapla İskenderiye Kütüphanesi’nden sonra dünyanın ikinci büyük kütüphaneye sahipti. Rodos Adası, siyaset bilimi (politika ve diplomasi) üzerine yüksek derecede eğitim veren okuluyla ünlüydü. Cicero Atina’da, Markus Antonius ise Rodos’ta eğitim almıştır. Antiokheia Selevkos İmparatorluğu’nun başkenti olarak büyük bir metropoldü ve 206

Grekçe eğitim merkezlerinden biriydi. Daha sonraki dönemlerde Hıristiyanlığın da önemli bir merkezi haline gelmiştir. Grek kültürü Yakın Doğu ve Asya içlerine ticaret yolları üzerinde yer alan başlıca şehirler sayesinde yayılmış ve işlemiştir. Sonuç itibariyle bu kentlerde pek çok Grek mimari tarzlar, kitabeler ve heykeller yer almıştır. Seramik konusunda bu etki çok belirgindir. Helenistik Dünya'nın birçok yerinde benzer bir seramik üretimi görülür ve Grek seramik geleneğinin izlerini taşır. Bu nedenle arkeolojik bir kazıda Helenistik Dönem seramiği tanınabilir fakat bölgesel kültürel, tarz farlılığını saptamak oldukça zordur. Antik Grek dilinin ve kültürünün yayılmasının bir başka göstergesi de arkeolojik kazılarda bulunan Grek sikkeleridir. Bu Grek tarzı sikkeler Yunanistan’ın Roma tarafından işgal edildikten sonra dahi kullanılmaya devam edilmiştir. Yine de birçok 19. Yüzyıl bilim adamı, Helenistik Dönem’in Antik Yunanistan’ın parlak dönemlerinin sonunu oluşturduğunu ve bir gerilemeyi ifade ettiğini ileri sürmektedir. Bu yorum her ne kadar haksız ve anlamsız görünse de belirtmek gerekir ki, zamanın düşünürleri dahi, bir daha benzeri yaşanmayacak bir kültürel çağın sona geldiğini görmüşlerdir. Bugün de “Grek kültürünün ayırt edici özellikleri canlılığını yitirmiş” olduğu, genel olarak kabul gören bir yaklaşımdır. Grek kültürünün Asya içlerine yayılması esas olarak Grek tüccarın bu bölgelere yerleşerek iş kurmasından kaynaklanan bir süreçti. Dolayısıyla Grek kültürünün yayılması ticaret yolları üzerinden, ticaretin ihtiyaçları ölçüsünde ve dolaylı bir sonuç olarak gerçekleşmiştir. Makedonya Kralı II. Filip’in Yunanistan’ı işgal etmesine kadar bölgenin siyasi yapısı kent devletlerine bölünmüş durumdaydı. Bu kent devletlerinin ticari anlamda dışa açılmaları geleneksel olarak zeytinyağı, şarap ve mamul cam ihracatı şeklindeydi. Bu ihracatın karşılığında hububat ve hammadde ithali söz konusuydu. Ancak bu kent devletleri neredeyse kendi kendine yeterli düzeyde gıda üretimi sağlıyorlardı. Dolayısıyla ticaret, mamul maddelere yöneldi. Hatta bazı kentlerde, bazı mamul maddelerde ihtisaslaşma dahi sağlanmıştı. Helenistik Dönem’de ise belli malların ticaret yoluyla sağlanması şeklindeki bölgesel ticari bağımlılık ve belli mamul mallarda ihtisaslaşma, daha önce ulaşılmadık derecede gelişme göstermiştir. Öte yandan bir kent devletinden diğer bir kent devletine ticaret yapmanın sınırlamaları 207

Helenistik Dönem’de ortadan kalkmıştır. Dönemin ekonomik politikasının en belirgin özelliği “üretim ve bölüşüm üzerinde Doğu’ya özgü devlet kontrolü uygulamasının” ortaya çıkmasıdır. Anadolu için Helenistik Dönem'in en belirgin özelliklerinden biri şehirciliğin gelişme göstermesidir. Öncesindeki MÖ 5. yüzyılla karşılaştırıldığında Pers istilası dönemi, “kentlerin yıkıldığı” bir dönem olarak görülmektedir.

208

84 KİTAP

Yazı yazmak için çok çeşitli araçlar kullanılmıştır. Elimizden düşürmediğimiz kâğıt kalem dünün icadıdır. Biraz daha öncelere, ilk insanların resimlerden yazının henüz doğmakta olduğu çağlara dönersek o zaman yazı yazmanın inanılmayacak kadar zor olduğu görülür. O dönemin araçları arasında taş, koyunun kürek kemiği, balçık yaprağı, çanak çömlek parçaları, yırtıcı hayvan derileri ve ağaç kabukları gibi şeyler hep bu dönemde kullanılıyordu. Eski Yunan bilginlerinden birinin kitap yazmak için evindeki bütün çanak çömleği kırdığını anlatırlar. Görevle Mısır’da bulunan eski Romalı asker ve memurlar; bir aralar, papirüs yetersizliğinden hesap pusulalarını çanak çömlek parçaları üzerine yazmışlardır. Çok eski çağlardan itibaren bir yazı yazma yöntemi vardır; onu bugün de kullanmaktayız. Bu taş üzerine yazı yazmadır. Taştan kitap, kitapların en uzun yaşamlısıdır. Bundan 4000 yıl önce, eski Mısır mezar tapınaklarının duvarlarına yazılmış olan upuzun hikayeler günümüze kadar gelmiştir. Asurlular balçık üzerine yalnız yazı yazmazlar, basma da yaparlardı. Değerli taşlardan, kabartma resimlerle süslü merdane biçiminde mühürler kazırlardı. Bir antlaşma yaptıklarında bu merdaneyi balçık tablet üzerinden geçirirlerdi. Böylece tablet üzerinde çok iyi seçilebilen bir mühür çıkardı. Basmalar üzerindeki desenler bugün bu yolla yapılmaktadır. Rotatif basma makinesi de bu türde çalışmakta ve yazılar merdanenin üzerinde bulunmaktadır. Mısırlıların icat ettikleri kitap ise çok garipti. Uzun, çok uzun ve yüz metrelik bir şerit düşünün: Bu şerit kâğıttan yapılmışa benzerse de bu genelde “acayip” bir kâğıttı. Elinize alıp ışığa tutarsanız, incecik birçok çapraz çizgilerden yapılmış karelerden meydana geleceği görülecektir. 209

Bir parçasını koparırsınız, gerçekten de tıpkı hasıra benzeyen bir takım şeritlerden örülü olduğu kolayca anlaşılır. Görünüşte bu kâğıt; sarı, parlak ve perdahlıdır. Balmumu levhalar gibi kolay kırılabilir de… Kurşun kalemin ve ucuz kağıdın ortaya çıkışından sonra balmumu levhalardan vazgeçilebildi. Oysa, birkaç yüzyıl öncesine kadar hiçbir öğrenci kemerinde bir balmumu levha olmadan edemezdi. Daha papirüsün en parlak döneminde ona zorlu bir rakip türemişti. Parşomen!!! Çok eski zamanlardan beri çobanlıkla geçinilen uluslar yazılarını evcil ve yaban hayvanı derileri üzerinde yazarlardı. Ama derinin yazı yazmaya uygun bir madde; yani parşömen haline gelebilmesi için iyice terbiye edilmiş olması gerekti. Zamanla Mısır’da Papirüs daha az üretilmeye başlandı. Hele Araplar Mısır’ı aldıktan sonra Mısır’dan Avrupa ülkelerine olan papirüs gönderilişi büsbütün durdu. İşte ancak o gün parşömen kesin bir zafere ulaştı. Bu, pek de olumlu bir zafer değildi. Roma imparatorluğu, bu olaydan birkaç yüzyıl önce kuzeyden ve doğudan gelen yarı ilkel kavimlerce yıkıma uğratılmıştı. Kâğıt Asya’dan Avrupa’ya gelinceye kadar birçok yıllar geçti. Bu iş bazı aşamalardan geçti: 704 yılında Araplar, Orta Asya’da Semerkant kentini aldılar. Orada ellerine geçirdikleri birçok ganimet arasında kâğıt yapmanın sırrını da alıp ülkelerine götürdüler.

210

85 KOMÜNİZM (Latince kökenli communis - ortak, evrensel); üretim araçlarının ortak mülkiyeti üzerine kurulu sınıfsız, parasız ve devletsiz bir toplumsal düzen

Komünizm üretim araçlarının ortak mülkiyeti üzerine kurulu sınıfsız, parasız ve devletsiz bir toplumsal düzen; ve bu düzenin kurulmasını amaçlayan toplumsal, siyasi ve ekonomik bir ideoloji ve harekettir. Sadece üretim araçlarının ortaklaşalığına dayanan sosyalizmden ayırt edilmesi gerekir. 20. yüzyılın başından beri dünya siyasetindeki büyük güçlerden biri olarak modern komünizm, genellikle Karl Marx'ın ve Friedrich Engels’in kaleme aldığı Komünist Parti Manifestosu ile birlikte anılır. Buna göre özel mülkiyete dayalı kapitalist toplumun yerine meta üretiminin son bulduğu komünist toplum gerçektir. Komünizm'in temelinde yatan sebep, sınıfsız, ortak mülkiyete dayalı bir toplumun kurulması isteğidir. Sınıfsız toplumlarda en genel anlamıyla tüm bireylerin eşit olması, karşıt görüşlüleri için “ütopya” olarak atfedilir ve zorla yaşanmaya çalışılırsa kaosa yol açacağına inanılır. Paris Komünü, komünist sistem yaşayabilmiş ilk topluluktur. Bunun dışında Mahnovist hareket öncülüğünde Ukrayna ve İspanya iç savaşı sırasında Anarko-komünist hareketle şekillenen (yaklaşık 4 yıl sürmüştür) toprakların kollektifleştirilmesi esasına dayalı olarak komünist topluluklar da kurulmuştur. Komünizm devlet rejimi olarak ilk kez 1917 Ekim Devrimi'nden sonra kurulan Sovyetler Birliği'nde uygulanmıştır. Komünizmi savunan akımlar arasında en yaygını Leninizm (MarksizmLeninizm)'dir. Marksizm-Leninizm'e göre komünizme giden süreç 211

burjuvazinin ortadan kalkmasını sağlayacak olan proletarya rejimi başlatılacak ve ardından komünizmin hazırlayıcısı sosyalizm aşamasına geçilecektir. Marksist kuramda son aşama olan komünizmin gerçekleşmesiyle devlet ortadan kalkacaktır. Leninizm dışında iki komünist akım daha bulunmaktadır. Bunlardan ilki Marksizm'in temel görüşlerini benimseyen fakat Leninist modelle komünizm hedefine ulaşılamayacağını iddia eden sol komünizm veya konsey komünizmi olarak adlandırılan akımdır. Diğer bir komünist akım ise anarşist komünizmdir. Anarşizmin bireyci ve kolektivist akımlarından ayrılan anarşist komünizm fikri, komünizme devlet aygıtını ele geçirerek geçilebileceğini reddeder ve bunu savunan Marksizm'i eleştirir. Anarşist komünizm, anarşizmden “sınıf” gerçeğine göre hareket etme ve örgütlenme temelinde ayrılır. Savunucuları komünizmin, bilimsel sosyalizm olmadan gerçekleştirilebileceği üzerinde birleşir. Anarşist komünizm, devletin kapitalizm için bir kılıf olduğunu ve bu yüzden de sınıfsız bir topluma gidilecek süreçte kullanılmasının sonucunda “diktatörlük”, “devlet kapitalizm”i ya da “bir sözde zümre”nin, toplum üzerinde iktidarına yol açacağını düşünür.

212

86 MİLLETLER CEMİYETİ Milletler Cemiyeti (Cemiyet-i Akvam), Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda galip devletler tarafından İsviçre'de 10 Ocak 1920'de kurulmuştur. I. Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından, yenilen devletlerin durumunu görüşmek üzere İtilaf Devletleri tarafından bir konferans toplanması kararlaştırıldı. 18 Ocak 1919’da toplanan Paris Barış Konferansı’na İtilaf Devletleri (Yenen devletler) ile İttifak Devletleri (Yenilen devletler) temsilcileri katıldı. Paris Barış Konferansı’nda yenik devletlerle yapılacak barış antlaşmalarına paralel olarak Milletler Cemiyeti yasası da galip devletlerce hazırlandı. Hazırlanan yasa 27 Nisan 1919’da yapılan bir toplantıda kabul edildi. Böylece Milletler Cemiyeti kurulmuş oldu. Milletler Cemiyeti (Cemiyeti Akvam), I. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD Cumhurbaşkanı Wilson’ın dünya barışını sağlamak ve korumak amacıyla yayınladığı ilkelere dayanılarak kurulmuştur. Milletler Cemiyeti, I. Dünya Savaşı’nın sonunda galip devletler tarafından kurulmuştur. Cemiyetin amacı, savaş esnasında bozulan dünya düzeninin yeniden oluşturulmasına ve devamına yardımcı olmak idi. Yani uluslararası barışın korunması hedeflenmişti. Ancak savaşta yenilen devletler üye olarak kabul edilmemişlerdir. Daha sonra mağlup olan devletlerde cemiyete teker teker üye olmuşlardır. 10 Ocak 1920’de resmen kurulan Milletler Cemiyeti’nin merkezi Cenevre’dir. Cemiyet uluslararası sorunların barışçı yollarla çözümlenmesini tüm dünya ülkelerinin barış ve dostluk içinde yaşamalarını temin etmeyi ve yeni bir savaşın çıkmasını önlemeyi hedeflemekteydi. Ancak Milletler Cemiyeti bir süre sonra amacından uzaklaşarak büyük devletlerin çıkarlarını koruyan bir kuruluş haline geldi.

213

87 NASYONAL SOSYALİZM Nasyonal sosyalizm (Ulusal sosyalizm ya da milliyetçi-toplumculuk, Alm. Nationalsozialismus), etnik milliyetçilik ile sosyalizmi birleştiren, ırkçı, anti-kapitalist, antisemitik ve anti-Marksist bir dünya görüşüdür. İtalya'da Benito Mussolini önderliğinde kurulan faşizm akımından etkilenerek ortaya çıkmıştır. Nasyonal sosyalizm (Ulusal sosyalizm ya da milliyetçi-toplumculuk, Almanca: Nationalsozialismus), etnik milliyetçilik ile sosyalizmi birleştiren, ırkçı, anti-kapitalist, antisemitik ve anti-Marksist bir dünya görüşüdür. İtalya'da Benito Mussolini önderliğinde kurulan faşizm akımından etkilenerek ortaya çıkmıştır. Meydana gelişi Almanya'da gerçekleşen ve temel ilkeleri Adolf Hitler tarafından ortaya konan nasyonal sosyalizm, Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi'nin 30 Ocak 1933'ten Almanya'nın II. Dünya Savaşı'nda teslim olduğu 8 Mayıs 1945 tarihine kadar iktidarda olduğu dönem boyunca Almanya'nın resmi ideolojisi olarak uygulanmıştır. Nasyonal sosyalizm doktrininin ilanı 1898'in Mayıs ayında, ilk kez Fransız teorisyen Maurice Barrès tarafından yapıldı. Sosyalist bir milliyetçilik fikrinin temel doktrinlerini belirleyen Barrès, dönemin Rusya merkezinden tüm dünyaya yayılan sosyalizmi bir zehir olarak tanımlamıştır. Sosyalizmin “liberal bir zehir” olduğunu, ancak ulusal bir sosyalizmin, kolektif milliyetçiliği gerçekleştirmenin aracı olduğunu açıklamıştı. Barrès'e göre, işçiler kendi uluslarından işverenlere karşı değil, yabancı işverene ve Yahudi sermayesine karşı mücadele etmeliydi. Barrès'in bu düşünceleri Adolf Hitler'e ilham verdi ve nasyonal sosyalist ideolojinin oluşmasına katkı sağladı. Sosyalizmden farklı olarak nasyonal sosyalizmin doğrudan “kolektif çalışan bir milliyetçilik sistemi” olduğunu empoze eden Adolf Hitler önderliğindeki Nasyonal 214

Sosyalist Alman İşçi Partisi, Barrès’in ortaya attığı düşünceleri kendilerine uyarlayarak birçok toplantıda duyurmaya başladı. Adolf Hitler “milliyetçi ve sosyalist” bir öğretinin fikir babası olan Barrès’in ideolojilerini halka aktarırken, Alman işçilerinin klasik olarak ülke içindeki işveren sınıfı ile değil doğrudan ülke dışındaki yabancı güçlerle savaşması gerektiğinden bahsediyordu. Adolf Hitler'in 1920-1933 yılları arasında bilhassa sosyalizme eğimli Alman işçi sınıfını nasyonal sosyalizm söylemleri ile etki altına alması, seçim arifelerinde partinin ve şüphesiz kendisinin büyük bir desteği arkasına almasını sağlamıştır. Alman işçi sınıfının kendi milletinden olan işverenler yerine “Yahudi” kaynaklı yabancı sermayeye karşı savaş vermesi gerektiğini söyleyen Hitler, tüm ekonomik ve sosyokültürel sorunların nedeni olarak Yahudileri gösteriyordu. Barrès’in 19. yüzyılın sonundaki düşüncelerinden ilham alan Adolf Hitler, milliyetçi bir sosyalizm öğretisini Alman halkına uyumlu bir hale getirerek, “nasyonal sosyalizm” ideolojisini ortaya çıkarttı.

215

88 ON EMİR Musa'ya Sina Dağı'nda Tanrı tarafından 2 taş tablet üzerinde verildiği söylenen bir dizi dini ve ahlaki öğretiler bütünüdür.

Emirler, Tevrat Çıkış (Exodus) / Bap 20'de yer almaktadırlar: 1. Karşımda başka ilahların olmayacak. 2. Kendin için oyma put, yukarda göklerde olanın, yahut aşağıda yerde olanın, yahut yerin altında sularda olanın hiç suretini yapmayacaksın, onlara eğilmeyeceksin ve onlara ibadet etmeyeceksin. 3. Yehova'nın, Rab'ın ismini boş yere ağıza almayacaksın. 4. Sebt gününü takdis etmek için onu hatırında tutacaksın. Altı gün işleyeceksin ve bütün işini yapacaksın, fakat yedinci gün efendin Rab’be Sebttir. Sen ve oğlun ve kızın, kölen ve cariyen ve hayvanların ve kapılarında olan garibin hiçbir iş yapmayacaksınız. Çünkü Rab gökleri, yeri ve denizi ve onlarda olan bütün şeyleri altı günde yarattı. 5. Babana ve anana hürmet edeceksin. 6. Öldürmeyeceksin. 7. Zina etmeyeceksin. 8. Çalmayacaksın. 9. Komşuna karşı yalan şahitlik yapmayacaksın. 10. Komşunun evine tamah etmeyeceksin, komşunun karısına, yahut kölesine, yahut cariyesine, yahut öküzüne, yahut eşeğine, yahut komşunun hiçbir şeyine tamah etmeyeceksin. Birçok insan hatayla On Emir’e, eğer yerine getirilirse kişinin ölümden sonra cennete girmesini garantilen bir dizi kural olarak bakar. Tersine, On Emir’in amacı, insanların Tanrı’nın Yasası’na kusursuz bir şekilde itaat edemediklerini (Romalılar 7:7-11) ve bu yüzden de Tanrı’nın merhameti ve lütfuna ihtiyaçları olduğunu anlamaya zorlamaktır. 216

Matta 19:16’daki zengin genç yöneticinin iddialarına karşın kimse On Emir’e kusursuz bir şekilde itaat edemez (Vaiz 7:20). On Emir, hepimizin günah işlediğimizi (Romalılar 3:23) ve bu yüzden de Tanrı’nın sadece İsa Mesih’e iman aracılığıyla elde edilen merhameti ve lütfuna ihtiyacımız olduğunu gösterir.

217

89 ONİKİ LEVHA 12 Levha Kanunları MÖ 451-MÖ 449 (Leges Duodecim Tabularum), günümüz Avrupa Hukuku'nun temelini oluşturan Roma Hukuku’nun gelişiminde, yazılı olmayan hususların yazılı biçimde hukuki kurallar haline getirilmesi devrine ait hukuk kaynağıdır. Roma İmparatorluğu dönemine ait ilk yazılı kanunlar olan 12 Levha Kanunları, Roma toplumundaki Patrici (soylular) ve Pleb (halk) arasındaki sınıf mücadelesi sonucu hazırlanmıştır.

Roma İmparatorluğu'nda yazılı kanunlar olmadığı dönemde, örf ve adete göre hareket edilirdi. Bu örf ve adetleri de ancak Patriciler bilirdi. Bunun için Patriciler, örf ve adetlerin yazıya geçirilmesine, mümkün olduğu kadar uzun bir zaman karşı koymuşlardır. Pleblerin baskısıyla MÖ 450’de kanunları yazmak üzere 10 kişilik bir komisyon (decemviri legibus scribundis) kuruldu. Solon Yasaları'ndan da yararlanılarak 2 yılda hazırlandı. 12 madeni veya tahta levha üzerine yazılarak ve meclisin onaylamasından sonra, herkesin görebilmesi için Roma'nın en büyük meydanına (Forum Romanum) asıldı. MÖ 307'de Galler'in Roma'yı yağmalamalarında imha edilene kadar orada asılı kaldı. Bu levhalarda aile hukuku, veraset hakkı, dava hakkı, borç ve ceza kanununa dair hükümler vardı. Bunlar Roma Hukuku'nun hiç değişmeyen esaslarını teşkil ettiler. Bu kanunlar dizisi ile iki toplum arasında daha önce hiç olmayan adalet ve dürüstlük mekanizması kurulmuş ve güçler Patricili ve Plebli büyük toprak sahipleri tarafından 218

paylaşılmıştır. Böylece, her iki halk grubu da seçme seçilme hakkı edinmiş, toplumdaki sınıf farklılıkları için ekonomik durum belirleyici olmuştur. Bazı suçlar ilâhların mukaddes haklarına tecavüz şeklinde anlaşılmış, suçlu cemiyet dışı ve her türlü haklardan mahrum bırakılmıştır (herkes tarafından öldürülebilir). Şahıslara yönelik suçlarda şahsi intikam usulü kullanılabilir. Diyeti kabul etmeyen suçlu, zarar görene teslim edilir; o da göze göz, dişe diş şeklinde öcünü alır. Aile reisinin (babanın) riyaseti altındakilere karşı hayat ve ölüm hâkimiyeti vardır. Tarihçi ve hukukçuların naklettiği kısımlardan anlaşıldığına göre 12 Levha Kanunları'nda iki gaye güdülmektedir: Siyasi gayesi: Asillerle halk arasında mümkün olduğu kadar eşitlik sağlamak ve vatandaşları, idarecilerin keyfi davranışlarına karşı korumak. (Ancak kanunlar bunu tam manasıyla gerçekleştirememiştir; o devirde asiller ile halk arasındaki evlenme yasağı devam etmiştir.) Hukuki gayesi: Eski teamül hukukunu (örf ve adet hukukunu) toplayıp tespit etmektir. Bir kimse, kendisine borçlu olan vatandaşı majistra (hâkim) önüne götürür, borçlu borcunu ödeyemezse muayyen şekillere riayet ederek ona el koyar, evine götürür ve zincire vurur. Muayyen zaman içinde yine ödeyemezse öldürebilir. Veya köle olarak satar. Alacaklı birden fazla ise borçlu, alacaklar nispetinde parçalara ayrılır. Vatana ihanet, ana veya babayı öldürme, kundakçılık (suçlu kırbaçlanır, zincire vurulur, ateşle öldürülür). Yalancı şahitlik (suçlu uçuruma atılarak öldürülür). Gece bir hırsızlık olursa ve hırsız suçu işlerken yakalanırsa, öldürülebilir. Daha hafif durumlarda yaptığı zararın iki misli ödettirilir. Günümüz Avrupa hukukunun temelini oluşturan bu kanunlar İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin de temeli sayılmaktadır. Hukukun uygulanmasında, soylular sınıfına mensup olan rahiplerin tekelinin kırılması, 12 Levha Kanunu'nun çıkarılmasından ancak bir buçuk yüzyıl sonra sağlanabildi. Böylece hukuk bilimi rahiplerinden tekelinden kurtulmuş ve laik bir nitelik kazanmıştır. 12 Levha kanunlarında modern Avrupa medeniyetinin üç temel düşüncesi yer almaktaydı: 1. Kişisel mülkiyet 2. Vasiyet 219

3. Kişisel Hak Ayrıca 12 Levha Kanunu ile kişiler arasında eşitliğin sağlanmasına, hürriyetin kayırılmasına, fertlere hukuki muhtariyet verilmesine, bilhassa dikkat edilmiştir. Ceza hukuku bakımından bile, cemiyetin sınıfları arasında fark gözetilmemektedir. 12 Levha Kanunu, eski hukukun bilinmesi bakımından faydalı bir kaynaktır. Elimizde bulunan kaidelere bakarak, o devirde yaşanan hayat tarzlarını, adetlerini ve zihniyetlerini tahmin etmek mümkün olmaktadır. Ayrıca, çok muhafazakar olan Romalılar nezdinde, o devirde yürürlükte olan ana kaideler, çok sonraki asırlara kadar, az çok değişikliklere rağmen, esas sistemi itibariyle baki kalmış olduklarından, klasik devrin kurumların açıklanması bakımından da faydalı olmaktadırlar. 12 Levha Kanunu bir sınıf çatışması sonucu ortaya çıkmış, sınıflar arasında uzlaşma sağlamak amacıyla hazırlanmıştır. Kanunun bazı hükümleri ise tamamen reform gayesiyle getirilmiştir. Kanun önünde hiç kimseye ayrıcalık tanınamayacağı, zengin bir kişinin kefilinin yine zengin bir kişi olması gerektiği gibi hükümler bu niteliktedir. Bu kanunla halk, keyfi davranışlara karşı belli bir ölçüde de olsa güvenceye kavuşmuştur. 12 Levha Kanununun birçok hükmü zamanla değiştiği halde kanun hiçbir zaman açıkça yürürlükten kaldırılmamıştır, Roma anlayışına uygun olarak yeni hükümler eski hükümlerin yanında uygulamaya girmişti.

220

90 ORTA ASYA TÜRK GÖÇLERİ Tarih nazariyesine göre, MÖ 3000-4000 yıllarında Orta Asya'da yaşayan kavimlerin şiddetli ve uzun süren kuraklık sebebiyle doğuya, kuzeye, batıya ve güneye gitmelerine; Kavimler Göçü denmektedir.

Bu göçün siyasi, sosyal ve kültürel neticeleri üzerinde uzun bir süredir durulmaktadır. Aynı bölgede MS 6. yüzyıldan itibaren başlayan ve asıl ağırlığı batı istikametinde olan Türk göçleri, 17. yüzyıla kadar devam etmiş; İran, Anadolu ve Balkanlardan geçerek Avrupa ortalarına ulaşmıştır. Bazı Türk boyları bugünkü İran, Azerbaycan, Hindistan, Irak ve Anadolu'da göç ettiler. Türklerin tarih içerisinde çok geniş bir coğrafyaya yayıldıkları ve göç ettikleri bölgede güçlü devletler kurduklarını biliyoruz. Bu Türk göçleri, atalarımızın ilkel göçebe bir toplum yapısına sahip oldukları gibi, yanlış ve haksız bir iddianın da mesnedi olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Halbuki bu göçlerin sebep ve sonuçları göz önüne alındığında, Türklerin ilkel göçebe bir anlayışla değil, aksine, kendine has yüksek bir kültür ve medeniyetin sahibi ve yayıcısı olarak göç ettikleri görülür. Dünya üzerinde atı ilk kez ehlileştiren ve onu binek hayvanı olarak kullanan Türkler, atın sağladığı hız ile yüksek devlet ve toplum telâkkilerini geniş coğrafyalar üzerinde hâkim kılmıştır. Konargöçer, atlı yaşantının temelinde büyük oranda hayvancılık ve kendine yeterli bir ziraat kültürü yer alır. Dolayısıyla, Türk göçleri bu yaşantıya uygun olan sahalara doğru olmuştur. Hem Türk tarihi hem de Dünya tarihi 221

üzerinde çok büyük tesirleri olan bu göçlerin birçok sebepleri vardır. Bu sebepleri şöyle sıralayabiliriz: İktisadi ve Sosyal Sebepler: Daha çok hayvancılıkla geçimlerini sağlayan Türkler, kuraklık, salgın gibi tabii olayların etkisiyle göç etmek zorunda kalmışlardır. Otlakların yetersiz kalması veya nüfusun artması, Türkleri, iklimi ve coğrafyası müsait yeni bölgelere sevk etmiştir. MS IV. yüzyıldaki Hun göçlerinde, Orta Asya'da hüküm süren “kuraklık”ın etkili olduğunu biliyoruz. Toprağın artan nüfusu besleyemez hale gelmesi veya hayvanlar için yeterli otlakların kalmaması, iktisadi düzeni sarstığı zaman, Türkler, kendi yaşantılarına uygun, tabiatın zengin ve nispeten nüfusun az olduğu bölgelere yönelmişlerdir. Selçuk Bey ve Arslan Yabgu'ya bağlı Türkmenlerin Horasan ve Harezm'e göçmeleri veya XI. -XII. yüzyıllarda, Anadolu'nun Selçuklular tarafından fethinde bu durumu görebiliriz. Siyasi Sebepler: Yabancı kavimlerin baskısı veya kendi aralarındaki hâkimiyet mücadelesi göçlerin diğer bir sebebidir. Meselâ 11. yüzyıldaki Kitanlar'ın hücumu Türklerin batıya göçlerini beraberinde getirmiştir. Orhun-Yenisey'deki Uygur Devleti'nin 840 yılında yine bir Türk kavmi olan Kırgızlar tarafından ortadan kaldırılması, Kutlu yurt Ötügen'in elden çıkmasıyla neticelenmiş ve Uygurlar, Turfan, Kansu, Tarım Havzası gibi daha güneydeki bölgelere göç etmek zorunda kalmışlardır. Belki de Uygurların meşhur “Göç” destanı bu olayın hatırasını taşımaktadır. Destanda vatanı sembol eden “Kutlu Dağ”ın Çinlilere verilmesi ve Çinliler tarafından dağın parçalanarak Çin'e götürülmesi, ülkede felâket ve kuraklığa sebep olur ve bütün canlı cansız mahlûkat “göç, göç” diye inler. Bu ilahi emre uyan Uygurlar, Beşbalıg'ın olduğu yere gelerek beş ayrı şehir kurarlar. İlkel göçebelerde görülmeyen bu mukaddes vatan anlayışı, istiklâl ile perçinlenmektedir. Türkler, istiklâlini kaybetmektense göç etmeyi yeğlemişler ve kendilerine yeni vatan aramışlardır. Türklerdeki bu güçlü vatan oluşturma ve devlet kurma geleneği, atalarımızı yeni fetihlere sürükleyen diğer önemli bir sebeptir. Zaman içerisinde, dünyayı huzur ve sükûna kavuşturmayı, insanları adalet ve eşitlik içinde yönetmeyi töresinin bir hususiyeti olarak hedefleyen bu fütuhat anlayışı, Türklerde, “Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi”nin doğmasını sağlamıştır. 222

91 OSMANLI İMPARATORLUĞU Osmanlı İmparatorluğu, 13. yüzyıl sonlarından 20. yüzyılın ilk çeyreğine değin varlığını sürdüren Türk devleti.

İmparatorluğu, 13. yüzyıl sonlarından 20. yüzyılın ilk çeyreğine değin varlığını sürdüren Türk devleti. Anadolu'da kurulmuş, sınırları tarihi boyunca çok değişmekle birlikte en geniş döneminde bugünkü Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan, Yugoslavya, Romanya ye Akdeniz'in doğusundaki adaları, Macaristan ve Rusya'nın bazı kesimlerini, Kafkasya, Irak, Suriye, Filistin ve Mısır'ı, Cezayir'e kadar tüm Kuzey Afrika'yı ve Arabistan'ın bir bölümünü kapsamıştır. Hanedana da adını veren Osman Bey devletin kurucusu olarak kabul edilir. Osmanlı Devleti bir askeri dirlikler sistemi aracılığıyla küçük köylü tarımından artı ürün aktarımının çok düzenli bir örneğini verdiği gibi, bu tür toprak dağıtımlarında zamanla açığa çıkan ademi merkezîleşme eğilimini frenleyerek İslam ve Türk-İslam devletlerinin en güçlüsü, en uzun sürelisi olmuştur. Çin ve İran ile birlikte, 19. yüzyılda siyasal bağımsızlığını yitirmeden günümüzün eşiğine dayanan üç büyük kapitalizm öncesi toplum arasında yer almış, modern Türkiye'nin öncelini oluşturmuştur. Resmi olarak 1299’da kurulup 1918’e kadar varlığını sürdürmüş olan Osmanlı Devleti/İmparatorluğu bu süre zarfında Balkanlar, Anadolu, Kafkasya, Orta Doğu, Kuzey Afrika, Karadeniz ve Akdeniz coğrafyalarında hüküm sürdü ve etkili oldu. Doğal olarak bu büyük imparatorluk, ele geçirdiği ve yüzyıllar boyu hâkimiyetini kurumsallaştırdığı coğrafyalara / milletlere değişik alanlarda (iktisat, siyaset, kültür, din, vs.) ve değişik düzeylerde (güçlü veya zayıf) miraslar bıraktı. 223

İktisadi, siyasal, bilim-teknoloji ve askeri yönden üstün olan bir devlet kaçınılmaz olarak bu alanlarda kendisinden daha zayıf ve etkisiz olan devletleri ve toplumları etkiler. Günümüzde buna en güzel örnek Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’dir. Günümüzde en büyük iktisadi, siyasi, bilimsel-teknolojik ve askeri güç olan ABD, diğer devletleri ve toplumları pek çok alanda (iktisat, siyaset, bilim-teknoloji, kültür vs.) etkilemektedir. Dolayısıyla, kendi çağında, Balkan devletlerine ve toplumlarına iktisadi, siyasal ve askeri üstünlük sağlamış olan Osmanlı İmparatorluğu kaçınılmaz olarak bölgeyi derinden etkiledi. 1354-1683 döneminde Balkanlar’da hâkimiyetini kurup, 1683 Viyana Kuşatması sonrasında gerileyen, 1821-1913 döneminde Balkan topraklarından (Doğu Trakya hariç) çekilen ve nihayet 1918’de Birinci Dünya Savaşı sonucunda tamamıyla yıkılan Osmanlı İmparatorluğu, bu uzun zaman sürecinde geniş kapsamlı ve köklü siyasal, iktisadi ve sosyo-kültürel kurumsallaşma gerçekleştirdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar bölgesine yüzyıllar boyunca hâkim olan bu kurumsal yapısı, diğer hâkimi olduğu bölgelerde de olduğu gibi, Balkanlar’ı değişik alanlarda (siyaset, iktisat, kültür, din, toplum, vs…) derinden etkiledi. Bu etkiler, kaçınılmaz olarak değişik alanlarda değişik düzeylerde miraslara dönüştü: Siyasal, iktisadi, kültürel, demografik miraslar… Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’daki siyasal mirası çalışma içinde gösterildiği gibi, özerklik ve bağımsızlık sonrasında Balkan ülkelerinde oluşturulan siyasal kurumlar açısından son derece zayıf, Balkan devletlerinin sınırlarının belirlenmesi ve Ortodoks Kiliselerin güçlerini muhafaza etmeleri açısından son derece güçlü oldu. Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu, bölgeye önemli bir siyasal miras olarak “devlet geleneği (kendi kendini yönetebilme kabiliyeti)” sundu.

224

92 REFORM 15. ve 17. yüzyıl boyunca tüm Avrupa'yı etkileyen Katolik Kilisesi'ne karşı yapılmış dinsel bir harekettir. Bu hareketin sonuçları Kilise açısından çok belirleyici olmuştur.

10. yüzyıldan 14. yüzyıla değin, Katolik Kilisesi, zaman zaman kötüye kullanmaları kendi kendine düzeltmeyi başarmıştı. 14. ve 15. yüzyıllarda ise bu konuda aciz kalmıştır. Bundan dolayı 1520 tarihinden başlayarak kötüye kullanmaları ortadan kaldırmak için, Kilise ve Papalık dışında- bir dinsel ıslahat hareketi başlamıştır ki, buna buna reform deniliyor. Bu hareket sonucunda, Avrupa'nın dinsel birliği bozulmuş ve Hıristiyanlardan bir kısmı Katolik Kilisesi’nden ayrılarak Protestanlığı kabul etmiştir. Reform hareketleri önce Almanya'da sonrasında ise Fransa, İngiltere ve Kuzey Avrupa ülkelerinde de etkili olur. Bu reform hareketi Hıristiyanlığın yeni ve büyük üç mezhebinden Protestanlığın oluşmasını sağlamıştır. Reform hareketinin önderi Cermen kökenli teolog ve filozof Martin Luther’dir. Luther’in kaderi kendinden önce ortaya çıkan ve sapkın 225

olarak ilan edilip yakılan reformcular gibi olmamıştır. Büyük bir başarı yakalamış ve Avrupa tarihinin akışını değiştirmiştir. Bu dönemde Almanya Papalık tarafından sömürülüyordu. Bundan dolayı İtalya’ya büyük bir nefret duyuluyordu. Martin Luther de bu durumdan fazlasıyla yararlanmıştır. Martin Luther Roma’ya yaptığı bir ziyaret sırasında Papa’nın Hıristiyanları kandırdığını, haksız olarak zevk ve lüks içinde bir hayat yaşadığını fark etti. Luther bu durumu gördükten sonra Hıristiyanlığın amacına dönmesi gerektiğini söylemiş ve Roma Kilisesi’ne (Katolikliğe) karşı oluşacak büyük bir hareketin temellerini atmıştır. Böylece Luther on yıl içinde kendisini ilk “Protestan” isyanının başında bulmuştur. Martin Luther, 31 Ekim 1517’de Wittenberg kalesi kilisesinin kapısına bu affedilme sertifikalarına karşı fikirlerini içeren; 95 maddeden oluşan bildiriyi asarak Protestan Reformu hareketini resmen başlattı. Luther bu metni hazırlarken daha önce reform hareketine girişmiş olan ve gibi isimlerin görüşlerinden etkilenmişti. İncil'in farklı dillere çevrilmesi ve matbaanın bulunup halk tarafından da okunabilir hale gelmesiyle, insanlar kilisenin doktrinlerinin yanlış ve yobaz olduğunu düşünmeye başlamıştı. Martin Luther astığı protesto metninde özellikle endüljansa karşı çıkar. Bu bildiri Papalık tarafından hiç de hoş karşılanmamıştı. Luther, sonuçta aforoz edilmesine kadar ilerleyecek olan bu süreçte birçok tartışmayla yüz yüze kalmıştı. Almanya’da Luther’i savunanlar olduğu gibi ona karşı çıkanlar da vardı. Böylelikle Almanya ikiye bölünmüştü. Bu bölünmenin beraberinde de 15221525 yılları arasında Şövalyeler Kavgası ve Köylüler Savaşı adı altında iki büyük olay meydana gelecekti. Böylelikle Hıristiyanlık; Katoliklik, Ortodoksluk ve Protestanlık olarak üçe bölünmüştür. Luther ise Protestanlık mezhebinin kurucusu olarak tarihe geçmiştir. Dinin yanı sıra Martin Luther eğitimin de laikleşmesini istemiştir. Martin Luther, eğitimin yararlarını hararetle savunurken “iyi okullar hayattaki tüm doğru davranışların çiçek açtığı bir ağaçtır ve ağaçların çürümesi durumunda dinde ve tüm sanat kollarında körelmek kaçınılmazdır” ifadesiyle okulların ve okumanın sivil hayatta büyük bir aydınlık kaynağı olduğu düşüncesini yaymaya çalışmıştır. 226

Augsburg Barış Antlaşması, 1555 yılında Luther’in Protestanlık mezhebinin dolaylı olarak, Katolik mezhebinden ayrıldığı antlaşmadır. Barış Antlaşması, Kutsal Roma İmparatoru V. Charles ve Schmalkaldik Ligi güçleri arasında 25 Eylül 1555 tarihinde Almanya’nın Augsburg şehrinde imzalandı. Bu antlaşmayla Fransa ve Kutsal Roma İmparatorluğu arasında sürmekte olan Schmalkaldik Savaşları sona erdi.

227

93 ROMA HUKUKU Roma Hukuku, Antik Roma'nın hukuk sistemidir. Kamu hukuku ve özel hukuk ayrımına dayanmaktadır. Kamu Hukuku ve Özel Hukuk ayrımı ilk kez Roma Hukukunda yapılmıştır. Beşeri bir sistem olarak MÖ 7. yüzyılda kurulan Roma İmparatorluğu'nda ve MS 395'te ikiye bölünmesinden sonra Batı ve Doğu Roma İmparatorluğu'nda hüküm sürmüştür.

Yunan uygarlığını Batı'ya geçiren Roma, ona, kendi katkısını da ekledi. Bu katkı Batı uygarlığını oluşturan öğeler arasında. Roma'nın mirası -Yunan'ın mirası gibi- her alanda zenginlik gösteren bir nitelik taşımaz. Romalılar, bilimlerin gelişmesine pek az katkıda bulunmuşlardır. Matematik olsun, doğa bilimleri olsun, tıp olsun Romalılara pek büyük şey borçlu değillerdir. Bu bilimlerde ya da teknikte hatırı sayılır her hangi bir buluşları gösterilemez. Romalılar, “Helenistik” bilimi kabul etmekle yetinmişlerdir daha çok. Buna karşılık, Romalılar, asker, idareci, büyük mimar büyük hukukçu idiler. Onun içindir ki, Batı uygarlığının “düşünsel” temelini Yunanlılar kurmuşsa, “idari ve hukuksal” temellerini de -hiç kuşkusuz- Romalılar kurmuşlardır. Romanın büyük yeteneği her şeyden önce siyasal bir yetenek idi. Gerçekten o dönemin pek ilkel olan ulaştırma ve haberleşme araçları göz önüne alınacak olursa, Romalılar, dil ve kültür bakımından birbirinden pek farklı olan birçok kavimleri, imparatorluğun o denli 228

geniş sınırları içinde toplayıp yüzyıllarca yönetebilmek için ne denli büyük bir siyasal güce ve -o oranda da- maharete sahip bulunmaları gerektiği kolayca anlaşılır. Fakat Roma'nın dünyaya egemen olmasını sağlayan bu siyasal yetenek yanında bir ikincisi hukuksal yeteneği idi. Roma hukuku ne bir kişinin ne de birkaç kişinin eseri. Tersine bu hukuk, yüzyıllar boyunca gelişmiş ve bu gelişme, Roma tarihi boyunca sürüp gitmiştir. Zaman zaman çeşitli toplamaların konusu olan bu hukuk kuralları son olarak, büyük Bizans imparatoru Justinianus'un girişimiyle -İstanbul'da- toplanıp bir araya getirildi. Romanın eski görkeminin bilinç ve heyecanına sahip bir imparator olan - MS 527'den 565 yılına değin hüküm sürmüş bulunan- Justinianus, eski imparatorluğu yeniden kurmak arzusunda idi. Bu emelini bir süre için yaptığı başarılı savaşlarla bir ölçüde gerçekleştirmişti de. Roma hukukunun, eski Romanın yarattığı en büyük eserlerden biri olduğunu biliyor ve böylece de bu hukuka karşı büyük bir sevgi ve hayranlık besliyordu. Kendi girişimi üzerinedir ki, yüzyıllarca bir süre içinde işlenip meydana çıkmış olan Roma Hukuku kaynakları, Romalı hukukçuların eserleri ile imparator kanunları, birkaç külliyat halinde bir araya toplandı. Biz Justinianus'un bu külliyatının bütününe -”medeni hukuk külliyatı” anlamına gelen “Corpus İurus Civilis” diyoruz. Justinianus'un başardığı bu eserin büyük önemi, Roma hukukunu gelecek kuşaklar için korumuş ve saklamış olmasıdır. Roma hukukunun modern dünya üzerindeki etkileri de ancak bu sayede olabilmiştir. Bu eser, 12. yüzyıldan başlayarak, İtalya'da Bolonya Üniversitesinde, derin incelemelere ve çalışmalara konu oldu. Asıl metinleri,”glossa” denilen haşiyelerle yorumladıkları için glossatorlar adı ile anılan bilginler, öğretimlerini bu metinler üzerine yaptılar ve bir süre sonra öteki İtalyan üniversiteleri bile başka ülkelerdeki üniversiteler de aynı biçimde hareket ettiler. Ortaçağın sonlarına doğru, bu Roma hukuku öğretimi, Bolonya'daki beşiğinden çıkarak Batı Avrupa ülkelerine ve oradan da - gün geçtikçe daha geniş ölçüde- bütün dünya ülkelerine yayıldı. Roma hukukuna gösterilen bu yakın ilginin ve onun gitgide yaygınlaşmasının altında, Batı'da o sıralarda doğan kapitalizm büyük rol oynamış olsa gerek. Çünkü Roma hukukunun birçok ilkeleri özellikle mülkiyetle ilgili kuralları kapitalizme uygun düşüyordu. 229

MS 6. yüzyılda I. Justinianus Batı Roma İmparatorluğu'nun kaybettiği toprakları yeniden kazanmak ve Roma hukukunun bütün bu topraklarda eski saf haliyle uygulanmasını sağlamak amacıyla çalışmalar başlattı. I. Justinianus'un emri ile başlayan ve bir kanunlaştırma hareketi olan bu çalışmalar sonucu o zamana kadar uygulanan Roma Hukuku Corpus Juris Civilis denilen külliyatı toplamıştır. Ortaya çıkartılan “Corpus Iuris Civilis” külliyatı dört bölümden oluşmaktadır: “Institiones”, “Digesta”, “Codex” ve “Novella”. “Institiones” ve “Digesta”da klasik dönem hukukçularının eserlerinin derlendiğini, “Codex”te Justinianus'a kadarki imparator emirnameleri gorulur. Külliyata daha sonradan eklenen “Novella”da ise Justinianus'un emirnameleri bulunur. “Glossator”ların (şerhçiler) çalışmaları çağdaş hukuka tesir etmiş, Roma Hukuku'na bağlı ülkelere “civil law” denilmiştir. Roma'da hukuk, Roma şehrinin MÖ 753 yılında kurulmasından, MS 6. yüzyılda Justinianus'un kanunlaştırma hareketlerine değin uzun bir gelişme geçirmiştir. Bu nedenle, bin yılı aşkın bir süre Roma devletinde geçerli olan hukuk sistemi için kullanılan “Roma Hukuku” deyimi, gerçekte, bu uzun gelişim süreci içinde oluşan, kaynakları ve nitelikleri farklı çeşitli hukuk sistemlerini kapsamaktadır. Buna rağmen Kıta Avrupa ülkeleri hukuku “Corpus Iuris Civilis” külliyatı temeline dayanmaktadır. Roma’nın büyük yeteneği, siyasal bir yetenekti her şeyden önce. Gerçekten, o dönemin pek ilkel olan ulaştırma ve haberleşme araçları göz önüne alınacak olursa, Romalıların dil ve kültür bakımından birbirinden farklı onca kavmi, İmparatorluğun o denli geniş sınırları içinde toplayıp yüzyıllarca yönetebilmek için büyük bir güce ve -o oranda da- maharete sahip bulunmaları gereği kolayca anlaşılır. Roma’nın dünyaya egemen olmasını sağlayan bu siyesi yetenek yanında, bir ikincisi hukuksal yeteneği idi. Roma hukuku, ne bir kişinin ne de birkaç kişinin eseri. Tersine bu hukuk yüzyıllar boyunca gelişmiş ve bu gelişme Roma Tarihi boyunca sürüp gitmiştir. Zaman zaman çeşitli toplamaların konusu olan bu hukuk kuralları, son olarak Bizans İmparatoru Justinianus’un girişimiyle -İstanbul’da- toplanıp bir araya getirildi. Justinianus Roma hukukunun, eski Romanın yarattığı en büyük eserlerden biri olduğunu 230

biliyor ve bu hukuka karşı büyük bir hayranlık besliyordu. Kendi girişimi üzerinedir ki, yüzyıllar boyu işlenip gelişmiş olan Roma hukuku kaynakları yani Romalı hukukçuların eserleri ile imparator kanunları bir araya toplandı. Justinianus’un gerçekleştirdiği bu eserin büyük önemi, Roma hukukunun gelecek nesiller için korumuş ve saklamış olmasıdır. Bu eser, 12. yüzyıldan başlayarak İtalya’da Bolonya Üniversitesi’nde derin incelemelere ve çalışmalara konu oldu. Ortaçağın sonlarına doğru, bu Roma hukuku öğretimi, Bolonya’daki beşiğinden çıkarak Batı Avrupa ülkelerine ve oradan da bütün dünyaya yayıldı. Roma hukukuna gösterilen bu yakın ilginin ve onun gitgide yaygınlaşmasını altında, Batı’da o sıralarda doğan kapitalizm büyük rol oynar. Roma hukukunun birçok ilkeleri, özellikle mülkiyetle ilgili kuralları kapitalizme uygun düşüyordu çünkü. Tarihte Roma şehri ve buna bağlı ülkelerde ilkçağlardan ortaçağın başlangıcı kabul edilen Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışına (MS 476), ayrıca Bizans’ta da 1453’e kadar uygulanan hukuk sistemi. Üç tarihi safha geçirmiştir. İlk safha MÖ 1. asra dek olan devredir ki bu devrede Roma şehir hukuku (ius quiritium) sadece hür Roma vatandaşlarına tatbik ediliyor, yabancılar ius gentium denilen diğer bir hukuk sistemine tâbi tutuluyordu. Roma’da o zamanlar hürlerin ve kölelerin beraber yaşaması yanında, hür Roma vatandaşlarının da hür Romalı aslından gelen patriciler ile azaplı veya ecnebi menşeli plebler olarak ayrıldığını, Roma hâricinde yaşayanların da barbar denilerek hukuken yok sayıldığını nazara almak gerekir. Kaza mercilerine müracaat imkânı çok mahdut olup şahsi adâlet fikri ve aile reisinin tam hâkimiyeti mevzubahisti. Mevzuatta koyu bir şekilciliğin hüküm sürdüğü bu devre hakkında MÖ 450’de hazırlanan On İki Levha Kanunu etraflı bilgi vermektedir. Praetor ismi verilen vazifeliler halk arasındaki ihtilafları halledecek davanın şartlarını tespit ve ilân edendi. Böylece bunlar hukuk kaidelerinin teşekkül ve tekâmülünde önemli bir rol oynamışlardır. Dava mercii ise hakemlerdi. Bu arada ister istemez daha az şekilci olan ius gentium’un gösterdiği usullerden faydalanılmıştır. Halk arasında yerleşik örf ve âdet kaidelerinden meydana gelen ve Roma vatandaşlarının medeni hukukunu tanzim eden ius civile’nin şumulü Roma vatandaşlığını kazanma imkânının herkese tanınması ile genişlemiştir. Aynı şekilde MÖ 3. yüzyılda 231

Roma’nın yabancı ülkelerle münâsebetlerinin artması bu ilişkilerde uygulanmak üzere herkes için geçerli ius gentium’u geliştirmiştir. Dolayısıyla ius civile ile ius gentium arasındaki fark ortadan kalkmıştır. Birincisinin gelişmesi kanun, ikincisinin ki praetorlar marifetiyle olmuştur. Roma Hukuku’nun ikinci safhası hukukçuların hâkimiyet devridir. Önceleri kanunları senato yaparken, sonra imparatorların müdahaleleriyle Roma Hukuku çetrefil bir hal almış, bunu hukukçuların tefsir etmesi gerekmiş, bu, karışıklığı, daha da arttırmıştı. Bununla beraber bu hukukçuların eserleri bilhassa MS 3. yüzyılın başında yazılan Gaius’un Institutiones’i eski çağ hukuk anlayışı ve bilhassa Roma Hukuk tarihi hakkında önemli bilgiler vermektedir. MS 3. yüzyıldan itibaren mutlak monarşinin tam hâkimiyetiyle kaza vazifesi hakemlerden devletin memuru olan hâkimlere verildi. Bu safhada imparatorların koyduğu kaideler, örf âdet kaidelerinin ehemmiyet cihetiyle önüne geçmiştir. Batı Roma İmparatorluğunun MS 476 yılında yıkılmasından sonra Bizans’ta hâkimiyetini devam ettiren Roma Hukuku, İmparator Justinianus’un 530 yılında Corpus Luris Civilis adlı eseri meydana getirmesiyle sistematize edilmiştir. Bu eser Roma Hukukunun tedvini sayılmaktadır. Roma Hukuku sâdece Roma’da değil Lâtin ve Cermen ülkelerinde bu ülkeler hukukçularının İtalya’da tahsil görmeleri sebebiyle yayılmış, buralarda hâkim yerli kültür ve hukuk kaideleriyle karışarak bu şekliyle hem kanun olarak tatbik edilmiş, hem de üniversitelerde okutulmuştur. Bu ülkelerin başında Fransa, İtalya, Almanya ve İsviçre gelmektedir. Anglosaksonlarda (İngiltere gibi) tesiri çok az olmuştur. Türkiye’de, hukuk inkılabından sonra İsviçre’den aldığı Medeni Kanun ve Borçlar Kanunu ile Hukuk Usulü Kanunu Almanya’dan aldığı Ticaret ve Ceza Usul Kanunu, İtalya’dan aldığı Ceza Kanunu ile Roma Hukukunun modern çağdaki tesir sahasına giren bir ülkedir. Roma Hukuku ilk ve ortaçağlar hukuk hayatına hâkim olmuş bir sistemdir. Teferruatlı hükümler ihtiva eden şekilci ve kazuistik bir metodu vardır. Kaynağı, semavi dinlerden ve monoteizmden (tektanrıcılık) olmayan bir cemiyetin örf-âdet kaidelerinden teşekkül ettiği için gayri insani ve ahlaka aykırı hükümler taşır. İnsanlar arasında sadece hürriyet değil, tabiiyet, neseb ve cinsiyet bakımlarından da kesin tefrikler yapar. Kölelerin hali (bilhassa ilk devirlerde) çok fenadır. Efendi 232

kölesini her işte kullanabileceği gibi isterse öldürebilirdi. Roma vatandaşı olmayanlar hukuken yok kabul edildiği gibi, Roma vatandaşlarının asiller (patrici) grubuna dahil bulunmayanları (plebler) hukuken 2. sınıf vatandaş sayılmaktadır. Evin reisi olan babaların (pater familias) hak ve salâhiyetleri çok geniş olup, yeni doğan çocuklarını isterse atalarına kurban ederek öldürür, isterse Tiber Nehrinin (Roma sınırı) ötesinde köle olarak satar, isterse hayatını bağışlar. Aile reisinin hâkimiyetinde bulunan aile fertleri erkek, yaşlı ve çocuk sahibi de olsalar hiçbir hukuki hakka sahip değildirler. Kadınların hiçbir hakkı olmayıp babalarının, kocalarının ve bunlar yoksa erkek kardeşlerinin yahut oğullarının servetine dahil mal olarak görülmekte, miras ile intikal edebilmekte, alış-verişe konu olabilmektedir. Tabiatıyla hukuki muamele yapma ve miras hissesi alma hakkı bulunmamaktadır. Hukuki borçlarını ödemekten aciz kimseler üzerinde alacaklılarının seçmece hakkı vardır, ya köle olarak satıp haklarını elde ederler, yahut alacakları nispetinde borçlunun vücudundan parçalar ayırıp alırlar. Hukuk kaideleri ve dava açabilme şartları her praetorun tayini ve sonraları imparatorların tahta çıkışı ile değiştiğinden tam bir hukuki belirsizlik mevzubahistir. Bilhassa cahil halkın hukuk kaidelerini bilmeleri mevzuatın çok ve karışık olması sebebiyle mümkün değildir. Kati şekil şartlarına uyulmadan yapılan akitler muteber değildir, meselâ satım akdinde muayyen kelimelerin kullanılması ve satılan şeyin üzerine satıcı ve alıcının sırayla ellerini koymaları gerekir. Bütün bu şekilciliği, çetrefilliği ve adaletsiz hükümleri sebebiyle hiçbir ülkede aynen tatbik imkânı bulamamış, ancak buralardaki (başta Kıta Avrupa'sı olmak üzere) hukuk sistemlerine tesir etmiştir.

233

94 ROMA İMPARATORLUĞU İtalya'nın Roma şehrinde kurulduktan sonra bütün Akdeniz ülkelerine hâkim olan ilkçağ devleti.

Roma İmparatorluğu, Roma Cumhuriyeti'nin Augustus liderliğinde MÖ 1. yüzyılda yeniden örgütlenmesiyle kurulan Antik Roma devletidir. Uzun yıllar Akdeniz çevresinde hüküm süren Roma İmparatorluğu, 375 yılındaki Kavimler Göçü'yle başlayan karışıklıklardan sonra 395 tarihinde doğu ve batı olmak üzere ikiye ayrıldı. İmparatorluğun batıdaki kısmı olan Batı Roma İmparatorluğu Kavimler Göçü'yle Avrupa'ya gelen Cermen kavimlerinin saldırıları sonucu 476 yılında yıkılmış, doğu kısmı da varlığını Doğu Roma İmparatorluğu veya Bizans İmparatorluğu olarak 1453'te Osmanlı İmparatorluğu'nun yedinci Padişahı II. Mehmed'in İstanbul'u fethine kadar sürdürmüştür. “Roma İmparatorluğu” ünlü Latince Imperium Romanum'un Türkçesidir. Bu deyişte imperium sözcüğü bir bölge, vilayet anlamında kullanılmaktadır. Roma İmparatorluğu Avrupa'nın Romalıların egemenliği altında kalan kısmı için kullanılan bir isimdi, denilebilir. Aslında Roma kent sınırlarının aşılması ve yayılma politikası imparatorluk döneminden çok önce başlamıştı. Roma İmparatorluğu en geniş olduğu dönemde yaklaşık 5.900.000 km² büyüklüğündeydi. Avrupa tarihinin “klasik antikite” dönemindeki en geniş imparatorluğuydu. Augustus'un otokrasisinden yüzyıllar önce Roma (Roma Krallığı ve Roma Cumhuriyeti) zaten İtalyan Yarımadası'nı aşmış, önemli rakiplerini yenilgiye uğratmıştı. Augustus'un reformları Roma Devleti'ni bir imparatorluğa çevirmiş, 3. yüzyılın sonlarındaki Diokletian reformuna kadar sistem büyük oranda değişmeden devam 234

etmiştir. Diokletian reformu imparatorluğu tetrarşiye dönüştürmüştür. Her ne kadar Diokletian'ın sunduğu politik sistem kısa bir süre boyunca varlığını korusa da, imparatorluğun ikiye bölünmesine yol açmıştır. Bu da Roma'nın egemenliğinin iki yüzyıl daha boyunca, Doğu ve Batı Roma İmparatorluğu olarak sürdürmesine olanak sağlamıştır. Batı Roma İmparatorluğu'nun geleneksel çöküş tarihi 4 Eylül 476'dır. Yaklaşık binyıl sonra, 1453'te, daha çok Bizans İmparatorluğu olarak anılan Doğu Roma İmparatorluğu Osmanlıların egemenliğine geçmiştir. Augustus'tan Batı Roma İmparatorluğu'nun çöküşüne kadar Roma Batı Avrasya'da egemen olmuş, nüfusun yarısını barındırmıştır.

235

95 RÖNESANS Rönesans, Orta Çağ ve Reformasyon arasındaki tarihi dönem olarak anlaşılır. 15-16. yüzyıl İtalya’sında batı ile klasik antikite arasında sanat, bilim, felsefe ve mimarlıkta bağın tekrar kurulmasını sağlayan, Antik Yunan filozof ve bilim adamlarının çalışmalarının çeviri yoluyla alındığı, deneysel düşüncenin canlandığı, insan yaşamı (hümanizm) üzerine yoğunlaşıldığı, matbaanın bulunmasıyla bilginin geniş kitlelerle paylaşımının arttığı ve radikal değişimlerin yaşandığı dönemdir.

Bu çağ uzun zamandır geriye düşmüş olan Avrupa'nın ticaret ve Coğrafi Keşiflerle yükselişinin öncüsü olmuştur. İtalyan Rönesans’ı bu dönemin başlangıcı sanatsal ve bilimsel gelişmeyi ifade eder. İlk kez İtalyan sanatçı Giorgio Vasari tarafından Vite'de kullanılmış, 1550 yılında basılmıştır. Rönesans teriminin kökeni Fransızcadır. Fransız tarihçi Jules Michelet tarafından kullanılmış ve İsviçreli tarihçi Jacob Burckhardt 1860'lardatarafından geliştirilmiştir. Yeniden doğuş iki anlamı içerir. İlki antik klasik metinlerin tekrar keşfi, öğrenimi, sanat ve bilimdeki uygulamalarının tespitidir. İkinci olarak bu entelektüel aktivitelerin sonuçlarının Avrupalılık kültürünü genellikle güçlendirmesidir. Bu yüzden Rönesans'tan bahsederken iki farklı fakat 236

anlamlı yoldan söz edilebilir: Klasik öğrenmenin ve bilimin antik metinlerin tekrar keşfiyle yeniden doğması ve genel anlamda bir Avrupalılık kültürünün yeniden doğuşu. Raphael Sanzio ve Michelangelo gibi birçok ressam mevcuttur. Rönesans döneminin yaratıcılığının esas yürütücü gücü tüccarlardır. Bunlar en kârlı ticaretin hangi alanda olduğunu araştırdılar ve bu yoldan sağladıkları zenginlikleri sanat ve endüstri yeniliklerine yatırdılar. Rönesans; Floransa, Venedik, İngiltere, Portekiz, Hollanda gibi büyük kent-devletlerinde ya da metropollerde doğmuştur. İtalya’da başlayan Rönesans hareketi kısa zamanda bütün Avrupa’da yayıldı. Rönesans daha ziyade Fransa’da sanat; Almanya’da dini tablo ve resimler; İngiltere’de edebiyat; İspanya’da resim ve edebiyat alanında gelişti. İtalya’daki Rönesans hareketinde eski Yunan ve Roma ediplerinden Tacitus, Sophokles, Domosten, Platon, Çiçeron ve Virgil’in eserleri tekrar ortaya çıkarıldı. İtalyan fikir adamı ve yazarlarından Machiavelli (1469-1531), Tasso (1544-1595) yetişip eserler verdiler. Machiavelli’nin Hükümdar adlı eseri meşhurdur. Ressamlardan Rafael (1483-1520) aynı zamanda heykeltıraş, mimar ve edebiyatçı da olan Leonardo da Vinci (1452-1519), Mikelanj (1475-1564) bu devirde İtalya’da yetişen sanatkarlardır. Fransa, edebiyat ve fikir sahalarında İtalya’yı geçerek; Ronsard (1525-1585), Montaigne (1533-1592), Rabelais (1495-1555), mimarlıkta Louvre Sarayı'nı yapan Pierre Loscot, Tuileries Sarayını yapan Jean Bullant, resimde de François Clouet yetiştiler. Fransız krallarından I. François (1515-1547) zamanında Collège de France kuruldu. Almanya’da daha çok din alanında değişiklikler oldu. Almanya’da hümanizm akımında Erasmus (14671536), Röklen (1452-1522), Luther (1483-1546), resimde Albrecht Dürer (1471-1528) yetişti. İngiltere’de tiyatro sahasında eserleriyle tanınan ve Hamlet'in yazarı Shakespeare (1564-1616), İspanya’da Don Kişot'un yazarı Cervantes (1547-1616), ressam Velasquez (1599-1660), Hollanda’da ressam Rembrandt (1607-1669), Polonya’da ilk defa dünyanın güneş etrafında döndüğünü söyleyen Kopernik'e yetiştiler. Rönesans devrinde yapılan eserler Avrupa’da halâ mevcuttur. Ressam ve heykeltıraşların tablo ve heykelleri müzelerde bulunmaktadır. Arap eserleri ve Arapçaya çevrilmiş eski Mısır ve Roma (Yunan) eserlerinin tercüme edilmesi ve yayımlanmasıdır. 237

Matbaanın geliştirilmesi çok önemlidir, bu sayede bilim ve düşünce yayılmıştır. Pusulanın geliştirilmesiyle birlikte, coğrafi keşifler sonucunda zenginleşen ve güzel sanatlar gibi alanlara destek veren, bu alanları koruyan bir sınıfın oluşması (coğrafi keşifleri yapan Burjuva sınıfının oluşturduğu ' mesen ' adlı sınıftır.). Orta Doğu'ya düzenlenen Haçlı Seferleri (Skolastik düşünce ürünü dogmaların çökmesi, yeni üretim ve sınai tekniklerin öğrenilmesi) Endülüs Emevileri'nin kıta Avrupası'na taşıdıkları kültür (Astronomi, devlet-vatandaş ilişkisi, hukuki ve sosyal haklar, mimari, sanat, bilimsel bilgi ve yöntemler gibi konuların kıtaya taşınması) Rönesans’a etki eden düşünceler aşağıdaki gibidir: Yeryüzü ilgi çekici ve araştırılmaya değer bir yerdir. İnsan güçlüdür ve bu gücüyle büyük başarılar elde edebilir. İnsanın sürekli faal olması şerefli bir şeydir. Gerçek güzeldir. Bu anlayışlara bağlı olarak da yaşadığımız dünya o kadar ilgi çekici bir yerdir ki, 'Başka dünyaları düşünmenin hiçbir anlamı yoktur' anlayışı hâkimdir.  Eski dönemlerde olduğundan farklı olarak bireyci bir hümanist anlayış başlamıştır.  Rönesans’ın sonuçları şunlardır:    

 Avrupa kilisenin baskısından kurtulup modernleşme çağına geçilmesinde büyük rol oynamıştır.  Eğitim de çıta iyice yükselmeye başlamıştır.  Skolastik görüş (kilisenin dar ve değiştirilemez diye düşünülen görüşü) yıkılmıştır.  Yerine pozitif (bilimsel) düşünce hâkim olmuştur.  Reform hareketlerini hazırlamıştır.  Bilim ve teknikteki gelişmeler hızlanmıştır.  Ekonomi alanında yeni uygulamalar ortaya çıkmıştır.  Avrupa’da sanattan zevk alan aydın (Mesen) sınıf ve halk sınıfı oluşmuştur.  Kiliseye olan güven azalmıştır. 238

 Din adamlarının ve kilisenin halk üzerindeki otoritesi sarsılmıştır.  Avrupa’nın her yönden gelişmesine ve güçlenmesine öncülük etmiştir.  Aydınlanma Çağı'na zemin olmuştur. Sonuç olarak; Rönesans kelime anlamıyla “yeniden doğuş” olma özelliğini çağından sonraki dünyanın gidişini büyük ölçüde etkileyerek göstermiştir.

239

96 RUS DEVRİMİ Ekim Devrimi, Bolşevik Devrimi, Rus Devrimi ya da Büyük Ekim Sosyalist Devrimi Rusya’da Jülyen takvimine göre 25 Ekim 1917'de, (Miladi takvime göre 7 Kasım 1917) Petrograd'daki geçici hükümetin devrilerek iktidarın Lenin önderliğindeki Bolşeviklere geçmesini sağlayan ve Sovyetler Birliği'nin kurulmasına yol açan olaydır.

Ekim Devrimi dünyada ilk ve en büyük sosyalist devletin kurulmasını sağlayarak ve sosyalist sistemin tüm dünyaya yayılmasına etki ederek 20. yüzyılın dünya tarihini etkileyen en önemli olaylarından biri olmuştur. Şubat 1917’de çarın devrilmesinin ardından iktidara gelen geçici hükümet Ekim Devrimi’yle düşmüş ve iktidar Bolşevikler ile Sol SR’lerin çoğunlukta olduğu Sovyetlere geçmiştir. Bu gelişmeler üzerine Bolşevik karşıtı ve monarşi taraftarı Beyaz Ordu Rus İç Savaşı’nı ve Beyaz Terör olaylarını başlatmıştır. 1922 yılında iç savaştan galip çıkan Bolşevikler, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni kurmuşlardır. 20. yüzyıla girildiğinde Rusya İmparatorluğu ısrarlı olarak uyguladığı otokratik rejim yüzünden ve bünyesinde barındırdığı farklı ulusların maruz kaldığı baskılardan ötürü uluslar hapishanesi olarak adlandırılıyordu. Ülke Rus-Japon Savaşı ile askeri olarak büyük darbe almış, iç siyasi hayatta da 1905 Devrimi ile büyük alt üst oluşlar yaşıyordu. Kırılgan bir ekonomisi olan Çarlık rejimi I. Dünya Savaşı’na girdi ve uzun süren savaşın etkisi cephedeki askerler başta olmak üzere 240

tüm halkta yıkıcı bir etki yarattı. 1917 Şubat ayında da devrimci hareketlenme başladı. 23 Şubat’ta (Gregoryen takvime göre 8 Mart) Petrograd işçileri gösteri yaptı. Kadınların çoğunlukta olduğu gösterilerde “kahrolsun istibdat, ekmek ve adalet istiyoruz” sloganları atıldı. Çar, ordusunu ve Kazak askerleri gösterileri bastırmak için görevlendirdi. Ancak subayların halkın üzerine ateş edilmesi yönündeki emrine savaştan yorgun düşmüş askerler silahlarını subayların üzerine doğrultarak cevap verdi. Kazak birlikleri de halkla çatışmayı reddetti. İsyanın büyümesi üzerine Çar II. Nikolay kardeşi Mihail lehine tahttan feragat etti. Ancak prens Mihail devrimci hareketlenmeden korkarak tahtı devralmayı reddetti. Böylece Rusya’da monarşi devrildi ve 350 yıllık Çarlık rejimi, 300 yıllık Romanov hanedanı yıkıldı. Seçim sisteminin asillere ve elit kitlelere tanıdığı oy hakkı sebebiyle Duma’da çoğunlukta olan Çar taraftarı milletvekilleri hızlı davranarak geçici hükümeti kurdu ve yönetimi sahiplenmeye çalıştı. Ancak işçi, köylü ve askerlerin Sovyetleri alternatif bir iktidar olarak ortaya çıktı.

241

97 SSCB'NİN DAĞILMASI Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin dağılması, 25 Aralık 1991 tarihinde SSCB Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov'un istifa etmesinin ardından Sovyetler Birliği'ni teşkil eden cumhuriyetlerin bağımsızlığını kazanmalarıyla Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin dağıldığı olaydır.

1980'li yılların sonuna gelindiğinde Sovyetler Birliği'nin batı bloku ile girdiği silahlanma yarışından mağlup bir şekilde ayrıldığı artık açıktı. Öyle ki bu amansız yarış Sovyetler'in ekonomisinde tamiri imkânsız büyük yaralar açmış, birliğin parçalanmasındaki en önemli unsuru oluşturmuştur. Durdurulamayan bu parçalanma süreci, 1985 yılında Mihail Gorbaçov'un birliğin başkanı olmasıyla bu süreci durdurmak için yeni önlem paketleri ortaya atılmasına yol açmıştı. Temelde Glasnost (açıklık) ve Perestroyka (yeniden yapılandırma) olarak kendini gösteren bu politikalar bazı ekonomik, sosyal ve siyasal hakların verilmesi ve bu konularda daha esnek bir yönetim anlayışının benimsenmesi prensibini içeriyordu. Ancak bu politikalar zaten parçalanmakta olan birliği bir arada tutmaya yetmedi. Aksine, süreci hızlandırıcı etki yaptı. Glasnost ve Perestroyka'nın sağladığı özgürlük ortamından yararlanan tüm bastırılmış görüşler daha rahat çalışabilecekleri göreceli olarak liberal ortama kavuştular. Bu durumdan rahatsız olan ve Sovyetler'in eskisi gibi yönetilmesini savunan bazı generaller ve politbüro üyeleri Mihail Gorbaçov'a karşı darbe girişiminde bulundu. Boris Yeltsin tarafından engellendiği ileri sürülen bu darbe, birliğin birkaç ay içinde 242

parçalanmasına yol açtı. Aralık 1991 yılında bir araya gelen Belarus, Ukrayna ve Rusya başkanları Sovyetler Birliğini fes ettiklerini ve bunun yerine Bağımsız Devletler Topluluğu'nun kurulduğunu karara bağladılar. Böylelikle bu tarihten itibaren Avrupa ve Asya'nın siyasi haritası değişmiştir. 1917'de temelleri atılan ve 1922'de kurulan Sovyetler Birliği'nin dağılması ve yerini Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT)'na bırakması dönemin en önemli olaylarındandır. Darbeyi izleyen birkaç ay içinde 1917 Ekim Devrimi'yle açılan tarih sayfası hızla son buldu. Sovyet önderlerinin isimlerini taşıyan kentler, Çarlık Rusyası sırasında taşıdıkları isimlere döndüler. Rusya Federasyonu orak-çekiçli bayrağı bırakıp beyaz-mavi- kırmızılı eski bayrağı benimsedi. Ardından Rusya federasyonu başta olmak üzere Sovyetler Birliği'ni oluşturan federasyonlar bağımsızlıklarını ilan ettiler. Gorbaçov'un 1985'de iş başına gelmesiyle başlayan süreç 1991 güz aylarında Sovyetler Birliği'nin tarihe karışmasıyla son buldu. Onun yerini Bağımsız Devletler Topluluğu adı altında geçici olarak birleşen, hem kendi aralarında hem kendi içlerinde ulusal-etnik çatışmaların hızla büyüdüğü büyük ölçüde bağımsız cumhuriyetler aldı.

243

98 SÜMERLER Sümerler, Mezopotamya’da bugünkü Irak’ın güney kesimlerinde, MÖ 4000 yıllarında yaşamış, uygarlıkta çok ileri gitmiş eski bir millettir.

Mezopotamya'da ilk Mısır hanedanlarıyla aynı devirde, kent devletlerini kurdular. Sümer yerleşmeleri, bir araya gelerek bir sulama ve taşkın kontrolü sistemi inşa ettiler Toplu çanak çömlek üretimiyle uğraşan kent devletleri, kara ve deniz ticaret yollarına yakınlıkları sayesinde çeşitli mallarla zenginleştiler. Gelişen bu kent devletleri, MÖ 2800'den sonra, birbirlerine ekonomik üstünlük kurma mücadelesine girdiler. Ur, Uruk, Larsa ve Lagaş, bu kent devletlerinin en önemlileriydi. Sümerlerin siyasi bir birlik oluşturamamasını fırsat bilen İran kökenli Gutlular ve Elamlılar bu kent devletlerini ele geçirdiler. Bu zaferden sonra, kendilerini, kültürel bakımdan asimile oldukları Sümer devletçiklerinin sahibi saydılar. Mezopotamya'da ortaya çıkan sayısız medeniyetin temelini Sümerler atmıştır. Ayrıca yazı ve astronomi de ilk kez Mezopotamya'da Sümerlerde ortaya çıkmıştır. Genel kanı Sümerlerin çağdaşı olan halklarla yakın etkileşim ve benzerliklerinin olduğu yönündedir. Sümer Devleti, Sami olmayan bir topluluk tarafından kurulmuştur. Orta Asya göçmeni olup aslen kendilerine Kengerler demekteydiler. Brakisefal kafatasına sahiptirler. Mezopotamya'da yaşayan birçok farklı kavimden ilk öne çıkan ve daha sonraki medeni oluşumların temelini atan Sümerlerdir. Gerek yazı, dil, tıp, astronomi, matematik, gerekse din, fal, büyü ve mitoloji gibi alanlarda ilk öne çıkan ve bilinen toplum Sümerlerdir. “Yaratılış” ve “Tufan”a, “Emeş ve Enten”e ilk kez Sümerlerde rastlanır. Yılbaşı ağacı 244

süsleme, evlilik yüzüğü, nazar boncuğu da Sümerlerde görülmüştür. Sümer döneminde 21'i büyük olan yaklaşık 35 büyük şehir ve kasaba vardı. Bunlar arasında Kiş, Nippur, Zabalam, Umma, Lagaş, Eridu, Uruk ve Ur sayılabilir. MÖ 4000 yılları başlarında Sümer sınırları kanallar veya sınır taşları ile belirlenmiş bir düzine şehir devletine bölünmüştü. Bütün şehirlerin merkezinde şehre ait özel bir sahip tanrı veya tanrıçaya adanmış olan ve bir rahip yöneticinin (ensi) veya kralın (lugal) idaresindeki tapınak bulunurdu. Sümer şehri Sümer şehri, Mezopotamya'nın güney ucunda, Dicle ve Fırat nehirleri arasında, sonradan Babil olmuş, günümüzde de Irak'ın Bağdat şehrinden Basra Körfezi'ne kadar olan bölgede idi. Sümer şehri, Sümerlerden önce yaşamış ve Sümerce konuşmayan ve Sami olmayan bir halk tarafından, MÖ 4000-2350 yılları arasında kurulmuştur. Bu halka günümüzde Proto-Fıratlılar ya da Ubaidliler denmektedir. Ubaid ismi Al-Ubaid şehrindeki kazı alanından gelir. Ubaidliler Sümer şehrinde kurulmuş ilk medeniyettir. Bataklıkları tarım için kurutmuşlar, ticaret, dokumacılık, dericilik, demircilik, taş oymacılığı ve çanak-çömlekçilik gibi işlerle uğraşmışlardır. Ubaidlilerin bölgeye yerleşmesinden sonra çeşitli Sami halklar da aynı bölgeye yerleşmiş, kültürlerini Ubaidlilerinki ile karıştırarak Sümerler öncesi yüksek bir medeniyet kurmuşlardır. Sümer medeniyetini kurmuş olan topluluğun nereden gelmiş olduğu hususu tartışmalıdır. Cevat Şakir Kabaağaçlı, eserlerinde Sümerlerin Mezopotamya bölgesine Orta Asya'dan göç ettiklerini belirtir. Sümer medeniyeti ile Orta Asyalılar arasındaki benzerlikler ortaya atılarak bu tez ispatlanmaya çalışılmıştır. Orta Asya ve Sümer kültüründe dağların doruklarının kutsal sayılması ve dağların doruklarında yaşayan çeşitli tanrılara inanılması gibi benzerlikler iki bölge arasında köken birliği ya da kültür etkileşimi olduğunun kanıtı olarak öne sürülmüştür. Sümerler denen, dili bölgede uzun süre yaşayan halkın, MÖ 3300 yıllarından MÖ 3000’lere gelindiğinde bölgede en az 12 şehir devleti vardı.

245

99 YENİ DÜNYA Avrasya ve Afrika dışında kalan ana karaları ifade eden terimdir. Çoğunlukla Amerika ana karasını belirtmek için kullanılır.

Yeni Dünya, Avustralya da dahil olmak üzere Amerika ve Okyanusya’yı içine alan bir terimdir. Bu Atlantik ötesinde Avrupalılar tarafından keşfedilen topraklar hakkında on altıncı yüzyılda kullanılan, o zamana kadar “Batı Hint Adaları” olduu sanılan yeni bir keşif olduğu düşünülen bir kıtadır. Yeni Dünya’nın ilk kâşifi bilinenlerin aksine Amerigo Vespucci’dir. Onun keşiflerine sadık kalan haritacı Martin Waldseemüller tarafından “Amerika” adı verilecektir bu kıtaya 1507 senesinde. Bu terim önceden bilinen Eski Dünya’nın tam da karşıtıdır: Avrupa, Afrika ve Asya. Yeni Dünya terimi özellikle dünyevi muhalefet gereği ya da dünyanın iki ana bölümden ayırt etmeye devam edilen konularda daha sık kullanılır. Yeni Dünya, Eski Dünya’dan mısır, vanilya, yer fıstığı, domates, tütün, kakao, kahve vb getirirken bu yeni kıtada kâşiflerin tutunmasında patates de büyük bir rol oynadı.

246

100 ZENOFOBİ Yabancı korkusu-nefreti anlamında olup, Yunanca ξένος (xenos, yabancı) ve φόβος (phobos, korku) kelimelerinin birleşiminden oluşmuştur. Kişinin yabancılardan ya da bir şekilde kendisinden farklı olan insanlardan korkmasına ve nefret etmesine verilen addır. Değişik olanın tehlikeli olduğu düşüncesiyle oluşan bir korkudur.

Irkçılık da bazen zenofobinin uç bir türü olarak nitelendirilmektedir. Bilimkurguda dünya-dışı varlıklardan korkma anlamına da gelir. Amerikan Psikiyatri Birliğinin “Akıl Hastalıklarının Teşhisi ve İstatistikleri Elkitabı”na göre bu fobi, fobinin nesnesiyle karşı karşıya kalan hastanın aşırı bir kuruntuya kapılmasına yol açar. Zenofobinin iki türü vardır. Birincisi bir topluluğun içinde olan ama o topluluğun bir parçası sayılmayan bir gruba karşı duyulan korkudur. Bu genellikle göçmenler ya da azınlıklar olur, fakat bazen yüzyıllardır bir arada olunan bir grup da olabilir. Zenofobinin bu türü tehcir ve en kötü durumda soykırım gibi vahşi ve saldırgan tepkilere de yol açabilir. İkincisi ise temelde kültüreldir ve bu durumda korkunun nesnesinin, yabancı sayılan kültürel farklılıklarıdır. Bütün kültürler dış etkilere maruz kalmaktadır ancak kültürel zenofobi genellikle belli şeylere yönlenmiştir, başka dillerden gelen sözcükler, içinde yaşanılan toplum tarafından benimsenmeye başlanmış tutumlar gibi. Nadiren insanlara karşı bir saldırıya dönüşür ama, kültürel veya dilsel saflaştırma gibi politik kampanyalarla sonuçlanabilir.

247

248