İstanbul Kiterleri [PDF]


137 89 485KB

Turkish Pages 99

Report DMCA / Copyright

DOWNLOAD PDF FILE

Table of contents :
Amerika gibi Amerika muhalifliği de hurafe
Türkiye Pause
Türk-Latin kardeştir, bizi bölen kalleştir
Gelene eklenememek
Bizim günahımız, Türk “ol”maktır
Türkiye, Din siyasete alet edilerek kuruldu
Başörtüsü takmakta ısrar edenler, niçin başlarını açarak takiyye yapmıyorlar?
Bekledim, gelmediler
Amerikan kaderciliğine karşı İstanbul aklı

İstanbul Kiterleri [PDF]

  • 0 0 0
  • Gefällt Ihnen dieses papier und der download? Sie können Ihre eigene PDF-Datei in wenigen Minuten kostenlos online veröffentlichen! Anmelden
Datei wird geladen, bitte warten...
Zitiervorschau

İSTANBUL KRİTERLERİ

İbrahim Paşalı

Profil Yayıncılık

İstanbul Kriterleri Yazar / İbrahim Paşalı Genel Koordinatör / Münir Üstün Genel Yayın Yönetmeni / Cem Küçük Kapak Tasarım / Sabahattin Kanaş İç Tasarım / Adem Şenel Aktüel Siyaset Profil Yayıncılık Çatalçeşme Sk. No: 15 K.3 Cağaloğlu - İSTANBUL www.profilkitap.com / [email protected] Tel. 0212. 514 45 11 Faks. 0212. 514 45 12 Profil Yayıncılık Maviağaç Kültür Sanat Yayıncılık Tic.Ltd.Şti markasıdır.

Düşmanlarımıza gelince... Onlara adaletten başka hiçbir şey borçlu değiliz. Aliya İzzetbegoviç

Güneşin altındaki yerini hak ederek almış olan Aliya İzzetbegoviç’e… (8 Ağustos 1925, Bosanski amac - 19 Ekim 2003, Saraybosna)

Amerika gibi Amerika muhalifliği de hurafe Dediler ki: “Hâlâ Yusuf ’u sayıklayıp duruyorsun.

Allah’a yemin ederiz ki, sonunda eriyip gideceksin,

tükenip helak olacaksın. Hayret doğrusu!” Kitap, Yusuf Suresi, 85. ayet.

Meydanlar ve köşeler, doğruları söylediği için dokuz köyden kovulduğunu söyleyen insanlarla dolu… Ben onlardan değilim, benim böyle bir iddiam yok. Hem rekabet etmek, benim yapıma da itikadıma da ters. Ters olan sadece bu da değil: Köylülükten şikâyet etmek, insanı şehirli yapmaya yetmiyor. Dokuz köyden kovulduğunu söyleyen, yanlışları seslendirmekten başka bir şey bilmeyen yazarlardan olmaktansa, ben, sağdaki melek fısıldadığında yazan yazar olmayı tercih ederim. (Soldaki melek, meşgul!) İnsan, ısrarla kendi sorularının peşinden giderek, başkalarının sorularıyla yaşayanların hoşgörüsüne ulaşamaz. Takıntılı sıfatı, kendi sorularının peşinden giden, saman alevi hislerle yetinmeyenler içindir. Hissiyatından bir hassasiyet meydana getirmenin, dört mevsim o ateşin sönmesine müsaade etmemek çabasının mükâfatı, takıntılı damgasını yemektir. Olsun, ne gam! Hala toprağın üstündeysek, huşuyla ve ısrarla İstanbul’dan bahsedelim… Can sıkıntısından Fransızca kursuna gidenlere… Dişlerine tel taktırmış olduğu için utanan ve mecbur kalmadıkça konuşmamaya çalışan genç kızlara… Kahvehane köşelerinde her gün evlatlarının hayırsızlığını konuşmalarına azık yaparak günü akşam eden babalara… Başkanın konuşmasını yazmaya çalışırken tıkanan ve belki bir fikir verir umuduyla kitapları karıştıran danışmanlara… Sanki samimiyeti varmış gibi, yazardan ilk ismiyle bahsederek, yazarı eleştiren ve böylece kendini iyi hissedenlere... Herkese ama herkese şunu anlatmaya çalıştık her yazıda: Dokuz köyden kovulmasına rağmen, hâlâ şehri bulamamış olanlar “doğruyu söyleyen” olamazlar. Doğruyu bulamamış, şehirli olamamış kişi doğruyu nasıl söylesin? Olsa olsa, kendince, yanlışları söyleyebilir “onuncu köy”ün sakinleri. Köylüler sadece yanlışları, şehirliler hem yanlışları hem de doğruları bilirler. Şehir bir çözümlemedir ve sorunları nasıl ve ne kadar çözdüğümüze şahitlik eder. Her fırsatta, köylülükten şikâyet eden, köylülüğü eleştirmenin şehirli sayılmak için yeterli olacağını zanneden entelektüel köylülerimiz var. Onları

tanımak için, ezberci eğitim konusunda söylediklerine kulak vererek, İstanbul yolculuğumuza başlayabiliriz: “Ezberci eğitime hayır!” cümlesi de ezber Ey halk! Ey kendini halktan akıllı zanneden entelektüel güruh! Eğitim zaten ezber demektir. Bilgisayar eğitimi, cinsellik eğitimi, şan eğitimi, beden eğitimi, dil eğitimi, çıraklık eğitimi, çocuklarda tuvalet eğitimi, resim eğitimi vs. Belli bir konuda eğitim alan kişi, o işin nasıl ol’duğunu, nasıl yapılacağını, nasıl yapılması gerektiğini öğrenmiş olur. Bu yüzden eğitimin temeli ezbere dayanır. Eğitilmiş at denilince aklımıza, felsefe yapan, düşüncelere dalan, attığı her adımı sorgulayan at gelmez. İyi bir eğitim almış kişi, nerede nasıl davranması gerektiğini bilen kişidir. Eğitim (terbiye) nasıl sorusuna, öğretim (talim) niçin sorusuna cevap vermek içindir. Alınan eğitim kötü, ezberler yanlış olduğunda, nasıl yapılması gerektiği doğru bilinmediğinde; mimariden müziğe, siyasetten trafiğe kadar her şeyi elinize yüzünüze bulaştırırsınız. Dilekçe nasıl yazılır, şarkı nasıl söylenir, ev nasıl yapılır, trafikte nasıl davranılır, diplomatik ilişkiler nasıl güçlendirilir? Bütün bunların nasıl yapıldığı, sahipsiz bir kazazede gibi, ortadadır. Türkiye yerinde saymamak ve hedeflerine ulaşabilmek için, eğitim ve öğretim adlı ayaklarının üstünde durmak zorunda. Türkiye’nin öğretim ayağı, eğitim ayağına kıyasla daha zayıf: niçin sorusu güçlü sorulamıyor, güçlü cevaplar verilemiyor, güçlü fikirler üretilemiyor. (Dahası, fikir kelimesinin tertip etmek demek olduğu bile bilinmiyor.) Türkiye, artık İstanbul gibi güçlü fikirlere sahip olamadığı için birleştiremiyor, toparlayamıyor, topallıyor. Bu yüzden bu kadar çok sarsılıyor, Türkiye. Topallayan Türkiye’nin eğitim ayağı, “ezberci eğitime hayır!” sloganlarıyla hepten kesilmeye çalışılıyor. Ezberlerin, “taraf olmak, dürüst olmaya engel değildir” gibi doğru örneklerle değişmesi, öğretim ayağımızın güçlenmesi gerekiyor sadece. Ezberci eğitime karşı çıkanlar, yeni ezberlerle karşımıza çıkmaktan başka bir şey ortaya koyamıyorlar. Fikirlerini geniş kitlelere yayabilmek için, aynı şeyi yapıyor, ezberletiyorlar. Mesela, herkesin ezbere bildiği, kamusal alanda dini sembollerin olamayacağı iddiası, kendi başına ayakta duramıyor, Paris’e yaslanmak zorunda kalıyor. İsimlerin de sembol olduğunu hatırlatmak gerekiyor… Türkiye’de neredeyse bütün insan isimleri, Kur’an’dandır. Bu dini semboller/dini isimler, başta nüfus cüzdanı olmak üzere, bütün kamusal alanı işgal etmişlerdir. Cumhurbaşkanlarının isimlerini hatırlamak bile

ezberleri bozmaya yeter: Mustafa, Kemal, İsmet, Celal, Cemal, Kenan, Süleyman, Ahmet… Dünyayı yönetmeye kalkanların, kamusal alan gibi, trafiği de yönetemediklerini görmek lazım: “İngiliz yayalar araçlardan hızlı. Londra trafiği saatte 4,5 kilometre hızla akıyor.”[1]İngiliz aklı, trafik sorununu çözebilmek için, Londra trafiğini paralı yapmaktan başka yol bulamadı. Trafik sorununu, belediyelerin sorunu olarak görmek, sorunun varoşlarında yaşamaktır. İnsanların her gün trafikte saatlerce maddi manevi eziyet çekmesi, insan hakları ihlalidir. Soruna doğru ad vermeden, bunun bir insan hakları ihlali olduğunu söylemeden yolların açılmasını beklemek, bu çağda mucize beklemek demektir. Şehirlerin başı İstanbul’u anmamızın nedeni budur. Dünyaya İstanbul’dan bakmayanlar büyük yanlışların içindeler veya başka hesapların. İstanbul derken, bir nostaljiden bahsetmiyorum, onca olanbitenden sonra bitmeyenlerden bahsediyorum. Zapataların ünlü lideri, “onurlu isyankâr” Marcos, bir söyleşide, Porto Alegre’de yaptıkları forumun Seattle’daki küreselleşme karşıtı gösterilerden daha önemli olduğunu söylüyor ve bir özeleştiri yapıyordu: “Zira bu toplantı, bizi, solu hep sınırlamış olan çizginin ötesine geçmeye zorluyor. Oysa sol, genellikle ‘hayır, hayır ve hayır’ demekte yetinir, ancak hiçbir şey önermez ve alternatif sunmaz.” İnsanın bir şeyin karşısında olmasından çok daha önemli bir şey var; o da insanın bir şeyin yanında olmasıdır. Hayat düşmanlık değil arka-daşlık üstüne kurulur; onların kitaplarında yazmaz bu. Türkiye’nin hakikatlerinden bîhaber, Türkiye için temennilerinden başka verecek bir şeyi olmayanlar, Amerika’nın karşısında olabilirler; ama Türkiye’nin yanında değiller. Zamanında Sırpların karşısındaydılar kuşkusuz, ama tam manasıyla Boşnakların yanında değillerdi. Öncelikleri, yanında olmak değil, karşısında olmaktır. Saraybosna ve Mostar’ın kısa sürede unutulmasının nedeni budur. Yüzünü veya sırtını Kopenhag’a dönenler, ne yazık ki İstanbul’un yanında değiller. Bunun içindir ki Türkiye’de aynı şeylere karşı direnmek için çeşitli platformlarda buluşanlar, ortaya pek bir şey koyamıyorlar. Amerika ve İngiltere, Irak’ı işgal ettikten sonra, yaşadığımız bölgede aydınlar arasındaki işbirliğini arttırmak amacıyla, yola düşen entelektüelleri tebrik ediyor ve bölgemizdeki şehirlerden önce şu soruyu da ziyaret etmelerini rica ediyoruz: İstanbul’u anlayamayan Şam’ı veya diğer komşu şehirleri nasıl anlasın? Mümkün müdür bu? Mollalara

karşı çıkan herkesi laik, alın terinden bahseden herkesi solcu zannedenlere tebessüm etmeyelim de ne edelim? İsrail askerleri yıllarca işgal ettikleri Güney Lübnan’dan çekilmek zorunda kaldıktan sonra, bölgeyi ziyaret eden Amerikalı yazar Edward Said’in, taş fırlatırken çekilmiş fotoğrafları uzun süre gündemde kalmıştı. Şam’ı ziyaret eden Türk entelektüellerinin de Edward Said gibi taş fırlatırken çekilmiş fotoğrafları yayımlandı gazete ve dergilerde. İsrail karşıtı olanlar, Filistinli çocuklar gibi İsrail askerlerine doğru -sembolik olsa da- taş fırlatan Edward Said’in fotoğraflarını gururla yayımlamış, her tarafa yapıştırmışlardı. Siyonist entelektüeller ise, Edward Said’den “taş atan terörist” ve “şiddet düşkünü adam” olarak bahsedip kendisini eleştirmişlerdi. Ne var ki işin aslı, iki tarafın da zannettiği gibi değilmiş. Edward Said, iki ayrı yerde, o fotoğraflara açıklık getirir: meğer o meşhur fotoğraflar, Amerikalı bir beyzbol oyuncusu olan oğluyla, en uzağa taş atma yarışı yaparken çekilmiş! Olay yanlış anlaşılmış, siyasi bir tarafı yokmuş: “Dokuz kişiydik. Oğlum ve nişanlısı, kızım ve arkadaşı, ben ve birkaç kişi daha ve Lübnan direnişinde yer almış bir rehber. Önce Khiam zindanlarına gittik. Burası bizim üzerimizde çok güçlü bir etki yarattı. Hayatımda pek çok rahatsız edici görüntüye tanık oldum ama bu muhtemelen en kötüsüydü. Tecrit hücreleri, işkence odaları, işkence aletleri, kullandıkları elektrikli sondalar hâlâ oradaydı. Her yere insan dışkısı ve işkencenin kokusu sinmişti. Sözcükler dehşeti anlatmakta yetersiz kalır, o kadar ki kızım orada hıçkırarak ağlamaya başladı.” “Ardından doğru sınıra, Bab el Fatma, yani Fatma’nın Kapısı olarak adlandırılan, yüzlerce turistin dikenli tel yığınlarıyla yüz yüze kaldıkları yere gittik. 200 metre aşağıda yine dikenli tellerle çevrili bir gözetleme kulesi vardı. Tahminen kulenin içerisinde İsrailli askerler bulunuyordu ama onları görmedim. Oldukça uzaktı.” “Tüm bu olan bitenler arasında benim en fazla teessüf ettiğim, durumun komik tarafının anlaşılmaması. Varsayım şu: Ben birilerine taş atmışım. Ama orada kimse yoktu. Ve aslında benim oğlum ve oradaki gençlerden bazıları taşı kim uzağa atacak diye yarışıyorlardı. Benim oğlum görece daha iri yarı olduğundan kendisi beyzbol oynayan bir Amerikalıdır- taşı en uzağa o fırlattı. Sonra kızım bana ‘Baba sen Waida kadar uzağa atabilir

misin?’ diye sorunca tabiî ki o bildik türden ödipal rekabeti canlandırdı. Sonra bir taş aldım ve fırlattım.”[2] Hakkını teslim etmeliyiz ki, Edward Said, iyi atmış... Filistin’deki İsrail sorunu hakkında, sadece gördüğü yanlışları cesurca seslendirmek dışında bir marifeti olmayan Edward Said efsanesi (hurafesi), insanları daha uzun süre etkilemeye devam edecek görünüyor. İsrail’i eleştiren herkesi Kudüs’ün dostu sanan entelektüeller, hep tanıdığımız “çevre”lerden. Ne zaman hakiki bir şeyler kurmaya gelse sıra, bu bir yazı da olabilir bir cümle de, “merkez”den ne kadar uzak oldukları, yazdıklarının merkezî bir ağırlığı olmadığı ortaya çıkıyor. Amerika muhalifliği de Amerika gibi bir hurafe! Amerika’ya karşı çıkanlar, zannedildiği gibi, hakikati temsil etmiyorlar. Hurafeler, hurafelerle savaşıyor. Kopenhag Kriterleri değil İstanbul Kriterleri XVIII. yüzyıldan sonra merkezin (İstanbul) etrafındaki kuşatma iyice yoğunlaşmıştı. İlk defa bir şehir için dünya savaşı çıktı. XX. yüzyılın hemen başlarında, dört bir taraftan kuşatmalarına rağmen İstanbul’u alamadılar; fakat başkentliğini elinden aldılar. Ondan sonra olan-biteni ve bitmeyenleri hatırlıyor muyuz? Bunları konuşmamız gerekmiyor mu? Londra, Paris ve Washington onca bilgiye, sermayeye ve teknolojiye sahip olmalarına rağmen İstanbul’un boşluğunu niçin dolduramıyor? Para insanı zengin yapar; akıllı yapamaz. Silah insanı güçlü yapar; haklı yapamaz. Birinci Dünya Savaşı’nın ortasında bile felsefe risalelerinin yazıldığı İstanbul’dan, “Bizde felsefe mi var kardeşim!”e nasıl geldik? Her anlamda merkezimiz olan İstanbul’un çoğalması nasıl da engellendi. İstanbul’un anlamını boşaltmak kolay olmasa gerek. Felsefesiyle, müziğiyle, siyaset anlayışıyla biricik bir medeniyeti devam ettiren İstanbulluların yerine, çevre/hurafe/taşra akın etmekte gecikmedi. Ortadan kaldırılan, göz hapsinde tutulan, sürgüne gönderilen, hicret etmek zorunda bırakılan hakikatlerin yerine, eski veya modern hurafelerin geçmesi uzun sürmedi. İslam Medeniyeti’nin başkentine yapmadıklarını bırakmadılar. Beslendiği yollar ve kurumlar kapatılarak, yeni İstanbulluların yetişmesinin önüne geçilmiş oldu. Cümleden silmeye güçleri yetmediği için, İstanbul parantez içine alınarak hapsedildi. Bu hapis günlerinden geriye pek bir şey kalmadı: birkaç eski fotoğraf, birkaç şarkı, birkaç kuytu köşe ve Boğaziçi. İstanbul hakkında yapılan konuşmalar, volta

atılan daracık avlu gibi, bunlarla sınırlanmış oldu. İstanbul beyefendileri ve hanımefendileri de Klasik Türk Müziği konserlerinin sayıları gittikçe azalan yaşlı müdavimlerine dönüştüler. İstanbul, tekrar kuşatılırsa kendisini iyi savunabilsin diye, taşı toprağı altın denilerek göç alması teşvik edilmişti. Her şey kontrolden çıktı... Hakikat-hurafe (merkez-çevre) ilişkisi alt-üst oldu. İstanbul’un tarihin vicdanı olduğu unutuldu, unutturuldu. Nostaljiden ibaret kaldı veya bırakıldı. Batı’dan gelen felsefi, siyasi ve askeri saldırılara cevap veremeyen İstanbulsuz İslam Dünyası, sırasıyla, Ankara’dan (“Gazi”), Kahire’den (“Müslüman Kardeşler”) ve Tahran’dan (“İslam Devrimi”) medet umarak tüketti geçtiğimiz yüzyılı. İstanbul’un boşluğunu, Batıdakiler de dâhil hiçbiri dolduramadı. İstanbul’dan boşalan koltuğa oturanların, ayakları havada küçük adamlar oldukları, özellikle Irak’ın işgaliyle iyice görünür oldu. Amerikan ve İngiliz askerleri Bağdat’tan önce Avrupa Birliği’ni, Birleşmiş Milletleri, Unesco’yu, Nato’yu, Arap Birliği’ni ve İslam Konferansı Örgütü’nü çiğnediler. Zaten bu kuruluşların çoğu, onların pisliklerini temizlemeye yarayan paspastan başka bir şey değildir. Türkiye’ye gelen Unesco Kültür Mirası Merkezi Genel Direktör Yardımcısının, bürokratik engelleri ve yeterli işbirliği yapılmadığını gerekçe göstererek, İstanbul’u korumaya aldıkları Dünya Mirası Listesi’nden çıkaracaklarını duyurması, dünyaya yetecek kadar çok anlam taşıyor içinde. Öyle ki bu açıklamanın Unesco’dan çok daha anlamlı olduğunu söyleyebiliriz. Unesco ve onu ciddiye alanlar öğrenmelidir ki, hiçbir gerekçe İstanbul’dan önemli değildir. Hiçbir engel, İstanbul’un yanında büyük değildir. İnsanlığın mirasını tek başına temsil edecek kadar tarihe ve birikime sahip tek şehir olan başkentler başkenti İstanbul, özellikle Saraybosna ve Bağdat’taki yazma eserler yanıp kül olurken kılını kıpırdatmayan, gerekli önlemleri almayan, Mostar Köprüsü’nün göz göre yerle bir edilmesini seyreden Unesco’nun paspas olduğunu ifşa etmekte hiç ama hiç zorlanmaz. İstanbul’un değerinden nasibi olmayanlara fazla değer vermek israftır: Değersiz olanlar hiçbir şeyi değerlendiremezler çünkü... Hurafe, hakikatin gölgesidir İstanbul’dan sonra merkez gibi davrananların hepsinin hurafe düşmanı olması çok dikkat çekici. Ama ilginçtir ki hurafeleri kazıyınca, iddia ettikleri gibi altından hakikat çıkmıyor, nedense, işler bir türlü yoluna girmiyor. “Yol

haritaları” aranıyor hâlâ. Çünkü bu bir “kazı kazan!” oyunu değil. Hakikati temsil edenler tekrar merkeze gelir ve hakikatler yerli yerine konulursa, hurafeler de doğal olarak olması gereken yerlerine dönecekler. Hurafe, hakikatin gölgesidir. Yüzünü güneşe dönersen, gölgen seni takip eder. Sırtını güneşe dönersen, sen gölgeni takip edersin. Türkiye’nin önünde eski veya modern hurafelerden başka bir şey yok. Çünkü sırtını hakikatlere dönmüş... Gerek siluet, gerek form, gerek muhteva olarak Konstantinopolis’i İstanbul, Yeruşalim’i Kudüs yapan akleden kalbi överek açmak gerekiyor kalemleri, kitapları ve defterleri... Kendisi yoldan çıkmış olduğu halde başkalarına yol haritası dayatan Washington, Londra ve Paris’in karşısında, gerçek yol haritasını, İstanbul Kriterleri’ni seslendirmek gerekiyor. Umuyorum ki bu yazıları sabahın ilk ışıklarıyla veya gece yanlarında okursunuz; çünkü bu yazılar o vakitlerde yazılıyor... Sabahın o erken vaktinde balkondaki kadın, elindeki bezle çamaşır ipini siliyordur. Otobüsünüzün köprüye girmesiyle demirliklerdeki kuşlar havalanır, gece -uyumanızı fırsat bilip- saçlarınızı dağıtmıştır, yeni bir gün güneşle birlikte önünüzde kıyısız bir deniz gibi uzanmaktadır... (Denize bakmak beni yorar! Bunu kime söylediysem yüzüme tuhaf tuhaf baktı. Denize bakarken yorulan bir tek ben olamam herhalde?) Yirmi dört saattir aynı koltukta, Türkiye’yi bir uçtan bir uca geçiyorsunuzdur, koylar bomboştur, herkes uykudadır... Kuşluk vaktidir, kuşlar sürüler halinde geçer gider başınızın üstünden... Nana Mouskouri’nin şarkıları kulağınızdayken, sonunu düşünmeden edemez insan. Kitap’ta Fatiha (Açılış) adlı bölüm nasıl kitabın kalbiyse, günün kalbi de kuşkusuz kuşluk vaktidir. Kuşluk vaktinde açılır önünüzde her şey... Soğuk bir pazar sabahı Amasya’nın önünüzde açılması gibi… Bu şehzadeler şehrini, kaç zamandır şehzadelerin hayatını merak ettiğiniz için görmek istemişsinizdir: Dağların ortasında nehrin ikiye böldüğü küçük bir şehir; nehir boyunca Osmanlı evleri, o soğuk havada uzun bir yürüyüş ve köprülerden geçerek bir otel odasında sığınılan uyku... Ne yazık ki oda da soğuktur. İnsanın sevdiklerini uyurken seyretmekten, saçlarını öpmekten, açılmışsa şayet üstünü örtmekten mahrum olması, doğrusunu Allah bilir, günahlarına kefaret sayılsa yeridir. İnsan bunu yolda daha iyi anlar. Küçük şehirlerin ortak özelliğidir: Yabancıları hemen tanırlar. (Ama ben yabancı değilim ki!) Nehrin kenarındaki kahvehanede, garson “nereden?” olduğumu sorarken, yapraklar uçuşuyordu evlerin çatılarından, cami

önlerindeki banklar boştu, sokak lambalarının ışığı suda yüzüyordu... İstanbul’a geldiğimde ise kar karşıladı beni... Korkacak kadar hastaydım; fakat iki günde ayaklandım. Günlerdir beni bulamayanlara, yine nereye kaybolduğumu soranlara “Anneanneme ve Amasya’ya gittim” dedim. “Anneannen tamam da, Amasya nereden çıktı?” diyenlere verecek bir cevap bulamadım. Birkaç kere “Şehzadeler şehrini görmek istiyordum” dediysem de, bu, konuşmayı daha da içinden çıkılmaz bir hale soktu: “Hem de bir kış günü!!? Hem de bir ceket ve kaşkolla mı?” Yağmurlu bir gün, Süleymaniye Kütüphanesi’nde bana uzatılan formu doldururken de ne diyeceğimi bilememiştim. Fas’tan Çin’e kadar yüz kadar şehrin İstanbul’a kuş uçumu, at binimi uzaklığını hesaplayan ve bunu Kanunî’ye sunan, Osmanlı’nın fetih politikasının arkasındaki önemli isimlerden Mustafa Muvakkıt’ın astronomi ve coğrafya bilgileri ihtiva eden o kitabını niçin görmek istediğimi nasıl anlatacaktım? Elhamdülillah, “araştırmacı-yazar” değilim, akademisyen olmak gibi bir niyetim ise hiç olmadı. Makale bile yazmak istemem; en ciddi yazılara, şimdi olduğu gibi kasıtlı olarak duygusal cümleler eklemem bundandır. “Sadece o kitaba dokunmak istiyorum” diyemezdim. Bende bunu diyebilecek dil vardı da, bunu duyabilecek kulağı olan var mıydı? O kitaba dokundum, görmek istediğim şehirlerin birçoğuna gittim. İnsan yaşarken yeni alışkanlıklar ediniyor, kendi sınırlarını keşfediyor. Uzun yıllar yerinden kımıldamamış biri olarak, yıllardır dedesinin tekkesini aslına sadık kalarak restore etmeye çalışan o mübarek insanla iki saat sohbet edebilmek için başka bir şehre de gidecekmişim! Daha önce on iki yılını yine çok önemli bir yapıyı restore etmek için harcamış o mübarek insanı görmeliydim. Hiç yeni malzeme kullanmayan, söktüğü çivileri bile atmayan, düzeltip tekrar kullanan mübarek bir insan için yollara düşülmez mi? Düştüm. Kıştı, akşamdı, Ramazan’dı... Açıldı bahçenin büyük kapısı... İlahiler, salâvat sesleri insanı sarhoş edecek kadar vardı... (Daha önce hiç duymadığım bir makamda okuyorlardı.) Hele içeri girip de o renkleri, süslemeleri görünce, tavanlarda uzayıp giden gül dallarının peşine düşünce, alnımız ak mıdır bilemem ama başımızın her zaman dik olacağını anlamış oldum. “Teke tek, tek bir tekke ile bile baş edemezlerdi.” Bir dua gibi tekrar ettim Nuri Pakdil’in mısralarını: “Tek bir tekke kalaydı Lambaları yanaydı.”

Küçük bir odada, küçük bir odun sobasının başında Hızır ile Musa (a.s) Kıssası hakkında çaylar eşliğinde uzun bir sohbet... Şimdi sırada Amasra var; ama hasta olmamam lazım: Kaderde uzun lacivert bir palto giymek de varmış. Eski bir deri ceket ve fulardan sonra uzun lacivert bir palto ve fular gibi bağlanan ekose bir kaşkol... Alışmaya çalışıyoruz; çünkü Sultan II. Mehmed’in çok sevdiği o yere gitmek, yürüdüğü o sahilde yürümek istiyorum. Bütün bunların nedenini, Akif sayesinde şimdi daha iyi biliyorum: Merhum Mehmed Akif, Yusuf Suresi’nin 87. ayetini çok tekrar edermiş: “Yusuf’u arayın!” Yusuf ’u aramaya devam...

Türkiye Pause “Şeker Kız Candy

Antony’yle evlendi

Bunu duyan Lisa

Kıskançlıktan geberdi.” Anonim

Hayatında iyi bir şey olan kişi, elindeki o iyi şeyi kriter alarak başka iyi şeyleri kolayca tanıyabilir. İyi bir soru başka iyi sorularla, iyi bir insan başka iyi insanlarla, iyi bir müzik başka iyi müziklerle tanıştırır insanı. Türkiye’de arabeski iyi müzik zannedenler varsa, bu, Klasik Arap Müziği dinlemekten mahrum edildikleri içindir. Pazar sabahları Türkiye’ye Klasik Batı Müziği dinleterek milleti köylülükten kurtaracağını zanneden entelektüel köylüler, Klasik Türk Müziği’ni yasaklamasalardı, onun sayesinde Klasik Batı Müziği gibi diğer iyi müziklerin de kıymeti bilinebilecekti. Türkiye Gazali’nin sadece ismini değil de sorularını/dertlerini bilseydi, Heidegger’in sorularını da bilecekti... Türkiye Muhyiddin-i Arabî’yi bilmediği için Spinoza’yı derin sanıyor... Türkiye Şeyh Galip’in ne dediğini bilmediği için Goethe’yi önemli biri zannediyor... Türkiye’de Batılılaşmayı temsil edenler, Londra ve Paris’te çapkınlık yapacaklarına, en azından Floransa’yı anlamış olsalardı, belki şehirleşmenin ne olduğunu biraz anlayabilir, eşsiz şehirlerin kıymetini bilebilirlerdi. İyi bir şey yapmak isteyen herkesin önünde engel olan Ankara’nın, hiçbir zaman bir şehir olamadığını görebilirlerdi. Nargile içerken gülümseyerek poz veren turistlerin sayısı günden güne artıyor. Bu turistlerin büyükbabaları, bir zamanlar nargile içerken çekilmiş fesli fotoğraflarımızın altına şöyle yazıyorlardı: “Tembel Türk memuru.” Tembel olsaydılar aylarca at binip kılıç kuşanmazlardı! Fetih adı altında ganimet kazanmak için seferlere çıktıkları söylenenler, sadece kolay fethedilecek zengin şehirleri ele geçirmek varken, iyi korunan şehirleri çok uzun süre kuşatmak zorunda kalacaklarını bile bile, niye zarara girdiler? Menfaatlerini iyi bildikleri iddia edilen bu savaşçılar, niçin fakir şehirlerle vakit kaybettiler? Bu şehirleri uzun süre kuşatmaktan vazgeçmeyip niçin kazanacakları ganimetlerden daha fazlasını harcayarak, zarar etmeye devam ettiler? (Mesela, gaziler Selanik’i yedi yıl kuşatmışlardı.) Herkesi kendisi gibi zannedenler, o günkü iktisat anlayışını da bugünkü gibi zannetme kolaylığına son vermeliler. Kısa sürede çok zengin olmak

mümkün olmadığı gibi, o günkü şartlara göre çok zengin olanlar, bugünle mukayese edilirse fakir insanlardı. Tüketim kültürü olmadığı için çok kazansanız da bunu harcayabileceğiniz pek bir şey yoktu. Tembel olup olmadığımızı tartışacağız... Ama değişmez bir gerçek var ki biz gemileri kaçırmasıyla meşhur bir milletiz vesselam. Özellikle Avrupa Birliği söz konusu olduğunda, herkesin dilinde volta atan “Bu sefer treni kaçırmayalım” cümlesi, kaçırdığımız gemilerin hatırasıdır. Türkiye’nin meşhur “tembel”liği yüzünden Titanik’e yetişemeyip batmaktan “kurtuldu”ğunu söyleyen yazar haklı: Şayet kendi düzenimizden vazgeçip onların düzenine uysaydık, onların yaptıklarını yapmakta “tembel” olmasaydık, Titanik’in içinde biz de olacaktık. Tembel olduğu iddia edilen bir millet, Batılıların kısa yoldan çok para kazanmayı sağlayan sömürge düzenini niçin kendine örnek almadı? Tembel olduğu söylenen bu milletin, kolonyalizmi ve kapitalizmi reddederek, Kitap’ın deyişiyle “sarp yokuşu tırmanmak”ı seçerek kaç cephede kaç devlete karşı nasıl savaş verdiğini hatırlayan var mı acaba? (Makineleşmeyi çalışkanlığın göstergesi sananlara şunu hatırlatmak gerekiyor: Makine, tembel insanın ürünüdür!) Padişahların öcü gibi anlatıldığı masallarla uyutulanların, uyumazlarsa padişahların gelip kendilerini “ham” yapmasından korkanların cevap verebileceği sorular değil bunlar. Onlar için padişah “Tiz vurun şunun kellesini!” diyen kişidir. Osmanlı sultanları, canlarını sıkan herkesin kellesini vurdurtan olsalardı, pop şarkılarında bile ismi geçecek kadar bilinen Fizan gibi sürgün yerlerine ne gerek vardı? Bu kadar basit soruları bile sormaktan aciz bırakan şey nedir? Her şeyi makinelerden bekleyen tembellik mi? Her şeyi makinelere bırakmak insanı tembelleştirdiği gibi, makinelerin gürültüsü de insanların duygularında ciddi hasarlar meydana getiriyor. İnsana düşünecek sakin bir yer kalmadı. İnsanların çoğu Auschwitz’de, Vietnam’da, Beyrut’ta, Saraybosna’da, Grozni’de ve Kudüs’te cesetler karaya vurana kadar Titanik’in battığını kabul edemediler. Gerçi kabul edemeyenler hâlâ var. Gazetelerde onun rakip tanımayan teknik özelliklerinden bahseden satırlardan gözlerini alamayanlar, sürekli aynı satırları okuyanlar, haberin devamında yeni cesetlerin Bağdat kıyılarında görünmeye başladığından bahsettiğini henüz fark edebilmiş değiller... “Geride kalan” tek umut: Türkiye

İlginç değil mi, tembel olduğu söylenen bu millet ezanlarda çok dakiktir. Ezanlarda bu kadar titiz olan bu millet, ne ilginçtir ki namazları ise geniş bir vakte yayarak kılar. Tembelleri bulmak isteyenler, sabah namazı vaktinde ışıkları yanmayan evlere de baksınlar. Şurası bir gerçek ki, farklı bir zaman anlayışımız var. Bugün Titanik ile birlikte okyanusun dibinde değilsek; bunun nedeni Batılıların “tembellik” dediği ağırlığımızdır. Aynı “ağırlığımızdır” ki Irak’a saldırmak için bahane arayan Amerika ile İngiltere’nin işini zorlaştırmıştı. Aynı “ağırlığımız”, yani savaşa girmekte “tembel” oluşumuz, bizi “geride kalan” tek umut yapmıştır. Hayal mi görmüyoruz; bu hakikat Araplar tarafından bile görülmeye başlandı. Arap şairi Nizar Kabbani’nin deyişiyle “kavî kabilecilik kabarması” olan Arap milliyetçiliği bile bu gerçeği örtemiyor artık. Aşağıdaki satırlar Arap dünyasının en önemli üç gazetesinden birinde yayımlanan başyazıdan: “Araplar Ankara’ya güveniyor. Başbakan Abdullah Gül’ün Ortadoğu ziyareti hayli önemli. Türkiye şu an bölgede esaslı bir role soyunuyor. (...) Hiç şüphe yok ki Türkiye, Araplara gerek Avrupa gerekse Atlantik kıtasındaki herhangi bir devletten daha yakın. Gül’ün ziyaretinin 2. Dünya Savaşı’nın bitiminden bu yana ilişkileri rehin alan koşulların kapsamlı biçimde ele alınmasını sağlayacağı kesin. Tüm bu koşulları anlayabilecek ve bölgenin bu çıkmazdan kurtarılmasına katkıda bulunabilecek en kadir ülke Türkiye. (...) Arapların arzusu Türkiye’de başarı şansı yüksek bir tempo içerisine giren, bölgede barış ve adalet için çalışan yeni bir gücün var olması. Yeni partinin liderlerinden gelen çeşitli işaretler de bu yönde. Umulur ki Türk rolü, Irak’ı tehdit, Filistin direnişini ise tasfiye eden girişimlerin pratiğe geçirildiği, bölgenin savaşın eşiğinde durduğu bu günlerde, katliamların durdurulması için güçlü etki yapar.”[3] 80 yıldır devam eden teneffüs Tembel, yapması gerekenleri, nasıl yapması ve nereden başlaması gerektiğini bilmesine rağmen kılını kıpırdatmayan kişidir. Bugün Türk milletine çalışkan diyemediğimiz gibi tembel de diyemeyiz. Tembellik yapmayıp gözden geçirelim yargımızı: bu ülkede, ne yapılması, nereden başlanması gerektiğini, nerede kaldığımızı bilen kaç kişi tanıyorsunuz? Rüzgârın önünde sürüklenen yaprağın tembelliğinden bahsedilemez. “Bu defa bunları deneyelim” düşüncesiyle seçim sandığının başına gidenlerin ve kararsızların günden güne çoğaldığı gün gibi aşikâr. Durum buyken “Türk

milleti tembel bir millettir” yargısını düşünmeden seslendirmeye devam edenlere ne dememiz gerekiyor? Tembel. Oy’unu hurafeden değil de bilimsel eğitimden yana kullandığını söyleyenlerin yazdığı tarih kitaplarını hatırlayalım: Dedikodu. Bugün okullarda çocuklara “ezberletilen” tarih bilgisinin bilimsel bir yanı mı var? Kurtuluş Savaşı günlerinde gazete ve dergilerde bu milletin verdiği savaşın adı “Milli Mücahede” olarak geçerken, nasıl oldu da bu “Milli Mücahede” “Milli Mücadele” halini aldı? (Mücahede cihad ile mücadele cedel ile aynı köktendir.) Neyden bahsederlerse bahsetsinler, sadece dedikodu yapıyorlar: siyaset dedikodusu, tarih dedikodusu, felsefe dedikodusu, bilim dedikodusu, İslam dedikodusu... Ne yapacağını, nerede kaldığını ve nereden başlaması gerektiğini bilmeyen bir millet var karşımızda. Onların tembellik dediği, aslında psikolojik bir felç... Batılının lügatinde “Türk” oyunbozan demekti, oyunlarını bozamayan diğer Müslümanları anmamasının nedeni buydu. Sembolü ay-yıldız olan, çoğunluğu ırk olarak Türk olmayan, İstanbul’u başkent bilenlerin adıydı Türk. (1992 yılında Bosna-Hersek’i işgal eden Sırpların telsiz konuşmalarında, Türk (Turska) kelimesi sürekli olarak duyuluyordu: “Şurada şu kadar Türk’ü öldürdük” vs. Sırplar, Boşnaklarla ırkdaş olmalarına rağmen, Boşnaklara “Türk” diyorlar. Haksız da sayılmazlar; çünkü Boşnaklar ay-yıldızlı bayrağı hâlâ her yere asıyor, gururla taşıyorlar. Kovaçi Şehitliği’nde yatan İstanbullunun kabrine yakından bakalım: Rahmetli Aliya’nın mezarı yıldız şeklinde olup, etrafında havuzdan bir hilal vardır.) Irk olarak Türk oldukları söylenenler ise Türk olarak görülmez, onlara Kırgız, Kazak veya Tatar denirdi. Bunu biraz mücahede eden herkes görebilir. Ne oldu da her şey altüst oldu? Bu millet tarih diye bildiği şeyleri kimden öğrendi? “Ulus bilinci” ve etnik tarih anlayışı nasıl ortaya çıktı? “Ortadoğu’ya yabancı olan milliyetçi-etnik tarih kavramını da Avrupa ortaya koydu. Türkler, Araplar ya da İranlılar hakkında ilk ve önemli etnik-ulusal tarihler Avrupalılar tarafından yazıldı ve sonra oldukça da kötü bir biçimde yerli tarihçiler tarafından taklit edildi.”[4] Çok uzun yılların ürünü olan Birinci Dünya Savaşı faşist bir kalkışmaydı! Bunu göremeyenler, evlerini soyan hırsızın evi soyarken kullandığı teknolojiye ve zekâsına hayran olan saflar listesine adlarını yazdırmış oldular. Özeleştiri yapacağım derken de hırsızın yaptığı yanına kâr kaldı;

hırsız eleştirilmedi. Birinci Dünya Savaşı’nda yok edilemeyen Türkiye, “pause” edildi, teneffüse çıkartıldı, ancak bu şekilde geçici olarak “durdurulmuş” oldu. Durdurma konusunda çok mahirdirler. Son elli yılda dünyadaki bütün savaşları sadece “ateşkes” ile durdurdular, ama bir barış antlaşması yaratamadılar. Mesela Kudüs’te, Kıbrıs’ta, Saraybosna’da... Bu konuda bir tecrübeleri yok. En fazla, ateşkes yapabiliyorlar. 2002 yılında tarih kavgası yüzünden, Kopenhag’da Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ipler kopma noktasına geldiğinde, tartışmaları nasıl “durdurduklarını” bir hatırlayın. Kopenhag’dan çıkan sonucun iyi mi yoksa kötü mü olduğunu kimse anlayamadı; tartışmalar da durmak zorunda kaldı. İstanbul’u ele geçiremediler, çökertemediler; durdurdular. Bir düşüncenin çürüdüğünü ispat etmek ile onu reddetmek, yok saymak farklı şeylerdir. Yok edemediklerini yok sayıyorlar. İstanbullu gibi düşünmek ve konuşmak yaygın değil; ama bu İstanbul Kriterleri’nin çürütüldüğü anlamına gelmiyor. Değil hesaplaşmak ve çürütmek, Konstantinopolis’i İstanbul, İstanbul’u dünyanın merkezi yapanların isimleri dahi bilinmiyor. Mesela, Mustafa bin Ali elMuvakkıt (İstanbul, ?-1571). “Çin ile Fas arasındaki yüz büyük şehrin İstanbul’a kuş uçumu uzaklığı, boylamı ve enlemi, kıblesinin inharifi, en uzun ve en kısa günü gibi astronomi ve coğrafya bilgileri ihtiva eden eseri, Kanuni Sultan Süleyman’a sundu. Müellif, mukaddimede “Kustantiniyye ki merkez-i büldan dutulmuştur” diyerek, İstanbul’u dünyanın merkezi görür; seçtiği şehirlerle de bir nevi İstanbul’dan Osmanlı ordusunun fetih ufkunun sınırlarını çizmek ister. Eserin Kanuni Sultan Süleyman’ın Osmanlı tahtına çıkışının ilk yıllarına rast gelmesi böyle bir eser yazılması talebinin siyasi iktidarla ilişkili olduğunu düşündürtebilir. İstanbul Yazma Kütüphanelerinde otuzu aşkın nüshasının mevcudiyeti, yaygın bir şekilde kullanıldığını gösterir.”[5] Osmanlı’nın fetih politikasında önemli olduğu anlaşılan bu bilgini ne sağcılar, ne solcular, ne İslamcılar ne de laikler tanıyor. Körler ile sağırlar yıllardır birbirlerini -özellikle gazete manşetlerinde- ağırlıyorlar. Osmanlı’nın çökmesine sebep olduğunu söyledikleri, yanlış İslam anlayışına delil olarak gösterdikleri saraylara bir kez olsun yakından baktılar mı acaba? En iyi günlerinde ihtişamlı saraylar yapmayan Osmanlı, niçin en kötü günlerinde bunları yaptı? Çökmekte olduğu söylenen bir devlet, söylentilerin aksine çok iyi durumda olduğunu dosta düşmana göstermeye mi çalışıyordu? Kötü günler geçiren bir şirketin iyi durumda olduğunu göstermek için gazetelere sayfalarca ilan vermesi gibi. Bu ilanlar yüzünden şirketin battığını

iddia etmek, en hafif ifadesiyle söylersek, komik olmaz mı? Hem Osmanlı, eleştirilere konu olan bu şatafatlı sarayları yapmasını kimden öğrendi? Batılılardan. Bu sarayların İslam mimarisiyle bir ilgisi var mı? Topkapı ile Dolmabahçe Sarayı arasında bir ilgi olmadığını anlamak için meraklı bir çift göz yeter. Değil bunları görmek ve cevaplarını vermek, bunlar sorulamadı bile. Biz yanlış duraklarda beklerken, bekletilirken, bizim bir şey yapmamıza gerek kalmadan, Batılılar, geçen yıllar içerisinde, hümanist iddialarını kendi eylemleriyle çürüttüler. Bugün dünya Batı’dan sadece korkuyor; zamanında da Kilise’den korkuluyordu. Geçenlerde Türkiye’nin çok satan gazetelerinden birinin ilk sayfasında şunlar yazıyordu: “Mustafa Kemal’in kaleminden: Ortadoğu’yu nasıl kaybettik?” Bu soruyu soranlar, bu sorunun hakkını versin ve şunu da sorsunlar: “Ortadoğu’yu nasıl kazanabiliriz?” O ki “kaybettiğinizi” biliyorsunuz, niçin kaybettiğinizin peşine düşmüyorsunuz? Böylece aklınızın sınırlarını; kaybettiklerini bulmaya yetip yetmediğini de görmüş oluruz, değil mi? Bu teneffüs bitmeli, Türkiye derslerine ve ödevlerine kaldığı yerden devam etmelidir. Türkiye’yi gıcık tutmazsa ellerimizden kayıp gidebilir. Çünkü bize yutturmaya çalıştıkları şeyler, yenilir yutulur şeyler değil. Bunları yutmayıp da sesimizi çıkarmaya başladığımızda, “Helaaal, helaaal!” diyerek bütün güçleriyle sırtımıza vuranların, bize yutturmaya çalıştıklarını ortaya çıkarmaya devam edeceğiz. Gıcık olmak zorundayız. Solcular, sağcılar, teistler, ateistler, manifesto yazarak varlığını ispat etmeye çalışan gençler, burnunu silmekten dahi aciz olduğu için real politiğe sığınanlar... Sahnedeki yerini kaybetmek istemeyen ve sahneye çıkmak için mücadele eden ne kadar insan varsa, hepsi gıcık olacaktır bize! Olsun. Onların parayla birkaç yılda yaptırdıklarını biz akleden kalple birkaç haftada yaparız...

Türk-Latin kardeştir, bizi bölen kalleştir “Bilgi yoksa iyi niyet olamaz.” Turgut Cansever

Türkiye’nin silahlı kuvvetleri var, ama entelektüel kuvvetleri yok. Askerler, her defasında, boşluğu doldurmak için “müdahale” etmek zorunda kaldıklarını söylüyorlar. Akabinde başlayan tartışmalar bahsi geçen bu boşluğu dolduramayacak kadar küçük: askerin siyasete “müdahale” etmeye hakkının olup olmadığıyla sınırlı kalıyor. Bu tartışmanın taraflarından hiçbiri, ama hiçbiri, bu boşluğun nasıl oluştuğunu, onlarca yıldır niçin doldurulamadığını söyleyemiyor. Türkiye’nin tamamına yakını, arzuhalci karşısında elinde kasketiyle bekleyen köylülerimiz gibi, “çok güzel olmuş, altına imzamı atarım.” demekten başka bir şey bilmiyor. Birinci Dünya Savaşı’nda sadece toprak ve insan kaybetmedik biz. Bizi bilgi ve iyi niyet sahibi yapan köklü kurumlarımızı da kaybettik. İddia edildiği gibi, boşluk sadece siyaset dünyamızla da sınırlı değil. Her seçimden sonra askerler, Türkiye’nin yerini ve temel meselelerini öğretmek için, yeni başbakan ve bakanlara saatlerce brifing vermek zorunda kalıyorlar. Başbakan veya bakan olmasına rağmen bir türlü devlet adamı olamayanların varlığı, kaybettiğimiz köklü kurumların eksikliğini hissettirmekle kalıyor. Emekli paşalara ve “askere yakın” kimi yazarlara şu cümleleri söyletiyor sadece: “Sayın Demirel, devletin ne olduğunu en sonunda Çankaya’da öğrendi.”, “Başbakanlık yaptıkları dönemlerde sayın Ecevit’e, kontrgerillanın ne olup ne olmadığı konusunda iki kere uzun brifing verilmiştir. Ama ne yazık ki hala anlamadığı görülüyor.” Genelkurmay Başkanının “Türkiye ne bir İslam devleti ne de İslam ülkesidir.” sözünden sonra kopan fırtınada çok şey görünmez oldu. Amerika Birleşik Şirketleri’nin emperyalist projesinde yer alamayacağımızı anlatmak istediğimizde, laikliğe yaslanıyor askerlerimiz. Laikliğin zor günlerimizde sırtımızı dayayabileceğimiz bir arka-daş olup olmadığı bir bahs-i diğer. Fakat bir yıl öncesine gidersek; benzer bir üslup, benzer bir dil sürçmesi, bu

defa ciddi tarihi yanlışlarla birlikte, başka önemli bir orgeneralin konuşmasında da vardı (milliyet.com/2004/03/22/yazar/congar.html). Tartışmanın diğer tarafına baktığımızda ise, kaderin cilvesi veya tarihin intikamı olarak adlandırılacak bir durumla karşılaşıyoruz: günlerce Türkiye’nin İslam ülkesi olduğunu ispat etmeye çalışanların neredeyse hepsi, 20 Nisan 2005’e kadar Türkiye’nin İslam ülkesi olup olmadığını tartışanlardı. Cuma namazı tartışmaları buna en iyi örnektir. Kader sadece İslamcılara cilve yapmaz, tarih sadece İslamcılardan intikam almaz. Herkes fikirlerinin güçlü olup olmadığını kontrol etsin. Sadece silahlı kuvvetlerin ve ekonominin güçlü olması bizi kurtaramaz. Güçlü fikirlerimiz yoksa Amerika Birleşik Şirketleri’nden pek bir farkımız kalmayabilir. Askerlerle İslamcıların ilginç bir ortak noktası var: Türkiye’yi laik bir ülke zannediyorlar. Laik olan devlettir, Türkiye değil. Laiklik, hep söylendiği gibi “bir yaşam tarzı” olsaydı, bu tarzın eserlerini her yerde görmemiz gerekirdi. Bir fikri kalabalıkların seslendirmesi, onu güçlü yapmaz, sadece popüler yapar. Hakikat, ona tek bir kişi sadık kalsa bile, gücünü ve değerini yitirmez. Herkes, önyargının kötü olduğu noktasında hemfikirdir, mesela. Oysa adı üstünde: ön-yargı. Önyargı varsa, sonyargı da olmalı! Kötü olan önyargılı olmak değil, önyargının sonyargı olmasıdır. Önyargı, bilim adamının hipotezidir. Önyargılarımız sonyargı olmasın! Hakikat muamelesi yaptığımız önyargılarımızın hakkını verip, doğru olup olmadıklarını kontrol ettiğimiz zaman bilgi sahibi olacağız. İslam, bu topraklardaki biricik arkadaşımızdır. Arkadaşımızı hatırlar gibi olup, yarım yamalak cümleler kuracak olsak, içimize atmamızı istiyorlar. Oysa biz konuşursak, Birinci Dünya Savaşı’nda gördükleri karşısında dili tutulmuş bu tarih konuşmuş olacak. Metafizik, Tanrı ile vicdanımız arasında kalsaydı, kalabilseydi; İslam, kültürümüzün başat öğesi ve bizim mührümüz olmazdı. Türk bayrağındaki “hilal”, Heybeliada’da mehtaba çıktığımız romantik gecelerin hatırası değil. Hilal’in İslam’ın sembolü olduğunu Amerikalılar bile biliyor. 19. yüzyılda çekilmiş Türkiye fotoğraflarına bakarsak, bugün kullandığımız bayrağın aynısını İstanbul’daki Halife’nin de kullandığını görebiliriz. Nüfus cüzdanında isminizi değiştirirseniz, kim’liğinizi değiştirmiş olmazsınız. Değişen sadece isminizdir, onun

haricindeki her şey aynıdır. Anneniz, babanız, doğum yeriniz, doğum tarihiniz… En küçük yerin (köy) bile bizim olduğunu gösteren şey, küçük beyaz minareli camidir. (Minarede balkon yoktur, şerefe vardır. O da bizim şerefimizdir.) En ücra köyün camiinde bile, İstanbul Kriterleri’nin yansıması, bizim siyasetimizin belgeleri vardır. Türkiye derinliği olmayan Alevi-Sünni tartışmaları yaparken, Kerbela ve Necef’i Şiilerin kutsal kenti zannederken, zahmet edip de camilerimizin içindeki levhaları hatırlayan olmadı: camilerdeki levhalarda Dört Halife ile birlikte Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin kol koladır. Kerbela, bizim bütün camilerimizdedir. Rahmetli “Komünist Kemal Tahir”in dediği gibi, Edirne, Selimiye Camii orada olduğu için bizimdir. Bugün bize “köprü” olduğumuz söylendiği gibi, zamanında da Çekoslovakya’ya “köprü” deniliyordu. Birinci Dünya Savaşı’nın eserlerinden biri olan Çekoslovakya, sayıları 3,5 milyonu bulan Alman kökenli, Almanca konuşan büyük bir Südet nüfusu barındırıyordu. Hitler, bu “köprü”den geçerek Çekoslovakya’yı işgal etmişti. (Bu Südetler, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, tıpkı Türkiye’deki Ermeniler gibi, zorla göç ettirildi. Ermeniler ve Kürtler hakkında konuşmadan önce, Benes Sözleşmesi’ni incelemekte ciddi fayda var. AB üyeliği sırasında, zorla göç ettirilen bu insanların hakları, nedense, hiç gündeme gelmedi.) O günlerde bu “köprü” edebiyatına itiraz edenlerden biri de Kafka’nın sevgilisi olarak tanınan Milena idi: “Bana göre asla Almanlar ile Slavlar arasında bir köprü teşkil etmiyoruz. Biz günümüz Çekleri, dünkü Çeklerle yarınki Çekler arasında bir köprüyüz, Aziz Wenzel’in ilahisini çocuklarımıza öğreteceğiz ve onlara teslim edeceğiz. Biz yalnızca bunu yapacağız.” Türkiye, Kafka gibi bulanık… Merkezimiz olan İstanbul’u “köprü” zannedenler, köprü olmak ile köprü gibi olmak arasındaki farkı öğrenemeden geçip gidiyorlar, göçüp gidiyorlar. Niçin böcek gibi küçük görüldüğümüzü anlamak için, sosyalist varoluşçu Milena kadar sevgili olmak, onun gibi ilahilerin önemini bilmek gerekiyor galiba.

Gelene eklenememek “Kadim, tekaddüm edendir.” İhsan Fazlıoğlu

Dönmek, radikal bir eylemdir. Bütün “dönek”ler, keskin dönüşler yaparak, radikal olduklarını bir kez daha teyit etmiş olurlar aslında. Penceresinin manzarası olanlar, şimdi yapacağımız tekliften muaftır. İyi bir manzaranız yoksa, “eskiden radikaldi” denilenlere yakından bakınız. Bu, pencereden bakmak kadar olmasa da, bir yırtmaç kadar öğretici olabilir. O da eğer içinizde fesat bir şeyler yoksa… İdeolojisi ne olursa olsun, radikaller, zaman içinde bir türlü kök salamayan fikirlerini, yenileriyle değiştirmek zorunda kalırlar. Kök salabilmek, tutunabilmek için. Bu durum sanılanın aksine, radikal düşünmekten, radikal taleplerde bulunmaktan vazgeçmek değildir. Dünün hızlı radikallerinin, tartışmasız her zaman köklü/radikal taleplerde bulunmaktan geri duramaması bundandır. Yerimizden kalkmadan, kolumuzun yettiği yakınlıktaki örneklere bakalım. Dün radikal İslamcı olanların, bugün radikal demokrat olmaları… Dün radikal solcu olanların bugün radikal Amerikancı olmaları, tesadüf değildir. Türkiye’de neredeyse her kesimin radikal, köklü taleplerde bulunması; Türkiye’nin köksüzlüğünün ilanı, köksüzlüğün birikmiş faturasıdır. Batılılaşarak hayatımızın kökten değiştiği, yalandır. Hayatımız kökten değil, dipten ve hepten değişmiştir. Kökten bir değişim yaşansaydı, bir müddet sonra bunun sağlıklı meyvelerini; kavramlarını ve kurumlarını görebilir, taş üstüne taş koyabilirdik. Köksüzlük yüzünden, yüz yıldır Türkiye’de aynı meseleler güncelliğini koruyor. Türkiye’nin, radikal fikirlerin ve radikal akımların gürültüsü ile işgal edilmesi, köksüzlüğün (İstanbulsuzluğun) doğal bir sonucudur. Türkiye batıdan, doğudan, kuzeyden ve güneyden gelen her tür radikal akımın çöplüğü haline gelmiştir. İddia edilenin aksine, Türkiye’de radikal hiçbir şey yoktur. Sorunuzu duymak için, İstanbul’u seyretmeyi bırakıp size doğru dönmeme gerek yok: -Peki, orada burada karşımıza çıkan bu hırçın asabi adamlar kim?

Onlar, iddialarının aksine yıllardır bir türlü bu topraklarda kök salamadıklarını görünce hırçınlaşan, öteye beriye saldıran kişilerdir. Türkiye’de birkaç eski baklavacı, kahveci, köfteci ve lokumcudan başka köklü/radikal bir şey kalmamıştır. Seçkinlerimiz, köksüzlüklerini örtmek için adını gururla andıkları, mazisi yüz yılı geçmeyen birkaç yabancı kolejden başka yaslanacak bir şey bulamamaktadırlar. Emekli askerleri, hacı amcaları ve genç kızları hatırlayarak, futboldan benzetme yapalım: üçüncü lig takımı olan Yunanistan, Ermenistan ve Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’ni Türkiye’nin önündeki en büyük engel olarak görmek ve göstermek; Türkiye’yi küme düşürmektir. Sürekli olarak Rumlarla, Ermenilerle ve Musevilerle uğraşmak, bilerek ya da bilmeyerek, hedef saptırtmaktır. Türkiye’yi “parçalamak” isteyenlere karşı mücadele ettiğini söyleyenlerin, bizi toparlayan -adı İstanbul olan- tarihin en güçlü fikrini nasıl parçaladıklarını, anlamalıyız. Türkiye, saldırılara tarihin en güçlü fikri İstanbul ile cevap verebilir. İstanbul’dan nasibi olmayanların, her şeyi üçüncü lig mücadelesine dönüştürmesi kaçınılmazdır. Hepimizin haddini, yerini, birikimini ve yeteneklerini “bilerek” birlikte var ettiğimiz, tarihin en köklü/en radikal/en sağlam fikri olan İstanbul’un ne hallere “düştü”ğünü anlamak, kanaat önderlerinizin, köşe yazarlarınızın üçüncü lige “düştü”ğünü görmekle başlayacak. Birinci lig takımı olan Türkiye’nin en önemli rakipleri, sadece birinci lig takımları olabilir. Özelikle de Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Fransa ve İsrail... Diğer liglerdeki küçük takımlarla ise, zaman zaman “dostluk maçı” yapılır. “Gelen” birikime “ek”lenemediğinizde, gelen-ek oluşturamaz, hayatınıza devam ederken zorlanırsınız. Ortaya köklü bir birikim koyamadığınız için de, sadece radikal/köklü iddialarınızla anılır, köksüz bir radikal olarak kalırsınız. İstanbul’a “ek”lenmeyi ısrarla reddeden Ankara, geçen uzun yıllar içerisinde ne Paris’e ne Londra’ya, ne de Roma’ya “ek”lenebildi. Türkiye’de demokrasi geleneğinin olmaması üstüne konuşanlar, biraz daha radikal/köklü düşünsünler: Küçük bir kasaba olan Ankara’nın, bu şehirlerin temsil ettiği birikime hayran olmaktan ve taklit etmekten başka, elinden bir şey gelmediği için, Avrupa’nın geleneksel değerleri bu topraklarda kök salamadı. Her şeye sıfırdan başlamaya çalıştığı için birikimi az olan Ankara’nın, Ermenilerle kurduğu ilişki, Paris’in ilişkileri gibi sadece siyasidir ve

derinlikten yoksundur. Oysa Ermenilerle tarihten “gelen” köklü bir birikimimiz var. Sarı Gelin türküsünü veya Charles Aznavur’un hüzünlü şarkılarını dinlerken Ermenileri hatırlıyor, fakat çeşmelerin yanından geçerken Ermeni ustalarını hatırlayamıyorsanız, anlaşmamız zor görünüyor. Kalıcı olmak derdini taşıyan Selçuklular, Ermeni ustaların taşlarla kurduğu o ince ilişkiye kayıtsız kalamadılar. Anadolu’da kurdukları büyük yapının taşları Ermenilerden, fakat bölgeyi düzene sokan, huzuru temin eden fikir kendilerindendi. Selçuklular, devlete ait binaları taştan, devlet yöneticilerinin evlerini ahşaptan; camileri taştan, tekkeleri ahşaptan yaparak kendi tarzlarını ortaya koyuyorlardı. Fakat Ermeni konferansı vesilesiyle karşı karşıya gelenlerden hiçbiri, tarihten “gelen”e “ek”lenmeyi başararak yeni şeyler ortaya koyamıyor. Geleneksel Türk-Ermeni dostluğunu diriltemiyorlar. İki taraf da, sonuçta –öyle ya da böyle- eski hesapları kapatıp, yeniden, sıfırdan başlamaktan bahsediyorlar. Milliyetçilerle liberallerin “ek”siği aynı: yeni şeyler söylemeyi veya yeni argümanlar sunmayı yaraya merhem sanıyorlar. Bu topraklarda yaşayan insanların yarasının merhemi, gelen-ek kavramının anlamını bilmek, “ek” yapmaya kalkışmadan önce, “gelen” birikimin hakkını vermektir. İhsan Fazlıoğlu olmasa, öğrenemeyecektik: Gelen-ek, sadece tarihî olan demek değildir. Tarihi olan birçok şey, geleneksel olmayı hak edecek derinlikten ve genişlikten mahrum olduğu için, sadece antika olarak değer taşır. Gelen-ek; adı üstünde, ek alabilen, kendisine yeni şeylerin kolaylıkla eklenebildiği kadim bilginin, birikimin adıdır. Gelen-ek, gücünü geçen yıllardan değil, ihtiyaç olduğunda kendisine ek yapılabilecek “özel”likler taşımasından alır. Yılların görevi, buna şahitlik yapmaktır. Solcuları, sağcıları, İslamcıları ve Batıcıları radikal bir üslup sahibi yapan neden, köksüzlüktür. Gelenek denildiğinde, tarih boyunca sorgulanmadan aynen yinelenen formlar manzumesi zannetmek yaygındır. Oysa bir şeyin geleneksel olabilmesi için, olmazsa olmaz şart, yıkılmadan yenilenmeye, ek almaya müsait olmasıdır. Yapımında Ermeni taş ustalarının da payı olan Topkapı Sarayı, “geleneksel” mimarimizin en iyi örneklerinden biridir. Yapımı yüz yıllar sürmüş; ihtiyaçlara cevap veremez hale geldikçe, yıkılıp yeniden yapılması gerekmemiş, kendisine “ek”ler yapılabilmiştir. Kadim bir mimari birikimin ürünü olduğu için de, yeni ek binalar sırıtmamış, uyumsuzluk söz konusu olmamıştır.

İstanbul, sadece tarihî bir şehir değildir. İnsanlığın kadim birikimini temsil eden az sayıdaki şehirlerin de başıdır. Fatih adıyla meşhur Sultan İkinci Muhammed, Konstantinopolis’i ele geçirdiğinde; bu şehirde yaşayanların birikimlerini değerlendirebilecek bir birikime sahip olduğunu kısa sürede ispat etti. (Fatih, Bush-Blair ikilisi gibi, biz size medeniyeti getireceğiz gibi abuk sabuk bir iddiada bulunmadı.) Yaptığı “ek”lemelerin uyumuna yeni hemşerileri şahit olduğunda, fetih kavramı ete kemiğe bürünüp canlanmış oldu. Son Peygamber’in (O, Allah’ın dünyaya yolladığı Son Selam’dır!) kendisini Hz. İsa’ya “ek”lemesi gibi, Sultan İkinci Muhammed de adını taşıyan Fatih Camiini Havariler Kilisesi’nin kalıntıları üzerine yaptırtarak, sünnete uydu, aynı yoldan yürümeye devam etti. Mekke’nin, Medine’nin ve Kudüs’ün birikimini Konstantinopolis’e “ek”ledi; farklı dinlere mensup insanların bir arada huzurla yaşadığı eşsiz tecrübeleri Konstantinopolis’e taşıdı. Meseleleri çözmek için Hz. Ömer gibi, “Fikri olan herkes akşam namazından sonra mescide gelsin!”, dedi. Konstantinopolis, böyle İstanbul yapıldı. Türkiye’nin nasıl yapıldığını bilmeyenler, onu nasıl koruyacaklarını bilemezler. Yabancı sermaye tartışmaları yapan Türkiye, elli bin civarında nüfusu olan Konstantinopolis’in, farklı dinlere ve ırklara mensup bir milyonu aşkın insanın yaşadığı, cazibe merkezi İstanbul’a nasıl dönüştürüldüğünü öğrenmeden, yakar top oynamaya, atıp tutmaya devam edecektir.

Bizim günahımız, Türk “ol”maktır Entelektüellerin de hurafeleri vardır. Özellikle tartışmalarda bu hurafeler kendini gösterir. Büyük Türk düşünürü Voltaire’in meşhur sözünü çaput gibi kullanarak, sözü bağlamak adettendir. Fakat “fikirlerinize saygı duyuyorum” diyenlerin, saygı duyduklarını söyledikleri fikirlere karşı savaş açtıklarını görürüz. İnsan, saygı duyduğu, hürmet ettiği fikirlere niçin karşı çıksın? Ne dediğini bilmeyen kişi, ne yaptığını nasıl bilsin? “Burası Türkiye! Burada olur böyle şeyler” deyip geçmeyelim. Yıllardır, “Burası Türkiye!” diyerek örnekler veriyor, hikâyeler anlatıyorsunuz. Anlattıklarınız gerçek kuşkusuz; ama söyledikleriniz yalan. Çünkü sizin anlattıklarınız, Türkiye’nin kendisi değil, sadece bir parçası. Parçanın, bütünün kendisi olduğunu iddia etmek, saflıkla değilse salaklıkla izah edilebilir. Burası Türkiye diyerek adet olduğu üzere moral bozmak kolay, ama Türkiye’yi Türkiye yapan hakikatleri izah etmek zordur. Misafirperver sıfatını nasıl kazandığımızı izah edemezsiniz, mesela. Asırlar boyunca göçlerle, savaşlarla, yoksullukla yoğrulmuş bir halk nasıl misafirperver olabilir? Zor şartlarda misafirperver olmak mucizedir. Türkiye/mucize, moralinizi değil ezberlerinizi bozar. Çünkü sandığınız gibi, insan, zenginleştikçe, gayri safi milli hasıla arttıkça cömert olmaz. Piyangodan ikramiye çıkarsa, fakirlere yardım edeceğini söyleyen kişiler, Burası Türkiye hikâyeleriyle işlerinin şansa kaldığını zanneden kişilerdir. Bu hikâyeler insanı efkârlandırmıyor, bunalıma düşürüyor. Efkâr, fikir kelimesinin çoğulu... İçinde hüzün olsa da, hüzün kelimesinin eşanlamlısı değil. Çok düşünceli, dalıp gitmiş insanlara efkârlı deriz. Her fikre saygı duymak zorunda değiliz; ama her efkârlı insana saygı duymak zorundayız. Türkiye’de çoğu entelektüelin efkârsız olduğunu görmekle işe başlayabiliriz. Bugün elma şekeri haline dönüştürülmüş olan Kızıl Elma, efkârsız entelektüellerimizin canını sıkar. Kızıl Elma, Avrupa kültürüyle yetişmiş efkârsız entelektüellerimiz için, Türklerin günahlarını sembolize eder çünkü. Hıristiyanlıkta ilk günahın sembolü olan elma ile birbirine karıştırılır. Bizim ilk günahımız, 1071 yılında Malazgirt’te işlenmiştir! Batılılar için en büyük

günahımız Konstantinopolis’i İstanbul yapmaktır. Bizim günahımız, Türk olmaktır. Türk modernleşmesi, din gibi benimsenmesinden de anlaşılacağı gibi, tevbeden (yüz çevirmeden) başka bir şey değildir. Ne için? Yüzyıllardır yaptığımız her şey için. Ermeni komşularımız söz konusu olduğunda, belge değil tevbe istenmesi bundandır. Türkmen ile Türk arasındaki farkı bilmeden, Avrupa kültürünün etkisiyle Türk kimliğini etnik bir kimlik zannetmek modadır. Türk kimliği, merkezi İstanbul olan bir terkiptir. Müslümanlığın, klasik sıfatını hak eden biricik terkibidir. En büyük şahidi de Türkçedir. Müslümanlığa coğrafi genişliği, tarihi derinliği veren bu terkiptir. Etnik kimliği kuzeydoğuya uzanan, Rum ve Rus olma ihtimali de yüksek olan bu satırların yazarının, Amerikalı bir Müslümandan farkını ortaya koyan da bu terkiptir. Aramızdaki farkların vurgulanması, birleştirici olmaya engel değil mi sorusunu yalnız bırakmayalım, kendisiyle ilgilenelim. Sorunuzun cevabı sözlükte, terkip kelimesinin karşısında. Yazının sonunda, yazar ile yazıcı (kâtip) arasındaki farkı selamlayarak, kendimizi sokağa atalım. Bir yazıyı okuduğunuzda; “ben de böyle düşünüyorum” diyorsanız, o satırları yazan kişi, büyük ihtimalle, yazar değil kâtiptir. Kâtip, arzuhalcidir, meramınızı kaleme alır, duygularınıza tercüman olur, anlatamadıklarınızı anlatır. Ama bir yazıyı okuduğunuzda; “hiç böyle düşünmemiştim” diyorsanız, o kişi kâtip değil yazardır. İkisi aranızdaki fark: yazar, sadece yazının değil, düşünmenin de kurallarını bilir, fikir ve üslup sahibidir.

Türkiye,

Din siyasete alet edilerek kuruldu “Fidayda da Ankaralım fidayda Beş yüz altın yedirdim bir ayda Gitti de gelmedi ne fayda Başını da yesin bu sevda” “Aman dama çıkma baş açık Haydi dama çıkma baş açık Arpalar karakılçık Aman arpalar karakılçık”

Bu yazı, alet ile oyuncak arasındaki farkı bilenler içindir. Türkiye için asıl tehlike: Türkiye’de Din’i siyasete alet edebilecek kimse kalmamış olmasıdır. Ne devlet, ne hükümet, ne de muhalefet. İsteseler de Din’i siyasete alet edemezler. Bugüne kadar bunun nasıl başarıldığının, Türkiye’nin nasıl yapıldığının bilgisinden nasipleri yok denecek azdır. Batılılara İslam’ı anlatmak için yazılmış, başlangıç seviyesindeki kitapların Türkiye’de başucu kitabı olması, seviyenin bu kadar düşük olmasındandır. Dinin siyasete alet edilmesi olarak yanlış adlandırılan durum, İslam’ın herkesin elinde oyuncak olması, hafife alınmasıdır. Herkes işine geldiği kadar İslam’ı kullanmakta, koşulsuz itaat gerektiren her yerde, İslam kullanılmaktadır. Yıllardır erdemli ve ehil olmayan ellerde kullanılan bu alet, zorlamalar, zorlama yorumlar neticesinde kırılmıştır. Batılılaşma, bu kırılmanın adıdır. Gücünüzü fikirlerinizden alamıyorsunuz. Kuvvetli olmak, fikirlerinizi güçlü yapamaz. 60 milyon insan bir araya gelip hemfikir olsa, zayıf bir fikri güçlendiremez, evrensel kılamaz. Popülerleştirir, egemenleştirir, sadece. “Din’i siyasete alet etmek çok kötüdür”, şeklindeki modern hurafe, ciddiyetle ve adaletle üzerinde düşünmediğimiz müddetçe yaşamaya devam edecek kuşkusuz. Ve İslam bir vesile ile gündeme geldiğinde de, suratların

asılmasına, canımızın sıkılmasına neden olacaktır. Meselelerin hakkını veremeyen insanlar, ciddi olamadıkları için, asık suratlı olmak zorunda kalırlar. Kendilerine kimseyi yaklaştırmazlar ki, boş oldukları anlaşılmasın. Asık suratlı insanlar kadar çok olan bu büyük boşluk, yıllardır, gecekonduların ve gecekondu gibi fikirlerin işgali altındadır. Türkiye’de İslam siyasete alet edilemediği müddetçe, hem siyaset hem Din, küçük adamların büyük hesaplarının hizmetinde kullanılmaya devam edecektir. İslam’ın hakkını vermek meselesi, nedense, hep yanlış anlaşılmaktadır. İslam’ın hakkını teslim etmek için, ne Müslüman olmaya, ne ibadet etmeye gerek vardır. İnsan, hayatın hakkını vermek için Müslüman olur; İslam’ın hakkını vermek için değil. İslam’ın hakkını vermek için, İslam’ın bin yıldır bu topraklarda bütün engellemelere rağmen, erdemli insanların elinde nelere alet edildiğini, hayatımızı nasıl düzene soktuğunu görmek kâfidir. Bu topraklarda yaşayanlar bilir ki, her şeyin bir yeri, bir adabı vardır. Haramları bile, mesela rakıyı, edepten nasip alır hale getiren, İslam’ın kültüre alet edilmesidir. Rakı adabı, sadece bu topraklarda vardır. Medyanın diliyle söylersek, şeriat, zannedilenin aksine çağdaş laik hukukta önemli bir yer tutmaktadır. Mesela: Çağdaş laik hukukta da suç olarak yeralan ensest ilişki, ilk olarak Din tarafından yasaklanmıştır. Ensest ilişkinin suç olması, Din’in hukuka alet edilmesinin ne ilk ne de son örneğidir. Ezberci eğitime karşı çıkanların, önce kendi ezberlerini bozmaları gerekmektedir: “Çağdaş laik hukukta dinin yeri olamaz” cümlesi de ezberci eğitimin ürünüdür. Bilimsel bilgi, bilgi türlerinden sadece biri, fakat en popüleridir. Dayandığımız birçok bilgi “bilimsel” olmadığı gibi, olmasının da mümkün olmadığı, geniş değil derin düşünen insanların malumudur. Geniş düşünmek, işadamlarının ve siyasetçilerin mesleğidir. Devlet adamları ve düşünürler, derin düşünmek zorundadırlar. Yoksa her fikir, kalabalıklara ulaşıp genişledikçe, derinliğini yitirir. Hemfikir insanlarla genişlemiş bir coğrafyada, aralarda, binadaki temeller misali, derinlere inen sağlam kurumlara ve insanlara ihtiyaç vardır. Bir ülkeyi bu temeller ayakta tutar. Türkiye’nin temelleri Selçukluların eseridir. Selçuklular, tarih sahnesine çıktıklarında, İslam dünyasının durumu, bugünkünden de kötüydü. Müslümanların ellerinden pek bir şey gelmiyordu. Selçuklular ve onları takiben Osmanlılar, taşıdıkları aletle adeta tek vücut oldular ve eşsiz bir yetenek kazandılar aleti kullanmada. İslam’ı müziğe alet ettiler; Türk müziği oldu. İslam’ı mimariye alet ettiler; Türk mimarisi oldu. İslam’ı dile alet

ettiler; Farsça, Arapça ve Türkmencenin sacayağı olduğu Türkçe oldu. İslam’ı siyasete alet ettiler; Türkiye oldu. Askerlikte en yüksek makamın şehitlik olduğu Türkiye, bayrağıyla, milli marşıyla, kültürüyle İslam siyasete alet edilerek yaratılmıştır. Modern zamanlarda Din’in geçer akçe olmadığını gören okuyucu, bir ülkenin, bir milletin nasıl böyle varolduğunu anlayacak değildir. Okuyucu, bugün oyuncak olarak kullanılan, adı İslam olan aletin bu işlere yaradığını anlasaydı, bu yazıya gerek olmayacaktı. Öyleyse bu yazı ne için yazıldı? Sıcak günlerde gölge, yağmurlu günlerde dulda olsun diye…

Başörtüsü takmakta ısrar edenler,

niçin başlarını açarak takiyye yapmıyorlar? - Ölümden sonraki yaşama inanıyor musun?

- Ben hep öyle bir yaşam sürdüm. Samuel Beckett

Bunu düşünemeyecek kadar saf olamazlar? Hafta içi siyaset dedikodusu, pazar günleri de aşk yazıları yazan genel yayın yönetmenlerinin ve köşe yazarlarının akıllarının yetmediği sorulardan biri de budur. Kendilerini Türkiye’nin sahibi zannedenlerin sahip olamadıkları soru budur. Müslümanlığın işaretlerine de sadık olmaya çalışanları takiyyeci olmakla itham eden ve sürekli gergin olanların korktuğu da bu değil mi zaten: “Başlarını açıp takiyye yapmayı düşünemeyecek kadar saf olamazlar?” Türk başbakanının bile başörtülü kızlarını Türkiye’de başı örtülü olarak okutamadığı hatırlanırsa; bu ortamda başörtülü insanları takiyye yapmaktan alıkoyan nedir? Belki içlerinde kimileri bunu düşünemeyecek kadar saf olabilir. Ama tartışmasız çoğu bunu düşünüp de reddedecek kadar saf. Ve saf kalmakta da ısrar ediyorlar. Başörtüsü takmakta ısrar ederek, örtülerini başlarına alarak, takiyye kültürünü ayaklar altına alıyorlar. Her zaman, her yerde ve herkese karşı aynı görünmeye çalışarak şizofreniyi reddediyor, hakikatin biricikliğini savunuyor, parçalanmasına müsaade etmiyorlar. Peki, siz bunu görebilecek kadar saf mısınız? Ne yazık ki değilsiniz. Köprüyü geçene kadar takiyye yapmak varken bunu niçin yapmıyorlar? Başı örtülü olanların bu ülkede hiç dayıları yok. Köprüyü tutanları insan olarak görüyorlar. İnsanların konuşa konuşa anlaşacakları, er geç anlaşılacakları umudunu taşıyorlar. Birilerinin tarihi sorumluluğu yerine getirerek, bunları kapalı kapılar ardında açık açık konuşması gerekiyor. Onların anlatmasını, diğer tarafın anlamasını engelleyen ne? Bu çıkmaz sokaklara nasıl girdik ve nasıl çıkabiliriz? Üç çıkmaz sokak: Ankara, Kahire ve Tahran Bizi, laik ve İslamcı refleksler bu çıkmaz sokaklara sürükledi. Müslüman toplumlar XX. yüzyılı sırasıyla bu üç yerden medet umarak boşa geçirdiler. İstanbul bir daha gündeme gelmesin diye, İstanbul’un önünü kesmek için “kendi içimizden” kurtarıcılar yarattılar. Çoğu iyi niyetli ve alnı secdede

olan, ama dünyaya ve olaylara yanlış yerden bakan birçok Müslüman’ın sahneye çıkmasına engel olur gibi yaptılar, ama aslında engel olmadılar. Onlar karşı çıkar gibi göründükçe, Müslüman toplumlar, bunları başlarında taşımaya başladılar. (“Başında taşımak” ile düşünmek farklı şeylerdir.) Sırf dikkatler İstanbul’dan uzakta olsun diye. Ankara umut olmaktan çıkınca Kahire (“Müslüman Kardeşler”), Kahire’nin çıkmaz sokak olduğu anlaşılınca da Tahran (“İran Devrimi”) gündeme geldi veya gelmesine izin verdiler. Çıkmaz sokaklardan çıkmak için reflekslere değil anlamaya, hamasete değil hakikate ihtiyacımız var. Yüzünü Kopenhag’a çevirmiş akıl ve vicdan sahibi herkesi, yüz çevirdikleri sorular orada da bekliyor. Diyarbakır yolunda artık ceset görmek istemeyenlere, Kopenhag yolunda, hakikat Boşnakça konuşuyor: Kopenhag Kriterleri’ne giden yol Boşnak, Hırvat ve Sırp cesetleriyle dolu! Avrupa ve Amerika, Kürtler için istediklerini Boşnaklar için niye istemiyor? Kopenhag yolunun kenarında dizili duran, Sırpların tecavüz ettiği Boşnak kadınlarının yüzlerine baktığımızda, onlarla konuştuğumuzda, Türkiye’de hakikat diye anlatılanların Kopenhag Masalları olduğunu görebilecek miyiz? Sarhoşluğumuz geçecek ve bütün bu insanlara saldıran köpeklerin, kimlerin köpekleri olduğunu sorabilecek miyiz? Kopenhag Kriterleri’ni Aliya İzzetbegoviç’le okumak zorundayız! Zalimle mazluma “eşitlik” uygulayanlara Aliya şöyle diyordu: “Bosna’da kimin kötülük yaptığını artık söyleyin. Bu da bir biçimiyle yardım etmektir.” Hakikati görerek, önce kendimize, sonra da bütün insanlara yardım edebiliriz. “Avrupa’daki Kudüs” olan Saraybosna’yı niçin yok etmek istediler? Yok edemedikleri Saraybosna’yı şimdi niçin yok sayıyor, hatırlamıyorlar? Saraybosna Batılılara yapamadıklarını, başaramadıklarını, yalancı olduklarını gösteren çok büyük bir ayettir/işarettir. İnsanın zevkli dakikalar geçirdiği yerler vardır… Paris ve Londra, hayatta her zaman aşka ve medeniyete önem verdiğini söyleyen, başkalarına ahlâk dersi vermeyi çok seven ünlü fahişelerden sadece ikisidir. Saraybosna yerle bir edilirken, Milli Kütüphane yakılırken, eşi bulunmaz kitaplar ve yazma eserler kül olurken, Mostar Köprüsü yıkılırken, Saraybosna’da ordusu olmayan bir halk 1300 gün boyunca Avrupa’nın dördüncü büyük ordusu tarafından bombalanırken Avrupa Birliği, Unesco ve Nato neredeydi? Bin üç yüz gün! Aliya İzzetbegoviç, 5 Aralık 1994’te, Kess Zirvesi’nde soruyordu: “BM ve Nato

güçlerince temsil edilen dünya, tehdit altındaki tek bir kenti bile koruyamıyor, bu doğru mu?” Merkezi Göttingen’de bulunan Tehdit Altındaki Halklar Topluluğu’nun bir bildirisinden şu satırları okuyordu aynı toplantıda: “Başlangıçta, Paris ve Londra, Sırbistan’ın hamileri gibi davrandılar, Güvenlik Konseyi’ni ve Nato’yu bloke ettiler ve Sırp saldırısını durdurmak için alınabilecek herhangi bir önlemi engellediler.” Benzerleri olmayan, farklı dinlere ve milletlere mensup insanların barış içinde yaşayarak var ettikleri Kudüs, Granada, İstanbul ve Saraybosna’nın tartışmasız hepsinin İslam şehri olması bir tesadüf mü? Bunun üstünde durmalıyız. Hepsi bir selam yurdu olan bu şehirler, Müslümanlığın ve Müslümanların eserleridir. Kudüs Yeruşalim iken barış yurdu değildi. Tarihçiler sokaklarından günlerce kan aktığını, ceset kokusundan yaşanamaz hale geldiğini yazıyorlar. Kudüs 1948’de tekrar “Jerusalem” (Yeruşalim) yapıldığı günden beri kan ve şiddet yine sokakları ele geçirdi. İstanbul Konstantinopolis iken çokseslilik ve çokrenklilik yoktu. Paris, Londra, New York gibi kozmopolit kentlerde de farklı milletlere ve dinlere mensup insanlar olmasına rağmen, onların huzur içinde yaşadıklarını, bu şehirleri birlikte güzelleştirdiklerini, bütün dünyaya örnek şehirler yarattıklarını söyleyemiyoruz. Çünkü kendilerinden olmayanları, kendileri gibi yaşasalar bile, hep “yabancı” görürler. Medeni bir insan bunu yapmaz, denilecek ne varsa bunların çoğu modern kentleri esir almıştır: hırsızlık, gasp, tecavüz, cinayet, yabancı düşmanlığı ve gürültü. İslam şehirleri modern kentlerle kıyaslanırsa; suç, şiddet ve gürültüde de “fakir” oldukları ortaya çıkacaktır. Rio de Janerio’da bir yılda cinayete kurban gidenlerin resmi sayısı on binin üstünde... Gerçek sayının otuz bin civarında olduğu söylenmektedir. Çocuksu bir düşünce olan faşizm, Avrupa’nın “içindeki çocuk”un marifetidir. Bütün büyük savaşların Avrupa kaynaklı, faşist liderlerin çoğunun Avrupa’dan çıkmış olmasına tesadüf deyip geçmek iyi olurdu. Fakat I. ve II. Dünya Savaşı ve 30 Yıl Savaşları gibi büyük savaşlar, Batılıların eseriyken, bu şiddetin komşumuz olduğunu, istesek de istemesek de yüz çeviremeyeceğimizi kabullenmek zorundayız. Laikliğin teminatı olan Türk ordusu, niçin Saraybosna’ya özel bir önem ve destek veriyor? Bosna-Hersek’in ilk cumhurbaşkanı olan Aliya İzzetbegoviç, savaştan on yıl sonraki bir konuşmasında “Bugün bile Türkiye’nin yaptığı

yardımları açıklayamam” diyordu. Aynı zamanda Müslüman bir filozof olması, bir Müslüman olarak bu kadar çok şey bilmesi, kendisini sadece Avrupalı olarak görmeyip bütün harflerinin hakkını vermeye çalışarak Müslümanlığını telaffuz etmesi yüzünden olsa gerek, dünya medyasında sıkça “fundamentalist” olarak takdim edilen Aliya İzzetbegoviç’e, “laik Türk ordusu” yardım etti. Laik Türk ordusunun Afganistan’da ne işi var? En ön saflarda bulunmasını saflıkla mı, yoksa sınırları korumaya çalışmasıyla mı izah edeceğiz? İslamcılarla laiklerin, solcularla sağcıların referansları dünyayı anlamaya yetmediği için hep aynı soruyu soruyorlar: “Ne işimiz var oralarda?” Saraybosna, Kabil, Kerkük, Kıbrıs ve Grozni bizim doğal sınırlarımızdır. Resmî sınırların haricinde, erbabının çok iyi bildiği gibi bizim bir de doğal/stratejik sınırlarımız vardır ve bu sınırları korumanın da hayati önemi haizdir. “Bütün bataklıklara Mehmetçiği yolluyorlar, böyle mi olmalı?” “Nasıl olması” gerektiğini tartışmak gerekiyor; ama ay-yıldızlı bayrağı taşıyan ordunun oralarda var olup olmamasını tartışmak yersiz olur. Dünyanın herhangi bir ülkesinde yaşamıyorsunuz; her şeyiyle merkez olan ülkede yaşıyorsunuz. Bu coğrafya, bu Din gibi sizin kaderinizdir, var oluş nedeninizdir. Kaderine yardım etmeyen, sahip çıkmayan yok olup gider. Petrol ve doğalgaz çıkmayan her yeri değersiz zanneden, Saraybosna’yı, Kerkük’ü, Çeçenistan’ı ve Kıbrıs’ı “beş on tarihî kubbeden başka bir şeye malik olmayan” boş yerler olarak görenlerin, zihinlerindeki boşlukları hakikatlerle doldurmaya çalışalım. İttihat ve Terakki’nin önemli isimlerinden, Bahriye Nazırı ve 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa, uzun yıllardır samimi bir dostluğu olan Fransız Sefiri Mösyö Bombard’ı bir gün İstanbul’da ziyaret eder. Geçtiğimiz yüzyılın başlarında gerçekleşen bu görüşmede, Mösyö Bombard “çok mantıklı” tavsiyelerde bulunur: “Azizim Cemal Bey!.. Edirne’yi, Adaları muhafaza etmek için neden dolayı bu kadar ısrar ediyorsunuz? İşte, bir hükümet darbesi yaptınız. Hükümeti elinize geçirdiniz ve bilirsiniz ki sizin fırkanız bu memlekette en büyük bir gücün sahibidir. (...) Siz bugün her şeyden ziyade dahilde tam bir asayiş ve istirahatle memleketin gelişmesini sağlayacak ıslahat tedbirlerine muhtaçsınız. Beş on tarihi kubbeden başka bir şeye malik

olmayan Edirne’yi, içinde Rumlardan başkasının oturmadığı Adalar’ı muhafaza için sarf etmekte olduğunuz manevi ve maddi kudreti, bu ıslahat tedbirlerine harcasanız, memleketinize daha faydalı işler temin etmiş olursunuz.” Bu “mantıklı” konuşmalara fazlasıyla aşinayız. Kerkük söz konusu olduğunda, “beş on tarihî kubbeden başka bir şeye malik olmayan” bu yer için ay-yıldızlı ordunun niçin bu kadar ısrar ettiğini, Amerika’yla yapılan görüşmelerde bu konuda niçin hiç geri adım atmadığını anlamak için haritanın başına geçelim. Haritada çok daha mantıklı şeyler bekliyor bizi: “Hemen duvarda asılı olan Osmanlı memleketleri haritasının önüne götürdüm ve İstanbul’u muhafaza için hiç olmazsa Edirne’ye kadar bir hinterlanda muhtaç olduğumuzu, Anadolu’yu Rum eşkıyasının istilâsından korumak için de ona yakın olan Adalar’ı elimizde bulundurmak icap ettiğini izah ettim.”[6] Haritaya uzak kalanları, haritası olmayanları bir kez daha harita başına alalım. Yine İstanbul’dayız, bu defa XX. yüzyılın sonundayız: “9O’lı yılların hemen başlarında Çıdam yayınlarının çok sayıdaki davetsiz misafirlerinden biri de, ABD’nin İslam ülkeleri konusundaki uzmanlığına güvendiği bilinen Graham Fuller idi. Zahmetsizce anlaşılabilen bir Türkçe konuşuyordu. Graham Fuller önce bana güven telkin etmek istedi. Benimle konuştuğu sırada artık CIA görevlisi olmadığını hassaten vurgulamak gereğini hissetti. Daha sonra benim işitmekten çok memnun olacağımı düşündüğü bir tirada başladı: Türkiye yıllar yılı Avrupa’nın kuyruğuna takılmak zorunda bırakılmıştı. Oysa Türkiye’nin vasıfları takip etmeye uygun bir ülke değildi. Türkiye’ye takip edilmek, baş çekmek yaraşırdı. İşte Türkiye o günlerde kendisine yakışan bu duruma kavuşmak için bir fırsat yakalamıştı. Sovyetler Birliği çözülmüş, Türkî Cumhuriyetler serbest kalmıştı. Türkiye’nin Türkî Cumhuriyetlere önderlik ettiği takdirde dünya güçlerinden biri haline gelmesi hiç zor değildi. Benim bütün bu sözleri mütebessim bir çehreyle dinliyor olmam Graham Fuller’de söylediklerinin beni zevkten dört köşe ettiği izlenimi uyandırmış olmalı ki aniden sordu: ‘Şimdi ben bir düşman mıyım?’ Bu soruya ne cevap verebilirdim? ‘Ne münasebet! Düşman ne kelime! Ben dost diye sana derim!’ Bu tarzda bir tepkiyi ben verir miydim?”

“Önce hiçbir şey söylemedim. Amerikalıya cevap verebilmek için oturduğum yerden kalktım. Çıdam yayınlarının duvarına büyükçe bir Avrupa haritası asmıştım. Harita kapsadığı alan içine Kuzey Afrika’yı ve Türkiye’yi de alıyordu. Birkaç adımda haritanın başına geçtim. Sağ elimin başparmağını haritada İstanbul’un bulunduğu yerin üstüne bastırdım. ‘Biz önce buradaydık’ dedim. Sonra sağ elimle, başparmağımın İstanbul’u merkez aldığı bir çember çizdim. Tesir sahamız da buralardı’ diye ilave ettim. Arkasından sağ elimin başparmağı Ankara’nın üstüne kaydı. ‘Bizi buraya attınız!’ dedim. Bir çember de orada çizdim ve ilave ettim: ‘Tesir sahamız bu kadar kaldı[7]. Elimi hızla Kafkasya’ya kaydırdım. Bir yandan belli belirsiz bir çember çizerken, diğer yandan lakayt bir sesle sordum: ‘Buralara mı atmak istiyorsunuz bizi?’ Toprağa çiftçi, emlakçı, şair ve asker gibi bakabiliriz. Önümüze bir harita alır ve asker gibi bakmaya çalışırsak, bir müddet sonra şunu rahatlıkla görebiliriz: Edirne’yi korumanın yolu Saraybosna’yı korumaktan geçiyor. Kabil’deki ay-yıldızlı askerler, aynı zamanda Kars sınırını koruyorlar. Saraybosna düşseydi Edirne büyük tehdit altında kalacaktı. Kabil düşerse Kars büyük bir tehdit altında kalır. Saraybosna’yı savunmak İstanbul’u, İstanbul’u savunmak Türkiye’yi savunmaktır. Türkiye’nin bahtsızlığı Türkiye’de insanların haritasız oluşlarından kaynaklanıyor: Türkiye’nin seçkinleri Türkiye’yi batıda sanıyor. Türkiye’nin dünyanın merkezi ve bir “Ortadoğu” ülkesi olduğunu kabullenemiyorlar. Asıl romantik olan kendileri. Kimin romantik olduğunu, kimin hayal gördüğünü anlamak için haritalara bakmak yeterli. Askerlerin bildiklerini, köşe yazarları bilmiyor. Köşe yazarlarının bu halde olmalarının nedenini de askerler bilmiyor, anlayamıyorlar. Bir ülkeyi asker gibi koruyabiliriz, ama bir ülkeyi asker gibi yönetemeyiz. Sürekli olarak siyasilerin boşluğunu doldurmaya çalıştıkları söylenerek savunulan askerler, kendi alanlarının dışındaki boşlukları dolduramıyorlar. Sahneye sis makineleriyle sis basar gibi, bütün boşlukları laiklik mesajlarıyla doldurmaya çalışıyorlar. Laik söylemler bir sis gibi yayıldıkça yayılıyor hakikatlerin üstünde. Meydan da “kurt”lara kalıyor haliyle; onlar da Türkiye’yi sevmeyi ve savunmayı kimseye bırakmıyorlar. Kendi köşelerinden Türkiye için düşler kuranlar da var. Türkiye’de kimsenin canının yanmaması, Güneydoğu’da kanın durması, hayatın normale dönmesi, başörtülülerin okullarına özgürce girebilmeleri için, işin kolayına kaçıp yüzlerini Kopenhag’a çeviriyor, Batılıların mucize

göstererek Türkiye’yi cennet yapmalarını bekliyorlar; keramet bekleyen köylüler gibi. Askerlerle aynı masada oturan siyasiler, askerlerden daha çok şey bilmeden, siyasiler askerlere bilmediklerini göstermeden Türkiye düzelmeyecek. Türkiye’nin en büyük laik gazeteleri o kadar manşetlerine taşımalarına rağmen, seslerini duyurmak için Avrasya feribotunu kaçıran, otel basan Çeçen militanlara dokunamamışlardı. Onları kimin niçin koruduğunu anlamaya dağarcıkları yetmiyor. Çeçen militanların kimler tarafından niçin kollandığını, en az askerler kadar bilgili olduklarında anlayabilecekler. O vakte kadar, irticanın yüksek mevkilere sızdığından veya mafyadan dem vurup duracaklar. Başörtüsü hurafeyse gazilik ve şehitlik ne? Hurafeler bizim için ne anlam taşıyor? Hurafeler, trenin rayları gibi sabit, yaygın ve genelde de boştur. Boş şeylere onca zahmet harcamak, bel bağlamak akıl kârı mıdır? Trenlerin raylar üstünde gitmesi gibi, hakikatler de hurafelerin üstünde gider gelir. Onlar sayesinde ihtiyaç duyduğumuz hakikatlere kavuşuruz. Başörtüsü hurafeyse gazilik ve şehitlik başka bir şey midir? Onların taşıdığı anlamı görmeden neyi görebiliriz ki? Anadolu’ya ilk seferleri düzenleyen gaziler ve şehitler anılmadan Türkiye’den bahsedilemez. Ne ilginçtir ki “Modern Türkiye” de gazilik ve şehitlik üstüne kuruldu! İddia edildiği gibi laiklik üstüne kurulmadı. Laiklik bu binanın temeli değil, planda olmayan, sonradan binaya eklenmiş balkonudur. (Bizim mimarimizde balkon yoktur, avlu vardır.) Laiklerin veya laikçilerin, ki aralarında sadece nicelik farkı var, Müslümanlığa ve Müslümanlara yukarıdan bakmalarının, küçük görmelerinin nedeni de budur. Balkondan avluya inip de küçümsedikleri şeylere bir de yakından bakabilecekler mi? Hakikatlerin balkondan hamaset gibi göründüğünü, söylediklerimizin tehdit değil tespit olduğunu görebilecekler mi? Başörtüsü Türkiye’nin kuruluşundaki yerine konulmazsa, bir süre sonra sıra gazilik ve şehitlik taşlarına gelir. Şayet laiklik adına temeldeki bu gazilik taşını da çekecek olursanız, İslami bir kavram olan gazilik üstüne kurulmuş bir ülkeyi yerle bir eder, Türkiye’nin altında kalırsınız. (Gazilerle eşkıyalar arasındaki farkı görmek isteyenler, fethedilen şehirlerin tek tek özelliklerine bakabilir, bunların çoğunun ekonomik bir değeri olmadığı halde uzun süre kuşatıldığını görebilirler.) Buraya kadar tartıştıklarımızı şovenizm veya hamaset zannedenler, zaten Türkiye’nin altında kalmışlardır. Bu paragrafın

dokuzuncu cümlesine bir kez daha baksınlar, lütfen. Belki böylece yaptıklarının hatadan başka bir şey olmadığını görmüş olurlar. Veya Türkçeyi yabancı sandıkları Arapça kelimelerden temizlemeye çalışırken, bir yandan da hep beraber Leylim Ley şarkısını söylemeye devam edebilirler. O zaman biz de kendilerine Leylim Ley’deki “leyl”in, gece anlamına gelen Arapça bir kelime olduğunu hatırlatırız. Irklar üstü olan Türkçeye ırkçı bir gözle, dinler üstü olan İslam’a da laik bir gözle bakmaya son verilmelidir. Birinci Dünya Savaşı’nda bizi yok olmaktan kurtaran, Türkiye’yi Türkiye yapan Müslümanlığı hovardaca harcayıp Türkiye’yi laik yapmak adettendir. Hukuksuzluktan şikâyet edip de Türkiye’nin bir hukuk devleti olması için mücadele edenlerin, hukukun/hakların muğlak şeyler üstüne kurulamayacağını öğrenmiş olmalarını beklerdik. Hiçbir ilişki muğlaklık üstüne kurulamaz, kurulsa da yürümez. Türkiye’de laiklik kadar muğlak ne var? Türkiye’de laiklik üstüne kurulmuş ne var? Türkiye’de başat öğenin İslam olduğu ortada değil mi? Bunu görmemek için laik olmak gerekiyor galiba? Ya da tırnak içinde “İslamcı”? Muhkem (açık, seçik, net) olan şeyler, muhkemat (temel) olabilir. Çoğu insan temennileriyle hakikati birbirinden ayırt edemiyor. Adını sürekli duyduğumuz, fakat kendisini sadece kağıt üzerinde ve resmî müsamerelerde gördüğümüz “laik Türkiye”nin varlığına kimler ve neler şahitlik yapabilir? (Şıracıların şahitliğini yeterli görenleri, Erovizyon Şarkı Yarışmasını izlemekten alıkoymayalım.) Laik olan devlettir, Türkiye değil. Laiklik iddia edildiği gibi bir yaşam tarzı olsaydı, bu “laik tarz”ın eserlerini yaşamın her alanında görmemiz gerekirdi. Başta gül ve bülbül sembolleriyle her daim Son Peygamber’i anan, sürekli “aman” (Ebced hesabıyla Allah) diyerek Allah’a yakaran Türk Müziği… Safranbolu ve Ohri’deki dünyaca meşhur “Türk evleri”nde çok net görülebileceği üzere, haremlik-selamlık üstüne kurulu olan, teknik imkânlarına sahip olmasına rağmen camiden yüksek binaya müsaade etmeyen Türk mimarisi… İslam’ın hukukla eşanlamlı olduğu, hukuk dışı her şeye, bu yüzden gayri meşru diyen Türkçe… İslam’ın “hilâl”, O’nun peygamberinin “yıldız” olduğu Türk bayrağı… Merkeze camiyi ve mezarlığı koyan, bütün yolları camiye çıkartan, her meydana çeşme yerleştiren Türk şehirciliği… Harama yer vermeyen Türk mutfağı ve benzerleri Müslümanlığın ve Müslümanların eseridirler.

Aynı zamanda depreme dayanıklı olup haremlik-selamlık üstüne kurulu olan ve Unesco’nun -güya- koruma altına aldığı Türk evlerinden başka gidecek evimiz yok. Güneş görmedikleri için insanın ömrünü azaltan, insanın beden ve ruh sağlığını tehdit eden laik toplu konutlardan bahsedebiliriz, ama laik Türk evi diye bir şeyin varlığından bahsedemiyoruz. Toprağı bol olsun, laik Türk mimarı Vedat Dolokay’ın eseri olan, minareleri füzeye benzeyen o temelsiz camiinin “laik Ankara”da bile inşa edilememesi üstünde düşünmeyi ihmal etmeyelim. Kendinden önceki İslam mimarisine yaslanmayan, kendinden öncekilere sırtını dönen o temelsiz camii başka temelsiz bir ülkede inşa edilebildi: Pakistan’da. Adı da Faysal Mescidi oldu. Anadolu’daki Ulu Camilerin, Sultanahmet, Selimiye ve Süleymaniye Camii’nin yanında Faysal Mescidi’nin gecekondu gibi kalacağını erbabı bilir, herkes öğrenebilir. Devlet değil de iddia edildiği gibi Türkiye laik olsaydı; gıda ürünlerinin üstünde, örneğin şayet domuz ürünü ise sadece bilgilendirmek amacıyla bir uyarı olurdu. Türkiye Müslüman bir ülke olduğu içindir ki neredeyse bütün gıda ürünlerinin üstüne “ürünlerimizde domuz yağı yoktur” uyarıları özellikle konulmakta, İslam hukukuna göre üretim yapıldığı sürekli vurgulanmaktadır. Türkiye’yi laik bir ülke zanneden, tartışmalardan bunalıp “bu ülkeyi kavgasız dövüşsüz nasıl paylaşabiliriz” sorusunu soran entelektüeller, bir mirasyedi görüntüsü sergiliyorlar. Paylaşmaktan bahsettikleri şey(ler)i korumaktan ve çoğaltmaktan bahsetmemeleri dikkate şayandır. Paylaşmaya değer gördükleri şeylerin, devamlılığını nasıl sağlamayı düşünüyorlar? Türkiye’de çoğu entelektüelin içkisidir, laiklik. Şişedeki rakı misali, laiklik de sözlükte durduğu gibi durmuyor. Ağza alınmaya görsün, etkisini hemen gösteriyor: Görüş bulanıklaşıyor, muhakeme duruyor, anonimleşmiş hayaller hakikat sanılıyor, en büyük hakikatler bile görünmez olabiliyor. Yok edilemeyenlerse, adet olduğu üzere yok sayılıyor. Laikliği ağzına alan çoğu insanın hakikatleri hamaset, kendi hayallerini hakikat sanmaları bundan olsa gerek. Kendilerini “laikçi” değil “laik” olarak tanımlayan birçok entelektüelin, hem de İslamcıların bazı yayın kuruluşlarında, “laik bir ülkede Müslümanları rencide etmeden nasıl bir yaşam kurabiliriz?” sorusunu seslendirdiklerine ve bu hassasiyetlerinden (!) ötürü de tebrik edildiklerine aşinayız. Sağ olsunlar, lütfediyorlar! Merkez olduğunu bilmeyen veya bilse

de merkezi dolduracak çapı olmayan kimi İslamcılar için, yok sayılmaktansa azınlık olarak görülmek büyük nimet olsa gerek? Dostlar alışveriş görsün... Laiklik üstüne kurulmadı Türkiye. Laiklik için savaşmadı bu millet. “Dar-ul İslam” olan bu topraklar, İslam toprağı olmaya devam etsin diye savaşıldı. Bizim müziğimizle tanışmak isteyen yabancı arkadaşlarımıza, Klasik Türk Müziği’nden, Tasavvuf Müziği’nden ve Halk Müziği’nden başka dinletebileceğimiz, ayrıca “laik” bir müziğimiz mi var? Müslüman mahallesinin serserileri bile Müslümandırlar ve akılları başlarına geldiğinde bu muhkem hakikatleri yineleyip dururlar. Müslüman mahallesinin serserisi Karacaoğlan’ı “laik” sanmak bu ülkedeki okur-yazarların ortak vebalidir, mesela. Karacaoğlan hakkındaki birçok kitap ve yazıda hep aynı cümle karşımıza çıkar: “Karacaoğlan, dindışı halk edebiyatının en büyük şairidir.” “Akılları yoktur küfre uyarlar İmanları yoktur cana kıyarlar Başlarına siyah şapka giyerler Beğleri var bizim beğe benzemez” Müslüman olmayanlara akılsız diyen Karacaoğlan, iddia edildiği gibi “dindışı” değil de ‘diniçi’ şair olaymış, kim bilir neler yazardı! Mahallemizin serserisi Karacaoğlan, hayatî meselelerde duracağı yeri bilir: “Sultan Süleyman’a kalmayan dünya Bu dağlar yerinden yarılır bir gün Nice bin senedir çürüyen canlar Hakkın emri ile dirilir bir gün” “Ne güzel yapıldı cennet yapısı Çok aradım görünmedi kapısı Benim korktucağım Sırat köprüsü Cehennem üstüne kurulur bir gün” “Karac’oğlan der ki konup göçersin Ecel şerbetini bir gün içersin Sen Sırat köprüsün bir gün geçersin

Amelin eline verilir bir gün” Türkü olarak da söylenen başka bir şiirinde, “Ak göğsün arası zemzem pınarı/İçsem öldürürler içmesem öldüm” diyen Karacaoğlan; güzelliğin ölçüsünü yine Müslümanlıktan alıyordu: zemzem. Müslüman kişi için bir şey, zemzem suyuna benzediği kadar güzeldir. Mahallemizin velileri de delileri de bizimdir. Karacaoğlan da zannedildiği gibi “dindışı” biri değil mahallemizin serserisidir... Türkiye’de kültür felsefîleşmiş kültürdür ve bu felsefîleşmiş kültürün hamuru İslam’dır. Dünyada halk müziği ve edebiyatının örneklerine bakıldığında; konuların ve kullanılan dilin genelde basit olduğu, argonun epey yer tuttuğu görülür. Bira içerken geleneksel Alman şarkıları söyleyen Almanların ağzından Kant, Goethe veya Rilke kokan hikmetli, şiirsel cümleler duyamayız. Amerikalı kovboyların ağzından derin ve hikmetli sözler çıkabileceğini düşünecek kadar hayal gücü geniş olan var mı? Dünyada çok az milletin kültürü, felsefîleşmiş kültür basamağına çıkmıştır. Bugün türküleri dinlerken bile “çok derin sözler” duymamızın nedeni, tekkeler vasıtasıyla halka irfan taşınmış olmasından başka bir şey değildir. Mahallelerde bir nevi konservatuar işlevi de gören tekkeler, musiki eğitimi verilen, seslerin de terbiye edildiği yerlerdi. Bugün kulak tırmalayan ezanlar duymamızın nedeni, tekkelerin kapatılmasından başka bir şey değildir. O tekkelerin Kurtuluş Savaşı’nda direnişi örgütleyen yerler olduklarını nasıl da unuttuk? Bu satırlar hem laik hem de “İslamcı” okuyucunun birçoğunu rahatsız edebilir. Ama hakikat, rahatımızdan daha önemlidir. Rahatı mı istiyoruz, hakikati mi? İkinci el, az kullanılmış İslamcılık eleştirileri ve özeleştirileri Laiklik ve İslamcılık adına sergilenen onca refleks, ne yazık ki bu ülkenin temellerini dinamitlemekten başka bir anlama gelmiyor. Ne tesadüf: Laikler de İslamcılar da ay-yıldızın anlamını bilmiyorlar! Çanakkale Savaşı sırasında bir gece vakti, ay ve yıldızın bir kan gölüne yansıdığını ve o görüntünün bugünkü Türk bayrağına ilham kaynağı olduğu hurafesinden başka bir şey hatırlamıyorlar. Ay-yıldızlı bayrak asırlardır Müslüman toplumların bayrağıdır; Kurtuluş Savaşı’ndan sonra ortaya çıkmamıştır. İslam’ın sembollerine, değerlerine, işaretlerine ve kavramlarına

yabancılaşmak, sizi “bu topraklarda yabancı” yapar. O zaman da Anadolu’yu size çok görürler. Onlarca yıldır size nereden (Orta Asya) geldiğinizi niçin hatırlatıyorlar sanıyorsunuz? “Türkiye’nin çıkışı Avrasya’dır” cümlesi niçin daha çok duyulmaya başlandı? Sizi dünyanın merkezi İstanbul’dan ve “Ortadoğu”dan uzak tutmak için. Bu coğrafya önemsiz olduğu için mi yıllardır kendi haline bırakılmıyor? Bu coğrafya önemsiz olduğu için mi yıllardır metre kareye en fazla “görevli” düşen coğrafya olma özelliğiyle rakip tanımıyor? Zamanında da Araplara sürekli olarak köklerini hatırlatmış, “Sizin İstanbul’la ne işiniz olur?” demiş, ırk dışında bir farklılık göremeyince de ilk merkezi Beyrut olan Arap milliyetçiliğinin tohumlarını atmış ve sonunda İstanbul’la bağlarını koparmışlardı. Sonuç: şu anda dünyadaki en büyük mülteci nüfusu Filistinli Araplardan oluşuyor. Diplomaları İngiltere’den tasdikli Arap Dünyası’ndaki üniversitelerde felsefe ve tarih tabelasının dahi olmamasına şaşırmış gibi yapalım mı? Bu kadar tedbiri boşuna almıyorlar: Tarihin bütün sakar soruları bizde! Bizi “sınır”layan, sınırlı kaynaklara mahkûm eden dünyanın bütün suni sınırlarını yerle bir edecek olan sorular gündeme gelmesin diye, düşüncenin önünü reflekslerle kesiyorlar. Doğruları yanlış adamlar seslendiriyor, hakikatlerin itibarı zedeleniyor. Tıpkı bu yazıya konu olan ay ve yıldızın yıllarca ırkçı ve hamasi konuşmalara malzeme olması gibi. Batılılaşma, devleti de ulus merkezinde, “ulus-devlet” olarak yeniden yapılandırmıştı. Ama Arapların tek bir “Arabistan” olarak yapılandırılmayıp yirmi küsur devlete niçin bölüştürüldüğünü sorabilecek entelektüellere ihtiyacımız var. Ama Arap dünyasının modernistleri ve İslamcıları da olan biteni anlamaktan çok uzaklar. Tepinip duruyor, çıkardıkları toz bulutuyla hakikatlerin görünmesini engelliyorlar. İkinci el, az kullanılmış İslamcılık eleştirileri ve özeleştirileri, bizi bu çıkmaz sokaklardan çıkarmaya yetmez. Beyaz çoraplı, badem bıyıklı, çember sakallı İslamcılık Gecekondulaşmanın bir ürünü olarak her tarafta karşımıza çıkan gecekondu-camileri engellemeye çalışıyorlar. Bu camilerin plansızlığından, çarpık mimarisinden ve makamsız ezan okunmasından rahatsız oluyorlar. Hiç şikâyet etmesinler; bu onların kendi eseridir. Onların şikâyet etmeye hakkı yok; ama sırtını Süleymaniye Camii’ne dayayarak, dünyaya oradan bakan bizlerin eleştirmeye hakkımız var. Klasik Batı Müziği’yle dünyanın en iyi iki müziğinden biri olan Klasik Türk Müziği’ni yasaklamasalardı, bu ülkede

ezanlar makamıyla okunmaya devam edecekti. Mescid-i Aksa’dan Kâbe’ye, Kâbe’den Sultanahmet Camii’ne ulaşan mimari birikimin bugünlere taşınmasına müsaade etselerdi, bu yirmi katlı gecekondular ve gecekonducamiler yolumuzu kesmeyecekti. Selimiye veya Sultanahmet Camii’ni yaparken etrafındaki evlerin pencerelerinin ölçülerini bile ona göre ayarlayan, milletin keyfine bırakmayan bir hassasiyetin sahipleri ve sadıkları karşısında herkes, lütfen, haddini bilsin: “Süleymaniye’nin çevresindeki evlerin pencereleri Süleymaniye’yi daha büyük göstermek için şehrin vasatî pencere ölçeğinden daha küçük olarak imal edilmişti. Üsküdar Mihrimah Sultan Camii’nin arkasındaki sadrazam konaklarında pencere ölçüleri 90 cm yerine 75 cm olarak imal edilmişti, camii daha büyük göstermek gayesiyle. Edirne Selimiye Camii’nin çevresindeki evlerin tavan yükseklikleri -ki bir grup ev Sinan tarafından inşa edilmişti, Edirne’nin Selimiye ile değişen siluetini tamamlamak için2,22–2,30 metre olarak inşa edilerek Selimiye’nin yüceltilmesi amaçlanıyordu.”[8] Şehir planlamacılığında biricik, müstesna bir yeri olan İstanbul’un yerle bir edilmesine göz yummasalardı, şehirlerimiz apartman denilen o hilkat garibeleriyle ve arabalarla işgal edilmeyecek, Türkiye’nin her tarafında İstanbul beyefendileri ve hanımefendileri çoğalacaktı. İstanbul beyefendisi veya hanımefendisi denilince de aklımıza, genelde Klasik Türk Müziği konserlerinde selamlaştığımız, kimbilirkimlerdenzâde olduğunu düşündürten yaşlı insanlardan oluşmuş küçük bir dinleyici topluluğu gelmeyecekti. İslamcılık laikliğin, laiklik İslamcılığın hediyesidir. Bulundukları koltukları İslamcılarla sağlama alıyorlar. Gecekondulaşmanın siyasi versiyonu olan “İslamcı-yazar”lar, “araştırmacı-yazar”lar ve “eğitimciyazar”lar sayesinde kendilerinin daha iyi, daha şehirli, daha tecrübeli ve daha kültürlü olduklarını ispat ediyorlar. Bir ara televizyonlarda ellerinde tahta tüfeklerle İslam devleti provası yapanlar vardı; güya “Hilafet Ordusu” oluyorlarmış. Hilafet gibi çok ciddi ve saygın bir kurumu, dünyanın kurtuluşu demek olan bir kurumu, hilafet düşmanları isteseler de bu kadar aşağılayamaz, saygınlığına bu kadar gölge düşüremezlerdi. Aklı ilkokul müsamerelerinde kalmış insanlar ile kuşatılmış durumdayız. Protokol edebin, haddini bilmenin siyasetteki karşılığıdır. Her şeyin yerini en iyi Müslümanca düşünen kişi bilebilir. Bunun içindir ki bugün protokol

namına bilinen şeylerin çoğu İslam kökenlidir, Müslümanlar eliyle oluşturulmuşlardır. Tırnak içinde anmak zorunda olduğumuz İslamcılar ve Türkiye’yi İslamcılıktan korumaya çalışanlar, nasıl oturup kalkmaları, kime nasıl davranmaları gerektiğini bilen insanlardır demeyi çok isterdik. İnsan gibi konuşup tartışamamamızın nedeni budur. İvo Andriç’in Osmanlı’nın son günlerinde Bosna-Hersek’te yaşananları anlattığı Travnik Günlüğü’ndeki protokol krizine bir bakalım. Fransız konsolosu, Osmanlı vezirinin kendisini adet olduğu üzere oturarak karşılamasına itiraz eder. Bir Müslümanın bir kâfire ayağa kalkarak saygı göstermesi düşünülemez. Protokol bunun üstüne kurulmuştur. Bir Müslüman bir kâfire sadece misafir muamelesi yaparak “huzuruna”, sofrasına davet etmekle, kibar ve net davranmakla mükelleftir. Fakat devir değişmiş, dünyanın ipleri Osmanlı’nın elinden Fransızların ellerine geçmeye başlamıştır. Sonunda Selçuklu-Osmanlı devlet geleneği çözümü bulmakta gecikmez. Vezir ve konsolos, salona aynı anda, ayrı kapılardan ayakta girecek ve salonun ortasında el sıkışacaklardır: “Konsolos, salonun kapısından ayak atar atmaz, tam karşı cephesinde bulunan ikinci bir kapıdan, vezir, parlak ve şaşaalı bir kıyafet içinde, saray adamları ile birlikte, başını hafifçe eğik tutarak ve kollarını saygılı bir tavırla göğsüne kavuşturmuş halde göründü.”[9] Dünyanın 8. harikası Süleymaniye Sarayı olabilirdi Bugün Süleymaniye Camii’nin olduğu tepede dünyanın 8. harikası olarak Süleymaniye Sarayı yer alabilirdi. Kanuni Sultan Süleyman ve mimarların sultanı Sinan, bunu yapabilecek her şeye sahiptiler. Fakat onlar “Biz dünyadan gider olduk, kalanlara selam olsun” demek için bir cami yapmayı tercih ettiler. Süleymaniye’yi görmeyen, gördüğünde “aleyküm selam” demeyen insanlar dolaşıyor İstanbul’un sokaklarında. Onlar mimari bir dille de dua ettiler affedilmek için; Süleymaniye Camii’ni yaptılar. Bu defa imam Sinan, hemen arkasında imama uyan ise Süleyman’dı... Osmanlı Devleti tarihteki yerini almadan önce üç başkenti olmuştu: Bursa, Edirne ve İstanbul. Bu başkentlerin hiçbirinde eşi bulunmaz bir saray yapmak için çabalamadılar, her şeyiyle büyük camiiler yaptılar. (Sultanları “saraylara layık” görerek, onların oturup devleti yönettiği yapılara, “saray” kelimesinden başka bir kelimeyi layık bulmamamız çok doğal. Ama

dünyadaki diğer saraylarla mukayese edildiğinde, başkentlerimizdeki saray adı verilen bu yapıların ne kadar küçük ve fakir oldukları görülebilir. Bursa ve Edirne’deki saraylardan iz bile kalmamış.) Topkapı Yönetim Üssü’ne saray diyoruz, ama iyice incelenirse “Topkapı Sarayı”nın saray değil mütevazı bir sanat eseri olduğu görülür. Bugün İstanbul’daki büyük otellerin kral daireleri veya büyük medya kuruluşlarının yöneticilerinin odaları bile onunla yarışabilir. Sefahat ile sefih kelimesi arasındaki akrabalığı hatırlatarak soralım: Asıl sefih olan kim?

Bekledim, gelmediler “Ben küçükken hep İstanbul’a gelmeyi hayal ederdim.

Geldim. Yine geleceğim. Duygu dolu iki şeyle karşılaştım

burada, ilki duyduğum ezan sesiydi. Diğer ülkelerdeki ezan

sesleriyle karşılaştırabildiğim için, buradakinin daha duygu

dolu olduğunu fark ettim. Burada beni altüst eden ikinci şey,

güvercinler.” Dris Chraibi

Zaman zaman sayıklayıp durduğum mısraların sahibi Nizar Kabbani’yi[10] hayattayken uyarmak isterdim. Çok iyi bir şair, aynı zamanda nasıl bu kadar kötü bir entelektüel olabiliyordu? Kudüs Fatihi Selahaddin Eyyubi’ye[11] hitaben yazdığı şiirde[12], almış olduğu Batılı öğretimin hasarı iyice kendini gösteriyordu ama o bunu görememişti: “Nebi’nin (a.s) evinden Fatıma Zehra’yı çaldılar Ey Selahaddin! Kuran’ın ilk nüshasını çaldılar Ali’nin gözlerindeki hüznü sattılar Seni ve bizi toptan sattılar açık arttırmada Arabî çağı çaldılar bizden” “Güneşi rehin verdiler tefecilere Karaborsacılara sattılar mehtabı Ömer’in (a.s) kılıcını kırdılar Ayaklarından astılar tarihi Ayaklarından astılar tarihi Sattılar atı Beyaz örtüyü sattılar Gecenin yıldızlarını sattılar Ağaçların yapraklarını Bedevilerin gözlerindeki karalığı sattılar Tuzağa düşürmeden önce çocuklarımızı düşürttüler Tarihin doğum yapmasını önleyen haplar verdiler bize Şam’ın Bağdat olmasını engelleyen aşılar yaptılar bize”

Yıllarca diplomat olarak Batı’da yaşamış, ülkesine ve dünyaya Batı’dan bakmıştı. “Onu Cenevre’ye elçi olarak atadılar/Avrupalı sarışınlar arasında kâğıttan bir horoz olarak dolaşıyor şimdi.” Bu mısra o günlerin hatırası olmalıydı. 1967’deki Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra hatasını anladı ve dünyaya oradan onlar gibi değil, “buradan” kendi gibi bakmaya çalıştı. Dünyaya Şam’dan bakıyor, şiirlerinin çoğunu bu defa da oradan bakarak yazıyordu. Artık kadınlar hakkında şiirler yazmayı bırakmış, siyasi şiirler yazan bir şair olmuştu. Krallara yazılan şiirlere karşılık, o, kralları şiirine “dipnot” yaptı. Ama ne yazık ki Batılıların öğrettiklerini terk edemedi. Şam’ın Londra’dan yüksek, İstanbul’dan alçak olduğunu göremedi. Endülüs’ü “Arap Medeniyeti”, onun başkenti Granada’yı “zirve” sanıyordu. Kudüs ismini anarak şiirler yazıyordu ama anlattığı Yeruşalim’di. Yeruşalim’e Kudüs ismini veren, Yeruşalim’i Kudüs yapan İstanbul’u unutuyordu. “Ey Kudüs, ey yolların ışığı Ey parmaklarını yakan güzel çocuk Ey Peygamber’in geçtiği gölgeli ova Ey kentlerin incisi, gözlerinde hüzün var Kaldırımlarında hüzün var Ezanlarında hüzün var Ey Kudüs, ey sevdaya bürünen güzel Kim çalacak çanlarını Kıyamet Kilisesi’nin Pazar sabahları. Kim getirecek çocuklara oyuncakları Noel gece yarıları” “Ey Kudüs, ey hüzünler şehri Ey gözlerinden kocaman yaşlar akan Kim durduracak düşmanları Üzerine çullanan, ey dinlerin inci gerdanlığı Kim siler duvardaki kanı İncil’i kim kurtarır Kim kurtarır Kur’an’ı

Kim kurtarır İsa’yı, İsa’yı öldürenlerden İnsanı kim kurtarır” “Ey Kudüs, ey şehrim Ey Kudüs, ey sevgilim Yarın, yarın çiçek açacak limon ağaçları Sevinecek yeşil sümbüller ve zeytinler Gözler gülecek Geri dönecek güvercinler Tertemiz masmavi göklere Ve geri dönecek çocuklar oyunlarına Buluşacak babalarla oğullar Senin çiçekli tepelerinde Ey zeytin ülkesi, ey selam ülkesi”[13] İstanbul akşamlarında ve sabahlarında, onun İsrail mermileriyle delik deşik olmuş sesinden defalarca dinledim “Ya Selahaddin” deyişini... Her dinleyişimde ben ondan daha fazla üzülüyordum muhtemelen. Hem onu hüzünlendiren şeylere üzülüyordum, hem de bunca hayal kırıklığına ve acı olaya rağmen hâlâ hakikatleri göremeyişine. Çünkü “Arabî çağı bizden çaldılar” diye dert yakındığı, gelip kendilerine “Arabî çağı” vermesini umduğu Selahaddin Eyyubi Arap bile değildi. Lejyoner hiç değildi. Milliyetçilik ve ulusçuluk modern zamanlarda ortaya çıkmış ideolojilerden... İslam tarihinde modern zamanlara kadar milliyetçilik değil, yer yer kabilecilik vardı. Selahaddin Eyyubi zamanının hastalığı olan kabilecilikten uzak durmuş bir gaziydi. Milliyetçiliği ise bilmesine imkân yoktu. Nizar Kabbani bunları göremedi. Kabbani çok iyi bir şairdi, ama bu hakikati göremeyecek kadar kötü bir entelektüeldi. Dünyaya Şam’dan baktığı için Selahaddin’in kim olduğunu, niçin Kudüs’ü kurtarmak için hayatını ortaya koyduğunu anlayamadı. Oysa tarihin en yüksek tepesi İstanbul’dan bakabilseydi, her şeyi bütün açıklığıyla görecekti. Bunun için olsa gerek anlam veremiyordu gördüklerine.

“Ey Selahaddin! İşitiyor musun radyo yorumlarını Kulak veriyor musun bu apaçık alçaklığa Sahneye konan bu oyun nedir? Sahneye konan bu oyun nedir? Yazan kimdir? Bilmiyoruz. Yönetmeni kim? Bilmiyoruz. Kimseler bilmiyor yavrum Onlar ki kulislerin ardındalar Vatan denilen kadına tecavüz ediyorlar” “Ey Selahaddin! Döneklik çağıdır bu Kavî kabilecilik kabarması Ebubekir’in (a.s) evini yaktılar Nebi’nin (a.s) ailesine el uzattılar Kureyş’in ileri gelenleri Ecnebilerin bulaşıklarını yıkar oldular.” Nizar Kabbani bu şiirleri yazarken, onun şiirlerinin yüksek sesle okunduğu Arap coğrafyasında, genç yaşında yollara düşmüş Leopolde Weiss[14] adında bir entelektüel, yıllardır deve sırtında çöllerde yolculuk yapıyor, İslam’ı ve Kur’an’ın dili olan Arapçayı mükemmel bir şekilde öğrenmeye çalışıyordu. Müslüman olup Muhammed Esed adını alan bu entelektüele, bugünün Müslümanlarına yeni gelen yorumları ve Yahudi asıllı olması yüzünden insafsız eleştiriler yapılmasaydı, bu eleştirileri yapanlarla karıştırılma tehlikesi olmasaydı, bu yazının başlığı muhtemelen şöyle olacaktı: “Muhammed Esed, Birinci Dünya Savaşı’nda hangi taraftaydı?” Esed’in “Kur’an Mesajı” adlı meali, Türkiye’de daha yayınlanmadan önce, bu mealden yapılmış ilk tercümelerin fotokopileriyle dolaşmış birisine, insafsızlık hiç yakışmaz. Muhammed Esed, kısa meal tarihimizde önemli bir yere sahipti. Sadece tefsir yapmaya çalıştığında -ki bu azdı- İslam

âlimleriyle mukayese edilebilirdi. Bunun dışında, meal hazırlayan biri olarak, mealciler kahvesinin başköşesinde oturtulmalı; Müslüman filozofların, mütefekkirlerin, bilginlerin yanında oturtulmamalıydı. Fakat hep yanlış yerlere oturtuldu Esed; sevenleri ve sevmeyenleri tarafından hep abartıldı. Esed, kısa meal tarihimizde hak ettiği yere oturtulabilseydi, ona çay ikram edip Birinci Dünya Savaşı’nda hangi tarafta olduğunu, niçin İstanbul’u yok saydığını soracaktım. Endülüs taraflardan biri değildi! Bu yüzden Endülüs cevap olamazdı. Son nefesine kadar orada yaşamayı tercih etmesinin bir anlamı yoktu; çünkü Endülüs Batı’yla hesaplaşması mümkün olmayan, sadece insanın gözlerini nemlendiren bir nostaljiydi. Endülüs Batı karşısında kendisini koruyamadı; her açıdan İstanbul’a muhtaçtı. Endülüs son nefesine kadar İstanbul’a bakmıştı, ama Esed nedense, İstanbul’a hiç bakmadı. Meal tarihinde müstesna bir yeri hak eden mealini, Batılılar için yazdığı hep söylendi; ama nedense o meali bir Batılı olarak yazdığı pek söylenmedi. Ay’ın yarılmadığını, böyle bir mucize olmadığını ispat etmeye çalışırken neyle karşı karşıya olduğunu bilemezdi: Müslümanlar sadece Ay’ın ikiye yarılmasına değil, mehtaba da mucize gözüyle bakıyorlardı. Batılılar göremese de Müslümanlar sürekli olarak mehtaba çıkıyorlardı. “Mehtaba çıkmak”, Esed dâhil hiçbir Batılının anlayabileceği bir şey değildi. Bu millet hangi ayette yazdığını bilmiyordu belki, ama faizin haram olduğunu biliyordu. Yastık altı diye tabir edilen ekonomi bunun eseriydi. O söylemeden önce de bu topraklarda insanlar, yürümenin bir “mucize” olduğunu biliyorlardı. Çocukları, tek başlarına ilk adımlarını attıklarında mucize görmüş gibi seviniyorlardı. Geç kaldıkları iftara talebesiyle koşar adım yetişmeye çalışırken, keramet göstermesini, uçarak yolculuk yapmalarını bekleyen talebesine “Yürüyoruz ya!” diyen bir şeyhten başkası değildi. Muhammed Nur-ul Arabî yıllardır sararmış sayfalarda okuyucuyu bekliyordu. Her şeye sıfırdan başlamaya çalışanlar, bunları bilmeden oradan oraya savrulup duruyorlardı. Batıcılar, Türkiye’yi Batılılaşmanın kurtaracağını iddia edip Batılılara kurtarıcı gözüyle bakarlarken, Batılılaşmaya karşı çıkanlar da Batılı Müslümanlardan medet umuyorlardı. Batılı Müslümanların adeta mucize gösterip İslam Dünyası’nı bu sefaletten kurtarmalarını bekliyorlardı. Oysa yürümek gibi mucize olan İstanbul’du; mucizelerin çoğu doğum yerleri farklı İstanbullular yollara düştüğünde ortaya çıkmıştı. “Yemek yerken konuşulmaz!” uyarısına büyük önem veren anne-babalar, bunun nedenini bilmiyorlardı belki. Ama “Kur’an merkezli İslam” anlayışının mensupları da bunun nedenini bilmiyorlardı. Onların en

çok bildiği, anlayamadıkları bir şeyi yok saymak, kelimesi kelimesine Kur’an’da bulamadıkları her şeyi hurafe diyerek küçümsemekti. Ortodoks Konstantinopolis düştüğünde, Ortodoksluğun geride kalan en büyük merkezi Rusya’da bu yenilgi şöyle izah ediliyordu: “Sahih Ortodoks inancımızı sapık (Katolik) mezheplerle birleştirmeye çalıştıkları için Tanrı, ceza olarak Konstantinopolis’i onlardan aldı.” Ne kadar da tanıdık bir yorum! (Konstantinopolis, fetihten önce terkedilmiş bir şehir görüntüsündeydi; pek bir cazibesi kalmamış, zor günler geçiriyordu.[15] Epeydir düşüşe geçmiş olan Konstantinopolis, onu ele geçirmek için dua eden Sultan II. Mehmed ve ekibinin avuçlarına “düştü”. Yere çakılıp yok olmaktan kurtardılar Konstantinopolis’i ve onu dünyanın merkezi İstanbul yaptılar. Bizans imparatorları, destek bulmak için yıllarca sürekli batıya gitmiş ama mezhep duvarını aşamamışlardı. Onlar da Katolikliği kabul etmek yerine, mezhepleri yakınlaştırmaya çalışarak yardım alabileceklerini ummuşlardı.) “Osmanlı niçin yıkıldı?” (Oysa yıkılmadı, sadece çok “sınır”landırıldı!) sorusuna verilen cevap da aynısı değil mi? “Osmanlılar Kur’an merkezli düşünseydiler, başlarına bunlar gelmezdi.” Peygamberler, Kur’an merkezli düşünmedikleri için mi belalara duçar olmuşlardı? Bazen doğruluğun kendisi bir bela mıknatısı olur. Selçuklu-Osmanlı çizgisine ve onun cisimleşmiş hali demek olan İstanbul’un temsil ettiği birikime uzak olanların, Bağdat’ı “ırak” sanmasının nedeni de bu değil mi? İstanbul için Bağdat “ırak” değildi, zaten İstanbullular için Bağdat hiçbir zaman “Irak” olmamıştı.

Kırmızı halıda yürüyerek

hikâyeye geri dönmek “Gökten düşenin parçası bulunur,

Gönülden düşenin parçası bulunmaz.” Fatih türbedarı Ahmed Âmiş Efendi

Yolsuzluk hikayeleriyle büyüyenler, eninde sonunda hırsız olurlar. Bana hikâyeni anlat, sana kim olduğunu, kim olacağını söyleyeyim. Hikaye bunlar deyip geçme; kalabalıklar, kitaplar ile değil, hikayeler ile forma sokulurlar. Bu millet, 12 Ağustos 1949’da imzalanan Cenevre Sözleşmesi’ni bilmez. Ama savaş sırasında kadınlara, çocuklara, yaşlılara, hastanelere, mabetlere dokunulamayacağını çok iyi biliriz. Bunu hamasi savaş hikâyeleriyle öğrenmişizdir, öğretmişizdir. Osmanlı askerlerinin savaş sırasında, daldan kopardıkları meyvelerin bedelini, ağacın dallarına astıklarını anlatan hikâyeler ne işe yarıyordu? Bu hikâyenin gerçek olup olmamasıyla vakit kaybedenler, bu hikâyeye dudak bükenler, kendilerini akıllı zannetmeye devam etsinler. Biz ise hikâyemize geri dönelim, eve döner gibi: o hikâye, olması gerekeni göstermek için üretilmişti. Hem o hikâyenin bizatihi kendisi gerçektir ve bu hikâyeler sayesinde askerler bir forma sokulmuşlardır. İslam dünyasının niçin formunu koruyamadığını merak edenlerin, bu milletin hikâyelerle forma sokulduğunu öğrenmeleri gerekiyor. İslam dünyasını Asr-ı Saadet’ten sonra, forma sokanlar Selçuklulardı. Asr-ı Saadet adı altında bir duvar örüp, densizlerin önünü kesen, ihtilafları asgariye indiren, kalbimizi korumaya alanlar Selçuklulardı. Bu duvar yüzünden Muaviye’ye dil uzatmaz bu halk, ama çocuklarına da vermez ismini. Bu, dört bir yana dağılmış bir milleti yola sokan bir siyasettir. Hikâyeler bozuldukça, unutuldukça, hikâyelerimiz başka hikayelerle değiştirildikçe formdan düştük. Pembe İncili Kaftan hikâyesini bilmeden, ne devlet adamı ne vatandaş olabilirsiniz. “Hikâye bunlar!” deyip anlattıklarımızı küçümseyenler ne anlatıyorlar peki? Yeni hikâyeler. İkinci Abdulhamid hakkında sansür hikâyeleri anlatmaktan yorulmayanlar, Cumhuriyet gazetesinin kurucularından, Türkiye’nin ilk basın-yayın genel müdürü Zekeriya Sertel’in sansür hikâyelerini unutuyorlar. Gerçekleri göstermek iddiasıyla, güya bizim gerçek hikâyemizi anlatanlar, dünyadaki en önemli dokuz geçitten sekizinin İslam dünyasında olduğundan bahsetmiyorlar, nedense. Fakir olmamız önemsiz olduğumuz anlamına gelmiyor. Bu halimizle bile, onların palavralarını ifşa

ediyor, hem fakir hem değerli olunabileceğini gösteriyoruz. İslam dünyasından sefalet hikâyeleri anlatmak, daha çok kazandırıyor olsa gerek. Yıllardır Sabatay Sevi’nin hikâyesini anlatarak geçinenler, çok daha önemli bir hikâyeyi/hadisi ıskalıyorlar. Sevi, Edirne’deki sarayda bir teste tabi tutulmuş ve Mesih olup olmadığının anlaşılması için, kendisine üç ok çekilmesi gerektiği söylenmişti. Postu deldireceğini anlayan Sevi, çareyi Müslüman olmakta bulmuştu. Büyük şirketlerde bütün çalışanlara misyon ve vizyonları nasıl madde madde ezberletiliyorsa, büyük bir milletin mensubu olmak isteyenlere de aynı şey yapılmıştır; ezberletilmiştir. Milletin hissiyatının, suiistimal edilmemesi için de, bir hikâye/hadis büyük bir coğrafyada, bütün şehirlerde, bütün kasabalarda, bütün köylerde madde madde, millete ezberletilmiştir. Bu hikâye sayesinde, ortaya bir Mesih veya Mehdi çıktığında –test amacıyla- ona ok çekmek gerektiğini bilir bu millet. Şayet ölmezse, o Mesih’tir! İstanbul Kriterleri’nin tarihi örneklerinden biri de budur. Milenyum gecesinde “bilgi toplumu” olan Amerika’da rekor sayıda Mesih ortaya çıkarken ve ilgi görürken, geri kalmış bu coğrafyada niçin kimse ortaya çıkmaz? Çıkan birkaç istisna da sadece ima eder ve kısa sürede ortadan yok olur. Türkiye’de sayılarında eksilme olmayan ve ortadan yok olmayanlar, hurafe üstüne hikâye anlatanlardır. Bu ülkede halkı aydınlatmak çok kolaydır! Tespih çeker gibi, “Türbelere çaput bağlamak şirktir. İslam’da böyle şeyler yoktur.” cümlesini tekrar ettikçe, her şeyin hallolacağını zanneder bu şarlatanlar. Halk şirk kelimesinin anlamını bilmez, ama bu muhteris şarlatanlar bunu bile bilmezler. Böyle şeyler bizde çoktur. Kalabalık olan her yerde, bir şeylerin birbirine karışması, hakikatlerin hurafeleşmesi doğaldır. Fıkralarda olduğu gibi; dilden dile dolaşırken, hikâyenin kahramanları, olayın geçtiği yer, değişmiş olabilir. Ama espri/sözün özü aynı ise, maksat hâsıl oluyordur. Değişen ile değişmeyenin bilinmesi bunun için çok önemli. Bir dostun eski olması ile bir ayakkabının eski olması farklı şeylerdir. Eski ayakkabının yerine yenisini alırken, eski dostumuzun yerini hiçbir şeyin dolduramayacağını biliriz. 9 Kasım 2003 tarihinde, Türk Genelkurmay Başkanı, eski dostumuzun önemini anlatıyordu:

“Önemini şöyle anlatıyorum: Stratejik bir hat üzerinde. İngiltere’den başlar. Cebelitarık, Malta, Kıbrıs, Süveyş Kanalı, Hindistan, Singapur. İngiltere bunun için Kıbrıs’taki üslerini Avrupa Birliği müktesebatına da sokmuyor. Egemen üsler olarak tutmak istiyor.” “Ada bu çok önemli zincir üzerinde bir yer. Türkiye açısından düşünürsek; orada konuşlanacak bir muhasım güç, özellikle hava gücünü kullanması Türkiye’nin bütün doğusundaki şu an uçakla ulaşılamayan yerlere ulaşma imkânı sağlar. Başka ülkelerden oraya gelen uçaklar biliyorsunuz çok az süre kalabilirler havada. Mesafe yüzünden. Türkiye AB’ye katılınca bunlar ortadan kalkar deniyor. Biz çok daha uzun vadeli düşünmek zorundayız. ” “Vizyonumuz derindir. Coğrafya olarak baktığımızda; oraya konan bir hava gücü Türkiye’yi çok büyük açıdan tehdit eder. İkincisi Kıbrıs’ta bizim istemediğimiz ve etkili olamayacağımız bir politik oluşum olursa; karasular var. Arkasından kıta sahanlığı gelir. Arkasından da ekonomik zon gelir. Balıkçılık alanları gelir. Kıbrıs Türkiye’ye doğru serbest hareket edemeyeceğimiz bir alan olacaktır. Zaten Batı’da sıkıntımız var. Bir de Güney’de sıkıntı olursa Türkiye’nin hapsedilmesi olayı olur.” Bu konuşmadan on gün sonra, İstanbul’da peş peşe bombalar patladı. Bombaların peşinden ise hikâyeler dört bir yana dağıldı. İslam ve terör üstüne hikâyeler… Türkiye bu hikâyeleri aşıp da niçin o bankanın seçildiğini sorgulamadı, o bankanın tarihi hikâyesini hatırlamadı. Amaç korkutmaksa, Pazar günü Taksim’de patlayacak bombalar daha çok korkuturdu. Genelkurmay Başkanı’nın konuşmasında bahsi geçen “zincir”in ucundaki tarihi banka bombalanmıştı. HSBC: Hong Kong Shangai Banking Corporation. Bu, hikâyemizin küçük parçalarından biri… Biz hikâyemizin eksik parçalarını bulmaya devam ediyoruz. Niçin geri kaldık sorusunu seslendirenler, önce, niçin Türkiye’den geri kaldıklarının cevabını versinler.

Amerikan kaderciliğine karşı İstanbul aklı “Amerikalılar söyleyecek bir şey bulamadıklarında hep içki ısmarlarlar.” Peter Ackroyd “İnsan, kaderini kendi yaratır.” Amerika’nın tehditleri karşısında “çaresiz” olduğumuzu sananlara, modern zamanların başat sloganını hatırlatmak bize mi düşecekti? Kader işte, bize düştü. Okyanuslar aşarak, sabahlara kadar uyumayarak, savaşarak, kan dökerek, kan ter içinde yarattılar kaderleri olan Amerika’yı. Sonunda güçlü kaderlerinin ellerinde oyuncak oldular. Kendi yarattığı “kaderine” karşı koyamayan, modern kaderini durdurmaya gücünün yetmediği modern insan ve onun trajedisi. Amerika Birleşik Şirketleri’nin Irak’ı işgalinden önce iyice gördük: Savaşı durdurmayı aklına koyacak kadar duyarlı, gerçeklerden barış çıkaracak kadar yaratıcı, kararlı, bilgili ve cesur insan yok. Herkes Amerikan kaderciliğine mahkûm olmuş; savaşı durdurmaya güçlerinin yetmeyeceğini, hatta kimsenin gücünün buna yetmeyeceğini söyleyip durdular. Trajedi; çünkü iki taraf da çaresiz. Trajedi; çünkü kameraların önünde savaş ya da barış için esip gürleyen o adamlar ne dediklerinin, ne yaptıklarının, neyi savunduklarının, neye karşı çıktıklarının içini dolduramıyorlar. Küçük adamların büyük hesaplarından doğuyor trajedi... Amerikalıların en büyük buluşu ve insanlığa hediyesi olan Corç Dabılyu Buş, çok dalda Oscar Ödülleri’ni toplayarak, Teksas’taki çiftliğine götürmeyi hak etti. Terörle savaş için her şeyini ortaya koyan (silahlarından başka bir şeyi yok!) idealist başkanı canlandırıyor, devlet başkanı rolünü çok iyi oynuyor. Bu performansıyla, devlet başkanı rolü yapan diğer rakiplerini açık farkla geride bırakıyor. Kötü adam tiplemesini başarıyla oynayan ve birbirleriyle yarışan iki isim ise Saddam Hüseyin ve Usame bin Laden’di. Rolünün hakkını vermek için uzun süre İslam coğrafyasında yaşayan ve kılıktan kılığa giren, kasetleri yok satan Usame bin Laden, son yıllarda büyük bir çıkış yapsa da Saddam Hüseyin yılların tecrübesiyle, Oscar’ın en büyük diğer ortağı. “Nobel adayımız nerede, niçin geç kaldı?” diyorduk ki, Niyork Tayms Magazin’in sayfalarından, ölmeden kısa bir süre önce el salladı bize:

Oriana Fallaci[16]. Kesinlikle bu bir “tayming” meselesi. Bundan önce de Hintli yazar V. S. Naipul, iyi bir zamanlamayla, 11 Eylül’den hemen sonra, fikir tornasına sığamayacak kadar kaba cümleleriyle İslam Dünyası’nı hedef almış ve hayatının ödülü olan Nobel’e kavuşmuştu. Kambersiz düğün olmaz; Oriana da geldiğine göre, gelecek başka kimse yoksa düğün başlasın ve havai fişekler ateşlensin. Ateşlendi... Bütün dünya, Siyenen’den, hem de hiç ceset görmeden, sadece, geceleri gökyüzünü aydınlatan bombaları, havai fişek gibi seyretti bir kez daha... “Batı tabii ki İslam’dan üstün” diyor Fallaci. Öfkeli ve küstah bir dille kanser hariç bütün meseleleri halletmiş görünüyor: “Kanserimi tedavi edebilmelerinin sebebi Muhammed değil Batı tıbbı.” Fallaci’nin, sokak dilinde elmalarla armutları birbirine karıştırmak diye ifade edilen bir problemi var; önce mantık öğrenmesi gerekiyor. Kanser olan sadece vücudu değil, kelimeleri. Kanserin nedeni Oriana Fallaci’nin zihni! Aslında bir hastalık olmayan kanser, bilindiği gibi, virüsü olmayan, hücrelerin rastgele çoğalması demek olan durumun adıdır. Fallaci’nin kelimeleri de hücreleri gibi rastgele çoğalıyor, rastgele kıyaslamalar yapıyor. Fallaci’nin kanserli cümlelerinden en azından ikisini düzeltmeye çalışmak, belki geride kalanlara yardımcı olur. Birincisi: Batı, bir din olmadığı için, bir din ile din-dışı bir uygarlığı mukayese edemeyiz. Bakirelerle fahişeler mukayese edilemez. “Batı Medeniyeti İslam Medeniyetinden üstün” diyebilseydi, tartışma için bir zemin bulmuş olacaktık. Kendisine “Hangi açıdan?” diye soramıyoruz, çünkü ortada açı oluşturabilecek bir zemin yok. Zemin yoksa açı nasıl olsun? İslam Dünyası’nın sorunları, Batı Dünyası’nın başarıları demek değildir. İnsanların sağlıklı bir hayat için doğaya ve doğal olana U dönüşü yaptıklarını ve sanayisiz İslam Dünyası’ndan başka gidecek pek bir yer kalmadığını göremiyor Fallaci. Bunu göremeyen birinin İslam Medeniyeti denilince Hayyam’dan başkasını bilmesinin imkânsızlığı da ortada. Görünen o ki İbni Sina’nın ismini bile bilmiyor. “Kanserimi tedavi edebilmelerinin sebebi Muhammed değil Batı tıbbı” diyor Fallaci. Muhammed yerine “İbni Sina tıbbı’ diyebilseydi, yanlış ve/veya eksik olsa da anlamlı bir cümle kurmuş olacaktı. Oriana Fallaci’nin cümlelerinde anlam vücut bulamıyor, çünkü zihni anlamı rastgele parçalara ayırıyor. -Oriana, Muhammed (a.s) doktor değil ki! O bir peygamber. Küçümsediğin, burka giyen Afgan kadınları gibi peygamberlerden şifa

beklemeye bir son ver istersen? Bir peygamberle bir bilgi türünü mukayese etmek, hangi zavallılığın eseridir? “Aynştayn bizi cennete götüremez!” diyen bir köylüden farklı bir şey söylemiyor Oriana Fallaci; tersten aynı şeyi söylüyor. Oriana Fallaci ve onun gibi kelimeleri rastgele çoğaltarak kanserli cümleleri ortaya atanlar, tedaviye başka bir İtalyan yazarı, Umberto Eco’yu okuyarak başlayabilirler. Romanının kahramanlarından Diotallevi kanserdir ve kendisini ziyarete gelen arkadaşını uyarmaktadır: “Kitap’ı değiştirirsen, dünyayı da değiştirirsin; dünyayı değiştirirsen, bedeni de değiştirirsin. Biz bunu anlamadık.” “Anlamıyorum.” “Anlayamazsın. Yarattığın şeyin tutsağı oldun artık. Ama öykün dış dünyada hâlâ gelişiyor. Nasıl olacağını bilmem ama kurtulabilirsin. Benim durumum başka. Plan’da şaka olsun diye yaptığımız her şeyi bedenimde yaşıyorum.” “Saçmalama. Hücrelerle ilgili bir şey bu...” “Hücreler nedir peki? (...) Dudaklarımızın söylediğini hücrelerimiz öğrendi. Benim hücrelerim ne yaptılar? Başka Plan icat ettiler; şimdi başlarına buyruk gidiyorlar. Hücrelerim bir tarih oluşturuyor, başkalarına benzemeyen bir tarih. (...) Tersyüz oluyorlar, sıra değiştiriyorlar, evrilip çevriliyorlar, görülmedik, hiçbir anlamı olmayan ya da anlamları doğru anlama ters düşen yeni hücreler yaratıyorlar. Doğru anlamla yanlış anlam diye bir şey olmalı; yoksa insan yaşayamaz, ölür. Ama benim hücrelerim şakalaşıyorlar, inançsızca, körü körüne. (...) Ben bunun için ölüyorum, Jacopo, sen de biliyorsun.” “Hasta olduğun için böyle söylüyorsun...” “Bedenimle ilgili her şeyi sonunda anladığım için böyle söylüyorum. Gün gün inceliyorum onu, içinde neler olup bittiğini biliyorum, ama ben karışamıyorum onlara; hücreler artık boyun eğmiyorlar. Ölüyorum, çünkü hücrelerimi, hiçbir kural olmadığına, insanın her metne canının istediğini yapabileceğine inandırdım. Bütün ömrümü kendimi buna inandırmakla geçirdim; beynimle yaptım bunu. Beynim mesajı hücrelerime iletmiş

olmalı. Hücrelerimin beynimden daha akıllı olmalarını nasıl bekleyebilirim? Düş gücümüzü hiçbir sınır tanımaksızın kullandığım için ölüyorum ben.”[17] “Batı, medeniyeti Müslümanlardan öğrendi, Batı’nın temelinde İslam var.” Böyle cümlelerle kendini avutmaya çalışanlarla karıştırılmamak için, oysa aramızda İstanbul kadar çok fark ve mesafe var, burayı terk etmekte fayda var. Buraya Hızır’ın ayak bastığı da kuşkulu… Hızır’ın yerine Superman Bizim Hızır’ımız vardı, onların Superman’i... Bizim Hızırlarımız çok geniş bir coğrafyada darda kalanlara yardım edip sır olurlarken, herkes Hızır gibi isimsiz kahraman olmaya çalışırken, Superman ise sadece kamera karşısında yardım ediyordu. Superman, yıllarca, uçarak (tayy-i mekan yaparak) darda kalanların yardımına koştu durdu. Televizyon dizilerinden mükemmel olduğu izlenimi uyandıran Amerikan adaletinin boşluğunu, mafya yerine Superman doldurmaya çalıştı. Supermanleri yaratan ve yaşatan adalet ihtiyacıydı. Bir tarafta, takma sakallı olduğu hemen anlaşılan, rengarenk cüppeli evliyaların akıl almaz hikâyelerini yayınlayarak palazlanan televizyon kanalı vardı. Diğer yanda ise filmleri alt yazılı olarak yayınlayacak kadar Batılı televizyon kanalı. Türkiye’nin en Batılı bu televizyon kanalında da vampir dizileri, hurafeler kesintisiz arz-ı endam ediyor... Büyük kentlerin rasyonel insanları, Harry Potter ve Yüzüklerin Efendisi gibi hurafeleri izlemek için akın akın sinema salonlarına akın ediyor, hurafenin değeri rekor hasılatlarla ispatlanıyor... Ama filmdekilerle gerçekleri birbirine karıştırmadıklarını iddia edeceklerdir. Bunun için mi gazeteleriniz atari dergilerine benziyor? Gerçekçi olduğunuz için mi medyada savaş haberleri, bilgisayar oyunu gibi gösteriliyor. Uçakların ve bombaların özelliklerini okurken, saçlarınız dimdik olacağı, üşümeye başlayacağınız yerde çocuklar gibi hayranlığınız niçin artıyor öyleyse? İngiltere dünyanın öteki ucundaki Falkland Adaları’nda bile hak iddia etme cesareti bulurken, asırlarca yönettiğiniz, kız alıp kız verdiğiniz, beraber şarkı söylediğiniz, aynı sudan içtiğiniz, aynı yöne döndüğünüz insanların yaşadığı Bağdat’ta hak/söz sahibi olduğunuzu söylemekten sizi alıkoyan nedir? Bu sorun karşısında söz hakkınız da mı yok? Herkes ellerini masaya koysun ve

kimin elleri temizse önce o konuşsun! Osmanlı’yı imparatorluk zannederek ellerinden utanıp gizleyenler, başkalarının ellerine iyice baksınlar; elleri bizden temiz olan mı var? Milliyetçilerle ve emperyalistlerle karıştırılmaktan korktuğunuz kadar, dünyanın merkezi İstanbul’un boşluğunu dolduramayan Washington, Londra ve Paris’in, her şeyi iyice içinden çıkılmaz hale getirmesinden korksanız daha iyi olmaz mı? Amerikalı, İngiliz, Fransız, Alman arkadaşlarımız ve Arap dostlarımız, gözlerini dört açarak ve ellerini vicdanlarına koyarak gerçeği söylesinler: İstanbul’un paranteze alındığı günden beri “Ortadoğu”da her şey daha kötüye gitmedi mi? “Ortadoğu”da can ve mal güvenliği hiç bu kadar tehlike altında kalmış mıydı? “Ortadoğu”, Osmanlı’nın son mebuslarından İsmail Hakkı Babanzade’nin, XX. yüzyılın başında gezerek mektuplarında[18] anlattığından daha kötü durumda. O zamanlar da Kuveyt limanından “İnkiliz” McCanzie tüfekleri ekmek fiyatına halka satılıyor, eşkıyalık ve isyan körükleniyordu... Avrupa Birliği ve Arap Birliği çatırdarken Arap modernleşmesi ne durumda? Kâbe’nin etrafına, saçmanın taş kesilmiş hali demek olan o büyük otelleri diken Arap modernleşmesinin bir değeri mi var? İslam mimarisinin en önemli eserlerinden biri olan Kâbe, hacıların içinde kaldığı o büyük saçmalıkların değersizliğini bizatihi varlığıyla gösteriyor, mimariden nasibi olanlara. Kendilerini İstanbul’un değil de Endülüs’ün devamı olarak görenler, Endülüs’ün devamı olamadılar. Endülüs’ü taklit etmekten bile aciz olduklarını, Kâbe’nin temsil ettiği perspektife sahip olamadıklarını görmek ve söylemek için, başka hangi felaketlerin olması gerekiyor? “Ortadoğu”da üç İsrail Türkiye, haritaya uzaklaştıkça sorunlara yaklaşıyor. Türkiye’nin menfaatlerinin kayıtsız şartsız, en kısa zamanda Amerika’nın yanında olmayı gerektirdiğini söyleyen rüzgârgülleri, “Ortadoğu”da Saddam sonrası oluşması muhtemel üç İsrail’le nasıl baş etmeyi düşünüyorlar? Uzaktaki Amerika ve İngiltere’ye karşı koyacak gücü bulamayan ve “müttefiklerimiz”le neredeyse pazarlık dahi yapmaksızın, ortak hareket etmekten başka çaremiz olmadığını söyleyenler, sınır komşusu olduğumuz Amerika, İngiltere ve İsrail’e karşı hangi güçle Türkiye’yi koruyacaklar? Asıl “real” olan durum bu değil mi? Amerika’dan almak için çalışılan ekonomik yardımı, komşu ülkelerle ekonomik ilişkiler güçlendirilerek elde edilemeyeceğini kim söylüyor? Sizi yardıma layık görenler mi?

“Ortadoğu”yu nükleer tehlikelerden kurtarmak için bu savaşı göze aldıklarını iddia edenler, “gerekirse atom bombası da kullanabiliriz” diyerek salaklıkta da rakip tanımadıklarını, bizi yormadan ispat etmiş oldular. “Kral salaaak!” diyebilecek “özgür hümanist insan” nerede? Bütün bu kanlı şarlatanlıklar karşısında ideal olarak gösterilen “modern insan” nerede? Amerikan ve Avrupa toplumlarının Irak halkından daha akıllı, daha gelişmiş, daha duyarlı, daha insancıl olduğunun delili nerede? Bu kadar büyük yalanlar ve kanlı şarlatanlıklar karşısında, protesto gösterileri ne kadar da küçük kalıyor. (Onların da başlarında Saddam gibi bir diktatör olsaydı, acaba bu gösteriler olabilir miydi?) Kültüre büyük önem verdiğini iddia edenler, insanlık mirasının en önemli parçalarından biri olan tarihi Bağdat şehrini korumak için kıllarını kıpırdatmadılar. Her şeye “sıfır”dan başlamaya çalışanların ellerinde koca bir sıfırdan başka bir şey yok. Amerikan kaderciliğine boyun bükmelerinin, çaresizliklerinin nedeni budur. Avrupalılar, Amerikalılar ve yazılarımızda tırnak içinde andığımız İslamcılar her şeye sıfırdan başlamanın büyüsüne kapıldılar. “Nerede kalmıştık?” sorusunu sorabilselerdi, bütün haritalarda, hangi açıdan bakarlarsa baksınlar İstanbul’u göreceklerdi. Amerika ile Pakistan’ı kuran zihniyet sanıldığı gibi farklı değildi; her şeye sıfırdan başlamak sevdasıydı. Pakistan adlı projenin üstünü çizemeyenlerin unuttuğu bir şey var: Hz. Adem (a.s) bile hiçbir şeye sıfırdan başlamamıştı. Savaşa karşı çıkmak için “Çocuklar öldürülmesin!”den başka bir şey bilmiyorlar... Çocuklar öldürülmesinler, ama yetim ve öksüz bırakılabilirler? Bağdat’taki yaşlıları, tarihî eserleri, Müslüman bilginleri, Müslüman bilgeleri ve eserlerini hatırlamamalarının nedeni, Bağdat’a ve onun temsil ettiği birikime ırak olmalarıdır. “Irak bize ırak değildir” iddiasında bulunsalar da görünüyor ki, Bağdat onlara ıraktır. Şaşkın Amerikalılar, söyleyecek bir şey bulamayıp kapalı kapılar ardında herkese içki ısmarlamaya devam etsinler. (Kendilerine zorluk çıkaranlara, daha çok içki ısmarlıyorlar. Veya şişeyi kafalarında patlatmakla tehdit ediyorlar.) Ama unuttukları bir şey var: Biz alkole yer vermeyen bir medeniyetin mensuplarıyız. Onları sarhoş eden şeylere uzağız, sarhoş değiliz, aklımız başımızda ve dünyayı kuran “söz” de bizde. Biz kimiz? Her şeye “sıfır”dan değil de her şeye “Bir”den başlamak gerektiğini savunanlar ve ısrarla “Nerede kalmıştık?” sorusunu soranlar. Her

şeye “Bir”den başlayan Muhammed (a.s), Hızır olmuş kurtarmıştı Musa’yı (a.s) onların elinden ve uzun bir yürüyüşe çıkmışlardı. Yaşıyla, hem günahı hem sevabı bilen tecrübesiyle, akleden kalbiyle, cesaretiyle İslam Dünyası’nı Ömer (a.s) gibi kurtaran ve koruyan İstanbul’du. (Biz günahı biliyoruz, ama onlar sevabı bilmiyorlar; bizi onlardan üstün kılan da bu.) İslam Dünyası’nın niçin bu halde olduğunu merak eden, çözüm olarak her şeye “sıfır”dan başlamaya çalışan sıfırcılar, ancak İstanbullu olduklarında bu soruların cevaplarını bulabilecekler: “Doğru hesaplıyorsunuz, ama yanlış düşünüyorsunuz.” Belli bir alanda hızla “ilerleme”k isteyen kişi, diğer bütün alanlarla bağlarını koparmak veya zayıflatmak zorundadır. Çok önemli bir sınava hazırlanan bir öğrencinin bütün bir yıl derslerinden başka bir şeyle ilgilenmeyerek, dersleri dışında her şeyden geri kalması gibi. Teknoloji sınavını kazanmış ama bu arada hayattan kopmuş ve çok şeyini geliştiremeden kaybetmiş Batılılara ve Batıcılara yıllardır laf anlatmaya çalışıyoruz. Batılılar İslam Dünyası’na çok güneşli olmasından ötürü “Güneş Ülkesi” de derler. “Güneş Ülke”sinde yaşayan Müslümanlar, asırlardır, güneş doğmadan önce uyanır, sabah namazlarını eda edip güne başlarlar. Güneşin batmasından kısa bir süre sonra da yatsı namazlarını kılarak kendilerini uykuya bırakırlar. Işık ve ısıdan yana pek sıkıntı çekmeyen, güneş merkezli doğal bir hayatı yaşayan insanların yeni ışık ve enerji kaynakları bulma konusunda özel bir çaba içerisinde olmasını beklemek, elektriği Müslümanlar bulmadığı için onları “tembellik”le suçlamak, hiç de gerçekçi olmaz. Ağustosta bile sisler altında kalabilen Avrupa’nın sakinleri puslu, yağmurlu ve güneş ışığından mahrum, soğukta ve karanlıkta yaşarken doğal olarak yeni ışık ve enerji kaynaklarına ihtiyaç duyuyorlardı. Elektriği Batılıların bulmasından daha doğal ne olabilir? Tarih, bir kez daha doğal/mukadder olanı haber veriyor bize: insan ihtiyaç duyduğu şeyi arar, ararsa bulur. Aç olanın yiyecek araması ve bulması gibi. Karanlıkta ve soğukta olanlar yeni “aydınlanma” kaynakları buldular... İlkbaharda sefere çıkan Osmanlı orduları, kışa kadar binlerce kilometre yol almalarına rağmen hâlâ Osmanlı sınırlarının dışına çıkamadıklarında, fetih süreci tamamlanmış oldu. Fetih sürecinin tamamlanmasının doğal nedeni

budur. İşte o zaman, teknolojileri kendilerine yetmez oldu ve yeni ve hızlı araçların ihtiyacını duymaya başladılar. Batılılar, önlerinde açılan yeni alanda, diğer alanlarla bağlarını koparmak derecesinde ihmal ederek, bütün ilgilerini bu yeni alana vererek hızla “ilerlediler” ve sonunda kapılarımıza dadandılar... Büyük bir illüzyonla karşı karşıyayız: Görkemli, ahlaksız ve acımasız. Bir alanda hızla ilerleyip ortaya göz alıcı ürünler koydukları için her şeyin doğrusunu kendilerinin bildiklerini sanıyor, her şeye kendilerinin karar vermesi gerektiğini iddia ediyorlar. Oysa akademisyenlerine, danışmanlarına, yönetmenlerine, yazarlarına, silahlarına, teknolojik üstünlüklerine ve sermaye güçlerine rağmen, yaklaşık bir asırdır Kudüs’te bile sözleri geçmiyor, kimseyi ikna edemiyorlar. Güçleri ne Kudüs’ün ne de Saraybosna’nın temsil ettiği birikime yetiyor. Karşılarında ordusuz bir halk vardı ve yaptıkları bütün hesaplar, şehrin en geç üç günde düşeceğini söylüyordu. Ne üç günde, ne de üç haftada Saraybosna’ya girebildiler. Saraybosna, üç yıldan fazla direndi, hiç teslim olmadı. İstanbul’dan zorla koparılan ve İstanbulluların kendilerini unuttuğu düşüncesiyle gönlü kırık insanların yaşadığı Saraybosna, bütün dünyanın yüzüne tutulan bir ayna oldu. “Askerler bir milyon merminin Saraybosna’ya düştüğünü söylüyorlar.” Fakat o kırık aynamızı daha fazla kıramadılar, yok edemediler. Saraybosna, onların kirli yüzlerini gösteren bir ayna oldu bütün dünya için. “Kasıtlı olarak 160 kere bombalanmış bir hastaneyi başka hiçbir yerde göremezsiniz. Bu, tarihte yalnızca bir kez ve Saraybosna’da oldu.” İstanbul’dan ilk yardımın Saraybosna’ya ulaştığı o akşam vakti, ki küçük bir yardımdı söz konusu olan, bayram havası yaşattılar. Bütün bayramlarda yaptıkları gibi, bütün minarelerden salâvatlar yankılandı Bosna’da: “İstanbul bu mücadeleyi duymuşsa, biz bu savaşı kaybetmeyiz!” Büyüklerinden öğrenmişlerdi bunu. “Tabancalarla silahlanmış, 20 ila 150 kişiden ibaret yüz grupla, 150 bin askerden oluşan ve birkaç bin düşman askerini etkisiz hale getirmeyi, binden fazla tankı ve zırhlı aracı imha etmeyi başaran bir ordu” yarattılar. Ne zaman ibreler tersine dönüp Sırpların yenileceği ortaya çıkınca, Bosna Ordusu ilk defa büyük taarruza geçip de işgal edilmiş topraklarını geri almaya başlayınca, Amerika savaşa müdahale etti ve göstermelik birkaç Sırp mevzisini bombaladı. Bu müdahale, medyaya “Boşnakları Amerika kurtardı”

şeklinde yansırken, Bosna-Hersek eski Genelkurmay Başkanı Rasim Deliç kamera önünde[19], Amerika’nın kendilerini nasıl tehdit ettiğini açıkladı. Bükreş’teki Amerika Büyükelçiliği’nde temsilci Hallbrooke, “Boşuna uğraşmayın, ordunuzu durdurun, % 51’e % 49 şeklindeki planımızı değiştiremezsiniz. Durmazsanız Sırplar gibi sizi de bombalarız” diyerek, Bosna-Hersek Genelkurmay Başkanı’nı tehdit eder ve Boşnakların kazanacağı belli olan savaş galibi olmadan bitirtilir. Dayton Antlaşması imzalanır. Bu antlaşma barış getiren bir antlaşma değildir, bir ateşkestir, sadece silahlar susturulmuştur... Aliya İzzetbegoviç’in deyişiyle Dayton Antlaşması ile Boşnakların mücadelelerinin şekli değişir; mücadelelerine artık askeri olarak değil siyasi olarak devam etmektedirler. Çünkü BosnaHersek siyasi ve ekonomik bir kuşatmanın altında ve sürekli göz hapsindedir. Washington’un, Londra’nın, Paris’in, Berlin’in, Moskova’nın ve Pekin’in; hepsinin ve her birinin İstanbul’un yerini dolduramadığının en son şahidi değildir Saraybosna. Bağdat, Kerkük ve Musul yeni şahitler olarak sıradaki yerlerini almışlardır... “Dünya muktedir ve güçlü düşmanlar yanında, zayıf ve narin dostlarla doludur.”[20] Narin dostlarımız ve güçlü düşmanlarımız anlamalıdır ki İslam Dünyası’nı ve dünyayı bu hallere sürükleyen düşüncesizlik: İstanbulsuzluktur!

Bu kitabı da kendi doğallığımızla bitirelim: Geceleri nöbetçi manavların önünde arabalarını durdurup meyvelerin önünde dikilen insanlar vardır. Görmüş olmalısınız. Arabadan indikten sonra, bellerini çeker, pantolonlarını düzeltir, kendilerini “şöööyle” bir toparlarlar… Diyeceğimiz o ki, ne bu yazar nöbetçi yazar, ne de buradaki fikirler görücüye çıkmış meyve! Meseleler karşısında “öyle” durulmaz.

[1]

The Evening Standart

[2]

Edward Said, Yeni Binyılda Filistin Sorunu, (Tercüme: Ahmet Cüneyt, Ali Kerem, Nuri Ersoy), s. 31-32, 2002.

[3]

Şark ul Evsat, 7 Ocak 2003.

[4]

Kemal H. Karpat, Ortadoğu’da Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, (Çevirmen :Recep Boztemur ), s. 20, 2004.

[5]

Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmud nr. 5633, müellif nüshası.

[6]

Cemal Paşa, Hatıralar, s. 34, 2001.

[7]

İsmet Özel, Cuma Mektupları-7, s. 40-41, 2002.

[8]

Turgut Cansever, Kubbeyi Yere Koymamak, s. 208, 1997.

[8]

Ivo Andriç, Travnik Günlüğü, (Çevirmen: Tahir Alangu), s. 42, 1999.

[10]

Nizar Kabbani (1923-1998). Suriye’de zengin bir Şamlı ailenin çocuğu olarak doğdu. Şam Üniversitesi’nde hukuk okudu. Dışişlerinde çalışmaya başladı. İlk kitabı “Esmerim Anlattı Bana” (1942) henüz on dokuz yaşındayken yayımlandı. Bu kitapla kazandığı şöhreti her geçen yıl arttı. Ülkesini birçok Avrupa ve Asya başkentinde diplomat olarak temsil eden Kabbani, yönetimle olan uyuşmazlığı nedeniyle görevinden istifa etti. Bir aşk şairi olarak tanınan Kabbani, 1967 Arap-İsrail savaşından sonra Arap şiirinde çağ açıcı bir rol oynamıştır.

[11]

Selahaddin Eyyubi (1138-1193). Mısır, Suriye, Yemen ve Filistin sultanı ve Eyyubi hanedanının ilk hükümdarı. Kudüs’ü Haçlılardan alarak {2 Ekim 1187) kentte 88 yıl süren Frank işgaline son vermiş, Hıristiyanların misilleme olarak düzenledikleri III. Haçlı Seferi’ni etkisiz hale getirmiştir.

[12]

“Halid bin Velid’in İşten Çıkarıldığının Resmidir”, Tercüme: İbrahim Demirci-Mehmet Harmancı.

[13]

Nizar Kabbani, İşgal Altında, (Tercüme: Turan Koç-İbrahim Demirci). (Şiirin birkaç yerinde, mütercimlerin hoşgörüsüne sığınarak birkaç müdahalede bulunulmuştur.)

[14]

Muhammed Esed (1900-1992). Eski adı Leopolde Weiss. Yahudi asıllı Avusturyalı gazeteci, yazar ve araştırmacı 1900 yılında önceleri Polonya’da, sonra Avusturya’da kalan Lwew kentinde doğdu. Gazeteci olarak Ortadoğu’da yaptığı uzun seyahatlerden sonra 1926’da Müslüman oldu. Libya bağımsızlık mücadelesine katıldı. 1942’de babası ve kızkardeşi Nazi toplama kamplarında öldürüldü. 1947 yılında da yeni kurulan Pakistan devletinin politik organizasyonunun dayanacağı temel ilkeleri araştıran ‘İslâmî Tecdit Kurumu’na üye seçildi. Sonra Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu Bölümü Başkanlığı’na getirildi. 1952 yılında Pakistan’ın Birleşmiş Millerler’deki ve Pakistan Dışişleri Bakanlığı’ndaki görevlerinden istifa etti. “Mekke’ye Giden Yol” ilk olarak 1967’de Türkçe’ye bazı bölümleri atlanarak çevrildi. Eserleri: “Yolların Ayrılış Noktasında İslam”, “İslam’da Yönetim Biçimi”, “Mekke’ye Giden Yol”, “Kur’an Mesajı, meal-tefsir”, “Sahih-i Buhari Tercümesi”.

[15]

Steven Runciman, Konstantinopolis Düştü, (Çeviren: Derin Türkömer), İstanbul, 1999.

[16]

(1930-2006) İtalyan gazeteci ve yazar.

[17]

Umberto Eco, Foucault Sarkacı, 110. Bölüm’den, İstanbul, 1992.

[18]

İsmail Hakkı Babanzade, Irak Mektuptarı, İstanbul, 2002.

[19]

“Aliya” Belgeseli, Kanal 7.

[20]

Aliya İzzettegoviç, Bosna Mucizesi, (Türkçeleştiren: Fatmanur Altun, Rıfat Ahmedoğlu), İstanbul, 2002.