149 5 2MB
Turkish Pages 266 Year 2017
İngİlİz Edebİyatında Toplumsal Cİnsİyet
Editör Huriye Reİs Aytül ÖZÜM
HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI 2017
Editör Huriye Reis Aytül özüm Kapak Tasarımı Engin Esen
Yayın Hakları©, 2017, Hacettepe Üniversitesi Copyright©, 2017 by Hacettepe University ISBN: 978-975-491-????-?
Hacettepe Üniversitesi tarafından Hacettepe Üniversitesi Basımevi’ne 200 adet bastırılmıştır.
iii
İçindekiler Teşekkür
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
v
GİRİŞ İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
1
Huriye REİS, Aytül ÖZÜM
I. KISIM I. BÖLÜM Ortaçağ İngiliz Edebiyatında Şiddetin Kutsallaştırdığı Kadınlar
. . . . . . . . . . . . . . . . .
17
. . . . . . . . . . . . . . . . . .
35
Pınar TAŞDELEN II. BÖLÜM Toplumsal Cinsiyetin Edimselliği ve Ortaçağ Nasihatnameleri Oya BAYILTMIŞ ÖĞÜTCÜ III. BÖLÜM Elizabeth Cary’nin The Tragedy of Mariam (Mariam’ın Trajedisi) Adlı Oyununda İtaatkâr ve Asi Rönesans Kadın İmgeleri
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
61
İmren YELMİŞ IV. BÖLÜM Cadılığın Tarihçesinde Bilinmeyenler: The Witch of Edmonton ve The Witch Oyunlarında Hetero-Ataerkil Çerçevede Kadın
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
79
Zümre Gizem YILMAZ V. BÖLÜM Mavi Çoraplılar Topluluğu ve On Sekizinci Yüzyıl İngiliz Romanındaki Etkilerinin Frances Burney’nin Evelina Romanında İncelenmesi
. . . . . . . . . . . . . . . .
Cemre Mimoza BARTU
99
iv
VI. BÖLÜM Cinsiyet/Toplumsal Cinsiyet Sorunsalı: George Eliot’ın Kıyıdaki Değirmen’inde Toplumsal Cinsiyet Performativitesi ve Düzenleyici Pratikler
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
123
Hakan YILMAZ
II. KISIM VII. BÖLÜM Emperyalist Erkekliğin Çöküşü: Joseph Conrad’ın Lord Jim Romanında Erkeklik Çıkmazı
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
149
Şafak HORZUM VIII. BÖLÜM Portia Coughlan: Anneliği Reddeden Bir Kadın Portresi
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
169
Kübra VURAL ÖZBEY IX. BÖLÜM Bedende Yazılı: Jeanette Winterson’ın Söylemsel Toplumsal Cinsiyet Performansına Bedensel Katkısı
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
189
Gülşah GÖÇMEN X. BÖLÜM Yeni(den) Aile: Charles Dyer’ın Staircase, Kevin Elyot’ın My Night with Reg ve Samuel Adamson’ın Southwark Fair Oyunlarında Heteronormatif Düzenin Eşcinsel Aile Algısına Etkisi 211 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Hande DİRİM XI. BÖLÜM Liz Jensen’in Tufandan Sonra Romanında “İnsani” ve “Hayvani” Varoluşun Cinsiyetli Bedenleşmesi 233 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Kerim Can YAZGÜNOĞLU
v
Teşekkür
Bu kitabın oluşmasında özveriyle ve titizlikle çalışan katılımcı genç akademisyen arkadaşlara, baskıya hazırlayan Hacettepe Üniversitesi Basımevi’ne ve kitabın yayımlanmasına izin ve destek veren Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğü’ne teşekkürlerimizi sunarız.
GİRİŞ İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet Huriye Reis Aytül Özüm
Cinsler arası sosyal ve kültürel hak ve hürriyetleri kapsayan bir terim olan toplumsal/sosyal cinsiyet çeşitli şekillerde tanımlanabilir. Connell’e göre, genel anlamıyla toplumsal cinsiyet, kadın ve erkek arasındaki biyolojik farklılıklara bağlı olarak kadın ve erkeğin kültürel farklılıklarıdır (Gender 9). Ancak bu tanım toplumsal cinsiyeti kadın erkek arasındaki zıtlıklara indirgemekte ve kadın erkek diye gruplanan insanların grupları içinde veya gruplar arası farklılıklarını toplumsal cinsiyet tanımının dışına itmektedir. Toplumsal cinsiyet çalışmaları bu ikili tanımın ötesine giden tanımlar önermiştir. Özellikle toplumsal cinsiyeti bedene dayalı bir durum olmak yerine kültürel ve sosyal olarak yapılandırılan bir durum olarak ele almak son zamanlarda benimsenen bir yaklaşımdır. Bu açıdan bakıldığında, toplumsal cinsiyet değişmez kabul edilen bedensel yapının belirlediği bir durum değil sosyal olarak sürekli üretilen ve sürekli değişen bir olgudur.1 Bu kitabın konusu olan ve Ortaçağdan günümüze İngiliz edebiyatının şiir, roman, tiyatro oyunu gibi farklı edebi türlerinde temsil edilen toplumsal cinsiyet, sosyal cinsiyet, cinsiyete dayalı toplumsal roller gibi terimlerle tanımlanan ve insanların kadın ve erkek olarak sınıflandırıldığında hak ve sorumluluklarında nasıl değişiklik ve eşitsizlikler ortaya çıktığı konusu insanlık tarihinin en önemli konularından biri olmuştur denilebilir. Özellikle günümüzde toplumların gelişme düzeyleri toplum bireylerinin kadın ve erkek 1 Bkz. Judith Butler’ın Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi ve Bela Bedenler başlıklı kitapları. Bu kitapta metin içerisinde ve bölüm başlıklarında adı geçen Türkçeye çevrilmiş İngilizce eserlerin Türkçe başlıkları kullanılmıştır. Türkçeye çevrilmemiş eserlerin orijinal başlıkları tercih edilmiştir.
2
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
olmasına dayalı olarak hak ve hürriyetlerden nasıl yararlandığının belirlediği bir durumdur. Connell’in Gender in World Perspective kitabında dediği gibi, özellikle on dokuzuncu yüzyıldan itibaren “kadınların özgürleşmesi” her toplum için bir gelişim göstergesi haline gelmiştir (34). Günümüzde de gelişmişlik ve uygarlık ölçütü olarak toplumsal cinsiyet eşitliği temel bir ölçüttür ve toplumsal cinsiyete dayalı hak ihlallerinin giderilmesi için çaba gösterilmektedir. Aslında günümüz toplumları toplumsal cinsiyet farkındalığı geçmişe göre daha yüksek olan toplumlardır diyebiliriz. Toplumsal cinsiyet farkındalığının ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin kültür ve edebiyatta daima önemli bir konu olduğu açıktır. Özellikle çalışan sınıfın politik haklarının, seçme ve seçilme haklarının verilmesinde İngiltere’nin geleneksel toplumsal cinsiyet normlarına göre hareket ettiği, kadınların zorlu bir kampanya sonucu ancak 1918’de oy hakkı kazanmasından ve bunun da otuz yaş üzerindeki kadınlara tanınmasından anlaşılmaktadır. Öte yandan, İngiltere’de toplumsal cinsiyet anlayışının daima önem taşıdığını ve ilgili egemen normların yaygınlaştırılıp normalleştirilmesinde edebiyatın büyük bir rol oynadığını görmekteyiz. Edebiyat Foucault’nın tanımladığı “güç/iktidar/söylem” ilişkisinin (27) toplumsal cinsiyet bağlamında nasıl bir rolü olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Özellikle Ortaçağ dönemi itibariyle İngiliz edebiyatının egemen toplumsal cinsiyet söylemini dahil ettiğini ve sorgulama ve onamaya açtığını görebiliyoruz. Bir başka deyişle, cinsler arası ilişkileri düzenleyen ve kadın erkek olarak sınıflanan insanların toplumsal rollerini belirleyen normlar İngiliz edebiyatının erken sayılacak bir dönemi olan Ortaçağ İngiliz edebiyatında doğrudan ele alınan konulardır. Bu kitapta Pınar Taşdelen ve Oya Bayıltmış Öğütcü'nün yazılarında tartıştıkları üzere, İngiliz Ortaçağı egemen toplumsal cinsiyet söyleminin sorgulanmadan uygulandığı bir dönem olmaktan çok ötedir. Ortaçağda, Hıristiyanlık ve mutlak otorite Kilise’nin geliştirdiği ve klasik dönem filozoflarının fikirleriyle de desteklenip geliştirilen toplumsal cinsiyet anlayışı temel olarak Adem ve Havva’nın İlk Günah’taki rolüne bağlı olarak gelişmiştir. Buna göre, Adem akıl dahil olmak üzere kişisel iradeyi kontrol edebilen ve yöneten her türlü üstün özelliklerle “erkek” cinsiyeti temsil ederken “kadın,” Havva’nın bir örneği olarak duygularına yenilen ve iradesini kontrol edemeyen zayıf bir varlık olarak tanımlanmıştır. Blamires’in Woman Defended and Woman Blamed antolojisi Ortaçağda egemen olan ve ağırlıklı olarak kadın karşıtlığına dayanan söylemin klasik çağdan bu yana nasıl kendini tekrar ettiğini ve gelecek
Giriş
kuşaklara devredilen bilginin güçle ilişkisini de gözler önüne sermektedir. Ortaçağ İngiliz edebiyatı da toplumsal cinsiyet anlayışının gelişmesine katkıda bulunmuş ve toplumsal cinsiyete bağlı ayrımcılık ve eşitsizliği doğrudan konu edinmiştir. Aslında Ortaçağ İngiliz edebiyatının toplumsal cinsiyet farkındalığı yüksek bir edebiyat olduğunu söylemek mümkündür. Ortaçağ İngiliz edebiyatının babası olarak kabul gören Geoffrey Chaucer eserlerinde toplumsal cinsiyeti sorgulayan kadın/erkek karakterler yaratmış ve toplumsal cinsiyetin kültürel ve kurgusal olduğunu ön plana çıkarmıştır. Özellikle Canterbury Hikayeleri’ndeki kadın karakterlerden biri olan Bathlı Hatun, egemen toplumsal cinsiyet söyleminin kuramsallığını ve kurgusallığını “Who Painted the Lion” sorusuyla öne çıkarır. Bathlı Hatuna göre kadın ve erkek arasında toplumsal cinsiyet bağlamında benimsenen ve kadınları suçlayıcı ve aşağılayıcı bilgileriyle mağdur eden egemen tutum söylemseldir. Doğruları insanla aslanın döğüşünü heykelleştirirken insanın aslanı yendiğini gösteren bir heykel yapan heykeltraşın yaptığı gibi gücü/fırçayı/kalemi/ çekici elinde bulunduranın doğruları tarafından şekillenir (III(D)691-696). Gawain şairi de özellikle Gawain ve Yeşil Şövalye adlı eserinde Ortaçağ romansı bağlamında kadınlık ve erkeklik tiplemelerinde Ortaçağ romansına hakim olan toplumsal cinsiyet anlayışını temsil etmiş ve sorgulamaya açmıştır. Bu doğrultuda yenilmez bir doğruluk timsali olan Gawain ideal erkeklik değerleriyle sınandığında karşısında geleneksel kadın aleyhtarı söylem ürünü kadınları bulur ve onlardan gelen kışkırtma ve zorlamaların üstesinden gelerek ideal şövalye ünvanını korumayı başarır. İdeal şövalye Gawain’i büyü yoluyla zorlu bir teste tabi tutan eserde yaşlı ve çirkin bir kadın olarak tanımlanan kötü büyücü Morgan La Fay’dir. Kadınları güzellikleriyle tanımlayan söyleme örnek teşkil edecek şekilde Bayan Bertilak Gawain’i baştan çıkarmaya çalışan ve sonunda hayatını kurtaracağına inandığı yeşil kuşağı hediye olarak kabul etmesine yol açan güzel ama Havva misali erkeği yanlış yola sevk eden kadın rolünü temsil eder (935-980; 2415-2428). Benzer şekilde, kadın aleyhtarı egemen söylemin yaygınlığı ve gücünden bunalan kadın yazar Christine de Pisan sorunun kaynağının edebiyat ve temsil örneklerinde olduğunu kavramış ve kadın aleyhtarı söylemle, kadın taraftarı söylemi ön plana çıkardığı The Book of the City of Ladies kitabıyla savaşmayı tercih etmiştir. Pınar Taşdelen “Ortaçağ İngiliz Edebiyatında Şiddetin Kutsallaştırdığı Kadınlar” bölümünde Ortaçağda kadın erkek eşitliğinin sağlanmasında dinin rolünü Ortaçağ Azize menkıbeleri ve popüler romanslardaki kadın temsili
3
4
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
örnekleriyle ortaya koymaktadır. Taşdelen’in makalesinde açıklandığı üzere, Ortaçağ kadınının egemen toplumsal cinsiyet söyleminin kısıtladığı hak ve özgürlüklerini kazanmasının tek yolu kadınların kendilerini dine adayıp fiziksel ve psikolojik şiddet görerek ölmeleriyle mümkün görünmektedir. Taşdelen’in de belirttiği gibi, Ortaçağ toplumsal cinsiyet söylemi özellikle dini mükemmellik açısından ataerkil ve erkek merkezlidir. Zayıf ve aciz olarak tanımlanan kadın için toplumsal cinsiyet eşitliği ancak kendi kendini yok etmeye onay vermesiyle mümkün görünmektedir. Bu bağlamda azize menkıbeleri ve popüler romanslar kadınlara fazla seçenek sunmayan çok özel ve sınırlı sayıdaki kadının başarabileceği hedefler koymakta ve diğer kadınları ikinci sınıf ve mağdur insanlar olarak yaşamaya mahkum etmektedir. Nasihatnameler Ortaçağda toplumsal cinsiyet rollerinin belirlenmesinde bir tür gelenek oluşturulup egemen söylemin devamlılığının sağlandığı önemli sosyal ve edebi belgelerdir. Oya Bayıltmış Öğütcü’nün “Toplumsal Cinsiyetin Edimselliği ve Ortaçağ Nasihatnameleri“ bölümünde Ortaçağ Nasihatnamelerinin kadın ve erkekliği tanımlamalarındaki rolü açıklanmaktadır. Bayıltmış Öğütcü, Ortaçağda nasihatnamelerin özellikle soylu sınıfın çocuklarını iyi bir eş olmaya hazırlarken toplumsal cinsiyet rollerini onaylayıp sürdürdüklerini göstermektedir. Bayıltmış Öğütcü Judith Butler’ın toplumsal cinsiyeti “edimsel/performatif” olarak tanımladığı kuramı temel alarak “How the Good Wife Taught Her Daughter“ (İyi Kadın Kızını Eğitiyor)” ve “How the Wise Man Taught His Son” (Bilge Adam Oğlunu Eğitiyor) adlı nasihatnamelerde kadın ve erkek olmanın önemli ölçüde değiştirdiği aile içi rollerin kadınlığın daha büyük bir kadın tarafından erkekliğin de daha büyük bir erkek tarafından nasıl tanımlanıp onaylandığını göstermektedir. Kadın ve erkeği azize menkıbeleri ve romanslarda olduğu gibi birbirinin karşıtı iki değer ve yaşam biçimi olarak tanımlayan nasihatnameler egemen söylemin yaygınlaştırılıp onanmasına katkıda bulunurlar. “İyi Kadın Kızını Eğitiyor” nasihatnamesine göre, iyi bir kız iyi bir kadın olmak için kocasına itaatte kusur etmeyen, evinde huzurun devamı için kocasına tabi olan ve namusuna söz getirmeyen, sorumlulukları kocası ve evi çerçevesinde tanımlanan bir kadındır. Erkeğin ise daha toplumsal görünürlüğü olan ve erkeklik onurunu geliştirecek başarılarda bulunması beklenir. Bayıltmış Öğütcü’nün belirttiği gibi, “Ortaçağda nasihatnamelerin ‘toplumsal cinsiyetli bir pedagojik retorik’ kullandığı ve kızlar için namus, erkekler için ise onuru vurguladığı görülmektedir.”
Giriş
Ortaçağ İngiliz edebiyatı, toplumsal cinsiyetle ilgili fikirlerin özellikle kadın/erkek ikiliği bağlamında anlaşıldığı ve egemen toplumsal cinsiyet anlayışının özellikle kadın aleyhine yüzyıllar boyunca değişmeden devam ettiğini gösterir. Öte yandan, örneğin, aydınlanma döneminin başlangıcı olarak kabul edilen ve Ortaçağın aksine evrenin merkezine insanı yerleştiren Rönesans dönemi, Simon de Beauvoir’ın yirminci yüzyılın ikinci yarısına girerken belirttiği gibi, insanlığı temel olarak “erkek” diye tanımlayan (15) ve kadınlığı Rönesans aydınlanmasının dışında tutan bir düşüncenin ürünüdür (Kelly-Godal 175-201). Ortaçağ döneminde edebiyatta yansımaları olan kadın erkek sıralaması ve temsili Rönesans döneminde önemli bir gelişme göstermekten uzaktır. Rönesans döneminde Klasik edebiyat ve kültürü temel alan uygarlık anlayışı aynı zamanda Klasik dönem toplumsal cinsiyet değerlerini de kabul etmiş görünmektedir. Rönesans döneminde de kadın erkeğe tabi olan ve önemi ve rolü bakımından erkeğe oranla tanımlanıp ikinci sıraya konulan bir varlıktır. Bu bağlamda, İmren Yelmiş’in konu aldığı Rönesans dönemi yazarı Elizabeth Carry’nin The Tragedy of Mariam (Mariam’ın Trajedisi) başlıklı Rönesans oyunu o dönem toplumsal cinsiyet yapılanmasına iyi bir örnektir. İmren Yelmiş “Elizabeth Cary’nin The Tragedy of Mariam (Mariam’ın Trajedisi) Adlı Oyununda İtaatkâr ve Asi Rönesans Kadın İmgeleri” başlıklı yazısında Rönesans’ın insan merkezci söylemine rağmen bu dönemde de kadının insan tanımına dahil edilmediğini ve kadına yönelik cinsiyetçi ayrımcılığın devam ettiğini Carry’nin oyunundan örneklerle anlatmaktadır. Carry, aslında Rönesans dönemi İngiliz kadın oyun yazarlarından biridir. Ancak oyununda temsil ettiği karakter Mariam milattan önce Filistin’de yaşamış ancak yüzyıllar boyunca kadını tanımlayan erkek merkezli söylem doğrultusunda itaatkâr ve kocasına ait bir kadın olarak davranması beklenen bir kadındır. Carry, Rönesans döneminde yaşayan bir kadın olarak kendi hayatının da Mariam’la benzer olduğunu ve Rönesans’ın ağırlıklı olarak eril bir dönem ve akım olduğunu oyunda erkek egemen söyleme uygun davran(a)madığı için idama mahkum edilip öldürülen kadın karakter Mariam yoluyla gösterir. Benzer şekilde, geç Rönesans döneminde toplumsal bir sorun haline getirilen cadılık kadınların egemen söylem yoluyla nasıl tanımlandığı ve cezalandırıldıklarına bir örnektir. Cadılık, özellikle olumsuz tanımlanan aykırı davranış ve yaşayışların egemen söylemin onay vermediği düşünce ve davranışları nasıl kontrol ettiğini göstermesi açısından toplumsal cinsiyet
5
6
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
tarihinde önemli bir yer tutar. “Cadılığın Tarihçesinde Bilinmeyenler: The Witch of Edmonton (Edmonton Cadısı) ve The Witch (Cadı) Oyunlarında Hetero-Ataerkil Çerçevede Kadın” başlıklı yazısında Zümre Gizem Yılmaz geç Rönesans döneminde İngiltere’de yürütülen ve özellikle kadınları hedef alan cadı avlarını konu alan oyunlara yer vermektedir. Yılmaz yazısında cadılığın özellikle kadınları şeytanla özdeşleştiren bir söylem olarak toplumun düzenine aykırı davranarak evlilik dışı cinsel ilişkiye giren ve/veya evlilik dışı çocuğu olan kadınların veya doğurganlık çağı geçtiği için toplumca artık yararlı kabul edilmeyen yaşlı kadınları cadılıkla suçlayarak cezalandırmaya gittiğini tartışmaktadır. Thomas Middleton’ın The Witch (Cadı, 1609) ve William Rowley, Thomas Dekker ve John Ford’un ortak eseri The Witch of Edmonton (Edmonton Cadısı, 1621) oyunlarının incelemesinde, cadılık söyleminin kadınları cadılıkla suçlama yoluyla dışlayan ve ölüme mahkum eden ve bu yolla egemen söyleme uygun davranmaya zorlayan bir yöntem olduğu görülür. Cadılık, bu bağlamda, ideal ve kabul gören kadın yerine onun zıttı ve öteki olarak tanımlanan bir kadın tiplemesi sunar. Buna göre, cadılık eşlerine itaat etmeyi ve toplumsal değerlere uygun olarak evinde eşine ve çocuklarına bakma gibi rolleri temsil eden evlenme, çocuk sahibi olma gibi toplumsal onay gören yaşam biçimi dışındaki kadınları kapsar. Cadılık söylemi sadece kendi doğrularını tanır ve cadı kimliğini bu doğrulara uygun olarak oluşturur. Kadın düşmanlığının kurumsallaşmasına bir örnek olan cadılık söylemi Ortaçağdan itibaren devam eden egemen ataerkil söylemin kadınlar için olumsuz ve yıkıcı sonuçlarını da ortaya koyar. Aslında cadılık kadınlık tanımının belirlenen egemen söylem doğrultusunda yapılması ve uygulamaya konulması için radikal düşünceler barındırır. Cadı olarak tanımlanan kadınlar yalnız yok edilmekle kalmaz, herkese açık olarak yapılan ölüm cezalarının infazı cadılığı onaylayan herkese bir ders niteliğindedir ve caydırıcı gücü yüksektir. Bu bağlamda, cadılık söylemi, egemen söylemin dışladığı ve sisteme zararlı gördüğü kadınların toplumsal cinsiyet anlayışına zarar vermelerini veya egemen söylemi değiştirmelerini önlemeye yönelik bir güç/bilgi pratiğidir. Fransız Devriminden sonra gelişen eşitlik, adalet, özgürlük fikirlerinin kadını da kapsaması gerekir. Ancak, Fransız devrimi ilkeleri de kadınları erkeğe göre konumlandıran ve değersizleştiren toplumsal cinsiyet anlayışını değiştirmekte yetersiz kalır. On sekizinci yüzyıl da kadınların entelektüel özelliklerinin daima bastırıldığı ve “yanlış eğitim” verilerek kadınların geli-
Giriş
şiminin engellendiği bir dönem olmuştur. Öte yandan, toplumu geliştirme ve eğitme amacına yönelik olarak basılan dergiler ve bu dergilerde Addison ve Steele’in yayımladığı makaleler kadın eğitimini bir sorun olarak algılayan ve eksikliği gidermek isteyen yazılardır. Aslında dönemin popüler edebiyat örneklerinden sayabileceğimiz bu yazılar, kadınlık ve erkeklik tanımını dergi yazısı okuma ve bu yazıları kişisel gelişim aracı olarak kullanma becerisi üzerinden yeniden oluşturma çabasındadırlar. Özellikle fazlaca boş vakti olan ve bu vakti basit sayılabilecek uğraşlar veya eğlencelerle geçiren üst sınıf kadınlarının topluma katkısı olabilecek uğraşlar geliştirmeleri kadınlığın yeniden tanımıyla mümkündür (Addison, “The Aims of the Spectator”). Feminist söylemin erken dönem örneklerinden sayılan Mary Wollstonecraft da A Vindication of the Rights of Woman başlıklı eserinde kadının toplumdaki önemsiz ve yararsız konumunu düzeltmek ve geliştirmek için eğitim ve kültürün dayattığı kadınlık anlayışının yeniden gözden geçirilmesi gerektiğine işaret eder. Bu dönemin kadın haklarıyla ilgili katkılarından en önemlisi, kadının doğuştan kültürel ve entellektüel kapasitesinin sınırlı olmadığının dile getirilmesidir. Wollstonecraft ve diğer toplumsal gelişimciler kadın erkek farklarının doğal değil kültürel olduğunu vurgularlar. Bu bağlamda, kadınlar ve erkeklerin kadınlık ve erkekliği tanımlayan söylemlere bağlı olarak farklı gelişmeye yönlendirildiklerini anlatırlar. Özellikle kadınların kendilerine ve topluma daha yararlı bireyler olmalarının önündeki engelin kadınların biyolojik yapılarının değil, bizzat toplumun kendisinin olduğuna işaret ederek toplumsal cinsiyet söylemine önemli bir katkıda bulunurlar. Açıktır ki yirminci yüzyıl feminist söylemiyle özdeşleşen bulgunun vurguladığı gibi, kadınlık doğal değil söylemsel ve kurgusaldır. Kimse kadın olarak doğmaz fakat kadın olur (de Beauvoir 273). Kadınlık ve erkeklik sosyal ve kültürel yapılardır. Bu yapıların değişimi egemen doğruların oluşturulduğu eğitim yoluyla mümkündür. Toplumsal cinsiyet farklılıklarının aslında güç ilişkilerinin ürünü olduğunu gözler önüne seren bir başka örnek çalışma, Cemre Mimoza Bartu’nun “Frances Burney’nin Evelina Romanı ve Mavi Çoraplılar Topluluğu: Bir İnceleme” başlıklı yazısıdır. Cemre Mimoza Bartu, soylu sınıfa mensup on sekizinci yüzyıl kadınlarının toplumsal cinsiyetin ayırıcı özelliği sayılan okuma yazma, yazarlık yapma gibi konularda kadın potansiyelini hem teorik hem de pratik anlamda ortaya koymaya çalışan “Blue Stockings” (Mavi Çoraplılar) topluluğunun Evelina romanında temsilini incelemektedir. Bartu’nun yazı-
7
8
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
sının önemli çıkarımlarından biri, on sekizinci yüzyılda kültürel ve sosyal gelişmeleri konu alan ve gelişmelere eleştirel bir yaklaşım geliştiren edebiyatın büyük ölçüde egemen toplumsal cinsiyet söylemi, dolayısıyla, ataerkil toplumsal cinsiyet tanımlarının etkisinde olduğudur. Bu bağlamda toplumsal cinsiyet hâlâ kadın/erkek ikiliği açısından konu edilmektedir ve kadınlık ve erkeklik tanımları kadınların entellektüel faaliyetlerini toplumsal cinsiyet aidiyeti yoluyla kısıtlamakta ve sınırlamaktadır. Sonuç olarak, edebiyatta aktif rol almak isteyen kadın yazarlar erkeklere benzemeye çalışmakla itham edilmekte, edebiyatta ve sosyal alanda kadın varlığını arttırma çabasında olan Mavi Çoraplılar eleştirilip değersizleştirilmektedirler. Bartu’nun da vurguladığı gibi, egemen söylem “kadınların entellektüel çabalarını dönemin cinsel ve kültürel politikası olan sosyal ikincilliği aşma çabası olarak değerlendirip tüm faaliyetleri yermiştir.” Hakan Yılmaz’ın yazısı on dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde edebiyatta toplumsal cinsiyet yansımalarının önceki dönemlere kıyasla fazla gelişme göstermediğini ortaya çıkarır. Hakan Yılmaz, on dokuzuncu yüzyıl kadın yazarlarından kendi adı yerine bir erkek adı kullanarak roman yazmak zorunda kalan George Eliot takma adlı Mary Anne Evans’ın The Mill on the Floss (Kıyıdaki Değirmen) başlıklı romanındaki biri erkek biri kız iki kardeşin sosyal cinsiyet normlarına göre şekillenen hayatlarına odaklanır. Maggie ve Tom kardeşlerin toplumla ve birbirleriyle ilişkilerinde en önemli etken egemen toplumsal cinsiyet normlarıdır. Sosyal kabul edilirlik veya dışlama karakterlerin kız ve erkek çocuk, genç kadın ve genç adam olarak nasıl davrandıklarına dayalı değerlendirmelerden kaynaklanır. George Eliot’ın dönemin değerlerini ve söz konusu değerlerin insan yaşantısını nasıl etkilediğini gözler önüne serdiği The Mill on the Floss romanı egemen normları onaylar nitelikte değildir. Aslında toplumsal cinsiyete dayalı beklenti ve sorumlulukların Tom ve Maggie için yıkıcı ve ölümcül sonuçlarını gösteren roman egemen söyleme yönelik büyük bir eleştiri sunar. Kitabın ilk kısmında yer alan yukarıda belirtilen çalışmaların gösterdiği üzere, İngiliz edebiyatı, Ortaçağ romans ve nasihatnameleri, Rönesans dönemi ve erken dönem on yedinci yüzyıl oyunları, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıl romanından alınan kesitlerde yazar kadın olsun erkek olsun toplumsal cinsiyeti kadın erkek ekseninde tanımlayan ve yönlendiren sosyo-kültürel ve politik değerleri sorgulamaya açma eğiliminde bir edebiyattır. Toplumsal cinsiyetle ilgili genel kabul gören değerlerin bir yandan devamına katkıda
Giriş
bulunan eserler öte yandan bu değerlerin cinsler arası eşitsizlik ve değersizleştirme politikaları doğrultusunda özellikle kadın ve toplum ilişkilerindeki aksaklıklara işaret ederler. Ayrıca yirminci yüzyıl öncesinde, Ortaçağı kapsayan on birinci yüzyıl ile on altıncı yüzyıl arasındaki dönemde, kuramsal açıdan kadın erkek toplumsal cinsiyetini sorgulayan kuramların henüz tam geliştirilmemiş olması yirminci yüzyıl öncesinin toplumsal yaşamı yakından ilgilendiren bu konunun kuramsallaştırılmadığını göstermez. Aslında kitabın ikinci bölümündeki yazılardan anlaşılacağı üzere romanslar, nasihatnameler, Rönesans’ın eril yapısını ortaya çıkaran oyunlar, cadılık üzerinden kadınların ikinci sınıf ve insanlığa zararlı bir cins olarak tanımlayıp dışlayan cadılık söylemi gibi cinsler tarihine yön veren gelişmelerin aynı zamanda kendi kuramlarını da uygulamaya koydukları görülür. Söz konusu eserler, Simon de Beauvoir’ın artık genel geçer bilgi haline gelmiş tespitinde belirtildiği gibi, insanın kadın olarak doğmayıp kadın haline geldiği gerçeğinin sadece kadınlar için değil erkekler için de geçerli olduğunu göstermektedir. Öyle ki, her bir edebiyat eseri toplumsal cinsiyet temsilinde egemen söylemi temel alarak egemen söylemi geliştirip destekleyecek veya egemen doğruları sorgulayacak kadın erkek tiplemeleri sunar. Bu bağlamda, çağlar boyunca İngiliz edebiyatı kadın ve erkeğin sosyal bağlamda tanımlanmasına ve tanımlandığı şekliyle uygun bir yaşam sürmesine katkı vermiştir. Yirminci yüzyıla kadar İngiliz edebiyatından seçtiğimiz ve toplumsal cinsiyet temsili açısından incelemesi yapılan eserler, toplumsal cinsiyetin bir şekilde tanımının yapılabileceği ve bu bağlamda erkeklik kadınlık gruplarının geçerliliği ölçülebilecek toplumsal cinsiyet grupları olarak kabul edilebileceği anlayışına dayanıyor gibidir. Oysa günümüz toplumsal cinsiyet teorileri ve çalışmaları toplumsal cinsiyetin temelde söylemsel olmasından dolayı bir kesinlik ve bir grubu tanımlayacak özellik taşıyamayacağını göstermektedir (Connell Gender 9). Ayrıca toplumsal cinsiyet grupları içinde de farklı davranış ve tutumlar bulunabilmektedir. Örneğin, Kıyıdaki Değirmen’de Tom Tulliver kız kardeşi Maggie’ye toplumun öngördüğü tarzda davranmakta ısrar edememiştir. Egemen erkeklik söylemi egemen kadınlık söylemine uygun davranmayarak toplumsal sürgüne mahkum edilen Maggie’ye Tom yoluyla nüfuz edememiştir. Öte yandan mevcut düzen aykırı toplumsal cinsiyet değerleri olan bu iki kardeşin yaşamasına uygun alan açamamıştır. Ortaçağ ve sonrasında edebi eserlerin temsiline yer verdiği toplumlar, toplumsal
9
10
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
cinsiyet anlayışları yönünden farklılığa ve çeşitliliğe izin vermeyen ve mutlak kabul edilen toplumsal cinsiyet kategorileriyle toplumsal düzen oluşturmaya eğilimli toplumlar olarak görülmektedir. Dolayısıyla cinsiyet büyük ölçüde bir suç ve ceza sistemi içinde değerlendirilip oluşturulmuş görünmektedir. Egemen söylemin aksine toplumsal cinsiyet edinmek isteyen kadınlar ya öldürülmüş ya da kendilerini öldürmek yoluyla tanınırlık kazanmışlardır. Pınar Taşdelen’in yazısı bu bakımdan önemli bir örnektir. Rönesans dönemi de kadınların çoklu veya çeşitli toplumsal cinsiyet geliştirmelerine olumlu bakmamış, toplumsal cinsiyet farklılıkları cezalandırılmak yoluyla kontrol edilmesi gereken önemli tehditler olarak algılamıştır. Bu bağlamda, İngiliz edebiyatında toplumsal cinsiyet temsillerinde üzerinde durulması gereken en önemli nokta toplumsal cinsiyet tanımının kültür ve edebiyat etkileşimiyle sürekliliği olan bir sorunsala dönüştüğüdür. Toplumsal cinsiyet insan yaşamını ve hak ve özgürlüklerin yaşama aktarılmasını doğrudan etkileyen bir oluştur. On dokuzuncu yüzyılın sonu yirminci yüzyılın ilk yıllarından başlayarak pek çok sosyal, politik, entelektüel ve bilimsel faktörün ve değişimin etkisiyle Modernist dönemle birlikte toplumsal cinsiyet algısının da değiştiği görülür (Connell Gender and Power 30). Cinsellik, toplumsal cinsiyet normları, beden, kadınlık, erkeklik gibi izlekler kitabın İkinci Kısmındaki incelemelerde Birinci Kısmındakilerden farklı olarak ele alınır. Birinci bölümdeki eserler cinsiyetler arası birtakım eşitsizlikler ve bunların sonuçlarıyla birlikte ahlaki normlar ve sözde doğrulara işaret ederken, İkinci kısımdaki yazılara konu olan eserlerde dayatmalarla mücadele sonrasında belli bir farkındalığa varmış ya da heteronormatif kurallara meydan okuyan temsili karakterlerin ve sorgulayan anlatıcıların sesleri duyulur. Toplumsal cinsiyetteki değişimi açıklamak için yeni söylemlere ve kavramsallaştırma yöntemlerine ihtiyaç duyulmuştur. Özellikle Judith Butler, Donna Haraway, Rosi Braidotti’nın toplumsal cinsiyet kuramına büyük katkıları olan yazılarıyla ve aynı zamanda bilimsel ve teknolojik gelişmelerin ışığında posthümanizmin özcü olmayan toplumsal cinsiyet algılarını sorgulamasıyla edebiyat eleştirisinde de farklı bir döneme girilmiştir. İkinci kısımda incelenen eserler özcü toplumsal cinsiyet çalışmalarında hem ontolojik hem de epistemolojik açıdan sorgulamaların doğduğuna işaret etmektedir. Kadın ve erkeğin, evde, işte ve sosyal yaşantısıyla ilgili geleneksel söylemle pekiştirilmiş sosyal beklentilerin devamının yanı sıra değişen toplumsal ve kültürel yapının ışığında alternatif toplumsal cinsiyet rolleri, kimlikleri de belirmiş ve benimsenmiştir.
Giriş
İkinci kısmın ilk yazısı eserlerinde genellikle erkek egemen dünyanın macera düşkünü kahramanlarına odaklanan on dokuzuncu yüzyılın bitip yirminci yüzyılın başladığı geçiş döneminde yayımlanan Joseph Conrad’ın Lord Jim (1900) romanı üzerinedir. Joseph Conrad, bilindiği üzere, eserlerinde erkek egemen bakış açısını benimser ve kadın karakterlere eserlerinde sıklıkla yer vermez ya da seslerini duyurmaz. Erkek karakterlerin vermek zorunda oldukları kararlar toplumun değer yargıları hakkında pek çok özellik barındırır. Şafak Horzum’un “Emperyalist Erkekliğin Çöküşü: Joseph Conrad’ın Lord Jim Romanında Erkeklik Çıkmazı” başlıklı yazısı, Viktorya toplumunun etik değerleri ve kendi kişisel kararları sonucunda yoğun ikilemleriyle mücadele etmek zorunda kalan ve böylelikle zamanın heteronormatif toplumsal cinsiyet değerleriyle ters düşen Jim’in kendi erkekliğini oluşturma sürecini inceler. Yazıda hayalleri ve gerçekler arasında bocalayan başkarakter Jim’in Viktorya döneminin katı kurallarıyla şekillenmiş erkeklik imgesinin ve on dokuzuncu yüzyıl katı zihniyetinin ancak yabancı bir mekanda yıkılabileceği tartışılır. Lord Jim’in bu açıdan incelenmesi romanın temel izleklerinin ön plana çıkartılabilmesi için büyük önem taşımaktadır. Viktorya çağının sömürgeci kurallarıyla özdeşleştirilip pekiştirilmiş erkeklik algısı yirminci yüzyılın başında pek de etkisini yitirmez, üstelik dönemin değer yargılarının da etkisiyle belirleyici hale gelir. Pek çok eleştirmence biçem ve içerik açısından Modernist dönemin yazarları arasında kabul edilen Joseph Conrad’ın bu geçiş döneminde Jim gibi bir karakter yaratması oldukça anlamlıdır. Kamusal alanın dayatmacı ve sınırlayıcı tavrı Jim’i yaşadığı travmalar sonucunda içinden çıkılması mümkün olmayan bir çıkmaza sürükler. Özcü toplumsal cinsiyet değerlerinin kadınlıkla ilgili dayattığı değerler ne kadar baskıcıysa aslında aynı tutucu zihniyet erkeklikle ilgili değerlerin körü körüne korunması ve imrendirilmesini de kapsar. Katı erkeklik değerlerini tanımlayan yine erkek-egemen ve baskıcı Viktorya dönemi toplumudur. Bu kurallar genellikle bir erkekten toplumun direktiflerine uyarak güçlü ve cesur olmasını ve bu yolla toplumca kabul görmesini bekler; aynı toplum kadınların boyun eğen tavırlarını da takdir eder. Horzum, emperyalist erkeklik özelliklerini pek çok bakımdan taşıyan Brierly karakterinin Jim’e tam bir tezat oluşturduğunu ve günün birinde Jim gibi olmak ve temsil ettiği erkeklik değerlerinin hakkını verememek korkusuyla intihar ettiğini belirtir. Bu sebeple romanın aktarmaya çalıştığı erkeklik anlayışı konusunda paradoksal bir durum söz konusudur. Horzum’un yazısı emperyalist sistemin
11
12
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
Viktorya dönemi toplumuna dayattığı erkeklik temsili ve bu temsille çatışma bağlamında yaşanılabileceklere açıklık getirmektedir. Özcü tanımlamaların sınırlarını sorgulayan ve eleştiren bir diğer eser Kübra Vural Özbey’in “Portia Coughlan: Anneliği Reddeden Bir Kadın Portresi” başlıklı yazısında ele alınmaktadır. Yazı, çağdaş İrlanda oyun yazarlarının en önemli isimlerinden Marina Carr’ın Midlands üçlemesinin ikinci oyununda özellikle annelikle ilgili oluşturulmuş geleneksel söylemlere nasıl karşı gelindiğini detaylarıyla örneklendirir. Ayrıca İrlanda tarihinde uzun yıllardır “biyolojik bir gereklilik olarak idealleştirilmiş” annelik anlayışını Katolik Kilisesinin yüzyıllarca pekiştirdiği ve bir mit haline getirdiği “Ana İrlanda” imgesiyle açıklar. İrlanda tiyatrosu yıllarca kabul gören ve ideal kabul edilen anne figürünü çoğunlukla konu etmiştir. Oyunun başkarakteri olan kadın annelik normlarını reddeden ve genel olarak erkeklikle bağdaştırılan şiddeti uygulayan kişidir. Şiddete eğilim ve anneliği reddetmeyi erkek egemen normların dışına çıkmak olarak yorumlayan Vural Özbey, bu durumun İrlanda’da yüz yıllardır kutsal kabul edilen anne modeliyle tam bir zıtlık oluşturduğunu belirtir. Nitekim Freud’un eros ve thanatos terimleriyle Portia’nın içinde bulunduğu krizi anlatan Vural Özbey, Portia’nın hayatı boyunca bir çaba içinde bulunduğunun da altını çizer. Vural Özbey oyunun sonunda karakterin intiharını kadın, özellikle de anne imgesi etrafında kurgulanan yerleşik söylemlere bir başkaldırı olarak nitelendirir. Vural Özbey’in de incelemesinde altını çizdiği gibi, yirminci ve yirmi birinci yüzyılda değişerek, sorgulamalarla birlikte bir kriz haline gelen cinsellik ve toplumsal cinsiyet rolleri gibi kavramları günümüz toplumsal cinsiyet kuramları daha anlaşılır hale getirmeye çalışmıştır. Gelenekselleşmiş toplumsal cinsiyet rollerinin benimsenmesi veya reddedilmesi sorunsalının yanı sıra, bedenin maddeselliği ve toplumsal cinsiyet rolleri ve kimlikleri arasındaki ilişki hakkında yeni söylemin oluşturulması konusunda günümüzde pek çok soru akla gelmektedir. Gülşah Göçmen “Bedende Yazılı: Jeanette Winterson’ın Söylemsel Toplumsal Cinsiyet Performansına Bedensel Katkısı” başlıklı yazısında özellikle 2000’lerden sonra toplumsal cinsiyet anlayışına önemli ve farklı bakış açısı getiren Jeanette Winterson’ın Bedende Yazılı romanını yeni maddesel bakış açısıyla ele alır. Göçmen’in yazısında belirttiği üzere, Winterson toplumsal cinsiyet kimliği kavramını postmodern anlayış çerçevesinde yapısöküme uğratırken toplumsal cinsiyetin performativitesiyle ilgili farklı sorulara yanıt arar. Bu bağlamda, Winterson çağdaş bir İngiliz
Giriş
romancısı olarak Judith Butler’ın “drag” imgesiyle açıkladığı toplumsal cinsiyet performansı ve Michel Foucault’nun ağırlıklı olarak söylem oluşumu kavramıyla desteklediği kimlik arayışını sunmaktadır. Göçmen, Butler’ın toplumsal cinsiyet araştırmalarında söylem oluşumuna yardımcı olan faktörün büyük ölçüde deneyim olduğunu ifade eder ve özcü ya da özcü olmayan toplumsal cinsiyet rollerine ve değerlerine işaret eden kurgular oluşturulduğunu belirtir. Yazıda incelenen romanda sorunsallaştırılarak altı çizilen temel husus, bedenle ilgili yazılı ve yazılı olmayan söylemlerin beden algısını değiştirip değiştirmediğidir. Bedende Yazılı, metnin okuyucuyla kurduğu diyalogdan da anlaşılacağı gibi, postmodern bir eser olarak bu diyaloğu bir oyuna ve kimi zaman da toplumsal cinsiyet kavramıyla ilgili önkabulleri temelden bir yanıltmacaya dönüştürür. Göçmen, cinsellik ve cinsiyet kavramlarıyla ilgili klişeleşmiş normatif düşüncelerin şiddete başvurarak değil yeni bir söylemle eleştirilmesi gerektiğine işaret eden romanda, karakterleri geleneksel toplumsal cinsiyet rollerinin mücadeleci temsilcileri olarak değerlendirir. Butler’ın toplumsal cinsiyet performansı açıklaması bağlamında yineleme ve taklit yoluyla rollerin devamlılığın sağlanmasında baskın normlara direnen oluşumların da aslında bu normlar tarafından üretildiğini belirtirken Göçmen, Winterson’ın romanında bu kuramın pratiğini, bir başka deyişle metnin kurgusunu oluşturduğunu gözlemler. Romanda uzun süre cinsiyeti gizlenen anlatıcının kurduğu ilişkilerin bir çoğu evli kadınlarla gerçekleşir; bu bağlamda yazıda, evlilik kurumunun pekiştirici ve yineleyici özelliğinin altı çizilerek bu kuruma yöneltilen eleştirilerin romanda ironik bir tonda yapıldığı belirtilir. Winterson’ın yapısalcılık sonrası kuramlarla olan aşinalığını belirten Göçmen, toplumsal cinsiyet rolleri kişilerce gerek bedenen gerekse söylemsel olarak her ne şekilde benimsenirse benimsensin romanın yazılı ve görsel medyanın söylemleri pekiştirmedeki rolüne de büyük ölçüde yer vererek beden üzerine yaratılmış kurguların tekrar gözden geçirilmesi gerektiği konusunda önemli bir vurgu oluşturduğunu belirtir. Görüldüğü üzere, günümüzde kültür ve edebiyat arasındaki etkileşim toplumsal cinsiyetle ilgili kavramların tanımlarının yeniden oluşturulması anlamında büyük önem taşımaktadır. Zaman içinde değişen kültürel ve ahlaki değerler, ayrıca sosyal yapı, toplumsal cinsiyet rollerinin evlilik kurumuyla nasıl tanımlandığı bu etkileşimde rol oynayan diğer değişkenlerdir. Heteronormatif toplumsal bilinç ortam elverdiği sürece kendini hissettirmeye devam etmektedir. Büyük ölçüde politik güç dengeleri tarafından
13
14
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
belirlenen ve normal kabul edilen heteronormatif değerler ve alışkanlıklar kurumsal değerleri de büyük ölçüde etkilemektedir (Ludwig 53). Hande Dirim’in “Yeni(den) Aile: Charles Dyer’ın Staircase, Kevin Elyot’ın My Night with Reg, ve Samuel Adamson’ın Southwark Fair Oyunlarında Heteronormatif Düzenin Eşcinsel Aile Algısına Etkisi” başlıklı yazısında incelediği üç oyunda evlilik, eşcinsel aile kavramı, eşcinsellik ve LGBT hareketinin günlük yaşantıdaki yansımaları arasında kurumsal ve kişisel çatışmalar sebebiyle toplumsal cinsiyet bağlamında kimlik krizi yaşayan bireylerin farklı ilişkilerindeki tutumları incelenir. Dirim’in tartıştığı üzere, bu üç oyun toplumsal cinsiyet kavramının farklı göstergelerinin kurumsal ve sosyal anlamda birbirini etkilediğini gözler önüne serer. Yazıda, incelenen üç oyun aracılığıyla, heteronormatif değerlerin gerek yasaların belirlenmesi gerekse özcü ve özcü olmayan davranış kalıplarının oluşturulmasında zaman içinde çoğunlukla belirleyici olduğu gösterilir. Bununla birlikte Dirim’in altını çizdiği en önemli konu ise, eşcinsel birliktelikler ve hetenormatif değerlerin yine de karşılıklı etkileşim içinde olduğudur. Benzer şekilde, baskın kalıplar üzerine yapılan araştırma, inceleme ve deneyler çoğu zaman geleneksel ve heteronormatif oluşumların ve beklentilerin su yüzündeki kriterleri oluşturduğu yönünde olsa da, heteronormatif olmayan davranış ve kimliklerin geleneksel değerleri önemli ölçüde etkilediğini göstermektedir (Schilt 440-443). Günümüz toplumsal cinsiyet ve posthümanizm kuramları bağlamında düşünüldüğünde, insan ve hayvan türlerinin hem ontolojik hem de epistemolojik birtakım cinsiyetleştirilmiş alternatifler üretildiği görürüz. İnsan türünün devamı için heteronormatif değerlerin öneminin yadsınmaması gerektiğini cinsiyet kavramına çeşitli alternatifler sunarak farklı bir düzlemde inceleyen bir diğer yazar Liz Jensen’dır. Kerim Can Yazgünoğlu “Liz Jensen’in Tufandan Sonra Adlı Romanında ‘İnsani’ ve ‘Hayvani’ Varoluşun Cinsiyetli Bedenleşmesi” başlıklı yazısında post-feminist yazar Jensen’in aynı tür içinde gerçekleşen cinselliğin özcü algılarından sıyrılarak cinsellikte türler arasılık bağlamında farklı öznelliklerin de var olabileceğini ve bu oluşumların sonuçlarını inceler. Yazgünoğlu bu bölümde, türler arası tüm ontolojik ayırımların yıkılmasını savunan Jensen’in amacı üzerinde durur. Bu amaç aslında bu kitabın İkinci Kısmında tüm yazılarda belirtildiği üzere heteronormatif ve daha ziyade erkek egemen söylemlerin geçerliliğini büyük ölçüde yitirdiğini göstermek yönündedir. Yazıda tartışma Donna Haraway’in ve Judith Butler’ın posthümanist kuramları çerçevesinde insan ve insan
Giriş
olmayan bedenlerin birlikte nasıl cinsiyetlendirildiğini ve türler arasındaki cinselliğin belli bir kaygının neticesinde oluşturulduğu üzerinedir. Günümüzde tartışılan bir kavram olan biyoiktidar kavramı, Yazgünoğlu’nun da örneklendirdiği üzere, kendi ideolojisi kapsamında türler arası alternatif toplumsal cinsiyet rollerini belirlerken, yine birtakım kalıplar çerçevesinde güç dengelerini koruyarak cinsiyetli özneler yaratmaktadır. Sonuç olarak, toplumsal cinsiyet kavramı değişen kültüre, teknolojiye ve insanın toplumda değişen rolüne göre farklılık göstermiştir. Bu kitapta yazarlar tarafından incelenen eserlerin tümü gerek özcü gerekse özcü olmayan toplumsal cinsiyet kavramları konusunda belli bir farkındalık yaratmak ya da eleştirmek amacıyla yazılmış eserlerdir. Bu kitabın amacı, toplumsal pek çok hareketliliğin etkisiyle değişen ve aynı zamanda gelişen toplumsal cinsiyet kavramı bağlamında, Ortaçağdan günümüze İngiliz edebiyat metinlerinin farklı okumaları aracılığıyla hem İngiliz hem de Türk edebiyatında yapılacak karşılaştırmalı teşvik etmek ve bu sayede iki kültür arasındaki alış verişi sağlayabilmektir. Kitaba katkıda bulunan yazarlar İngiliz edebiyatı konusunda çalışmaları bulunan genç akademisyenlerdir.
15
16
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
K AY N A K Ç A
Addison, Joseph. “The Aims of the Spectator”. Spectator V. I. No.10. Monday, March 12, 1711. http:// www.gutenberg.org/files/12030/12030-h/SV1/Spectator1.html#section10. Blamires, Alcuin, Karen Pratt, ve C. W. Marx. Ed. Woman Defamed and Woman Defended: An Anthology of Medieval Texts. Oxford: Clarendon Press, 1992. Butler, Judith. Bela Bedenler. Çev. Cüneyt Çakırlar ve Zeynep Talay. İstanbul: Pinhan, 2014. —-. Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi. Çev. Başak Ertür. İstanbul: Metis, 2005. Chaucer, Geoffrey. The Riverside Chaucer. 3. Baskı. Ed. Laryy D. Benson. Boston: Houghton Mifflin, 1989. Connell, Raewyn. Gender and Power. California, Standord: Stanford University Press, 1987. —-. Gender in World Perspective. 2. Baskı. Cambridge: Polity, 2010. de Beauvoir, Simon. The Second Sex. Çev. ve Ed. H.M. Parshley. Londra: Jonathan Cape, 1956. de Pisan, Christine. The Book of the City of Ladies. Ed. Jeffrey Richards. New York: Persea, 1982. Foucault, Michel. Discipline and Punish: The Birth of the Prison. Londra: Allen Lane, 1975. Kelly-Godal, Joan. “Did Women Have a Renaissance?” Ed. Renate Bridenthal, Claudia Koonz ve Susan Stuard. Becoming Visible: Women in European History. Boston: Houghton Mifflin, 1987. 175-201. Ludwig, Gundula. “From the ‘Heteronormative Matrix’ to a ‘Heteronormative Hegemony’ initiating a Dialogue between Judith Butler and Antonio Gramsci about Queer Theory and Politics.” Hegemony and Heteronormativity: Revisiting ‘the Political’ in Queer Politics. Ed. María do Mar Castro Varela, Nikita Dhavan ve Antke Engel. New York: Routlegde, 2011, 43-62. Schilt, Kristen ve Laurel Westbrook. “Doing Gender, Doing Heteronormativity: ‘Gender Normals,’ Transgender People, and the Social Maintenance of Heterosexuality.” (2009). Peer Reviewed Articles. 2007: 440-464. http://scholarworks.gvsu.edu/soc_articles/7 Sir Gawain and the Green Knight. Ed. J.R.R. Tolkien ve E.V. Gordon. 2. Baskı ed. Norman Davis. Oxford: Clarendon Press, 1967. Wollstonecraft, Mary. A Vindication of the Rights of Woman with Strictures on Political and Moral Subjects [1792]. http://oll.libertyfund.org/titles/wollstonecraft-a-vindication-of- the-rights-ofwoman.
I. KISIM I. BÖLÜM Ortaçağ İngiliz Edebiyatında Şiddetin Kutsallaştırdığı Kadınlar Pınar TAŞDELEN
Kültür ve toplum tarihçisi Georges Duby’nin de belirttiği gibi “Ortaçağ, kararlı bir şekilde erkektir” (21). Ortaçağ İngiltere’sinde erkek egemen toplum yapısının şekillenmesinin iki ana nedeni vardır. Bunlar, feodal düzenin fiziksel gücü ön plana çıkaran yapısı ve Hıristiyanlık inancının erkek cinsiyetinin üstünlüğüne yaptığı vurgudur. Sosyal ve dinî otorite alanlarından dışlanan kadınlar, erkeklerce belirlenen toplumsal rolleri tereddütsüz kabul etmeye ve ömürleri boyunca namuslu, sadık, becerikli, itaatkâr birer kız evlat ya da eş olmaya şartlandırılmışlar, ideal kadın olabilmek için eşlerine sadakat ve bağlılık duygusu geliştirmelerinin gerekliliğine inandırılmışlardır (Hallissy 2). Bununla birlikte, İncil’de, yaratılmış ilk kadın olan Havva Tanrı’ya karşı itaatsizliği nedeniyle İlk Günah’ın sorumlusu olarak görülmüştür (Cottrell 107). Ortaçağ İngiltere’sinde feodal erkek egemen toplumunda, erkeğin gücü elinde tutabilmesi için uygulayacağı her tür şiddet meşru sayılırken, İncil’deki 1 Timoteyus 2:12, Efesliler 5:22, Koloseliler 3:18 gibi birçok ayet kadına şiddet uygulanmasını desteklemiştir. Bu bağlamda, bu makalenin amacı Ortaçağ İngiltere’sinde kadının sosyal ve dinî konumunu etkileyen unsurları ve kadınların bu ortamlarda söz sahibi olabilme çabalarını Ortaçağ İngiliz azize menkıbeleri, bir başka deyişle, azizelerin hayat hikâyeleri çerçevesinde sunmaktır. Makalede, azize menkıbelerinde ve romanslarda kadına yönelik şiddetin kadını kutsallaştıran bir araç olarak sunulmasının nedenleri ve sonuçları incelenecektir. Bu bağlamda birer azize hikâyesi olan Azize Dorothy, Azize Agnes ve Azize Katherine’nin yaşamlarının yanı sıra, Le Bone Florence of Rome (Romalı Florence), King of Tars (Tars Kralı) ve The Siege of Jerusalem (Kudüs Kuşatması) isimli
18
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
romanslar, Hrotsvitha’nın Paphnutius isimli oyunu ve Geoffrey Chaucer’ın Canterbury Hikâyeleri adlı eseri içinde yer alan "İkinci Rahibe’nin Hikâyesi" de kadını kutsallaştıran şiddet tasvirleri bağlamında incelenmektedir. Böylelikle, erkek egemen toplumun öğretileri ve değer yargılarının kadına karşı şiddeti şiddet olmaktan çıkarıp kutsallaştırdığı ve şiddeti kadının kutsal bir kimlik kazanması için ön şart olarak sunduğu görülmektedir. Kutsal Hıristiyan erkeklere/kadınlara ait biyografiler olarak tanımlanan aziz/azize hikâyeleri, okur-yazar halk tarafından okunabilmelerinin yanı sıra İngilizce’de Mass olarak adlandırılan Katolik Kilisesi ayinlerinde rahipler tarafından ezbere okunan kutsal kadın ve erkeklerin hayat hikâyeleridir (Coon 1). Ortaçağ edebiyatında azize menkıbelerine konu olan kadınlar farklı sosyal tabakalardan gelmektedir. Bu kadınların kimi çok az tanınan hatta hiç tanınmayan kişilerken, kimi de asil ailelerin mensuplarıdır. Bu kadınlar dünyevi zevkleri ve üst tabakadaki sosyal konumlarını reddeden ve kendilerini tamamen dine adayan kadınlardır. Bu yüzden maruz kaldıkları erkek şiddetine ve zalimliklere, akıllarını ve hitabetlerini ustalıkla kullanarak tepki gösterirler (Vegvar 52-4). Tüm bu özellikler azizenin hayat hikâyesi içerisinde kurgulanır ve ayrıntılı olarak verilir. Ortaçağda menkıbelerde genellikle azizenin ailesi ve çocukluğu da ayrıntılarla anlatılır. Biyografik ayrıntılar gerçek olabileceği gibi gerçeğin abartılı tasviri ya da tamamen kurgusal da olabilir (Nevanlinna 3). Aslında azize menkıbeleri inancı uğruna her tür şiddete göğüs geren kadın imgesini vurgular. Bu özellikler kullanılarak biyografik olarak gerçek ya da gerçeğe yakın bir hayat hikâyesi oluşturulur ve kadının şiddet karşısındaki direnişi ve kutsallaşması kurgusuyla birleştirilir. Nevalinna’nın da belirttiği gibi, azizelerin hayat hikâyelerinde ahlaki ve ruhsal gelişim için gerekli öğretiler bulunmak zorundadır ve bunlar tamamen kurgusal olabilir, ancak hedef kitleye erişebilmek ve öğretileri kabul ettirebilmek için gerçek yaşamdan örneklere de ihtiyaç vardır (4). Bu nedenle, azizelerin hayatı sıradan bir insan gibi başlamakta, ancak seçtiği dindar yaşam nedeniyle farklılaşmakta ve ona kutsal bir statü kazandırmakta, böylelikle de tüm insanlara ulaşmayı istedikleri statüye gelebilmeleri için olumlu bir örnek oluşturmaktadır. Ortaçağda gerçek veya kurgu hayat hikâyeleri bilinen ve birçok kadına örnek olarak sunulan çok sayıda azize figürü vardır. Menkıbelerin çoğu anonim eserler olup menkıbeleri konu alan kitaplarda derlemeler şeklinde
Ortaçağ İngiliz Edebiyatında Şiddetin Kutsallaştırdığı Kadınlar
sunulmaktadır.1 Azize menkıbelerinde olay kurgusu ve bu kurguya dahil olan karakterler birbirleriyle büyük ölçüde benzerlik göstermektedir. Azizelik mertebesine ulaşacak olan kadın, kurgunun en başından itibaren iffetini korumakta, evlenmeyi kabul etmemekte ya da evlense bile cinsellikten uzak durmaktadır. Dinî inancını her ortamda özgürce ifade etmekten kaçınmamakta, otorite sahibi kişilerin önce uyarıları daha sonra da işkenceleri ve ölüm tehditlerine karşı kendini savunmakta ve hiçbir tehdidin onu yıldırmasına izin vermemektedir. Bununla beraber, çevresindeki birçok kişiyi de Hıristiyanlık konusunda eğitmekte ve onların da bu inancı benimsemelerinde öncülük etmektedir. Tüm bu şiddet ve tehditler karşısındaki direnişleri, sonunda onları şehitlik mertebesine ulaştırmakta ve cennette sonsuz mutluluğa kavuşmalarını sağlamaktadır. Azize Dorothy, Azize Agnes ve Azize Katherine’nin yaşamlarında olduğu gibi, kadının otorite ile karşı karşıya gelmesi, inancından ötürü yargılanması, cezalandırılması, işkence görmesi ve eğer ölürse ölümünden sonra gerçekleşen mucizelerinin görülmesi menkıbenin yerleşmiş kurgusunu oluşturur (Buzwell 13-5). Ortaçağda yaygın olarak bilinen başta azize hikâyeleri ve romans gibi edebi türlerde yazılmış eserlerde yer alan kadına karşı fiziksel ve psikolojik şiddet uygulamalarının oluşum ve toplum içinde kanıksanma sürecini daha iyi anlayabilmek için dönemin sosyal yapısı ve inanç sistemi irdelenmelidir. Ortaçağ İngiltere’sinde kadına karşı şiddetin meşru görülmesine neden olan Hıristiyanlık öğretileri sosyal hayat üzerinde etkili olmuş ve sorgulanmalarının bile günah olacağı inancıyla bu öğretiler tartışmasız bir şekilde kabul görmüştür. Özellikle kadınların yaradılışından başlayarak toplumsal hayattaki rollerine kadar geniş bir yelpazede bu öğretiler ışığında değerlendirmeler yapılmış ve her seferinde erkeğin kadına karşı üstünlüğü ve erkeğin kadın üzerinde kontrol sahibi olduğu vurgulanmıştır. Toplumda öğretileri saygı gören birçok Kilise Babası tarafından desteklenen bu yargılar toplumun kadına bakışını şekillendirmiştir. Örneğin, Aziz Tertullian ka1 Attwater, Donald. Penguin Dictionary of Saints. Londra: Penguin Books, 1995; Bokenham, Osbern. A Legend of Holy Women. Çev. Sheila Delany. Notre Dame: University of Notre Dame Press, 1992; Butler, Alban. Lives of the Saints. Der. Herbert Thurston ve Donald Attwater. 4 cilt. Londra: Palm Publishers, 1956; Caxton, William. The Golden Legend, or Lives of the Saints. Der. F. S. Ellis. 7 cilt. Londra: J. M. Dent, 1900; Farmer, David Hugh. Oxford Dictionary of Saints. Oxford: Oxford University Press, 1997; Winstead, Karen A., der. ve çev. Chaste Passions: Medieval English Virgin Martyr Legends. Ithaca ve Londra: Cornell University Press, 2000 bu derlemelere birkaç örnektir.
19
20
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
dınları şeytana açılan kapılar olarak tanımlarken (Salisbury 323) Havva’nın kızları olarak kabul edilen tüm kadınların da Havva ile aynı güvenilmezlik, zayıflık, isyankârlık ve günah işlemeye yatkınlıkla yaratıldığı, bu nedenle de erkeklerin denetimi altında tutulmaları gerektiği düşüncesinin gelişmesine katkıda bulunmuştur. (Berktay 68). Bu düşünce, Eski Ahit’te Yaradılış 2: 21-24 ayetinde anlatılan Havva’nın Adem’in kaburgasından yaratılmasının, Adem’in yaradılışta Havva’ya üstünlüğü olarak yorumlanmasıyla daha da genellenerek erkeklerin her hususta kadınlara üstünlüğü olarak kabul edilmiştir: RAB Tanrı Adem’e derin bir uyku verdi. Adem uyurken, RAB Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı. Adem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Adem’e getirdi. Adem, “İşte, bu benim kemiklerimden alınmış kemik, Etimden alınmış ettir” dedi, “Ona ‘Kadın’ denilecek, Çünkü o adamdan alındı.”2 Böylece, İncil’in kadın aleyhtarı yorumlanması sonucu, yaradılışı gereği kadına üstün tutulan erkeğin kadını denetim altında tutmak ve cezalandırmak için başvurabileceği şiddet dahil her tür yöntem Hıristiyanlık inancı tarafından meşrulaştırılmıştır. Aynı şekilde, Yeni Ahit’teki Korintoslulara 1. Mektup 11: 2-9 ayetinde de erkeklerin kadınlar üzerindeki üstünlüğü vurgulanmaktadır: [K]adının başı erkek, Mesih’in başı da Tanrı’dır. Başına bir şey takıp dua ya da peygamberlik eden her erkek başını küçük düşürür. Ama başı açık dua ya da peygamberlik eden her kadın başını küçük düşürür. Böylesinin, başı tıraş edilmiş bir kadından farkı yoktur. […] Erkek başını örtmemeli; o, Tanrı’nın benzeri ve yüceliğidir. Kadın da erkeğin yüceliğidir. Çünkü erkek kadından değil, kadın erkekten yaratıldı. Erkek kadın için değil, kadın erkek için yaratıldı. Bu ayetlerde ifade edildiği üzere, hem yaradılışta Adem’den sonra gelen hem de Adem’i baştan çıkararak cennetten kovulmalarına neden olan Havva 2 İncil’den alıntılar için bakınız Kutsal Kitap: Eski ve Yeni Antlaşma (Tevrat, Zebur, İncil). İstanbul: Yeni Yaşam Yayınları, 2008.
Ortaçağ İngiliz Edebiyatında Şiddetin Kutsallaştırdığı Kadınlar
Ortaçağda Kilisenin cinsiyetçi tavrını sürdürmesinde kullandığı en önemli imgedir. Hıristiyan inancı kadından bekâretini koruyup kendisini Tanrı’ya adamasını, yani İsa’nın gelini olmasını beklemiş ve İsa çarmıha gerilirken onu terk etmeyen birçok kadın Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde azizelik mertebesine ulaşmıştır (Berktay 99-100). Azize menkıbelerinde de vurgulandığı üzere, kadının toplumda söz sahibi olmaya başlaması ve övgüye değer bulunmasına tek neden Hıristiyanlık inancını içtenlikle benimsemesi ve bu uğurda tüm işkenceler ve ölüm tehditleri karşısında dimdik durabilmesi, hatta ölümü seve seve kabullenmesi olmuştur. Ortaçağ İngiliz azize menkıbelerinde en önemli nokta kadının şiddetle bağlantılı olarak sunulması ve şiddetin kadını kutsallaştıran bir araç olarak kullanılmasıdır. Menkıbelerdeki kadın figürleri kadın ve erkek arasındaki farklılıkların ancak kadının şiddeti kabullenmesiyle aşılabileceğini gösteren figürlerdir. Bir başka deyişle, kadın ve erkeğin statüsü ancak kadın erkek statüsüne gelebilmek için acı çekerse ve kendisini günahlardan arındırabilirse eşit olabilir. Kendi içinde eşitsizliğe sahip olan bu fikir, azize menkıbelerinde büyük ölçüde tasvir edilmiş ve kadınlar erkeklerle eşit olabilmek için âdeta şiddeti kabullenmeye zorlanmışlardır. Şiddete maruz kalma durumu bir yana, Hıristiyanlık kültüründe kimin aziz ve azizelik mertebesine layık olduğunun belirlenmesi ve bu kişilerin Kilise tarafından kabul görmesi uzun zaman alan bir süreçtir. Özellikle yerel kiliseler dinî inancı uğruna işkence çekerek ölen kişileri onurlandırmak amacıyla bu kişileri azizlik ve azizelik mertebesiyle ödüllendirmiş ve bu unvanlar ancak Papa’nın onayıyla resmiyet kazanmıştır (Delooz 191). Aslında Antik Yunan ve Roma Dönemlerinden beri devam etmekte olan ve İngilizce’de “canonization” olarak adlandırılan azizlik mertebesine yükselme ve Kilise tarafından kabul görme durumu sadece gerçek şahsiyetlerin tekelinde değildir. Gerçekte yaşamamış, kurgu şahsiyetlerin de azizlik ve azizelik mertebesine ulaşması mümkündür (Delooz 196). Azizlik ve azizelik mertebesine erişme fikrinin kökleri aslında Hıristiyanlık öncesi çok tanrılı kültüre dayanmaktadır. Hıristiyanlık inancının ortaya çıkmasından önce tapılan tüm tanrı ve tanrıçalar, Hıristiyanlığın kabulü ve kıta Avrupası’nda yayılmasıyla birlikte tamamen unutulmamış ve yeni inanışla birleştirilerek tanrı ve tanrıça olma özelliklerini kaybetmiş, fakat inanç sisteminde önemli bir yer tutan kutsal insan figürlerine dönüştürülmüşlerdir. Başka bir deyişle, çok tanrılı dönemlerde tapılan tanrı ve tanrıçaların isimleri değiştirilmiş ve kutsallıkları korunarak aziz ve
21
22
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
azizelere dönüştürülmüşlerdir. Böylece, çok tanrılı kültürde tapılan ve koruyucu olduğuna inanılan tanrı ve tanrıçalar, Hıristiyanlıkla birlikte koruyucu aziz ve azizelere dönüşerek amaçta aynı kalmış ama isim değiştirmiştir (Dowling 124). Sonuç olarak, Hıristiyanlık inancındaki düşman çok tanrılı dönemin ilah ve ilaheleri değil şeytanın kendisi olmakla kalmamış, bu değişim çok tanrılı dinlere inananların Hıristiyanlığı kabul etmesinde kolaylaştırıcı bir etki olmuş, çok tanrılı inanç sisteminin tapınak ve sunaklarının yerini kiliseler almaya başlamıştır. Bu değişimin gerçekleşmesinde aziz ve azize menkıbelerini yazanların etkisi de büyük olmuş, zamanla çok tanrılı kültür yerini tamamen Hıristiyan inancına bırakmış ve unutulmaya yüz tutmuştur (Saradi 132). Aziz ve azize menkıbelerinde en göze çarpan ortak unsur hem aziz hem de azizelerin maruz kaldığı fiziksel ve psikolojik şiddettir. ‘Şehitlerin efsaneleri’ (legends of martyrs) olarak da bilinen menkıbelerde aziz ve azizeler çıplak bırakılmakta, dövülmekte, yakılmakta, kafaları kesilmekte, kısacası her tür vahşete ve katliama maruz kalmaktadırlar (Mills 87). Ancak, özellikle azize menkıbelerinde, Ortaçağda kadın karşıtı söylemlerin aksine, kadına bilgelik, dindarlık, cesaret gibi özellikler yüklenirken, aynı zamanda kadına karşı şiddet de meşrulaştırılarak kutsallığa ermenin ve erkekle aynı konuma gelmenin tek yolu olarak ifade edilmektedir. Bu nedenle, kadın güçlü ve bilge biri gibi tasvir edilse de aslında ikilemde bırakılarak ya cahil, günahkâr, ürkek imajı altında erkeğe göre ikincil konumunu benimsemeye ya da erkekle aynı statüye gelmek ve güçlü görünmek için kendine yöneltilen şiddeti kabullenmeye zorlanmıştır. Öte yandan, azize menkıbelerinde kadının maruz kaldığı şiddet her ne kadar kadını fiziksel ve ruhsal olarak mağdur ediyor gibi görünse de kadını çirkinleştirmez, bedeni tahrip etmez, kadına acı vermez. Aksine, korkunç fiziksel işkencelere hedef olsa da kadın, özellikle de bakireyse, güzelliğini korur; zarar görmeyen vücudu ise ruhunun kötülüklere karşı kazandığı zaferi yansıtır (Ashton 145). Kadının bedenen ve ruhen çektiği çile aslında Hıristiyanlık inancındaki günahtan arınma süreciyle birdir, çünkü kadın bu çileli süreçte göstermiş olduğu örnek davranışları ve koruduğu erdemleriyle tüm Hıristiyan âlemine örnek teşkil etmektedir. Diğer bir ifadeyle, kadının azizlik mertebesine ulaşma süreci tüm insanlığın günahlarından arınma ve hidayete erme sürecini yansıtmaktadır (Coon xvii). Menkıbelerdeki kadın bekâretini korumakla ve onu Tanrı’nın emrine sunmakla Havva’nın işlediği ilk günahın sonuçlarını çekmekten kurtulmuş
Ortaçağ İngiliz Edebiyatında Şiddetin Kutsallaştırdığı Kadınlar
olmaktadır. Bu yüzden, azize menkıbelerinde kadın dinî inancını savunma uğruna bekâretini kaybetme tehdidiyle de karşı karşıyadır. Şiddet uygulayan erkek ise sadistçe kadının çektiklerinden zevk almaktadır (Ashton 145). Menkıbelerde kadının maruz kaldığı sadist işkenceler, sonunda kadının ahlaki güce ve ruhsal zafere ulaşmasına yardımcı olmaktadır. Kadının gerek dövülmesinin gerekse yakılmasının ona acı vermek yerine ruhsal arınma sağladığı vurgulanmaktadır. Kadın, Meryem Ana misali, dünyevi kötülüklerden melekler yardımıyla korunur ve İsa’nın ona olan sevgisi kadının vücudunun fiziksel tahribatını önler (Ashton 147). Sekizinci yüzyılın sonu ve dokuzuncu yüzyılın başlarında Yunanistan’da bilinen ve Haçlı Seferleri sonrası özellikle on beşinci yüzyılda İngiltere’de ünü yayılan Aleksandriyalı Azize Katherine’nin menkıbesinde (Winstead 115) maruz kalınan şiddete rağmen kadının bekâretini korumasının önemi özellikle vurgulanmaktadır. Katherine’nin gerçekte yaşayıp yaşamadığı bilinmemektedir. Büyük bir ihtimalle, Hıristiyan erdemlerine sahip bir bakire olarak yaşamının örnek teşkil etmesi için sembolik olarak kurgulanmıştır (Nevanlinna 4). Azize menkıbelerinin büyük çoğunluğunda olduğu gibi soylu bir ailenin kızıdır ve kendini dine adadığından evlenmeyi kabul etmemektedir. Meryem Ana kendisine İsa ile evleneceğini müjdeler ve İsa Katherine’nin parmağına evlilik yüzüğünü takarken, Katherine’e çekeceği işkenceler sonucu şehitlik mertebesine ulaşması sonrasında cennette sonsuz mutluluğu vadeder. Zalim hükümdar Katherine’nin yakılmasını buyurur, ancak Katherine meleklerin yardımıyla mucizevi şekilde alevlerden etkilenmez. Dövülür, aç susuz hapis tutulur, vücudu paramparça edilmeye çalışılır, ancak o sadece dua eder (Nevanlinna 12-4). Azize menkıbelerinde, kadına yapılan işkencelerin çoğu cinsel sapkınlıklar da içerir. Kadın kendinden beklenen rollere uymadığı ya da sessiz kalması gerektiği halde susmadığı için çıplak bırakılır, çıplakken dövülür, sert objelerle yaralanır, kırbaçlanır, darağacına tersten asılıp önce sopayla sonra da etlerinin kemiklerine yapışması için demir taraklarla dövülür. Ayrıca, kadının vücudu kancalarla parçalanır, göğüsleri yakılır, yüzü paramparça edilir, kadın yerlerde sürüklenir, uzun süre kapalı yerde hapsedilir, kadının derisi tuzla ovulur ve hatta boğazı kesilir (Ashton 148-49). Ancak, kadın inancı uğruna tüm bu sapkınlıklar karşısında başını dik tutar ve işkencelere karşı kutsal bir amacı olduğunun bilinciyle tüm bu zulümlere karşı göğüs gerer ve parçalanmış vücudu kutsal bir emanet olarak kabul edilmekle birlikte, eski sağlam haline dönerek güç kazanır (Wogan-Browne, Virgin Lives xiii). Bu
23
24
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
bağlamda, yedinci yüzyıldan itibaren İngiltere’de bilinen Azize Dorothy’nin menkıbesi kadın bedeninin maruz kaldığı ve onu paramparça etmekle kalmayıp aynı zamanda kutsallaştıran şiddet tasvirleri içermesi açısından incelenmeye değerdir. Hıristiyanlığın ilk yayılmaya başladığı dönemde bu inancın yayılmasını önlemek amacıyla inancı yayanlara şiddet uygulanmıştır (Winstead 210). Azize Dorothy’nin menkıbesi, bu tarihsel gerçeği kurgu ile birleştirir. İsa’dan sonra üçüncü yüzyılda yaşadığı ve ilk Hıristiyan kadınlardan biri olduğu düşünülen (Winstead 113), asil ve Hıristiyan bir ailenin kızı olan Dorothy, fiziksel ve ruhsal güzelliğiyle ülkedeki tüm kadınları geride bırakmıştır. Onunla evlenmek isteyen Fabricius’a aslında İsa’nın eşi olduğunu söyler. Bunun üzerine deliye dönen Fabricius Dorothy’i kızgın yağ dolu bir fıçıya koydurur, ancak kızgın yağ Dorothy’e merhem gibi gelir. Bu mucizeyi birçok kişi Dorothy’nin cadı olmasına bağlar ve aç susuz bırakılarak dokuz gün boyunca hapis tutulur ancak melekler tarafından beslenir ve güzelliğinden bir şey kaybetmez. Bunun üzerine Fabricius onu darağacına göndermekle tehdit eder, ancak Dorothy Tanrı’nın varlığını ispatlaması için dua edince inançsızların taptığı putlar melekler tarafından yıkılır. Bunun üzerine, bazı kişiler Tanrı’nın varlığına inandıklarını söylerler ancak Dorothy asılmaktan kurtulamaz. Asılı duran vücuduna sopalarla ve kırbaçlarla vurulur, demir kancalarla etleri koparılır, göğüsleri yakılır ve ölmeden önce zindana atılır, ancak ertesi gün vücudunda hiçbir yara kalmaz. Dorothy’e hiçbir zarar gelmediğini gören Fabricius derhal kafasının kesilmesini emreder ve Dorothy duasını bitirir bitirmez ilahi bir ses ona cennete gelmekte olduğunu müjdeler (Bokenham 95-8). Azize menkıbelerinde çektiği çilelere rağmen fiziksel olarak güçlü kalan kadın, fikirlerini bireysel olarak ifade etme konusunda maalesef aynı güce sahip değildir. Tek tanrılı dinler toplumsal cinsiyet rollerini belirlerken bu rollerin değişmez ve kutsal olduklarını vurgularlar (Berktay 17). Azize menkıbelerinde de kadına verilen rol kutsal amaca acı çekerek ulaşmaktır. Menkıbelerde maruz kaldığı şiddet karşısında sessiz kalmayan kadın konuşma özgürlüğünü kazanır, ancak savunduğu düşünce daima Kilisenin dinsel öğretileriyle örtüşür (Wogan-Browne, Saints’ Lives 224). Böylelikle, din kişinin kendi dışında algıladığı, onu hem kısıtlayan hem de destekleyen toplumsal bir güç haline gelir. Ataerkil yapı ve tek tanrılı dinin kadın bedeninin denetim altında tutulmaya çalışılmasında etkileri büyüktür (Berktay 18-24). Bu nedenle, azize menkıbeleri kadına toplumsal yaşamda sahip olmadığı ko-
Ortaçağ İngiliz Edebiyatında Şiddetin Kutsallaştırdığı Kadınlar
nuşma özgürlüğünü tanımasına rağmen, kadının savunduğu fikirleri erkek egemen düşünce kalıpları içinde sunar. Kadın konuşmaktadır, ancak ifade ettikleri kendi fikirleri değil erkek egemen bir inanç sistemi içerisinde erkek din adamları tarafından benimsetilmeye çalışılan öğretilerdir. Bu bağlamda, kadının rolü erkek söylemlerini benimsetmek için bir araç olmaktır. Bu aracı rol ile konuşma özgürlüğü elde ederken aynı zamanda kendini erkek egemen toplum söylemlerine alet etmektedir. Kutsallaşma uğruna maruz kalınan fiziksel şiddet aslında kadın üzerindeki psikolojik şiddetle de artmaktadır. Kadın bilinçaltından şiddeti kabullenmeye ve ancak bu yolla selamete ereceğine inandırılmaktadır. Aslında, Ortaçağ azize menkıbelerinde, kadına şiddet uygulayanlar sadece günahkâr Hıristiyanlar değildir. Pagan zalimlerin yaptığı her işkenceye de Tanrı’nın bahşettiği mucizelerle karşılık verilir ve her mucizeye anlamlar yüklenir. Bu nedenle kadına yöneltilen şiddet, zarar veren şiddet olmaktan çıkıp meşrulaşır. Şiddete maruz kalan kadın artık bir azizedir ve Tanrı ile kulları arasında iletişim kurma ve şeytana karşı koymada bir aracıdır (WoganBrowne, Saints’ Lives 107-08). Ancak, bu durum azize menkıbelerinin kadına yönelik şiddeti meşrulaştırdığı gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır. Kadın maruz kaldığı şiddet sonucu İsa’ya ve Tanrı’ya daha da yakınlaşır ve ‘İsa’nın gelini’ olarak tanımlanır. Bu kutsal çift, statüleri gereği inkarnasyon (Tanrı’nın vücut bulması) ve yeniden dirilme ayrıcalığına sahiptir (Cazelles 12). Onları özel kılan bu durum, her Hristiyan’ın imrendiği ve ulaşmak istediği bir konumdur. Azizeler zorluklarla mücadele ederek ilahi güce ulaşmakta ve cennetin kapıları onlara açılmaktadır. Onlar cennetteyken bile Tanrı ve ona inananlar arasında aracıdırlar (Cazelles 15). Onlara atfedilen ilahi özellikler sayesinde azizelerin dünyayı kötülüklerden ve inananları da cehennem azabından koruyacağı inancı yaygındır. Bu inanış sadece din adamlarının söylemlerinde değil, dönemin edebi eserlerinde de ele alınmış ve kalıplaşmış bir edebi kurgu ve kişiler aracılığıyla Ortaçağda bir edebi tür olarak ifade bulmuştur. Bir bakıma edebiyat, Ortaçağın sosyal ve dinî beklentilerinin ifade aracı haline gelerek, kadına yönelik şiddetin meşrulaşmasında aracı kılınmıştır. Gail Ashton tarafından da vurguladığı üzere, din toplumdaki şiddet olgusunun dışa vurumuna neden olduğu gibi, toplumun bekâret kavramına bakış açısını da şekillendirir (145). Kilise Babaları ve yazarlar dinî öğretiler aracılığıyla bekâret kavramını ve onun kadın için önemini en uç biçimde yorumlayarak geniş bir kadın düşmanı söylem ve yazın yaratmışlardır (Berktay 104-05).
25
26
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
Azize menkıbelerinin kurgusu içerisinde mucizelerin rolü önemlidir. Azizenin maruz kaldığı şiddetin derecesi onun direnci ve inancını daha güçlü savunmasına bağlı olarak kademeli şekilde artar, ancak azizenin kutsallık kazanmasında ve maruz kaldığı şiddet karşısında acı çekmemesinde çevresindeki meleklerin yardımı ve Tanrı’nın mucizelerinin rolü büyüktür. Bir başka deyişle, kadın inancından vazgeçmediği için şiddet görmekte ve bu şiddetin etkilerinden onu Azize Agnes örneğinde olduğu gibi sadece mucizeler kurtarmaktadır. Agnes daha on üç yaşında inancı uğruna ölerek cennetteki sonsuz hayatı hak etmiştir. Osbern Bokenham, Agnes’ın hayat hikâyesini detaylı bir şekilde anlatmaktadır. Bokenham’ın aktardığı üzere, Agnes’in genç yaşına rağmen olgun bir ruhu vardır. Kendini İsa’ya adadığını söyleyerek kendisiyle evlenmek isteyen zengin bir ailenin oğlunu reddeder. Ancak, oğlanın babası Agnes’in oğlunu reddetmesini kabullenemez, onu tehdit eder ve ailesini Hıristiyan olmakla, Agnes’i de cadılıkla suçlar. Agnes kararlılığını sürdürünce bir geneleve gönderilerek cezalandırılır. Mucizevi bir şekilde uzayan saçları tüm vücudunu sararak çıplaklığını örter. Üzerine görünmesini engelleyen bir nur iner. Kendisiyle evlenmek isteyen oğlan geneleve gelip Agnes’e sahip olmak ister, ancak onun nuruna dayanamayıp ölünce Agnes’in büyüyle onu öldürdüğü düşünülür ve onun bir cadı olduğu dedikodusu her yere yayılır. Oğlanın babası Agnes’in tanrısının varlığını ispatlaması için oğlunu diriltmesini ister. Agnes’in duası kabul olup oğlan tekrar dirilince, Agnes yine büyücülükle suçlanır, ateşe atılır ancak alevler onu yakmaz. İnsanlar Agnes’in zarar görmemesini Tanrı’nın mucizesine bağlamazlar, aksine şeytanın işi olduğunu düşünürler ve Agnes boğazına bir kılıç saplanarak öldürülür. Agnes’in ölümünden sonra Sicilya kraliçesi Constance dermansız bir hastalığa tutulur ve rüyasında Agnes’i görür. Onun mezarını ziyarete gider ve hastalığına derman bulur. Böylece, ömrünün sonuna kadar bakire kalmaya ve siyahlar giymeye karar verir ve onunla birlikte birçok asil kadın da Azize Agnes’i kutsar (82-93). Bu kurgusal mucize kadının acı çekmesini engellemektedir, ancak aynı zamanda şiddeti zararsız ve cennetteki sonsuz mutluluğa erişmek için bir araç olarak sunmaktadır. Kurgusal bütünlük taşıyan azize menkıbelerinde tüm olaylar doğrudan ya da dolaylı olarak azizenin çevresinde gelişmektedir. Genellikle, kurgulananlara gerçeklik katmak için olayları bizzat yaşamış bir tanık anlatmaktadır. Azizenin yaşamı İsa’nın yaşamındaki dışlanmalar, acı çekmeler, çileler ve mucizelerle kurgulanarak, İsa ve azizenin yaşamları arasında benzerlikler kurulmaktadır (Nevanlinna 14). En büyük mucize
Ortaçağ İngiliz Edebiyatında Şiddetin Kutsallaştırdığı Kadınlar
Tanrı’nın dünyada bir insanda, yani İsa’da vücut bulup görünmesidir. İsa’nın insanlığın kurtarıcısı olma görevi vardır ve o bunu başarmıştır. Azizelerin de görevi Tanrı’nın amaçladıklarını yeryüzünde gerçekleştirmek ve insanlığın selamete ermesinde Kilisenin öğretileri sayesinde öncülük etmektir. Bu kutsal mücadelede, azizeler kadın kimliklerinden sıyrılıp erkek gibi güçlü savaşçılar olarak sunulmaktadırlar (Kitchen 102-03) ve İsa gibi ölmeyi, onun statüsüne ve kutsallığına ulaşmayı istemektedirler (Kitchen 105). Yukarıda menkıbelerine yer verilen Dorothy, Agnes ve Katherine’nin yaşamları çileler ve işkencelerle doludur, ancak sonunda hepsi hem cennetteki mutlu sonsuz yaşamı hak etmiş hem de dünyada insanlara erdemli yaşamlarıyla örnek olmuşlardır. Ortaçağ Avrupası’nda kendini çile çekmeye ve Hıristiyanlığı yaymak için elinden gelen herşeyi yapmaya adayan kadınlar kutsallık kazanıp azizeleştirilirken (Goodich 179), kadınlar tarafından yazılan edebiyat eserlerinde azizelik mertebesine erişen kadının bakire olma zorunluluğunun olmadığı da görülebilir. Örneğin, erken Ortaçağda Almanya’da bir manastırda rahibe olan Hrotsvitha Paphnutius adlı oyununda, bir fahişenin azizelik mertebesine ulaşmasını konu etmektedir. Thais adlı fahişe bir din adamının öncülüğünde Hıristiyanlık öğretileri çerçevesinde eğitilmekte ve sapkın yolundan geri çevrilmektedir. Paphnutius Tanrı tarafından affedilebilmesi için Thais’in inzivaya çekilip günahları üzerine düşünmesini söyler. Thais günahkâr bedeniyle kazandığı tüm servetini de yanına almak ister, ancak onu kurtuluşa geçmiş günahlarından tamamen kurtulmasının götüreceğini fark eder ve geçmişini yakıp kül etmek ister. Oyunda Thais ve Paphnutius arasında geçen ve hidayete erme konusunda Hıristiyanlık öğretilerinin de vurgulandığı konuşma şu şekildedir: Paphnutius: Haklısın, peki tüm malını mülkünü ne yapmayı düşünüyorsun? Thais: Yakmayı. Hepsini kül etmeyi. Paphnutius: Hangi nedenle? Thais: Artık bu dünyada var olmasınlar. Her biri Yaradan’ın iyiliği ve güzelliğini zedeleme pahasına elde edilmişti zaten. Bırak yansınlar. Paphnutius: Nasıl da değiştin! Dilinde şükran var! Bakışların sakinleşti ve artık iffetsiz tutkuyla yanmıyor. Bu bir mucize! Bir zamanların altına tamah eden Thais’i bu mu? Tevazuyla Tanrı’nın yolunu arayan Thais bu mu? […]
27
28
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
Thais: Şimdi aklımdakini gerçekleştirmeliyim. Alevler sahip olduğum her şeyi yok etmeli. (St. John 110-11)3 Fiziksel şiddete maruz kalmamasına rağmen, küçük bir odada herkesten uzak yalnız bir yaşamı seçen Thais, geçmişindeki karanlık leke için tövbe etmekte ve sonunda Tanrı’nın cennetine kabul edilmektedir. Olay kurgusu içerisinde kadına yönelik fiziksel şiddet bulunmamaktadır, ancak kutsal bir kişilik kazanan kadın, günahlarından arınmak için psikolojik şiddeti andıran bir yaşama şartlandırılmış, ömrünün sonuna kadar küçücük bir odada geçmişindeki ahlaksız hayatıyla yüzleşmeye ve kendini bu hayattan dolayı suçlu hissetmeye zorlanmıştır. Thais sahip olduğu her şeyi kendisi yakmak isteyerek geçmişinden kurtulmanın tek yolunun bu olduğuna inanmıştır. Böylelikle, başkasından şiddet görmese de kendi geçmişine şiddet uygulama zorunluluğu hissetmiş ve bunu bir kurtuluş yolu olarak kabullenmiştir. Sosyal hayattan uzaklaştırılan ve geçmişinin günahını tek başına bir odada çile çekerek üzerinden atmaya çalışan kadın sonunda Tanrı katına kabul edilmekte ve hayatı diğer kadınlara örnek olarak gösterilmektedir. Ortaçağ İngiliz edebiyatında on dördüncü yüzyılın en önemli şairlerinden biri olan Geoffrey Chaucer’ın, Canterbury Hikâyeleri adlı eserinde, İkinci Rahibe karakterinin anlattığı “İkinci Rahibe’nin Hikâyesi” de bir azize menkıbesidir. Hikâyede, Cecilia’nın azizelik mertebesine erişme süreci azize menkıbelerinin geleneksel kurgusu içerisinde anlatılmaktadır. Cecilia soylu bir ailenin mensubudur ve kendini İsa’ya ve Tanrı’ya adadığı için evliliğe karşı çıkmasına rağmen ailesinin isteği üzerine evlenmek zorunda kalmıştır, 3 Makaledeki çeviriler aksi belirtilmedikçe yazara aittir. Paphnutius: You are right. What then do you propose to do with your possessions? Thais: Give them to the flames! Burn them to ashes! Paphnutius: For what reason? Thais: That they may no longer exist in the world. Each one was acquired at the cost of an injury to the goodness and beauty of the Creator. Let them burn. Paphnutius: How you are changed! Grace is on your lips! Your eyes are calm, and impure passions no more burn in them. Oh, miracle! Is this Thais who was once so greedy for gold? Is this Thais, who seeks so humbly the feet of God? […] Thais: Now I am going to carry out my plan. Fire shall destroy everything I have. (St. John 110-11)
Ortaçağ İngiliz Edebiyatında Şiddetin Kutsallaştırdığı Kadınlar
ancak bekâretini korumakta kararlıdır. Pagan hükümdarın Cecilia’ya Hıristiyanlığı inkâr etmesi için vaatleri fayda etmeyince, Almachius Cecilia’yı birçok işkenceye maruz bırakmakla kalmaz onu yaktırır. Ancak, hiç bir işkence onu yıldırmaz ve o inancını sonuna kadar savunmaya devam eder. Bu durum hikâyede şu şekilde anlatılır: Ateş yandı sabaha ve tekrar akşama dek, Ama ateşe ve içerisinin tüm sıcaklığına karşılık Serin serin oturuyor, acı duymuyordu Cecilia. Ter dökmüş dahi değildi tek bir damla. Yine de hayatı o banyoda son bulacaktı, […] Tam üç vuruş yaptı boynuna cellat, Var gücüyle tam üç kez vurdu fakat Kesip ayıramadı başını vücudundan, -Burada, o günlerde geçerli olan bir kanundan Söz etmek gerekiyor: hafif ya da sert dördüncü bir vuruş Yapılamazdı kurbana, buna izin yoktu, Cellat da bu yasayı çiğnemekten korktu, Ve yarı ölü bıraktı Cecilia’yı kesik boynuyla, Can çekişir bir halde bırakıp gitti öyle. (VIII, 528-29)4 Hikâyede de anlatıldığı gibi, Cecilia yakılır, kafası üç kez uçurulmaya çalışılır, ancak o bu işkencelerin hiçbirinden dolayı acı çekmez; hatta kafası kesikken bile üç gün boyunca ruhunu teslim edinceye kadar tüm insanlar için dua eder. Üç günün sonunda Aziz Urban tarafından diğer azizlerin yanına gömülür ve evi kiliseye çevrilir. Hikâye boyunca, Cecilia’nın maruz kaldığı fiziksel şiddet ayrıntılı olarak anlatılmaktadır. Ancak, Anne Laskaya’nın da ifade ettiği gibi, ölüm döşeğindeyken kimse onun için ağlamaz çünkü maruz kaldığı şiddet onu kutsallaştırmış, azizelik mertebesine taşımıştır ve Cecilia inancı uğruna öldüğü için en büyük övgüye layıktır (172). Ortaçağ İngiliz edebiyatına özellikle 1066 Normandiyalılar Fethi sonrası Fransız edebiyatının etkisiyle gelen ve özellikle on üç ve on beşinci yüzyıllar arasında soylu ve üst orta sınıf arasında popüler olan romans geleneği her ne kadar soyluların ve şövalyelerin hayatları ve maceralarını konu edinse de, 4 Eser Nazmi Ağıl tarafından Türkçe'ye çevrilmiştir.
29
30
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
on dördüncü yüzyıldan sonra bir asır boyunca farklı konulara da değinmeye başlamıştır (Pearsall 11-2). Menkıbeler romans konuları arasına katılmış ve özellikle azizelik mertebesi vurgusu yapılmasa da kadın karakterlerin çektiği çile ve başlarından geçen olaylar romansın esas kahramanı olan şövalyelerin deneyimleriyle benzerlikler kurularak eserlerde ana kadın karakterler kullanılmıştır. On beşinci yüzyılın başına tarihlendirilen Le Bone Florence of Rome başlıklı anonim romansta (Heffernan 40-1), Florence adlı bir kurgu kadın karakterin bir azizeninkine birçok açıdan benzeyen çileli hayatı ve mucizeleri anlatılmaktadır. Florence’ın sevdiği adamın erkek kardeşi olan ve Florence ile evlenmek isteyen Miles, Florence’a erkek kardeşi Emere’nin ağzından Miles ile evlenmesini istediğini belirten sahte bir mektup gönderir. Mektubun sahte olduğu ortaya çıktığında ise Miles Florence’ı kaçırır, döver ve ormanda kaderine terk eder. Florence’ın gördüğü fiziksel işkence şu şekilde anlatılmaktadır: Onu [Florence’ı] saçlarından bağladı, Ve onu oradaki bir ağaca astı, O güzeller güzeli bedeni; Onu bir huş ağacı sopasıyla dövdü Çıplak tenini, duyuncaya kadar ondan Birçok acıklı çığlık. (Ritson 64)5 Bu durumdan tesadüfen ormandan geçmekte olan Lord Tirri’nin yardımıyla kurtulan Florence onunla evlenir, ancak kocasının şövalyelerinden biri tarafından kocasının kızının boğazını kestiği iftirasına maruz kalır ve sürgüne gönderilir. Ormanda karşılaştığı ve asılmaktan son anda kurtardığı hırsız Florence’ı bir denizciye satar. Romansın sonunda Florence’ın çile çekmesine neden olan tüm kötü karakterler sadece Florence tarafından iyileştirilebilen 5 Romansın Orta İngilizce özgün metni aşağıdaki gibidir:
He bonde hur be the tresse of the heere,
And hangyd hur on a tre there,
That ylke feyre bodye;
He bete hur wyth a yerde of byrke,
Hur nakyd flesche tyll he was yrke,
sche gaf many a rewfull crye. (Ritson 64)
Ortaçağ İngiliz Edebiyatında Şiddetin Kutsallaştırdığı Kadınlar
hastalıklara yakalanırlar ve Florence onları iyileştirdikten sonra yakılarak cezalandırılırlar. Böylelikle cinsel sömürü ve fiziksel şiddetle karşı karşıya kalan kadın figürü romansın sonunda hem kendisine hak etmediği çileyi çektirenlerin cezalandırıldığını görmüş hem de mucizevi bir şekilde bu kişilerin şifacısı olmuştur. Burada değişmeyen gerçek azize menkıbelerinde olduğu gibi yine kadının bu mucizevi güce ve yüksek mertebeye sadece bir bedel ödeyerek gelmesidir. Erken on dördüncü yüzyıl romanslarından King of Tars (Wells 122) konu itibariyle bir inanç çatışmasını konu etmekte ve bu esnada mucizenin gerçekleşmesini bir kadın karakter üzerinden anlatmaktadır. Bu bağlamda, romans azize menkıbelerine benzerlik göstermektedir. Hıristiyan bir prenses ve Hıristiyan olmayan bir Sultan’ın evliliklerinden doğan çocuğun bir insan şeklinden çok yüzü gözü belli olmayan bir et parçası olması üzerine hem prenses hem de Sultan kendi tanrılarına dua ederler. Hıristiyan olmayan Sultan’ın duası sonrası çocuğun şeklinde bir değişiklik olmazken, Hıristiyan prensesin ettiği duadan sonra et parçası insan şeklini alarak bir bebek görünümüne kavuşur: Daha güzel bir çocuk doğamazdı Acınacak haldeki bembeyazlığı yoktu artık; Üstelik gayet güzel bir biçimdeydi. (Perryman 94)6 Çocuğun insan şekline bürünmesi vesilesiyle hem Hıristiyanlık inancı kutsanmış ve Hıristiyan inancının gerçekliği ispatlanmış, hem de kadın karaktere Hıristiyanlığın bir mucizesini gerçekleştirme rolü verilmiştir. On beşinci yüzyıl romanslarından The Siege of Jerusalem (Wells 153) ise Yahudi ve Hıristiyan çatışmasını konu alırken Ortaçağ İngiltere’sinde yaygın olan bir inanca da yer verir. Aziz ve azizelerin eşyalarının ya da kemiklerinin şifalı olduğu ve mucizevi iyileştirici güçlerinin olduğu inancı bu romansta Azize Veronika’nın peçesine yapılan gönderme ile vurgulanmıştır. Papaz peçeyi kullandı ve [Waspasian’ın] çehresine dokundu, 6 Romansın Orta İngilizce özgün metni aşağıdaki gibidir:
Feirer child mi t non be bore;
It no hadde neuer a lime forlore;
Wele schapen it was wiþalle. (Perryman 94)
31
32
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
Vücut tamamen bu kutsal etkiyi deneyimlemeliydi. Waspasian’ın kusuru yok oldu, arkasından tüm derdiyle: Cüzzamı artık hafiflemişti. (Hanna ve Lawton 17)7 Hıristiyan Waspasian’ın yakalandığı cüzzamdan üzerinde İsa’nın sureti olan Veronika’nın peçesini takmasıyla iyileşmesi üzerine Waspasian Yahudilerin ellerinde tuttuğu Kudüs’ü kuşatmaya ve Yahudi zulmüne son vermeye karar verir. Sonuç olarak, Ortaçağ İngiltere’sinde feodal düzen ve Hıristiyanlık inancının erkek egemen öğretileri ve tutumları nedeniyle erkek kadına üstün tutulmuş ve toplumsal roller bu anlayışı benimsetmek için düzenlenmiştir. Sosyal ve dinî konularda hiç bir sorumluluk ve üstünlük tanınmayan kadının erkekle eşit statüye ulaşıp Havva’dan kalan günahkâr imajını silmesi ancak bekâretini koruması ve inancı uğruna her tür fiziksel ve psikolojik şiddeti kabullenmesiyle mümkün kılınmıştır. Azize menkıbeleri gerçek ve kurgu örnek hayatlar ışığında, fiziksel şiddetin ruhu terbiye ettiği fikrini benimsetmeye çalışarak örnek alınacak kadın figürleri yaratır. Kendi içinde çelişen bir durum yaratıp kadının maruz kaldığı şiddet karşısında güzelliğini koruyup acı hissetmemesine vurgu yaparak, kadını adeta şiddet görmeye özendirir. Azize menkıbelerinde olduğu gibi, Ortaçağ edebiyatındaki din dışı konulu edebiyat örneklerinden olan romanslarda da şiddetin kutsallaştırdığı kadın figürleri yer almaktadır. Ortaçağ süresince, özellikle soylu kesim başta olmak üzere orta sınıfta da popüler olan romanslardaki kurgusal tasvirlerde kadının gördüğü şiddete menkıbelerde olduğu gibi olumlu bir anlam ve sorumluluk yüklendiği görülür. Ortaçağda toplumda kendi başına varlığı bile kabul edilmeyen kadın kimliksiz bırakılırken, şiddetin kutsallaştırdığı kadının adı ölümsüzleştirilir. Bir bakıma erkek egemen toplum kendi öğretileri ve değer yargıları doğrultusunda kadına karşı şiddeti şiddet olmaktan çıkarıp kutsallaştırır. Hem şiddet kavramı hem de şiddet gören kişi kutsallaştırılınca, şiddetin tüm olumsuz yönlerinin üzeri örtülür ve şiddet kadının kutsal bir kimlik kazanması için ön şart olarak sunulur. 7 Romansın Orta İngilizce özgün metni aşağıdaki gibidir:
þe pope availed þe vaile and his visage touched,
þe body suþ al aboute, blessed hit þrye.
þe waspys w[y]ten away and alle þe wo after:
þat er [w]as lasar-l[ich]e ly tter was neuere. (Hanna ve Lawton 17)
Ortaçağ İngiliz Edebiyatında Şiddetin Kutsallaştırdığı Kadınlar
K aynakça
Ashton, Gail. The Generation of Identity in Late Medieval Hagiography. Londra: Routledge, 2000. Berktay, Fatmagül. Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın: Hıristiyanlıkta ve İslamiyette Kadının Statüsüne Karşılaştırmalı Bir Yaklaşım. İstanbul: Metis Yayınları, 1996. Bokenham, Osbern. A Legend of Holy Women. Çev. Sheila Delany. Notre Dame: University of Notre Dame Press, 1992. Buzwell, Greg. Saints in Medieval Manuscripts. Londra: The British Library, 2005. Cazelles, Brigitte. “Introduction.” Images of Sainthood in Medieval Europe. Der. Renate BlumenfeldKosinski. Ithaka: Cornell University Press, 1991. Chaucer, Geoffrey. Canterbury Hikâyeleri. Çev. Nazmi Ağıl. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2002. Coon, Lynda L. Sacred Fictions: Holy Women and Hagiography in Late Antiquity. Philadelphia: University of Pennsylvania Press, 1997. Cottrell, Jack. A Critique of Feminist Biblical Interpretation: Gender Roles and the Bible: Creation, the Fall and Redemption. Missouri: College Press, 1994. Delooz, Pierre. “Towards a Sociological Study of Canonozed Saints in the Catholic Church.” Saints and Their Cults: Studies in Religious Sociology, Folklore and History. Der. Stephen Wilson. Londra: Cambridge University Press, 1985. 189-216. Dowling, John. The History of Romanism: From the Earliest Corruptions of Christianity to the Present. New York: Edward Walker, 1845. Duby, Georges. Erkek Ortaçağ Aşka Dair ve Diğer Denemeler. Çev. Mehmet Ali Kılıçbay. İstanbul: Ayrıntı, 1991. Goodich, Michael. Vita Perfecta: The Ideal of Sainthood in the Thirteenth Century. Stuttgart: Anton Hiersemann, 1982. Hallissy, Margaret. Clean Maids, True Wives, Steadfast Widows: Chaucer’s Women and Medieval Codes of Conduct. Westport: Greenwood, 1993. Hanna, Ralph ve David Lawton, der. The Siege of Jerusalem. EETS o.s., 320. Oxford: Oxford University Press, 2003. Heffernan, Carol Falvo, der. Le Bone Florence of Rome. Manchester: Manchester University Press, 1976. Kitchen, John. Saints’ Lives and the Rhetoric of Gender: Male and Female Meraringian Hagiography. New York: Oxford University Press, 1998. Kutsal Kitap: Eski ve Yeni Antlaşma (Tevrat, Zebur, İncil). İstanbul: Yeni Yaşam Yayınları, 2008. Laskaya, Anne. Chaucer’s Approach to Gender in the Canterbury Tales. Cambridge: D. S. Brewer, 1995. Mills, Robert. “Violence, Community and the Materialisation of Belief.” A Companion to Middle English Hagiography. Der. Sarah Salih. Cambridge: D. S. Brewer, 2006. 87-103. Nevanlinna, Saara ve Irma Taavitsainen. St. Katherine of Alexandria: The Late Middle English Prose Legend in Southwell Minster MS7. Cambridge: D. S. Brewer, 1993. Pearsall, Derek. “Development of Middle English Romance.” Studies in Medieval English Romances: Some New Approaches. Der. Derek Brewer. Cambridge: D. S. Brewer, 1988. 11-35.
33
34
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
Perryman, Judith, der., The King of Tars, ed. from the Auchinleck MS, Advocates 19.2.1. Middle English Texts 12. Heidelberg: Carl Winter, 1980. Ritson, Joseph, der. Ancient Engleish Metrical Romanceёs. 3. Cilt. Londra: Bulmer and Company, 1802. Salisbury, Joyce E. Encyclopedia of Women in the Ancient World. Santa Barbara: ABC-CLİO, 2001. Saradi, Helen. “Christianization of Pagan Temples in the Greek Hagiographical Texts.” From Temple to Church: Destruction and Renewal of Local Cultic Topography in Late Antiquity. Der. Johannes Hahn, Stephen Emmel ve Ulrich Gotter. Leiden: Brill, 2008. 113-134. St. John, Christopher, çev. The Plays of Roswitha. Londra: Ballantyne Press, 1923. Vegvar, Carol Neuman de. “Saints and Companions to Saints: Anglo-Saxon Royal Women Monastics in Context.” Holy Men and Holy Women: Old English Prose Saints’ Lives and Their Contexts. Der. Paul E. Szarmach. Albany: State University of New York Press, 1996. Wells, John Edwin. A Manual of the Writings in Middle English, 1050-1400. New Haven: Yale University Press, 1916. Winstead, Karen A., der. ve çev. Chaste Passions: Medieval English Virgin Martyr Legends. Ithaka ve Londra: Cornell University Press, 2000. Wogan-Browne, Jocelyn. Saints’ Lives and Women’s Literary Culture c.1150-1300: Virginity and its Authorizations. Oxford: Oxford University Press, 2001. Wogan-Browne, Jocelyn ve Glyn S. Burgess. Virgin Lives and Holy Deaths: Two Exemplary Biographies for Anglo-Norman Women. J.M. Dent: Everyman, 1996.
II. BÖLÜM Toplumsal Cinsiyetin Edimselliği ve Ortaçağ Nasihatnameleri Oya BAYILTMIŞ ÖĞÜTCÜ
Ortaçağ İngiliz toplumu, ikili toplumsal cinsiyet sisteminde erkeğin kadına üstün olduğunu kabul eden heteronormatif bir toplumdu. Bu tür heteronormatif toplumsal cinsiyet ilişkilerini yansıtan Ortaçağ nasihatnameleri,1 topluma egemen olan toplumsal cinsiyet normlarını yansıtmak kadar pekiştirmek ve Ortaçağ’da anne-babaların çocuklarına sınıflarına ve toplumsal cinsiyetlerine uygun bir şekilde davranmalarını öğretmeleri için kullanılmaktaydı. Bu yüzden, Ortaçağ nasihatnamelerinin ataerkil sistemde erkeğin kadına üstünlüğünü sağlamak için kullandığı toplumsal cinsiyet normlarının yanı sıra, kadın erkek ilişkilerini temel alan heteronormatif düzeni ve toplumsal cinsiyetin edimselliğini de yansıttıkları öne sürülebilir. Bu bağlamda, bu bölümde 1350’lerde yazıldığı düşünülen “How the Good Wife Taught Her Daughter” (İyi Kadın Kızını Eğitiyor) ve 1430’larda yazıldığı düşünülen “How the Wise Man Taught His Son” (Bilge Adam Oğlunu Eğitiyor) eserleri Ortaçağ’da çocukların anne-babaları tarafından yerleşik toplumsal cinsiyet normlarına uyan yetişkinler olarak nasıl şekillendirildiklerini yansıtan nasihatname örnekleri olarak incelenmektedir. Çocuklarını toplumsal cinsiyetleri doğrultusunda eğitmeleri için önce anne ve babaların nasıl eğitildiklerini gösteren bu iki eserdeki örneklendirmeler ışığında, bu 1 Mirrors for Princes gibi “adabı muaşeret” kitapları diye bilinen ve genel itibariyle saray hayatına yönelik kuralları içeren eserlerin aksine (Ashley ve Clark ıx, Kline 30), nasihatnameler daha geniş bir tanım olarak ön plana çıkmaktadır (Ashley ve Clark x, Dronzek 136-137). Nasihatnameler adab-ı muaşeret kitapları, siyasetnameler, aşk sanatı, şövalyelik el kitapları ve ahlaki öğütler veren kitapların hepsini kapsayan genel bir tanım olduğu için, bu bölümde İngilizcede ‘conduct literature’ olarak gruplanan bu eserler Türkçeye ‘nasihatnameler’ genel tanımı altında sunulmuştur.
36
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
bölümde toplumsal cinsiyetin oluşmasında önemli rol oynayan nasihatnamelerde Ortaçağ’da toplumsal cinsiyet oluşturmanın nasıl gerçekleştiği tartışılmaktadır. Her ne kadar bu iki nasihatname doğrudan toplumsal cinsiyet hakkında olmayıp, bireylerin davranışlarını düzenlemek ve kontrol altına almak amacıyla yazılmış olsalar da, “How the Good Wife Taught Her Daughter” ve “How the Wise Man Taught His Son” şiirleri Ortaçağ’da toplumsal cinsiyetin edimselliğine ve heteronormatif toplum düzenine ışık tutan eserlerdir. İkili bir toplumsal cinsiyet yapılanmasının egemen söylem olduğu “How the Good Wife Taught Her Daughter” ve “How the Wise Man Taught His Son” eserlerinde Judith Butler’ın “edimsel” diye tanımladığı türde bir toplumsal cinsiyet oluşturma çabası görülmektedir. Bu doğrultuda, bu bölümde Ortaçağ nasihatnamelerinin toplumsal cinsiyetin edimselliğini ve Ortaçağ İngilteresi’nde toplumsal cinsiyetin edimselliğinin nasıl şekillendirildiğini ve pekiştirildiğini anlamak için önemli oldukları öne sürülmektedir. Nasihatnameler toplumdaki davranışları düzenlemek ve kontrol altına almak için yazılmış eserlerdir. Bu eserler, Ortaçağ’da Fransa, Almanya ve İtalya gibi diğer birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi, İngiltere’de de özellikle on dördüncü ve on beşinci2 yüzyıllarda popüler olmuşlardır (Ashley ve Clark x).3 Öncelikle erkek çocuklara saray adabını öğretmek amacıyla yazılan nasihatnameler, on beşinci yüzyılda kız çocuklarına hitaben de yazılmış ve soylu sınıfın sınırlarını aşarak şehirlerde gelişmekte olan burjuva sınıfına yönelik olarak da yazılmaya başlanmışlardı.4 On beşinci yüzyıl sonu ve on altıncı yüzyıl başı itibariyle nasihatnamelerin elle kopyalanmak yerine basılmaya başlanmış olması göz önünde bulundurulursa, bu eserlerin daha geniş kit2 Nasihatnamelerin geç Ortaçağ döneminde yaygınlaşmasının sebebi sosyal sınıflarda artmakta olan hareketlilik olarak görülebilir (Dronzek 138-139). Veba salgını ve ticari gelişmeler sonrası alt sınıflardan üst sınıflara yükselerek oluşturdukları orta sınıfında sınırlarını zorlayarak yükselmekte olan bu grup, Ortaçağ İngilteresi’nin burjavalaşmasına katkıda bulunmuştu. Sayısı gittikçe artan bu gruptakilerin eğitimi için edebiyat çok önemli ve gerekliydi. Ancak, onlar için üretilen edebiyat, saraylı aşk geleneğinden uzaktı ve daha çok toplumdaki statüleri yükselen bu orta sınıfı eğitmek amacını taşıyordu. Bu yüzden, on beşinci yüzyıl İngiliz edebiyatı çoğunlukla “orta sınıf edebiyatı” olarak görülmektedir (Keenan 87). 3 Hayatın işleyişi ve insanların nasıl davranmaları gerektiğine yönelik onlara öğütler veren bu tür eserler, aslında erken Ortaçağ ve antik Roma ve Yunan dönemine kadar gerilere uzanmaktadır (Krueger xi). 4 Bu sebeple, bu eserler sadece toplumsal cinsiyet hakkında değil, sınıf sistemleri hakkında da öğütler içermekteydi (Foster 31).
Toplumsal Cinsiyetin Edimselliği ve Ortaçağ Nasihatnameleri
lelere daha kolay bir şekilde ulaşmış olduğu öne sürülebilir (Dronzek 138, Krueger xxvii).5 Bu bağlamda, nasihatnamelerin oldukça geniş bir okur/ dinleyici kitlesini etkilediği düşünebilir. Bir eğitim aracı olarak da görülen ve The Book of Courtesy (Nezaket Kitabı), Livre du Chevalier de la Tour Landry (The Book of the Knight of the Tower – Kule’nin Şövalyesi’nin Kitabı) ve Le Ménagier de Paris (The Good Wife’s Guide – İyi Kadının Rehberi) gibi eserlerle örneklenebilecek olan nasihatnameler, eğitimi yanlızca “örgün bir zihinsel program” olarak değil, aynı zamanda “uygun davranış ideallerinin aktarımı” olarak da sunmaktadır (Dronzek 138).6 Günümüzde de olduğu gibi, Ortaçağ’da eğitim hem örgün okul ortamında gerçekleştirilen aktiviteler, hem de örgün olmayan ortamlarda gerçekleştirilen ve çocuğa sosyalleşme ve doğru davranış biçimlerini öğretmeyi amaçlayan bir sistem olarak görülmekteydi. Ortaçağ’da eğitim sadece metinlerin değil, doğru davranış biçimlerinin de öğretilmesi anlamını taşıyordu. Çocuklar için eğitim evde başlamaktaydı ve birçok çocuk için ev eğitim alabilecekleri tek yerdi (Bennett 79-80). Soylu sınıfa mensup olan erkek çocuklar hariç, genel itibariyle çocukların okullarda eğitim alabilme şansı yoktu. Kız çocukları için bu durumun önde gelen sebebi ise cinsiyetleri idi. Çocuklar ya çıraklık eğitimi alıyor (tüccar sınıfına mensup bir aileden geliyorlarsa), farklı evlere eğitilmek üzere gönderiliyor ya da kendi evlerinde ebeveynleri tarafından eğitiliyorlardı. Bu eğitimin önemli bir kısmını ise, çocuklara heteronormatif, yani ikili toplumsal cinsiyet sistemi dahilinde, beklentilere uygun bir şekilde davranmayı öğretmek oluşturuyordu (Dronzek 135-136). Bu eğitimin sağlanması için ise ebeveynlere çok önemli görevler düşmekteydi. Soylu sınıflar için yazılan nasihatnamelere göre kurallar hakkında daha detaylı bilgi veren, orta sınıfa mensup ailelerin çocukları için yazılan nasihatnameler “ebeveyn öğüdü” gibi yazılmaktaydı (Keenan 88). On ikinci yüzyılda Latince olarak yazılmış olan ve oldukça popüler olmayı başaran Abelard’ın “Abelard’s Advice to His Son” (Abelard’ın Oğluna Öğüdü) isimli 5 Bu eserlerin anadilde yazılmış olmaları, bu eserlerin daha çok sayıda kişiye ulaşmış olabildiklerinin bir göstergesi olarak kabul edilebilir (Dronzek 138). Nitekim, anadilde yazılmış olan bu nasihatnameler, tüm Ortaçağ Avrupası’nda lirik ve romanslardan bile daha yaygın olarak okunmaktaydı (Krueger ix). 6 Aksi belirtilmedikçe, bu bölümde kullanılan İngilizce kaynakların Türkçeye çevirileri tarafımdan yapılmıştır.
37
38
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
eseri ebeveynlerin ağzından yazılan nasihatnamelerin ilk örneği olarak kabul edilmektedir (Keenan 88). “How the Wise Man Taught His Son” şiiri ise, bir ebeveyn tarafından erkek çocuğu için anadilde yazılmış “tek” nasihatnamedir (Dronzek 31). Ebeveynler ve çocuklar arasındaki “pedagojik karşılaşmalar” (Krueger x) olarak da tanımlanabilecek olan bu ‘ebeveyn öğüdü’ üslubu, aslında “pedagojik bir stratejidir;” çünkü hem konuşan kişiye “otorite, zeka ve tecrübe” atfeder, hem de “samimi bir ton ve esnek bir yaklaşım” sağlar (Krueger xvii). Anne-babaların yapacakları tek şey, nasihatnamelerdeki çocuğa verilen öğütleri öğrenmek ve bunları kendi çocuklarına öğretmekti. Yani, nasihatnameler yanlızca kız ve erkek çocukları değil, onların ebeveynlerini de eğitmek ve şekillendirmek amacıyla yazılmaktaydı. Bu bağlamda, nasihatnameler bir yandan Ortaçağ’da kişisel gelişime katkı sağlayan eserler olarak görülebilirken, diğer yandan da gelecek kuşaklara geçmişteki doğruları aktarmayı ve bunları edinmelerini sağlamayı amaçladıklarından, “gelenekçi” eserler olarak tanımlanabilirler (Krueger xii). Dolayısıyla, nasihatnameler kişinin kendi kimliği üzerindeki kontrolüne ve bu kontrolün toplum tarafından kontrol altında tutulmaya çalışılmasına dikkat çekmekle beraber, toplumsal normların bireysel kimlikler üzerindeki etkisine de işaret eder. “How the Good Wife Taught Her Daughter” ve “How the Wise Man Taught His Son” örneklerinde de görülebileceği üzere, toplumsal cinsiyet normları bu tür toplumsal normlar arasında öne çıkmaktadır. Dış etkenlerin oluşturduğu bir özellik olarak tanımlanan toplumsal cinsiyet, Judith Butler’ın Cinsiyet Belası (Gender Trouble) kitabında belirttiği gibi, “kültürel olarak” inşa edilmiş normların tekrar edilmesi ve sergilenmesi ile oluşur (50). Butler’ın Bela Bedenler (Bodies That Matter) kitabında vurguladığı gibi, cinsiyetin halihazırda “normatif” bir kategori olduğu hatırlanırsa (7), toplumsal cinsiyetin de aynı şekilde normatif olduğunu gözlemlemek daha kolay olacaktır. Cinsiyetin ikili bir sistem olarak sunulması gibi, toplumsal cinsiyet de kadın ve erkekten oluşan ikili bir sistem olarak sunulmaktadır. Bu sebeple, Butler toplumsal cinsiyeti kadın ve erkekten oluşan ikili bir yapı olarak var eden sistemin, “toplumsal cinsiyet ile cinsiyet arasında mimetik bir ilişki” yaratmak amacıyla kurulduğunu iddia etmektedir (Cinsiyet Belası 51). Amaç, heteroseksüelliği toplumun temeli olarak sunmaktır (Wittig 104). İkili toplumsal cinsiyet sisteminin doğallaştırılma sürecine katkıda bulunan bu heteronormatif sistem, bir bireye ‘kadın’ veya ‘erkek’ olmak ve ancak karşı cinsle cinsel ilişki kurmak dışında bir alternatif sunmaz. Heteronormatif
Toplumsal Cinsiyetin Edimselliği ve Ortaçağ Nasihatnameleri
toplumlarda, bireyler arasındaki cinsel ilişkinin heteroseksüel olması üremenin yanısıra, ikili toplumsal cinsiyet sistemi için de önemli olduğundan (Butler, Cinsiyet Belası 73-74), kız ve erkek çocuklarına heteronormatif toplum düzenini benimsetmek önemlidir. Bu açıdan, çocukların toplumsal cinsiyet normları dahilinde anne-babaları tarafından eğitilmelerini sağlamak heteronormatif toplumlar için büyük önem taşımaktadır. Bireyler arasındaki cinsel ilişkiyi heteronormatif olarak inşa eden bu sistemde, kız ve erkek çocuklara toplumsal cinsiyetlerine uyacak ve heteronormatif düzeni bozmayacak şekilde, ‘doğru’ kadınlık ve erkeklik modellerini öğretmek büyük önem taşımaktadır. Bu sebeple, toplumsal cinsiyet öğretilebilir ve öğrenilebilir bir özellik olarak ortaya çıkmaktadır. Butler’ın belirttiği gibi, toplumsal cinsiyet edimseldir (Cinsiyet Belası 77); yani, toplumsal cinsiyet kimi edimler vasıtasıyla kazanılmış bir özelliktir. Kız ve erkek çocuklar kendilerine doğrudan öğretilen veya etraflarından görerek öğrendikleri toplumsal cinsiyet ideallerini kendileri de yaptıkça ve tekrarladıkça kendi toplumsal cinsiyetlerini oluşturur ve sergilerler. Dolayısıyla, toplumsal cinsiyet bir özneden önce var olan bir özellik değildir; bir özneden sonra, o öznenin toplum içinde edindiği bir özelliktir. Butler’a göre, “[b]u tür edim, bedensel hareket ve icralar genellikle performatiftirler 7 [edimseldirler], yani dışavuruyormuş gibi yaptıkları öz veya kimlik aslında bedensel işaretler ve diğer söylemsel yollarla üretilen ve sürdürülen üretimlerdir. Toplumsal cinsiyetli bedenin performatif [edimsel] olması demek, gerçekliğini teşkil eden çeşitli edimlerden ayrı bir ontolojik statüsü olmaması demektir” (Cinsiyet Belası 224). Yani, bu tür bir edimsellik, toplumsal cinsiyetli bir bedenin gerçekmiş gibi görünmesinin yanında, ki bu gerçeklik tekrarlanan edimlerle oluşur ve pekişir, aslında görünmeyenin de önemli olduğunun altını çizer. Bu sebeple, toplumsal cinsiyetli bir özün oluşabilmesi için, bireyin toplumda kabul gören toplumsal cinsiyet normları dahilinde özünde olmayan kimi eylemleri sürekli tekrar etmesi gerekir. Bu noktada, yineleme edimselliğin önemli bir oluşturucu özelliği olarak ön plana çıkar. Yineleme ile gerçekleşen eylem ise “teatral ve temsili bir eylem değildir” (Butler, Bela Bedenler 24). Butler’ın performans olarak tanımladığı bu eylem ve bu eylemin işaret ettiği oluşum aslında birbirini tamamlamaz, daha doğrusu tamamlamama potansiyeline sahiptir. Bu eylem ‘mış gibi yapmak’ anlamı da taşımaz; tam tersine, 7 Alıntılardaki vurgular, aksi belirtilmedikçe, alıntılanan yazarlara aittir.
39
40
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
topluma egemen olan toplumsal cinsiyet sisteminin beklentilerine uygun olarak bireyin toplumsal cinsiyetinin oluşmasına katkıda bulunur. Butler’ın da dediği gibi, “[t]oplumsal cinsiyete tâbi olmuş ancak toplumsal cinsiyet tarafından özneleştirilmiş olarak ‘ben’, toplumsal cinsiyetleşme sürecinin ne öncüsü ne de takipçisidir; o, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin matrisinin sınırları içinden ve bu matrisin kendisiymiş gibi belirir” (Bela Bedenler 15-16). Bu bağlamda, belirli toplumsal cinsiyet kimliklerine uygun görülmüş özlerin şekillendirilmeleri ve kontrol altında tutulup heteronormatif düzene uymalarının sağlanması için, “[t]oplumsal cinsiyeti, eylemlerin kaynağındaki kararlı bir kimlik olarak veya bir faillik merkezi olarak değil de zaman içerisinde zayıf bir inşayla kurulan, edimlerin stilize tekrarı üzerinden dış mekânda tesis edilen bir kimlik olarak tasavvur etmeliyiz” (Butler, Cinsiyet Belası 230). Yineleme ile oluşan toplumsal cinsiyet kimliği, özün oluşumu için ‘doğal’ olarak sunulan cinsiyetin bir uzantısı olan toplumsal cinsiyeti sorgulamak ve bu özün toplum tarafından ‘inşa edilmiş’ özelliklerine dikkat etmek gerektiğine işaret eder. Bu doğrultuda, “How the Good Wife Taught Her Daughter” ve “How the Wise Man Taught His Son” şiirleri “edebiyattaki çocuğun inşa edilme” sürecini sergileyerek, Ortaçağ İngiliz toplumunda çocukların toplumsal cinsiyetlerinin nasıl inşa edildiğini gösterir (Gavin 2).8 Bu sebeple, “açık bir şekilde gelenekçi” değerler yoluyla (Krueger xxvii) bu eserlerin toplumsal cinsiyetin edimselliğine ve heteronormatif cinselliğin savunulduğu Ortaçağ İngilteresi’ne ışık tuttuğu savunulabilir. Bu şiirler iyi ve doğru davranış şekilleri kadar, toplumsal cinsiyetin de aileden öğrenilebileceği, toplumsal cinsiyetin edimselliği ve heteronormatif toplum sistemi hakkında bilgi veren eserler olarak tanımlana8 “How the Good Wife Taught Her Daughter” ve “How the Wise Man Taught His Son” şiirlerinin ikisi birlikte şu el yazmalarında bulunmaktadırlar: Cambridge, Trinity College MS R.3.19; Oxford, Bodleian Library, MS Ashmole 61 ve Londra, Lambeth Palace Library, MS Lambert 853. Bu bölümde, eserlerin erişim sağlanabilen Oxford, Bodleian Library, MS Ashmole 61 ve Londra, Lambeth Palace Library, MS Lambert 853 versiyonlarının her ikisine de referans verilecektir. Şiirlerin Oxford, Bodleian Library, MS Ashmole 61’deki versiyonlarına The Trials and Joys of Marriage (Ed. Eve Salisbury), Londra, Lambeth Palace Library, MS Lambert 853’teki versiyonlarına ise Medieval Conduct Literature: An Anthology of Vernacular Guides to Behaviour for Youths, with English Tranlations (Ed. Mark D. Johnston) başlıklı kitaplardan erişilmiştir. Referanslardaki karışıklığı önlemek amacıyla Oxford, Bodleian Library, MS Ashmole 61 “MS Ashmole”; Londra, Lambeth Palace Library, MS Lambert 853 ise “MS Lambert” olarak kısaltılacaktır. Bölüm boyunca şiirlere verilecek olan referanslar satır numaralarına olacaktır.
Toplumsal Cinsiyetin Edimselliği ve Ortaçağ Nasihatnameleri
bilirler. Çocukluk dönemi, Ortaçağ İngilteresi’nde hem aileler hem de toplum ve Kilise için çocukların “inşa edilmesi, geliştirilmesi ve şekillendirilmesi” gereken bir dönem olarak algılandığından (Bailey 194), kız ve erkek çocukların bu dönemde toplumda egemen olan ikili toplumsal cinsiyet sistemine göre davranmalarını sağlamak önemliydi. Adı geçen şiirler de, Ortaçağ’da kız ve erkek çocukların heteronormatif ikili toplumsal cinsiyet sistemine uygun olarak nasıl şekillendirildiklerini göstermektedir. Söz konusu şiirlerin genelde aynı el yazmalarında bulunmaları, bu eserlerin ortak bir okuyucu kitlesine hitap ettiğine işaret edebilir (Dronzek 139-140). Temel olarak çocuklara “tutumluluğu ve üst sınıfa yükselmeyi” öğretmeyi amaçlamayan bu şiirler (Keenan 94), aynı zamanda “sosyal ilişkilerin ifadeleri ve bir bireyin sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik kimliğinin performansı” olarak tanımlandığı göz önünde bulundurulduğunda (Foster 27), kız ve erkek çocukların “sosyalleşme” süreçlerine de ışık tutan nasihatname örnekleri olarak değerlendirilebilirler (Kline 30; Hanawalt, Growing Up 69-88). Bu “sosyalleşme” sürecinin oldukça önemli bir parçası da çocukların toplumsal cinsiyet kimliklerini edinmeleridir. Toplumsal cinsiyeti “her zaman içinde üretilip süregeldiği siyasi ve kültürel kesişme noktalarından ayırarak değerlendirmek imkânsız[…]” olduğu için (Butler, Cinsiyet Belası 46), Ortaçağ nasihatnameleri “kültürel zihniyetlere” ışık tutarak, toplumsal cinsiyetlerin nasıl şekillendirildiğini görmeye yardımcı olmaktadır (Krueger xxviii). Bu yüzden, nasihatnameler “kültürel yapı” olarak da tanımlanabilirler (Ashley ve Clark xı). Bu bağlamda, Sponsler’ın da belirttiği gibi, “kültürel tarih” (285) açısından çok önemli olan burjuvalaşmış nasihatnamelere örnek olarak, “How the Good Wife Taught Her Daughter” ve “How the Wise Man Taught His Son” eserleri, Butler’ın teorilerinde belirtilen toplumsal cinsiyetin edimselliğini ve bunun Ortaçağ İngilteresi’nde nasıl kontrol altında tutulmaya çalışıldığını görmek açısından önemlidir. Bailey’nin ifadesiyle “en iyi gençken öğrenilen dersler” (2) hakkında olan bu şiirlerde toplumsal cinsiyetin edimselliğini de görmek mümkündür. “How the Good Wife Taught Her Daughter” 1350-1500 yılları arasında yazılmış olan beş farklı el yazmasında günümüze ulaşmıştır.9 İlk kez 1597 yılında John Stow tarafından basılan eser, 1868’de basılan Frederick J. 9 Bu el yazmaları: Cambridge, Emmanuel College, MS I.4.31, fols. 48v-52r (1350 civarı); Londra, Lambeth Palace Library, MS Lambert 853, pp.102-12 (1430 civarı); San Marino, California, Huntington Library MS HM 128 (Ashburnham 130), fols. 217v-220r (1450 civarı); Cambridge, Trinity College MS 599 (R.3.19), fols. 211r-213r (1500 civarı); Oxford, Bodleian Library, MS Ashmole 61, fols. 7r-8v (1500 civarı).
41
42
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
Furnivall’ın The Babees’ Book başlıklı derlemesinde de yer almıştır. “How the Wise Man Taught His Son” ise, 1430-1500 yılları arasında yazılmış altı farklı el yazmasında bize ulaşmıştır.10 1791’de Joseph Ritson tarafından ve Furnivall tarafından basılmıştır. Oxford, Bodleian Library, MS Ashmole 61 ve Londra, Lambeth Palace Library, MS Lambert 853 el yazmalarında her iki şiir de olduğu için, bu bölümde her iki el yazmasına da referans verilecektir.11 Her iki şiirde de, anne ve babalar çocuklarına direkt hitap etmezler. Bir anlatıcı, anne ve babaları tarafından kız ve erkek çocuklarına verilmiş olduklarını söylediği öğütleri aktarır. “How the Good Wife Taught Her Daughter” anlatıcının seyircilerine/ dinleyicilerine kendisini dinlemeleri çağrısı ile başlar ve şiirin amacını belirterek devam eder. Şiirin amacı, bir annenin kızının hayatını nasıl düzene soktuğunu ve kızını nasıl daha iyi hale getirdiğini anlatmaktır (MS Ashmole 3-4). Bir başka ifadeyle, şiirin amacı iyi kadının kızına “nasıl dört dörtlük iyi bir kadın olunacağını” öğütlemesini anlatmaktır (MS Lambert 1-6). Bu ifade kadınlığı öğretilebilir ve öğrenilebilir bir özellik olarak ortaya çıkarır ve Butler’ın belirttiği gibi toplumsal cinsiyetin edimselliğine dikkat çeker. Bir başka deyişle, bu şiir Simone de Beauvoir’ın “kişi kadın doğmaz, kadın olur” (301) sözü doğrultusunda, bir kız çocuğunun ‘kadın/eş’ olarak doğmayıp, ‘kadın/eş’ olmak üzere toplumsal cinsiyetine uygun bir şekilde davranması için nasıl eğitildiğini yansıtmaktadır. Amaç, ataerkil toplumun kızdan beklediği şekilde iyi bir kadın/eş olabilmesi için edinmesi gereken doğru ve yanlış davranış biçimlerini aktarmaktır. 10 Bu el yazmaları: Londra, Lambeth Palace Library, MS Lambert 853, pp. 186-193 (1430 civarı); Londra, British Library, MS Harley 5396, fols.297r-300v (1475 civarı); Londra, British Library, MS Harley 2399, fols.61r-63 r (1500 civarı); Oxford, Bodleian Library, MS Ashmole 61, fols. 6r-v (1500 civarı); Cambridge, Cambridge University Library, MS Ff.2.38 fols. 53r-54r (1500 civarı); Oxford, Balliol College, MS 354, fols. 157r-158v (on altıncı yüzyıl başları). “How the Good Wife Taught Her Daughter” şiirinin tüm el yazmalarında “iyi kadın” başlığı kullanılırken, “How the Wise Man Taught Her Son” şiirinin bir el yazmasında (Oxford, Bodleian Library, MS Ashmole 61) “bilge adam” yerine “iyi adam” ifadesi kullanılmıştır (Sponsler 286). 11 Rate isimli bir kâtip tarafından kopyalandığı düşünülen Oxford, Bodleian Kütüphanesi’nde bulunan Ashmole 61 el yazmasında “How the Good Wife Taught Her Daughter” ve “How the Wise Man Taught His Son” şiirleri de dahil olmak üzere beş adet nasihatname ve beş adet romans bulunmaktadır. Diğer nasihatnameler “Stans Puer ad Mensam,” “Dame Courtesy” ve “The Dietary” başlıklı şiirlerdir (Critten 108-109). Adı geçen el yazmasının yeni bir baskısı için bakınız, Codex Ashmole 61: A Compilation of Popular Middle English Verse, ed. George Shuffelton.
Toplumsal Cinsiyetin Edimselliği ve Ortaçağ Nasihatnameleri
Annenin kızına olan öğütleri doğrudan annenin ağzından değil, bir anlatıcının ağzından anlatılmasına rağmen, “How the Good Wife Taught Her Daughter” şiiri boyunca kızına doğrudan hitap ediyormuş gibi sunulan kadın, kızına iyi bir ‘kadın/eş’ olabilmesi için yapması gerekenleri anlatır. Bu noktada, iyi bir eş olmak kız çocuğu için yapabileceği en iyi, ya da tek, iş olarak ön plana çıkar. Bu sebeple, şiirin ilk dizeleri ile birlikte, Ortaçağ İngiliz toplumuna egemen olan ikili toplumsal cinsiyet sisteminde bir kadının sahip olması gereken özelliklerin şiirin temelinde yattığı ortaya çıkmaktadır. Bir kız çocuğu olarak bu topluma uyum sağlayabilmek için kızın yapması gereken şeylerin, bu sistemi halihazırda tecrübe etmiş ve bu sistemde var olabilmiş başka bir kadın, yani kızın annesi, tarafından öğretilmesi ise toplumdaki ikili cinsiyet sistemin devam ettirilebilmesi için sistem içindeki kadınlara düşen görevlere dikkat çekmektedir. Annenin dini öğütleri ile başlayan “How the Good Wife Taught Her Daughter,” kıza Tanrı’nın hizmetinde bulunmasını ve kiliseye gitmesini, Tanrı’yı sevmesini ve bağışlarda bulunmasını öğütler (MS Ashmole 7-12; MS Lambert 7-31). Kıza, fakir insanları küçümsememesi, onlara yiyecek ve kılıkkıyafet yardımı yaparak cömertliğini sergilemesi ve onların koruyuculuğunu üstlenmesi öğütlenir (MS Ashmole 13-18). Kilisedeyken alçak gönüllü ve iyi huylu olması, diğer kadınlarla konuşmaması, insanları aşağılamak amacıyla gülmemesi öğütlenir (MS Ashmole 19-23; MS Lambert MS 25-27). İyi bir kadın olması amaçlanan kız, davranışlarına dikkat etmeli ve tatlı dilli olmalıdır (MS Ashmole 24-26; MS Lambert 28-31). Ortaçağ’da kiliseye gitmek kız çocuklar için “uygun bir eş” olduklarını göstermek için de önemliydi (Bailey 62). Bu sebeple, “How the Good Wife Taught Her Daughter” eseri dini öğütler ile başlamasına rağmen, ki bu öğütler toplumsal cinsiyet açısından kız ve erkek çocuklar için farklı bir önem teşkil ediyormuş gibi görünmeyip, her bir Hırıstiyan için geçerli öğütlermiş gibi görünse de, bunların altında yatan nedenler salt dini duygular değil, aynı zamanda toplumsal cinsiyet normlarıdır. Bu bağlamda, Ortaçağ’da Kilise’nin de ataerkil normlar dahilinde ‘iyi kadın’ tanımının yapılmasında etkin olduğu görülmektedir. “How the Good Wife Taught Her Daughter” şiirindeki toplumsal cinsiyet normlarının sergilendiği bir diğer alanı da kız-erkek ilişkileri oluşturur. Dini öğütler ile başlayan “How the Good Wife Taught Her Daughter” eseri, annenin kızına erkeklerle ilişkileriyle ilgili verdiği öğütlerle devam eder.
43
44
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
Ortaçağ’da egemen olan ataerkil sistemin beklentileri doğrultusunda, kadın kızını erkeklerle ilişkilerinde edilgen ve itaatkâr bir tutum takınmaya yönlendirir. Kadının kızına “eğer bir erkek seninle evlenmek isterse” (MS Ashmole 27) diyerek söze başlaması, kızına bir erkekle olabilecek ilişkisinin evlenmek üzere olmasının beklendiğini göstermek olduğu düşünülebilir. Kıza bu durumda söz konusu kişiye nazikçe cevap vermesi ve onu tüm arkadaşları ile tanıştırması önerilir (MS Ashmole 28-29). Bu noktada, kadının kızına evlilik konusunda öğütlerde bulunurken, kızını cümlenin öznesi yerine nesnesi olarak sunması çok önemlidir. Annenin kızına “eğer bir erkek seninle evlenmek isterse” demesi, “eğer bir erkekle evlenmek istersen” demesinden çok farklıdır. Annenin kurduğu cümle, Ortaçağ İngilteresi’nde egemen olan erkeğin kadına üstün olduğu ikili toplumsal cinsiyet sisteminde, kadının etken değil edilgen olduğunun bir göstergesidir. Ortaçağ’da cinsellik toplumsal cinsiyet farklılarının en çok ön plana çıktığı alan olduğundan, birini arzulamak da toplumsal cinsiyet normları açısından değerlendirilmekteydi (Kimmel 3-11). Arzunun meşru olduğu tek kurum olarak evlilikte de aynı sebeple erkeğin üstünlüğü hakimdi. Bu doğrultuda, “How the Good Wife Taught Her Daughter” şiiri, nasihatnamelerde var olan ve bir kadının hayatında büyük önem taşıyan “arzuyu kontrol etme” açısından önemli örnekler sunmaktadır (Armstrong ve Tennenhouse 2). Aynı şekilde, “How the Good Wife Taught Her Daughter” eseri bir kız çocuğu olarak heteronormatif sisteme uygun bir şekilde kıza ‘evlenmek isteyen’ değil ‘evlenmek istenilen’ biri olması doğrultusunda öğütler verir. “How the Good Wife Taught Her Daughter” şiirine göre, kız çocuğun evlilik ihtimali gündeme gelirse nasıl davranması gerektiği de egemen toplumsal cinsiyet söylemi tarafından belirlenen kalıplar dahilinde olmalıdır. Kendisi ile evlenmek isteyen birisi olsa bile, kız ne olursa olsun asla bu kişinin yanına oturmamalı ve günaha imkan sağlayacak olan yerlerde bu kişi ile birlikte bulunmamalıdır (MS Ashmole 30-32; MS Lambert 35-38). Bu tür öğütler erkek çocuğun eğitiminde ön plana çıkmayan erdemlerin önemi konusuna ve dolayısıyla yine ikili toplumsal cinsiyet sisteminde kadın ve erkek arasındaki farklılıklara dikkat çeker (MS Lambert 46-59). Kız çocuğu için en önemli konu iffetinin ve namusunun korunmasıdır. Kız bunun için cinsellikten uzak durmalı ve kendisini şehvetten ve şehvete yol açabilecek olan ortamlardan sakınmalıdır. Bu sebeple, kıza kendisine ilgi gösteren bir erkeğin yanına oturmaması ve onun yanında ayakta bile durmaması
Toplumsal Cinsiyetin Edimselliği ve Ortaçağ Nasihatnameleri
öğütlenir (MS Ashmole 31), çünkü bu durum dedikodu yaratabilecektir; bu ise, kızın iffetini lekeleyebilecektir. Açıktır ki, kız çocuğu için bedeninin korunmasını ve günahtan uzak tutulması çok önemlidir. Ancak, Ortaçağ İngilteresi’ndeki ataerkil sistemin bir uzantısı olarak, tüm bu öğütleri dinleyip evliliğe layık görülen kızın erkeğe tabiyeti devam etmektedir. Heteroseksüel toplum sisteminde, kız çocuk için önemli olan evlenmesi ve ikili cinsiyet sistemindeki edilgen rolünü devam ettirmesidir. Bu sebeple, ataerkil normlar dahilinde, evliliğin iyi yürüyebilmesi için gerekli sorumluluk büyük ölçüde kadına yüklenmiştir. Kızın iffetini ve namusunu koruyabilmesi için evlenmesi çok önemli olduğundan, bir erkek onunla evlendiği zaman, o adamı her şeyden çok sevmelidir. Kocası ona kızsa bile, kocasına karşı sakince cevaplar vermeli ve onu daha da kızdıracak hareketlerden kaçınmalıdır; işte o zaman kocası onu çok sevecektir (MS Ashmole 33-40; MS Lambert 32-45). Bu yüzden, tatlı dilin önemi vurgulanır (MS Ashmole 41-44). Evlenen kız, iyi bir kadına yaraşır şekilde kocasına hep “yumuşak başlı” cevap vermelidir, “hırçın” davranmamalıdır (MS Lambert 41). Tüm bu detaylar, Ortaçağ İngilteresi ataerkil toplumundaki kadından beklenen edilgenlik ve itaatkârlık gibi ataerkil normların, Butler’ın tartışmalarındaki toplumsal cinsiyetin edimselliğine örnek olarak, kadınlara küçük yaştan itibaren nasıl öğretildiğine dikkat çekmektedir. Eserde verilen öğütler, ataerkil normlara uyması beklenen kadınların davranışlarının toplum tarafından kısıtlandığını ve bir erkeğin kontrolüne ve onayına bağlı tutulduğunu göstermektedir. Bu doğrultuda, anne kızına iyi bir ‘kadın/eş’ olabilmek için hangi erdemlere sahip olması gerektiğini anlatır: “güzel görünmek,” “akıllı” ve “iyi huylu” olmak, “durum ne olursa olsun hafif bir kadın olmamak,” “yüksek sesle gülmemek” ve “ağzını kapatmadan esnememek” belli başlı kadınlık erdemleridir. Toplumsal cinsiyetine uygun olarak kız hep “alçak sesle gülmeli,” “yumuşak huylu olmalı” ve kontrolsüz hareket etmemelidir (MS Lambert 53-59). Aksi takdirde, “hafif meşrep” bir kadın veya bir “fahişe” (MS Ashmole 49) gibi davranma yanlışına düşebilir. Ancak kendisine benimsetilen kadınlık normlarına uyarak davranışlarında tutarlı, söylediklerinde ve yaptıklarında doğru olan bir kadın olabilir (MS Ashmole 51-54). Eğer kız günahtan ve kötülükten kaçınırsa, hiç bir erkek ona utanılacak şeyler söyleyemeyecektir (MS Ashmole 55-56). Bu satırlar, aslında erkeklerin kıza karşı tutumlarının da onun davranışlarıyla belirlenebildiğine işaret etmektedir. Eğer bir kadın olarak ataerkil toplumda erkeklerin beğeni
45
46
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
ve onayını almak istiyor ve erkeklerin kendisine iyi davranmalarını istiyorsa, toplumsal cinsiyet normlarına dikkat etmeli ve bir kadın olarak kendisinden beklenen davranışları sergilemelidir. Açıktır ki, bir kadının yaşamının her yönünü kapsayan bir nasihatname olan “How the Good Wife Taught Her Daughter,” Ortaçağ İngilteresi’ndeki ataerkil toplumsal cinsiyet söylemini onaylayan ve bu sistemin devamını amaçlayan bir eserdir. Bu sistem doğrultusunda, kadın erkeği baştan çıkaran tehlikeli bir varlık olarak görülmektedir. Dolayısıyla, kadın kızına evin dışındaki davranışları hakkında da öğütler verir. Kıza sokakta hızlı ve sallanarak yürümemesi, fazla konuşmaması, çenebaz olmaması ve küfretmemesi öğütlenir. Tüm bu hareketler kızın adının çıkmasına sebep olabilecektir (MS Lambert 60-66). O yüzden dışarı çıktığı zaman hızlı yürümemeli, etrafına bakınmamalıdır (MS Ashmole 57-60). Bu tür öğütler kadınları, erkekleri baştan çıkaran Havva imgesinde sunmakta olan kadın düşmanı Ortaçağ ataerkil toplum sistemini ve böylece kötü kadın tanımını da yansıtmaktadır. Kızın ev dışındaki davranışları ile ilgili başka öğütler de vardır, ki bu öğütler şehir hayatına dikkat çekmektedir (Bailey 59). Kadın kızına evden eve fazla dolaşmamasını, kumaşlarını satmak için pazar yerine gitmemesini ve kazandığı parayı tavernada harcamamasını öğütler (MS Ashmole 61-68; MS Lambert 67-73). Kız, fazla bira ya da şarap içmemeli, ölçülü olmalıdır; çünkü sarhoş olmak bir kız için utanç verici bir durumdur (MS Ashmole 69-72; MS Lambert 74-80). Evin dışındaki davranışların “toplumsal performans imgesi” olarak değerlendirildiği Ortaçağ İngiliz toplumunda, çocuğun hareketlerinin “gözlemlenebilir” şekilde iyi davranışlardan oluşması gerekmekteydi (Bailey 23). Ortaçağ toplumu için “kodlanmış ve dışsallaştırılmış davranışlar” çok önemliydi (Ashley 25). Bu sebeple, ‘iyi kadının’ kızına toplum içindeki davranışları hakkında verdiği öğütler, kızın toplumsal performanslarını toplumsal cinsiyetine uygun bir şekilde gerçekleştirmesini ve sergilemesini sağlamak içindir. Görüldüğü gibi, “How the Good Wife Taught Her Daughter” aynı zamanda iyi kadın ve kötü kadın karşıtlığını yansıtarak, kız çocuğunun sadece yapması gereken davranışları değil, yapmaması gereken davranışları da kadınlık tanımına dahil etmektedir. Toplum içindeki davranışlara yönelik yukarıda belirtilen öğütlere ek olarak, kadın kızına açık mekânlardaki başka aktiviteler hakkında da öğütler vermektedir. Kadın kızına, bir “sürtük” ya da “fahişe” gibi güreşleri ve horoz dövüşlerini izlemeye gitmektense, evinde ka-
Toplumsal Cinsiyetin Edimselliği ve Ortaçağ Nasihatnameleri
lıp ev işlerine bakmasını öğütler (MS Ashmole 73-82; MS Lambert 81-88).12 Açık mekânlarda gerçekleştirilen aktivitelerde kadınlar ve erkekler arasında ‘istenmeyen’ münasebetler olabileceğinden, iyi bir kadının görevi evinde kalıp yükümlülüklerini yerine getirmektir. Dolayısıyla, açık mekânların cinsellikle, açık mekânlardaki aktivitelerin ise erkeklik ile ilişkilendirilmesi sebebiyle, kıza evinde kalıp, ev işleri ile ilgilenmesi öğütlenir.13 Bu şekilde iffetini ve namusunu koruması daha kolay olacaktır. Aynı sebepten dolayı, sokakta gördüğü her erkekle konuşmamalı, eğer erkek tanıdığı biri ise, sadece nazikçe selam verip geçmelidir. Bu kişinin yanında uzun müddet durmamalıdır, çünkü ne de olsa her erkek iyi değildir. Erkeğin tatlı dili onu baştan çıkarabilir (MS Ashmole 83-90; MS Lambert 88-94) ve adının çıkmasına sebep olabilir. Bu bağlamda, kadının şeref ve namusunun korunması ön plana çıkarılmaktadır. Şiirde bir kız için önemli olan, adının çıkmasını önlemektir; adının çıkması durumunda, yani iffeti ve namusu kirlenirse, ne olacağı konusunda bir bilgi yoktur (Drozenk 149). Ne de olsa bir kadının görevi adının çıkmamasını sağlamaktır. Kıza açıkça bir sürtük veya fahişe gibi davranmaması öğütlenmektedir. Bu yüzden, kadın kızına erkeklerden hediye kabul etmemesini öğütler, çünkü her hediyenin bir karşılığı vardır. O yüzden, kız açgözlülükle herhangi bir erkekten hediye kabul etmemelidir. Hediyeler erkeklerin kadınların kalbini çalmalarına yol açarlar (MS Ashmole 91-100; MS Lambert 95-101). Adını ve namusunu lekeleyebilecek bu tür aktiviteler yerine, kıza eviyle ve hizmetkârları ile ilgilenmesi öğütlenir. “How the Good Wife Taught Her Daughter” eseri ataerkil sistemin beklentileri doğrultusunda, kız çocuğuna “namus ve tutumluluk” değerlerini öğretmeyi amaçlamakta olduğundan (Kline 31), kadın kızına evde üzerine düşen görevler konusunda da öğütler vermektedir. Butler’ın toplumsal cinsiyetin edimselliği tartışmalarını örnekleyen bu öğütler eserde azımsanamayacak kadar geniş bir yer tutar (MS Ashmole 125-154; MS Lambert 102-145). Ortaçağ’da ev kadınına düşen görevlere ışık tutan bu dizeler, kıza evini iyi idare etmesini, hizmetkârlarına karşı makul bir şekilde davran12 Bu sebeple, Riddy Ortaçağ’da burjuva evlerinin kadınlar için bir çalışma mekânı olarak “ideolojik” anlamları olduğunu ve evde kadınların yapması beklenen işlerin ve bu şekilde yaratılacak olan kadınlık imgesinin bir “burjuva dünya görüşü” yaratmak için kullanıldığını savunur (67). 13 Ortaçağ’da kadınlara uygulanan mekânsal kısıtlamaların bir incelemesi için bakınız Hanawalt, “Medieval English Women in Rural and Urban Domestic Space” (19-26).
47
48
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
masını ve onların hızlı bir şekilde çalışmalarını sağlamasını öğütler. Eğer kocası evden uzakta ise, hizmetkârların iyi çalışmalarını sağlamak kadının görevidir.14 Hizmetkârlarının aylaklık yapmalarına izin vermemeli, hepsinin işini yapmasını sağlamalı ve onların hizmetlerinin uygun şekilde karşılığını vermelidir. Evin düzenli işleyişi için, eğer hatalı bir şey yapıldığını fark ederse, bunu hemen düzelttirmelidir. İhtiyaçlar ve ülkedeki kıtlıklar dolayısıyla sıkıntı ortaya çıkarsa, kızın iyi bir ev hanımı olduğunu göstermesi gerekir. Kendi ekmeğini kendisi yapmalı, iş yaparlarken hizmetkârlarının yanında olup gerekirse hizmetkârlarına yardım etmelidir. Kadının “bilge/akıllı” olup kimlere güvenebileceğini bilmesi gerekmektedir; bu yüzden annesinin ona öğrettiklerinin önemi çok büyüktür (MS Lambert 132-138). Hizmetkârlarına iyi davranmalı, onların ücretlerini geciktirmeden ödemelidir ki arkadaşları arasındaki namı devam etsin (MS Lambert 139-145). “How the Good Wife Taught Her Daughter” şiirinde, toplumsal cinsiyetin edimselliğinin yansıtıldığı önemli bir alan olan ve ataerkil Ortaçağ İngilteresi’nde kadınlar için en büyük zaaflardan biri olduğu iddia edilen kılık kıyafet konusunda da öğütler vardır. Komşularının pahalı kıyafetleri kız için bir aşağılama ya da kıskançlık sebebi olmamalıdır (MS Lambert 146-152). Gururları yüzünden pahalı kıyafetler giyerek üst sınıfları taklit edenler utanmalıdırlar (MS Ashmole 119-122). İyi bir kadın için en iyisi, “iş” günlerinde bir ev kadınına yaraşır şekilde çalışmak, “dini” günlerde ise hep Tanrı’ya dua etmektir (MS Ashmole 111-118; MS Lambert 153-159). Kız gurur ve tembellikten kaçınmalıdır (MS Ashmole 113; MS Lambert 154). Gurur ve tembellik konusundaki öğütler Yedi Ölümcül Günah’a da bir göndermedir. Aynı doğrultuda, kıza kıskanç olmaması öğütlenir, o zaman komşuları onu lanetleyecektir, çünkü kıskançlık insanların yaptıkları iyi şeyleri yok eder (MS Ashmole 107-110). Kıskançlık da Yedi Ölümcül Günah’tan biri olduğundan, ‘iyi kadın’ olabilmek için kızın kıskançlıktan da kaçınması gerekmektedir. Bu noktada, yine Kilise’nin ‘iyi kadın’ tanımına olan etkisine dikkat çekilmektedir. İyi bir kadın olmak aynı zamanda iyi bir Hıristiyan olmayı da gerektirmektedir. O yüzden, kıskançlığın aksine, cömertlikle komşularıyla iyi ilişkiler kurmalı ve kocasını zor durumda bırakmamak için aşırı harcama yapmaktan kaçınmalıdır (MS Lambert 160-180). Aşırı borçtan 14 Ortaçağ’da kadınların yapması beklenen ev işleri hakkında bakınız, P. J. P. Goldberg, “Women’s Work, Women’s Role, in the Late-Medieval North” (45-46); S. Rees Jones, “Women’s Influence on the Design of Urban Homes” (190-211).
Toplumsal Cinsiyetin Edimselliği ve Ortaçağ Nasihatnameleri
sakınmak için sık borç almamalıdır (MS Ashmole 184-191; MS Lambert 181-187). Kızın yapması gereken şey “iyi bir ev kadını” olmaktır (MS Ashmole 123). Tanrı’ya kendisine verdikleri için şükretmelidir; ancak o zaman “iyi bir ev kadını” olarak iyi bir hayat yaşar (MS Ashmole 160). Borçtan uzak durmalı ve sarhoş olmamalıdır, erken uyumalıdır (MS Ashmole 161-165). Diğerleriyle ilişkilerinde de hep “yumuşak başlı ve nazik” (MS Ashmole 167) olması öğütlenir. Aksi takdirde, arkadaşları ondan uzaklaşacaktır ve Tanrı ondan çocuklarını alacaktır (MS Ashmole 170-172). Ortaçağ İngilteresi’nde iyi bir ‘kadın/eş’ veya iyi bir ‘koca’ olmak bir ev kurabilmeyi gerektirdiğinden (Ryan 15), kadının kızına evindeki düzenin sağlanması konusunda verdiği öğütler ataerkil toplumun toplumsal cinsiyetleri doğrultusunda kadınlardan beklentilerine ışık tutmaktadır. “How the Good Wife Taught Her Daughter” şiirinde, bir kadının ‘doğal olarak’ görevi kabul edilen çocuk yetiştirme konusunda da öğütler vardır. Eğer çocukları yaramaz ve söz dinlemiyor ise, onları “eğitim” amaçlı, terbiye olsunlar diye dövmek yerinde olacaktır (MS Lambert 188-194).15 Bir anne için kız çocuğunun eğitimi toplumsal cinsiyetin edimselliğine katkı sağlamak ve ataerkil normların kız çocukları tarafından da benimsenmesini sağlamak için daha da önemli olduğundan, kız çocuk yetiştirmek ayrı bir bölüm olarak ele alınır (MS Lambert 195-201). Kadın kızına eğer evlenecek yaşa gelen bir kızı olursa, onu hemen evlendirmesini öğütler (MS Ashmole 180-183).16 Kızlarının “mahvolmalarını” önlemek için, onları hep kontrol altında tutmalıdır. Onları evlendirmek için “doğdukları andan itibaren” hazırlıklar yapıp, “hazır olur olmaz onları hemen evlendirmelidir” (MS Lambert 195-198). Ne de olsa, bakireler her ne kadar “güzel” ve “şefkatli” olsalar da, “aşkta kararsızdırlar” (MS Lambert 199-200). Tüm bu ifadeler aslında kadın düşmanı ataerkil sistemin kadınları suçladıkları özelliklere dikkat çekmektedir. Bu noktada, “How the Good Wife Taught Her Daughter” şiirinin bir anneden kızına verilen öğütler olarak formüle edilmesine rağmen, aslında ataerkil sistemin kadını itham ettiği özelliklere dikkat çekmesi, eserin aslında ataerkil siste15 Dayak Ortaçağ’da çocukların eğitimi için bir yöntem olarak kullanılmaktaydı (Dronzek 144-147). 16 Ortaçağ’da çocukluk ve ergenlik 7 yıllık evreler olarak düşünülmekteydi: bebeklik (0-7 yaş), çocukluk (7-14 yaş), ergenlik (14 ve üzeri). Dolayısıyla 14 yaş “cinsel olgunluk” yaşı olarak da kabul edilmekteydi. Bu sebeple, kızlar 12, erkekler ise 14 yaşına geldikleri zaman evlendirilebiliyorlardı (Kline 22-23; Reis 42; Shahar, Childhood 21-31; Orme 6-7).
49
50
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
min ve erkeğin kadına üstün olduğunu iddia eden ikili toplumsal cinsiyet sisteminin destekçisi erkek bir kâtip tarafından kaleme alındığını görmek kolay olacaktır. ‘İyi kadın,’ tıpkı kendi annesinin yaptığı gibi, kızını eğitme görevini tamamlamıştır (MS Ashmole 198-199; MS Lambert 202-208). Annenin amacı, kızına “evlenilebilecek genç bir kadın olmayı” öğretmektir (Kline 32). Bir kız çocuğu için hiç doğmamış olmak, iyi eğitilmemiş olmaktan daha iyidir (MS Ashmole 202-203; MS Lambert 206-207). Bu dizeler toplumsal cinsiyet normlarının aktarımı için kuşaklar arası eğitimin önemine dikkat çektiği kadar, toplumsal cinsiyetin edimselliğine de dikkat çekmektedir. Butler’ın edimselliğin bir özelliği olarak tanımladığı gibi, kız çocuğuna kendisinde var olmayan ancak toplumsal cinsiyeti açısından edinmesi gereken özellikleri edinmesi öğütlenmektedir. Bu öğütler ışığında kızın mütevazı ve alçakgönüllü bir şekilde ‘kadınlık/karılık’ görevini yerine getirmesi gerekmektedir. Annenin kızını kutsaması ile biten “How the Good Wife Taught Her Daughter” şiiri, kız çocuğunun ‘kadın/eş’ olarak doğmayıp, ‘kadın/eş’ olmak üzere toplumsal cinsiyetine uygun bir şekilde davranması için nasıl eğitildiğini yansıtmaktadır. Yani, ‘kadın olmak’ edimsel bir kategoridir; tekrar edilen ve dahası tekrar edilmesi gereken bir dizi eylem sayesinde oluşturulur. Bu bağlamda, kadınlığı kıza öğretecek olan kişinin de bir kadın olması, toplumsal cinsiyetin bir uzantısı olarak kadınlığı, ancak kadınlar tarafından öğretilecek ve öğrenilebilecek bir kavram olarak sunar. Bu noktada, anne hem bir otorite figürü hem de ‘dört dörtlük iyi bir kadın’ örneği olarak ortaya çıkar. Anne, kadınlığı hem öğretici hem de öğrenmiş olan bir kişidir ve kızının heteronormatif toplumsal cinsiyet normlarını ‘doğru’ bir şekilde edinmesini sağlamaya çalışmaktadır. “How the Good Wife Taught Her Daughter” şiirinde kız çocuklarına verilen öğütlere paralel olarak, Ortaçağ’da erkek çocukların sosyalleşmesi için önemli olan “öz-disiplin” (Bailey 15) vurgusu yapan “How the Wise Man Taught His Son” eseri ise, erkek çocukların toplumsal cinsiyetlerine uygun davranmalarını sağlamak amacıyla yazılmıştı. “How the Good Wife Taught Her Daughter” şiirine göre çok daha kısa olsa da, bu nasihatname de ebeveynlerden birinin çocuğuna toplumsal cinsiyetine uygun bir şekilde davranmayı öğretmesini amaçlamaktadır. Bir kadın gibi, bir erkeğin toplumsal cinsiyetinin de biyoloji kadar “kültürel normlar” ve “altkültürel etkilerden” etkilendiği göz önüne alındığında (Harris 10), bir babanın on beş yaşındaki
Toplumsal Cinsiyetin Edimselliği ve Ortaçağ Nasihatnameleri
(MS Ashmole 10) bir erkek çocuğuna verdiği öğütlerden oluşan “How the Wise Man Taught His Son” şiiri Ortaçağ İngilteresi’nde ataerkil sistemin ve burjuva sınıfın bir ‘erkek’ olabilmek için çocuklardan beklentilerine ve ‘erkek olmak’ eyleminin edimselliğine ışık tutmaktadır. Bu bağlamda, eser Ortaçağ İngilteresi’ndeki erkeklik idealini yansıtmakta ve nasıl erkek olunacağını anlatmaktadır. Söz konusu toplumsal cinsiyet ideali, “How the Wise Man Taught His Son” şiirinin amacı doğrultusunda, genç yaştaki erkeklerin “doğru ve sözünün eri” olmalarının sağlanması gerektiği ile başlar (MS Ashmole 5-6; MS Lambert 5-6). Ortaçağ’da bir erkek çocuk için toplumsal cinsiyetini oluşturma aşamasında etrafından davranışları ile ilgili aldığı dönütler çok büyük önem taşıdığından (Harris 9), erkek çocuğun bu sistem içinde var olmayı başaran bir erkek, yani babası, tarafından eğitilmesi çocuğun toplumsal cinsiyetine dair toplumdan alacağı tepkilere yönelik olumlu bir katkı sağlamak amacını taşımaktadır. “How the Good Wife Taught Her Daughter” eserinde kız çocuğuna bir ‘anne,’ yani evli bir ‘kadın,’ tarafından öğüt verildiği açıktır. Ancak, “How the Wise Man Taught His Son” eserinde erkek çocuğuna öğüt veren kişinin çocuğun babası olduğu açık olmasına rağmen, anlatıcı tarafından bu ‘baba’ figürüne evlilik sistemine uygun olacak şekilde bir ‘koca’ olarak değil, sadece bir ‘adam’ olarak hitap edilir. Bu bağlamda, toplumsal cinsiyet normlarına uygun olacak şekilde, bir kadının anne olabilmesinin evlilik kurumu içinde olabileceği vurgulanırken, bir baba figürü için böyle bir vurgunun olmaması, ataerkil Ortaçağ İngiliz toplumunda kadınlar ve erkekler arasındaki önemli farklardan birine dikkat çeker. Cinsellik ve çocuk sahibi olabilmek bir erkek için evlilik dışı durumlarda dahi olabilecekken, bir kadın için bu asla söz konusu olamazdı. “How the Wise Man Taught His Son” eserinde erkek çocuğun on beş yaşında olması çocuğun evlenebilecek yaşa geldiğine dikkat çekmektedir. O yüzden, toplumda kabul gören bir ‘erkek’ olabilmek için, tıpkı kız çocuğunun annesinin öğütlerine ihtiyaç duyması gibi, erkek çocuk da babasının öğütlerine ihtiyaç duyar. Butler’ın toplumsal cinsiyetin edimselliği tartışmaları doğrultusunda, Ortaçağ’da erkeklik de tıpkı kadınlık gibi dışardan gözlemlenebilir bir takım edimlerle oluşturulmakta, pekiştirilmekte ve sergilenmekteydi. Bu bağlamda, “How the Wise Man Taught His Son” şiiri de dini öğütler ile başlar. Baba oğluna ilk işinin dini vecibelerini yerine getirmek üzere kiliseye gitmek ve ayine katılmak olduğunu söyler (MS Ashmole 17-32,
51
52
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
60-67). Yani, ideal erkekliğin edinilebilmesi dindar olmayı gerektirmektedir. Bu noktada, Kilise’nin, tıpkı “How the Good Wife Taught Her Daughter” şiirindeki ideal kadınlık tanımına yaptığı etki gibi, ideal erkeklik tanımına olan etkisi de ortaya çıkmaktadır. Açıktır ki, Ortaçağ İngilteresi’nde ideal erkeklik tanımı da, ideal kadınlık tanımı gibi, toplumsal beklentiler kadar Kilise’nin beklentileri doğrultusunda da belirlenip pekiştirilmekteydi. Babanın oğluna bir erkek olabilmesi için verdiği öğütler, bir gün söylediklerinden pişman olabilme ihtimaline karşı, diline sahip olmayı ve ölçülü konuşmayı öğütlemesiyle devam eder (MS Ashmole 33-40; MS Lambert 25-32). Bu noktada, kadın düşmanı geleneğin hakim olduğu Ortaçağ İngilteresi’nde fazla konuşmanın hep kadınlara atfedilen bir kusur olduğu hatırlanırsa, babanın oğluna ölçülü ve dikkatli konuşmayı öğütlemesi çocuğun bir ‘erkek’ olarak dikkat etmesi gereken bir özellik olduğu düşünülebilir. “How the Good Wife Taught Her Daughter” şiirinde de kız çocuğuna fazla konuşmamak öğütlenmektedir. Bu durum her ne kadar ilk bakışta kadın ve erkek arasında bir benzerlik gibi görünse de, bu noktada ortaya çıkan erdemlilikte tek cinsleşme olarak düşünülmemelidir. Tam tersine, fazla konuşmak bir kadın kusuru olduğu için ve olumsuz bir özellik dahi olsa kadınlık tanımının içinde olduğu için, erkek çocuğunun fazla konuşmaması gerektiğine dikkat çekilmektedir. Yani, erkek çocuğa bir ‘kadın gibi’ davranmaması öğütlenmektedir. Ne de olsa, bir erkek için konuşması dahil tüm hareketlerini kontrol altında tutabilmek, erkekliğini “sosyal olarak daha inanılır” kılmaktaydı (Neal 9). Bu yüzden de, erkek çocuğun yapması gereken şey bir ‘kadın gibi’ kontrolsüz konuşmak değil, hep ölçülü davranmaktı. Bu şekilde toplumun kendisinden beklediği erkeklik performansına katkıda bulunacaktır ve Butler’ın toplumsal cinsiyetin edimselliği hakkındaki görüşleri doğrultusunda, toplumsal cinsiyetinin edimselliğini hem şekillendirecek, hem sergileyecek, hem de pekiştirecektir. Dolayısıyla, “How the Wise Man Taught His Son” şiirinde erkeklik, kadınlıkla ters orantılı ve zıtlık oluşturan bir durum olarak ortaya çıkar. Erkeklik ve kadınlık tanımları birbirlerinin tersi özelliklere sahip kavramlar olarak belirlenir. İkili toplumsal cinsiyet sistemini pekiştiren bu durumla aynı doğrultuda baba, evlenecek yaşa gelmiş olan oğluna, karısının sözlerine hemen güvenmemeyi öğütler (MS Lambert 105-112). Bu öğüt, Ortaçağ İngilteresi’ndeki kadın düşmanı ataerkil geleneğin bir uzantısı olarak, kadınların güvenilmez olduğu inancını taşımaktadır. Oğula verilen öğütler, dünyevi
Toplumsal Cinsiyetin Edimselliği ve Ortaçağ Nasihatnameleri
yatırımlardan ve aşırı mal mülk edinmekten kaçınmaya dikkat çeker ve dünyanın geçiciliğine vurgu yapar (MS Ashmole 68-91). Sonuçta, ölüm her insanı beklemektedir (MS Ashmole 92-99). Bu tür dini öğütler sadece bir oğula özel öğütler değil, tüm Hıristiyanlara hitap eden öğütlerdir. Sosyal hayata dair öğütler de yine cinsiyet ayrımı gözetmeyen, ancak oğulun hayatını rahat bir şekilde idame ettirmesini sağlayan öğütlerdir. Ancak, tüm bu öğütler erkeğin toplum içindeki namına da katkı sağlayacağından, Ortaçağ’daki erkeklik tanımı için önemlidir. Dini ve sosyal konularda Oxford, Bodleian Library, MS Ashmole 61’deki versiyona göre daha detaylı öğütler sunan Londra, Lambeth Palace Library, MS Lambert 853, oğula günlük hayatta dikkat etmesi gereken davranışlarıyla ilgili daha çok bilgi verir. Bu el yazmasında, titiz çalışma (25-32), resmi iş ahlâkı (41-48), mahkemede şahitlik (49-56), uyku, yeme, içme ve sağlık (65-72), komşularla ilişki (113-120), alçak gönüllülük (121-128), iyi sosyal ilişkiler kurma (137-144) hakkında öğütler vardır. Ayrıca, baba oğlunu zar oynama, tavernalar ve şehvet konularında da uyarır (57-64). Şehir hayatına dair imalarda bulunmanın yanında bu öğütler, ikili toplumsal cinsiyet sisteminde erkeğe ait olan aktiviteler olarak da değerlendirilmelidir. Her ne kadar “How the Good Wife Taught Her Daughter” şiirinde anne de kızına bu tür aktiviteler hakkında öğütler vermiş olsa da, bu öğütlerin amacının “How the Wise Man Taught His Son” şiirindeki babanın amacından farklı olduğu söylenebilir. Bir kız için bu tür aktivitelere katılması iffetini ve namusunu koruması açısından sorun teşkil ederken, bir erkek için ise onurunu koruması açısından önemlidir. Yani, bir erkek için ‘kötü kadın’ olma durumu yoktur, sadece toplumdaki saygınlığını kaybetme ihtimali vardır. Babanın oğula karısı ile ilgili öğütler verdiği bölüm, Ortaçağ İngilteresi’ndeki toplumsal cinsiyet farklılıklarına daha net bir şekilde ışık tutar (MS Ashmole 41-59, MS Lambert 73-112). Karısının maddi imkanlarının değil, “yumuşak başlı, nazik ve akıllı” (MS Lambert 77) olmasının önemi vurgulanır. Açıktır ki, asıl amacı oğula öğüt vermek olan bu şiir, kadın tanımı da yapmaktadır. Bu dizelere göre ideal kadın, erkeğine hep nezaketle itaat eden kadındır. Oğul için bu ideal kadın tanımının önemi ise, ideal bir erkek olabilmesi için karısından bu özellikleri bekleyen bir erkek olmasını sağlamaktır. Aynı şekilde, oğul kıskançlığa ve bunun karısı tarafından açığa çıkarılmasına karşı da uyarılır (MS Ashmole 52-59). Bu dizeler, yine kıskançlığın Yedi Ölümcül Günah’tan biri olduğunu hatırlatmakla beraber,
53
54
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
oğulun kıskançlığının bir kadın tarafından açığa çıkarılma ihtimaline karşı uyarıldığını da gösterir. Bu bağlamda, erkek için sorun teşkil edebilecek asıl şeyin bir kadının konuşkanlık özelliği olduğunun vurgulandığı söylenebilir. Ataerkil toplumun kadınlık tanımındaki olumsuzluk özelliklerden biri olan kadının fazla konuşma özelliğine dikkat çeken bu dizeler, bir erkek olabilmesi için oğulun karısını hep kontrol altında tutmasını öğütler ve kadınlara atfedilen tipik olumsuz özelliklere karşı oğulu uyarır. “How the Wise Man Taught His Son” şiirinde, erkeğin kadına üstün olduğu ikili toplumsal cinsiyet sisteminin hakim olduğu Ortaçağ İngilteresi’nin beklentileri doğrultusunda, erkek kadına hükmeden ve onu kontrol altında tutması gereken kişi olarak ön plana çıkar. Bu bağlamda, babanın oğluna verdiği öğütlerin karısında korku yaratmak için olması da bu amaca hizmet etmektedir: Sevgiyle ve korkuyla hizaya sok karını, Ve sonrasında hoş sözler yardımcın olsun; Çünkü korku en iyi yöntemdir Karını korkutmak için. (MS Ashmole 41-44) Erkek egemen Ortaçağ toplumundaki kadın-erkek ilişkilerine ışık tutan bu satırlar, ‘bilge adam’ın, ki bu adam bir baba figürüdür, oğluna karısına nasıl davranması gerektiğini açıklar. Baba, oğluna karısına kötü davranmamasını, onu utandırmamasını ve onun kötü olduğunu söylememesini, ki bu da oğulun kendi onurunu korumak içindir ve sabırlı olmasını öğütler. Sonuçta, bir adam sabırla “erkek geyik” ve “dişi geyik” gibi yabani hayvanları bile “evcilleştirebilir” (MS Ashmole 51, MS Lambert 103). Şiirin orijinalinde ‘bilge adam’ın bu bağlamda “evcilleştirme” ya da “dize getirme” olarak Türkçeye çevrilebilecek olan “tame” fiilini kullanması ikili toplumsal cinsiyet sistemi açısından çok önemlidir. ‘Bilge’ bir erkeğe düşen görev kadını kontrol etmektir. Erkeğin kadına üstün olduğunu savunan ikili toplumsal cinsiyet sistemine göre, kadın tinselliğin ve bedenin sembolü iken, erkek aklın ve ruhun sembolü olduğundan, yukarıda belirtilen “evcilleştirme” ifadesi, alegorik olarak, bir erkekten beklenen kadını kontrolü altına almayı temsil etmektedir. Kadın açıkça evcilleştirilmesi gereken bir hayvan gibi görülmektedir. Bu ise, erkek kimliğinin kadına oranla ve ona olan tavrıyla şekillendiğine dikkat çekmektedir. Yani, Ortaçağ İngilteresi’ndeki erkeklik tanımının şekillendirilmesi ve bu tanıma uygun şekilde toplumsal cinsiyet edimselliğinin gerçekleştirilmesi için erkeğin kadına olan davranışları önemlidir.
Toplumsal Cinsiyetin Edimselliği ve Ortaçağ Nasihatnameleri
Aynı şekilde, baba oğluna eğer “uysal ve iyi” bir eşe sahip olursa ve bu eş kendisine “iyi ve hoş bir şekilde hizmet ederse” (MS Lambert 81, 82), ona iyi davranmasını öğütler. Toplumsal cinsiyet normlarının doğrulanmasına ve devam ettirilmesine dikkat çeken bu öğütler, erkeğin kadına olan tavrının kadının ‘doğru’ davranışlarıyla orantılı olduğunu vurgulamaktadır. Toplumsal cinsiyet normları doğrultusunda, kadın eğer ataerkil toplumun kendisinden beklediği ‘doğru’ davranışları sergilerse, yani kadın ancak kocasına itaat etmekten kaçınmazsa ve ona iyi davranıp hizmette kusur etmezse, kocasından iyi bir davranış görmeyi hak eder. Babanın oğluna verdiği bu öğütler, ‘bilge’ bir erkeğin ‘iyi’ bir kadından beklentilerini açığa çıkarır: uysal olup söz dinlemek ve kocasına hizmet etmek. Bir erkeğin karısından ‘doğal’ olarak beklemesi gerekenin uysallık ve boyun eğme olduğu açıkça belirtilir. Bu noktada, “How the Good Wife Taught Her Daughter” eserinde olduğu gibi, baba oğluna saraylı aşk geleneğine uygun olabilecek flört etmeye dair öğütler vermez. Bu sebeple, ilk eser gibi, bu eserin de orta sınıf evlilik ideallerine uygun olduğu belirtilmelidir (Krueger xxvii). “How the Wise Man Taught His Son” şiirinin Oxford, Bodleian Library, MS Ashmole 61’de yer alamayan, ancak 1430’lu yıllara ait olduğu düşünülen Londra, Lambeth Palace Library, MS Lambert 853’te, Ortaçağ İngiliz toplumundaki ikili toplumsal cinsiyet sisteminin yanısıra, toplumsal cinsiyetin edimselliğini de yansıtan çok önemli bir kısım vardır. Karısı ile ilişkileri hakkındaki öğütlerin ardından, baba oğluna şöyle der: “Ve işte bu yüzden öğüdümü tut, / Ve diğer adamları örnek al kendine […]” (MS Lambert 129130). Bu dizeler, bilge bir ‘adam’ olmak için ‘diğer adamlar’ gibi davranmak gerektiğine, yani toplumsal cinsiyetin edimselliğine dikkat çekmektedir. Diğer erkeklerin örneklerini takip etmek, Ortaçağ İngilteresi’nde erkekliğin sosyal bir algı olduğunu gösterdiği kadar, erkeklerin erkekliği kendi aralarındaki algılara göre kontrol ettiklerini de göstermektedir (Neal 250). Bu sebeple, bir erkek için önemli olan şey diğer erkekler arasında bir üne ve nama sahip olmaktır. Harris’in de belirttiği gibi, “erkeklerin etraflarından aldıkları toplumsal cinsiyet mesajları oyundaki bir aktörün takip ettiği metin gibidir” (14). Erkekler toplumsal cinsiyetlerini ya doğrudan eğitilerek (babanın oğlunu eğitmesi gibi), ya da etraflarındaki diğer erkekleri gözlemleyerek edinirler (Harris 38). Bu bağlamda, erkeklere yönelik yazılan ama “cinsel davranış” konusunda hiçbir bilgi içermeyen nasihatnamelere örnek olarak (Dronzek 150) “How the Wise Man Taught His Son” şiiri, bir erkeğin
55
56
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
toplumsal cinsiyetini edinmesi ve sergilemesi için cinsellik kadar toplumsal alanlardaki davranışlarının da önemli olduğunu sergilemektedir (Hearn 19). Tüm bunlar ise, Ortaçağ İngilteresi’nde bir erkek için ve bir ‘erkek olabilmek’ için “sosyal varlığın” ne kadar önemli olduğunu hatırlatmaktadır (Neal 7). Bir kadının aksine, bir erkekten beklenen toplum içinde daha görünür olmaktı (Neal 8). Erkeğin bu görünürlüğü edinmesi ise ‘diğer erkekler gibi’ davranmasına ve onların edimlerini yinelemesine bağlıdır. “How the Good Wife Taught Her Daughter” ve “How the Wise Man Taught His Son” nasihatnameleri heteronormatif toplumsal cinsiyeti sistemi dahilinde, kadın ve erkek toplumsal cinsiyetinin sınırlarını kesin olarak birbirinden ayırmakta ve ikiliği yansıtmakla kalmayıp şekillendirmekte ve pekiştirmektedir. Kız çocuklarının iffeti ve namusu evlerindeki işleyişe bağlı bir durum olarak sunulurken, erkek çocukların onuru diğer erkeklerin de bulunduğu dış dünyadaki sosyal statülerine bağlanır (Dronzek 150). Dolayısıyla, Ortaçağ’da nasihatnamelerin “toplumsal cinsiyetli bir pedagojik retorik” kullandığı ve kızlar için namusu, erkekler için ise onuru vurguladığı görülmektedir (Ashley ve Clark xıv). Kız çocuklar için namus vurgusu yapılması bedenselliğe, erkek çocuklar için onur vurgusu yapılması ise soyut kavramlara dikkat çekmektedir. Bu doğrultuda, incelenen şiirler kız çocuklar için verilen öğütlerde daha çok bedensel kuralların önemli olup, erkek çocuklar için ise daha çok soyut kavramların öne çıktığını göstermektedirler. Bu öğütler ise kadını beden, erkeği ise akıl ile eşleştiren ikili toplumsal cinsiyet sisteminin bir uzantısı olarak görülebilir.17 Kız çocuklar için iffet ve namus kavramları özellikle cinsellikle bağdaştırılırken, erkek çocuklar için sözlerinin eri olmak ve onurlu olmak kavramları bir erkeğin sosyal statüsü ve diğer erkekler arasındaki konumuyla bağdaştırılmıştır. Tüm bunlar göstermektedir ki, nasihatnameler “ideallerin maskülen ve feminen olarak nasıl toplumsal cinsiyetlendirildiğini” yansıtmakta, şekillendirmekte ve pekiştirmektedirler (Dronzek 140). Sonuç olarak, “How the Good Wife Taught Her Daughter” ve “How the Wise Man Taught His Son” şiirleri toplumsal cinsiyeti hem sadece erkek ve kadından oluşan ikili bir sistem, hem de bakılarak öğrenilen/edinilen bir özel17 Ortaçağ’da kadınlara karşı genel tutum için bakınız Goldberg, “Women” (112-131); Power, Medieval Women (9-34); Frances Gies and Joseph Gies, Women in the Middle Ages (3-10); Shahar, The Fourth Estate (1-10) ve Bullough, “Medieval Medical and Scientific Views of Women” (485–501).
Toplumsal Cinsiyetin Edimselliği ve Ortaçağ Nasihatnameleri
lik olduğuna dair örnekler teşkil eden eserlerdir. Her iki eserde de görüldüğü üzere, Ortaçağ İngilteresi’nde kadın ve erkek olmak, ebeveynleri tarafından toplumsal cinsiyet normları dahilinde eğitilmekte olan kız ve erkek çocukların heteronormatif düzen içinde kalıp, kendilerinden beklenen kadınlık ve erkeklik performanslarını sergilemeyi gerektirir. İkili toplumsal cinsiyet sistemin hakim olduğu bu toplumda, eşcinsellik söz konusu bile değildir. Bu bağlamda, toplumsal cinsiyet bir kişinin kimliğini ve toplum içindeki yerini oluşturan en temel özelliklerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak, incelenen şiirlerde de görüldüğü gibi, toplumsal cinsiyet bir kişinin ‘doğal olarak’ sahip olduğu bir özellik değildir. Butler’ın da belittiği gibi, toplumsal cinsiyet çeşitli edimlerle oluşturulan bir özelliktir. Bu bağlamda, “How the Good Wife Taught Her Daughter” ve “How the Wise Man Taught His Son” şiirleri, kadın-erkek zıtlıklarını ve kadının erkeğe oranla tanımlanan bir varlık iken, erkeğin esası teşkil edip tek başına varlığı tartışmasız biri olduğunu gösteren eserlerdir. Bu sebeple, adı geçen eserlerde heteronormatif toplumsal cinsiyet sistemi yanında, ataerkil söylem de oldukça önemlidir. İkili toplumsal cinsiyet sistemindeki kadın ve erkek arasındaki eşitsizlik bu nasihatnamelerde normalleştirilmekte ve pekiştirilmektedir. Toplumsal cinsiyet, Butler’ın da belirttiği gibi, “kültürel varkalımı hedefleyen bir projedir […]. Zorunlu sistemler içinde bir varkalım stratejisi olarak toplumsal cinsiyet performansının bariz birtakım cezai sonuçları vardır” (Cinsiyet Belası 229). Bu yüzden, “How the Good Wife Taught Her Daughter” ve “How the Wise Man Taught His Son” şiirleri, Ortaçağ İngilteresi’nde kız ve erkek çocukların cezalandırılmadan, içinde yaşadıkları topluma uyum sağlayıp, toplumsal cinsiyetlerini heteronormatif normlar dahilinde edinmek/edindirilmek için yapmaları gerekenleri sergileyen eserler olarak, toplumsal cinsiyetin edimselliğini ve Ortaçağ İngilteresi’nde toplumsal cinsiyet normlarının nasıl kullanıldığını, kontrol altında tutulmaya çalışıldığını ve pekiştirildiğini sergileyen önemli eserlerdir.
57
58
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
K aynakça
Armstrong, Nancy ve Leonard Tennenhouse. “The Literature of Conduct, the Conduct of Literture, and the Politics of Desire: An Introduction.” The Ideology of Conduct: Essays on Literature and the History of Sexuality. Ed. Nancy Armstrong ve Leonard Tennenhouse. New York ve Londra: Methuen, 1987. 1-24. Ashley, Kathleen M. “Medieval Courtesy Literature and Dramatic Mirrors of Female Conduct.” The Ideology of Conduct: Essays on Literature and the History of Sexuality. Ed. Nancy Armstrong ve Leonard Tennenhouse. New York ve Londra: Methuen, 1987. 25-38. Ashley, Kathleen ve Robert L. A. Clark. “Introduction: Medieval Conduct: Texts, Theories, Practices.” Medieval Conduct. Ed. Kathleen Ashley ve Robert L. A. Clark. Minneapolis ve Londra: U of Minnesota P, 2001. ıx-xx. Bailey, Merridee L. Socialising the Child in Late Medieval England, c. 1400-1600. Woodbridge ve Rochester, New York: York Medieval P, 2012. Beauvoir, Simone de. The Second Sex. Çev. ve Ed. H. M. Parshley. New York: Vintage, 1973. Bennett, Michael J. “Education and Advancement.” Fifteenth-Century Attitudes: Perceptions of Society in Late Medieval England. Ed. Rosemary Horrox. Cambridge: Cambridge UP, 1994. 79-95. Bullough, Vern. “Medieval Medical and Scientific Views of Women.” Viator 4 (1973): 485–501. Butler, Judith. Bela Bedenler. Çev. Cüneyt Çakırlar ve Zeynep Talay. İstanbul: Pinhan, 2014. —-. Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi. Çev. Başak Ertür. İstanbul: Metis, 2005. Codex Ashmole 61: A Compilation of Popular Middle English Verse. Ed. George Shuffelton. Kalamazoo, Michigan: Medieval Institute Publications, 2008. Critten, Rory G. “Bourgeois Ethics Again: The Conduct Texts and the Romances in Oxford, Bodleian Library MS Ashmole 61.” The Chaucer Review 50.1-2 (2015): 108-133. Dronzek, Anna. “Gendered Theories of Education in Fifteenth Century Conduct Books.” Medieval Conduct. Ed. Kathleen Ashley ve Robert L. A. Clark. Minneapolis ve Londra: U of Minnesota P, 2001. 135-159. Foster, Michael. “From Courtesy to Urbanity in Late Medieval England.” Parergon 29.1 (2012): 2746. Gavin, Adrienne E. “The Child in British Literature: An Introduction.” The Child in British Literature: Literary Constructions of Childhood, Medieval to Modern. Ed. Adrienne E. Gavin. Houndmills, Basingstoke, Hampshire: Palgrave Macmillan, 2012. 1-18. Gies, Frances ve Joseph Gies. Women in the Middle Ages. New York: Barnes & Noble, 1980. Goldberg, P. J. P. “Women.” Fifteenth-Century Attitudes: Perceptions of Society in Late Medieval England. Ed. Rosemary Horrox. Cambridge: Cambridge UP, 1994. 112-131. —-. “Women’s Work, Women’s Role, in the Late-Medieval North.” Profit, Piety and the Professions in Later Medieval England. Ed. M. Hicks. Gloucester: Alan Sutton, 1990. 34-50. Hanawalt, Barbara A. Growing Up in Medieval London: The Experience of Childhood in History. New York ve Oxford: Oxford UP, 1993. —-. “Medieval English Women in Rural and Urban Domestic Space.” Dumbarton Oaks Papers 52 (1998): 19-26. Harris, Ian M. Messages Men Hear: Constructing Masclinities. Londra ve Bristol: Taylor & Francis, 1995. Hearn, Jeff. Men in the Public Eye: The Construction and Deconstruction of Public Men and Public Patriarchies. Londra ve New York: Routledge, 1992.
Toplumsal Cinsiyetin Edimselliği ve Ortaçağ Nasihatnameleri
“How the Good Wijf Taughte Hir Doughtir.” Ed. ve Çev. Claire Sponsler. Medieval Conduct Literature: An Anthology of Vernacular Guides to Behaviour for Youths, with English Tranlations. Ed. Mark D. Johnston. Toronto, Buffalo ve Londra: U of Toronto P, 2009. 288-297. “How the Goode Man Taught Hys Son.” The Trials and Joys of Marriage. Ed. Eve Salisbury. Kalamazoo, Michigan: Medieval Institute Publications, 2002. 233-245. “How the Goode Wife Taught Hyr Doughter.” The Trials and Joys of Marriage. Ed. Eve Salisbury. Kalamazoo, Michigan: Medieval Institute Publications, 2002. 219-231. “How the Wise Man Taught His Sonne.” Ed. ve Çev. Claire Sponsler. Medieval Conduct Literature: An Anthology of Vernacular Guides to Behaviour for Youths, with English Tranlations. Ed. Mark D. Johnston. Toronto, Buffalo ve Londra: U of Toronto P, 2009. 298-304. Jones, Sarah Rees. “Women’s Influence on the Design of Urban Homes.” Gendering the Master Narrative: Women and Power in the Middle Ages. Ed. Mary C. Erler ve Maryanne Kowaleski. Ithaca ve Londra: Cornell UP, 2003. 190-212. Keenan, H. T. “Gladly Would They Teach but Would They as Gladly Learn?: Didactic Literature for Children in 15th Century England.” Children’s Literature Association Quarterly (1982): 87-95. Kimmel, Michael S. The Gender of Desire: Essays on Male Sexuality. Albany: SUNY P, 2005. Kline, Daniel T. “‘That child may doon to fadres reverence’: Children and Childhood in Middle English Literature.” The Child in British Literature: Literary Constructions of Childhood, Medieval to Modern. Ed. Adrienne E. Gavin. Houndmills, Basingstoke, Hampshire: Palgrave Macmillan, 2012. 21-37. Krueger, Roberta L. “Introduction: Teach Your Children Well: Medieval Conduct Guides for Youths.” Medieval Conduct Literature: An Anthology of Vernacular Guides to Behaviour for Youths, with English Translations. Ed. Mark D. Johnston. Toronto, Buffalo ve Londra: U of Toronto P, 2009. ix-xxxiii. Neal, Derek G. The Masculine Self in Late Medieval England. Chicago ve Londra: U of Chicago P, 2008. Print. Orme, Nicholas. Medieval Children. New Haven ve Londra: Yale UP, 2001. Power, Eileen. Medieval Women. Ed. M. M. Postan. Cambridge: Cambridge UP, 1975. Reis, Huriye. Chaucer and the Representation of Old Age. Ankara: Ürün, 2013. Riddy, Felicity. “Mother Knows Best: Reading Social Change in a Courtesy Text.” Speculum 71.1 (1996): 66-86. Ryan, Patrick Joseph. Master-Servant Childhood: A History of the Idea of Childhood in Medieval English Culture. Houndmills, Basingstoke, Hampshire: Palgrave Macmillan, 2013. Shahar, Shulamith. Childhood in the Middle Ages. Londra ve New York: Routledge, 1990. —-. The Fourth Estate: A History of Women in the Middle Ages. Çev. Chaya Galai. Londra ve New York: Routledge, 1983. Sponsler, Claire. “Introduction: The English How the Good Wijf Taughte Hir Doughtir and How the Wise Man Taught His Sonne.” Medieval Conduct Literature: An Anthology of Vernacular Guides to Behaviour for Youths, with English Translations. Ed. Mark D. Johnston. Toronto, Buffalo ve Londra: U of Toronto P, 2009. 285-304. Wittig, Monique. “One is Not Born a Woman.” The Lesbian and Gay Studies Reader. Ed. Henry Abelove, Michèle Aina Barale ve David M. Halperin. New York ve Londra: Routledge, 1993. 103-109.
59
III. BÖLÜM Elizabeth Cary’nin The Tragedy of Mariam Adlı Oyununda İtaatkâr ve Asi Rönesans Kadın İmgeleri İmren YELMİŞ
Elizabeth (Tanfield) Cary’nin “bir İngiliz kadın tarafından yazılan ilk özgün oyun” olarak kabul edilen The Tragedy of Mariam (Mariam’ın Trajedisi) (1613) adlı eseri, “evlilik kurumunda ve devlet içerisinde görülen aristokratik erkek egemenliği”nin (Bennett 293)1 bir yansımasıdır. Oyun, özellikle Yahudi ve despot kral Herod ve karısı Mariam arasında çıkan toplumsal cinsiyet kavgasına odaklanmakta ve bu kavga doğrultusunda, Rönesans dönemindeki erkek egemen toplumun eleştirisini yapmaktadır. Bu bağlamda, The Tragedy of Mariam, bir Avrupa ülkesi yerine M.Ö. 29 yılında Filistin’de geçmesine rağmen, Cary’nin evliliğinde yaşadığı zorluklardan, yani kendi yaşam hikâyesinden de izler taşıyan (Lewalski 180) ve Rönesans İngiltere’si kadınının durumunu yansıtan bir eserdir. Oyun, kadın yaşamının erkek iktidarına göre şekillendirildiği hiyerarşik bir düzenin hâkim olduğu Rönesans döneminde erkeklerle kıyaslandığında kadınların Rönesans’ın getirdiği özgürlük ve bilgiden eşit şekilde yararlanamadığını ve kadınların ikincil kabul edilip toplumsal cinsiyetlerinden dolayı ayrımcılığa uğradıklarını göstermektedir. Oyunda kadınlar, Foucault’nun tanımladığı güç-bilgi ilişkisi çerçevesinde düşünüldüğünde, “itaatkâr bedenler” (Foucault 209) olarak kurgulanmaktadır. Bu doğrultuda, bu bölümde, The Tragedy of Mariam’da yansıtılan kadın bedeni, erkek egemen toplumsal cinsiyet söylemi sınırlarına hapsolmuş bir “makine-insan” (Foucault 209) ve “itaatkâr bedenler” olarak incelenmektedir.
1 Aksi belirtilmedikçe, tüm çeviriler yazar tarafından yapılmıştır.
62
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
The Tragedy of Mariam, kadın bedeninin sorunsallaştırılması ve erkek iktidarının bir nesnesi olarak yansıtılmasını konu almaktadır. Soylu bir aileden gelen Mariam, oyunda soylu Hircanus’ın torunu olan Herod ile evlendirilmiştir. Soylu bir aileden geldiği için Mariam’ın ilk bakışta ekonomik ve sosyo-kültürel alanlarda ayrıcalıklı konumda olması beklenebilir. Oysa kendisine sorulmadan gerçekleşen bu evlilik tecrübesi ve sarayda bir mahkûmdan veya esirden farksız bir hayat yaşıyor olması (III. 62), onu sarayın hizmetçisi Graphina’dan farksız kılmaktadır. Öte yandan bu evlilik, Herod’un hem politik anlamda hem de kişisel olarak yükselmesini sağlamıştır, çünkü Herod’un soylu sınıfa mensup olan Mariam ile evlenmesi Herod’un tahta çıkışını garantilemekteydi (Walker 133). Tahtı garantilemek için Herod’un yaptığı ilk iş, Mariam’in dedesini ve erkek kardeşini öldürmek olmuştur (I.50). Bu durum, Mariam’ın “despot” (I.50) bir kocanın ağına düşmesiyle, ataerkil toplumun içerisinde onu pasif bir duruma düşürmüştür. Herod’un hâkimiyet alanında konuşma hakkına sahip olmadığı için Mariam, evliliği boyunca kocasının tüm isteklerine boyun eğmek zorunda kalmıştır. Walker’ın da belirttiği gibi, Mariam’ın soylu kanı, Mariam’in bir eş ve kraliçe olarak içinde bulunduğu durumla ciddi bir çelişki oluşturmaktadır (133). Mariam, bu durumdan duyduğu rahatsızlığı, “Keşke Filistin kraliçesi olacağıma basit sütçü bir kız olsaydım” (I.50), diyerek dile getirir. Mariam’ın bir kraliçe olmasının kadın olarak ona yardımcı olmadığı ve kocasının boyunduruğu altında bir tür “köle” olmasına sebep olduğu görülmektedir. Aslında Mariam’ın Herod’un eşi olmaktan hiç memnun olmadığı ve ancak Herod’un ölümüyle mutlu ve özgür hissettiği oyunun ana temalarından birini oluşturur. Herod merhametsiz bir zalimdir ve ondan kurtulmanın tek yolu onun ölmesidir. Mariam Herod’un güçsüz ve savunmasız karısı olarak ondan kurtulmayı dilemekten başka bir şey yapamaz. Dolayısıyla, Mariam kocasının ani ölüm haberini duyunca sevinir: Yaşarken Herod, […] Hep ondan kurtulup özgürlüğüme kavuşmak isterdim; Hep soluğunu tüketmesini beklerdim; Hep cesedini görmek isterdim; […] Hiç yönelmedi ki merhamete zalim Herod. Öyleyse neden üzülesin ki Mariam, Herod’un ölümünü duyduğuna? Neden mutlu olmayayım ki? (I.50)
Elizabeth Cary’nin The Tragedy of Mariam (Mariam’ın Trajedisi) Adlı Oyununda İtaatkâr ve Asi Rönesans Kadın İmgeleri
Herod’un Mariam’ın bedeninde ataerkil düzenin kurallarına göre oluşturduğu ve onun “özgürlüğünü kısıtla[yıcı]” (I.50) bir kontrol mekanizması oluşturmuş olduğu Mariam’ın sözlerinden açıkça anlaşılmaktadır. Kemp’in de belirttiği gibi, Mariam geleneksel evlilik kurallarının erkeğe mahkûm ettiği bir kadındır; çünkü “nasihatnameler, kocaların eşlerinin arzularını ellerinden almaları gerektiğini savunarak, […] kadınları gönüllü itaatkârlığı kabul etmeye itmiştir” (457). Evliliği süresince Mariam, zorunlu itaatkârlık ve belki de “zorba” Herod yüzünden hissettiği korkular yüzünden halinden memnun olmasa bile bunu dillendirememiş, hatta abisinin Herod tarafından öldürülmesine bile ses çıkaramamış (I.50), kendi köleliğini sorgulayamamış ve eşine karşı beslediği duyguları gizlemek zorunda kalmıştır. Kocasının ölüm haberinden sonra ise, bu memnuniyetsizliğini ve esaretini sorgulama şansı yakalamış ve Herod’un aslında ölmediğini öğrenene kadar geçici bir süreliğine rahat bir nefes almıştır. Kocasının yaşıyor olduğu haberi onu derinden üzmüş ve onu tekrar Herod’un esiri ve bir nesnesi haline getirmiştir. Hatta Herod’un eskisinden bile daha güçlü biri olarak gelmesi oldukça manidardır: “Kral sapasağlam. […] Hatta hiç olmadığı kadar güçlü vaziyette” (II.61). Bu, Herod’un bir kral olarak kendi emirlerine boyun eğmek zorunda kalanları yakından ilgilendiren bir durum olarak ve onun bundan sonra ataerkil normların eskiye kıyasla daha sıkı bir uygulayıcısı olacağının bir göstergesi olarak yorumlanabilir. Herod’un sağ olduğunun anlaşılması üzerine tüm hayalleri yıkılan Mariam’ın ruh hali ve ümitsizliği oyunda şu sözlerle dile getirilmiştir: “Tekrar mı dönmek zorundayım şimdi zindanıma?” (III. 62). Mariam için Herod’un kalesindeki tutsak yaşamını sürdürmekten başka bir seçenek yok gibidir. Mariam’ın bir eş ve kadın olarak yaşadığı sorunlar aslında Rönesans dönemi kadınının yaşadığı sorunlara benzer özelliktedir. Walker’ın belirttiği gibi, Cary Mariam hakkında şu soruları sorarak bu durumu sorgulamaktadır: “Mariam, asil kanına ve kraliçe olma hakkına rağmen sadece Herod’un sahip olduğu bir “şey” olarak mı algılanmalıdır? Daha da önemlisi, kadınlar eş olarak kendi haklarına bile sahip olmayan, eşlerine ait birer nesne midirler?” (134). Mariam’ın durumunda olduğu gibi, böyle bir durum, kadını pasif ve kolaylıkla hükmedilebilir bir nesneden farksız kılmaktadır. Nitekim Herod, kendi egemenlik alanında kadının bedeni ve aklı üzerinde hak iddia edip onu duyguları olan bir insan olarak kabul etmemektedir. Böylece Mariam ne bedenine ne de aklına tamamen hükmedebilmektedir ve kendini Herod’a
63
64
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
ait bir nesneden farksız görmektedir. Mariam’ın böyle düşünmesinde hiç şüphesiz Herod’un Mariam’ı bir “mücevher” ve “ayna” gibi tanımlamasının büyük bir rolü vardır: Paha biçilemez tek bir Mücevherim vardı, Öyle ki, başka hiçbir hükümdar sahip olmamıştır bir eşine, […] Onun üzerinde kamaşmış gözüm dinlendiğinde: Fevkalade bir sanatla yapılmış değerli bir Ayna, Kendi Tahtımdan on kat daha fazla değer biçtim ona (V.73) Herod’un bu sözleri, Arasse’nin deyimiyle, “bir beden ‘olmakla’ ona ‘sahip olmak’ 7” (359) arasındaki farkı açıkça ifade etmektedir. Oyunda, Mariam, kadın imgesinin ve vücudunun ataerkil bir toplumda kurulan erkek iktidarıyla nasıl mücevher gibi güzel bir nesne hükmüne geçtiğinin bir portresini yansıtmaktadır. Aslında Mariam’dan beklenen, disiplin altına alınan bedenine Herod tarafından “el konulduğu” için, “bağımlı ve idmanlı [bir] beden, ‘itaatkâr [bir] beden” (Foucault 211) olmaktır. Yani, ondan otoritenin istediği doğrultuda yönetebileceği bir makine olması beklenmektedir. Mariam, Foucault’nun üzerinde durduğu bir tür “makine-insan”dır. “Makine-insan” için Foucault şöyle der: “La Mettrie’nin makine-insan’ı aynı anda hem ruhun maddeci bir indirgenişi hem de genel bir terbiye etme teorisidir; bunların merkezinde, çözümlenebilir bir bedene, yoğrulabilir bedeni ekleyen ‘itaatkârlık’ kavramı hüküm sürmektedir. Tâbi kılınabilen, kullanılabilen ve geliştirilebilen bir beden itaatkâr bir bedendir” (209). Ayrıca, burada, Foucault’nun disiplinin itaatkâr bedenleri terbiye etme mekanizması olduğu düşüncesini de vurgulamak yerinde olacaktır. Foucault’ya göre, “Walhausen on yedinci yüzyılın hemen başında ‘doğru disiplin’den sanki ‘iyi bir terbiye etme’ sanatıymışçasına söz ediyordu. Nitekim disiplinsel iktidar, […] terbiye etme görevine sahip olan bir iktidardır” (208). Mariam, evliliği süresince Herod’a ait olduğu için kendi bedeni üzerinde söz sahibi olamamıştır. Bu bağlamda, Herod’un bir güç olarak erkek egemen merkezli söylemler doğrultusunda yaptığı yorumlar iktidar-bilgi ilişkisi çerçevesinde değerlendirilebilir. Foucault, insan bedeninin iktidarın ortaya attığı bilgi doğrultusunda
Elizabeth Cary’nin The Tragedy of Mariam (Mariam’ın Trajedisi) Adlı Oyununda İtaatkâr ve Asi Rönesans Kadın İmgeleri
nasıl politikleştirildiğini anlatmak için, insan bedeni için “siyasal beden” terimini kullanmış ve bu konuda şöyle demiştir: “Bu siyasal ‘anatomi’de ‘siyasal beden,’ insan bedenlerini kuşatan ve onları bilgi nesneleri haline getirerek tâbi kılan iktidar ve bilgi ilişkilerine silah, menzil, iletişim yolu ve destek noktası olarak hizmet eden maddi ve teknik unsurların bütünü[dür]” (66). Yani, siyasal beden sorgulamadan her şeyi kabul ettiği müddetçe, otoritenin kendi istekleri doğrultusunda oluşturduğu bilgiye hizmet eder ve onun bir nesnesi haline gelir. Özellikle Mariam’ın bir ‘Mücevher’le özdeşleştirilmesi, kadınların nesneler olarak değer gördüğünü göstermektedir, bu da sembolik olarak onların babadan kocaya (ve dolayısıyla da oğluna) geçen ekonomik değerin ve onların değiş tokuş aracı olduğunun göstergesidir. Bu […] incelikli metaforda da kadınlar aynı zamanda dekoratif nesnelerdir […]. Ayna imgesi [ise,] […] nasihatnamelerde […], evliliğin hissi tarafını, yani kadının kocasının kimliğini garanti altına almak ve ona uymak konusunda kadının rolünü simgelemektedir. Erkeğin duygusal ve manevi ihtiyaçlarını karşılamasında kadın ‘onun önünde bir ayna şahsiyet olmalıdır.’ (Clarke 126) Mariam karakterinin yaşadıkları, erkek egemen merkezli bir hayatta kadının yol haritasının nasıl belirlendiğini özetler ve ideolojik aygıt olan ataerkil ev dünyasının iktidarı elinde tutarak kadın cinsiyeti üzerinde nasıl bir otorite kurduğunu gösterir. Bu iktidar uygulamasıyla da kadınlar için bir kısıtlama ortamı doğar. The Tragedy of Mariam’da kadının ikinci plana atıldığını ve birer makine gibi yapılandırıldığını Graphina’nın yaşantılarında da gözlemek mümkündür. Ataerkil söylemin gerekliliklerini, kurallarını pasif bir şekilde hiç sorgulamadan yerine getiren ve bir kadından beklendiği gibi sessiz olan Graphina, “ideal kadın efsanesi”ni oyunda en iyi şekilde temsil eden kadın karakter olarak düşünülebilir. Yukarıda belirtildiği gibi, Rönesans döneminde, iki cinsiyet arasındaki ilişki, köle ve efendi arasındaki ilişki gibiydi (Kelly-Gadol 196). Graphina’nın bir hizmetçi olması, onun bu pozisyonunun kendisini toplumda emirlere boyun eğen bir kadın yapması ile kocasına hizmet ederek evlilik kurumuna hizmet etmesi arasında bir paralellik kurması
65
66
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
bakımından sembolik bir öneme sahiptir. Graphina, bu özelliğiyle “doğanın kanunu” olarak belirlenen erkek merkezli toplum normlarına uyum sağlamaktadır. Aslında, “fiziksel bağımlılık, bilinç düzeyinde de bağımlı olmayı gerektirmektedir. Dolayısıyla, The Tragedy of Mariam’da bireyleri hep daha ‘uysal ve yararlı’ hale getirmek için […] geliştirilen disiplinler[den birinin, yani ataerkil söylemin] […] inşa edilişi[ne]” (Corbin, Courtine ve Vigarello 10-11) şahit oluruz. Graphina’nın kocası Pheroras’la yaptığı konuşmada, ataerkil söylemin kadından beklentilerini sıralayıp kabullenmesi kadınların ataerkil söylemin inşasına ve sürekliliğine nasıl katkıda bulunduğunu göstermektedir: Biliyorsun arzularımın her zaman seninkilere denk düştüğünü. […] Biliyorum konuşurken az söz sarf etmem gerektiğini; […] Uzun zamandır zaten alakana hayranım Elin çıkarıp aldı beni en düşük vaziyetten En yüksek mevkiye, harikulade bir lütuf bu; Ve, beni, hizmetçini Eşin yaptın, Sen, sadece sen, beni dikkate alsan da. […] Son ama en çok önemli olanı ise, Benim için bir prensesi dahi küçümsersin. O zaman gerekmez mi basit bir kızın Tüm bu iyiliklere […] mukabele etmesi? […] Fakat […] karşılığını veremem ben başka bir şeyle Düşük seviyedeki hizmetçinin sarsılmaz aşkından Ve aklının memnun kalacağı sualsiz itaatten başka; Söz veremem yapabileceklerimden fazlası için. (II.56) Herod’un vurguladığı kadınların “kocanın aynası” (V.73) olma rolünü Graphina sorgusuz kabul etmiş gibidir. “Biliyorsun arzularımın her zaman seninkilere denk düştüğünü” (II.56) sözü, bu durumu doğrulamaktadır. Ayrıca,
Elizabeth Cary’nin The Tragedy of Mariam (Mariam’ın Trajedisi) Adlı Oyununda İtaatkâr ve Asi Rönesans Kadın İmgeleri
Graphina ismi de onun itaatkârlığını yansıtması bakımından anlamlıdır. “Graphina,” Yunanca bir kelime olan ve “yazmak” anlamına gelen “graphesis”i çağrıştırmaktadır ve bu isim şu şekilde yorumlanabilir: “Graphina, erkekler tarafından yazılan bir kadındır, görgü kurallarında belirtilen ideal kadındır ve kadınlığın erkekler tarafından yapılan tanımlarıyla doldurulacak bir boşluktur” (Walker 136-37). O, erkeklerin kendisi için yazmış olduğu rolleri oynayan, onların elinde bir kukla gibi yönlendirilen ve bu durumu sorgulamayan, sessiz kalma sanatını en iyi şekilde gerçekleştiren ataerkil toplum normlarına göre “ideal” bir kadındır. Mariam karakterinin bir eş ve kraliçe olarak içinde bulunduğu çelişki ve bir hizmetçi olan Graphina’nın erkekler tarafından yazılan rolü sorgusuz sualsiz kabul ederek oynaması, aslında, varlıklı bir ailede yetişen Cary’nin ataerkil ideolojinin normlarına uymak zorunda kalmasının ve direnişi arasındaki çelişkileri ile “otoriteye itaat ve inanç özgürlüğü çatışması”nın (Purkiss xvi) bir yansımasıdır. Rönesans kadınları, kendi aşk ilişkileri ve evlilikleri konusunda söz sahibi değillerdi; bu konularda sürekli kısıtlama içerisindeydiler (Kelly-Gadol 197). Örneklemek gerekirse, Elizabeth Cary de, eğitimi konusunda kendisine ayrıcalıklı fırsatlar sunan ailesinin isteği doğrultusunda, tıpkı oyundaki Mariam karakteri gibi ailesi tarafından belirlenen, yüksek sınıfa ait birisiyle evlenmek zorunda kaldı. On beş yaşındayken, Elizabeth Tanfield, babası Royal Jewel House’ın yöneticisi olan Sör Henry Cary ile evlendirilmiştir. Bu evlilik, “[Henry Cary]’nin önemli miktarda çeyiz aldığı ve Tanfield ailesinin karşılığında soylu sınıfa mensup bir damada sahip olduğu ısmarlama bir Rönesans takası”ndan ibaretti (Purkiss XIV). Tanfield ailesinin, bu evlilik sonucu, Henry Cary’nin unvanı sayesinde soylular sınıfına yükselmiş olduğu, Cary’nin de Tanfield ailesinin serveti sayesinde yüklü miktarda paraya sahip olduğu görülmektedir. Bu da gösteriyor ki, bu birliktelikte Cary’nin isteklerinden ziyade sınıf kavramı ve ataerkil aile aygıtının sözleri belirleyici bir etken olmuştur ve Elizabeth Cary’nin bu duruma boyun eğmesi beklenmiştir. Cary’nin ataerkil Tanfield ailesine karşı olan bu itaatkâr tutumunu evlendikten sonra gittiği ve yine ataerkil bir aile örneği gösteren Cary ailesinin evinin sınırları içerisinde de sergilemesi gerekiyordu. T. E.’nin The Lawes Resolution of Women’s Rights (Kadın Haklarının Yasa Tasarısı) (1632) eserinde de vurguladığı gibi, Rönesans döneminin kanunları da kadının pasifleştirilmesini açıkça desteklemektedir: “Bütün [kadınlar] ya
67
68
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
evli ya da eş adayı olarak görülmektedir ve onların arzuları tamamen eşlerine tâbidir; biliyorum ki çözüm yok” (aktaran Trill 3). Cary, Rönesans döneminin eğitim konusunda avantajlı olan soylu sınıfa mensup bir kadındı (Findlay 8; Hannay 35). Evlenmeden önce, kısmen de olsa Rönesans aydınlanmasının avantajlarından yararlanıp Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Latince, İbranice, Transilvanya dillerini öğrenip çeviriler yapmış, şiirler yazıp, özellikle tarih, şiir, ahlak felsefesi […] ile ilgili okumalar yapmıştır (Lewalski 181-82). Ancak, tüm bu entelektüel çabaları ve edebiyat eseri yazması, evlendikten sonra kayınvalidesi tarafından yasaklanmıştır (Cerasino ve Wynne-Davies 43). Evliliğinden sonra, kadının arzularının ikinci planda tutulmasından dolayı Cary, evliliğinin ilk yıllarında, evlilik öncesinde gerçekleştirdiği entelektüel ilgilerini bir kenara koyup kocasını mutlu etmek için kendisi hiç istemese de nasihatname kurallarına uygun olarak davranmaya çalışıyordu. Böylece Cary, Rönesans döneminin kadın konusundaki çelişkisini bizzat yaşamış bir kadın olmuştur. Biyografisi olan The Lady Falkland: Her Life (1861) (Leydi Falkland: Yaşamı), eğitimli bir Rönesans kadını olan Cary’nin sürekli olarak edebiyatla meşgul olma gibi kendi istekleri ve “mutlak hâkim” kocasının arzuları arasında nasıl gidip geldiğini yansıtan bir eserdir. Örneğin, “[a]tlardan korkmasına rağmen ata binmeyi öğrendi; ‘her konuda evini gözetti’; […] ona ‘işkence’ gibi gelmesine rağmen, iyi giyiniyordu […]. 1609 ve 1624 yılları arasında on bir çocuk doğurdu” (aktaran Lewalski 182). KellyGadol’ın da belirttiği gibi, “[n]eredeyse istisnasız olarak bir erkek ürünü olan Rönesans […] davranış fikirleri, kadınların kocaların ve erkek egemen akraba gruplarının isteklerine yeni boyun eğme biçimini ifade etmektedir” (aktaran Raber 4). Dolayısıyla, Cary, vazifelerini sorgulamadan yaparken, ataerkil söyleme, dolayısıyla da kocası Sör Henry Cary’e hizmet etmiş ve dönemin egemen söylemine uygun kadın erkek ilişkisinin gerekliliğini de başarılı bir şekilde yürütmüş oluyordu. Cary, ayrıca, 1627 yılında “kendi vicdanının sesini dinleyip, yoğun ve çoğunlukla da acımasızca gerçekleşen din çatışmaları döneminde Katolikliği seçmiş olması” yüzünden, kocasının ricası üzerine I. Charles tarafından ev hapsinde tutulmuştur (Bracket 9). Belli ki, kocasının din ve ideolojisinden farklı düşünerek “doğanın kanunları”nın dışına çıkması o dönemde kabul görmüyordu ve Cary’nin bedenini disiplin altına almak için de verilebilecek en büyük cezalardan biri olan ev hapsi cezası ona uygun bulunmuştu. Tüm bunlar gösteriyor ki, Cary, ev ortamında dahi kendi istediği gibi bir
Elizabeth Cary’nin The Tragedy of Mariam (Mariam’ın Trajedisi) Adlı Oyununda İtaatkâr ve Asi Rönesans Kadın İmgeleri
yaşam sürmekten men edilmiş ve sadece iyi bir eş olduğu takdirde kabul görmüştür. Bu durum da, toplumsal cinsiyet rollerinin “oynandığı” ev ortamının, kadının kendi gücünü kullanabildiği bir yer değil, bilakis, erkekler tarafından belirlenen ideal kadın imgesinin erkek iktidarının uygun gördüğü şekilde uygulandığı bir mekân olarak belirlendiğini gösterir. Kelly-Gadol’ın deyimiyle, bu şekilde tanımlanan ev, “kadınların ‘bir hanıma yakışmayan’ güç statüsünden […] uzaklaştırılmasının meşrulaştırılmasına yardımcı” (aktaran Raber 4) olduğunun açık bir göstergesidir. Cary’nin bu tecrübeleri de gösteriyor ki, itaatkâr Mariam ve Graphina karakterlerinin oyunda yaşadıkları tecrübeler, aslında Rönesans kadınının toplumdaki yeri ve önemine ışık tutar niteliktedir. Öte yandan, The Tragedy of Mariam, yukarıda bahsedilen kadınların kısıtlamalarla dolu hayatlarına bir ayna olmasının yanında, sessizlik ve itaatkârlık gibi tamamen ataerkil toplumun oluşturduğu kavramlara karşı güçlü bir direniş çalışması olarak da düşünülebilir. Mariam oyun boyunca itaatkâr ve uyumlu kadın rolünü kabullenemez. Aksine, Herod katıldığı zorlu bir savaştan sağ ve eskisinden bile güçlü olarak döndüğünde (III.61), Mariam uzunca bir iç sorgulamadan sonra, Herod’un karşısına artık itaatkâr olmayı reddetmiş biri olarak çıkar. Herod’un zulmüne başkaldırma kararı alır ve içinde yaşadığı bunalımlı ve ikilemli hayatı içerisinde mutlu görünmeye ve itaatkâr olmaya çalıştığı için kendini “ikiyüzlü” (III.62) biri gibi görme durumunu artık kabul etmek istemez. Böylece, Herod’a artık üzgün olduğu halde mutluymuş gibi davranamayacağını bildirir (IV.64). Herod’un zenginliğinin onun için hiçbir öneme sahip olmadığını (IV.64) ve bundan sonra ne aklını ne de bedenini Herod’a teslim edeceğini dile getirir (IV.65). Mariam, Herod’a gerçek düşüncelerini ifade ettiğinde, “kendisi” olur: Davranamam olmadığım biri gibi, Ne de öğretebildim yüzüme zihnimden geçen şeylerin aksini yansıtan bir bakışı. (IV.65) Mariam’ın, bunları söyleyerek kocasının kurallarının dışına çıkıyor olması onun “dizginlenememiş konuşma” (III.62) suçunu işlediğine delil olarak kabul edilir. Mariam, artık bağımsız düşünmek isteyen bir kadın olarak, kocasının tüm fikirlerine katılmak zorunda olan bir “koca aynası” (V.73) rolünü ve kocasının istediği gibi çalıştıracağı bir “makine” olarak hareket etme zorunluluğunu reddeder. Her zaman sessizliğiyle ve iffetiyle tam bir
69
70
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
terbiye edilmiş, disiplin altına alınmış, uysal ve Herod’a tâbi kadın imgesi çizen Mariam, Herod’a duygularını açıkça söylediği anda Herod’un gözünde tüm itaatkârlık sıfatını kaybetmiş ve “doğanın kanunu” olarak düşünülen ataerkil söyleme ters düşmeye başlamıştır. Bu egemen söylemin temsilcisi olan erkekler tarafından kolayca affedilebilir bir durum değildir, çünkü Mariam, hakkını savunarak ve erkekten bağımsız bir birey olarak var olmayı seçerek bir kadından beklenmeyecek bir güç yarışına girmiştir. Mariam Herod’la girdiği güç savaşını kaybeder. Çünkü kendi itaatsizliğine bir de Salome’nin üstüne attığı suç eklenince Mariam’ın istenmeyen biri ilan edilmesi kaçınılmazdır. Salome Mariam’ın Herod’u zehirlemek istediğini söyleyip (IV.65) Mariam’ın Herod’u Sohemus adlı biriyle aldattığını iddia eder. Yılan gibi kötü ve şeytani biri olan Salome Constabarus tarafından “Ağzı yılan gibi hiç tıslamasa da,/ Yılan gibi zehirler öptüğü yerleri” (II.59) sözleriyle tasvir edilir. Nitekim Salome hem kendi davranışlarıyla hem de Mariam’ı tanımladığı sözlerle kadın aleyhtarı bir söyleme aracılık etmiş olur. Salome’ye göre Mariam göründüğü gibi dürüst ve sadık bir eş değildir: Güzel bir dil kullanır konuşurken, fakat aslında, Sahte ve yapmacıklıdır kalbi, tıpkı pudra gibi ve dili, Aklını çelerek günaha sevk etmekle kalmaz dinleyenleri, Sana yanlış yaptıran bir araçtır da. (IV.68) Salome’nin Mariam’ın kalbini “pudra”ya benzetmesi önemlidir. Salome’ye göre, Mariam’in sarf ettiği güzel sözcükler, doğal olmaktan ziyade, bir makyaj hilesi gibi, sözcüklerin altında yatan hileleri, kusurları saklamak için kullanılmaktadır (Cerasano and Wynne-Davies 193). Herod’un Mariam’ın masumiyetinden şüpheye düşmesi çok kolay olur ve onu kirli bir mahlûk olarak niteleyen sözler sarf eder: Şimdi anlıyorum senin sahteliğini boyalı şeytan, Seni Beyaz büyücü kadın. Ah, sen ne kadar da kirlisin gözümde, Şu çördük otu bile temizleyemez seni, seni kötülüklerin anası! Mide bulandırıcı bir ruhu barındırır içinde, güzel bedenin! […]
Elizabeth Cary’nin The Tragedy of Mariam (Mariam’ın Trajedisi) Adlı Oyununda İtaatkâr ve Asi Rönesans Kadın İmgeleri
Ah, gözlerin Cennet kadar saf, fakat pisliğe bulanmış aklın, Sırf bu kirden ötürü ölmeli Mariam. Ah, neden Sohemus’u sevdin ki sanki? (IV.65) Burada geçen “Beyaz büyücü” lafıyla, aslında Rönesans’ta çok fazla kullanılan “beyaz şeytan” sözü kastedilmektedir. Cerasano ve Wynne-Davies’in belirttiği gibi, Rönesans’ta, gizlenen kişi için kullanılan “beyaz şeytan,” zaten kötü emeller peşinde koştuğu belli olan “siyah şeytan”dan bile daha kötüdür” (192), çünkü kötülük planlarını gizlediği için bu planlar deşifre edilemez ve bu kişiler dışarıdan masum gibi görünürler. İncil’de geçen çördük otu da Yahudilik’te, ayinler sırasındaki arınmada kullanılan bir bitkidir (Cerasano and Wynne-Davies 192). Erkek egemen toplumda, Mariam’ın başka birisiyle aşk yaşıyor olması durumu bir iftira da olsa, Mariam’ın sessizliğini bozduğu, “bir erkeğin dikkatini üzerine çektiği” ve “kendini teşhir ettiği” (Bozer 5) ve toplumun kurallarına başkaldırdığı ve iffetini koruyamadığı anlamına geliyordu. Herod’a göre kendi kocasına karşı sessizliğini korumayan bir kadın olan Mariam, bu yanlışa bir erkekle konuşma ve ondan hoşlanma yanlışını eklemiştir. Aslında, Mariam’ın “suç”u, sessiz kalmayı reddetmesidir. Egemen söylemin sesi olan Sohemus’un dile getirdiği gibi, Mariam’ın en kötü utancıdır, dizginlenememiş konuşma Ve bu onu büyük bir tehlikeye sokacaktır. (III.62) Görüldüğü üzere, bir kadının düşüncelerini ifade edebilme özgürlüğü, Herod’unki gibi erkek egemen bir toplum için statükoya ve ideal kadınlık normlarına karşı gelmek anlamına geliyordu. Mariam, toplumdan beklendiği gibi, en ağır ceza ile cezalandırılır: Zaten evlilik hayatı boyunca metaforik bir zindanda yaşayan Mariam (III.62), önce gerçek zindana atılır, sonrasında ise idam edilerek sonsuza kadar susturulmak istenir. Mariam’ın öyküsü, J. L. Vives’ın deyimiyle, “kadınlar için en etkili konuşma sanatının sessizlikten ibaret olduğunu” (aktaran Trill 3) göstermektedir. Mariam, bu “sessizlik sanatı”nı gerektiği gibi icra edememiştir. Sessizliğin gerekliliklerine uymadığı için de, erkek egemen toplum tarafından ciddi bir şekilde eleştirilir ve yok edilerek cezalandırılır. Green’in söylediği gibi, Mariam’ın toplumunda “kısıtlanmayan kadın konuşması, cinsel ahlaksızlıkla eşdeğer sayılmaktadır
71
72
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
ve bu da, Havva’nın Adem’i günaha sürüklemesinin, konuşmasıyla gerçekleştiği inancına dayanmaktadır. Konuşan kadınlar, erkekleri günaha sürüklüyorlardı” (460). Herod’un Mariam’ın başka bir erkekle görüşüyor ve onunla konuşuyor olmasını bu bağlamda yorumladığı açıktır: İffetsizin teki o; Her yabancının kulağına açılıyor ağzı. (III.61) Herod’un gözünde bir kadını erdemli ve “düzgün” kılan şeyin sessizlikten başka bir şey olmadığı görünmektedir. Öyle görünüyor ki, Herod’a göre, kadının zaten toplum içerisinde annelik ve eş olmaktan başka oynayacak bir rolü olmadığı için, onun güzel konuşma ve entelektüel kapasiteye ihtiyacı da yoktur. Oyunda Koro’nun fonksiyonlarından biri, erkek egemen toplumun kadından beklentisini yansıtmaktır. Koro tarafından da belirtildiği gibi, egemen söyleme göre, kadının konuşması iffetsizlikle aynıdır. İdeal kadın ise şöyle tanımlanmaktadır: Yetmez bir kadın eş için Kendini kötü bir davranıştan uzak tutmak […] Soyutlamalı kendini güç ve arzudan da. Güzel değildir özgür olmak onun için Kendi benliğinin kısıtlanması kadar, […] Takdire şayandır o, koşmazsa şeref adına, ardı sıra Bütün meşru özgürlüklerin İdeal kadın yabancı erkekle konuşmaz, onlarla fikir alışverişinde bulunmaz: O eş ki, tüm namını yerle bir eder, Özel bir sözcüğü verince kocasından başka İkinci bir kulağa; Ve yaşasa da şöhretle, Olsa da çok namuslu, leke sürer şanına, Ve yaralar onurunu, öldürmese bile büsbütün. […] Sonra gasp eder, Halk dili tarafından onurlandırılmayı bekleyen başkasının hakkını;
Elizabeth Cary’nin The Tragedy of Mariam (Mariam’ın Trajedisi) Adlı Oyununda İtaatkâr ve Asi Rönesans Kadın İmgeleri
Ve yansıtsa da düşünceleri en temiz ışıkla, Ne ferdîdir aklı onun, ne de lekesiz. Çünkü en az müşterek bir beden kadar kötüdür bir kadında, Müşterek bir akıl. (III.63) Raber’in belirttiği gibi, Koro, “aşırı derecede dar bakış açılı bir kadın alanı” resmetmektedir, “fakat bu bakış açısı, kültürel bağlamda güçlüdür ve evlilik kurumunda kadının ikincil rolü üzerine yazılan nasihatname ve politik yazıların da temsilidir” (327). Koro, bu şekilde, egemen söylemin belirlediği toplumsal cinsiyet rolleri üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu bağlamda, The Tragedy of Mariam’da, Koro’nun Mariam için söylediği bu sözler, Cary’nin ve edebiyatla meşgul olmak isteyen kadınların yaşadığı ve yaşayabileceği “iffetsizlikle suçlanma” riskini anlatması bakımından önemlidir. Koronun kadının iffetini kadına yakıştırılan sessizlikle özdeşleştirmesi aslında Rönesans döneminin kadına bakış açısını daha iyi anlamak bakımından büyük önem taşımaktadır. Koro, toplumsal ve kültürel kodların ve kuralların kadını nasıl nesneleştirdiğini ve Rönesans dönemi kadın yazarlarının yaşadığı acı bir gerçeği de göstermektedir: Buradaki “konuşma” ile aslında Rönesans’taki kadın yazarların eserler vererek ağızlarını topluma açmış olmakla sözde kaybettikleri iffetleri vurgulanmaktadır. Kadınları “halk dili tarafından onurlandırılmak” şerefinden alıkoyan “iffet” tanımı, Cerasano ve Wynne-Davies’in vurguladığı gibi, Cary’nin kendisinin de bir oyun yazmak yüzünden kınanma riskiyle karşı karşıya kalabileceğinin farkında olduğunu ima etmektedir (192). Zaten İngiltere’de “[ö]zellikle soylu kadınlar köklü aile isimlerini düşünerek eserlerini bastırmayı tercih etmezlerdi. Bir kadının eserlerini yayımlamaya teşebbüs etmesi, saldırgan bir cinsellikle özdeşleştiriliyor, yayın dünyasında var olmak, toplumun–özellikle erkeklerin–dikkatlerini üzerine çekmek, kendini teşhir etmekle eş sayılıyordu” (Bozer 5). Purkiss’in de belirttiği gibi, Rönesans döneminde, [b]ir birey, herkesin önünde yetkili olarak konuşma, yazılarını dağıtma ve entelektüel insanların arasına katılma ve politikaya ve kilise hayatına katılma hakkına sahipti. Kadınlar bu alanların hiçbirinden dışlanmamışlardı fakat genellikle oralarda marjinal veya uygunsuz görünüyorlardı. Kadınlar konuşabiliyorlardı fakat konuşmaları saygı uyandıran cinsten değildi
73
74
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
ve cinsel serbesti […] olarak yorumlanabilirdi. Kadınlar yazabiliyorlardı fakat yayın yapmak, kötü bir şey, aşırı serbestlik [ve] kontrol edilemez [bir şey] olarak yorumlanabiliyordu; […] güçlü bir kadın fikri, çağdaşlarını endişelendiriyordu. (VIII)
Bu durumda, erkek merkezli söyleme göre belirlenmiş bir düzen ortaya çıkmaktadır: Rönesans’ta iyi terbiye edilmiş “iffetli” bir kadın, toplumsal alanlardan ve dolayısıyla da edebiyat dünyasından kendini soyutlaması gerekiyordu. Dolayısıyla kadının aslında “halk dili tarafından onurlandırılmayı bekleyen” (III.63) ve “geleneksel olarak erkeklerin öğrenme ve profesyonel çalışma alanı” (Brown ve McBride 15) olarak kabul gören yazın dünyasına karışarak fikirlerini söylemelerinin erkeklerin hakkını “gasp etmeleri” olarak kabul edildiği bir düzendi bu. Elizabeth Cary de, kadınları sessiz ve öteki olarak görmek isteyen ataerkil toplum tarafından oluşturulan kültürün ürünüydü. Ancak, bu noktada, Cary’nin, ataerkil toplumun tüm engellerine rağmen, dönemin bir kadını olarak zamanın edebi, kültürel ve entelektüel yaşamında elinden geldiği kadar aktif rol oynamaya çalışan ve pek çok eser yazmayı başaran “asi” bir kadın yazar olduğunu vurgulamak gerekir. En önemlisi, Cary “trajedi yazan (The Tragedy of Mariam (1613)) ve geniş çaplı tarih yazan (The Tacitean History of the Life, Reign, and Death of Edward II (1627-28)) ilk İngiliz kadını” (Lewalski 179) unvanını alma ayrıcalığını yakalamıştır. Öyle görünüyor ki, Cary, edebi kimliği ile var olma çabasında olan ve dönemin kadınlar için olan şartları da göz önüne alındığında, bunun mücadelesini vermiş olan başarılı bir kadındır. “[Y]aşamı boyunca, eşi tarafından reddedildiğinde bile, Elizabeth’in yazıları[nın] aralarında Michael Dryton, John Marston ve Richard More’un da bulunduğu pek çok kişi tarafından sürekli olarak övülm[esi]” (Cerasino ve Wynne-Davies 45), onun bu başarısının bir göstergesidir. Üstelik Cary bu eserleri “annesi kızının okuması için gerekli olan ışığı sağlayacak mumları tedarik etmezken, kayınvalidesi [Leydi Katherine’in] okumasını büsbütün yasakladı[ğı]” (Cerasino ve Wynne-Davies 43) ortamlarda gerçekleşmiştir. Elizabeth Cary’nin hem annesi ile hem de kayınvalidesiyle kaldığı dönemlerde entelektüel gelişimine set vurmaya çalışmaları, ataerkil aile ortamının ideolojileriyle yoğrulmuş olan pek çok kadının, Rönesans ortamının getirdiği özgürlük ortamının kadınlar için de olabileceği gerçeğini sorgulamadan, ataerkil düzleme katkıda bulunarak yol almaya devam ettiklerinin bir gös-
Elizabeth Cary’nin The Tragedy of Mariam (Mariam’ın Trajedisi) Adlı Oyununda İtaatkâr ve Asi Rönesans Kadın İmgeleri
tergesi olarak kabul edilebilir. Kadınları bir kenara koyup, onları Rönesans’ın getirdiği avantajlardan tamamen soyutlayarak ya da onların bu avantajlardan sadece kısmen faydalanmasına izin vermek, hele de bunun kadınlar tarafından yapılıyor olması, “yeniden doğuş” anlamına gelen “Rönesans” kelimesini bir paradokstan öteye geçirmemektedir. Kadınlar, bir “yeniden doğuş”tan çok, sembolik bir karanlıkla yüz yüze bırakılmışlardır. Oyunda Mariam’ın yaşadıklarından da anlaşılmaktadır ki, Rönesans dönemi kadınlar için çelişki ve zorluklarla dolu bir dünya sunar. Aslında yukarıda da belirtildiği gibi, Cary The Tragedy of Mariam’da ataerkil aile, toplum düzeni, kanun ve geleneklere başkaldıran ve egemen söylemi eleştiren unsurlara da yer verir. Mariam’ın mevcut düzen hakkında söylemek isteyip de söyleyemeyeceği her şeyi söyleyebilen tek kadın karakter Salome’dir. Bu sebeple, Salome, üzerinde durulması gereken önemli bir karakterdir. Mariam ve Graphina’nın aksine, Salome, konuşmayı kadının bir güç aracı olarak kullanabilen, kendi hikâyesini kendisi yazan ve oynayan güçlü bir kadındır. Bu bakımdan onun davranışları, ataerkil toplumun normlarının ve ondan beklenen kadın rollerinin sınırlarının ötesine geçerek onları yerle bir etmiştir. Salome, gerçek fikirlerini ve Silleus’a olan tutkusundan dolayı kocasına olan sevgisinin nefrete dönüştüğünü hiç çekinmeden ifade edebilmektedir. Sonuç olarak, o dönem İsrail kadınları için boşanmanın skandal ve yasadışı olmasına rağmen (Lewalski 195) kocası olan Constabarus’tan boşanmaya teşebbüs ederek bir “düzen bozucu” (I.54) olmuştur; yani, doğal ve sorgulanamaz olarak kabul edilen ataerkil söylemin düzenini bozmuştur. Salome, kavgacı kişiliğiyle istediği zaman kendi sesini duyurabilmektedir. Raber’ın dikkat çektiği gibi, “Salome, statü, varlık ve kanun ve din söylemlerinin alaycı suiistimalleri bakımından, toplumsal cinsiyet, arzu ve kararlılık konularını resmetmektedir [ve] […] erkek egemen düzene başarılı bir şekilde başkaldırmaktadır” (335). Salome boşanma hakkının yalnızca erkeklere değil, kadınlara da verilmesi gerektiğini savunarak çağının çok ötesinde gerçekleşebilecek bir arzusunu konuşmasını dizginlemeye gerek kalmadan sert bir dille ifade eder: Neden böyle bir ayrıcalık erkeklere verilsin ki? Yahut, veriliyorsa bile, kadınlar neden mahrum kalsın ki ondan? Cennette bizden daha mı çok lütuf içerisindeler erkekler, Yoksa nefret edemezler mi kadınlar erkekler kadar?
75
76
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
Gelenek bozucu olacağım ve göstermeye başlayacağım Kendi cinsiyetime, özgürlüğe açılan kapının yolunu. (I.53) Bu cümleler, ataerkil söylemin cinsiyet hiyerarşisi kanunlarına tamamen aykırıdır. Salome, kocasının emirlerine boyun eğen “düzgün bir hanımefendi”den ziyade, ataerkil bir toplumdaki bir erkek kadar özgür ve cüretkâr davranmaktadır. Ancak, Constabarus’a göre, Salome’nin bu aykırı tavrı, kadının erkek gibi davranmasına bir örnektir ve kabul edilemez: Yahudi kadınlar şimdi erkeğe mi dönüştüler? Neden o zaman siz de savaşmıyorsunuz bizim savaşlarımızda, Ve giymiyorsunuz bizim zırhlarımızı? Önce siz de tadın bu acıyı” (II. 435-39). Seni düzen yıkıcı, kanunları çiğneyici; En iyileriniz aptal, asi, ahlak yoksunu, mağrur; En kötüleriniz ise eşini aldatan, ölüm saçan, kurnaz, gururlu; Ve Salome ikinci safta yer alır, Daha doğrusu, onların […] başıdır. (IV.67) Her ne kadar Constabarus Salome’ye “hem iffetli olmanın hem iffete layık olmanın yollarını” bulması gerektiğini hatırlatıp “Erdemli bir kadın, kocasının başının tacıdır” (I.54) gibi sözler söyleyerek onu disiplin altına alarak terbiye etmeye çalışsa da, Salome kocasının sözlerini dikkate almaz ve kocasından boşanma konusunda ısrarlı davranır. Bu istek bir devrim niteliğindedir ve Salome’nin kararlı tavrı Constabarus’ın bu isteği eleştirerek de olsa kabul etmesini sağlar: Constabarus sana elveda der. Elveda umarsız yaratık. Cennet günahlarını affetsin. (I.55) Salome karakteri, Graphina’nın aksine ve Mariam’dan daha aktif bir şekilde, egemen söylemin kadınlara zorla kabul ettirmeye çalıştığı kocalarının düzen ve kurallarına boyun eğen “itaatkâr beden” olarak hayatlarını sürdürmeleri gerektiği kuralını sorgular ve asla kabul etmez. Cary’nin Salome aracılığıyla, yüzyıllardır süregelen erkek egemenliğine ve erkek egemen söylemin kadın düşmanlığına meydan okuduğu açıktır. Aslında Salome’nin düzen karşıtı
Elizabeth Cary’nin The Tragedy of Mariam (Mariam’ın Trajedisi) Adlı Oyununda İtaatkâr ve Asi Rönesans Kadın İmgeleri
söylemi bir Rönesans gerçeğini yansıtmaktan ziyade, Cary’nin kadınlarla ilgili söylemi yeniden yapılandırma çabasına bir örnek oluşturur. Elizabeth Cary, The Traged of Mariam boyunca Mariam, Graphina ve Salome karakterleri aracılığıyla Rönesans İngiliz kadının toplumdaki yerini sorgulama ve ataerkil toplum düzeninin kadınlara getirdiği kısıtlamaları eleştirme yoluna gitmiştir. Oyundaki üç önemli kadın karakterin, Cary’nin, yaşadığı dönemin yüzyıllardır değişmeyen gerçeklerini anlattığı ve ataerkil toplumun kadınları baskı ve disiplin altında tutarak onları otoritenin kendi söylemleri doğrultusunda “terbiye etme” bilgisini ve kadınların erkeklere imtiyaz veren ideolojilerin ve kurumların kontrolü altına girmesini eleştirdiği birer araç olarak kullanıldığı söylenebilir. Sonuç olarak, “[i]ster prenses, ister köylü olsun (ve aralarındaki hatırı sayılır farklılıklara rağmen) kadınların içinde yaşadıkları, göründükleri ve çalıştıkları mekân, normlarla, yasaklarla ve kontrollerle sürekli gözetleniyordu” (Davis ve Farge 16). Bu gözetim sonucunda da ataerkil toplum normlarına aykırı davrananların disiplin altına alınarak terbiye edilmesi veya cezalandırılması gereğiyle, itaatkâr olmadığı düşünülen Mariam, oyunun sonunda idam edilmektedir (V.71). Hayatı boyunca ataerkil toplum tarafından zaten sessizliğe mahkûm edilmeye çalışılan Mariam, konuşmaya başladığında, daha da trajik bir şekilde, ölümle bile susturulmaya çalışılmaktadır. Onun trajedisi, kendi olmak istediği kimliğini dillendirmesini engellemiştir. Mariam’ınn trajedisi, Cary’nin, kadınların da kendi isteklerinin olabileceğinin herkes tarafından kabul edilmesi arzusunun, kadınların haklarını kısıtlayan ataerkil bir toplumda gerçekleşmesinin çok zor olduğunu gösterme çabasıdır. Ayrıca, Cary, her dönemde egemen söylemin sorgulama ve karşı çıkmaları ceza yöntemiyle mutlaka bastırmaya çalıştığını ve Foucault’nun tanımladığı güç-bilgi ilişkisinin kadınları tanımlayan erkek egemen söylem için de geçerli olduğunu göstermektedir. Bu tartışmalar çerçevesinde düşünüldüğünde, “Mariam’in Trajedisi” aslında sadece Rönesans kadınının değil tüm kadınların trajedisidir. On beşinci yüzyıl düşünürlerinden olan Leon Battista Alberti’nin “İnsanoğlu isterse her şeyi yapabilir” sözünün de yaygın olarak kullanıldığı ve “insanın her şeyin ölçüsü olduğu Hümanizm”in yaygın olduğu (Ergüden ve Yüksel 74) söylemlerle insan merkezli bir portre çizen Rönesans’ın kadını bu merkezin dışında tutması egemen söylemin güç sahibi olmayanlar açısından doğurduğu sonuçlara bir örnektir. Cary, söz hakkı olmayan, erkeğe bağımlı kadının bu bağlamda yaşadıklarına işaret ederek mevcut sistemi eleştirmektedir.
77
78
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
K aynakça
Arasse, Daniel. “Et, Zarafet, Yücelik.” Bedenin Tarihi 1: Rönesans’tan Aydınlanmaya. Ed. Alain Corbin, Jean-Jacques Courtine ve Georges Vigarello İstanbul: YKY, 2008. 335-88.
Bennett, Alexandra G. “Female Performativity in The Tragedy of Mariam.” Studies in English Literature, 1500-1900, 40.2 (Spring 2000): 293-309 . Erişim 10 Temmuz 2016. Bracket, Ginger Roberts. Elizabeth Cary: Writer of Conscience. Greensboro: Morgan Reynolds, 1996. Bozer, A. Deniz, ed. Giriş: “Ortaçağ ve On Yedinci Yüzyıl Arasında Yazmış İngiliz Kadın Yazarlara Genel Bir Bakış.” Ortaçağdan On Yedinci Yüzyıla İngiliz Kadın Yazarlar. Ankara: Hacettepe Üniversitesi Yayınları, 2014. 1-30. Brown, Meg Lota ve Kari Boyd McBride. Women’s Roles in the Renaissance. Londra: Greenwood, 2005.
Cary, Elizabeth. The Tragedy of Mariam, The Fair Queen of Jewry. Renaissance Drama by Women: Texts and Documents. Ed. S. P. Cerasano ve Marion Wynne-Davies. Londra ve New York: Routledge, 1997.
Cerasino, S. P. ve Marion Wynne-Davies, ed. “Notes.” Renaissance Drama by Women: Texts and Documents. Londra ve New York: Routledge, 1996. 176-225.
Corbin, Alain, Jean-Jacques Courtine ve Georges Vigarello, ed. “Bedenin Tarihi’ne Önsöz.” Bedenin Tarihi 1: Rönesans’tan Aydınlanmaya. İstanbul: YKY, 2008. 7-11.
Davis, Natalie Zemon ve Arlette Farge. “Tarihsel Aktör Olarak Kadınlar.” Kadınların Tarihi: Rönesans ve Aydınlanma Çağı Paradoksları. Cilt III. Çev. Ahmet Fethi. Ed. Natalie Zemon Davis ve Arlette Farge. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1993. 13-24. Ergüden, Akın ve Haluk Yüksel. Uygarlık Tarihi. Eskişehir: Anadolu Ü., 2001.
Findlay, Alison. A Feminist Perspective on Renaissance Drama. Cornwall: Blackwell, 1999.
Foucault, Michael. Hapishanenin Doğuşu: Gözetim Altında Tutmak ve Cezalandırmak. Ankara: İmge Kitabevi, 2000.
Green, Reina. “‘Ears Prejudicate’ in ‘Mariam’ and ‘Duchess of Malfi.’” Studies in English Literature,1500-1900, 43.2, (Spring, 2003): 459-474 . Erişim 10 Temmuz 2016.
Hannay, Margaret P. “‘O Daughter Heare’: Reconstructing the Lives of Aristocratic Englishwomen.” Attending to Women in Early Modern England. Ed. Betty S. Travitsky ve Adele F. Seeff. Newark: U. of Delaware P, 1994. 35-63.
Kelly-Gadol, Joan. “Did Women Have a Renaissance?” Becoming Visible: Women in European History. Ed. Renate Bridenthal. Boston: Houghton Mifflin Company, 1987. 175-201.
Kemp, Theresa D. “The Family is a little Commonwealth: Teaching Mariam and Othello in a Special-Topics Course on Domestic England.” Shakespeare Quarterly, 47.4, (Winter, 1996): 451-60 . Erişim 12 Eylül 2012. Lewalski, Barbara Kiefer. Writing Women in Jacobean England. Cambridge: Harvard UP, 1993.
Purkiss, Diane. Renaissance Women: The Plays of Elizabeth Cary, The Poems of Aemilia Lanyer. Londra: Pickering and Chatto, 1994.
Raber, Karen L. “Gender and the Political Subject in ‘The Tragedy of Mariam.’ Studies in English Literature, 1500-1900 35.2 (1995): 321-43. JSTOR Erişim 10 Temmuz 2016. Trill, Suzanne, ed. Introduction. Lay by Your Needles Ladies, Take the Pen: Writing Women in England, 1500-1700. Londra: Arnold, 1997. 1-20.
Walker, Kim. Women Writers of the English Renaissance. New York: Twayne, 1996.
IV. BÖLÜM Cadılığın Tarihçesinde Bilinmeyenler: The Witch of Edmonton ve The Witch Oyunlarında Hetero-Ataerkil Çerçevede Kadın Zümre Gizem YILMAZ
ELIZABETH SAWYER: Cadı mıymışım? Kim değil ki? (The Witch of Edmonton, Edmonton Cadısı, 174) Şeytanın partneri tiplemesiyle cadı, tarih boyunca en çok kadınların üzerine yapışan bir etiket olarak kullanılmıştır (Klaits 87). Bu etiket, toplum içerisindeki güç ilişkilerini göstermekle beraber, kadınların hetero-ataerkil söylem içerisinde ötekileştirilmelerinde büyük bir rol oynamıştır. Tarihsel verileri incelediğimizde, toplumun düzenine aykırı davranan kadınların, toplumu bu “hastalıklı” durumdan kurtarmak vaadiyle, cadılıkla suçlandıklarını görürüz. Örneğin, kadınların “yegâne” ve “kutsal” görevi olan üremek eylemini artık gerçekleştiremeyecek olan yaşlı kadınlar ve evlilik dışı cinsel ilişkiye giren ve/veya evlilik dışı çocuğu olan kadınlar, hetero-ataerkil aile yapısına zıt davrandıkları için, cadılıkla suçlanmışlardır, ki bu da cadılığın toplum içerisindeki güç ilişkilerinin br sonucu olduğunu göstermektedir (Ben-Yehuda 332). Bunun yanı sıra, özellikle on yedinci yüzyılda yeni ortaya çıkan erkek doktorların, kadın doğum alanında ebelerin bilgi birikimine ve deneyimine güvenen halkın gözünde mesleklerini meşrulaştırmak için ebeler ve bitkilerle tedavi sunan şifacı kadınlar da cadılıkla suçlananlar arasında yerini almıştır (Davidson 257). Bu çalışmada, Thomas Middleton’ın The Witch (Cadı, 1609) ve William Rowley, Thomas Dekker ve John Ford’un
80
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
ortak eseri The Witch of Edmonton (Edmonton Cadısı, 1621) oyunları bu bağlamda incelenecektir. The Witch oyununda Hecate isimli bir cadı, bir cadılar meclisinin yöneticisi konumunda bütün kötülüklerin kaynağıymış gibi verilmiştir. Fakat bu kötülük, cadılık illetinden nefret edermiş gibi görünen insanlardan güç almaktadır. Oyunda en ahlaklı görünen Sebastian bile, kendisinin bir savaşta öldüğü haberini alınca Antonio’yla evlenen Isabella’ya aşkından dolayı, Antonio’nun iktidarsız olması için Hecate’nin cadılık hizmetlerine başvurur. Almachildes ise, Amoretta’ya aşk büyüsü yaptırmak için Hecate’ye danışmaktadır. Hecate, Amoretta’nın elbisesine iliştirilmesi için büyü yapar; fakat Amoretta bu büyüyü elbisesinden düşürünce Düşes alır, böylece büyü Amoretta’dan Düşese geçmiş olur. Sürekli babasının kafatasından yapılmış kadehin iğrençliğine ve üzüntüsüne maruz kaldığından eşinden nefret eden Düşes, intikam almak için Almachildes’i Dükü öldürmek için kullanmak istemektedir. Bunun için de gözlerini kapattırıp, Almachildes’e kendisini Amoretta olarak tanıtır. Almachildes gerçeği öğrendiğinde çok geçtir. Düşes, eğer Almachildes Dükü öldürmek için kendisine yardım etmezse herkese Almachildes’in ona tecavüz ettiğini söylemekle tehdit eder. Diğer bir yandan, The Witch of Edmonton oyunu ise fakir ve yaşlı bir kadın olan Elizabeth Sawyer’ın cadılıkla suçlanması üzerine kurgulanmıştır. Oyunun arka planında ise Frank Thorney isimli bir çiftçinin çift eşliliği üzerine odaklanılmıştır. Hamile olduğunu düşündüğü Winnifride’le gizli bir şekilde evli olmasına rağmen, babasının iş kaygılarından dolayı Susan’la evlenmesi isteği üzerine gizli evliliğini ifşa etmeden Susan’la da evlenen Frank, oyunun sonunda Susan’ın öldürür ve cadılıkla suçlanan Sawyer’la birlikte yargılananlar arasındadır. Sawyer resmi olarak bir cinayet işlememesine rağmen cadılıkla suçlandığı için affedilmez; fakat Frank pişmanlığı göz önüne alınarak Tanrı katında affı uygun bulunur. Dolayısıyla, aynı dönemde yazan bu yazarların eserlerindeki ortak nokta, toplumdaki güç dengelerini sağlamak amacıyla kadınların hetero-ataerkil söylem çerçevesinde cadılıkla nasıl suçlandıklarını resmetmeleridir. Söylemin dayatmalarına göre davranmayan kadınlar toplum düzeninin devamlılığı açısından içten içe bir tehdit olarak görüldüğünden, cadılık söylemi bu tehditten kurtulmanın bir yolunu sağlamıştır. Kadınların cadı olarak tanımlanmalarının arkasında yatan sebepler kadının dualistik aydınlanmacı söylem bağlamında öteki olarak tanımlanmasında da kendini göstermektedir. Cadılık düşüncesi söz konusu
Cadılığın Tarihçesinde Bilinmeyenler: The Witch of Edmonton ve The Witch Oyunlarında Hetero-Ataerkil Çerçevede Kadın
söylemin bir üretimi olup, bu düşüncenin yansımaları ise hem Middleton’ın hem de Dekker ve Ford’un oyunlarında açıkça görülmektedir. Tarih boyunca kadın, başta hetero-ataerkil söylem olmak üzere, çeşitli söylemler çerçevesinde belirli kalıplara sığdırılmaya çalışılmıştır. Heteroataerkil söylemle ortaya çıkarılan kadın-erkek arasındaki ayrımın temeli Rönesans’taki mükemmel insan tanımında kadınların yok sayılmasından başlayıp, Aydınlanma Çağı’nda Descartes’ın beden-akıl arasındaki büyük ikili karşıtlığı “Düşünüyorum, öyleyse varım” sözleriyle vurgulaması sonucunda atılmıştır. Rönesans’ta Leonardo da Vinci’nin çizdiği ve dönemin hümanist anlayışına yön vermiş olan Vitruvius Adamı, beyaz adamın üstünlüğünü vurguladığı için ataerkil bir söyleme hizmet etmekte ve kadınların eyleyicilik özelliklerini göz ardı ederek erkek egemenliğini desteklemektedir. Rönesans, insanın kıyassız akıl kapasitelerinin tanımlandığı bir dönemdir ve bu dönemde önemle altı çizilen “humanist felsefe maddeler ve olaylar üzerindeki belirsiz hakimiyetini uygulamak için insanlara olanak sağlayan sanat ve sanatın araçlarıyla ilgilidir” (Vasoli 65)1; bu yüzden Rönesans’ta, klasik metinlerin çalışılmasının, insanları doğa üzerindeki hakimiyetlerini kesinleştirmeye doğru yönelteceği düşünülüyordu. İnsanların, mükemmellik seviyesine ulaşması için bedenden kaynaklı dünyevî günahlardan kaçınmaları ve kutsal iyiliğe yakınlaşmak için de diğer varlıklardan ayrıcalıklı özellikleri olan akıllarıyla bedenlerini kontrol altına almaları gerekmekteydi. Bu bağlamda, klasik metinleri okuyup çalışmaları insanları akıl üstünlüğünü kavramaya teşvik etmekteydi. Bu Rönesans hümanist söylemi zaman içerisinde kendini daha mekanistik tanımlamalara bırakmış ve on sekizinci yüzyıl Aydınlanma Çağı felsefesine göre insan merkezli bir bakış açısı ortaya atmıştır. Bu bakış açısı aklın bedenden daha üstün olduğunu savunan Kartezyen düalizmi söylemini meydana çıkarmıştır. Bu düalizm, aklı bedenden üstün kılmakta ve insanları, tek akıl sahibi canlı oldukları iddiasıyla, üstün varlık olarak görmektedir. Dolayısıyla, Aydınlanma Çağı felsefesi lensinden bakıldığında insan zekâsının farklılığının ve ayrıcalığının bedenin hayvansal dürtüleri ve istekleri bastırıldığında ortaya çıktığı görülür. Bu zekâ ve akıl üstünlüğü, genellikle, erkeklerin egemen olduğu söylem, kültür, medeniyet ve bilimde gözlemlenebilirken, akıl ve beden arasındaki bu farklılık genellikle kadınlara 1 Aksi belirtilmediği takdirde yazıdaki bütün çeviriler yazara aittir.
81
82
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
atfedilen duygu ve doğal dürtülerle tam bir zıtlık oluşturmuştur. İnsanlığın ilk zamanlarından beri erkeklerin avcılıkla doğaya hükmedip kadınların daha pasif olması ve erkeklerin doğa hükmüne bağlı rolleri benimsemesiyle ortaya çıkan, fakat asıl olarak insan merkezli söylem çerçevesinde gelişen bu zıtlık, direkt olarak akıl-beden ayrımına sebebiyet vermiş, insan olmayan canlılar ve doğa gibi, kadınlar da, akılsız madde statüsüne indirgenmiştir. Profesyonel alanlarda yeterli imkan tanınmayan kadınların entelektüel kapasitesi inkâr edilmiştir. Bu beden-akıl ayrımı, kadın erkek ilişkilerine kadınlığın duygu erkekliğin ise düşünce ile eşleştirilmesine sebep olmuş ve kadınlar daha duygusal olarak nitelendirildiklerinden entelektüel kapasitesi yüksek erkekler karşısında daha az değerli kabul edilmişlerdir. Ayrıca, kadının bu kalıplaşmasında, tek tanrılı dinlerin baskın olması sonucunda özellikle doğurganlık özelliği baz alındığı için, beden-akıl Kartezyen ikili karşıtlığı temelinde kadın sadece bedene indirgenmiş ve buna bağlı olarak da, aklî yetileri, erkek egemen bir toplumda, belli ölçülerde inkar edilmiştir. Kadınlar “kültürün üzerinde işini yapıp düzgünleştirmesi gereken edilgen beden ve şekil verilmeyi bekleyen madde” (Colebrook 71) gibi değerlendirilmiştir. Böylece, kadının eyleyicilik özelliği kendi içsel değerinden ziyade araçsal değerine göre belirlenmiş ve kadın, erkeğin cinsel ilişki sırasında baskın olarak belirlediği bireyleri dünyaya getirme özelliğiyle kısıtlanmıştır; ki bu da kadının varlığının erkeğin onu anlamlandırmasına bağlı olduğu gerçeğini doğurmuştur. Bunun sonucunda da kadın, akli yetilerini erkeklerle eş değer bir şekilde çalıştırabilen ve çevresine aynı ölçüde etkide bulunabilen bir varlıktan ziyade, rahim ya da ovaryum gibi belli başlı beden parçalarıyla tanımlanır olmuştur. Fakat bu düşünce tarzı varlıkbilim (ontoloji) ve bilgibilimi (epistemoloji) birbirinden ayırmak demektir. Varlığın ve bilimin birbirine bağlı olduğunun inkâr edilmesiyle beden ve akıl arasında söylemsel olarak oluşturulmuş bu fark varlığın kendisinin bir kenara bırakılarak “seçkin” erkek aklının ürettiği savunulan bilgi oluşumlarına ayrıcalık tanınmasındandır. Bu bilgi oluşumunda erkekler, eyleyicilik gücünü fark ettiği “başka” kadın sesleri bastırma, yok etme veya bu seslerden söylemsel olarak çıkar sağlama yoluna gitmiştir. Kurtarılmayı bekleyen pasif ve itaatkâr kadın rolünden tamamen uzak olan kadınlar baskın olan hetero-ataerkil söyleme karşı çıktığından ve eril düzene zarar verebileceğinden, erkek egemenliği ve hakimiyetinin zedelenmemesi için bu kadınların toplumdan yok edilmesi esas alınmıştır. Bu bağlamda, toplumsal üstünlüğe sahip olan erkekler, ka-
Cadılığın Tarihçesinde Bilinmeyenler: The Witch of Edmonton ve The Witch Oyunlarında Hetero-Ataerkil Çerçevede Kadın
dınları hem heteroseksüel söylem çerçevesinde biyolojik olarak metalaştırıp bedenleri dinî kitaplarda kutsal olarak adlandırılan üreme için kullanmış, hem de kültürel, sosyal, politik ve ekonomik açıdan kadınları kendi boyundurukları altına almaya çalışmışlardır. Bu tür sınıflandırmaya ve söylemsel üstünlük-düşüklük karşıtlığında ezilmeye karşı çıkan kadınlarsa toplum dışına itilmiş ve diğer itaatkâr kadınlara kötü örnek olmasın diye, bu kadınların yok edilmesi amaçlanmıştır. Kadının, dualistik söylemde ötekileştirilmesinin en iyi örneği ortaçağdan on yedinci yüzyıla kadar yoğun olarak devam eden cadılık suçlamalarıdır. Orta Çağ’dan neredeyse on yedinci yüzyıla kadar “şeytana tapan ve şeytanın seks partneri olarak resmedilen cadı tiplemesi” (Klaits 87) geçerli olmuştur. Cadılık vesilesiyle ötekileştirilme süreci esas olarak kadınların erkeklerden daha aşağı varlıklar olarak düşünülmesine bağlıdır, çünkü “kadınların daha kolay bir şekilde şeytanın etkisi altına girdiği” (Muravyeva ve Toivo 11) düşünülmektedir. Kadınlar daha duygusal, zayıf ve ihtiraslı kabul edildiğinden, cinsel dürtüleri yoluyla şeytan tarafından kandırılmalarının erkeklere oranla daha kolay olduğu düşünülmektedir. Toplumca öngörülen düşünceye göre, “doyumsuz şehvet arzuları, kadınları şeytanla anlaşma yapmaya ve onunla cinsel birliktelik yaşamaya ittiği için cadılığın kaynağıdır” (Levack vii). Bunun yanı sıra, cadının şeytanın cinsel partneri olarak tasvir edilmesi toplumdaki baskın söylemin heteroseksüellik olduğunu kanıtlamaktadır. Üstelik, şeytan cinsiyet bakımından genellikle erkek olarak algılandığı için, bu söylem çerçevesinde, cadılıkla daha çok kadınların suçlandığı da anlaşılmaktadır. Nitekim heteroseksüel söylem ataerkil ideolojiyle o kadar iç içe geçmiştir ki bunun neticesinde sosyal ve toplumsal cinsiyet güç dengelerine göre tanımlanır olmuştur. Kuramsal olarak konuşulduğunda, ataerkil söylem “kadınların eyleyicilik potansiyeline izin vermeyen, ki böylece kadınları pasif ve erkek sözü dinleyen bir hale getiren, evrensel, tarih dışı, sabit ve değişmez erkek hakimiyetine ve kadının boyunduruk altına alınması sistemine işaret etmektedir” (Dialetti 21). Bu bağlamda, insanlar, sosyal yaşamlarını belirlenmiş bir düzene göre devam ettirmek için, “bağımsızlık ve saldırganlık gibi normalde erkekler tarafından erkeklere uygun görülen karakter özellikleri sergileyen ve erkeklerin ve çocukların bakımı gibi kadınların sorumlu olduğu düşünülen yükümlülükleri yerine getirmeyen kadınlara karşı bir husumet” (Larner 176) gösterme gereksinimi duymuşlar ve onları cadı olarak tanımlamışlardır. Önceden toplumca uygun görülmüş cinsiyet
83
84
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
rolüne uygun davranmayan ve buna karşı çıkan kadınlar, toplumsal dengeyi zedeledikleri gerekçesiyle dışlanıp günah keçisi ilan edilmiş ve cadı olarak katledilip düzene karşı olduğu iddia edilen bu isyanın izleri toplumdan silinmeye çalışılmıştır. Bu kapsamda, cadı sadece ebe, [şifacı,] annelikten kaçınan ya da komşularından odun veya tereyağı çalarak zar zor yaşamını sağlayan kadın değildir. Cadı, aynı zamanda, ahlakı düşük ve önüne gelenle birlikte olan, fuhuş ya da zina yapan ve genellikle evlilik dışı ve üreme amacı gütmeyen cinsel ilişkiye giren kadındır. Bu sebeple, cadılık duruşmalarında, kadının adının kötüye çıkmış olması bile bir kanıt olarak kabul edilir. Aynı zamanda cadı, işkencede ağlamayan, suçlamalara cevap veren, tartışan ve küfreden kadındır. (Federici 184) Dolayısıyla, cadı olarak başkalaştırılan kadınların bu şekilde etiketlenmelerinin başlıca iki sebebi olduğu düşünülebilir, ya erkeklerin toplumsal ve söylemsel olarak baskınlığını tehdit edecek kadar bağımsız ve entelektüel hareketler sergilemeleri, ya da artık üreme ve çoğalma açısından toplumun düzenine katkı sağlayacak işlevlerinin bulunmamasıdır. Toplumda bu şekilde etiketlenen kadınlara ek olarak, on yedinci yüzyıl İngiltere’sinde “yalnız ve bir erkek kontrolünden bağımsız yaşayan kadınlar da ataerkil bir toplumda tehdit içeren bir unsur olabileceğinden” belirli bir yaşa gelmiş fakat hâlâ evlenmeyip de yalnız yaşayan kadınlar da cadılık suçlamalarından nasibini almıştır. Kadınların bilinçlenmesine ve haklarını aramasına yönelik olan bu toplumsal korku The Witch of Edmonton oyununda da açıkça gösterilmiştir: BİRİNCİ KÖYLÜ […] kadıncağız, kendisine büyü yapıldığına vicdanı üzerine yemin etti. Herkes biliyor ki Sawyer’dan başka etrafta bir cadı da yok. İKİNCİ KÖYLÜ Kasabayı ondan temizleyin, yoksa karılarımız ateşin etrafında dans etmekten başka hiçbir şey yapamaz olacak. ÜÇÜNCÜ KÖYLÜ Büyükbaşlarımız mahvoluyor, karılarımız mahvoluyor, kız çocuklarımız ve hizmetçilerimiz mahvoluyor; ve eğer bu iblis aramızdan ayıklanıp cezasını
Cadılığın Tarihçesinde Bilinmeyenler: The Witch of Edmonton ve The Witch Oyunlarında Hetero-Ataerkil Çerçevede Kadın
bulmazsa biz de daha fazla dayanamayacağız. Saman ve bir bağ ile W. Hamluc girer HAMLUC Cadıyı yakın! Cadı! Cadı! Cadı! (172) Yukarıdaki alıntıda da görüldüğü gibi, alışılmışın dışında olarak sesini sisteme karşı yükselten kadınların, eğer cadı olarak yok edilmezse, toplum düzenini sarsacağı korkusu toplumda görülmektedir. Bu korkunun altında, bu tür kadınların, diğer kadınların da hetero-ataerkil söylemde ezilmelerine karşı isyan etmelerine bir teşvik unsuru olacağı düşüncesi yatmaktadır. Birçok tasvirde cadı figürü, sisteme ve baskın söyleme aykırı davranan kadınların yanı sıra, yalnız yaşayan, fakir ve hayatını devam ettirmek için komşularından yardım bekleyen zavallı kadın olarak da çizilmektedir; çünkü bu zavallı kadın cinsiyetinden ve ekonomik durumundan ötürü şeytanın hilelerine ve tahriklerine karşı koyamayacak durumdadır. Nitekim “on altıncı ve on yedinci yüzyıldaki broşürlerde, dinî kitapçıklarda, oyunlarda ve diğer edebi eserlerde olduğu kadar günümüz tarih biliminde de, genellikle cadı, yalnız, zor durumda olan, yardım istemek için komşularının kapısını çalan ve reddedildiğinde tehditler savurup lanetler okuyarak uzaklaşan yoksul ve yaşlı kadın” (Willis 5) olarak çizilmektedir. The Witch of Edmonton adlı oyundaki Edmonton cadısı Elizabeth Sawyer, bu bağlamda cadı figürünün karakteristik özelliklerini taşımaktadır. Sawyer, hayırsever kurumların azalması ve tarıma kapatılan alanların meraya çevrilmesini sağlayan yasaların yürürlüğe girmesiyle geçim kaynağını kaybetmesi sonucunda yaşam mücadelesi daha da zorlaşan, komşularından yardım dilenmek durumunda kalan ve bu yüzden de, nefret ve korku kaynağı olup bütün toplumsal ve bireysel sorunlar için günah keçisi ilan edilen yoksul ve yaşlı bir kadındır. Dolayısıyla, bu yoksul kadının, toplumsal ve sosyal sisteme katkıda bulunacak hiçbir şeyi olmadığından, toplumu oluşturan sosyal ve ekonomik sistemde herhangi bir işlevi yoktur (Bonavita 81). Bu tip kadınların cadı olarak yaftalanıp yok edilmesi toplumsal dengeyi bozmayacağından, cadılık suçlamalarının hedefinde olmaları kaçınılmazdır. Ayrıca, insan türünün devamı için üreme açısından artık bir işlevi olmadığından, yaşlı kadınlara cadılık suçlamalarının atfedilmesi kadın bedeninin nasıl nesneleştirilip metalaştırıldığını da göstermektedir; çünkü kadın bedeni sadece insan türünün devamını sağlamak için bir araç olarak algılanmaktadır. Eğer bu işlevi yerine getiremeyecek duruma gelirse de o bedenden kurtulmak toplumun devamlılığı için gereklidir.
85
86
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
Diğer bir yandan, cadı olarak suçlanan kadın bu suçlamalara boyun eğmeyip kendini savunsa da, bu, cadılığın bir göstergesi olarak kabul edilir. Her iki oyunda da ana cadı karakterlerin, toplum olarak kadınlara uygun görülen itaatkâr ve uysal tiplemeden çok uzakta olduğu görülmektedir. Sistem dengesi üzerinde beklenildiği gibi davranış sergilemeyen kadınlar, toplumda rahatsızlık uyandırıp ötekileştirilmiştir. ALMACHILDES Bunlara cadı mı diyorlar? Bana öyle geliyor ki bunlar taklacı, basbayağı taklacılar. HECATE Almachildes – taze kan içimde kımıldıyor – Şehvetle arzuladığım adama çoktan Karabasan şeklinde üç kez sahip oldum. ALMACHILDES Senin adın Yaşlı Acuze mi? HECATE O hiçbir şey. Hayat ve Doğa Ananın dahi karşısında titrediği En korkunç en kutsanmamış şeylerim ben. Senin için de Öyleyim. Yani şimdi sen aşk büyüsü mü yaptırmaya geldin? (22) Yukarıda alıntılanan Middleton’ın The Witch oyunundaki 120 yaşındaki baş cadı Hecate, zayıf ve güçsüz bir kadın imgesinden tamamen farklıdır. Hattâ, erkekler için korku salan bir güce sahiptir, ki böyle bir gücün bir kadında mevcut olması, erkek egemen bir toplumda en büyük tehdit unsurlarından biridir. Ayrıca, Hecate’nin aşk ve cinsellik büyülerinde uzmanlaşmış olması hetero-ataerkil söylem için bir diğer tehlikedir. Bu tür konular hakkında kadınların konuşması dahi toplumca kınanan bir eylemken, bitkileri kaynatıp bu konular üzerine büyülerle çare üreten bir kadının cadı olarak yaftalanması erkek egemen söylemde şaşılacak bir durum değildir. Yine de, Middleton ana cadı karakteri olan Hecate’yi sonsuz güç sahibi bir cadı olarak sergilemekten çok uzaktadır, çünkü Stadlin, Hoppo, Hellwayn ve Prickle’dan oluşan bir cadılar meclisinin başkanı olan ve Malkin adındaki büyük kedisini şeytanî amaçlarında kullanan 120 yaşındaki heybetli cadı Hecate, istediği her an yaptığı büyüleri tutturamamaktadır. Büyülerinin tutması için belirli bir süre geçmesi gerekmektedir, ki bu da cadılığın sadece söylemsel olarak insanları başkalaştırmak için kullanıldığının bir göstergesidir. Aynı dönemde yazılmış ve cadılığı sosyopolitik çerçevede resmeden diğer oyunun ana cadısı Elizabeth Sawyer, Hecate’den daha farklı bir şekilde tasvir
Cadılığın Tarihçesinde Bilinmeyenler: The Witch of Edmonton ve The Witch Oyunlarında Hetero-Ataerkil Çerçevede Kadın
edilmiştir. Middleton’ın The Witch oyunundaki ana cadı Hecate kendi isteğiyle büyücülüğü seçip korku salmaktan zevk duyarken, diğer yandan fakir Edmonton ahâlisinden olan Elizabeth Sawyer yoksulluktan ve aşağılanmaktan bıktığı için cadılığa yönelmiştir: ELIZABETH SAWYER Bir hastalık gibi Her sınıftan ve cinsiyetten insanlar tarafından Dışlanıp nefret ediliyor, hor görülüyorum. Yaşlı kocakarıların, Fare, sıçan, sansar ve bilumum şekilde büyülü Hayvanlarla konuştuklarını duydum. Bazıları ortaya çıkıp, kanlarını Emdiklerini bile söylüyor. Ama bunlarla nasıl haşır neşir oluyorlar Bilmiyorum. İyi ya da kötü, bir güç Bu hanzodan nasıl intikam alacağımı Öğretse, kendimden geçer, bu eskilikten Yıkılmakta olan mahvolmuş kulübemde Oturup bu sinirimi bir kenara bırakırdım. Yeminle bütün iyiliklerden vazgeçip dualara nefret okur; Bedduaları, lanetleri, dinsiz sözleri, nefret edilen yeminleri, Ya da kötü olan herşeyi çalışıp, bu pintiden, Bu havlayıp ısıran ve benim ve itibarımın Kanını emen bu it heriften intikamımı almak için Çalışırdım. Sadece bunun için cadı olurdum. İntikam! Utanç! O pisliği mahvetsin! KÖPEK girer KÖPEK Vay! Seni lanetlerken buldum demek. Artık benimsin. ELIZABETH SAWYER Senin mi? Nesin sen? KÖPEK Sana görünsün diye tutturduğun şey, şeytanım ben. (147-48) Oyunun yazıldığı dönemin en önemli cadılık rehberlerinden sayılan Reginald Scot’un The Discoverie of Witchcraft (Cadılığın Keşfi, 1584) adlı eserinde de değindiği gibi şeytan istediği şekli alabilir (59) ve oyundaki şeytan
87
88
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
ruhu da bir köpeğin içine girmiş olarak verilmektedir. O dönemin yazınında da belirtildiği gibi, şeytanın ruhunu taşıdığına inanılan bir hayvanın cadının hizmetinde olduğuna inanılmaktadır. Oyunda da bunun konu alınması cadılık söyleminin sadece toplumsal güç dengelerini sağlamak amacıyla kullanıldığını göstermektedir. Çünkü Tom ismindeki bu köpeğin Sawyer’a sözüm ona bahşettiği tek güç bir kadının delirip kendini öldürmesini sağlamaktır. Sawyer, bunun dışında istediği hiçbir şeyi gerçekleştirememiştir. Erkek egemen söylemde kendini savunan kadınlar da söylemleri neticesinde cadılıkla suçlanmışlardır ve bunun örneği de The Witch of Edmonton oyununda görülmektedir. Oyunda, “toplum, Sawyer’ın kullandığı [agresif ve küfürlü] dili direkt olarak onun şeytanî gücüne bağlamaktadır” (Stymeist 40). Elizabeth Sawyer’ın küfürlü dilinin şeytanı ona çektiğine inanılmaktadır: “Caliban gibi, Elizabeth Sawyer’ın konuşma tarzı, oyunun başından beri, sadece lanetler okumaya yöneliktir, ki bu da onun cadı olduğuna toplumu daha da çok inandırmıştır” (Bonavita 80). Kadının söylem gücüyle yüz yüze gelen erkekler, cadılık bahanesiyle kadın bedenini cezalandırırlar (Johnson 72); kadının düşüncesi ve söylemi yüzünden bedenin cezalandırılması da topluma yerleşmiş olan dualistik düşünceyi (Kartezyen Dualizmi) bir kez daha ortaya çıkarmaktadır. Fakat, ilginç olan, Sawyer’ın, toplumdaki erkeklerin ona karşı kullandığı dilin aynısını onlara karşı kullanıyor olmasıdır. Yani, burdan da anlaşılacağı üzere, erkek egemen söylem çerçevesinde erkekler, kullanılan kelimelerde dahi kadınların üzerinde bir baskı kurmaya çalışmışlardır. İronik olan durum kadınların erkek söylemi kullandıkları halde erkeklerin bunun farkında olmaksızın (ya da olaraktan) güç dengelerinden korktukları için kadınları cadılıkla suçlamalarıdır. ELIZABETH SAWYER Neden ben?! Bu haset dünya Neden bütün kötülüklerini benim üzerime salıyor? Yoksul, yaşlı ve cahil olduğum için mi? Benliğim dışında daha büyük bir güçle Eğilip bükülen bir yay gibi bedenim olduğundan mı, Yoksa erkeklerin pis ve kirli sözlerinden mi? Bazıları bana cadı diyor, Ve ben kendimden habersizim. Bana Nasıl cadı olunacağını öğretmeye çalışıyorlar. Kendileri bana kötü konuştuğu için Benim de onlara kötü konuştuğumu bir türlü anlamayıp,
Cadılığın Tarihçesinde Bilinmeyenler: The Witch of Edmonton ve The Witch Oyunlarında Hetero-Ataerkil Çerçevede Kadın
Sanki benim kötü sözlerim onların büyükbaşlarını Mahvediyormuş da ekinlerine büyü yapıyormuşum gibi davranıyorlar. (145) Elizabeth Sawyer toplumun ve otoritelerin onu suçlamasına karşı itaatkâr davranmadığı ve cadılık suçlamalarını hemen kabul etmeyip nedenini sorguladığı için, ruhunun daha da şeytani olduğu düşünülmektedir. Fakat toplumda cinayet, zina ve çok eşlilik gibi daha ahlak dışı olaylar mevcutken, yoksul ve yaşlı bir kadına bütün kötülüklerin yıkılması da Edmonton toplumunun iki yüzlülüğünü göstermektedir. Cadılık tarihsel olarak çok fazla kullanılmış bir suçlama olduğu için dönemin yazın tarihinde de cadılıkla alakalı kaynakları bulmak olağandır: İki Alman rahip Heinrich Kramer ve Jacob Sprenger tarafından yazılan ve döneminde bilimsel eser statüsünde kabul gören Malleus Maleficarum (Cadıların Çekici, 1486); cadıları cezalandırma yollarının yanlış olduğunu ileri süren ve Roma Katolik Kilisesini eleştiren, bir İngiliz soylusu olan Reginald Scot’un yazmış olduğu The Discoverie of Witchcraft (Cadılığın Bulunması, 1584); İngiliz vaiz George Gifford’ın kaleme aldığı A Discourse of the subtill Practices of Devilles (Şeytanın Kurnaz Uygulamaları Söylemi, 1587) ve A Dialogue concerning Witches and Witchcraftes (Cadılık ve Cadılarla alakalı Söyleşme, 1593); İngiltere’nin I. James’i İskoçya’nın VI. James’i olarak bilinen Kral James’in yazmış olduğu Daemonologie (Demonoloji, 1597); teolojik yazar William Perkins’in yazdığı Discourse of the Damned Art of Witchcraft (Lanetli Cadılık Sanatı Söylemi, 1608) bunlardan sadece birkaçıdır. Görüldüğü gibi Batı edebiyatında cadı imgesi oldukça popülerdir. Fakat, İngiliz edebiyatı dışında Doğu’dan Batı’ya hemen hemen her kültürde bir cadı figürünün karşımıza çıkması ise şaşırtıcıdır. Mesela, “bilinen en eski cadı/kâhin, M.Ö. 10. yüzyılda, İsrail’in ilk kralı Şaul’a, savaşta öleceğini söyleyen Endor bilicisi Endora’dır” (Doğan 219). Bunun yanı sıra, Homeros’un kitapları dahil birçok klasik kitapta büyücülerin ve cadıların varlığından söz edilmektedir. Etimolojik olarak bakıldığı zamansa, cadı kelimesi büyücü, gulyabani, hortlak, karakoncolos, vampir ve çirkin kocakarı anlamlarına gelen Farsçadaki cadû kelimesinden türemiştir ve cadı figürü, görüldüğü gibi, bir erkekten ziyade bir kadın olarak tasvir edilmektedir (Doğan 222). İngilizcede ise cadı anlamına gelen witch kelimesinin, wit, wise, wisdom köklerinden türediği iddia edilmektedir (Dilts 1). Yani, zeka kıvraklığı ve
89
90
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
bilge anlamlarını taşıyan bu etimolojik köken cadı kelimesinin temelidir. Bu bilgelik, cadılığın tarihçesine bakıldığında, bitkilerin kullanma yetisi demektir. Bu bağlamda da, bitkileri tanıyıp onları tedavi ya da büyü (iyi ya da kötü) amacıyla kullananlar kadınlardı. Dolayısıyla, bilge bir kadın akılbeden dualizmine ters düştüğünden ve hetero-ataerkil sistemde bir tehdit unsuru olduğundan cadılık söylemiyle bu kadınların yok edilmesi söylemin devamlılığı için esas alınmıştır. Diğer bir deyişle, kadınların bu kadar bilge olabilme potansiyellerini yok etmek amacıyla akıllı kadınları anomali olarak gören egemen söylem kullanılarak bu kadınlar cadı olarak suçlanmaktadır. Şifacı ya da ebe olarak bilinen bu bilge kadınların cadılıkla suçlamalarının, profesyonel (erkek) doktorluk mesleğinin on yedinci yüzyılda ortaya çıkmaya başlamasıyla olan ilişkisi, insanların o zamana kadar bitkileri kullanma üstadı olan kadınlara güvenlerinin sonsuz olmasıyla açıklanabilmektedir. Diğer bir taraftan, kadın doğumda ebelerin yerini doktorların almasıyla, kadın vücudunu nesneleştirme daha da hızlanmış, üreme teknolojileri çerçevesinde kadınlar rahim ve ovaryum gibi üreme organlarına indirgenmiş ve bu durum kadınların tarih boyunca hetero-ataerkil söylemde ezilmesine yeni bir boyut kazandırmıştır. Bunu tetikleyen faktörse üreme ve doğurma sürecinin kadınlardan (ebeler) erkeklerin (doktorlar) tekeline geçmesine neden olan cadılık suçlamalarıdır. Erkek doktorlar yalnızca doğumda ters bir durum söz konusuysa çağrıldığı için halkın zihninde sanki ya bebeğin ya da annenin ölümüne sebep oluyormuş gibi bir yanılgama meydana gelmiştir (Wilson 1). Dolayısıyla, hem doktorlara atfedilen bu kötü izlenimi silmek hem de yeni üreme teknolojilerini kapitalist piyasada güvenilir bir şekilde satabilmek için hetero-ataerkil söylem çerçevesine sığınarak toplum, ebeleri ve ebelerle birlikte “marjinal” kadınları cadı olarak suçlamış ve birçoğunun ölümüne neden olmuştur. Bitkilerden ilaç ve kimyasal madde üreten ve insanları ürünleriyle tedavi eden kadınların, bu yetkinlikleriyle erkek egemen söylemin yok olmasına sebebiyet verebileceği düşünülürdü. Bu yüzden, tıbbî söylemi değiştirmek amacıyla, doktorlara ve onların aletlerine değil de bitkilerle tedavi sunan kadınlara güvenen insanların zihnindeki şifacı kadın imgesi, hetero-ataerkil söyleme bağlı olarak, şeytanla işbirliği yapan cadı imgesiyle değiştirilmiştir. Cadılıkla iç içe sunulan bu söylem Middleton’ın The Witch oyununda, söylemin altının boş olduğunu belirtmek amacıyla, açıkça verilmiştir. Hecate karikatürleştirilmiş bir şekilde bitkileri kaynatıp büyü yapmaya çalışır; fakat, yaptığı büyüler bir türlü tutmamaktadır.
Cadılığın Tarihçesinde Bilinmeyenler: The Witch of Edmonton ve The Witch Oyunlarında Hetero-Ataerkil Çerçevede Kadın
Cadılığın temelinde de yatan, kadın bedeni ve üreme gizemi yıllardır çözümlenemeyen bir denklem gibi var olmuştur; fakat, özellikle on yedinci yüzyılda, teknolojik ilerleme sayesinde kadın bedenini ve üreme şeklini tanımak için çeşitli tıbbî aletler üretilmeye başlanmıştır. Ayrıca, tıbbî söylem bitkiyle tedavi sunan şifacıların hakimiyetinden erkek profesyonel doktorlara geçtikçe, kadınlar bedenlerinin ve söylemin daha da çok kurbanı olmuşlardır. Çünkü tıp doktorları kadın bedenlerini yeni kadın doğum teknolojilerini test edebilmek için bir denek olarak kullanmaya başlamışlardır. Normal doğum ısrarında bulunan kadınlar, onları tedavi etmeye tenezzül eden doktorlarla işbirliği yapmadığı için sinir hastası olarak etiketlenmekle kalmayıp (Ehrenreich ve English iii), ayrıca kendilerini gereksiz histerektomi (rahim ameliyatı), aşırı dozla ilaçlı bir doğum, yeteri kadar test edilmemiş doğum kontol ilaçları ve yetersiz hijyenle, hem tehlikeli hem de duyarsız bir tedavinin ortasında bulmuşlardır (Ehrenreich ve English ii). Dolayısıyla, “cadı avı, yavaş yavaş ortaya çıkan erkek egemen profesyonel tıp alanıyla geleneksel kadın şifacı rolü arasındaki beden, özellikle de kadın bedeni üzerine bu karşılıklı çekişme” (Dialetti 24) ile bağlantılıdır. Örneğin, cadılık üzerine yazılmış olan bir baş yapıt olarak kabul edilen The Malleus Maleficarum’da (Cadıların Çekici) bile, ebelerin cadı olarak adlandırıldığını görmekteyiz: “Mümkün olduğu kadar fazla bebeği öldürmek veya şeytana sunmak zorunluluğunda olduklarından en çok bu illetten ebeler etkilenmiştir” (100). Ayrıca, Davidson’ın belirttiği gibi “Rönesans dönemi tıbbî tarihçilerin çoğu profesyonel tıp bakış açısıyla yazdıkları için ya sıradan kadınların tıbbî hizmetlerin sağlanmasındaki önemini göz ardı etmişlerdir ya da bu kadınları bilge kadınlar, ak cadılar, ya da sadece yaşlı kurnaz kadın gibi küçümseyen terimlerle görevlerinden almışlardır” (257). Dolayısıyla, cadılar söylemsel olarak ikiye ayrılmıştır: bitkilerle tedavi sunan iyi şifacı cadılar ve büyüyü şeytani amaçlarla kullanan kötü cadılar. Fakat bu iki cadı kategorisine giren kişilere de aynı işlemlerin uygulanması şaşırtıcıdır. Hatta, hem iyi hem de kötü cadıların tamamen yok edilme isteği dönemin yazınında da teşvik edilmiştir. Örneğin, “George Gifford, Richard Bernard ve William Perkins gibi İngiliz yazarlar iyi cadının, yani diğer bir deyişle kurnaz adam ya da kadının, zarar vermek amacıyla büyü yapmaktan suçlu bulunan yaşlı kadınlarla eş değer bir cezayı hak ettiğini” (Sharpe 24) savunmuşlardır. Bunu da kadın doğum açısından tıbbî söylemin değiştirilme çabasına bağlayabiliriz, ki bunun izleri de ebelerin neredeyse hepsinin cadı olarak adlandırılmasında görülmektedir.
91
92
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
Cadılık duruşmaları ve suçlanan kadınların akıbetine gelecek olursak, cadılık suçlamalarının en önemli özelliği kadınların bu yaftalamadan kurtulacak bir çıkış yolu bulamamalarıdır. Cadılık söylemi hetero-ataerkil söylem içerisine öyle yedirilmiştir ki toplum düzenine uygun davranmayan bir kadın masumiyetini kanıtlamak için ne yaparsa yapsın cadı olarak suçlanmaktan kaçamaz duruma gelmiştir. İngiliz sosyalist feminist oyun yazarı Caryl Churchill kadınların bu çıkmazını, 1976 yılında kaleme aldığı ve on yedinci yüzyılda gerçekleşen cadı yargılamalarını temel alıp erkek egemen ve kapitalist toplumda güç dengelerini sağlamak amacıyla kadınların nasıl ezildiğini gösteren, Vinegar Tom (Cadının Marifetli Kedisi) adlı oyunda kullandığı bir şarkıda açıkça belirtmiştir: Suyun üstünde kalırsan sen bir cadısın. bağırırsan sen bir cadısın Batarsan, zaten ölmüşsün demektir. İyileştirirsen, sen bir cadısın Kirletirsen sen bir cadısın Ne yaparsan yap, bedelini ödemelisin. İşaret edildi, kapı çaldı Bir anne, çocuk, fahişe de olsan. Şikayet edersen sen bir cadısın Ya da sakatsan sen bir cadısın Leke ya da iz varsa hiç şansın yok. Büyük memen varsa sen bir cadısın Parçalara ayrılırsan sen bir cadısın Şeytan genç şehvetli fakir sever. İşaret edildi, kapı çaldı. Seni almaya geliyorlar, Biliyor musun neden?2 (170) Şarkıda da değinildiği gibi, bir kadının cadı olup olmadığını anlama yolları, masum kadını da kurban haline sokmaktadır. Hıristiyan inancına göre, İsa’nın vaftizinden itibaren bebeklerin vaftiz töreninde kullanıldığı için su kutsal kabul edilmekte ve şeytanla iş birliği yapan cadının kutsal suyun içinde barınamayacağı düşünülmektedir. Dolayısıyla, ayağına ağır bir cisim 2 Çeviri tarafıma ve Kerim Can Yazgünoğlu’na aittir.
Cadılığın Tarihçesinde Bilinmeyenler: The Witch of Edmonton ve The Witch Oyunlarında Hetero-Ataerkil Çerçevede Kadın
bağlanıp suya atılan kadın suyun yüzeyinde kalırsa o kadın bir cadı olarak yargılanıp asılır. Fakat, eğer o kadın masumsa suda batar, ki bu durumda da yine ölümü kaçınılmazdır. Diğer bir deyişle, suçlanan kadın masumiyetini kanıtlamasına izin verilmeksizin cezaya, yani cadılık durumunda ölüme, tabi tutulur. Cadı avcılığının en önemli yanlarından biri de cadı olarak etiketlenen kadınların büyük bir merasimle halkın önünde asılmasıdır. Ünlü Fransız düşünür Michel Foucault’un da değindiği gibi, “halkın önünde katledilme, adaleti geri sağlamak için değil, güç dengelerini tekrar yoluna koymak için” (49) yapılan bir eylemdir. Bununla ilgili olarak, Sarah Johnson, cadıların sorgulanması sırasında itiraf etmeleri için kullanılan, suçlunun bağlanarak oturtulduğu ve zaman zaman suya daldırıldığı sandalye, dizgin, el arabası ve benzeri aletlerin kullanımının da erkek egemen söylem doğrultusunda, kadın bedeni üzerinde daha da çok hakimiyet kurma çabası güttüğünü savunmaktadır (71). Dolayısıyla toplumsal düzeni sağlamak için yapıldığı iddia edilen, cadıların halkın önünde yakılma, asılma ya da cezalandırılma eylemleri toplumdaki söylemsel güçleri dengelemek amacına hizmet etmekte ve hetero-ataerkil söylemi sağlamlaştırmaktadır. Fakat bunun yanı sıra, şeytanın fakir sevmesinin şarkıda vurgulanmasının amacı, cadılık suçlamalarında toplumsal cinsiyetin yanı sıra sınıf farklılıklarının da önemli olduğuna dikkat çekmektir. Cadılıkla suçlanan kişi eğer üst sınıftan zengin bir aileye mensupsa o kişi profesyonel doktorlara emanet edilir ve iyileştirilmeye çalışılır. Diğer yandan kişi yoksul bir ailedense cadılık duruşmalarında suçlu bulunup halk önünde işkence görür, asılır ya da yakılır. İncelenen iki oyunda da cadılıkla itham edilen kadınlar (Hecate ve Elizabeth Sawyer) fakirdir, ki bu da sınıf farklılıklarının cadılık suçlamalarında ne kadar etkili olduğunun bir göstergesidir. Cadılık suçlamalarında ilginç bir diğer kısım ise, cadılıkla suçlanan kadının bedeninde şeytanın genellikle bedenin alt kısmında bir iz bırakacağına inanılmasıdır; ki bu da kadın bedeninin nesneleştirilmesinin bir başka göstergesi olmaktadır. Şeytanın bir hayvan kılığında cadıya görünerek cinsel birliktelik yaşadıklarının kanıtının bu leke ya da iz olduğunu savunan cadı avcıları, bu lekelerin bir kadının cadı olup olmadığına karar vermede en önemli kılavuz olduğuna inanmaktaydı. Ayrıca, şeytanın bırakmış olduğuna inanılan bu leke ya da izleri bulmak için cadı olduğundan şüphelenen kadınların elbiseleri çıkarılmakta ve bedenlerinde belirli yerler tıraş edilmekteydi.
93
94
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
Bu da kadın bedeninin ve kadının toplumsal söylemdeki yerinin daha da aşağı çekilmesine sebep vermekteydi. Cadı olarak yaftalanan kadın bedenini zaten şeytana açtığı için, bu, Tanrı’nın iyiliğe hizmet eden sadık kullarına o bedeni istedikleri şekilde inceleme hakkı da vermekteydi. Özellikle Roma Katolik Kilisesinin öğretilerinin sıkı olarak uygulandığı Kıta Avrupasında bu tür agresif uygulamalara sıkça rastlanmaktaydı. Fakat, İskoçya tarihinin aksine, İngiltere tarihinde kadınların bu şekilde yargılanıp bedenlerinin bu şekilde incelenmesine neredeyse hiç rastlamıyoruz. Çünkü, İngiltere’de “cadılıkla suçlanan kimselerin incelenmesi dinî otoriteler tarafından değil de sulh hakimleri tarafından gerçekleştiriliyordu ve neredeyse hiç işkence yöntemi kullanılmıyordu” (Rosen 15). Ama, İngiltere tarihinde de çok az da olsa işkenceyle cadı sorgulama kayıtlarına rastlanmaktadır: Sorunlu 1644-6 yılları arasında, İngiltere ilk ve son kez cadılık sorgusunda işkenceye başvurabilen profesyonel bir cadı avcısı ihtimamına şahit olmuştur. […] Kullandıkları yöntem basitti; suçlanan kişi Şeytan’ın izini bulmak için aranırdı, ki bu iz de genellikle bulunurdu. Cadılıkla suçlanan kişi bir tabure ya da masaya çıplak ve bacak bacak üstüne atmış bir şekilde olmak şartıyla bağlanıp en az yirmi dört saat boyunca izlenir ya da uyanık bırakılırdı. Bu süreçte, onu suçlayanlar da, kuş ya da böcek dahil herhangi bir hayvan şeklinde olabilecek olan şeytani hizmetçilerinin ortaya çıkmasını beklerlerdi. Eğer bu da cadının itirafını sağlamazsa, cadılıkla suçlanan kadın, yorulana kadar, vücuduna bağlanmış ipler sayesinde, hücresinde koşturulurdu. (Rosen 28) Bu leke ya da izin aranmasının sebebi tam olarak bilinmemekle birlikte, Jeffrey Burton Russel’ın değindiği üzere, “Hıristiyanlardaki Tanrı’nın vaftizde (tabi ki sembolik olarak) kendisinden olanı işaretlemesi geleneğinin bir parodisi olarak” (218), şeytanın da kendinden olanı işaretlemesi ya da lekelemesine inanılmış olabilir. Fakat, tıbbî ve biyolojik gelişmelerle birlikte bu inanç da zamanla yok olmuştur. Kan dolaşımını bulan ünlü İngiliz hekimi Dr. William Harvey (1578-1657), 1630’lu yıllarda bu inanca büyük ölçüde gölge düşürmüş ve bu lekelerin sadece cilt beni, doğum lekesi veya hemoroit hastalığı olduğunu savunmuştur (Stymeist 43). Dolayısıyla, bir nevi
Cadılığın Tarihçesinde Bilinmeyenler: The Witch of Edmonton ve The Witch Oyunlarında Hetero-Ataerkil Çerçevede Kadın
batıl inanç olan bu şeytanın izinin aranması merasimi de tıbbî açıklamalar doğrultusunda sonlandırılmıştır. Middleton, The Witch adlı oyununda cadılığı şeytanî bir kötülüğe adanmaktan ziyade toplumsal bir sorun olarak ele almaktadır. Oyunun İtalya’da geçiyormuş gibi kurgulanmasıyla, Roma Katolik Kilisesinin cadılık söylemine sığınarak marjinal ve başkalaştırılmış kadınları sert bir şekilde nasıl toplumdan yok ettiği de vurgulanmaktadır. Başlarındaki talihsizlikler yüzünden cadılardan yardım istemek, oyunda ölümlüler olarak tabir edilen insanlar için sıradan bir eylem halini almıştır. Yani, “Hecate’nin müşterileri, hizmetini satın aldıkları cadılardan daha ahlâklı değildir” (Friesen 5). Ayrıca, şeytana ruhunu satmamış ve toplumsal söyleme uygun hareket eden karakterler, günlük hayatlarında cadılardan daha acımasız ve kötü olabilmektedir. Kısacası, oyunda, Hecate ve yancıları değil, aslında toplumun düzenine “uygun” olarak davranır gibi görünen bireyler ahlak dışı davranışları yüzünden eleştirilmektedir. Cadılığın topluma zarar verdiğini savunup, kendi sıkıntılarını gidermek için büyülere başvurmanın iki yüzlülük olduğunu vurgulamak isteyen yazar, vurguyu, toplumun, daha doğrusu Ravenna sarayındakilerin söylemsel iki yüzlülüğüne çekmek için, Hecate’yi “sinsi grotesk bir figür olarak değil komik bir şekilde resmetmektedir” (Purkiss 218). Oyunda cadı figürleri sosyal olarak gerçekçi değildir; daha ziyade, fantastik karakterler olarak gösterilmektedir. Hatta, büyü yapmak için toplumun bilmediği bir dilin kullanılması, bireylerin coşku içerisinde hem cadıdan korkmasına hem de cadıya hayran kalmasına sebep olabilir. Bilinmeyen bir dille söylenen sözler ya ilahî esinlenme ya da şeytanın oyunu olarak algılanır. Nitekim, Hecate’nin oğlu Firestone oyunda buna da dikkat çekmektedir: “Biliyorum annem kızgın olduğunda Fransızca, kedimiz sinirli olduğunda da Latince küfreder” (80). Bir kadın yerine bir erkek toplumda bilinmeyen bir dil konuşabilseydi alim ve bilgili gözüyle bakılacakken, bir kadın başka bir dil konuştuğunda, eğer bu kadın toplumca öngörülen bir biçimde davranmıyorsa, bu bile onun aleyhine kullanılıp onu cadı etiketine maruz bırakabilir. Bunun yanı sıra, oyunun ilham kaynağı olduğuna inanılan olay “kötü namı olan saray mensubu Frances Howard’ın, Essex Kontu olan Robert Devereux’yla olan evliliğinin (cinsel ilişkiyle birleşemedikleri gerekçesiyle) 1613 yılında bozulması ve hemen akabinde de Frances Howard’ın uzun süredir yasak aşk yaşadıklarına inanılan ve sarayın gözdelerinden olan
95
96
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
Robert Carr’la hemen evlenmesidir” (Friesen 144). Fakat bu olaydaki asıl skandal, bir müddet evli kalmış olmasına rağmen Francis Howard’ın evliliği bittiğinde hâlâ bakire olduğunun öğrenilmesidir. Bu durumda, Frances Howard, diğer kadınlarla rahatlıkla birlikte olabilen, ama söz konusu Frances Howard iken cinsel birlikteliği bir türlü sağlayamayan kocasına iktidarsızlık büyüsü yaptırdığı düşüncesiyle, cadılıkla suçlanmıştır. Frances Howard’ın iktidarsızlık büyüsü yapmasının sebebinin de “Robert Carr’a karşı duyduğu doymak bilmez şehvetini tatmin etmek istemesi” (Bellany 154) olduğuna inanılmıştır. Bu tarihsel olaya benzer bir biçimde, oyunda da, Isabella’yla evlenen Antonio başka kadınlarla vakit geçirmesine rağmen eşiyle cinsel birliktelik yaşamamaktadır. Ayrıca, iktidarsızlık büyüsüne yapılan gönderme de oyunun konusu için bu tarihsel olayın baz alındığının bir göstergesi olabilir. Middleton gibi, Rowley, Dekker ve Ford da ortak yazdıkları oyunlarını gerçek bir olaya dayandırmışlardır. Elizabeth Sawyer, oyunda olduğu gibi, gerçekte de cadı olarak suçlanıp asılan bir kadındır. Sawyer’ın oyundaki tasviri ise hapishanede görevli papaz Henry Goodcole’un3 Sawyer üzerine yazdığı küçük kitapçıktadaki tasvirle çakışmaktadır. Kitapçıkta da oyunda da Sawyer, yaşlı, yoksul, fiziksel olarak bedeni bozulmuş ve cahil olarak resmedilmektedir, ki bu özellikler de tipik cadı özellikleridir. Dolayısıyla, The Witch of Edmonton oyunu için ilham kaynağının Henry Goodcole tarafından Elizabeth Sawyer’ın infazından hemen önce Sawyer’la röportaj şeklinde kaleme alınan The wonderfull discouerie of Elizabeth Sawyer, a witch late of Edmonton (Bir Edmonton Cadısı olan Elizabeth Sawyer’ın Mükemmel Bir Şekilde Keşfedilmesi 1621) olduğu söylenebilir (Barker 166). Her iki oyunun da gerçek olaylara dayandırılması cadılığın toplumsal olarak nasıl benimsendiğinin bir göstergesidir. Fakat, cadıların oyunlarda resmedilmesi bakımından her iki oyunun yazarları cadılığın sadece söylemsel olarak marjinal kadınların toplumsal düzenden silinmesi için kullanılan bir araç olduğunu göstermektedir. Sonuç olarak, Orta Çağdan on yedinci yüzyıla kadar Avrupa’da, cadılık genellikle kadınlara sürülen bir lekedir. Kadınlar çoğunlukta olmak üzere birçok kişinin kurban edildiği cadılık söylemi tarihsel olarak güç dengelerini kurmak ve devam ettirmek için güçlü bir silah olarak kullanılmıştır. 3 Henry Goodcole, Newgate hapishanesinde Anglikan (İngiliz) kilisesine bağlı olarak çalışan bir papazdı ve görevi, infaz edilecek olan suçluları infaza hazırlamaktı (Stymeist 36).
Cadılığın Tarihçesinde Bilinmeyenler: The Witch of Edmonton ve The Witch Oyunlarında Hetero-Ataerkil Çerçevede Kadın
Özellikle kadınların cadı olarak yaftalanmasından yola çıkarak cadılığın en çok hetero-ataerkil düzende erkek egemenliği ve hakimiyetini yerleştirmek amacıyla bir maşa olarak kullanıldığı düşünülebilir. Bunun yanı sıra, çoğu söylemi haklı çıkarmak ve geçerli kılmak amacıyla da cadılık suçlamalarının gerçekleştiği görülmektedir. Tıbbî söylemi değiştirmek ve profesyonel (erkek) doktorluk mesleğini meşru kılmak amacıyla, neredeyse tüm ebelerin cadı olarak suçlanıp yok edilmesi de buna işaret etmektedir. Ayrıca, toplumsal rolüne aykırı davranan ve erkek egemenliğine itaat etmeyen kadınlar da, itaatkâr kadınlara kötü örnek teşkil etmesin diye, cadılıkla suçlanmış ve ötekileştirilmiştir; böylece de toplumsal düzenin devamlılığı sağlanmıştır. Cadılık tarihçesi bakımından söylemsel olarak incelenmesi gereken bir olaydır. Thomas Middleton’ın The Witch (Cadı, 1609) ve William Rowley, Thomas Dekker ve John Ford’un ortak çalışması olan The Witch of Edmonton (Edmonton Cadısı, 1621) oyunları cadılık bağlamında incelenmesi gereken eserlerdir; çünkü, bu eserler dönemin cadılık anlayışına ayna tutmaktadır. Her iki oyunda da toplumsal dengeleri sağlamak amacıyla, toplumun kurallarına göre davranmayan kadınların nasıl cadı diye yaftalandığı vurgulanmaktadır. Böylece, cadılığın kötü niyetli ve şeytanî kadınların toplumdan intikam almak için geliştirdiği eylemsel bir büyü gücünden ziyade, söylemsel gücü elinde tutan kesmin söylemsel suçlaması olduğu açıkça görülmektedir.
K aynakça
Barker, Roberta. “‘An Honest Dog Yet’: Performing The Witch of Edmonton.” Early Theatre 12.2 (2009). 163-182. Jstor. Erişim: 10.08.2016. Bellany, Alastair. The Politics of Court Scandal in Early Modern England: News Culture and the Overbury Affair, 1603-1660. Cambridge: Cambridge UP, 2002. Ben-Yehuda, Nachman. “Problems Inherent in Socio-Historical Approaches to the European Witch Craze” Journal for the Scientific Study of Religion 20.4 (Dec. 1981) 326-38. Jstor. Erişim: 03.10.2013. Bonavita, Helen Vella. “Maid, Wives and Widows: Multiple Meaning and Marriage in The Witch of Edmonton.” Parergon 23.2 (2006). 73-95. Project Muse. Erişim: 09.08.2016. Churchill, Caryl. Plays 1: Vinegar Tom. Londra: Methuen Drama, 1985. Colebrook, Claire. “On Not Becoming Man: The Materialist Politics of Unactualized Potential.” Material Feminisms. Ed. Stacy Alaimo ve Susan Hekman. Bloomington: Indiana UP, 2008. 52-84.
97
98
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
Davidson, Jane P. “The Myth of the Persecuted Female Healer.” The Witchcraft Reader- Second Edition. Ed. Darren Oldridge. New York: Routledge, 2002. 257- 60.
Dekker, Thomas, John Ford ve William Rowley. “The Witch of Edmonton.” Oxford World Classics: A Woman Killed With Kindness and Other Domestic Plays. Oxford: Oxford UP, 2008.
Dialetti, Androniki. “From Women’s Oppression to Male Anxiety: The Concept of ‘Patriarchy’ in the History of Early Modern Europe.” Gender in Late Medieval and Early Modern Europe. Ed. Marianna G. Muravyeva ve Raisa Maria Toivo. New York: Routledge, 2013. Dilts, Michael R. “Power in the Name: The Origin and Meaning of the Word ‘Witch’” 2015. 1-5. Academia.Edu. Erişim: 22.10.2016. Doğan, Cem. “Osmanlı Devleti’nde Cadı Avı Var mıydı? (Karşılaştırmalı Bir İnceleme).” Tarih Kültür ve Sanat Araştırmaları Dergisi 2.1 (Mart 2013): 218-240. Ehrenreich, Barbara ve Deirdre English. Witches, Midwives, and Nurses: A History of Women Healers. New York: The Feminist P, 2010.
Federici, Silvia. Caliban and the Witch: Women, the Body and Primitive Accumulation. New York: Autonomedia, 2004. Foucault, Michel. Discipline and Punish: The Birth of the Prison. New York: Penguin Books, 1991.
Friesen, Ryan Curtis. Supernatural Fiction in Early Modern Drama and Culture. Eastbourne: Sussex Academic P, 2010.
Johnson, Sarah. “Female Bodies, Speech, and Silence in The Witch of Edmonton.” Early Theatre 12.1 (2009). 69-91. Jstor. Erişim: 10.08.2016.
Klaits, Joseph. Servants of Satan: The Age of the Witch Hunts. Indiana: Indiana UP, 1985.
Kramer, Heinrich ve James Sprenger. The Malleus Maleficarum. New York: Cosimo, 2007.
Larner, Christina. “The Crime of Witchcraft in Europe.” The Witchcraft Reader- Second Edition. Ed. Darren Oldridge. New York: Routledge, 2002. 171-79.
Levack, Brian P. “Introduction.” New Perspectives on Witchcraft, Magic and Demonology: Gender and Witchcraft. Ed. Brian P. Levack. New York: Routledge, 2001. Middleton, Thomas. The Witch. Londra: A&C Black, 1994.
Muravyeva, Marianna G. ve Raisa Maria Toivo. “Introduction: Why and How Gender Matters?” Gender in Late Medieval and Early Modern Europe. Ed. Marianna G. Muravyeva ve Raisa Maria Toivo. New York: Routledge, 2013. Purkiss, Diane. The Witch in History: Early Modern and Twentieth-Century Representations. New York: Routledge, 1996.
Rosen, Barbara. “Introduction: Witchraft.” Witchcraft in England, 1558-1618. Ed. Barbara Rosen. Amherst: The U of Massachusetts P, 1991. 3-50. Scot, Reginald. The Discoverie of Witchcraft. New York: Dover, 1972. Print.
Sharpe, J.A. “Criminalization, Decriminalization, and Elite Attitudes to Witchcraft in England c. 1563-1736: A Preliminary Survey.” IAHCCJ Bulletin 17 (Winter 1992/93). 15-28. Jstor. Erişim: 10.10.2016. Stymeist, David. “’Must I be. .. made a common sink?’: Witchcraft and the Theatre in The Witch of Edmonton.” Renaissance and Reformation, New Series 25.2 (Spring 2001). 33-53. Jstor. Erişim: 10.08.2016.
Vasoli, Cesare. “The Renaissance Concept of Philosophy.” The Cambridge History of Renaissance Philosophy. Ed. Charles B. Schmitt ve Quentin Skinner. Cambridge: Cambridge UP, 1988. 5774.
Willis, Deborah. “The Witch-Family in Elizabethan and Jacobean Print Culture.” Journal for Early Modern Cultural Studies 13.1 (Winter 2013). 4-31. Project Muse. Erişim: 10.08.2016. Wilson, Adrian. The Making of Man-midwifery: Childbirth in England, 1660-1770. Londra: UCL P, 1995.
V. BÖLÜM Mavi Çoraplılar Topluluğu ve On Sekizinci Yüzyıl İngiliz Romanındaki Etkilerinin Frances Burney’nin Evelina Romanında İncelenmesi Cemre Mimoza Bartu
İngiltere’de on sekizinci yüzyılı, Aydınlanma Çağı’nın getirdikleriyle beraber hem teknolojik hem de bilimsel alanda sürekli gelişme ve ilerlemenin desteklendiği ve bu değişimlerin verdiği meyvelerin hem eleştirilip hem de yüceltildiği çağ olarak kabul etmek mümkündür. Teknoloji, bilim, felsefe, sanat ve edebiyat gibi gelişim gösterilen alanlarda erkek nüfusunun ve nüfuzunun yoğun olduğu bu çağda kadınlar öncelikle ‘ciddi bir entelektüel’ eğitim görme konusunda ‘doğru ve keskin hüküm’ verme eksikliğinden ötürü erkeklerin aldığı eğitimden men edilmiş ve daha iyi bir anne, kız evlat, ev kadını olmak amacıyla orta ve üst sınıf kadınlara ‘faydalı hünerler’ adı altında verilen dersler için belirli rollere sokulmaya çalışılmış ve heteronormatif sistem içerisinde ilerlemeye katkıda bulunabilecek potansiyelleri engellenmiştir. Ancak on sekizinci yüzyıl ortalarında kurulan Mavi Çoraplılar Topluluğu (The Blue Stockings Society) (1720-1800) dönemin sosyoekonomik yüksek sınıfına ait kadınlardan oluşan, resmî olmayacak şekilde ve düzensiz aralıklarla buluşan bağımsız bir topluluk olmuştur. Bu oluşum içinde sanat, özellikle edebiyat, kadın hakları ve eğitimi hakkında yapılan entelektüel konuşmalar aracılığıyla birkaç yüzyıl sonra gelecek olan feminizmin temelleri atılmıştır. Bu topluluk başlangıçta dönemin aristokrat arka plana sahip, zengin ancak dönemin şartları nedeniyle eğitimden mahrum bırakılmış kadınları tarafından kurulmuş olsa da, dönemin önemli edebî ve politik erkek figürleri de bu toplulukta
100
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
zaman zaman yer alıp tartışmalara katılmışlardır. Bu grupta yer alan bazı kadınlar İngiliz Edebiyatında o dönem bir edebi tür olarak parlayan roman türünde önemli eserler vermiştir. Birçok önemli ismi barındıran Mavi Çoraplılar arasında eserleri hem dönem edebiyatında getirdiği yeniliklerle iz bırakan hem de kadın roman yazarı kavramının gelişiminde önemli rol oynayan İngiliz roman ve tiyatro oyunu yazarı Frances Burney de vardır. Yazarın ilk ve en önemli eseri olarak kabul edilen Evelina or The History of the Young Lady’s Entrance into the World (1778) (Evelina ya da Genç Hanımefendinin Camiaya Girişinin Hikayesi), on sekizinci yüzyılda kadın olmak, kadın olarak Londra toplumunda ayakta kalmak, sosyal kurallar içerisinde kadın olarak kendi pozisyonunu belirlemek ve uygun bir eş bulma temaları üzerinden kurgulanmıştır. Buna bağlı olarak, bu yazının amacı bir kadın girişimi olarak başlatılan Mavi Çoraplılar Topluluğu’nun on sekizinci yüzyılda sosyal ve edebî platformlarda kadına verilen değerin altını çizmesi açısından tanıtılması ve bu topluluğun bir zamanlar üyesi olan yazar Frances Burney’nin Evelina romanının vurgulanan bu değerlerin ışığı altında incelenmesi olacaktır. Kadın olma deneyimini somut faaliyetlere döken Mavi Çoraplıların kurulmasına zemin hazırlayan en önemli etmen on sekizinci yüzyılda her sınıftan kadının içinde bulunduğu durumdur. On sekizinci yüzyılda bu duruma sebep olan fikrin temelleri öncelikle Ortaçağda atılmış, kadın ya “yetersiz, mantıksız ve tıpkı Cennet’te yılanın cilvelerine kanıp Bilgelik Ağacı’nın meyvesini koparan Havva gibi baştan çıkarılmaya hazır” bir karakter olarak ya da insanlığı kurtaracak İsa’nın annesi kutsallığını taşıyan bakire Meryem olarak resmedilmiştir (Ward 3). Bu birbirine zıt iki kadın temsili Ortaçağda yaşayan kadınları iyi veya kötü stereotip olmaya iten bir yaklaşım olmuş ve toplum içindeki konumları erkeklerin üzerinden belirlenmiştir. Rönesans’ta ise durum pek de farklı olmamakla beraber “antik felsefe ve dinî gelenekler” temel alınarak kadın erkeğe göre ikincil kabul edilmiştir (Huntley 5). Önce babalarını daha sonra da eşlerinin bir malı olarak görülen kadınların toplum içindeki rolleri sırasıyla ahlaklı bir kız evlat olmayı, “iyi bir evlilik yapmayı, kocalarına iyi bir eş olmayı ve erkek varisler doğurmayı” kapsamaktaydı (5). Kadına karşı takınılan bu genel tavır bir yüzyıl sonrası Viktorya döneminde yaygın olarak anılan “Evdeki Melek”1 anlayışının da ön aşaması olarak 1 İngiliz şair Coventry Patmore tarafından 1854’te yayımlanan “Angel in the House” adlı şiir, Viktorya dönemi ideal kadınını resmetmektedir.
Mavi Çoraplılar Topluluğu ve On Sekizinci Yüzyıl İngiliz Romanındaki Etkilerinin Frances Burney’nin Evelina Romanında İncelenmesi
adlandırılabilir. Henüz feminizm veya kadın hakları gibi kavramlar daha ortaya atılmamışken, örgütsüz olarak, bireysel bir şekilde kadınların kendi haklarını kendilerinin savunması, belki de kayıtlara geçmeden var olmuşsa da bu tür girişimlerin başlangıç noktası İngiliz kadın yazar ve filozof Mary Wollstonecraft’ın 1792’de yayımladığı A Vindication of the Rights of Woman (Kadın Hakları Gerekçelendirilmesi) olarak kabul edilebilir. Ancak girişte de bahsedildiği üzere, İngiltere’de resmî olmayan ilk kadın ağırlıklı ve kadın konularının tartışıldığı Mavi Çoraplılar Topluluğu Wollstonecraft’tan yaklaşık kırk sene önce 1750’lerde başlayıp on dokuzuncu yüzyılın başlarına kadar devamlılığını sürdürmüştür. Formal eğitim görmemiş bir grup yüksek sınıf mensubu kadın, zamanlarını “anlamsız kart oyunları” ve dikiş nakış işleriyle harcadıklarının farkına varmaları ve de eğitimli “düzgün konuşan, okuma yazması olan erkek grupları tarafından sürekli dışlanmalarının” üzerine kendi içlerinde girişimci bir grup oluşturarak Mavi Çoraplılar Topluluğunun temellerini atmışlardır (Dobbs 81). Mavi Çoraplıların ilk kurucularından Elizabeth Carter topluluğu kurma fikrini doğuran ayrımcı tavrı şöyle açıklar: Sanki iki cins birbiriyle savaş halindeymiş gibi beyefendiler kendi sohbetlerini ettikleri odanın bir köşesine sıralanmış, biz zavallı hanımları mekiklerini dokusunlar ve konuşarak kendilerini eğlesinler diye bırakmışlardı. Az biraz kulak kabarttığım kadarıyla, karşı taraftakiler eski İngiliz şairleri hakkında söyleşiyorlardı ve bu konu kadın kapasitesinin çok da üzerinde bir konu değildi ki biz de sohbete dâhil olarak tadını çıkarabilirdik. (“What’s A Bluestocking”)2 Kendilerine inandırıldıklarından daha akıllı olduklarını ya da erkeklerin ilgi alanlarının onların da anlayacağı türden konular olduğunun bilincine varmaları bu grubun kurulmasında rol oynayan en önemli sebeplerden biri olarak düşünülebilir. Mavi Çoraplılar kendilerini ikinci sınıf bir pozisyona hapseden erkek zihniyetinin dayattıklarından kurtulmayı asıl amaç olarak görmeyip başlangıç olarak imrendikleri entelektüel sohbetleri ve edebiyat tartışmalarını kadınlar arasında yapmış olsalar da Jeannine Dobbs’a göre onlar “modern tarihte sosyal değişim konusunda sadece yazıp çizmeyip grup olarak harekete geçen tek kadın grubudur” (82). 2 Aksi belirtilmediği sürece tüm çeviriler yazar tarafından yapılmıştır.
101
102
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
Dobbs’un da altını çizdiği gibi kadınlar tarafından başlatılan ve yürütülen bu grubun başlıca isimleri zamanının varlıklı ve köklü ailelerinin mensupları olan Elizabeth Montagu ve Elizabeth Vesey’dir. Çoğu toplantılar Montagu ve Vesey’in evlerinde düzenlenir, Mavi Çoraplıların Kraliçesi olarak anılan Montagu konuklarını “Çin Odası”nda ağırlarken (Major 175) Vesey ise “Mavi Kutu” adını verdiği misafir odasında toplantılara ev sahipliği yapardı (180). Topluluk resmî üyelik esasına dayanmadığı ve üye sayısı sürekli değişim gösterdiği için bazı toplantılar kalabalık bazıları ise az katılımlı yapılırdı. Sohbetler sırasında ev sahibesinin sunduğu hafif yiyecekler atıştırılıp, çay içilirken günün konuları üyeler arasında tartışılırdı. Aynı dönemde yapılan diğer kadın toplantılarının aksine, Mavi Çoraplıların “entelektüel sohbetleri diğer kadınların oynadığı kart oyunlarının ve alkollü içkilerin yerini almıştı” (Eger, Feminisim ix). Topluluk her ne kadar kadın üyeleri ile nam salmış olsa da, toplantılarında dönemin yazar ve politikacısı Horace Walpole, yazar Dr. Samuel Johnson, ressam Sir Joshua Reynolds, tiyatro oyuncuları David ve Eva Marie Garrick ve devlet adamı Lord Lyttleton gibi önemli erkek isimler de yer almıştır ve desteklerini esirgememişlerdir. Montagu 1772’de arkadaşına yazdığı mektupların birinde bu toplantıların nasıl “dünyadaki tüm ayrı cinsten mizaçları” bir araya getirdiğini takdir ederek anlatır; Aslında birçok açıdan Cennet’e benzer, çünkü aslan kuzuyla oturur, kaplan çocuklarla oynaşır; sinsi İskoç ve sersem İrlandalı, kahramanlar ve makaroni züppeleri, iffetli ve lekeli kadınlar, bakanlık süprüntüleri ve dürüst vatanseverlerin sebatkâr yandaşları, gösteriş düşkünü beyefendiler ve gerçek beyefendiler, hepsi Peri3’nin yumuşacık kanatları altında toplanır ve sakinlikle iyi huyluluğa sevk edilirlerdi. (akt. Guest 64) Mavi Çoraplıların Kraliçesi olarak tanınan Montagu’nün de vurguladığı gibi çeşitlilik ve farklılığa tolerans Mavi Çoraplılar Topluluğunu kendine has ve dönemin en etkili gruplarından yapan özelliklerinden biridir. Hatta Mavi Çoraplılar isminin grubun gösteriş ve yüksek sınıf ideallerine karşı çıkıp, orta sınıfın da dönemin sosyal ve kültürel tartışmalarına katılması gerekliliği inancından doğmuş bir fikir olduğu öne sürülebilir. Gerçek anlamına 3 Sylph (peri), Elizabeth Vesey’in takma isimdir. Montagu ise bu mektupta arkadaşına Vesey’in Mavi Odasındaki bir toplantıdan bahseder.
Mavi Çoraplılar Topluluğu ve On Sekizinci Yüzyıl İngiliz Romanındaki Etkilerinin Frances Burney’nin Evelina Romanında İncelenmesi
bakıldığında mavi çoraplar, on sekizinci yüzyıldaki kıyafet kodları dâhilinde gündüz giyilen günlük çoraplardır ve geceleri daha resmi bir etkinliğe katılmak istendiğinde siyah çorap giymek daha uygun görülür (Dobbs 85). Mavi Çoraplıların önemli üyelerinden olan Frances Burney’nin babasının anılarını yazdığı Memoirs of Doctor Burney (Doktor Burney’nin Anıları) adlı eserinde topluluğun adının nazik bir özre dayandığını anlatır. Bir gün orta sınıf bir piskopos olan Benjamin Stillingfleet, Elizabeth Vesey’in evinde düzenlenecek olan toplantıya katılmak ister ancak bir leydinin evinde giyilecek uygun bir kıyafeti olmadığını Vesey’e üzülerek belirtir ve kendisinin mazur görülmesini rica eder. Bunun üzerine de Vesey “Kıyafeti önemseme! Mavi çoraplarınla gel!” diye Bay Stillingfleet’i davet eder (Burney, Memoirs 190). Bu bağlamda aristokrat bir hanımefendinin statü ve sosyal hiyerarşiyle özdeşleştirilmiş kıyafetleri önemsemeyip, bunun yerine ziyaret sebebine verdiği değer bu sözlerle ortaya koyulmuştur. Mavi Çoraplıların belki de en önemli özelliğini oluşturan bu tavır da, mavi çorap imgesi ile on sekizinci yüzyılda ‘olduğun gibi gel’ davetiyle bütünleşmiştir. Bu toplulukta tıpkı üyeler gibi tartışılan konular da çeşitlilik gösterip sosyal, kültürel ve hayırseverlik gibi çeşitli alanları kapsardı. Toplantıların amacı kadınların ağırlıkta olduğu üyelerle “entelektüel gelişim, görgülü sosyallik, hamilik aracılığı ile sanatta saflık, hayırseverlik ile millî istikrar” gibi konularla uğraşmak, daha geniş çerçevede ise “özgürlükçü bir toplumda olması gereken sivil erdemleri” bu uğraşlarla eş tutmaktı (Pohl&Schellenberg 2). Görüşlerin farklılık göstermesi olasılığına karşılık toplantılarda politik tartışmalara yer verilmezdi (Guest 64). Bu konunun yalnızca bir tartışma başlığı olarak kalması, topluluğun üyelerinin politik ve millî görüşlerinin farklılık göstermesi açısından topluluğun asıl toplanma nedenlerine yönelik bir sorun oluşturması ihtimaline karşılık alınan bir önlem olduğu söylenebilir. Bu duruma paralel olarak yaptıkları aktiviteler de tartışmaların temsilî olarak politikadan uzak, sosyal içerikte işlerdi. Örneğin fahişeleri topluma kazandırmak, fakir ve engelliler için yardımda bulunmak, umut vadeden yeni yazarlar için eserlerini bastıracakları abonelikler organize etmek topluluğun başlıca faaliyetleri arasındaydı (Eger ix). Tartışılan konular her ne kadar çeşitlilik gösterse de, özellikle edebiyat ve kadınların edebiyattaki yeri en önemli ve dönemin yazınında iz bırakan başlıklar arasında olmuştur. Yukarıda da bahsedildiği gibi Mavi Çoraplı kadınların esas amacı on sekizinci yüzyılın başında yalnızca erkeklerin erişiminin olduğunun farz edildiği
103
104
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
konulara erişim sağlayabilmekti. Edebiyat ise, hem okuma hem de yazma açısından, kadınların da seslerini duyurmak ve fikirlerini sunmak istediği en önemli platformdu. Kadınların örgün eğitim görmeleri dönemin şartları altında yasak olsa da, sosyoekonomik olarak üst ve orta tabakaya ait olan Mavi Çoraplılar ailelerinde eğitim görmüş, erkek büyükleri tarafından evde eğitilmiş ve okuma yazmayı babaları veya erkek kardeşlerinden öğrenip daha sonra o dönemde kabul gören klasik eğitime yönlendirilmişlerdi (Myers 16). Gary Kelly’ye göre Mavi Çoraplıların [m]evki ve varlığı iş, tahsil, yazın türleri ve buna dayalı yaşam stillerinin peşinden gitme konusunda onlara özgürlük sağladı… Antik ve modern öğrenim, biraz matematik ve modern bilimler, siyaset ve siyasal ekonomi gibi sembolik olarak alınan her türlü eğitim kendi sınıflarının kadınları için uygun ve gerekli olduğu düşünüldü. Eski anlamıyla ‘eğitimli’ olarak görülmeseler de, yeni yeni ortaya çıkmaları açısından ‘entelektüel’diler. (193) Mavi Çoraplılar Topluluğu yaşadıkları dönemde kendilerinden söz ettirmiş ve dikkat çekmiş, ülke çapında gazete ve dergilerde giriştikleri işlerden dolayı sıklıkla anılmışlardı (Guest 62). Göz önünde olmalarından ötürü dönemin yeni edebi ünlüleri olmuş ve hatta ressam Richard Samuel’ın Portraits in the Chorocters of the Muses in the Temple of Apollo (“Apollo Tapınağında İlham Perileri Karakterindekilerin Portreleri,” 1779) tablosunda resmedilmişlerdir. “Fransa’ya karşı savaştıkları Yedi Yıl Savaşı’nın (1756-63) sonucunda elde edilen zaferin getirdiği kültürel, ekonomik ve millî gurur” ülke çapında kutlanırken, İngiliz kadınının da kendini şekillendirme, eğitimde ve dönemin entelektüelleri arasında yer alma çabası da bu gururun bir parçası olmuş ve Mavi Çoraplıların popülerliğini arttırmıştı (“Celebrating Modern Muses”). Dönem edebiyatı ve kültürel yapısının temel taşlarından olan doğaya ve klasiklere dönüş, antik uygarlıklardan ilham almak kadın yaratıcılığının sanatsal ve kültürel tezahürlerinde de kendini göstermiş, mitolojinin ünlü kadın figürleri olan ilham perileri Mavi Çoraplılarla bu tabloda temsili olarak özdeşleştirilmişlerdir. Tablodaki kadın temsillerinin dönemin sosyal ve kültürel tarihindeki önemi aşağıdaki gibi açıklanabilir: Günümüz tutumuna gerekçe göstermek için antik tarih ve mitolojiye uzun zamandan beri başvurulmuştur. Bu
Mavi Çoraplılar Topluluğu ve On Sekizinci Yüzyıl İngiliz Romanındaki Etkilerinin Frances Burney’nin Evelina Romanında İncelenmesi
şekilde, modern kadın yaratıcılığının pozitif yansıması sık sık klasik antik çağın dokuz ilham perisine dayandırılmıştır. Sanat veya bilim dallarının temsili olan bu kardeş tanrıçalar, edebiyat, resim ve dekoratif sanatlarda kadınların neleri başarabileceklerinin güçlü örnekleri olarak hızla görülmeye başlanmıştır. 1760 ve 1780’lerde çağdaş kadınlar ve perileri birbirleriyle ilişkilendirme modası doruk noktasına ulaşması ise bu dokuz perinin sanat ve bilimle uğraşan erkekler için sadece bir ilham kaynağı mı olduğu yoksa aktif kadın yaratıcılığının bir temsili mi tartışması ile aynı zamana denk gelmiştir. Dolayısıyla, dokuz peri Britanya’nın kadınların sosyal ve kültürel gelişim ve ulusun ekonomik refahına katkısını kutlayacağı bir araç olmuştur… (“Celebrating Modern Muses”) Samuel’ın tablosunda her ne kadar Mavi Çoraplıların dokuz başlıca üyesi resmedilmiş olsa da topluluğun sanat ve bilim alanlarında topluma kazandırdığı kadın sayısı azımsanamayacak seviyededir. Resimde yer alan kadınların topluluk tarafından harekete geçirilen tüm kadın yaratıcılığı ve aktif faaliyetini temsil etmesi her birinin sanat ve edebiyattaki başarılı duruşundan kaynaklandığı söylenebilir. Dobbs’un da değindiği gibi “önemli Mavi Çoraplıların eserleri ve yaşam tarzları” incelendiğinde kadınlar arasında erkek hegemonyasına karşı başlattıkları davaları “feminist bilinç ve bağımsız ruhlarının” fiilî bir yansımasıdır (86). Bu sebeple edebiyatla ilgili olanların kaleme aldıkları oyun, roman, araştırma yazıları, makaleler de bir bakıma yapmaya çalıştıklarının somut bir göstergesidir. Buna örnek olarak en önemli eserlerden bazıları şu şekilde sıralanabilir: Mavi Çoraplıların kraliçesi diye anılan Elizabeth Montagu’nun Shakespeare’i millî edebi kahraman olarak Voltaire’e karşı savunduğu An Essay on the Writings and Genius of Shakespeare (1769) (Shakespeare’in Yazıları ve Dehası Üzerine Deneme) eseri, Hester Chapone’nin orta sınıf genç hanımlara nasıl saygıdeğer hanımefendiler olunacağını anlattığı kılavuz niteliğindeki Letters on the Improvement of the Mind (1773) (Aklın Gelişimi Üzerine Mektuplar) (Guest 60), Hannah More’un Mavi Çoraplılardan arkadaşlıklarını andığı şiiri Bas Bleu: or Conversation (1783) (Mavi Çorap: veya Sohbet) (Dobbs 86), Elizabeth Carter’ın İngilizceye kazandırdığı Yunan filozof Epiktetos’un tüm eserlerinin toplandığı Works
105
106
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
of Epictetus (1758) (Epiktetos’un Eserleri). Bunun yanı sıra Mavi Çoraplılar Topluluğunda dönemin parlayan edebi değerleri olan kadın roman yazarları da yer almış Francis Burney Evelina (1778), Cecilia (1782), Camilla (1796), Charlotte Lennox The Female Quixote (1752) (Kadın Kişot), Sarah Fielding The Adventures of David Simple (1744) (David Simple’ın Maceraları) ve The Governess, or The Little Female Academy (1749) (Mürebbiye ya da Küçük Kadınlar Akademisi) ve Clara Reeve de gotik geleneğinde yazdığı The Old English Baron (1777) (Yaşlı İngiliz Baronu) gibi eserleriyle gelişmekte olan İngiliz romanına katkıda bulunmuşlardır. Adı geçen kadın yazarların eserlerinin dönem edebiyatını derinden etkilemesine rağmen, bazı ünlü erkek figürleri Mavi Çoraplılar menşeli kadın yazarları ve girişimcileri överken, bazıları ise kadınların entelektüel çabalarını dönemin cinsel ve kültürel politikası olan sosyal ikincilliği aşma çabası olarak değerlendirip tüm faaliyetleri yermiştir. Aralarında Richard Polwhele, Thomas Moore ve Lord Byron’ın bulunduğu ünlü figürler sanat, edebiyat ve bilimi eril etkinlik alanları olarak kabul eden zihniyeti eserlerinde dile getirmişler ve kadın hareketine karşı hicivler yazmışlardır. On sekizinci yüzyıl cinsiyet politikaları ve kültürel yapısına karşı çıkan Mavi Çoraplıların el attığı konular sanat ve bilim gibi görünse de toplantıların yapısı ve ev sahibesi tarafından yürütülmesi, katılan üyelerin sadece üst sınıflardan olmayışı, tartışılan konuların toplumun genelini ilgilendirmesi açısından alışılagelmiş bazı sosyal prensipleri de değiştirmeyi amaçlamıştır. Pohl ve Schellenberg’in de değindiği gibi “ilk nesil Mavi Çoraplılar yenilikçi aristokrat bir program benimseyip hamilik ve mülke dayanan sarayın safahatı ve paternalizm gibi geleneksel kültürleri düzeltmeyi, özellikle toprak sahibi soylular ve orta sınıf değerlerine yakınlaştırmayı amaçlamışlardır” (6). Sosyal merdivenin alt basamaklarında kalan ancak edebiyatla ilgilenmek gibi lükslere de sahip olan kişileri belirli fikirlerin etrafında toplayan Mavi Çoraplılar, sınıfsal sorunlarla ilgilenirken asıl davaları olarak kabul edilebilecek on sekizinci yüzyıldaki kadınlık sorusuna daha çok eğilip bu söylemlere karşı çıkan tavırlar takınmış, “kadının eğitimdeki” ve “basılı yayındaki” yerine dikkat çekmiş ve en önemlisi de “kadının saygınlığını,” özellikle cinsellikle ilgili konularda, sağlamlaştırıp evlilik konusunda söz sahibi olmalarına yol açmıştır (7). Topluluğun aktif olduğu alanlar kültürel ve sosyal alanlar olsa da kadınların varlığını hissettiren ve onlara en çok görünürlük kazandıran alan
Mavi Çoraplılar Topluluğu ve On Sekizinci Yüzyıl İngiliz Romanındaki Etkilerinin Frances Burney’nin Evelina Romanında İncelenmesi
edebiyattır. Kadınlar için kendi seslerini görgü kuralları içerisinde duyurabilecekleri ve evde aldıkları eğitimi etkin biçimde kullanabilecekleri bir mecra olan edebiyat, başlangıçta dönemin erkek romancılarını örnek alıp deneme niteliğinde yazılar yazdıkları bir uğraş olmuştur. Ancak on sekizinci yüzyılda erkek egemenliğinin hüküm sürdüğü bir alanda küçük bir grup kadın olarak yazmak ve yazdıklarını topluma kabul ettirmek zaman içerisinde kadın yazar anlayışını belirleyen bir sürece dönüşmüştür. İçinde bulundukları toplumun beklentilerinin tersini yapma ve yazarken otoritelerin yardımını alamamak bu süreçte yazmak ve okumak isteyen kadınlar için rahatsızlık verici bir his olmuştur (Myers 154). Bununla beraber özgüven eksikliği ve on sekizinci yüzyıl kadınlık kurallarının çizdiği sınırları aşıp görgüsüzlükle yaftalanma korkusu dönemin kadın yazarlarını daha alçakgönüllü yazmaya ve eril alanda kadın yazar olmanın bilincini taşımaya zorlamıştır. Bu nedenle, yazdıkları eserlerde genellikle takma isim kullanmaları, eserleri anonim şekilde bastırmaları, edebiyata olan ilgilerini gizlemeleri gibi durumlar Myers’ın vurguladığı özgüvensiz ve erkek otorite figürleri tarafından bastırılmış kadın sesinin bir göstergesidir. Kadın yazarların gizli kimlikle yazma sebebinin dönemin ünlü erkek yazarlarıyla istemeden girecekleri bir başarı yarışmanın çekincesi olduğunu Myers şu şekilde açıklar; “[T]üm kadın yazarların mücadele ettiği ‘beceri kaygısı,’ erkek eleştirmenlerin kadın yeteneklerine iyi gözle bakmadıklarının bilincinde oldukları bir kaygıdır. Fakat genel olarak aksak işleyen eğitim sistemine bakıldığında bu beceri için hissedilen kaygı mantığa aykırı değildir. Hatta [kadın yazarlar] hayatlarının tüm alanlarında bu kaygıyı hissettikleri için erkeklerin öfkesini kazanma korkusu da gerçek dışı değildir” (155). Bu duruma örnek olarak hem toplumun beklentilerine uygun davranmadığı için destek alma konusunda yetersiz kalan hem de yaptığı işi savunmak zorunda bırakılan Elizabeth Montagu’nun yazdığı eseri babasının öğrenmesi sonucunda yaptığı açıklama Mavi Çoraplılardan çıkan kadın yazarların genel duruşunu özetleyen bir örnek olarak kabul edilebilir. Babasına yazdığı mektupta neden gizliliği tercih ettiğini Leydi Montagu şöyle açıklar: Her şeyden önce, kendilerine saklamakta hevesli oldukları edebiyatın diyarlarını olur da zapt ederler diye erkeklerin kadın yazarlara karşı genel bir önyargısı var. Gençken yazar olarak sınıflandırılmak çok hoş olmazdı, fakat şu anki yaşım bunu kaldırabilecek seviyede. Eğer
107
108
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
yaşlı bir kadın komşularının ineklerine büyü yapmıyorsa, ya da yöredeki kızların eğri büğrü iğneler tükürmesine4 neden olmuyorsa, hiç kimsenin onun kendini eğlendirmek amacıyla kitap okuması ve hatta yazmasından ötürü rahatsız olmaya hakkı yoktur. (Eger, Bluestockings 129) Mektubunda kendini ve edebiyat ile uğraşını savunan Leydi Montagu, bilginin peşinde koşan kadının sadece büyü yapmak isteyen bir cadı olmadığını, kendi halinde yazan ve okuyan bir kadın da olabileceğini vurgular. Kadının bilgiye erişimini ve bu içerikte konuşmalar yapmasını sağlayan bu topluluk ilk başlarda kadınların temel entelektüel aktiviteleri anlamına gelirken (Myers 244) daha sonraları erkeklerin bu durumdan tedirgin olması üzerine ‘Mavi Çoraplı’ tabiri bu kez de aşağılayıcı anlamlarla yüklenerek “çokbilmiş kadın,” (Dobbs 85) “tehlikeli biçimde akıllı” kadın (Pohl & Schellenberg 5) olarak da kullanılmıştır. Kadın yazarların “çokbilmiş” olarak adlandırıldığı bu dönemde kadın yazar sayısındaki artış kadınların hem kendini toplumda belirli bir yere konumlandırma hem de yıllardan beri yapmak zorunda bırakıldıkları işlerden farklı alanlarla ilgilenme isteğinden kaynaklandığı öne sürülebilir. Yayımlanan roman sayısı arttıkça, dönemin bazı tutucu eleştirmenleri roman türünün popülerliğini sayıları artan kadın yazarların edebiyattaki etkisine bağlamış ve bu romanları edebî değeri olan eserler olarak kabul etmemişlerdir. Hatta roman yazarı olarak sadece dönemin beş önemli erkek ismi olan, Defoe, Richardson, Fielding, Smollet ve Sterne’e odaklanmıştır (Spencer viii). Zamanın erkek eleştirmenleri kadın yazarları ikinci sınıf ya da erkek yazarların taklitçisi olarak görmüş olsalar da, genel anlamda romanın dönemdeki başarısı göz önüne alındığında bu yeni türün kuralları hem kadın yazarların katkılarıyla belirlenmiş hem de yazarların ait oldukları kültürün ‘kadınlık’ algısı tarafından büyük ölçüde etkilenmişlerdir (viii). Mavi Çoraplıların başlıca üyelerinden olan Frances (Fanny) Burney (1752-1840) on sekizinci yüzyılda roman türüne yenilikçi eserleriyle 4 John Brand’in 1842’de yayımladığı Popüler Gelenekler Üzerine Gözlemler adlı kitabında efsunlu insanlar sıklıkla şiddetli nöbetlere girip, iğneler, taşlar, çiviler, yün ve saman kustuklarını belirtir (10). Leydi Montagu’nun babasına yazdığı mektupta verdiği bu örnek ise kitap okumanın veya yazmanın cadılık veya büyü ile ilgisi olmadığını, aksine kimseye zarar vermeyen bir meşgale olduğunu vurgular.
Mavi Çoraplılar Topluluğu ve On Sekizinci Yüzyıl İngiliz Romanındaki Etkilerinin Frances Burney’nin Evelina Romanında İncelenmesi
katkıda bulunan, romanın edebi bir tür olarak hızla oluşmasını sağlayan kadın yazarların öncülerinden olarak kabul edilebilir. Burney’nin yirmi altı yaşında yazdığı mektuplardan oluşan ilk romanı Evelina 1778’de anonim olarak yayımlanmıştır. Burney romanında on yedi yaşındaki öksüz Evelina Anville’in Berryhill’deki taşra yaşamından ayrılıp akrabalarının yanına gittiği Londra’da başından geçenleri, on sekizinci yüzyıl eğlence, sosyal ve kültürel yaşamına girişini ve görgü kuralları içerisinde evliliğe kadar uzanan deneyim sürecini vasisi olan Bay Villars’a yazdığı mektuplar yoluyla anlatır. Evelina, Burney’nin ilk yayımlanan eseri olmasına rağmen, yazdığı ilk eseri olan The History of Caroline Evelyn’de (Carolyn Evelyn’in Hikâyesi) Evelina’nın annesinin başından geçenleri anlatmış ve romanı Evelina’nın doğumuyla bitirmiştir (Spender 282). Ancak Charles Burney’nin kızının on beş yaşında yazdığı bu romanı bir hanıma yakışmayan bir davranış olarak değerlendirmesi ve Francis’in de ailesine olası bir utanç yaşatmaması için roman yazarı tarafından yakılmıştır (Doody 36). Roman, tiyatro ve anı yazıları gibi türlerde yapıtlar veren Burney’nin 1700’lü yılların sonlarına doğru halkın ilgi odağı olmasını sağlayan asıl eserleri ise Evelina or the History of a Young Lady’s Entrance into the World (1778) (Evelina ya da Genç Hanımefendinin Camiaya Girişinin Hikâyesi), Cecilia, or Memoirs of an Heiress (1782) (Cecilia ya da Vârisin Anıları), Camilla, or a Picture of Youth (1796) (Camilla ya da Bir Gencin Resmi), The Wanderer: Or, Female Difficulties (1814) (Avare ya da Kadın Zorlukları) romanlarıdır. Evelina ve Cecilia’yı yazdıktan sonra artan şöhretiyle Samuel Johnson ve Mavi Çoraplıların kraliçesi Elizabeth Montagu’den de övgü toplayan Burney on sekizinci yüzyılın sonlarına doğru yazdığı romanların sayesinde kendisinden önce “yüzyıl ortasında eser veren saygıdeğer erkek yazarların halefi” olarak görülmüştür (Jones 80). Özellikle Evelina’nın yarattığı etkiden zamanın en önemli edebi eleştiri dergisi olan Monthly Review ve London Review’de övgüyle bahsedilmiş ve Burney günlüğüne bu yazıları kopyalanmıştır. Monthly Review’un 1778 Nisan sayısında eleştirmenler “romanın okunuşu bize o kadar çok zevk verdi ki, bu türün dikkatimizi geç çeken en neşeli, eğlenceli ve makbul ürünlerinden biri olduğunu belirtmekten hiçbir çekince duymuyoruz” diye yazarının kadın olduğunu bilmedikleri Evelina’yı övmüşlerdir (Burney, Diary 11). Yazmak o dönemki kadınlara uygun görülmeyen bir iş olduğu için Burney de kendinin yanlış bir iş yaptığına inanıp bu ilgisini Wanderer romanının
109
110
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
ithaf bölümünde “yüz kızartan bir yatkınlık” olarak değerlendirmiştir (Burney, The Wanderer 8). Mavi Çoraplıların bu anlayışı değiştirmeye çalıştıkları bir zamanda genç ve yetenekli bir kadının roman yazması birbiriyle örtüşen bir durum oluşturmuştur. Aslında romanın basılması Burney için önem teşkil etse de, romanın yazılış aşamasında Burney’nin maddi ve manevi olarak babasına bağlı oluşu göz önüne alınması gereken bir durumdur. Çünkü çelişen iki olgunun arasında kalan Burney bir yandan tutucu inançlarını sürdürüp babasını utandırmamaya çalışırken, diğer yandan roman yazarak yerleşik kurallara bireysel istekleri doğrultusunda karşı gelmiştir. Gündüz, zamanının büyük bir kısmını bir müzik tarihçisi olan babası Charles Burney’nin Müziğin Tarihi adlı kitabının kopya ederek geçiren Burney’ye kendi kitabını yazmak için geceler kalmıştır (Spender 282). Geceleri gizlilik içinde romanını yazan Burney yazım aşamasındayken anonimliği tercih ederken, daha sonrasında erkek kardeşi Charles ve kız kardeşleriyle yaptığı anlaşmaya dayanarak müsvedde halindeki Evelina’yı yayımlatmaya karar vermiş, ancak yine de “el yazısını değiştirerek adının yazar olarak ortaya çıkmasını engelleyen” (Simons 43) önlemler almıştır. Hem yazım hem basım aşamasında kimliğini gizleyen Fanny Burney, romanı basıldıktan sonra da aynı tavrını sürdürüp ismini gizlemiştir. Böylesine sıkı bir gizlilik içine kendini konumlandırması aile ve topluma karşı hissettiği haksız mahcubiyetin yanı sıra, bir kadın olarak görgü kurallarını ihlal etme korkusundan da ileri gelmektedir. Oysaki baba Charles Burney, satın alıp evde sesli okuduğu Evelina’nın yazarının kızı olduğunu öğrenince topluma karşı bir mahcubiyet duymayıp beklentilerin aksine romanın içeriğinin ve üslubunun “kadınların güvenle okuyup yazamayacağı türden küfür veya başka şeylerden oluşmadığından” ötürü kızının romanını onaylamıştır (Gonda 114). Roman yazarının kadın olduğunun ortaya çıkmasının yanı sıra, dönemin okur-yazar kitlesini ve Burney ailesini şaşırtan bir diğer konu ise yazarın “cinsiyeti ve hayata dair sahip olduğu kısıtlı bilgi ile” nasıl böylesine bir kitap yazabildiği ve yayımlanan bu kitabın nasıl böylesi bir başarıya ulaştığıydı (Simmons 45). Oysa romanın alt başlığından da anlaşılacağı üzere, bir hanımefendinin topluluğa girmesinin incelikle yapılan tasviri, hem alt hem üst sınıf mensuplarının, hem iyi hem kötü karakterlerin detaylarıyla çizilmesi sosyal ortam ve insan ruhunu tarayan sağlam bir gözlemin sonucu olduğu söylenebilir. Evelina’yı kısa süre içerisinde on sekizinci yüzyıl romanında önemli mevkilere getiren başlıca özellik, yazarın renkli hikâye anlatıcılığı
Mavi Çoraplılar Topluluğu ve On Sekizinci Yüzyıl İngiliz Romanındaki Etkilerinin Frances Burney’nin Evelina Romanında İncelenmesi
ile yoğrulmuş gözlemleridir. Ayrıca dönemin diğer kadınları gibi eğitimsiz olup kendi çabalarıyla belirlenen sosyal kodlar içerisinde başarılı ve güçlü bir roman yazıp üstelik Fielding ve Richardson gibi öncü yazarlarla karşılaştırılmak Fanny Burney’nin başarısının bir tesadüf değil yetenek ve özveri sonucu olduğunu doğrular niteliktedir. Her ne kadar Mavi Çoraplılara Evelina’nın ün kazanmasından sonra davet edilse de, Burney de tıpkı Mavi Çoraplı kadınların savunduğu gibi erkeklerin kendilerine mal ettiği dünyaya adım atmış ve kadın olarak kendi sesini romanıyla duyurmuştur. Asıl amacı erken feminist söyleme ait bir fikre dayandırılmasa da, hem babası, hem ailesi, hem de toplum tarafından kurulan baskıdan sıyrılıp böylesine cesaret isteyen bir işe adım atarak Burney Mavi Çoraplılar Topluluğunun dikkatini çekmiş, topluluğun önemli isimleri “Hester Thrale ve Dr. Samuel Johnson tarafından toplantılara davet edilmiştir” (Spender 274). Burney Mavi Çoraplılara girişinden sonra topluluğun ruhunu yakalamış, “Mavi Çoraplı hanımlara karşı olumlu hisler” ve kendi gibi “yetenekleri sayesinde diğer kadınlardan ayrılanlara karşı da dayanışma hislerini göstermiştir” (Myers 257). Topluluğun yaptıklarını “cinsiyetinin zaferi” (258) olarak görürken, romanı sayesinde aldığı övgüleri duydukça Burney “Kim bu gidişle bir mavi-çoraplı olmaz ki?” diye yazar günlüğüne (Burney, Diary 168). Fanny Burney ve romanına yönelik övgülerin, Burney’nin iyi bir kadın yazar oluşunun ve romanının yarattığı etkinin haricinde, Evelina ile roman türüne sağladığı katkı da göz ardı edilmemesi gereken bir detaydır. Öncelikle on sekizinci yüzyılda roman “eğlenceli oluşu ve kolay okunuşundan ötürü” bir “eğlence şekli” olarak kabul edilirdi. Sırf bu nedenle de dönem edebiyatının “üslûp bekçileri” tarafından itibar görmemiş, kadınlar tarafından okunan ve yazılan düşük seviyede bir edebi tür olarak benimsenmişti (Jones, “Introduction” xii). Ancak Janice Farrar Thaddeus’un belirttiği üzere Burney roman türünü Fielding ve Richardson’ın izinde gitmeyerek “yeniden keşfediyordu” ve bu keşifte ortaya koyduğu şey kendine has bir hiciv, komedi ve duygusallığın karışımıydı (33). Romanın önsözünde bir yandan kendinden önce gelen Johnson, Rousseau, Richardson, Smollet ve Fielding gibi yazarlara müteşekkir olduğunu belirtirken, diğer yandan kendi tarzını oluşturan bir kadın yazar olarak önceki yazarlardan ne kadar etkilense de “onların tutturduğu yolu izlemeyeceğini” çünkü romanın gelişimi sırasında açtıkları bu yolda “otları koparalım derken, çiçekleri de koparttıklarını; yolu temizlemelerine rağmen, onu çorak kıldıklarını” ileri sürmüştür (Burney, “Preface” 10).
111
112
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
Yukarıda bahsedilen öncüllerinin sanatından farklı bir yol izlemesiyle paralel olarak Burney Evelina’yı çok boyutlu olarak tasarlamıştır. Richardson’ın klasikleşmiş Pamela ve Clarissa karakterlerinden farklı olarak Burney’nin Evelina’sı salt iffetini koruyan ve koruyamadığı zaman ölüme razı olmaktan geri durmayan bir kadın değil, aksine dönemin eğlence dünyasında kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenen, Londra ve gezdiği diğer yerlerde yaşadığı olaylardan ders çıkaran ve tüm bunları yaparken ‘ahlak sınırları’ dışına çıkmayıp, kadınlığının farkında olarak genç kızlıktan genç kadınlığa evrilen bir karakterdir. Buna ek olarak, diğerleri karşı cins bir yazarın gözünden anlatılmış kadınlar iken, Evelina hemcinsi tarafından yaratılmış bir kadın karakterdir. Çünkü roman içerisinde farklı özelliklerini ortaya koyan bir kadın olarak Evelina, din adamı olan vasisi Bay Villars’ın yanında iyi bir aile eğitimi almış, erdem ve iffetini koruyabilecek anlayışta, aristokratların dünyasına kolaylıkla ayak uydurabilecek düzeyde uyumlu ama bir o kadar da alçakgönüllü ve saf bir geç kızdır. Dahası, annesinin trajik ölümünün ardından babası Sir John Belmont tarafından da reddedilen Evelina’nın öksüzlüğü romanın sonlarında barıştığı babası ve tesadüfen tanıştığı erkek kardeşi ile son bulurken, Belmont ailesinden oluşu ile aristokrat sınıfına ait olduğu oraya çıkar. Evelina’nın kırsal kesimden Londra’ya giderek içine girdiği dünyayı tanıma ve kendini bu dünyada genç bir kadın olarak konumlandırma macerası bir bakıma Mavi Çoraplıların sosyal, kültürel ve edebî mecralarda başlattığı girişimlerle denk tutulabilir. Her iki taraf da kadınlığı, alışkın olmadıkları ve genelde erkekler tarafından yönetilen mecralarda deneyimlemeye çalışırlar. Evelinanın sosyal ve kültürel olarak entegre olmaya çalıştığı Londra sosyetesinin ortamlarında, Mavi Çoraplı kadınlar sanatsal ve kültürel başlıklar altında seslerini eserleri ve çabalarıyla duyurmaya çalışırlar. Kurallarını ve düzenini hiç bilmediği Londra sosyetesinin içine girerek Evelina yanlarına gittiği Mirvan ailesinin de yardımıyla bu tarz ortamların adabını öğrenmeye çalışır. Fakat Londra’nın ünlü Vauxhall ve Marylebone semtlerini, Ranelagh’daki bahçelerini, Drury Lane’deki tiyatro gösterilerini, geceleri gidilen operaları, Buckingham sarayını ve en önemlisi sıklıkla düzenlenen şaşaalı baloları görüp bunların bir parçası olunca, Evelina kendisini ait olmadığı bir ortamda bulunuyormuş gibi hisseder ve “… her şeyin bana yeni, çoğu şeyin şaşırtıcı ve kafa karıştırıcı olduğu bu şehirde kendimi münasip bir şekilde idare etmek için çok deneyimsiz ve cahilim” (Evelina 50) diye yazar Bay
Mavi Çoraplılar Topluluğu ve On Sekizinci Yüzyıl İngiliz Romanındaki Etkilerinin Frances Burney’nin Evelina Romanında İncelenmesi
Villars’a. Mavi Çoraplıların kurucuları kadınlar da topluluklarını kurmaya erkeklerin veya otoritelerin desteği olmadan girişirler. Tıpkı Evelina’nın Londra’sı gibi, girmeye çalıştıkları entelektüel dünya da onlara yabancı ve kurallarıyla kafa karıştırıcıdır. Mavi Çoraplılar ve Evelina’nın ortak noktası sadece girdikleri ortamdaki deneyimsiz kadın/lar olmaları değil, her ikisinin de aslında bu ortamlarda ayakta kalabilecekleri azme ve dönemin talebi olan itidal ve iyi ahlaka sahip olmaları olarak değerlendirilebilir. Erkekler tarafından yönetilen entelektüeller sınıfının ve aristokratlar tarafından yürütülen Londra sosyetesinin yalnızca belli bir kesime tahsis edilmediği, yetenekli kadın yazarların sesini duyurarak kendi eserlerini basması ve Evelina gibi orta altı sınıftan bir genç kızın aralarına katılmasıyla kanıtlanmıştır. Üç bölümden oluşan romanın ilk bölümünde Evelina Londra’daki modaya uygun eğlence anlayışının tadını çıkarır ve ilk izlenimlerini Mr. Villars’a yazar. Mirvan ailesiyle katıldığı Bay Stanley’nin düzenlediği baloda sosyete tarafından ilk sınanmasını yaşayan Evelina, sırdaşı Maria Mirvan ile balo salonunda dans edenleri izlerken ‘balo salonu düzeni’ karşıtı fikirlerini şöyle belirtir: Gidip gelen centilmenler sanki biz onların emrine amadeyiz, sanki herhangi birinin buyruğunun şerefine nail olmak için bekliyoruz diye düşünüyor gibi görünüyorlar, etrafta umursamaz bir tavırla aylak aylak dolaşıyorlardı… Bunu çok can sıkıcı buldum ve bunun üzerine kendimce… beni ilk dans teklif edeni kabul edebilecek kadar istekli gören, benimle dans edecek kadar düşen biriyle dans etmektense hiç dans etmeme kararı aldım. (Evelina 30) Etrafta dans edecek hanımlar arayan erkeklerin kendilerine olan güveninden rahatsız olan Evelina, düşündüğünü uygulayarak kendini ilk dansa kaldıran gösteriş düşkünü Bay Lovel’ın kendisine züppece yaklaşımı ve abartılı şekilde dansa davet etmesinden rahatsız olarak daveti geri çevirir (Evelina 30). Balo kurallarını kendi amacına yönelik kullanan erkeklerin özgüveninden rahatsız olan Evelina, inandığı değerlerle bu kurallara çözüm getirir. Ona göre balo konulan bu kurallar yüzünden eğlenilecek bir yer değil, erkeklerin kadınları seçmede birbirlerine üstünlük taslayacağı bir yere dönüşmüştür. Ayrıca, yeni girdiği bu ortamda aşağılanma veya aşırı istekli görünme korkusuyla da Evelina erkelerin kadınları seçtiği bu düzene hem sosyal
113
114
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
hem de kişisel korkuları yüzünden uzak durur. Bu sebeple, var olan düzene ayak uydurmayarak kimseyle dans etmemeye karar verir. Fakat sonrasında kendisine dans için yaklaşan “yaklaşık yirmi altı yaşında, gösterişli ama züppece giyinmemiş, fazlasıyla yakışıklı, nezaket ve yiğitlik karışımı havasıyla” Lord Orville’in teklifini kabul eder (Evelina 31). Kurallarına henüz hâkim olamadığı bu tür balolarda5 ilk hatasını yapan Evelina, yazısız bir kural olan kendisine dans teklifi eden ilk erkeği reddedip daha sonra geleni kabul etme hatasına düşmüş ve diğer konukların içinde yaptığı bu hatadan dolayı olağanüstü bir utanç hissetmiştir. Hissettiği utancın kaynağı romanın başından sonuna kadar sağlamaya çalıştığı ‘görgü kurallarına uygunluk’ kavramına ters düşen bir hareket yapmasıdır. Oysaki yapılan hata tamamen bilgisizlikten olsa da, bu tür çevrelerin erkeklerinin çoğu sosyeteye yeni girmiş kadınlardan faydalanmak için centilmenlik gösterilerine girer ve karşı tarafı gereksiz yere kötü hissettirirler. Hammond ve Regan’ın da ifade ettiği gibi Evelina’nın içine girdiği Londra’nın sosyal manzarası centilmen kıyafetleri içinde züppe, hovarda ve zamparalar tarafından hâkimiyet altına alınmıştır. Bu dünyada erkek tacizi, nazik kur yapmanın kabul edilmiş şekli olan ‘kadınlara karşı nezaket’ ile maskelenmiştir, ama asil olup da ahlaksızlık yapan erkekler bu durumu kendi cinsel çıkarları için istismar etmişlerdir. Hanımları rahat bırakmaktansa, bu sosyal çevredeki erkeklerin esas amacı tam da Evelina gibi hanımefendileri tedirgin etmektir. (219) Bu bağlamda, Bay Lovel’ın tüm roman boyunca abartılı nezaketle Evelina’ya yaptığı kurları cinsel çıkarları için yaptığı anlaşılırken, Evelina’nın samimi bulmayıp kendini sakınmaya çalıştığı erkeğe karşı takındığı tavır ise egemen sosyal normlara göre yanlıştır. Balonun başında düşüncelerine göre davranan Evelina’nın kendi isteğiyle dans partnerini seçip dans etmesinin Amanda Vickery’nin ortaya attığı dönemin “kibar hanımefendi” fikrine uymadığı görülür. Çünkü “kibar hanımefendilik sosyal karşılaşmalarda sakin olabilmek, rahatlık gösterebilmek, kendine hâkim ve yeterli olabilmektir” (akt. Hammond and Regan 217) fakat Evelina’nın bu durum sonrasında 5 Ridotto: 18. Yüzyılda popüler olan danslı, müzikli ve genelde maskeli baloların da olduğu umumi balolar.
Mavi Çoraplılar Topluluğu ve On Sekizinci Yüzyıl İngiliz Romanındaki Etkilerinin Frances Burney’nin Evelina Romanında İncelenmesi
yaşadığı gözle görülür utanç ve kendinden emin olamama hali, dönem standartları içerisinde onu “kibar hanımefendi” statüsüne koymaz. Aslında, bu olay Evelina’nın sosyal normları bilmezliğini kanıtlarken, bir diğer yandan da henüz mevcut erkek egemen kurallara boyun eğmediğini ve bu tür haksızlıkları içselleştirmeyip bunlara hâlâ duygusal tepkiler verdiğini göstermektedir. Bu örnekte Evelina’nın içine düştüğü ikilem gözden geçirildiğinde, kendi kurallarıyla sosyetenin kuralları arasında kaldığı açıkça gözlemlenir. Londra balolarına ilk defa katılan taşradan gelen genç bir kızın görgüsünü ve duruşunu korumak için balo kurallarını öğrenmeden önce aldığı karar aslında onu toplum içerisinde kendine hâkim ve yeterli kılmaktadır. “Kibar hanımefendilik” fikrine kendince ulaşması gerektiği şekilde ulaşmaya çalışan genç kız bir yandan dayatılan kurallara istemeden karşı çıkmış ama tedbiri elden bırakmamıştır. Ancak dönemin görgü kuralları kişiden kişiye fazla değişmeyen yapıda olduğundan bu talihsiz durum Bay Lovel’ın kendisini sert bir şekilde uyarmasıyla Evelina’nın tedirgin hissetmesine yol açmıştır. Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda, Evelina’yı Vickery’nin savunduğu “kibar hanımefendi”likten alıkoyan sebep yeni girdiği ortamda yanlış yapma korkusudur, oysa Evelina’nın kendini kontrol altına alması ve onu heyecanlandıran yeniliklere kapılmayışı onun kendi kendini tanımlayıp, konumunu belirleyen “kibar hanımefendi” oluşunu doğrular niteliktedir. Genel çerçevede Evelina’nın yaşadığı bu durum incelendiğinde kadın olmakla ilgili erkekler tarafından oluşturulan konumlar ve tabi tutulduğu kurallar kadınların kendilerine zorla kabul ettirilen normlardır. Egemen erkek gücü tarafından yaratılan bu sisteme uymamanın cezası erkekler veya bu sistemin parçası olmuş kadınlar tarafından küçük düşürülmektir. Hanımefendilik özellikleri bu sisteme ne kadar ayak uydurduğunla ölçülürken, Evelina gibi genç kızların kişisel erdemleri bu sistemde hak ettiğini bulamaz. Ancak, ilk paragraflarda da savunulduğu gibi Evelina kurallara uymayan bu davranışıyla yeni girdiği sosyal platformlarda kendini kendi istekleri doğrultusunda konumlandırabilen bir kadın portresi çizer. Mavi çoraplıların entelektüel ortamlarda kurallara karşı çıkarak edindikleri konumu, Evelina Londra’da sosyeteye ve katı normlarına uymayarak edinmeye başlar. Yukarıda da belirtildiği üzere Evelina’nın sosyeteye girişinden sonra yaşadığı aksaklıklar onun tecrübesizliğinden kaynaklanmaktadır. Fakat bu sadece Evelina’ya ait bir tavır değil Burney’nin bir yazım stratejisi olarak
115
116
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
değerlendirilebilir. Öyle ki, Burney “Evelina’nın gerçekleri söyleme eğiliminin altında yatan neden ve de mazereti[ni]… [toplumun] sosyal eleştirisini yapmak için güveli bir çıkış olarak kullanılır” (Bilger 96). Diğer bir deyişle, Burney toplumsal cinsiyetin sosyal kurallar üzerindeki etkisini Evelina üzerinden eleştirir. Ayrıca, kahramanın aile geçmişinin belirsiz olup, alt tabaka ve üst tabaka arasında sosyal bir tırmanış yaşaması, romanda Burney’nin karşıtlıkları bir araya getirerek yaptığı sosyal eleştiriyi işaret eder. Rogers’a göre Evelina “keskin komik hicivle” yazılmış (25) ve dönemin sosyal ve kültürel dokusunu oluşturan ikili değerler üzerinden kadın-erkek ve altüst sınıf problemlerine dokunmuştur. Toplumdaki haksız çekişmenin bir diğer örneği sınıflar arası kıyas da Evelina’nın girdiği ortamlarda karşılaştığı insanlar veya ailesinden olan karakterler aracılığıyla romanda detaylı bir şekilde sunulmuştur. Diana Donald’a göre 1770’ler karikatürünün başlıca temaları aristokrasiyi eleştiriden çok toplumda yüksek yerlere gelme çabası ve yapmacık kibarlık düşkünlüğüdür (akt. Hammond ve Regan 222). Bunun örnekleri de önceden de bahsedilen züppe, hovarda ve zampara erkeklerin tavrında gözlemlenebilir. Zira Sir Clement Willoughby, Lord Merton ve Bay Dubois gibi erkekler Evelina ile ilk tanıştıklarında ona karşı aşırı nazik, centilmence, “güzel iltifatlarla” dolu, “süslü dille” (Evelina 179) konuşmuşlar ama daha sonra asıl niyetleri gün yüzüne çıkmıştır. On sekizinci yüzyılda centilmenliğin bir önkoşulu olarak kabul edilen nezaket “zahmetsiz ve içten sosyal ilişkileri teşvik eden bir davranıştır” (Barker and Chalus 34) Barker ve Chalus’a göre romanlarda fazla nazik olan özenti centilmenlerin nezaket anlayışı incelikli sosyal ilişkiden daha çok yerleşmiş kodlar ve kibarlık gösterisine verdikleri önem olarak yorumlanmıştır. Bu tarz “aşırı nezaketin” toplumdaki önemsiz ve revaçta olan kibarlık esaslarına fazla maruz kalmaktan kaynaklanır (35). Barker ve Chalus’un fikrine dayanarak, romandaki aşırı nazik erkeklerin aslında dönemin uygun görülmeyen erkeklerin tiplemeleri olduğu anlaşılır. Ayrıca bu karakterlerin nezaket kisvesi altında gizledikleri kusurlu davranışları romanın ilerleyen sayfalarında görülür. Örneğin Sir Willoughby Evelina’yı eve bırakma bahanesiyle faytonla kaçırmaya çalışmış, Lord Merton Lord Orville’in kız kardeşiyle nişanlıyken Evelina’ya uygunsuz itiraflarda bulunmuş ve yaşlı Fransız Bay Dubois da, Evelina’nın büyükannesinin partneri olsa da, sonunda Evelina ile evlilik isteğini belirterek ‘ahlaksız’ planlarını gün yüzüne çıkarmıştır. Bununla beraber, yapmacık kibarlığın en çok eleştirildiği karakter aslında
Mavi Çoraplılar Topluluğu ve On Sekizinci Yüzyıl İngiliz Romanındaki Etkilerinin Frances Burney’nin Evelina Romanında İncelenmesi
İngiliz olan ama Fransız özentiliğinden ötürü bozuk İngilizceyle Fransızca konuşmaya çalışan, alt-tabakadan gelip zengin ve saygıdeğer gibi görünmeye çalışan Evelina’nın büyükannesi Madam Duval’dır. Hampstead’te gittikleri bir baloda Madam Duval’ın yaşına ve statüsüne uygun olmayan davranışları, Evelina tarafından Bay Villars’a şu şekilde aktarılır: “[Madame Duval] alışılmamış bir tarzda dans ediyordu, yaşı, abartılı elbisesi, olağanüstü miktardaki rujuyla hem insanların bakışlarını üzerine çekiyor hem de balodakilerin alay konusu oluyordu” (Evelina 223). Evelina’nın bu betimlemesiyle, Madame Duval’ın toplumda kendi benliğinden farklı tavırlar takınan, gösteriş budalası, sahtekâr insanların temsili olduğu söylenebilir. Sosyal mecralarda yaptığı keskin gözlemleri kurgulaştırarak kağıda döken Burney, döneminde kadın bir yazar olarak edebiyata yalnızca eserleriyle katkıda bulunmamış, bu gözlemlerle çizdiği karakterleri hem ikili hem de sosyal ilişkilerini eleştirerek dönemin kadın ve erkek temsillerine ayna tutmuştur. Romanda toplumsal eksiklikler eleştirilirken, temsili kullanılan karakterlerin karikatürize edilişi romana eğlendirici bir ton katar. Özellikle Madam Duval gibi gösterişe düşkün karakterlerin sahte tavırlarından dolayı alay edildiği sahneler bir yandan romanın toplumsal konularda iletmeye çalıştığı mesajı verirken diğer yandan eğlence kültürünün bir parçası olan romanın güldüren yanını gösterir. Rogers’ın da belirttiği gibi romanda “komik nesne olanlar sosyal durumları idare edemeyen” (28) karakterlerdir, okurların güldüğü durum ise sosyal kurallara karşı olan kayıtsızlık ya da cehalet değil toplum içinde düştükleri komik durumdur. Örneğin, Evelina’nın Madam Duval ile beraber Holborn’da yaşadığı zamanlarda evi paylaşmak zorunda kaldığı görgüsüz akrabaları Branghtonların sırf dönemin yüksek sosyetesini taklit etmek amacı ile gittikleri operada yaşananlar ailenin toplum içerisindeki belirli ortamlara özgü kuralları bilmediğini göstermektedir. Tıpkı Evelina’nın balodaki ilk dansı gibi, Branghtonlar da operaya gittiklerinde nasıl davranacaklarını bilememişler ve düştükleri komik durumu locada oturmak için verdikleri para hakkında hayıflanıp sonrasında da operanın “iğrenç olduğuna hep beraber karar verip” (Evelina 95) kendilerini daha da komik duruma düşürmüşlerdir. Romanın ele aldığı başka nokta ise Evelina ve Lord Orville arasındaki romantik ilişkidir. Bay Stanley’nin balosunda ikilinin ilk karşılaşmalarından beri süregelen ilişkileri evlilikle sonuçlanana kadar net bir biçimde tanımlanmaz. Evlilik dönem kadınları için çok önemli bir olgu olsa da, Evelina isteğine göre evleneceği bir erkek bulabilmek ya da Lord Orville’den gelecek
117
118
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
olan evlilik teklifi ve ailesinin bu teklif için onayını almadan isteğine yönelik bir girişimde bulunmaz (Rogers 27). İkili arasındaki ilişki Lord Orville’in Evelina’dan dokuz yaş büyük oluşundan ve dönemin erkeklik normlarına göre Evelina’ya karşı korumacı oluşu ve bilgisizliğine hoşgörü göstermesi üzerinden ilerler. On sekizinci yüzyıl roman geleneği içerisinde ideal bir erkekte olması gereken zenginlik, soyluluk, yakışıklılık, incelik ve centilmenlik gibi özellikleri taşıyan Lord Orville, Hammond ve Regan‘e göre romanda “modaya uygun sosyal dünyadaki diğer tüm erkeklerin de değerlendirileceği standartları belirleyen” kişidir (219). Lord Orville Evelina’nın sözleriyle diğer erkek kahramanlara kıyasla şu şekilde tanımlanmıştır: “Hayatın tüm aşamaları ve vaziyetlerinde, karakterler ve davranışlar nasıl da garip biçimde değişirler! Bitmek bilmeyen ve ayrım yapmayan nezaketiyle Lord Orville, sanki hiç asillerle kaynaşmamış gibi gösterişsiz ve mütevazı, sahip olduğu tüm niteliklerden bihaberdir” (Evelina 114-5). Birbirlerinden karşılıklı övgüler alarak evliliğe kadar uzanan ilişki sürecinde, Lord Orville ve Evelina iki âşıktan daha çok iki çok yakın arkadaş gibidirler. Romanın sonlarına doğru Lord Orville Evelina’ya hissettiği yakınlıktan dolayı kız kardeşim diye hitap eder. Evelina Londra’da yaşadığı rahatsızlıkları atlatması için Bristol’daki kaplıcalara gittiğinde orada da Lord Orville’le karşılaşır ve zamanın çoğunu beraber geçirirler, akşam yemeklerinde yan yana otururlar, akşamları beraber kağıt oynarlar. Yalnızca iyi zamanları değil, Evelina’nın kayıp ailesi yüzünden üzgün olduğu zamanlarda da Lord, sonradan Evelina’nın kardeşi olduğu ortaya çıkan İskoç şair Bay Macartney ile buluşmasını sağlar. Yukarıda da belirtildiği gibi romantik bir ilişkinin ciddiyete dökülmesi öncelikle erkekten gelecek evlilik teklifine bağlıdır, Evelina’da da bu durum böyle gelişir ve sonunda Lord Orville kendisine mesafeli davranan Evelina’ya “Çektirin o zaman bana acıyı, hiçbir kuşkunun bulunmayacağı zamanlara hızla ulaşmak için, minnettar Orville’inizin sizi sadece ve sadece kendisine ait olduğunu söyleyeceği zamanlar için çektirin!” (Evelina 353) diyerek sevgisini itiraf eder. Romanda Evelina ve Lord Orville’in arasındaki ilişkide Mavi Çoraplılar Topluluğu kadınlarının evlilik hakkında savunduğu düşünce yapısının yoğun etkisi gözlemlenebilmektedir. Lord’un Evelina’ya hislerini açmasından sonra ortak bir evlilik kararı alınmamış, romanın odağı Evelina’nın babası ile buluşması ve babasının onu çocuğu olarak kabul etmesi konusuna kaymıştır. Roman boyunca Lord ve Evelina arasındaki romantik etkileşim
Mavi Çoraplılar Topluluğu ve On Sekizinci Yüzyıl İngiliz Romanındaki Etkilerinin Frances Burney’nin Evelina Romanında İncelenmesi
hissedilse de, aşk ve evlilik konuları on sekizinci yüzyılda sadece duygu üzerine temellendirilecek konular değildir. Genç kızların o dönemde eğitim almayışı sebebiyle on beş yaş herhangi bir sınıftan olan bir kızın toplum içinde evlenmeye hazır olarak görüldüğü, balolara katılıp, oyunlara giderek kendini sosyeteye tanıttığı yaş olarak kabul edilir (Myers 85). Bu tür toplum içine çıkma ritüellerinin ardından bir erkek tarafından evlenmek için seçilen genç kızın yaşayacağı birleşme romantik sevgi sebebiyle değil, daha çok “ailenin servetini arttırma” amacıyla “aile tarafından uygun görülen bir eş” seçimi doğrultusunda gerçekleşir (Myers 86). Dönem edebi eserlerindeki aşk ve sevgi, gelip geçici konular olarak kabul edildiği için evlilik için önemli görülmemektedir. On sekizinci yüzyılda yaşayanlar için “aşk sadece cinsel çekicilik, tutku ve şehvet” anlamına gelir. Evlilik gibi bir kurum için “kısa süreli” hissiyat olarak düşünülmüş, arkadaşlığın daha uzun süreli doğasının evliliğe daha uygun olduğuna kanaat getirilmiştir (Dobbs 86). Bu dönemde kabul gören evliliğin arkadaşlık temelleri üzerine kurulması kanısı Mavi Çoraplılar tarafından da desteklenir. Romantik sevgi ile karşılaştırıldığında, arkadaşlık daha çok idealize edilir ve bu şekilde yapılan evliliklerin Jeremy Taylor’un belirttiği gibi “arkadaşlıkların kraliçesi” (akt. Myers 85) olduğuna inanılır. Dobbs’a göre, “Mavi Çoraplılar eserlerinde kadının kocasının sözüne uyması geleneğini göstermelik dile getirmelerine rağmen, bunun okurlarını uzaklaştırmayacak tedbir amaçlı sembolik bir taviz olduğunu yazılarında gösterirler” ve “arkadaşların eşit olduklarını” savunurlar (86). Çoğu topluluk üyesi ailelerinin zoruyla görücü usulüyle evlendirildikleri için, genel çerçevede destekledikleri fikir kadınların seçimine bırakılan ve arkadaşlık temelli evliliklerdi. Bu bağlamda, Burney ile Mavi Çoraplıların evliliğin doğası konusundaki fikirleri paralellik gösterir. Romanda Lord Orville ve Evelina arasındaki ilişkiden tutkulu bir aşk veya cinsel amaçlı bir birliktelik olarak bahsedilemez. Aksine, Evelina ve Lord Orville romanda birbirlerini iyi anlayan ve iyi geçinen bir çift olarak çizilmiş, aralarındaki etkileşim genelde sosyal ortamlardaki davranışlarından anlaşılırken, Lord Orville’in itirafına kadar net bir şekilde ifade edilmemiştir. Buna ek olarak, romanın sonunda gerçekleşen evlilik kararını hızlandıran sebep aralarındaki ilişkinin yoğunluğu değil Evelina’nın babası Sir Belmont’la barışmasını ardından ortaya çıkan olayları düzeltme çabasıdır. Çünkü Evelina’nın öz babası Sir John Belmont, yıllar boyunca Bayan Belmont’u öz kızı sanmıştır. Ancak Evelina ve Bay Macartney’nin Sir Belmont’un öz çocukları olduğu ortaya çıkınca, uzun za-
119
120
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
mandır birbirine âşık Bayan Belmont ve Bay Macartney’nin artık üvey kardeş olmadıkları anlaşılmış, evliliklerinin önündeki engel kalkmıştır. Ancak, eğer Evelina Bayan Belmont’tan önce evlenmezse, Belmont’tan boşalacak olan yeri hukukî süreçte kendi alacak ve uzun yıllar boyunca herkesin Sir Belmont’un öz kızı sandığı Bayan Belmont’un soyluluğu geçersiz sayılacaktır. Bu sebeple, Bayan Belmont’u mağdur etmemek için Lord Orville ve Evelina’nın evliliği hızlı bir karara bağlanmış, ancak önceden de bahsedildiği gibi aşk veya cinsellik temelinde gerçekleşmemiş, aksine pratik bir neden ve Lord Orville’ın Belmont ailesine yardım etme isteğinden ötürü gerçekleşmiştir. Dolayısıyla, her ne kadar aralarındaki sevgi çifti birbirine yakınlaştıran kuvvet olsa da evlilik kararı destek amaçlı verilmiş ve arkadaşlıkları bu şekilde taçlandırılmıştır. Genç bir kızın bakış açısından yazılan ve okuyucunun da bu kızın gelişim ve değişimine tanıklık ettiği Evelina on sekizinci yüzyılda yaşayan kadınların deneyimlerini paylaşan bir portre çizerken öte yandan on sekizinci yüzyıl toplumunun yapı taşlarını da okuyucuya tanıtır. Bireysel ve toplumsal konuların kadın bir yazar tarafından kadın karakter üzerinden anlatılması İngiliz romanında çığır açan girişimdir. Çünkü Mavi Çoraplılar ve Fanny Burney’nin yapmaya çalıştıkları şey sesi bastırılmış kadınlara ses verilmesidir ve bu girişimler de edebî ve sosyokültürel alanda daha önce karşılaşılmamış bir durumu örnekler. Çıkış fikri olarak ön-feminist düşünceler güdülmese de, Mavi Çoraplılar Topluluğu ve Burney kendi cinsine kendi istekleri doğrultusunda yaşama ve bunları uygulama hakkı tanıdığı için daha sonraları gelecek olan kadın hakları akımlarının bir habercisi olarak değerlendirilebilir. Mavi Çoraplıların ülkenin gündemine yaptıkları değişim ve girişimlerle oturduğu, kadınları ortak fikirler etrafında topladığı bir zaman diliminde Burney ilk romanı Evelina’daki Mavi Çoraplıların izlerini taşıyan fikirleri ile romana yeni bir güncellik getirmiş ve romanı yalnızca eğlence kabul eden fikirden uzaklaştırıp toplumsal ve bireysel ölçüde gözlem ve iletişimin gücüne başvurmuştur. Sonuç olarak, kadının kendi hayatı ve sosyal hayattaki rollerini belirleme konusunda hem Mavi Çoraplıların hem de kadın yazarların yapmaya çalıştığı bu girişim ve değişimler ses getirmiş günümüze kadar gelen kadın yazar geleneğinin oluşması ve feminist söylem ve kuramların gelişmesine sebebiyet vermiştir.
Mavi Çoraplılar Topluluğu ve On Sekizinci Yüzyıl İngiliz Romanındaki Etkilerinin Frances Burney’nin Evelina Romanında İncelenmesi
K AY N A K Ç A
Birincil Kaynak
Burney, Fanny. Evelina, Or, The History of a Young Lady’s Entrance into the World. Ed. Edward A. Bloom. Oxford: Oxford UP, 2008. Print.
İkincil Kaynaklar
Barker, Hannah, and Elaine Chalus. Gender in Eighteenth-century England: Roles, Representations, and Responsibilities. London: Addison Wesley Longman, 1997. Googlebooks. 8 July 2008. Web. 23 Feb. 2017. Bilger, Audrey. Laughing Feminism: Subversive Comedy in Frances Burney, Maria Edgeworth, and Jane Austen. Detroit: Wayne State UP, 1998. Print. Brand, J. Popular Antiquities. Vol. 3. London: Charles Knight, 1842. Googlebooks. 21 Aug. 2009. Web. 22 Sept. 2016. Burney, Fanny. Diary and Letters of Madame D’Arblay, Author of Evelina Cecilia, &c: 1778 to 1780. Oxford: Henry Colburn, 1842. Googlebooks. 25 Sept. 2007. Web. 27 Sept. 2016. —-. Memoirs of Doctor Burney. Philadelphia: Key & Biddle, 1833.Googlebooks. 26 Nov. 2008. Web. 10 Sept. 2016. —-. Preface. Evelina, Or, The History of a Young Lady’s Entrance into the World. By Fanny Burney. Oxford: Oxford UP, 2008. 9-11. Print. —-. The Wanderer, Or, Female Difficulties. Ed. Margaret Anne. Doody, Robert L. Mack, and Peter Sabor. Oxford: Oxford UP, 2001.Googlebooks. Web. 28 Sept. 2016. “Celebrating Modern Muses.” National Portrait Gallery. N.p., 2008. Web. 10 Sept. 2016. Dobbs, Jeannine. “The Blue-Stockings: Getting It Together.” Frontiers: A Journal of Women Studies 1.3 (1976): 81-93. JSTOR. Web. 27 Haz. 2016. Doody, Margaret Anne. Frances Burney: The Life in the Works. Cambridge: Cambridge UP, 1989. Googlebooks. Web. 22 Feb. 2017. Eger, Elizabeth. Bluestockings: Women of Reason from Enlightenment to Romanticism. Basingstoke, İngiltere: Palgrave Macmillan, 2010. Googlebooks. 2010. Web. 17 Sept. 2016. —-. Bluestocking Feminism: Writings of the Bluestocking Circle 1738-1785. Vol. 1. Londra: Pickering & Chatto, 1999. Print. Gonda, Caroline. Reading Daughters’ Fictions, 1709-1834: Novels and Society from Manley to Edgeworth. Cambridge: Cambridge UP, 1996. Print. Guest, Harriet. “Bluestocking Feminism.” Huntington Library Quarterly 65.1/2(2002): 59-80. JSTOR. Web. 27 Haz. 2016. Hammond, Brean S., and Shaun Regan. Making the Novel: Fiction and Society in Britain, 1660-1789. Hampshire: Palgrave Macmillan, 2006. Print. Huntley, Theresa. Women in the Renaissance. Ontario: Crabtree Pub., 2009. Googlebooks. 2009. Web. 21 Feb. 2017. Jones, Vivien. Introduction. Evelina, Or, The History of a Young Lady’s Entrance into the World. By Fanny Burney. Oxford: Oxford UP, 2008. Ix-Xxxix. Print.
121
122
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
—-. “Frances Burney.” The Cambridge Companion to English Novelists. Ed. Adrian Poole. Cambridge: Cambridge UP, 2009. 80-97. Print. Kelly, Gary. “Learning Literature and Lore in the Onset of Modernity.” Bluestockings Now!: The Evolution of a Social Role. Ed. Deborah Heller. Londra: Routledge, 2016. 175-208. Googlebooks. 28 Apr. 2016. Web. 10 Sept. 2016. Major, Emma. “The Politics of Sociability: Public Dimensions of the Bluestocking Millennium.” Huntington Library Quarterly 65.1/2, Reconsidering the Bluestockings (2002): 175-92. JSTOR. Web. 06 Sept. 2016. Myers, Sylvia Harcstark. The Bluestocking Circle: Women, Friendship, and the Life of the Mind in Eighteenth-century England. Oxford: Clarendon, 1990. Print. Pohl, Nicole, and Betty Schellenberg A.. “Introduction: A Bluestocking Historiography.” Huntington Library Quarterly 65.1/2, Reconsidering the Bluestockings (2002): 1-19. JSTOR. Web. 13 Aug. 2016. Rogers, Katharine M. Frances Burney: The World of ‘Female Difficulties’. New York: Harvester Wheatsheaf, 1990. Print. Simons, Judy. Women Writers: Fanny Burney. Londra: Macmillan, 1987. Print. Spencer, Jane. The Rise of the Woman Novelist: From Aphra Behn to Jane Austen. Oxford: Blackwell, 1986. Print. Spender, Dale. Mothers of the Novel: 100 Good Women Writers before Jane Austen. Londra: Pandora, 1986. Print. Thaddeus, Janice Farrar. Frances Burney: A Literary Life. New York: St. Martin’s, 2000. Print. “What’s A Bluestocking?” Bas Bleu. N.p., n.d. Web. 5 Sept. 2016. Ward, Jennifer C. Women in England in the Middle Ages. Londra: Hambledon Continuum, 2006. Print.
VI. BÖLÜM Cinsiyet/Toplumsal Cinsiyet Sorunsalı: George Eliot’ın Kıyıdaki Değirmen’inde Toplumsal Cinsiyet Performativitesi ve Düzenleyici Pratikler Hakan YILMAZ
Viktorya dönemi İngiliz yazarı George Eliot (1819-1880) erkek ismiyle bilinse de asıl adı Mary Ann Evans’tır. Warwickshire’ın Nuneaton kasabasında dünyaya gelen Eliot, 1850’li yıllarda Londra’ya “özgür bir kadın” olarak taşınmış ve burada “çevirmen, deneme yazarı, eleştirmen ve editör olarak” çalışmıştır (Green 386).1 Bir kadın yazar olarak eserlerinin nesnel bir şekilde değerlendirilmesini isteyen Eliot erkek mahlası kullanmayı tercih etmiştir (Paxton 69).2 Eliot’ın bu seçimi aslında yaşadığı dönemin ne kadar ataerkil olduğunu da göstermektedir. Bir kadın olarak, yazın hayatında geniş kitleler tarafından kabul görecek şekilde yer edinmesinin güç olacağını düşündüğünden, Eliot ilk inceleme, eleştiri ve deneme yazılarını yazmaya başladığı 1850’li yılların ortasından itibaren – ve daha sonrasında 1859 yılından itibaren yayımlamaya başladığı romanları da dâhil olmak üzere – “George Eliot” takma adını benimsemiştir. 1 Aksi belirtilmedikçe tüm çeviriler yazara aittir. 2 Diğer eleştirmenlere göre, Eliot’ın mahlas kullanmasının başka sebepleri de vardı. Örneğin, Margaret Harris, Eliot’ın edebi çevrelerde bir çevirmen ve yazar olarak bilinmesiyle birlikte evli bir adam olan George Lewes ile ilişkisinin kendisine ve yazdıklarına getirebileceği önyargılı tutumlardan ötürü gerçek kimliğini saklaması gerektiğini söyler (41). Öte yandan, Henry Alley’e göre, erkek mahlası kullanmak Eliot’ı bir nevi özgür kılmıştır çünkü cinsiyeti gereği o dönemde kadınlara uygun görülen konular dışına çıkarak bir erkek yazar olarak rahatça “hem erkek hem kadın karakterlerle özdeşleşebilmiştir” (25).
124
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
Eliot, birçok otobiyografik unsur barındıran Kıyıdaki Değirmen (The Mill on the Floss) adlı romanını3 1860 yılında yayımlamıştır. Eliot, bu romanında, Floss nehri kıyısındaki Dorlcote değirmeninde büyüyen biri kız biri erkek iki kardeşin – Maggie ve Tom Tulliver – çocukluklarından başlayarak erken yetişkin dönemlerine kadar yaşadıkları deneyimleri, sorunları ve çatışmaları ele alır. Küçüklüklerinden gençliklerine kadar olan bu süreçte, bu iki kardeşin toplumsal cinsiyet kimliklerinin oluşmasında etkili olan birtakım toplumsal koşullanmalara ve normlara maruz kaldıkları gözlemlenir. Bu tür toplumsal düzenlemeler ve dayatılan düzenleyici normlar, Maggie’nin ve Tom’un cinsiyetleri doğrultusunda nasıl davranmaları gerektiğini ve hangi toplumsal cinsiyet rollerini benimsemeleri gerektiğini belirler. Ancak, bu düzenlemeler Maggie ve Tom tarafından da zaman zaman yinelenerek ve tekrar edilerek hem sürdürülür hem güçlendirilir. Tekrarlar aracılığıyla da cinsiyetlerine atfedilen birtakım toplumsal cinsiyet rolleri Maggie’ye ve Tom’a dayatılmakla kalmaz aynı zamanda onlar tarafından da devam ettirilir. Bu makale, George Eliot’ın Kıyıdaki Değirmen adlı eserinde, Maggie Tulliver’ın ve Maggie’nin ağabeyi Tom Tulliver’ın toplumsal cinsiyetlerinin toplumsal cinsiyet normlarının dayatılması ve yinelenmesi aracılığıyla nasıl şekillendiğini ve sürdürüldüğünü inceler. Üstelik, Maggie ve Tom karakterleri Judith Butler’ın toplumsal cinsiyet performatiflik kuramı doğrultusunda incelendiğinde onların cinsel kimliklerinin oluşumunun Butler’ın deyimiyle “performatif” olduğu, bir başka deyişle, olma sürecinde olan, sürekli ve yinelenen bir oluşum olduğu görülür. Toplumsal cinsiyetin oluşmasındaki en önemli etkenlerden birisi içine doğulan toplum olduğu göz önüne alındığında, toplumun dolaylı veya dolaysız dayattığı değerler/pratikler birey tarafından benimsenir ve uygulamaya konulur. Judith Butler, “toplumsal cinsiyet performatifliği” diye adlandırdığı kuramını öne sürerek bireylerin dönemlerine özgü toplumsal cinsiyet rollerini tekrar eden performanslar veya edimler aracılığıyla oluşturduğunu, yön verdiğini ve bazen değiştirebildiğini iddia eder (Cinsiyet Belası 77, 89). Bir başka ifadeyle, bireylerin cinsiyetlerine göre biçilen roller tekrarlandıkça ve devam ettirildikçe toplumsal cinsiyet kimlikleri şekillenir. Bu çalışmada, tarihsel olgular ve bu olguların biçimlendirdiği toplumsal cinsiyet kimliğinin ve rollerinin birçok kez yinelenen edimlerle nasıl perçinlendiği üzerinde 3 Eliot’ın bu romanındaki otobiyografik unsurlar için bkz. R.T. Jones’un bu romana yazdığı giriş bölümü, özellikle ss. v-viii.
Cinsiyet/Toplumsal Cinsiyet Sorunsalı: George Eliot’ın Kıyıdaki Değirmen’inde Toplumsal Cinsiyet Performativitesi ve Düzenleyici Pratikler
durularak, Butler’ın toplumsal cinsiyet performatiflik kuramı ışığında, George Eliot’un Kıyıdaki Değirmen adlı romanında gözlemlenen toplumsal cinsiyet rollerinin bireyler tarafından nasıl sürdürüldüğü ve bazen de bu rollerin çeşitli edimler aracılığıyla değiştirilmeye veya bu rollere karşı çıkılmaya çalışıldığı ele alınacaktır. Eliot’ın, bu romanında, baş karakter Maggie Tulliver’ın öyküsüyle, on dokuzuncu yüzyıl İngiltere’sinin şekillendirdiği toplumsal inşaya maruz kalmış toplumsal cinsiyet kimliklerini ve rollerini nasıl açığa çıkardığı ve Maggie’nin toplumsal cinsiyet edimini bir alternatif olarak işlediği tartışılacaktır. Toplumsal cinsiyet oluşumu bireyin cinsiyetinden ayrı düşünülemez. Aksine, bireyin cinsiyeti doğrultusunda bireye biçilen veya dayatılan roller toplumsal cinsiyet kimliğinin oluşmasına yol açar. Cinsiyetin toplumsal cinsiyetten ayrı düşünülmesi metafizik bir problem olan zihin/beden ikiliğini beraberinde getirir ve hatta bu ayrım temelde bu ikiliğin üzerine kurulur. Gatens’a göre, bu ikilik üzerine konumlandırılmış her türlü yaklaşım, özneyi “önsel, nötr ve edilgen” olarak görmektedir (147). Bir başka deyişle, özne, işlenmeyi ve yazılmayı bekleyen boş bir bellek olarak düşünülmektedir. Bu anlayış çerçevesinde, doğum sonrası toplumsal koşullanan zihin, hâlihazırda nötr kabul edilen bedeni bir nevi toplumsal cinsiyete ve bunun gerektirdiği rollere, davranışlara ve duruşlara göre işlemektedir. Ancak, Gatens’a göre durum hiç de böyle değildir çünkü beden hiçbir şekilde nötr düşünülemez: “Bedenin nötr olmasıyla ilgili olarak, açık olmak gerekirse, nötr beden yoktur, en az iki çeşit beden vardır: erkek beden ve dişi beden” (148). Dolayısıyla, cinsiyet/toplumsal cinsiyet ayrımı üzerinden yola çıkıldığında varılan nokta nihayetinde bedeni nötr olarak ele aldığından bedeni âdeta cinsiyetsiz kılar.4 Gelgelelim, bedenin veya zihin/beden ikiliğinin ötesine geçip bireyi bir bütün olarak düşündüğümüzde ise özneyi cinsiyetsiz düşünmek çok güçtür. Gatens’in altını çizdiği gibi, özne “her zaman cinsiyetli bir öznedir” (148). Bu yüzdendir ki birey veya özne ele alınacaksa, bu özneyi cinsiyet ve cinsellikten arındırılmış olarak düşünemeyiz. 4 “Cinsiyetsiz kılmak” ile anlatılmak istenen, biyo-genital farklılıkların ötesinde cinsiyetin toplumsal cinsiyete hiç bir etkisi olmadığıdır. Bir başka deyişle, cinsiyet farklılıkları tamamen farazidir ve bunun aksine asıl önem taşıyan fizyolojik olarak nötr olan bedenlerin toplum tarafından nasıl belli başlı kalıplara uydurulduğudur. “Cinsiyetsiz kılmak” (degendering) teriminin daha geniş bir açıklaması ve yorumu için bkz. Gatens, “A Critique of the Sex/Gender Distinction.”
125
126
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
Benzer bir şekilde, Judith Butler da bir bireyin kimliğinin bireyin cinsiyetinden veya cinsel kimliğinden ayrı düşünülemeyeceğini söyler. Butler’a göre, “‘kişiler’ ancak toplumsal cinsiyetin idrak edilebilirlik standartlarına uygun bir şekilde cinsiyetlendiklerinde idrak edilebilir hale gelirler” (Cinsiyet Belası 65). Ancak, özellikle cinsiyet/toplumsal cinsiyet ayrımı itibariyle oluşan genel kanı, bireyin toplumun etkisiyle cinsel kimliğinin şekillenmesinden önce bir varlık ya da bir varoluş gösterdiğidir. Diğer bir deyişle, bireyin toplumsal cinsiyeti veya cinsiyet kimliğinin oluşmasından önce içine doğduğu toplumdan, bu toplumun kültüründen ve normlarından bağımsız bir kimliğe veya kişiliğe sahip olduğu düşüncesidir. Toplumsal kimliği olan bir bireyin böyle bir “öncesi” olduğu düşüncesi bu bireyin yazılmayı bekleyen bir çeşit tabula rasa olarak düşünülmesine yol açar. Böylelikle, söz konusu “cinsiyet-toplumsal cinsiyet ayrımı da cinsiyet kategorisi de, bedenin cinsiyetli anlamını/imlemini edinmesinden önce var olan bir ‘beden’ genellemesini önvarsayıyor. Bu görüşe göre çoğunlukla edilgen bir ortam görünümünü alan beden, onun ‘dışında’ addedilen kültürel bir kaynağın işlediği yazıtla imlenir” (Cinsiyet Belası 214). Bu anlayış tamamıyla toplumsal cinsiyet üzerinde duran ve bunun bir takım toplumsal değişiklikler aracılığıyla yeniden şekillendirilebileceğini ve böylelikle kadın-erkek eşitliğine gideceğini savunan feministlerin pozisyonlarıyla örtüşür. Çünkü nihayetinde beden işlenmemiş, “nötr ve edilgen” (Gatens 147) olarak algılanıyorsa, istenildiği gibi baştan şekillendirilebilir. Ancak, bu tür anlayışın aksine, bütünüyle doğal ve saf biyolojik olarak algılanan beden veya cinsiyet, aslında söylem aracılığıyla söylem-dışı birer kavram olarak oluşturulmuştur: [c]insiyet, hakkında konuşulan ve ona göre davranılanı tanımlayan sorunsuz bir imlem olarak kavramsallaştırılır. Dolayısıyla, bu birbiriyle örtüşen en az iki açıdan söylem-dışı olarak algılanır: sosyal bilimlere ilişkin olarak – bu bilimlerin konusu olmadığı fakat biyolojik söylemlere ait olduğu ölçüde – söylem-dışıdır ve insani amaçlardan bağımsız ve bunların dışında kalan olarak görülen bir alana ait olarak söylem-dışıdır (Cealey-Harrison ve Hood-Williams 3-4). Cinsiyet söylem aracılığıyla öyle bir şekilde kavramlaştırılmıştır ki bu durum âdeta söylemden tamamen bağımsız ve ayrı olarak düşünülmesine yol aç-
Cinsiyet/Toplumsal Cinsiyet Sorunsalı: George Eliot’ın Kıyıdaki Değirmen’inde Toplumsal Cinsiyet Performativitesi ve Düzenleyici Pratikler
mıştır. Bu yüzden cinsiyet kavramı biyolojik ve fizyolojik bir oluşumu işaret ederken toplumsal cinsiyet toplumsal ve sosyal bir oluşumu ifade etmiştir. İşte bu durumda cinsiyet, toplumsal oluşumdan önce ve bundan bağımsız ele alınmıştır. Oysaki, Butler’ın dediği gibi, toplumsal cinsiyet oluşumu aynı zamanda cinsiyeti sözde kendisinden bağımsız bir oluşum olarak gösterir: Toplumsal cinsiyet, verili bir cinsiyetin üzerine kültürün anlam işlemesi olarak anlaşılmamalıdır yalnızca (hukuki bir kavrayıştır bu). Toplumsal cinsiyet aynı zamanda, cinsiyetleri tesis eden üretim mekanizmasının ta kendisini belirtmelidir. Neticede toplumsal cinsiyetin kültürle olan ilişkisi neyse cinsiyetin de doğayla ilişkisinin o olduğu söylenemez. Toplumsal cinsiyet bir yandan da, ‘cinsiyetli doğa’nın ya da ‘doğal bir cinsiyet’in üretilmesinde ve bunların söylemsellik öncesi,’ kültür öncesi bir şeymiş gibi, siyasi olarak tarafsızken kültürün gelip üzerinde etki ettiği bir yüzeymiş gibi tesis edilmesinde kullanılan söylemsel/kültürel araçtır” (Cinsiyet Belası 52). Böylece, cinsiyet, toplumsal cinsiyetin onu kültürel anlamlar ile yoğurmadan önce var olan bir şeymiş gibi görünmesini sağlar çünkü bu algı söylemsel araçlar vasıtasıyla ‘söylem dışı’ veya ‘söylem öncesi’ olarak yapılandırılır ve inşa edilir. Üstelik, cinsiyet “zaman boyunca maddeselleşmesi mecburi kılınmış ideal bir yapıdır. Bu, bir bedenin değişmez koşulu ya da tek gerçeği değildir, fakat düzenleyici normların ‘cinsiyet’i maddeselleştirdiği ve bunu söz konusu normların mecburi yinelemesi aracılığıyla mümkün kıldığı bir süreçtir” (Butler, Bela Bedenler 8). Bu bağlamda, cinsiyet bir takım düzenleyici kısıtlamalar, pratikler, güçler ve normlar aracılığıyla oluşturulmuş ve şekillendirilmiş bir yapı olarak görülebilir. Söz konusu her türlü düzenleyici, cinsiyet ile birlikte bedeni belli başlı normlar çerçevesinde yoğurur ve toplumsal sınırlamaları – bir başka deyişle toplumsal değerlerin ve normların diretmesini ve düzenlemesini – gözeterek deyim yerindeyse bedeni üretir, bedeni (kadın/erkek olarak) ayrıştırır ve bu bedenleri toplumsal olarak kabul edilebilir hale getirir. Bu sebeple, Butler’a göre, cinsiyeti, “üzerine toplumsal cinsiyet yapısının sonradan geçirildiği bedensel bir töz olarak değil, bedenlerin maddeselleşmesini kontrol eden kültürel bir norm olarak yorumlamak”
127
128
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
gerekir (Bela Bedenler 9). Daha açık bir ifadeyle, bedenler cinsiyetten ayrı düşünülemediğinden ötürü, zaten cinsiyetli bedenler hâlihazırda kadın/ erkek cinsiyetlerine uygun görülen toplumsal pratikler doğrultusunda düzenlenir. Buna en uygun örneklerden biri, Judith Butler’ın da atıfta bulunduğu, Michel Foucault’nun bir erdişi (hermafrodit) olan Herculine Barbin’in anılarından yola çıkarak yaptığı çalışmadır. Foucault, on dokuzuncu yüzyıl Fransa’sında yaşayan Herculine Barbin’nin hikayesini kısaca şöyle özetler: Neredeyse tamamen dişil ve bir hayli dindar çevrede, yoksul ve liyakatli bir kız olarak büyütülen ve kendisine Alexina denilen Herculine Barbin’in en sonunda “hakiki” bir genç adam olduğu fark edildi. Hukuki işlemlerin ve sivil durumunun değiştirilmesinin ardından yasal bir cinsiyet değişimi yapmak zorunda kalan Herculine Barbin, kendini yeni bir kimliğe uyarlamaya gücü yetmeyerek nihayetinde intihar etti. (“Herculine” 135) Burada, Foucault’nun “hakiki” cinsiyet ile kastettiği, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllardan itibaren erdişilere tıbbın ve hukukun yaptırımları doğrultusunda “hakiki” (gerçek ve doğru) cinsiyetlerinin (tabii kabul gören iki cinsiyetten birinin) saptanması gerektiğidir. Foucault’ya göre, “[c]inselliğin biyolojik teorileri, bireyin hukuki anlamları, modern devletlerdeki idari denetim biçimleri tek bir bedende iki cinsiyetin karışmış olması fikrinin adım adım reddedilmesine neden oldu. … Bundan böyle herkesin sadece ve sadece tek bir cinsiyeti olmak zorundaydı” (133). Tıp ve hukukun da düzenleyici pratiklerin ve yaptırımların birer parçası olduğu düşünülürse, her bireyin doğar doğmaz ve hatta artık doğmadan önce ultrasonografi aracılığıyla cinsiyeti belirlenir; bu durum, erdişilerde yine belli başlı otoriteler aracılığıyla sonradan da belirlenebilir. Nitekim Robert Stoller, erdişiler üzerine yaptığı çalışmada onların cinsiyetlerinin belirlenmesi ile ilgili birtakım önerilerde bulunur: “Eğer hasta üçüncü cinsiyete [erdişi] ait ise, tedavi çok kötü bir şekilde yürütülmedikçe mutlaka başarılı olur. Doğru teşhis başarılı bir tedavi için elzemdir” (38). Stoller, eğer birey iki kabul gören cinsiyetten birine ait bir cinsel kimlik geliştirdiyse, bu kişinin cinsiyetinin değiştirilmesinin doğru olmayacağını söylese de bu durum erdişilere geldiğinde onların dikkatli bir şekilde incelenip doğru ya da Foucault’nun deyimiyle “hakiki” cinsiyetleri-
Cinsiyet/Toplumsal Cinsiyet Sorunsalı: George Eliot’ın Kıyıdaki Değirmen’inde Toplumsal Cinsiyet Performativitesi ve Düzenleyici Pratikler
nin saptanarak o yönde bir tedavi uygulanmasını önermektedir. Dolayısıyla, “[h]erkesin esas, temel, belirlenmiş ve belirleyen bir cinsiyet kimliği olması zorunlu[dur]…” (Foucault, “Herculine” 133). Bu bağlamda, birey belirlenen veya atfedilen cinsiyeti/cinsel kimliği doğrultusunda toplumda var olmakta ve yer edinmektedir. Bu durumda, cinsiyeti, toplumsal cinsiyete tam zıt bir konuma yerleştiremeyiz. Cinsiyet de en az toplumsal cinsiyet kadar toplumsal bir inşaya maruz kalmıştır çünkü cinsiyet gibi her türlü kategorinin ve sınıflandırmanın “kullanımı, uygulandığı şeylerin ‘esas’ veya ‘nesnel’ özellikleri tarafından değil, toplumsal faktörler tarafından belirlenir” (Haslanger 99). Bu bağlamda, cinsiyet kavramı da toplumsal cinsiyet düzenine hizmet eden bir araç olarak görülebilir. Üstelik, Butler’ın belirttiği üzere, cinsiyet sınıflandırması aslına bakılırsa “en başından, normatiftir; bu tam da Foucault’nun ‘düzenleyici ideal’ olarak belirlediği şeydir. Bu bağlamda, ‘cinsiyet’ sadece bir norm olarak işlemez, ancak yönettiği bedeni üreten düzenleyici pratiğin bir parçasıdır, düzenleyici gücünün kontrol ettiği bedenleri üretme – sınırlama, dolaşıma sokma, farklılaştırma – gücüne sahip bir çeşit üretici tahakküm olarak açıklanabilir” (Butler, Bela Bedenler 7-8). Dolayısıyla, normatif ve üretici bir güç olarak cinsiyet, bedenleri idrak ve kabul edilebilir hale getiren düzenleyici bir yapı veya kategoridir. Cinsiyet, düşünüldüğü gibi tamamen biyolojik, fizyolojik ve genetik farklılıkları işaret eden bir mefhum veya sınıflandırma olarak düşünülemez. Bunun en temel sebebi ise cinsiyetin içinde bulunduğu ve hatta içine gömülü olduğu toplumsal matristen ayrılmaz olması ve ondan ayrı düşünülememesidir. Bir bireyin veya bedenin cinsiyetini belirlemek sadece söz konusu bireyi masumane bir şekilde biyolojik olarak sınıflandırmak değildir. Aksine, bireye atfedilen cinsiyet hâlihazırda bir dizi toplumsal, kültürel anlamlar ve değerler taşımaktadır ve bu anlamlar beraberinde bir o kadar da bireyi yönlendirecek ve dahası yönetecek yaptırım ve düzenleme getirmektedir. İşte bu noktada, toplumsal düzenleyici güçler tarafından yönetilen birey genel itibarıyla bu güçlerin çizdiği sınırlamalar çerçevesinde meydana gelir. Butler’ın dediği gibi, “[t]oplumsal cinsiyete tâbi olmuş ancak toplumsal cinsiyet tarafından özneleştirilmiş olarak ‘ben,’ toplumsal cinsiyetleşme sürecinin ne öncesinde gelir ne de sonrasında; o, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin matrisinin sınırları içinden ve bu matrisin kendisiymiş gibi belirir” (Bela Bedenler 15-16). Birey, kendi başına istediği gibi içinde bulunduğu bu matristen bağımsız olarak toplumsal cinsiyetini seçme gibi bir hakka sahip değildir ve böyle bir durum söz
129
130
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
konusu dâhi değildir. Butler’a göre, “toplumsal cinsiyetlenme ‘aktivitesi’ bir insan edimi veya ifadesi, kasıtlı bir sahiplenme olamaz ve kesinlikle bir maske takma meselesi değildir; bu, tüm iradeyi en başta mümkün kılan – iradenin mümkün olmasının kültürel koşulu da olan – bir matristir” (Bela Bedenler 16). Eğer birey bu toplumsal ve kültürel matris içinden doğuyorsa, yine bu matrisin yüklediği pek çok düzenleyici pratiklere de maruz kalacaktır. Bu bağlamda düşünüldüğünde, bireyin toplumsal cinsiyetlen(diril)mesi, yani bireye atfedilen erkek/kadın cinsiyetleri, bir kerede olup biten bir şey değildir; bunun aksine, bu, bireyin hayatı boyunca devam eden bir süreçtir. Buna örnek olarak, Butler, tıbbın bir bebeği doğduktan sonra kız veya erkek olarak atfetmesini verir ve bu adlandırmanın sadece bununla kalmadığını söyler: Anne karnındaki bebeği cinsiyetsiz bir nesneden [it] bir kız [she] ya da erkek [he] özneye dönüştüren tıbbi çağırma [interpellation] göz önünde bulundurulduğunda (her ne kadar yakın zamanda sonogram geliştirilmiş olsa da), bu isimlendirme eylemi süresince, toplumsal cinsiyetin çağırması aracılığıyla dil ve akrabalık alanının içine itilen kız çocuk “kızlaştırılır.” Ancak kız çocuğunun bu “kızlaştırılma” süreci burada son bulmaz, aksine, bu kurucu çağırma çeşitli otoriteler tarafından, bu doğallaştırılmış etkiyi kabul ettirmek için çeşitli zaman aralıkları süresince yinelenir. İsim verme ani bir sınır çizmedir ve aynı zamanda bir normun sürekli empoze edilişidir. (Bela Bedenler 16)5 Bir başka deyişle, cinsiyet belirlenmesi, daha doğrusu cinsiyet verilmesi, bireyin gireceği oldukça uzun bir sürecin sadece ilk adımıdır. “Kızlaştırma” veya “erkekleştirme” sürecinde, zamansal düzlemde bireylerin söylemlerle ve güç ilişkileriyle “kızlaş(tırıl)malarının” ve “erkekleş(tiril)melerinin” kültürel idrak edilebilirlik çizgilerinin içinde tutulması çok önemlidir çünkü bireyler bu şekilde toplumsal olarak kabul edilebilir hale gelirler. Bu çizgiler içerisinde tutulmaları da tabii ki hâlihazırda cinsiyetlenmiş ilişkiler matrisiyle mümkün hale gelmektedir. Bireyin bu matris içinde oluşan cinsel kimliği, Butler’ın deyimiyle, “performatif olarak” (Cinsiyet Belası 77) meydana gelir. Bir diğer deyişle, cinsel 5 Butler’ın bu savının kısa bir eleştirel okuması için bkz. Karen Barad, Meeting the Universe Halfway ss. 191-94.
Cinsiyet/Toplumsal Cinsiyet Sorunsalı: George Eliot’ın Kıyıdaki Değirmen’inde Toplumsal Cinsiyet Performativitesi ve Düzenleyici Pratikler
kimliği zaten var olan veya sahip olunan bir şey olarak düşünemeyiz. Bunun bir töz olarak düşünülmesi aslına bakılırsa toplumsal cinsiyetin zamanla performatif olarak oluşturulmasının sonucudur. Bu yüzden, Butler şu savı ortaya atar: “… toplumsal cinsiyetin tözel etkisi performatif olarak üretilmiş ve toplumsal cinsiyeti tutarlı kılan düzenleyici pratikler gereği zorla var edilmiştir. Dolayısıyla miras aldığımız töz metafiziği söylemi içinde toplumsal cinsiyetin performatif olduğu ortaya çıkar, yani o imiş gibi yaptığı kimliği kuruyordur” (Cinsiyet Belası 77). Toplumsal cinsiyetin performatif oluşu(mu) nihayetinde sanki evvelden beri bir töz gibi görünen ya da algılanan kimliği meydana getirir. Diğer bir ifadeyle, bu kimlik toplumsal cinsiyetin performatifliği sonucu ortaya çıkar. Bu açıdan bakıldığında, “toplumsal cinsiyet her zaman bir yapma edimidir, ama yapılandan önce var olduğu söylenebilecek bir özneye ait değildir. … Toplumsal cinsiyet ifadelerinin ardında bir toplumsal cinsiyet kimliği yatmaz; o kimlik, tam da kendisinin birer sonucu olduğu söylenen ‘dışavurumlar,’ ‘ifadeler’ tarafından performatif olarak kurulur” (Cinsiyet Belası 77). Bu durumda, toplumsal cinsiyeti hep bir yapma/olma ve süreklilik içerisinde değerlendirmemiz gerekmektedir. Bireyin toplumsal cinsiyeti, onu tanımlayan veya gösteren birçok ifadenin (davranış, duruş, hareket, vb.) performatif olarak yinelenmesi ve tekrarlanması ile oluşur ve devam ettirilir. Bu oluşum da nihayetinde bu cinsel kimliğin esas ve değişmez olduğu yanılsamasını yaratır. Butler, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet kavramlarının her ikisinin aslında toplumsal inşa ile oluşturulduğunu ileri sürerek bu kavramların düzenleyici pratiklerle bireylerin esas, gerçek veya hakiki cinsel kimlikleri olduğu algısı yaratıldığını söyler. Bu algının da aslında toplumsal cinsiyetin performatifliği doğrultusunda yinelenen davranışlar ve hareketler sonucu oluştuğunu da vurgular. Bu yüzden Butler, toplumsal cinsiyeti tanımlarken bunun beden üzerinde pek çok kez yinelenen edimler aracılığıyla meydana geldiğinin altını çizer: “Toplumsal cinsiyet bedenin tekrar tekrar stilize edilmesidir, kaskatı bir düzenleyici çerçeve içinde tekrar edilen bir dizi edimdir. Bu edimler zamanla birleşerek töz görünümünü, bir çeşit doğal varlık görünümünü üretir” (Cinsiyet Belası 89). Toplumsal cinsiyetin tekrarlanan edimleri ile töz görünümü yaratması, toplumun bireylere atfedilen cinsiyetleri doğrultusunda cinsiyetlerine uygun davranmaları beklentisine yol açar ve böylelikle kadın/ erkek cinsiyetlerine uygun görülen davranışlar bireylere küçüklüklerinden itibaren dayatılır.
131
132
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
Kıyıdaki Değirmen’de dokuz yaşında küçük bir kız çocuğu olan Maggie ve on üç yaşındaki ağabeyi Tom ile tanıştığımızda bu iki karakterin ne denli toplumsal cinsiyet düzenleyicilerine maruz bırakıldıklarını görürüz. Toplumsal cinsiyet çerçevesinde küçük kız çocuklarına – aslına bakılırsa genel itibarıyla kadınlara – atfedilen edilgenlik onların kimliklerinin doğal bir parçası olarak değerlendirilmiştir. Bu romanın on dokuzuncu yüzyıl İngiltere’sinde, bir başka deyişle Viktorya döneminde, geçmesi toplumsal cinsiyet açısından ayrı bir önem taşır çünkü, Kathryn Hughes’ın dediği gibi, “kadın ve erkeklerin toplumsal rolleri tarihin başka hiçbir döneminde Viktorya döneminde olduğu gibi keskin bir şekilde tanımlanmamıştır” (par. 1). Cinsiyetin getirdiği ayrım bu dönemde bireylerin çocukluklarından itibaren onlara dayatılmaya ve benimsetilmeye başlar. Kadın ve erkek arasındaki cinsiyet farklılıkları dönemin çocuk edebiyatında çokça vurgulanmıştır ve Viktorya dönemi çocuk kitapları “cinsiyet rollerini aşılamada kullanılan dönemin temel araçlarından bir tanesi” olarak kullanılmıştır (Gorham 18). Ayrıca, çocukluktan başlayarak verilen dini eğitim aracılığıyla da toplumun uygun gördüğü cinsiyet rolleri daha da pekiştirilmiştir. Deborah Gorham’ın belirttiği üzere, kız çocuklarına verilen dini eğitimde, erkek çocuklarıyla karşılaştırıldığında, “fedakârlık vazifesinin önemi daha çok vurgulanmıştır” (19). Böylelikle, çok erken yaşta başlayan toplumsal cinsiyet koşullanması göstermiştir ki Viktorya döneminde kadınlara temelde “kendini bilinçli bir şekilde geri plana çekme, kendini başkalarına adama ve fedakârlık” gibi davranışlar uygun görülmüş ve dayatılmıştır (Basch 5). Üstelik, Françoise Basch’ın dediği gibi, Viktorya döneminde, cinsiyetler arasındaki biyolojik farklılıklar öne sürülerek – erkeğin fiziksel olarak daha güçlü iken kadının daha zayıf veya güçsüz olması gibi – erkeğin doğrudan “etken bir doğaya,” kadının ise “edilgen bir doğaya” sahip olduğu kanısı oluşturulmuştur (5). Dolayısıyla, kadına atfedilen edilgenlik, ideal kadında bulunması veya geliştirilmesi gerektiği düşünülen bir dizi toplumsal cinsiyet özelliğini de beraberinde getirmiştir. Örneğin, “tanrıya hürmet, iffet, uysallık ve evcimenlik gibi büyük erdemler” kadınlarla özdeşleştirilmiştir (Lindsey 139). Öte yandan, erkekler “etken,” “koruyucu,” “yapan,” ve “yaratan” olarak görülmüştür (Ruskin akt. Marsh par. 9). Viktorya döneminde, erkekler ve kadınlar arasında oluşturulan bu ayrımlar nihayetinde “iki ayrı dünya” yaratmıştır: “özel yaşam” ve “kamusal yaşam” (Gorham 4; Hughes par. 3). Özel yaşam, yani ev/aile yaşamı, doğrudan
Cinsiyet/Toplumsal Cinsiyet Sorunsalı: George Eliot’ın Kıyıdaki Değirmen’inde Toplumsal Cinsiyet Performativitesi ve Düzenleyici Pratikler
kadınlarla ilişkilendirilirken, kamusal yaşam erkeklerle ilişkilendirilmiştir çünkü kadınlara atfedilen evcimenlik onları ev hayatına hapsederken erkeklere atfedilen aktiflik onları kamusal alanda birçok girişimde bulunmalarına olanak sağlamıştır. Kadınların konuşlandırıldığı bu edilgen durumu belki de en güzel özetleyen tabir, dönemin şairlerinden Coventry Patmore’un bir şiirinin adında, “Angel in the House” (“Evdeki Melek”) olarak vuku bulmuştur. Bir başka deyişle, kadınların yaşam alanları evleriyle sınırlandırılmış ve bu sınırlar çerçevesinde hanesiyle ilgilenmek, ailesine ve özellikle kocasına bakmak ve hizmet etmekle görevlendirilmiştir (Gorham 6). Tabii ki “evdeki melek” anlayışı kız çocuklarına da küçüklüklerinden itibaren öğretilen ve empoze edilen bir durumdur. Viktorya döneminde büyüyen kız çocukları ileride uygun ve hatta gözde birer eş olabilmeleri için “zarif hünerlere sahip leydiler” olarak yetiştirilmiştir (Morgan 36; Hughes par. 4). Dolayısıyla, kız çocuklarının becerilerinin ve hünerlerinin geliştirilmesi ve iffetli birer ‘leydi’ olarak yetiştirilmesi konusundaki çaba, Viktorya döneminde toplumsal cinsiyetin ailesel ve toplumsal yaptırımlar aracılığıyla devam ettirildiğini gözler önüne sermektedir. Kıyıdaki Değirmen’de Maggie pek de edilgen bir kız çocuğu olarak karşımıza çıkmasa da “belli başlı bir kültürel söylem tarafından tanımlanan ve bu söylemle çevrilmiş bir kız çocuğu” (Fraiman 146) olarak düzenleyiciler hep onu edilgenliğe itmeye çalışır. Bu durumda aile bireylerinin önemi ve baskısı çoktur. Örneğin, Maggie’nin annesi Bayan Tulliver, kızına sürekli kızarak onu belli bir “küçük hanım” kalıbına sokmaya çalışır: “Ah, ah, Maggie, şapkanı niçin öyle yere attın? Onu yukarı götür. Uslu kızlar öyle yaparlar. Saçını fırçala, öbür önlüğünü giy. Ayakkabılarını çıkar. Ayıp ayıp, şu haline bak! Temizlendikten sonra buraya gel ve küçük bir hanım gibi uslu uslu işini işle” (Eliot 16). Maggie’den beklenen, tözleşmiş kız çocuğu kimlik kalıbına uymasıdır ve bunun için de Maggie’nin saçlarını güzelce taraması, bonesini takması ve usulca oturup sabırla dikiş yapması gerekmektedir. Ancak, bunun tam aksine, Maggie bonesini başından çıkarıp fırlatır, saçlarını dağıtır ve oldukça öfkeli bir şekilde dikiş dikmek istemediğini ve dikişin “budalaca bir iş” olduğunu söyler (Eliot 16). Toplumsal cinsiyetleri gereği kadınlardan böyle bir edilgenlik beklentisi çok küçük yaşlardan itibaren dayatılmaya başlar. Simone de Beauvoir’a göre, ‘dişi’ kadının başlıca özelliği olan edilgenlik, daha ilk yıllarda gelişmeye başlayan bir niteliktir. Ama bunun biyolojik bir veri olduğunu öne sürmek
133
134
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
yanlıştır; gerçekte, yazgısını yetiştiricileri ve toplum zorla benimsetir ona” (284). Bu bağlamda, bu empoze ediliş tamamıyla bireylerin ve kurumların yineleyen düzenleyici pratikleri aracılığıyla sağlanır. Maggie’nin annesi ve teyzelerinin sürekli onu azarlayarak kontrol etmeye çalışması bu tür pratiklerin bir parçasıdır. Örneğin, Glegg teyzesi, Tulliver’ları ziyarete geldiğinde hem Maggie’yi hem de Tom’u akrabaları geldiğinde nasıl karşılamaları gerektiği konusunda uyarır ve kendisinin küçük bir kızken onlar gibi davranmadığını söyler. Ardından, Maggie’yi, daha önce Bayan Tulliver’ın uyarması gibi, saçları konusunda şöyle uyarır: “Saçlarını kulaklarının arkasına at, Maggie. Elbisenin omuzunun kaymamasına da dikkat et” (Eliot 80). Bu gibi uyarıların ve yaptırımların arkasında belli başlı toplumsal normların dayatılmasının yanı sıra bunların hâlihazırda yerleşmiş normlar ve kanunlar örnek gösterilerek veya onlara istinaden öne sürülmesi söz konusudur. Bu yerleşmiş normlara tekrar tekrar atıflar yapıldıkça onlar daha güçlenmekte ve yerlerini daha da sağlamlaştırmaktadırlar. Romandaki bu duruma en güzel örnek, roman boyunca Maggie’nin zıttı olarak gösterilen ve tam anlamıyla ‘küçük bir hanım’ olarak sunulan ve aynı zamanda Maggie’nin kuzeni olan Lucy Deane’dir. Bayan Tulliver, Lucy’yi Maggie ile karşılaştırır ve şu sonuca varır: Fakat benim çocuklarım da teyzeleriyle eniştelerinin yanında o kadar acayipleşiyorlar ki. Onlar geldiği zaman Maggie her zamankinden on misli yaramazlaşıyor. Sevgili yavrum Tom’um ise teyzeleriyle eniştelerini sevmiyor. Tabii bu durum bir erkek çocuk için bir kızdan daha normal. Ayrıca Deane ablamın kızı Lucy de öyle uslu ki. Onu bir tabureye oturttun mu, bir saat oradan kımıldamıyor. Yerinden kalkmaya çabalamıyor. (Eliot 54) Lucy’nin küçüklüğünden beri edilgenliği benimseyerek böyle toplumsal koşullanması zaten bir kız çocuğu olarak Lucy’den beklenen bir şeydir. Bir yandan, Maggie, hanım hanımcık olarak atfedilen Lucy ile karşılaştırılırken öte yandan yaramazlık konusunda bir erkek çocuğuyla – yani ağabeyi Tom ile – yarıştığı söylenmektedir. Hem Tom hem Maggie, teyzeleri Bayan Pullet tarafından da “yaramaz, beceriksiz çocuklar” olarak görülmektedir (Eliot 77). Ancak, burada Bayan Tulliver’ın yaklaşımı toplumsal cinsiyet niteliklerinin cinsiyetlere göre “doğal” olduğu kanısını taşır çünkü Bayan
Cinsiyet/Toplumsal Cinsiyet Sorunsalı: George Eliot’ın Kıyıdaki Değirmen’inde Toplumsal Cinsiyet Performativitesi ve Düzenleyici Pratikler
Tulliver’a göre, yaramazlık, bir kız çocuğundan ziyade bir erkek çocuğunda daha doğaldır. Üstelik, bu yaklaşım, toplumsal cinsiyeti tam da kadın ve erkek olmak üzere ikili sistem üzerine kurmaktadır. Bir tarafta bir erkek çocuğu olarak yaramaz olması oldukça doğal olan Tom toplumsal cinsiyet skalasının bir ucunda dururken, bu skalanın diğer ucunda oldukça edilgen, uslu ve söz dinleyen bir kız çocuğu olan Lucy durmaktadır. Dolayısıyla, bu skalada Maggie’ye pek yer olduğu söylenemez çünkü onun sergilediği davranışlar, toplumsal cinsiyetlere göre kabul edilen – veya Butler’ın deyimiyle “toplumsal cinsiyet normlarının tortulaşması sonucu” (Cinsiyet Belası 229) oluşturulan – sınırlar dışına çıkmaktadır. Butler’ın vurguladığı bu normların tortulaşması bireylerin bu normları benimsemesi ve devam ettirmesiyle daha da güçlenir. Örneğin, Tom ve arkadaşı Bob’un da tıpkı Bayan Tulliver ve Bayan Pullet gibi, eril davranışlar konusunda toplumun dayattığı ve benimsediği basmakalıp düşünceleri vardır. Mesela, Tom, Bob ile fare avlamaya gider ve Bob bu ‘spor’ hakkında oldukça heveslidir. Bu aktivitenin yarattığı hissi “erkekçe hislere” sahip herkesin anlayabileceğini düşünür: “Bob bu olayla ilgili her şeyi biliyor ve bu spordan ancak bütün erkekçe hislerden yoksun ya da fare avı konusunda acınacak kadar cahil olmayan bir insanın hayal edebileceği gibi, büyük bir şevkle söz ediyordu” (Eliot 61). Benzer bir şekilde, Tom da kızların – Lucy’nin Tulliver’lara geleceği haberi üzerine – “hokey” oynayamayacağını söyler: “Lucy’den bana ne? Bir kız çocuğu o. Hokey oynayamıyor” (Eliot 57). Daha sonra, Tom okula gittiğinde, nasıl bu gibi “hareketli sporlarda” (Eliot 197) başarılı olduğuyla ilgili olarak övünür: “Ben on dördüme bastım… Fakat Jacob’un akademisindeki bütün çocukları dövdüm. Buraya gelmeden önce o okula gidiyordum. Ayrıca onları tırmanma ve hokeyde de yendim. Keşke Mr. Stelling izin verse de balık tutmaya gitsek! Sana balık tutmasını öğretebilirim” (Eliot 197). Fare yakalama, hokey, ağaçlara tırmanma ve kılıçla oynama gibi birçok hareketli spor ile birlikte nispeten biraz daha pasif bir spor sayılabilecek balık avlama gibi aktiviteler, Tom’a göre, daha çok erkekler için uygundur. Toplum tarafından böyle koşullanan erkek çocuğu, Simone de Beauvoir’ın dediği gibi, “öbür oğlanlarla sertlik ve bağımsızlık konusunda yarışır, kızları küçük görür. Ağaçlara tırmanır, arkadaşlarıyla dövüşür, sert oyunlarda onlarla karşılaşır, vücudunu doğaya egemen olmakta kullanacağı bir araç, bir savaş aleti biçiminde algılar…” (284). Gerçekten de Tom’un Lucy ile ilgili yukarıda bahsedilen yorumu de Beauvoir’un erkek çocukların kız
135
136
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
çocuklarını küçük görmesiyle ilgili bu savını doğrular niteliktedir. Üstelik, Tom için, bırakalım kız çocuklarının bahsi geçen oyunlarda veya sporlarda yer almalarını, kızların zemini kirli yerlere gitmeleri ve oralarda gezinmeleri bile sakıncalıdır: “Buraya gel, Lucy. … Bu tarafa. Dikkatli ol. Otların üzerinden yürü. İneklerin geçmiş olduğu yerlere basma! Tom’un kızlar hakkındaki küçümseme dolu fikirlerine, onların kirli yerlerden geçemeyecek kadar mıymıntı olmaları da dahildi” (Eliot 130). Tom’un bu görüşü tam anlamıyla onun hâlihazırda dayatılan toplumsal cinsiyet normlarını benimsediğini ve bu normları yineleyerek onları daha da güçlendirdiğini gösterir. Viktorya döneminde toplumsal olarak cinsiyetler ikili ve zıt bir ilişki içerisinde konumlandırıldığından, bu toplumsal öğrenme ve yaşam sonucu düşünceleri belirlenen Tom’a göre de erkek ve kız çocuklarının yapmaları ve yapmamaları gerekenler mevcuttur. Aslında, Tom ve Maggie, toplumsal cinsiyet normlarının bireyler tarafından nasıl üstlenildiğini ve tekrar edilerek süreklilik kazandığını gösteren karakterlerdir. Zamanla Butler’ın “toplumsal cinsiyet normlarının tortulaşması” dediği cinsiyetlere göre kabul edilebilir ve kabul edilemez davranışların gelişimini Tom ve Maggie’de izlemek mümkündür. Butler’a göre, “[b]u tortulaşma zamanla bir dizi bedensel stil üretmiştir” (Cinsiyet Belası 229); dolayısıyla da “toplumsal cinsiyeti bir bedensel stil, tabiri caizse bir “edim” olarak, hem kasıtlı hem performatif bir edim olarak düşü[nebiliriz] (‘performatif ’ burada teatral ve olumsal bir anlam inşasını belirtir)” (Cinsiyet Belası 228). Bu bağlamda, Tom’un ve Lucy’nin davranışları ve toplumsal cinsiyetin bir “yapma edimi” olduğu göz önüne alındığında toplumsal cinsiyetlerini oldukça “başarılı” bir şekilde “yaptıkları” söylenebilir. Bir yanda, “örnek bir çocuk olarak sürekli takdir edilen güzel, iyi bir kız olan” (Foster 205) Lucy, her daim uysal, söz dinleyen, sabırlı, ağırbaşlı ve bağışlayıcı genç bir kız olarak karşımıza çıkmaktadır ve toplumsal cinsiyetinin gerektirdiği davranışları “uygun” bir şekilde yerine getirmektedir. Örneğin, Maggie, Lucy’nin nişanlısı Stephen’la kaçtıktan bir süre sonra onunla evlenmeden kasabaya geri döndüğünde, Lucy âdeta Meryem Ana edasıyla metanetli bir şekilde ve duygu yükünün de yarattığı etkiyle Maggie’yi bir süre sonra affedecektir (Eliot 7.4). Ancak, diğer yandan, Tom’un bu duruma verdiği tepki, Lucy’ninkinin aksine, oldukça sert ve duygu yoksunudur (Eliot 7.1). Bu da şunu göstermektedir: bireylerin davranışları, tepkileri, konuşmaları ve diğer bireylerle olan ilişkileri doğrudan (toplumsal) cinsiyetleri doğrultusunda kendilerine biçilen standartlar çerçe-
Cinsiyet/Toplumsal Cinsiyet Sorunsalı: George Eliot’ın Kıyıdaki Değirmen’inde Toplumsal Cinsiyet Performativitesi ve Düzenleyici Pratikler
vesinde yorumlanır, şekillenir ve bunlar bireyler tarafından tekrar edildikçe tözleşmiş toplumsal cinsiyet normları haline gelirler. Maggie’nin ağabeyi olarak Tom’un ona kızması ve tepki göstermesi, Maggie’nin davranışının toplumsal olarak kabul edilemeyeceğini ve bu davranışın kabul edilemezliğinin bireyler tarafından devam ettirildiğini göstermekle kalmaz Tom’un verdiği bu sert tepkinin bir ağabey olarak toplumsal cinsiyetine uygun bir davranış olduğunu da vurgular. Öte yandan, Lucy de tıpkı Tom gibi başta Maggie’nin bu davranışını onaylamasa da bir süre sonra, Tom’un aksine, Maggie’yi affetmesi, kadınların toplumsal cinsiyetlerine atfedilen duygusal olma ve dahası duygularını dışa vurma eğilimlerini belirtmekle kalmaz bunun sonucu olarak kadınların Maggie’nin yaptığı ve toplumsal olarak kabul görmeyen bu davranışı bile erkeklere nazaran daha kolay affedebildiklerini gösterir. Bu durum, romandaki diğer kadın figürlerinin (özellikle Maggie’nin annesi Bayan Tulliver ve teyzesi Bayan Glegg) Maggie’nin bu davranışı üzerine yine de Maggie’yi affetmeleriyle desteklenir. Bireylerin toplumsal cinsiyetlerini şekillendirmede belirleyici rol oynayan toplumsal normlara bir başka örnek olarak erkeklere çocukluklarından itibaren öğretilen “erkekler ağlamaz” ilkesi gösterilebilir. Ağlama edimi erkeklerin toplumsal cinsiyeti için pek kabul görmeyen bir durum iken bu edim kızlar için oldukça olağan kabul edilir. Simone de Beauvoir’ın dediği gibi, erkek çocuklarına “Erkekler aynaya bakmaz. … Erkekler ağlamaz,” denir. [Onun] “[k]üçük bir erkek” olması istenir” (271). Kıyıdaki Değirmen’de bu ilkenin doğrudan dayatıldığını gözlemlemesek de ağlama(ma) ediminin toplumsal cinsiyetleri doğrultusunda kız ve erkek çocuklarını nasıl koşulladığına pek çok kez tanık oluruz. Örneğin, Tom okula gittiğinde Maggie’ye onun tavşanlarına bakmasını tembihler ancak Maggie tavşanları beslemeyi unutur ve tüm tavşanlar ölür. Okuldan döndüğünde bu durumdan haberdar olan Tom, Maggie’ye karşı katı davranır ve artık onu sevmediğini söylerek onun yanından uzaklaşır ve böylece onun canını acıtmakla kalmaz onu cezalandırmış da olur. Bunun üzerine, Maggie ağlayarak, eve koşar ve tavan arasına çıkarak orada hüngür hüngür ağlamaya devam eder: “Maggie yüksek sesle, ‘Ah, o çok hain,’ diye hıçkırdı. Uzun, çıplak tavan arasındaki o boş yerlere özgü yankı küçük kıza ıstıraplı bir zevk verdi” (Eliot 46). Hemen sonrasında, insanların onu artık umursamadığını düşünerek tekrar ağlamaya başlar. Benzer bir durum, teyzelerinin saçlarını eleştirmesi üzerine yemekten hemen önce saçlarını kesen Maggie’nin saçlarını Tom’a gösterdiğinde Tom’un kahka-
137
138
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
halara boğulduğu sahnede yaşanır. Bunun üzerine romanda küçük kız şu tepkiyi verir: “‘Bana gülme Tom!’ Maggie öfkeyle konuşmuştu. Gözlerinden hiddet yaşları [boşaldı]. Ayağını yere vurarak ağabeyini itti” (Eliot 83). Tom aşağı indikten sonra Maggie “aynanın önünde durmuş ağla[maktadır]” (Eliot 84). Bu örneklerin birçok benzeri romanda görülmektedir: Bay Tulliver’ın Tom’u okuldan almaya gideceği zaman Bayan Tulliver’ın, yağmur yağması sebebiyle – Bayan Tulliver’a göre, “sabahın çok nemli olduğunu ve küçük bir kızın en güzel bonesiyle böyle bir havada sokağa çıkamayacağını” düşünerek Maggie’yi salmaması üzerine onun ağlaması (Eliot 34); Maggie’nin çingenelerin yanından dönerken babasını görüp ağlaması (Eliot 146); Maggie’nin Tom bayıldıktan sonra uyanması üzerine mutluluktan ağlaması (Eliot 214); Bayan Moss’ta kalırken Stephen’ın Maggie’yi ziyaretinin ardından ağlaması (Eliot 543) ve romanın sonuna doğru, Maggie genç bir kız olduğunda da Philip’ten aldığı bir mektup üzerine yatağın kıyısında diz çöküp yine ağlaması (Eliot 603) gibi örnekler toplumsal koşullanmanın birer temsili olarak düşünülebilir. Butler’ın edim odaklı toplumsal cinsiyet anlayışı göz önüne alındığında, ağlama konusunda her iki cinsiyete ayrı ayrı dayatılan normların başarılı olması, bu davranışın erkek ve kadın bireyler tarafından tutarlı bir şekilde yinelenmesiyle doğru orantılıdır. Tulliver ailesinin başına gelen talihsiz bir olay karşısında Tom ve Maggie kardeşlerin verdikleri tepkileri ele alırsak yukarıda bahsettiğimiz bireylerin toplumsal cinsiyetleri doğrultusunda nasıl koşullandıklarını daha açık görebiliriz. Maggie ve Tom’un babası Bay Tulliver attan düşerek bilincini yitirir ve bu durum ailede korku ve üzüntü yaratır. Bu haberi alan kardeşlerin verdiği tepkileri anlatıcı şöyle aktarır: Bu son sözlerden sonra Maggie’nin tutmaya çalıştığı hıçkırıkları olanca güçleriyle kızın gırtlağında yükseldiler. Tom’un kalbi, gözyaşlarını yasaklayan o ağırlığın altında eziliyordu. Felâket sırasında evde olan Maggie gibi dertlerini kesin bir şekilde göremiyordu. O şimdi sadece amansız bir kaderin ezici ağırlığını hissetmekteydi. Hıçkıra hıçkıra ağlayan Maggie’ye daha da sıkıca sarıldı. Fakat boş boş bakan gözleri kuruydu. (Eliot 223-24) Tom’un hissettiği baskı – ağlamasını önleyen baskı – küçüklüğünden beri bir erkek çocuğu olarak ona dayatılan ve benimsetilen “erkekler ağlamaz” ilkesidir çünkü ağlamak toplumsal cinsiyet normları çerçevesinde eril bir
Cinsiyet/Toplumsal Cinsiyet Sorunsalı: George Eliot’ın Kıyıdaki Değirmen’inde Toplumsal Cinsiyet Performativitesi ve Düzenleyici Pratikler
davranıştan ziyade dişil bir davranış olarak görülür. Dolayısıyla, Maggie bir noktada kendini tutamayıp hüngür hüngür ağlarken, Tom, bir erkek olarak, kendini tutması gerektiğini hisseder ve buna uygun olarak kendini sıkar ve ağlamaz. Tom’un ağlamaması gerektiği kanısı oldukça güçlüdür çünkü “ağlamaktan nefret [ediyor]” ve “bundan utanıyordu[r]” (Eliot 172). Üstelik, ayağına kılıç düştüğünde de “[a]zabı yüzünden ağlamamayı, kendisini tutmasını öğrenmişti” (Eliot 214). Romanda genellikle bir “kız” gibi büyütüldüğü konuşulan (Eliot 504, 206) ve anlatıcı tarafından “kadınımsı bir hassaslığı olan” (Eliot 389) biri olarak tarif edilen kambur Philip Wakem bile, okulda Tom ile tartıştıktan sonra Tom’un kapıyı çarpıp odadan çıkması üzerine ağlamaya başlar: Okul müdürünün eşi Bayan Stelling “[ç]ocuğu pufa oturmuş acı acı ağlarken buldu” (Eliot 206). Bunun üzerine, bir erkek çocuğu olarak böyle ağlarken görülmesinden utanan Philip, diş ağrısını bahane ederek ağlamasını gerekçelendirmesi gerektiği hissine kapılır. Dolayısıyla, ağlama edimi Kıyıdaki Değirmen’deki erkek ve kadın karakterler tarafından, yukarıda görüldüğü üzere, roman boyunca yinelenerek toplumsal cinsiyet normlarının performatif yapısını ortaya koymaktadır çünkü bu edim kadın karakterler tarafından tekrar edildikçe pekiştirilmekte ve onlara atfedilen toplumsal cinsiyetin devam ettirilmesinde büyük rol oynamaktadır. Bir başka deyişle, bu tür edim tekrarları toplumsal cinsiyetin sadece dışarıdan dayatılan ve birey tarafından benimsenen bir şey olmadığını göstermekle kalmaz bireyin kendi toplumsal cinsiyetini tekrarlarla performatif bir şekilde oluşturduğunu ve devam ettirdiğini ortaya koyar. Eğer Butler’ın dediği gibi, “[t]oplumsal cinsiyet etkisi bedenin stilizasyonu üzerinden üretili[yorsa]” (Cinsiyet Belası 230), Butler’ın “bedensel stiller” (Cinsiyet Belası 229) dediği ve bunların arasında saydığımız bedensel hareketlere, davranışlara ve duruşlara cinsiyet doğrultusunda şekillendirilen bedenin nasıl görünmesi gerektiği de eklenebilir. Bedenin stilizasyonunda, özellikle de giyim-kuşam konusunda, toplumsal olarak kabul gören belli başlı normlar mevcuttur. Kıyıdaki Değirmen’de bu konudaki normlara en çok Maggie maruz kalmaktadır. Özellikle çocukluğundan beri, Maggie’ye hanım hanımcık olması için güzel elbiseler giydirilmeye ve uygun bir şekilde saçları şekillendirilmeye çalışılır. Joan Nunn’ın belirttiği gibi, on dokuzuncu yüzyılda kadınlar için yaygın ve revaçta olan belli başlı saç şekilleri ve bone çeşitleri vardır ve bu yüzyılın ikinci yarısı boyunca bunlar değişiklik gösterse de genellikle saçlarda hep bukleler veya örgüler bulunur ve çeşitli boneler (erken yirminci yüzyıla kadar) takılırdı. Üstelik, saçlar, çiçekler ve
139
140
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
kıymetli taşlarla da bezenirdi (124, 159-60; Yarwood 90, 103, 116). Bu durum göz önüne alındığında, Maggie’nin bir kız çocuğu olarak böyle bir yaptırıma maruz kalması tesadüf değildir. Örneğin, daha romanın ilk bölümlerinde Bayan Tulliver’ın Maggie’nin saçlarını bukle bukle yapmaya çalışma çabası gözler önüne serilmektedir: Fakat ne yaparsam yapayım saçları kıvrılmıyor. Saçlarını kağıtla sarmamdan fena halde sıkılıyor. Saçlarını maşayla kıvırırken de bir türlü rahat durmuyor. Öyle yorucu bir iş ki bu.” Maggie’nin babası hiç düşünmeden, “O halde saçlarını kes,” diye cevap verdi. “Kısa kes!”–“Nasıl böyle konuşabiliyorsun, Mr. Tulliver? Koskocaman bir kız o artık. Dokuzuna bastı. … Artık saçı kesilecek yaşta değil. Halbuki kuzeni Lucy’nin saçları bukle bukle. Üstelik bunlar hiç de karışmıyor. (Eliot 15-16, 78) Bayan Tulliver, Maggie’yi aynı yaşlardaki kuzeni Lucy ile karşılaştırırken, Lucy’nin saçlarının bu kadar düzgün olmasını ve bunun tam aksine Maggie’ninkilerin bir türlü bukle yapılamamasını içerler çünkü herkesin çocuklarında tıpkı Lucy’ninki gibi bukleler varken kendi kızında bunu başaramamaktadır: “Kız, şapkasını çıkarıp atarken saçları annesinin suçlamalarını haklı çıkaracak gibiydi. Kızının, ‘diğer ailelerin çocukları gibi, bukle bukle saçları’ olmasını isteyen Mrs. Tulliver, önlerini çok kısa kesmişti. … Ayrıca saçları kağıtlar açıldıktan bir saat kadar sonra dümdüz oluyordu” (Eliot 16). “Diğer ailelerin çocuklarına” yapılan vurgu göstermektedir ki saçlara verilen bu şekil sadece moda olduğu için değil; aksine, bu, kız çocuklarının toplumun uygun gördüğü dişil bedensel yaptırımlar doğrultusunda şekillenmesi ve kalıba sokulmasına ilişkindir. Galia Ofek’e göre, “saç hem bir kadının bedeninin ayrılmaz bir parçası olduğundan ve sosyal, kültürel ve estetik koşullanma gibi dış faktörler tarafından şekillendiğinden ötürü, dişilik, [yeri geldiğinde] biyolojik cinsiyet olarak ve [bazen de] toplumsal inşaya uğramış toplumsal cinsiyet olarak kavramsallaştırılmaya elverişlidir” (181). Maggie’nin bedensel stili, özellikle saçları, konusunda maruz kaldığı toplumsal yaptırımlar göstermektedir ki saçın dişil nitelikleri toplumsal inşa ile oluşmaktadır. Öte yandan, Maggie’nin saçları için geçerli olan bu yaptırım onun ağabeyi Tom’un saçları için söz konusu değildir çünkü toplumsal cinsiyet yaptırımları bireyin cinsiyeti üzerinden şekillenir. Dolayısıyla, bir erkek olarak Tom’un saçlarıyla ilgili bir dayatma görülmemektedir.
Cinsiyet/Toplumsal Cinsiyet Sorunsalı: George Eliot’ın Kıyıdaki Değirmen’inde Toplumsal Cinsiyet Performativitesi ve Düzenleyici Pratikler
Ancak, Maggie pek çok kez bu toplumsal cinsiyet yaptırımlarına başkaldırarak veya reddederek ve zaman zaman bu yaptırımların dayattığı edimleri başarılı bir şekilde tekrar etmeyi beceremeyerek toplumsal cinsiyet oluşumunu sorunsallaştırır. Anlatıcının belirttiği üzere, “Mrs. Tulliver Maggie’yi Glegg teyzesinin boyanmış esvabından yapılmış ipek bir elbiseyi ve Livorno hasırından şapkayı giymeye ikna için elinden geleni yapmıştı. Sonuç öyle kötü olmuştu ki, Mrs. Tulliver olayı bir sır olarak saklamaktan başka çare bulamamıştı” (Eliot 76-77). Bu tür yaptırımlar sadece Bayan Tulliver tarafından değil Maggie’nin teyzeleri tarafından da defalarca dayatılmaya çalışılmaktadır. Mesela, Bayan Pullet, Maggie’nin çok fazla saçı olduğunu söyler ve inceltilmesi ve kısaltılması gerektiğini düşündüğünü söyler ve bunun üzerine diğer teyzesi Bayan Deane görüş bildirmese de Maggie’ye “inceleyen gözler” ile bakar (Eliot 80). Saçlarıyla ilgili yapılan bu yorumlara sinirlenen Maggie, çatı katına çıkarak makasla rastgele saçlarını kesmeye başlar. Kendisine yapılan yaramazlığı ve giyim-kuşamı hakkındaki yorumlarda, her ne kadar bir çocuk olsa da Maggie sıradan ve “normal” bir kız çocuğu kalıbına uymadığını sezinler. Shirley Foster’ın da dediği gibi, [b]ir çocuk olarak Maggie’ye her zaman ‘farklı’ olduğu hissettirilmiştir” (205). Bir kız çocuğunun yapma(ma) sı gerekenlerle birlikte dış görünüş olarak da nasıl görünme(me)si gerektiği toplumsal inşa ile oluşturulduğundan, bu inşanın beraberinde getirdiği toplumsal cinsiyet normlarına da uyması beklenir. Dolayısıyla, Maggie, saçlarını keserek bir nevi toplumsal cinsiyet normlarına karşı bir duruş sergilemeye çalışır. Hatta, Maggie’nin bu davranışını, “bireyselliğini vurgulayan en cüretkâr” hareketlerden biri olarak yorumlayan Foster, Maggie’nin davranışının “başkaldırışı ve kendi cinsiyetine yabancılaşmayı gösterdiğini” söyler ve Maggie’nin bu davranışı, Maggie’nin de fark ettiği gibi, ona “sadece toplumsal kınama” getirir (205). Gerçekten de saçlarını kesmesi üzerine aile bireylerinden (özellikle teyzelerinden) aldığı tepkiler, Maggie’nin bu davranışının toplumsal olarak kabul görmediğini göstermekle kalmaz aynı zamanda bunun cezalandırıcı sonuçları olduğunu da ortaya koyar: Mrs. Tulliver, Maggie’yi görünce hafifçe bağırdı. (Eliot 87) Glegg teyze en yüksek ve haşin sesiyle Maggie’yi azarlamaya başladı. “Ayıp ayıp! Utanmıyorsun değil mi? Kendi saçlarını kesen küçük kızları kamçıyla dövmeli ve onlara sadece kuru ekmekle su verilmeli. …
141
142
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
Pullet teyze Maggie’ye acırmış gibi içini çekti. “Şimdi her zamankinden çok bir çingeneye benzedi.” (Eliot 88) Bu gibi tutumlar, toplumsal cinsiyet normlarının uyulması için uygulanan düzenleyici pratikler arasında sayılabilir. Maggie, toplumsal cinsiyetine uygun görülmeyen bu davranışı üzerine, “bir azarlama ve alay korosu[na]” (Eliot 88) maruz bırakılır. Bu durumda karşılaştığı toplumsal kınama sonucu olarak da Maggie daha sonraki davranışlarında daha dikkatli olacaktır çünkü, Butler’ın dediği gibi, “toplumsal cinsiyetini doğru bir şekilde icra etmeyenleri de düzenli bir biçimde cezalandırırız” (Cinsiyet Belası 229). Örneğin, akrabaları Tulliver ailesini ziyarete geldiğinde giydirilen kıyafetlerinden rahatsız olan Maggie, dantel yeleğini çıkarmayı göze alamaz: Lucy “merhametle karışık bir hayretle müslin yelek yüzünden. … kıvrım kıvrım kıvranan Maggie’yi seyrediyordu. Eğer Maggie, saçı yüzünden kısa bir zaman önce uğradığı o ağır hakaretleri hatırlamasaydı, hiç kuşku yok yeleği de yırtıp atardı. İşte bu yüzden sadece kaşlarını çatarak kıpır kıpır kıpırdanmak ve … aksilik etmekle yetindi” (Eliot 111). Toplumsal cinsiyet normlarını benimsemiş görünen Lucy, görüldüğü üzere, Maggie’nin bu kıyafetleriyle ilgili huzursuzluğunu sezmiş olsa da buna anlam verememektedir. Hatta bakışlarındaki acıma Maggie’nin olması ve davranması gerektiği gibi bir “kız çocuğu” olmadığını vurgular. Bu bağlamda, toplumsal cinsiyet düzenleyicilerinin oluşturduğu standartların dışına çıkmak Maggie’ye bu normların, uyulmadığı takdirde cezalandırıcı bir yönü olduğunu da göstermektedir. Kıyıdaki Değirmen’de toplumsal cinsiyet oluşturmada kullanılan toplumsal düzenlemelerin ve bunların cezalandırıcı yönlerinin en göze çarpan örneği, Maggie’nin Stephen ile kaçması sonucu içine düştüğü durumdur. Yaptığının yanlış olduğunu düşünen Maggie beş gün sonra Dorlcote değirmenine geri döner ve ilk olarak Tom ile yüzleşmek zorunda kalır. Maggie’nin yokluğunda, Tom’un aklından geçenler göstermektedir ki Maggie’nin bu davranışı bir utanç kaynağı olacaktır: “Acaba Maggie onlara evlendiğini mi bildirecekti? Yoksa bir haber mi yollayacaktı? Her halde Maggie evlenmemişti. Tom’un kafası daima en kötü ihtimali kabule hazırdı. Tabii bu da ölüm değil, [kara lekeydi]” (Eliot 580). Benzer şekilde, Tom ve Maggie’nin çocukluk arkadaşları Bob Jakin de Maggie’nin evlenmeden döndüğüne çok şaşırır: “Mr. Stephen Guest neredeydi? … Ah, ne yazık ki Maggie hâlâ [evlenmemişti]. Zeki Bob, buna neyin sebep olduğunu bir türlü anlayamıyordu”
Cinsiyet/Toplumsal Cinsiyet Sorunsalı: George Eliot’ın Kıyıdaki Değirmen’inde Toplumsal Cinsiyet Performativitesi ve Düzenleyici Pratikler
(Eliot 584). Açıkça görülmektedir ki Maggie’nin kaçması zaten oldukça kötü karşılanmasına rağmen daha da kötü olan evlenmeden dönmüş olmasıdır. Toplumsal olarak her ne kadar “kaçmak” uygun görülmese de bunun yaratacağı hasar evlilik ile onarılabilir. Dolayısıyla, toplumsal normlar dışına çıkılsa veya ihlal edilse dâhi bunların onarılması için birtakım yollar izlenebilir. Nihayetinde, kaçma sonrasında gelen evlilik de toplumun bu gibi durumlarda dayattığı bir başka normdur. İşte bu yüzdendir ki, anlatıcının dediği gibi, “[e]ğer Miss Tulliver, birkaç ay orada burada dolaştıktan sonra, Mrs. Stephen Guest olarak … dönseydi, durum değişecekti tabii. … Ve tabii her yer olduğu gibi St. Ogg’s’dakiler de bu durumda neler düşünmeleri gerektiğini bileceklerdi. Verecekleri yargılar da tamamen bu sonuçlara uygun olacaktı” (Eliot 587-88). Üstelik, toplumsal normlar bağlamında, toplum tarafından uygulanabilecek bu tür alternatif bir yaklaşım da Viktorya döneminin “sığlığını ve ikiyüzlülüğünü” de gözler önüne sermektedir (Akça ve Güneş 11). Maggie ve Stephen’ın kaçması her ikisinin de dahil olduğu ortak bir eylem olmasına rağmen toplumsal cinsiyeti açısından toplumun Stephen’a gösterdiği hoşgörü Maggie’ye gösterilmemektedir. Bu durum da toplumun çifte standart tutumunu ve dolayısıyla ikiyüzlülüğünü göstermektedir. Romanda, cinsiyetlere göre belirlenen toplumsal normların dışına çıkan bir birey olarak Maggie cezalarla yüzleşmek durumundadır. Dorlcote’taki evine döndüğünde ilk olarak Tom ile karşılaşır ve onun azarlamalarına maruz kalır: Benim yanımda yerin yok. Hepimizi de rezil ettin. Babamın şerefine leke sürdün. … Aşağılık, ikiyüzlü bir yaratıksın. … Artık seninle bütün ilgimi kesiyorum. Bundan sonra senin gibi bir kardeşim yok. Bizim aileden de değilsin. Fakat sen Stephen Guest’ten on defa daha kötüsün. Senden, karakterinden de hareketlerinden de tiksiniyorum. … Fakat ben seninki gibi bir karakteri hoş göremem. … Fakat artık benimle aynı dam altında yaşamayacaksın. İyice rezil olduğunu bile düşünmek bana yetiyor. Senden nefret ediyorum. Seni görmeyi bile istemiyorum. (Eliot 582-83)
143
144
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
Tom’un bireysel ilişki düzleminde, bir başka deyişle mikro düzeyde yansıttığı veya üstlendiği düzenleyici ve cezalandırıcı tutum hemen akabinde makro düzleme taşınarak, yani St. Ogg’s halkının Maggie’ye karşı tutumuyla, daha da güçlenir ve meşruluğu bir kez daha vurgulanır. Maggie dışarı çıkar çıkmaz “gelip geçenlerin kendisini ısrarla süzdüklerini fark etti. Bu yüzden de kaygıyla adımlarını sıklaştırdı” (Eliot 591). Sonrasında iş bulmaya çabalayan Maggie’nin cezalandırılması bu süreçte de devam edecektir: Mrs. James Torry, Maggie’yi kısa bir zaman için mürebbiye olarak tutmayı düşünemezdi bile. ‘Hakkında öyle sözler söylenilen’ ve ‘erkeklerin kaba şakalar yaptığı’ bir genç kadına evinde yer yoktu. Bel kemiğinden hasta olan ve kendisine arkadaşlık edecek, kitap okuyacak birini arayan Miss Kirke, Maggie’nin ‘o nitelikte bir kafası’ olduğundan emindi. Böyle bir kafayla temasa geçmek tehlikesini göze alamazdı… (Eliot 605-06) St. Ogg’s halkı bu cezalandırıncı tutumunda o kadar ileriye gider ki din adamı Dr. Kenn, Maggie’yi küçük çocuğunu eğitmek üzere mürebbiye olarak işe aldıktan sonra ikisi arasında uygun olmayan bir ilişki olabileceği konusunda dedikodu çıkarırlar. Görüldüğü gibi, Maggie’nin durumunda, bireysel ve toplumsal düzlemlerde uygulanan yaptırımlar ve düzenleyiciler, toplumsal cinsiyetlere atfedilen normatif davranışların “doğru” bir şekilde icra edilmesini sağlayana kadar yinelenmekte ve sürdürülebilirliklerini sağlamak için sürekli olarak tekrar edilmektedir. Maggie bu şekilde toplumun hışmına uğrarken, öte yandan Stephen hakkında düşünülenler hiç de Maggie’ninki kadar olumsuz değildir. Dolayısıyla, toplum kadın ve erkeklere cinsiyetleri doğrultusunda farklı tutumlar sergilemektedir. Bir erkek olduğu için yani cinsiyetinden beklenen veya bir nebze kabul edilebilir olarak görülen bir davranış bir kadın için bir tabuya dönüşür. St. Ogg’s halkı, Stephen’ı da benzer şekilde suçlu bulsa da Maggie kadar suçlu olmadığını düşünür: Mr. Stephen Guest, gerçekten de hiç de hoş olmayan bir şekilde davrandı … [a]ma genç [erkekler] böyle ani sarhoşluklara, sevgilere kapılırlar. (Eliot 588) Zavallı Mr. Stephen Guest’e gelince en çok ona acımak gerekirdi. Böyle durumlarda yirmi beş yaşındaki bir genç
Cinsiyet/Toplumsal Cinsiyet Sorunsalı: George Eliot’ın Kıyıdaki Değirmen’inde Toplumsal Cinsiyet Performativitesi ve Düzenleyici Pratikler
hakkında sert kanılara varılması, doğru değildi. Aslında o ikiyüzlü, çok bilmiş bir kızın eline düşmüştü. (Eliot 589) Stephen için bir ölçüde kabul görebilen veya affedilebilen bu davranışın Maggie için tamamıyla kabul edilemez bir hal aldığı göz önüne alındığında, aynı davranışın cinsiyetlere göre farklı anlam kazandığı ve taşıdığı aşikârdır. Dolasıyla, cinsiyetin belirlenmesiyle başlayan toplumsal cinsiyet inşası her ne kadar cinsiyetten ayrıymış gibi görünse de cinsiyet(lenme) nihayetinde toplumsal bir inşadan öteye gidememektedir çünkü cinsiyet neredeyse hiçbir zaman toplumsal cinsiyet matrisi içerisindeki konumundan ayrı düşünülememektedir. Butler’ın dediği gibi, “kendimizi asla sadece bir beden, yani cinsiyet olarak deneyimlemeyiz veya bilmeyiz çünkü cinsiyetimizi onun toplumsal cinsiyet olarak ifadesi dışında asla bilemeyiz. Yaşanmış ve deneyimlenmiş cinsiyet zaten her zaman toplumsal cinsiyetlenmiştir” (“Sex and Gender” 39). Bu yüzden, toplumun Maggie ve Stephen karakterlerinden beklediği davranışların ve tutumların doğrudan cinsiyetleri doğrultusunda belirlendiği ve dayatıldığı ortadadır. Cinsiyetlere göre dayatılan toplumsal cinsiyet edimleri zaman zaman kültürel kabul edilebilirlik çizgilerinin dışına çıkabilir veya bu edimler bazen yinelenemeyebilir. Tam da bu gibi edimler başarısızlığa uğradığında belirlenen toplumsal cinsiyet kimliklerinin değişmez ve daimî olmadığı gün yüzüne çıkar çünkü, Sara Heinamaa’nın da dediği gibi, toplumsal olarak dayatılan bedensel stiller “sabit nitelikler veya edimler kümelenmesi değil açık ve tamamlanmamış bir yapı” (27) olduğundan normatif bu tür yaptırımların bazen dışına çıkmak mümkündür. Mesela, Maggie’nin yukarıda bahsettiğimiz bazı davranışları dayatılan normlara aykırı bir duruş sergileyerek – her ne kadar sonuçlarına ve cezalarına katlanmak zorunda kalsa da – kendisine uygun görülen toplumsal cinsiyetin ve bunun yaptırımlarının doğrudan bir inşa olduğunu gösterir. Bu duruma bir başka örnek de romanda genellikle yalnız ve insanlardan uzak yaşamayı seçen Philip Wakem’dir. Kambur olması sebebiyle bu tür bir yaşam seçen Philip’e roman boyunca bir erkek için norm dışı sayılabilecek dişil nitelikler atfedilir. Romandaki diğer kadınlara benzer şekilde, Philip “acı acı ağlar” (Eliot 206) ve “[b]ir kadınınki gibi yalvarış ve çekingen bir aşkla dolu olan uçuk renkli yüz[e]” (Eliot 397) sahiptir. Üstelik, daha önce de belirttiğimiz gibi, anlatıcı tarafından da “kadınımsı bir
145
146
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
hassaslı[ğı]” (Eliot 389) olan biri diye tabir edilmektedir. İşte tam da Maggie ve Philip’te gözlemlenebilecek normatif dışı bu durumlar/edimler kültürel olarak idrak edilebilirliğin normlarına uymadıkları için, o alan içinden bakıldığında göze ancak gelişimsel hatalar ya da mantıksal imkânsızlıklar gibi görünüyorlar. Fakat böyle kimliklerin var olmayı sürdürmesi, hatta çoğalması o idrak edilebilirlik alanının sınırlarını ve düzenleyici hedeflerini teşhir etmemiz, böylece idrak edilebilirlik matrisinin kendi terimleri içinde toplumsal cinsiyet düzensizliğinin rakip ve altüst edici matrislerini açmamız için önemli fırsatlar sunuyor. (Butler, Cinsiyet Belası 67) Bir başka deyişle, ikili sistem üzerinde, eril ve dişil olmak üzere, karşıt olarak konumlandırılan toplumsal cinsiyetlere uymayan kimlikler, davranışlar, duruşlar yaygınlaştıkça ve yine tekrar edildikçe toplumsal cinsiyetlerin bir dönüşüm geçirmeye başlaması ve ikili sistemin ötesine geçmeyi başarması kaçınılmaz olacaktır. Ancak, Kıyıdaki Değirmen’de verilen zaman aralığı ve bu dönüşüme katkı sağlayabilecek sadece iki karakter olduğu göz önüne alındığında, olası bir toplumsal cinsiyet dönüşümünü ön görmek pek mümkün olmasa da Maggie’nin kabul görmeyen toplumsal cinsiyet edimleri bu tür bir değişime bir nebze yol göstermektedir. Yine de bir yandan Maggie’nin roman sonunda Floss nehrinin taşması sonucu oluşan sel baskınında kardeşi Tom ile birlikte boğularak ölmesi, öte yandan Philip’in Maggie’nin ölümü sonrası zaman zaman Kızıl Koru’da yalnız başına dolaşarak izole bir yaşam sürmeyi devam ettirmesi olası bir toplumsal değişimin oldukça zor olduğuna bir işarettir. Romanda görüldüğü üzere, toplumsal idrak edilebilirlik çerçevesinde gerçekleşen ve sürdürülen toplumsal cinsiyetlere aykırı bir tutum sergileyenler, ölüm, dışlanma veya kendi kendine sürgün ile yine toplumun dışarısında bırakılır. Dolayısıyla, George Eliot’ın yaşadığı ve romanın geçtiği dönemin on dokuzuncu yüzyıl olduğu göz önüne alınırsa, olası bir toplumsal değişim süreci çok uzun zaman alacaktır, fakat yine de Butler’ın dediği gibi, “[t]oplumsal cinsiyet dönüşümünün imkânları … tekrarın başarısızlığa uğrama olasılığında, kalıcı kimlik denen fantazmatik etkinin siyaseten zayıf bir inşa olduğunu teşhir eden bir biçimsizlikte veya parodik tekrarda mevcuttur”
Cinsiyet/Toplumsal Cinsiyet Sorunsalı: George Eliot’ın Kıyıdaki Değirmen’inde Toplumsal Cinsiyet Performativitesi ve Düzenleyici Pratikler
(Cinsiyet Belası 231). Edimler ve bunların tekrarları başarısızlığa uğradıkça – ki bu Maggie’nin bazı davranışlarında görülür – toplumsal cinsiyet dönüşümü için umut kesilmeyecektir.
K aynakça
Akça, Catherine ve Ali Güneş. “Culture and Gender in George Eliot’s The Mill on the Floss.” Edebiyat Fakültesi Dergisi 26.2: (Aralık 2009): 1-16. Alley, Henry. The Quest for Anonymity: The Novels of George Eliot. Newark: University of Delaware Press, 1997. Barad, Karen. Meeting the Universe Halfway: Quantum Physics and the Entanglement of Matter and Meaning. Durham: Duke University Press, 2007. Basch, Françoise. Relative Creatures: Victorian Women in Society and the Novel 1837-67. Çev. Anthony Rudolf. London: Allen Lane, 1974. Beauvoir, Simone de. Kadın: Genç Kızlık Çağı. Çev. Bertan Onaran. Cilt 1. İstanbul: Payel Yayınevi, 1986. Butler, Judith. Bela Bedenler. Çev. Cüneyt Çakırlar ve Zeynep Talay. İstanbul: Pinhan, 2014. —-. Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi. Çev. Başak Ertür. İstanbul: Metis, 2012. —-. “Sex and Gender in Simone de Beauvoir’s Second Sex.” Yale French Studies 72 (1986): 35-49. JSTOR. Web. 05 Haz. 2016. Cealey-Harrison, Wendy ve John Hood-Williams. Beyond Sex and Gender. Londra: SAGE Publications, 2002. Eliot, George. Kıyıdaki Değirmen. Çev. Gönül Suveren. İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi, 1970. Fraiman, Susan. “The Mill on the Floss, the Critics, and the Bildungsroman.” PMLA 108.1 (Ocak 1993): 136-50. JSTOR. Web. 28 Haz. 2016. Foster, Shirley. Victorian Women’s Fiction: Marriage, Freedom and the Individual. Londra: Croom Helm, 1986. Foucault, Michel. “Herculine Barbin’e Giriş.” Çev. Tolga Yalur ve Berfu Şeker. Cogito 65-66 (2011): 132-38. Gatens, Moira. “A Critique of the Sex/Gender Distinction.” Beyond Marxism? Interventions After Marx. Ed. Judith Allen ve Paul Patton. Sydney: Intervention Publications, 1983. 142-61. Gorham, Deborah. The Victorian Girl and the Feminine Ideal. New York: Routledge, 2013. Green, Laura. “George Eliot: Gender and Sexuality.” A Companion to George Eliot. Ed. Amanda Anderson ve Harry E. Shaw. Chichester: Wiley & Sons, 2013. Harris, Margaret. George Eliot in Context. Cambridge: Cambridge University Press, 2013. Haslanger, Sally. “Ontology and Social Construction.” Philosophical Topics 23.2 (Sonbahar 1995): 95-125. Heinamaa, Sara. “What is a Woman? Butler and Beauvoir on the Foundations of the Sexual Difference.” Hypatia 12.1 (Kış 1997): 20-39.
147
148
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
Hughes, Kathryn. “Gender Roles in the Nineteenth Century.” British Library.com. British Library. Web. 20 Şubat 2017. Jones, R. T. Introduction. The Mill on the Floss. Hertfordshire: Wordsworth, 1999. v-xv. Lindsey, Linda L. Gender Roles: A Sociological Perspective. New York: Routledge, 2016. Marsh, Jan. “Gender Ideology and Separate Spheres in the Nineteenth Century.” Victoria and Albert Museum.com. Victoria and Albert Museum. Web. 20 Şubat 2017. Morgan, Simon. A Victorian Woman’s Place: Public Culture in the Nineteenth Century. New York: Tauris Academic Studies, 2007. Nunn, Joan. Fashion in Costume, 1200-2000. Londra: Herbert Press, 2000. Ofek, Galia. Representations of Hair in Victorian Literature and Culture. Farnham: Ashgate, 2009. Paxton, Nancy L. George Eliot and Herbert Spencer: Feminism, Evolutionism, and the Reconstruction of Gender. Princeton: Princeton University Press, 1991. Stoller, Robert J. Sex and Gender: The Development of Masculinity and Femininity. Londra: Karnac Books, 1984. Yarwood, Doreen. Fashion in the Western World: 1500-1990. Londra: BT Batsford Ltd, 1992.
II. KISIM VII. BÖLÜM Emperyalist Erkekliğin Çöküşü: Joseph Conrad’ın Lord Jim Romanında Erkeklik Çıkmazı Şafak Horzum
İngiltere’de on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru, Viktorya dönemi idealleri ve değerlerinden kopmanın başladığı görülmektedir. Bu durumun sanata ve edebiyata yansıması bakımından, modernist romancılar da erkeklerin normatif emperyalist İngiliz erkekliği ve yeni sosyo-politik ilkeler arasında kalıp savaş vermesi gibi modern bireylerin gelenekselden sıyrılma çabalarını eserlerinde ele almış ve Viktorya dönemi değerlerinin yıkılmasına katkıda bulunmuşlardır. Joseph Conrad bu ‘gelenek dışı’ modernist yazarlardan biri olup Lord Jim (Lord Jim, 1900) adlı romanında geleneksel değerlerden uzaklaşan başkahramanın içsel ve toplumsal bir erkeklik çatışması halini alan normlardan kopuş öyküsünü kurgular. Olay örgüsü, romana adını vermiş başkahraman Jim’in bütün ömrü boyunca karşıt değerler arasında kalıp arzuları, hayal kırıklıkları ve başarısızlıkları çevresinde şekillenmektedir. Bu çalışmanın amacı, Conrad’ın Lord Jim romanında topluma ve siyasete hâkim on dokuzuncu yüzyıl orta sınıf değerlerinin yirminci yüzyılın henüz başlarında nasıl parçalandığını ve Jim’in eski emperyalist erkekliğin küllerinden kendi özgün erkekliğini nasıl inşa ettiğini incelemektir. Çarlık Rusya dönemindeki Ukrayna’da 1857’de doğan, 1874’te Fransa’ya, 1886’da İngiltere’ye taşınan Polonya asıllı Joseph Conrad, on dokuz yıl boyunca deniz ticareti ile uğraşmış ve bu sürenin yarısını denizlerde geçirmiştir. Bu deneyimlerini eserlerine de aktaran Conrad, insan ruhunun onur ve görev duygularıyla hesaplaşmasına değinmektedir (“Joseph Conrad”). En önemli romanları arasında, Türkçeye de çevrilmiş olan, Almayer’in Sırça Köşkü (Almayer's Folly 1895), Narcissus’un Zencisi (The Nigger of the ‘Nar-
150
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
cissus’ 1897), Karanlığın Yüreği (Heart of Darkness, 1899), Lord Jim (1900), Nostromo (Nastromo, 1904) ve Casus (The Secret Agent, 1907) bulunmaktadır. Erkeklik meselesi, Conrad’ın eserlerinde özellikle dikkat çeken ortak bir unsurdur. Eril kahramanlar, bir araç olarak kullandıkları erkekliklerinin sınırlarını sınayıp çözmekte veya toplumdışı karakterler olarak “halden anlayan özdeşleştirmeler” peşinde koşup bireysel ve toplumsal kabuller hedeflemektedirler (Guerard 24). Bir başına kalmış erkek romansı olarak Lord Jim de kendi erkekliğinin sınırlarını henüz yalnızca hayallerinde keşfedebilmiş başkahramanın yalnızlaşması, öz kabulü ve ardından da toplum tarafından tasdiklenmesi süreçlerini anlatır. En önemlisi de eser, eril macera düşlerinin bir eleştirisini sunar ve Viktorya dönemi emperyalizmini desteklemek üzere üretilen popüler edebiyattan faydalanarak tam da yeni bir asra geçiş sırasında topluma ayna tutar. Romana adını veren başkahramanın toplum normlarından kurtularak kendi erkekliğini oluşturma serüvenini anlatan Conrad’ın Lord Jim romanı, ilk dört bölüm hakim bakış açılı üçüncü tekil anlatıcı tarafından sonraki bölümlerse başta gözlemci bakış açılı anlatıcı ve eserin karakteri olan Marlow olmak üzere çoğulcu bakış açısı ile anlatılmıştır. Umman Denizi’nde Mekke’ye giderken 800 Müslüman hacı adayı yolcusuyla birlikte batmaya başlayan Patna gemisini diğer kaptanlarla birlikte terk eden ikinci kaptan Jim mahkemede suçlu bulunur, denizcilik ve kaptanlık lisansları iptal edilir. Gemiyi terk etmesi yüzünden kendisiyle ilgili başarı hayalleri de yıkılan Jim, yine bir İngiliz denizci olan Marlow’un yardımıyla çeşitli liman şehirlerinde simsarlık ve levazımatçılık yapar. Jim, Patna olayının bahsi geçtiğinde ayıplanma korkusu ve utancı sebebiyle her liman şehrinden kısa süre içinde kaçar. Marlow’un yakın arkadaşı Stein, Jim’i Patusan’daki şirketin başına geçirerek ona hayatını yeniden şekillendirme ve Patna olayıyla ağır hasar alan erkekliğini onarma imkânı sunar. Patusan’a vardığında, oradaki düzenbaz Malay şefi raca Tunku Allang ile çatışma içerisine giren Jim, Stein’ın iş arkadaşı Sulawesi kabilesinin şefi Doramin ve oğlu Dain Warris’in güvenini ve desteğini alır. Marlow’un aktarımıyla, yaşayanları eşkıyaların ve Tunku Allang’ın kirli oyunlarının elinden kurtararak Patusan’a düzen ve huzur getiren Jim, Britanya İmparatorluğu’nun kurumsal eğitim ve kültürünün getirdiği emperyalist erkekliğini neredeyse gerçekleştirmiş olur. Ülkesinin kendisinden beklediği bu erkeklik kavramı sebebiyle bir limandan ötekine kendini tecrit edip Patusan’a yerleşen Jim, bu üçüncü dünya toprağını ve
Emperyalist Erkekliğin Çöküşü: Joseph Conrad’ın Lord Jim Romanında Erkeklik Çıkmazı
yerli halkını Britanya ideallerine göre yönetmek ve şekillendirmekle kendini göstermeye başlamıştır. Ancak, yine bir başka İngiliz erkeği Centilmen Brown ve ekibi korsanlık için Patusan’a gelir ve Jim’in kurduğu bütün düzeni bozar. Brown’ın bir çatışma sırasında Dain Warris’in ölümüne sebep olması, köyü ve ahaliyi korsanlara karşı canı pahasına korumaya ant içmiş olan Jim’in sonunu getirir. Jim, kendi bölgesinde saklanabilecek veya – Batılı beyaz erkeklerin sömürgelerdeki yerlilere her daim yaptığı gibi – adamlarıyla birlikte Patusan şeflerine boyun eğdirebilecekken, verdiği sözün ağırlığı altında kalmaz ve hayatında ilk kez kültürel artalanının beklentilerine bağlı kalmadan Doramin’in karşısına çıkar ve canını onun ellerinde teslim eder. Marlow’un anlatıcı olarak eseri neredeyse baştan sona aktarması, Jim’in hayatının detaylarına belirsizlik ekler; bunun yanı sıra, Marlow’un ve çevresindeki dinleyicilerin yorumları Jim’le aynı erkeklik ideallerini paylaşan dönemin adamlarını yansıtması bakımından dikkat çekicidir. Özellikle on dokuzuncu yüzyılda topluma hâkim olmuş emperyalist arzular, dönemin ticaretle uğraşan orta sınıflara mensup erkeklerini şekillendirmiştir ki yirminci yüzyılın başlarında da bu emperyalist idealler ve erkeklik kavramı etkisini sürdürmüştür. Bir hayli zaman almış olan sanayileşme ile beraberindeki tüketim ekonomisinde yaşanan artış, emperyalist ideallerle yoğrulup bireysel beklentilerden bağımsız, tekdüze ve istikrarlı bir toplumsal kimlik oluşturma arzusu içindeki hegemonyacı orta sınıfın değerler sistemini on dokuzuncu yüzyılın ortalarına doğru etkilemeye başlamıştı (Schneider 147). Maneviyatçılık/duygusallık1 (sentimentalism) olarak adlandırılan bu orta sınıf değerler sistemi, devlet politikaları ile bireyin şahsi ahlakının beraberliği inancıyla on sekizinci asrın başlarında ortaya çıkmış olup “hümanist değerlerin Aydınlanma Çağı kutlamasına” (Bell 2) dayalı bir ahlak felsefesi akımı haline gelmiştir. On dokuzuncu yüzyılın son çeyreğine kadar varlığını sürdürmüş olan maneviyatçılık/duygusallık yapısına uygun şekillenmiş ayrı alanlar ilkesi, erkek ve kadının hem birbirinden bağımsız hem de birbirine bağlı ve bağımlı biçimde hayatlarını sürdürmesini vurguluyordu: erkekler için itibar, 1 On sekizinci yüzyıl başlarından itibaren İngiliz Püriten orta sınıfın değerler sistemi olarak ortaya çıkmış olan Sentimentalism, pek çok kaynakta Türkçeye “duygusallık” olarak kazandırılsa da bu kavram duygusallığın yanı sıra Protestan Hıristiyanlığın maneviyatına da dayalıdır. Dolayısıyla, bu yazı içerisinde “sentimentalism” kavramının her iki Türkçe karşılığı anlam uygunluğuna göre kullanılacaktır.
151
152
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
saygınlık ve nüfuz anlamına gelen kamusal alan ve kadınlar için yumuşak başlılığı, evliliği ve iffeti simgeleyen özel alandı (Goode 150-51). Bu rekabetçi sanayileşme ve teknoloji döneminde, burjuva erkekliğinin başarıyla ifa edilmesi öncelikle ticaretin ve sanayinin eril sahası olan kamusal alanın imkânları dâhilinde olup önem taşımaktaydı. Ruskin’in sözleriyle, Viktorya dönemi erkeklerinin kudreti “eyleme dayalı, gelişim ve savunma odaklıdır. Er kişi, kati suretle yapıcı, yaratıcı, kâşif, muhafızdır. Onun zihni, geleceğe yönelik tahminlerden ve buluşlardan yanadır; kuvveti ise verilmesi icap eden savaş yahut fethedilmesi gereken yer neresi olursa olsun maceradan, savaştan ve fetihten yana”2 (146). Bu zihniyet doğrultusunda, toplumun taleplerini ve arzularını doğrudan yansıtan eril bedenin belirtilen bu söyleme dayalı yapısal ve görsel uyum içinde olması gerekmiştir, zira eril beden egemen söylem içerisinde “özdenetim ve itidal gibi orta sınıf değerlerinin yanı sıra toplumun düzen ve ilerleme ihtiyacını da” göstermek üzere kullanılmıştır (Mosse 9). Bu bedensel temsillerdeki ortak unsurlar da ağırbaşlılık ve dayanıklılık gibi orta sınıf Viktorya dönemi erkeklik değerlerini simgelemektedir. Haliyle, sağlam bir adam3 “dürüstlük, namus, vicdanlı hareket” (Mangan 167) gibi nitelikler taşımaktaydı. Joseph Conrad da dönemin erkeklik değerlerine hâkim bir yazar olarak bu eril nitelikleri eserlerindeki erkek karakterlerde yansıtabilmiştir. “Seçkin ticari gemilerin birçok kaptanı” gibi nesiller boyu aynı yaşam tarzını devam ettirmiş dindar ve huzurlu bir papaz evinin beş erkek çocuğundan biri olarak yetişen başkahraman Jim (LJ 13-14), iki yıllık bir eğitim alıp denizlere açıldığında (LJ 18) romanın en başında tasvir edilen haline ulaşmıştır: Boyu bir seksen civarındaydı ve güçlü kuvvetli bir yapısı vardı; başı önde, omuzları hafif kambur, adeta bir boğa2 İkincil kaynaklardan yapılan çeviriler, bu çalışmanın yazarı tarafından yapılmıştır. 3 Adam sözcüğü, hetero-normatif cinsiyetçi söylem içerisinde tanımlanan erkek olma halini belirterek ataerkil toplum ve siyaset yapısına uygun olarak şekillenmiştir. Cinsiyetler arasındaki biyolojik farkların ortaya çıkardığı doğal sonuçları, eril insanları önceleyip yüceltecek şekilde bünyesinde barındıran “adamlık” kavramı (Tiger 19-22), biyolojik indirgemeci bir söylemi belirtir. (Türkçedeki “adam olmak, adam gibi, adam yerine koymak, kalıbının adamı, adamlık sende kalsın” gibi ifadeler hegemonyacı erkeklik içerisindeki bu söyleme örnek gösterilebilir.) Erkek sözcüğü ise anlam bakımından tarafsız olup bir ad olmanın yanı sıra bir adıl olarak cinsiyet belirtmek için de kullanılmaktadır. Her iki sözcük ve bu sözcüklerin (erkeklik, adamlık gibi) türevleri, yazı boyunca bu izleğe göre kullanılmıştır.
Emperyalist Erkekliğin Çöküşü: Joseph Conrad’ın Lord Jim Romanında Erkeklik Çıkmazı
nınki gibi alttan alttan, sabit bakan gözlerle doğrudan insanın üzerine hücum eder gibi yürürdü. Derinden gelen gür bir sese sahipti ve görüşlerini ortaya koyarken kendine pek güvenen, kararlı ve inatçı bir tavrı asla saldırganlaşmadan sergiliyordu. Bu tavırları sanki bir mecburiyetten kaynaklanıyordu ve özgüvenini karşısındaki diğer insanlar kadar kendine de ispatlamak ister gibiydi. Üstü başı düzenli ve pırıl pırıldı; şapkasından ayakkabısına lekesiz, tertemiz bembeyaz kıyafetlerle gezerdi. (11) Jim’in aldığı eğitimin mizacı, duruşu ve sesi gibi etkileyici özelliklerle göze çarpan sağlıklı sayılabilecek bir eril beden oluşturmada işe yaradığı görülmektedir. Böylesi bir tasvir, okuru yukarıda bahsedilen toplumsal beklentilerle şekillenen orta sınıf değerleriyle tanıştırmaktadır. Jim’in karakterindeki ağırbaşlılık ve dayanıklılık gibi özellikleri anlamlı kılmak için, on dokuzuncu yüzyılın başlarında Romantizm’le yeniden canlanan şövalyelik kavramına bakmak gerekir. İngiltere’de aristokrasinin en önemli değerlerinden bir tanesi şereftir, bilhassa erkeklik şerefi. Mosse’nın da altını çizdiği üzere, Ortaçağ’ı şekillendirmiş olan “şövalyelik geleneği uyarınca” şeref, “er kişinin kendisine, namı, duruşu ve itibarına bağlı bir bütündür” (18). Şeref kavramı, bu sebeple, bir adamlık ideali barındırır. Bu şövalyelik kuralı, “sadakat, doğruluk, yiğitlik, ağırbaşlılık,” sebat (Mosse 18), “kararlılık, metanet ve … kavgacılık” (Miller 39) gibi Viktorya dönemi erkekliğinin nitelikleriyle de örtüşmüştür. İngiltere’deki toplumsal yapıya istinaden, on sekizinci yüzyıldan beri hegemonyacı erkekliği tanımlamayı çoğunlukla başarmış olan orta sınıflar, üst sınıflardan daha üstün olduklarını göstermek maksadıyla şövalyelikle bağdaşık bu aristokratik ve üst sınıf erkeklik değerlerini kendi orta sınıf bünyesinde toparlayıp, sanayileşme, ticaret ve emperyalizmle ilişkili kendi normlarına uyarlamıştır. Bu uyarlama, İngiltere’yle etnik, ulusal ve kültürel bakımdan organik bağlara sahip olmayan Hanover Hanedanı’ndan I. George’un (hüküm süresi: 1714-1727) tahta çıkması ve ülke yönetiminin çoğunluğunu orta sınıfların oluşturduğu anayasal parlamento taraftarı Whig’lerin eline geçmesiyle başlar. On sekizinci yüzyılın başlarında bu şekilde güçten düşen kraliyet yanlıları ve çoğunluğunu üst sınıfların oluşturduğu Tory’ler, ancak III. George (hüküm süresi: 1760-1820) döneminde yeniden nüfuz sahibi olmaya başlamışlardır. Ne var ki bu süre zarfında orta
153
154
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
sınıflar üst sınıfların değerlerini kendi ticaret ve ekonomi odaklı değerleriyle birleştirmiş ve yeni değerleri ülke çapında her alanda yaygınlaştırmıştır. Bu ideallerin kurumsal eğitim sisteminde harmanlanıp ortaya çıkardığı ise “sıkı sıkıya inanılan mutlak ırk ve ulus üstünlüğü kavramlarının yanı sıra zaman, mekân, iktidar ve sınıfın bir ürünü” olan emperyalist erkekliktir (Beynon 28). 1830’lardan sonra, Britanya İmparatorluğu’nu ve kimliğini geliştirmek için bilhassa genç erkeklerin eğitimi önem arz ediyordu. Emperyalist erkeklik “akli güç, manevi amaç ve cinsel saflık” ile eşdeğer tutulduğundan, spor ve eğitimde erkeğe yakışan toplu etkinlikler “atletikliği, itidali, cinsel saflığı ve medeni cesareti” ideal erkeklik olgusuyla bağdaştırmak için teşvik edilmiştir (Beynon 27). Ayrıca, on dokuzuncu yüzyılda İmparatorluk’un eril tebaasından bedensel mükemmelliğin yanı sıra tam anlamıyla psikolojik sağlık da beklenmekteydi (Mosse 79-80). Eril kuvveti dengelemek için, kişinin toplumun kurallarına uyması gerekiyordu. Eril kuvvetin idaresinde oluşabilecek herhangi bir yetersizlik yalnızca iş sektörü gibi kamusal alanda felaketlerle sonuçlanmayacak, aynı zamanda özel alan da dâhil hayatın tüm alanlarına yayılacağından bu mutlak denge çok önemliydi. Bu yüzden, erkek çocuklarını terbiye edip sertleştirerek, sadece erkeklerden oluşan teşkilatlarda cesur, hakiki Hıristiyan erkekler yetiştirmek için “Kaslı Hıristiyanlık” – “kavgacı, çetin ve eyleme dayalı erkeklik” (Mosse 49) – olgusunu vurgulayan katı bir emperyalist erkeklik muhafaza edilmiştir. Viktorya çağının sonlarında, muazzam bir imparatorluk olmanın getirdiği İngiliz gururuna imparatorluğun güvenliği, idaresi ve geleceğiyle alakalı derin bir endişe de eşlik etmeye başlamıştır. 1857 Hint Ayaklanması, 1865’teki Morant Bay İsyanı, İrlanda’da 1867 Fenian Ayaklanması, sömürgelerden kaynaklı sorunlar ile Almanya, Rusya ve Amerika Birleşik Devletleri arasında gittikçe artmakta olan küresel ekonomik çekişmenin arasında bulunduğu pek çok etmen bu endişeyi tetiklemekteydi (Horzum 74). Sömürgelerdeki başarısızlıklar gösteriyordu ki İngiliz askerleri düşmanlarla karşı karşıya gelecek kadar kaslı, dayanıklı veya güçlü değildi. Bu durum, Viktorya dönemi erkekliğinin kaslı Hıristiyanlık algısını bir dereceye kadar kırmıştır. Böyle siyasal meseleler beraberinde “işçi grevlerini, sosyalist hareketin yükselişini, uzun süreli ekonomik krizleri ve zamanı daha da hızlandırdığı anlaşılan yeni teknolojileri” getirmiştir; tüm bunlar “yüzyılın sonlarına doğru üst ve orta sınıfların endişelerini” bir hayli artırmıştır (Mosse 79). Yukarıda bahsedilen niteliklerle yapılandırılmış olan Viktorya dönemi erkekliğini tıbbi uzmanla-
Emperyalist Erkekliğin Çöküşü: Joseph Conrad’ın Lord Jim Romanında Erkeklik Çıkmazı
rın da tartışmaya açtığını, anlamlandırmaya ve sağlamlaştırmaya çalıştığını belirtmek gerekir. Bireysel sağlığa tehdit oluşturan frengi, verem ve histeri gibi riskler genel bir saplantı halini almış, Viktorya dönemi erkeklerinin cinsel itidaliyle psikolojik dayanıklılığını sorgulama ihtiyacını doğurmuş (Foucault 11-14) ve erkeklerin duygusal ve psikolojik hamlığına dair bazı fikirleri beraberinde getirmiştir (Hogan 64-65). Erkeğin bedensel sağlığı doğrudan ahlakıyla, erdemleriyle ve maneviyatıyla ilişkilendirildiğinden genel adaba aykırı ve ahlaksız kabul edilen eylemler de bu tıbbi açıklamalar çerçevesinde algılanmıştır. Düşük ahlak ve maneviyatın devleti ayakta tuttuğuna inanılan normatif değerlerin temelini sarstığı düşünülmüştür. Bu sebeple, hekimler erkeklik meselelerinde “kısmen onlardan bekleneni yapıp kısmen de yerleşik kuralların hakemleri olarak itibar kazanmak için ahlak, sağlık ve hastalık arasındaki denklemi” onaylamıştır (Mosse 80). Dönemin erkeklik değerlerinin toplum içerisinde yerleşmesine büyük ölçüde katkıda bulunan etmen, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllar boyunca yazılan kahramanlık öyküleridir. Bu öyküler, eril kimliğin yaratılması için “kurgusal bir alan sağlayan sözlü haritalar” olup (Jayasena 19) İngiltere’nin emperyalist hırslarıyla kesişmektedir. Özellikle, Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe (1719) eserinden sonra iki yüzyıldan fazla bir süre İngiliz erkeklerinin okuma listelerini oluşturan macera anlatıları, İngiliz emperyalizmine güç ve ivme kazandıran mitik öyküler halini almıştır. Bu anlatılar, “toplu halde İngiltere’nin gece uyumadan önce kendi kendine anlattığı hikâyeler olmuştur; rüyaları da, biriktirmiş oldukları şevkle dünyaya açılıp İngiltere’nin iradesini yaymak, bu dünyayı keşfetmek, fethetmek ve yönetmekle” şekillenmiştir (Green 3). Conrad’ın Lord Jim romanının başkahramanı Jim, böyle hikâyelerle çevrelenmiş bir ortamda yetişmiştir. Yiğitlik destanlarına kapıldığı gündüz düşlerinde, kendisini romantik bir kahraman olarak hayal eder: Alt güvertede iki yüz sesin yarattığı velvele ve karmaşa içinde Jim kendini unutur ve okuduğu o macera kitaplarındaki deniz hayatını zihninde yaşardı. Batan gemilerdeki insanları kurtardığını, kasırga sırasında direkleri kestiğini, dalgaların arasında dümdüz yüzdüğünü; ya da bir deniz kazazedesi olarak açlıktan ölmemek için kabuklu deniz hayvanları ararken açık mercan kayalıklarının üzerinde yarı çıplak yürüdüğünü hayal ederdi. Tropik sahillerde vahşilerle karşılaşıyor, açık denizlerde çıkan
155
156
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
isyanları bastırıyor ve okyanusun ortasındaki küçük bir teknede umudunu yitirmiş adamları yüreklendiriyordu. Her zaman göreve bağlılığın bir timsaliydi ve bir roman kahramanı kadar gözü kara ve azimliydi. (LJ 14-15) Jim’in kahramanlıkla dolu hayallerini yansıtan bu satırlar, kendisini on dokuzuncu yüzyılın adamlık değerlerinin merkezine yerleştirmeye çalışan bir erkeği yansıtmaktadır; ne var ki, Jim tam anlamıyla olgunlaşmış bir erkek olarak kendini gerçekleştirmeyi romanın sonuna dek beceremez. Jim’in fantezisi Marlow dâhil her İngiliz denizcisinin ortak hayalidir. Bu fantezi, kadınları hâkimiyet altında ve kendi alanının dışında tutan, maneviyatçılıkla şekillenmiş, tamamı beyaz erkeklerden oluşan bu çevre aracılığıyla dile getirilmektedir. Yüzyılın popüler edebiyatının cesaretlendirdiği Jim’in kahramanlık hayallerini gerçekleştirme, başarıya ulaşma arzusu, Marlow’un daha küçük bir çocukken düşlediği haritada ‘boş yer’ bulma isteğine eşdeğerdir. Marlow, Karanlığın Yüreği’nde Afrika’nın kalbindeki Kongo Bağımsız Devleti’ne (1885-1908) gitmeden önce bu emperyalist arzusunu şöyle dillendirir: “Küçük bir çocukken, haritalara tutkum vardı. Saatlerce gözümü [kıtalara] dikip … [onları] keşfin ihtişamı içinde kendimi kaybederdim. O dönemde dünyada birçok boş yer vardı ve haritada özellikle çekici bir nokta yakaladığımda (zaten hepsi çekici değil mi?), üzerine parmağımı basıp işte buraya gideceğim, derdim” (43-44, vurgu orijinalinde var). Burada, ‘boş yer’ gibi bir imparatorluk kavramı, beyaz adamın bilmediği ve beyaz adam tarafından keşfedilmeye hazır, medeniyetten uzak bir toprak parçasının kimliklendirilmesi, hüküm altına alınması ve İngilizleştirilmesi gibi bir başarı hikâyesini ima etmektedir (Jayasena 21). Jim’in beş çocuk arasında kaçıncı sırada yer aldığı roman içerisinde belirtilmese de emin olabiliriz ki babası oğluna devredecek bir zenginliğe sahip değildir. Buna ek olarak, Jim’in babasının mesleği kendi toplumsal konumunu garantilese de, İngiltere’nin sömürge bölgelerinin sağladığı fırsatları veremez. Dolayısıyla, beyaz adam için sömürgelerde yönetim kademelerinde bulunma ve yükselme fırsatı en azından bu dönemlerde cazip olmuştur ki Jim’in denizcilik ve ticaret sektörlerine girişmesi beklenen bir durumdur. Jim, “denizdeki yaşamdan daha baştan çıkarıcı, insanın aklını başına getirip daha fazla gözünü açan ve kendine daha çok esir eden başka bir şey” olmadığı düşüncesiyle “daha henüz çok genç bir yaşta, bir adamın
Emperyalist Erkekliğin Çöküşü: Joseph Conrad’ın Lord Jim Romanında Erkeklik Çıkmazı
gerçek değerini, öfke ve sabrının sınırlarını ve nasıl bir kumaştan yapıldığını gün gibi ortaya koyan; dayanma gücünün ve gizlediği gerçeklerin sadece diğerlerinin değil kendisinin de farkına varmasını sağlayan o deniz maceraları tarafından asla sınanmadan güzel bir geminin ikinci kaptanı” olarak çalışma hayatına başlar (LJ 19). Romanın başından sonuna dek, “hızla hareket eden ve” kendisini “esir alan” sağlam hayal gücünün peşinde kimlik savaşı verir. Macera anlatılarıyla beslediği erkekliğini bu anlatıların gerçeğe dönüşmesini bekleyip bu gerçekliklerden kendisine pay biçerek kanıtlayabileceğini umar. Bu bağlamda, Jim cesaret gerektiren … ve hayallerinde kotardığı işlerin getirdiği düşsel başarılardan haz alıyordu. Bunlar yaşamın en güzel yanları, gizli gerçeği, saklı kalmış gerçekliğiydi. Bunların görkemli bir gücü, belirsizlikten gelen bir cazibesi vardı ve kahramanca bir yürüyüşle, resmigeçit yaparcasına gözünün önünden geçiyorlardı; beraberinde ruhunu da alıp götürüyorlar ve başlı başına sınırsız bir özgüvenin aşk iksiriyle sarhoş ediyorlardı. Jim’in yüzleşemeyeceği hiçbir şey yoktu. Bu düşünce onu, o denli hoşnut ediyordu. (LJ 30) Jim, “[b]oylu boslu, endamı yerinde, temiz yüzlü, ayakları yere sağlam basan, alabildiğine umut vaat eden, geleceği parlak” bir delikanlı (LJ 51) görünümü sunsa da döneminin erkeklik değerleriyle uyumlu bir şekilde duygusal ve psikolojik hamlığını henüz üzerinden atamamış, eylemden ziyade eylemsizliğe dayalı, yerinde sayan, özdenetimi zayıf, toy bir erkektir. Zihninin geleceğe yönelik tahminleri ve buluşları, öncelikle kendi bireysel başarıları ve kamusal alanda yükselişi ile ilgilidir. Kendi vatanı ve toplumunun ideallerinin gerçekleşmesi ikinci plandadır. Jim’in erkekliğinin inşası, romanın üçüncü şahıs bakış açısı kullanan ilk anlatıcısı tarafından tersinlemeler ve eleştirel yorumlarla gerçekleştirilir. Bu inşa, dördüncü bölüm itibariyle ikinci anlatıcı Marlow tarafından çoğunlukla cesaretlendirme, savunma ve haklı çıkarma söylemleriyle birinci tekil şahıs bakış açısından gerçekleştirilir. Marlow her ne kadar ilk başlarda Jim hakkında şüpheye de düşse Jim’in tükenmekte olan talihini düzeltmek için elinden geleni yapmaya çabalar. Marlow’un da kendi anlattıklarıyla ilgili şüphesi ve tereddütleri vardır; bu sebeple, “Jim’in aktardığı olaylar hâlâ
157
158
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
aklımda fakat aradan geçen bunca zaman içerisinde anlattıklarını kelimesi kelimesine hatırlamam mümkün değil” der (LJ 119). Böylesi bir anlatım, masalsı imparatorluk anlatıları ile gerçekler arasındaki farkı ortaya koymaktadır. Kendisi gibi erkeklik anlatıları ile yetiştirilmiş erkekler için “katıksız vatanseverliği ve gençliğin umudunu” temsil eder (Jayasena 27). Kendinden bir parçayı onda gören Marlow, Jim’in “nasıl göründüğünü biliyordum” der ve devam eder, “doğru yerden çıkıp gelmişti; o bizden biriydi. Kendi gibilerin soyunu sopunu, geldiği yerleri, asla zeki ya da eğlenceli olmayan ve tüm varlıkları dürüst inançlara ve cesurca bir içgüdüye dayanan erkekleri ve kadınları temsil eden, onları simgeleyen biri gibi dikilip duruyordu” (LJ 54). Benzer şekilde, Jim’i sürekli ‘bizden biri’ olarak tanımlayan Marlow, emperyal tasarıları, sınıflandırmaları, profesyonelliği ve ırksal hiyerarşileri hatırlatır. Ne var ki, başkahraman henüz orta sınıf emperyalist erkekliğini benimseyebilmiş biri olamadığı için hayatı boyunca süreklilik içerisinde iç çatışmalar yaşayacaktır. İkinci kaptan olarak çalıştığı “tazı kadar ince ve kullanılıp bir köşeye atılmış su tankından daha fazla pas tutmuş, antika bir buharlı vapur” olan ve “aşağı yukarı sekiz yüz hacı” barındıran Patna, yolculuğun ortasında su almaya ve batmaya başladığı zaman, Jim hayallerindeki kahramanlık başarılarını hayata geçiremez ve tek başına “yapabileceği hiçbir şey olmadığı” kanaatine varıp diğer üç beyaz adamla birlikte sandala binip gemiden kaçar (LJ 22, 23, 100). Gemiden sandala atladığı anı bir atalet ve bilinçsizlik anı olarak yansıtan Jim, bir daha “asla geri tırmanamayacağı bir yükseklikten” düşmüş, “dipsiz bir kuyunun içine” atlamıştır (LJ 126). O kuyu ki Jim’in dünya üzerinde artık cehenneme dönen hayatının gayya kuyusu olmuş ve bu gayya tüm hayatını içinden çıkmak için geçirdiği yeni habitatı haline gelmiştir. Simon de Beauvoire’ın belirttiği üzere, “her erkeğin içkinliğini yırtıp açabilen ve var oluşunun gerçekliğini aşkınlık yoluyla, belli bir hedefe doğru kaçış aracılığıyla ve çeşitli girişimler vesilesiyle ifa etmesini sağlayan diğer erkeklerin mevcudiyetidir” (159). De Beauvoire’ı açmak gerekirse, her erkek, diğer erkeklerin onayını alacak, beğenisini kazanacak eylemler yapma peşindedir ki erkekliği diğerlerinin gözünde tasdiklenebilsin. Jim, iş bitirici, destansı, yapıcı, çözüm odaklı olması gereken ideal erkeklik kavramını Patna olayıyla zedelemiş ve onu yeniden kazanabilmek için gemiden atlayışından itibaren kendini dış dünyadan tecrit etmiştir. Aynı sandalın içindeyken bile – kavurucu sıcağa rağmen – diğer üçünün yanına gidip sandal tentesinin
Emperyalist Erkekliğin Çöküşü: Joseph Conrad’ın Lord Jim Romanında Erkeklik Çıkmazı
gölgesinde bulunmamakta, en azından böyle yaparak kendisi gibi gemiden kaçan kaptan ve makinistlerden farklı olduğunu göstermeye çalışmaktadır. Kimliğinin gizemini koruyup liman liman dolaşarak çeşitli ayak işlerinde çalışan, simsarlık yapan ama her limanda Patna’yı anımsatabilecek bir vaka yaşandığında kendini o toplumdan soyutlayan ve ortadan kaybolan bir insan haline dönüşmüştür. Jim’in kendini bu şekilde tecrit edişi, yüzyıl sonlarındaki erkeklerin hayal kırıklıklarını ve gerçekleri idrakini yansıtır, zira dünya beyaz Anglo-Sakson erkeklerinin zevkine göre özel olarak tasarlanmış bir macera yuvası değildir; gerçek dünyanın şartları eğitim kitaplarındaki gibi her zaman sabit ve öngörülebilir değildir. İçinde yetiştiği ve bulunduğu toplumun Jim’den beklediği, tüm olumsuzluklara ve başarısızlıklara rağmen aynı azim ve istekle emperyalist erkekliğini hayatının tüm alanlarında uygulamaya devam etmesi, bu erkekliği her fırsatta yeniden kanıtlaması ve aynı erkeklik özelliklerini kendisi örnek teşkil ederek diğer erkeklere yayması, benimsetmesidir. John Ruskin on dokuzuncu yüzyılda Britanya İmparatorluğu’ndaki erkeklerin nasıl bir karaktere sahip olması gerektiğini şöyle tanımlar: “Erkek, dış dünyadaki zorlu işleri sırasında tüm tehlikeler ve belalarla karşı karşıya gelmelidir; bu sebeple, başarısızlık, cürüm, kaçınılmaz hatalar er kişi içindir: defaatle yara almalı yahut zorlanmalı; defaatle yanılmalı; ama HEP pişip sağlamlaşmalıdır” (147). Böylesi dayanıklılık ve bir erkek olarak sağlam duruşun Jim’in kişiliğinde bulunmadığı özellikle de o deniz kazasını takiben bir Doğu limanındaki sulh mahkemesinde yargılanmasından sonra netleşmiştir. Jim’de o dönemin geçerli değerlerine gözle görünür bir inanç eksikliği vardır. Conrad da bu eserinde, geleneksel erkeklik tanımlarını barındırmakta olan etkinlik/ edilgenlik, eylem/söz, hayal (macera)/gerçeklik gibi ikili zıtlıkları yeniden değerlendirmektedir. Jim, Patna’dan Patusan’a uzanan yetişkinliği boyunca sayısız ikilem arasında kalmış ve aslında özlemini çektiği, hayalini kurduğu ama gerçekleştiremediği kahramanlık eylemleri tarafından erkekliği örselenmiştir. Conrad, Britanya İmparatorluğu’nun emperyalist erkekliğini ve bu erkekliğin getirdiği ağır beklentileri, yükleri sorgulayan eril bir eleştirmen olarak düşünülürse, bu kavramın ve getirdiklerinin kritiğini erkekler dünyasında ve aynı eril söylemle eser içerisinde yapmaktadır. Andrew Michael Roberts şöyle bir soru sorar: Belki de erkekliğin yokluğunu, eksiklik ve kayıp gibi kavramlar olmadan ve fallusa uzanan bir dünya düzeni
159
160
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
ortaya atmadan şu an için hayal bile edemiyoruz. … Peki, erkek eleştirmenin görme, inceleme, temsil etme eylemleri cinsiyetleştirilmiş estetik algı içerisine böylesine hapsolmuşken, bu eleştirmenden erkeklik söylemindeki bir değişikliği görmesini veya ortaya çıkarmaya çalışmasını nasıl bekleyebiliriz? (210) Bu sebeple, Conrad başkahramanındaki bu erkeklik yokluğunu – daha doğrusu, emperyalist erkekliği benimseyemeyişini ve modern, bireysel erkekliğin yükselişini – eril bir bireyin tekrar eden başarısızlıkları ve Jim’in tecritleriyle vermektedir. Toplumun, kültürün, çevrenin, akranlarının ondan beklediğini gerçekleştirmekten aciz olduğunu anlaması, Jim’i çatışmalı bir iç hesaplaşmaya iter: “Jim bir ölçüde yaptığı keşfin – kendisiyle ilgili keşfin – şaşkınlığını yaşıyordu” (LJ 95). Marlow, Jim “[k]arşımda konuşuyordu ama yaşadıklarını sanki bana değil, daha çok zıt fikirler içinde olduğu görünmez bir şahsiyete, varlığının ayrılmaz ve muhtelif ortağına – ruhuna egemen olan bir başka güce – anlatıyordu. … Bu, hayatın gerçek özüne dair çok hassas ve çok ciddi bir tartışmaydı ve bir yargıca ihtiyacı yoktu” diye belirtir (LJ 106). Jim, toplum tarafından kabul edilmeden önce kendi kendisinin yargıcı olup kendisi tarafından kabul edilmeyi hedefler. Fakat kendini hatalarıyla kabul etmeyi başaramayıp otoriteyle özdeşleştirdiği erkeklik kimliğini toplumca kabul gördüğü pek çok yerde aramaya devam edecektir. Bir otorite figürü olarak yaptıklarından memnun olduğu, kendi erkekliğini emperyalist erkeklik değerlerinden bağımsız olarak gerçekleştirebildiği tek yer, ömrünün de son durağı olan Patusan sömürgesidir. “Bencil bir tanınma ihtirası” ile yanıp tutuşan bir erkek olan ve nihayet eril ideallerini Patusan’a ayak basar basmaz silahlı çatışmalara girip sömürgedeki tarafını hızla belirleyerek “ilkel saldırganlık ve güç arama” güdüsüyle (Shires 201) gerçekleştirmeye başlayan Jim, Patusan’daki ilkel topluluk içerisinde kabul gördüğünde iç çatışmasını kısmen de olsa yatıştırabilir. Jim, Hollanda’nın sömürgesi olan Batavya’da – şimdiki adıyla Cakarta’da – erkekliğini yeniden inşa etmeden önce farklı limanlarda ve şirketlerde çalışarak Patna olayında zedelenen erkekliğini düzeltme gayreti gösterir. Önce, Marlow’un önerisiyle Mr. Denver’ın yanında altı ay kadar çalışır, ancak bu kişinin tavırlarından ötürü yanından ayrılır. Hemen ardından, “gemi levazımatçılığı yapan Egström & Blake Firması’nda … ayakçı olarak”
Emperyalist Erkekliğin Çöküşü: Joseph Conrad’ın Lord Jim Romanında Erkeklik Çıkmazı
(LJ 204) çalışmaya başlar. Altıncı ayın sonunda Patna olayındaki suç ortaklarından biri olduğunun öğrenilmesi ihtimali üzerine oradan ayrılır ve Bangkok’ta Yucker Kardeşler Firması’nda da benzer bir süre çalışır. Yucker’ın ardından, Marlow’un tanıdığı gemi levazımatçısı De Jongh’un firmasına yerleşir. Son olarak, yine Marlow’un yakından tanıdığı Stein ve Ortağı adlı bir şirketin sahibi, altmışlı yaşlarında, “varlıklı ve saygın bir tacir” Stein’la tanışır (LJ 217). Patusan’daki nüfuz sahibi şef Doramin’le ticaret ilişkileri yürüten Stein, oradaki şirketin başında bulunan Portekizli sahtekâr müdür Cornelius’un yerine Jim’i göndererek, hem bu “[d]uygusal ve hayalperest” gence (LJ 232) yüz kızartıcı geçmişinden kaçma fırsatı hem de emperyalist fantezilerin en büyüğü olan – beyaz adamın beyaz olmayanlar arasında kral olabileceği – ‘boş yer’ düşünü hayata geçirme olanağı sunar. Patusan’a gidip oradaki Malay şefi “[y]aşlı ve namussuz” raca Tunku Allang’a boyun eğdirip (LJ 268) tüccar sınıfına mensup olmasına rağmen Patusan’daki ikinci büyük gücün başı, Sulawesi göçmenlerinin seçtiği Doramin ve oğlu Dain Warris’in güvenini kazanır. Eserin Patusan kısmında, Marlow’un aktarımına göre Jim hem kendisi hem de gittiği köy için “Tanrı’nın bir lütfu” olur (LJ 262); köy halkının çoğunluğunu oluşturan Bugileri ve Doramin’i raca Tunku Allang ve eşkıya Şerif Ali’nin hasmane eylemlerine son vererek Patusan halkının güvenini, saygısını hızla kazanmıştır. Bu noktada, Jim’in çevresindekilere olan yaklaşımını daha iyi anlamak için Avrupa’nın sömürge ve emperyalizm mantığına bakmak gerekir. Batı’nın imparatorluk tasavvuru, sömürge özneleri ile nesneleri arasında koşulsuz ayrım yapma zarureti üzerine kuruludur: şiddet dolu barbarlığı, sorumsuz çocuklukları, batıl inançlara dayalı cehaletiyle sömürge tebaası ve onlara hükmetme hakkı olan medeni uluslar arasındaki derin uçurum. … İmparatorluk, Britanya en büyük sömürge gücüne sahip ve de kültürel kibri ile ırkçı şovenizminin zirvesindeyken, sınırları ve nesilleri aşan erkeklik kurgularıyla desteklenmiştir. (Deane 3) Jim de Patusan halkına, yine kendisini geçmişinden tecrit edip adeta hayata sıfırdan başlayarak, kendi emperyalist erkekliğini nihayet başarıyla gerçekleştirebildiği bir uygulama alanı olarak yaklaşmaktadır: “Akşamın huzuruna, nehre, evlere, ebedî ormanlara, eski insanların yaşamlarına, ülkenin sırlarına,
161
162
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
yüreğindeki gurura kendi malıymış gibi bakıyordu” (LJ 267). Patusan’daki her şeyi ve herkesi kendi malıymışçasına sahiplenme duygusuyla hareket eden Jim, kendince yeni keşfetmiş olduğu ‘boş yer’e ve onun sunduklarına sahip çıkmaktadır. Bir erkeğin kendisiyle alakalı her bir nesneyi ve kişiyi kendine ait olarak görmesi, onları – yeri ve zamanı geldiğinde kendisi yok etmek üzere – koruyup kollaması heteronormatif bir erkeklik göstergesi olarak burada da göze çarpmaktadır. Marlow’la karşılaşmalarında, Jim’i tasviri Jim’in uzun zamandır olmayı düşlediği eril bir bireye dönüştüğünü göstermektedir. Jim ormanlarda büyük bir itibar edindi ve Antik Yunan mitolojisindeki o düşsel cennette yaşayanlara özgü bir mutluluk (masumiyete dair bir şey söylemeyeceğim) yakaladı; başkalarının sokaklarda, şehir yaşamında yakaladığı kadar büyük bir mutluluk ve itibardı bu. Mutluluk, mutluluk –Nasıl desem?– bütün enlemlerde altın bir kupanın içinden kana kana içilir: Nasıl bir tat alabileceğiniz ise size, sadece size kalmıştır ve bunu arzu ettiğiniz kadar keyif verici, sarhoş edici yapabilirsiniz. Daha önce olanlara bakarak tahmin edebileceğiniz üzere, Jim dibine kadar içenlerdendi. Ben onu tam anlamıyla sarhoş olarak değilse de, en azından dudaklarına bulaşmış mutluluk iksiriyle coşmuş halde bulmuştum. (LJ 191) Emperyalist anlatıların da desteklediği üzere, Jim üstün ırkının tek mensubu olarak kendini beyaz adamla dolu dış dünyadan tecrit etmiş yalnızlığının korumasında sömürge halkıyla barış içerisinde yaşamaktadır artık. “Bir gün her şeyi yeniden kazanma fırsatı yakalamalı insan” diyen (LJ 195) ve bu fırsatı yakalayan Jim, bu “ülkeyi ve insanlarını bir nevi vahşi bencillikle, tepeden bakan, küçümseyici bir şefkatle seviyordu” (LJ 268). Jim’e erkekliğini gerçekleştirebilme olanakları sunan Patusan, aynı zamanda Jim’in içinde yoğrulmuş olduğu kendini üstün gören kültürü dışarı çıkarmaya da başlamıştır. Kendini tecrit etmiş ve dış dünyadan, diğer insanlardan uzaklaşmış olan Jim, hızla yeniden eski haline dönerek köydeki üstün pozisyonunun farkına varır ve buna göre eylemlerini düzenler. Jim gibi bir bireyin erkekliği, çevresi ve iletişim içerisinde olduklarıyla uyum içinde olsa da, bu erkekliğe sahip eril kişi kendini aynı çevreye üstün olarak hissettirme ihtiyacı içerisindedir. Ülkeye gelişi ve tehlikelere ani bir kararlılıkla korkusuzca atılması, Jim’in kendi bireysel yapısına uygun bir olgunluğa eriştiğini göstermektedir.
Emperyalist Erkekliğin Çöküşü: Joseph Conrad’ın Lord Jim Romanında Erkeklik Çıkmazı
Marlow, onu raca ile birlikte gördüğünde Jim’le gurur duyar; zira Jim, beyaz adamın hegemonyasını beyaz olmayan ve ikinci sınıf insan olarak görülen raca ile halkına kabul ettirmiş, zorla da olsa onların hürmetini kazanmıştır. Bu durum okuduğu kahramanlık edebiyatında belirtilen maceralardan birine atılmış olan Jim’in hayallerinin peşinden giderek emperyalist erkekliği gerçekleştirebilecek olgunluğa erişmiş olduğu kanaatini uyandırmaktadır. Bu erkekliği, Patna olayında ve sonraki levazımatçılık yaptığı işlerde gerçekleştirme gücünü kendinde bulamayan Jim, artık yetişkin bir erkek gibi hareket etmesi gerektiğinin ayırdındadır. Ne var ki, Jim’in ‘Centilmen’ Brown’la karşılaşması ve ona karşı gösterdiği merhamet dolu ‘ikinci şans’ onun Britanya İmparatorluğu’ndan uzakta olmanın getirdiği bir unsur olarak yorumlanabilir. Bunun başlıca sebebi, emperyalist erkekliğin gerektirdiği üzere kendisine rakip olabilecek bir başka beyaz adamı egemenliği altına almamış veya ortadan kaldırmamış olmayı tercih etmesidir. Jim’in erkekliği emperyalist erkekliğin tanımlarından biraz olsun sıyrılıp sömürgeci ve rekabetçi ‘ideal’ erkeklikten uzaklaşmıştır. Kahramanlık düşleriyle beslenmiş Jim gibi bir “emperyalist kahramanın fantezisi yine beyaz adamlar tarafından parçalanan emperyalist eril otoritenin bir örneklemesi” olmuştur (Jayasena 22); yani romanın başkahramanının nihai düşüşü Centilmen Brown suretinde ‘unvan’ sahibi bir başka İngiliz erkek tarafından hızlandırılmıştır. Bu düşüş, aslında, beyaz adamın emperyalizm bağlamında kendisini yenilemek, yeniden yapılandırmak için inzivaya çekilebileceği uygun alanların eksikliğini göstermektedir. Hayatını ortaya koyduğu fakat karşılığında Brown tarafından adeta ihanete uğradığı ve sonrasında Dain Warris’in ölümüne yol açtığı için Jim’in Doramin’e gidip ölümüne razı olması, onun evrensel öneme sahip bir erkek olduğunu göstermektedir çünkü Jim “daima erkeklerin üstünde baskı oluşturan ahlaki karanlığın üzerinde bir vefa, şeref ve ruh asaleti aşkınlığı”na erişmiştir (Haugh 140). Erkeklik göstergelerinin teatral bir gösteri olarak sunulduğu Lord Jim’de, yan karakterlerin bir kısmı da Jim’deki emperyalist erkeklik eksikliğinin tam tersi şekilde eylemlerde ve söylemlerde bulunurlar. Bunlara ilk örnek, “aralıklı patlamalarla gürleyen bir kasırga” sırasında Jim harekete geçmek yerine fırtınaya hayalperestçe bakıp düşüncelere dalmışken denize düşen denizcileri kurtarmaya atılan “filikanın iri ve gri gözlü kız güzeli kürekçisi” olur (LJ 15). Romanın erkeklik biçimlendirmesiyle ilgili olduğunu göz önünde bulundurursak, yapılı ve sağlıklı bir bedene sahip Jim’in ataleti karşısında narin genç bir
163
164
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
kürekçinin çevikliği ve korkusuzluğu resmedilir. Jim tarafından fiziksel olarak olgunluğa ulaşmadığından kadınsı özelliklerle betimlenen genç delikanlının böyle bir cesaret örneği göstererek erkekliğini gözler önüne sermesi akran onayı, toplum tarafından kabul görme ve takdir edilmeyi beraberinde getirmiştir. Genç kürekçi, çevresindeki erkeklerin kendi erkekliğini onaylamaları ve kabul etmeleri için, işbirliği yaptığı İhtiyar Symons’la takım çalışması yapabildiğini ve kendi narin yapısına rağmen “sakallı iriyarı” bir adamı kurtarabildiğini (LJ 17) tüm detaylarıyla ve hevesle destanlaştırarak anlatmaktadır. Bu olay daha derin incelendiğinde görülebileceği üzere, genç bir erkeğin kendinden yaşça ve deneyimce ileride bir başka erkekle eş zamanlı iş yürütebilmesi onun hegemonyacı erkekliği yıllardır uygulayan deneyimliler arasına girmesini sağlar (Strychacz 107); kendinden bedenen daha üstün bir başka erkeği kurtarma durumu ise erkek vücudunun kişinin erkekliğini tanımlarken bir önemi olmadığını göstermektedir. Sosyo-kültürel varsayımlar, erkekliğin en bilinen fiziksel göstergesinin bir erkeğin bedeni olduğu üzerinedir. Bu sebeple, daha büyük, daha kaslı, daha sert, daha kıllı erkek bedenleri erkeklik morfolojisine katkıda bulunur (Reeser 11). Tam tersi şekilde, erkekliğin olmayışı da aslında bedene bakılarak anlaşılabilmektedir; daha zayıf, kas yapısı belirgin olmayan, minyon tipteki erkekler de toplumsal normlara göre erkeklik özelliklerini taşımamaktadırlar. Bu da demek oluyor ki “aslında beden, üstüne toplumsal semboller işlenen, neredeyse tarafsız [cinsiyetsiz] bir alan veya yüzeydir” (Connell 4546). Conrad, genç kürekçi aracılığıyla hegemonyacı erkeklik kişinin çevresinde kahramanlığıyla kabul almasının, ama aynı zamanda geleneksel erkeklik imgeleminin de dışına çıkmasının bir örneğini sunmuştur. Geneksel emperyal erkeklik kavramına sıkı sıkıya bağlı olan Jim ise bu gösterişli anlatımın “acınası bir kendini beğenmişlik ve gösteriş budalalığı olduğunu” düşünmekte ısrar edip “[b]u rezilliğe, hissizce ve soğukkanlılıkla bakıyordu. İçinde zerre kadar duygu yoktu ve göze çarpmadan, şamatacı gençlerden uzakta, bu sersemletici olayın etkisiyle ve son tahlilde macera yaşama hırsından ve bir anlamda çok yönlü cesaretinden bir kez daha emin olmasıyla birlikte büyük bir coşku yaşadı” (LJ 18). Jim’in talim gemisindeki ‘kız güzeli’ bu genci kadınsılaştırarak erilliğini azaltması, geleneksel köklere bağlı emperyalist hegemonyacı erkekliği yüceltme amacı güden bir ötekileştirme özelliğidir. Elinden kahramanlık fırsatı adeta çalınmış olduğundan o genci dişileştirmek kendi erkekliği için bir savunma stratejisi halini alır. Bu tavır, kahramanlığın bir cinsiyete zaten en baştan büründürülmüş bir kavram olduğuna işaret eder. Dolayısıyla Jim’in
Emperyalist Erkekliğin Çöküşü: Joseph Conrad’ın Lord Jim Romanında Erkeklik Çıkmazı
Patusan’daki varlığı oradaki yerlilerden çok öz değeri ve kendi erkekliği için önemli bir varoluş mücadelesidir. Bir başka emperyalist erkeklik örneği, sulh mahkemesinde Jim’in davasındaki yargıçlardan biri olan “Blue Star Vapur Şirketi’nin birinci sınıf gemisinin kaptanı” Koca Brierly’dir (LJ 68). “Hayatında hiç hata yapmamış, hiç kazaya uğramamış, hiçbir terslik yaşamamış, kariyerindeki sürekli yükselişi hiç sekteye uğramamış” ve “özgüveninin yıpranması şöyle dursun, kararsızlık nedir bilmeyen o şanslı adamlardan biri” olan Brierly (LJ 68-69) tüm özellikleriyle başarılı bir emperyalist erkeklik timsalidir: “O, denizde insanların hayatını kurtarmış, zor durumda kalan gemilerin imdadına yetişmişti ve sigortacılar tarafından kendisine altın bir kronometre, ayrıca yaptığı hizmetlerin anısına üzerine yabancı bir hükümetin ithaf yazısının kazındığı [gümüş kakmalı] bir dürbün hediye edilmişti” (LJ 69). İngiliz emperyalist erkekliğinin kusursuz örneği olarak sunulan Brierly, mahkemeden çok kısa bir zaman sonra intihar etmiştir. Hayatını sonlandırma sebebi, “para, içki ya da kadın” olmamakla birlikte denizci arkadaşları tarafından “kuşkusuz büyük ve ciddi bir mesele” olarak algılanan bir sır olarak görülmektedir (LJ 70). Brierly, kaptanı olduğu Ossa gemisinin kıç tarafından kendini denizin dibine göndermeden önce, ikinci kaptan Mr. Jones’a gerekli tüm talimatları verir ve onu birinci kaptan olarak atamaları için vasiyet niteliğinde bir tavsiye mektubu bırakır. Conrad’ın özellikle Hector Sahili’nin kuzeyi diye belirttiği Brierly’nin intihar ettiği yeri, Homeros’un Troya Savaşı’nı anlattığı İlyada (M.Ö. ≈ 7-8. yy) destanındaki Troyalıların en büyük savaşçısı, varisi ve kendi toplumunun en gözde erkeği Hektor’a (Estin ve Laporte 164-65) bir gönderme olarak düşünülebilir. Kusursuzluğu, ölçülülüğü ve başarılarıyla tarihsel edebî metinlere adını nakşettirmiş olan Hektor’a emperyalist erkekliğin tüm gereksinimlerini yerine getirmesi ve lekesizliğiyle benzeyen Brierly, Jim’in mahkemesinde detaylarına şahit olduğu Patna olayı gibi bir durumun içinde bulunup şerefinin, dolayısıyla erkekliğinin, ayaklar altına alınması ihtimalini zihninden çıkaramamış ve derin düşüncelere dalmıştır. Ayrıca, emperyalist erkekliğin, kolektif bir kavram olup bireysel eylemlere, seçimlere, hatalara yer vermediği düşünülürse, Brierly ilk kez özgür bir seçim yapmış ve kusursuz kariyerinin zirvesindeyken omuzlarındaki bu normatif yükten kurtulmuştur. Brierly için bu seçim, Hektor’un zaferlerle dolu yaşamına zıt – Akhilleus tarafından öldürüldükten sonra savaş arabasının arkasında kilometrelerce sürüklenmesi gibi – aşağılanmayla dolu bir
165
166
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
ölümden kaçınma olarak da düşünülebilir. Bu intihar, ayrıca, uzun zaman boyunca geleneksel emperyalist erkekliğin baskısından dolayı bireyselliğine ve özgürlüğüne kavuşamamış Jim’in Patusan’daki şerefli ölümüne yapılan bir önseme olarak baskıcı ve dominant gelenekten kopuşun ne denli sıkıntılı olduğunu göstermektedir. Sonuç olarak, kariyerinin henüz başındayken İngiliz emperyalist erkekliğinin bedensel özellikleriyle betimlenen başkahraman Jim, bu erkekliği taçlandırmak için eril kimliğini eylemlerinde de ortaya çıkarabileceği bir hale ulaşmak durumundadır. Bu başarı, ona hem erkeklerin gözünde takdir ve kabul kazanması hem de kendi öz değerini kanıtlaması için gereklidir. Ancak, talim gemisindeki ataleti ve Patna olayındaki kaçışı göstermiştir ki Jim yıllardır içinde büyütüldüğü İngiliz emperyalist erkekliğini henüz taşıyabilecek ve hayata geçirebilecek olgunluğa sahip değildir. Kaptanlık lisansının iptaliyle birlikte kendini toplumdan soyutlaması ve liman liman dolaşıp gönüllü sürgün olması, geleneksel değerler ve öz değeri arasında yaşadığı iç çatışmasının bir yolculuğu olmuştur. Stein sayesinde Patusan’da kazandığı fırsat, ona dilediği emperyalist erkekliği gerçekleştirebilme olanağı sunarken, aynı zamanda onu bu erkeklik normlarına hapsedecek derecede zincirleyen anavatanından büyük ölçüde uzakta kalma fırsatı sağlamıştır. Boğucu bir endişe, nefes almayı zorlaştıracak derecede kültürel toplumsal cinsiyet tanımlarının ve beklentilerinin içine sinmiş olduğundan, bu tanımlara uymaya ve beklentileri karşılamaya çalışan Jim’in öyküsünün, çok güvenilir olmayan Marlow’un birinci ağzından anlatımı bu idealleri paylaşan çoğu İngiliz erkeğinin arzularını, korkularını, endişelerini, sevinçlerini yansıtmaktadır. Erkeklik geleneği, sadece buna uymaya çalışan başkahramanı değil, aynı zamanda onun etkileşim halinde olduğu diğer erkekleri de ilgilendirdiğinden roman boyunca – ‘kız güzeli’ kürekçi ve Koca Brierly gibi – farklı erkeklik örneklemeleri de görülebilmektedir. Lord Jim’de bir başka erkeğin eylemlerine bakma hissi, erkekler arası kıyas, takdir ve kabul, eserde karmaşık bir erkeklik betimlemesi yoluyla maceralı bir anlatım içinde sunulmuştur. Nihayetinde görülmektedir ki bir erkeğin geleneksel eğitimden, biçimlendirmeden, dayatmalardan kurtulma süreci özellikle diğer erkeklerin bakışlarına ve yargılarına maruz kalacakları kamusal alanda zorlu bir süreçtir. Conrad da böyle bir sürecin bu değerleri yaratan toplumdan soyutlanarak yabancı bir alanda gerçekleştirilebilme ihtimalini Jim aracılığıyla vermiştir. Bununla birlikte, aynı topraklardan gelen ve aynı kültürde yetişen
Emperyalist Erkekliğin Çöküşü: Joseph Conrad’ın Lord Jim Romanında Erkeklik Çıkmazı
bir bireyin bu yabancı diyarda ortaya çıkması durumunda sürecin sekteye uğrayabileceğini Centilmen Brown ile gözler önüne sermektedir.
K aynakça
Birincil Kaynaklar:
Conrad, Joseph. Karanlığın Yüreği. Çev. Erhun Yücesoy. İstanbul: Can, 2014. —-. Lord Jim. Çev. Erhun Yücesoy. İstanbul: Can, 2015.
İkincil Kaynaklar:
Bell, Michael. Sentimentalism, Ethics and the Culture of Feeling. New York: Palgrave, 2000. Beynon, John. Masculinities and Culture. Buckingham: Open UP, 2002. Connell, [Raewyn] R. W. Masculinities. 2. Ed. Berkeley, CA: U of California P, 2005. Deane, Bradley. Masculinity and the New Imperialism: Rewriting Manhood in British Popular Literature, 1870-1914. Cambridge: Cambridge UP, 2014. De Beauvoir, Simone. The Second Sex. Ed. and Çev. H. M. Parshley. Londra: Random, 1953. Estin, Colette ve Hélène Laporte. Yunan ve Roman Mitolojisi. Çev. Musa Eran. Ankara: TÜBİTAK Popüler Bilim, 2002. Foucault, Michel. Cinselliğin Tarihi. Çev. Hülya Uğur Tanrıöver. İstanbul: Ayrıntı, 2007. Goode, Mike. Sentimental Masculinity and the Rise of History, 1790-1890. New York: Cambridge UP, 2011. Green, Martin. Dreams of Adventure, Deeds of Empire. New York: Basic, 1979. Guerard, Albert J. Conrad the Novelist. Cambridge, MA: Harvard UP, 1958. Haugh, Robert F. “The Structure of Lord Jim.” College English 13.3 (1951): 137-41. JSTOR. Web. 04 Nisan 2017. Hogan, Anne. “‘Reading Men More Truly’: Charlotte Brontë’s Villette.” Masculinity and Spirituality in Victorian Culture. Ed. Andrew Bradstock ve diğerleri. Londra: Macmillan, 2000. 58-70. Horzum, Şafak. “Decadence of Victorian Masculinity, or Dandyism in Oscar Wilde’s Lady Windermere’s Fan.” Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi 33.1 (2016): 73-86. Jayasena, Nalin. Contested Masculinities: Crises in Colonial Male Identity from Joseph Conrad to Satyajit Ray. New York: Routledge, 2008. “Joseph Conrad.” Encyclopaedia Britannica Online. Encyclopaedia Britannica Inc., 2016. Web. 11 Aralık 2016. Mangan, Michael. Staging Masculinities: History, Gender, Performance. New York: Palgrave Macmillan, 2003. Miller, Lori M. “The (Re)Gendering of High Anglicanism.” Masculinity and Spirituality in Victorian Culture. Ed. Andrew Bradstock ve diğerleri. Londra: Macmillan, 2000. 27-43. Mosse, George L. The Image of Man: The Creation of Modern Masculinity. Oxford: Oxford UP, 1996. Reeser, Todd W. Masculinities in Theory: An Introduction. West Sussex: Wiley-Blackwell, 2010.
167
168
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
Roberts, Andrew Michael. Conrad and Masculinity. Londra: Macmillan, 2000. Ruskin, John. Sesame and Lilies: Two Lectures. 2. ed. Londra, 1865. Google Kitaplar. Google. 14 Temmuz 2014. Schneider, Ralf. “The Invisible Center: Conceptions of Masculinity in Victorian Fiction – Realist, Crime, Detective, and Gothic.” Constructions of Masculinity in British Literature from the Middle Ages to the Present. Ed. Stefan Horlacher. New York: Palgrave Macmillan, 2011. 147-68. Shires, Linda M. “Conrad’s Theatre of Masculinities.” The Victorian Novel and Masculinity. Ed. Phillip Mallett. Londra: Palgrave Macmillan, 2015. 189-213. Strychacz, Thomas. Dangerous Masculinities: Conrad, Hemingway, and Lawrence. Gainesville, FL: U of Florida P, 2008. Tiger, Lionel. Men in Groups. New Brunswick, NJ: Transaction, 2005.
VIII. BÖLÜM
Portia Coughlan: Anneliği Reddeden Bir Kadın Portresi Kübra Vural özbey
Annelik kavramı dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi İrlanda toplumunda da kadınlarla özdeşleştirilen kimlik ve rollerin başında gelir. Cinsiyetçi bir yaklaşımla biyolojik yapısından ötürü kadına atfedilen annelik, İrlanda’da dini ve politik söylemlerle şekillenerek kadınları belirli kalıplara hapseden bir yapıya dönüşmüştür. Kutsal kabul edilen annelik milliyetçilik akımının da etkisiyle İrlanda toplumunu bir arada tutmak için mükemmelleştirilmiş ve yüceltilmiştir. Bu kusursuz portre kadınları esasen toplumsal yaşamda pek çok açıdan sınırlandırmış olmasına rağmen, tek yönlü romantikleştirilerek kabul gören annelik kavramı İrlanda sahnesinde yirminci yüzyılın başından beri sıklıkla işlenen konulardan biri olmuştur. Önceleri oyunlarda kendini aile ve çocuklarına adayan anne figürleri çizilirken, daha sonraları anne karakterlerin bireysel özelliklerini ele alan ve onları alışılagelmiş annelik tanımından uzaklaştıran oyunlar sahnede yer bulabilmiştir. Özellikle 1990’lardan bu yana annelerin farklı psikolojilerini ön plana çıkaran oyunlar, İrlanda’da kadınlar için kanıksanan toplumsal cinsiyet anlayışı çerçevesinde kutsal kabul edilen annelik kimliğini sorgulamaya başlamışlardır. Bu çalışmanın amacı bu tür sorgulayıcı bir yaklaşıma sahip olan günümüz İrlandalı oyun yazarlarından Marina Carr’ın (1964-) Portia Coughlan (Portia Coughlan) (1996) adlı eserinde ele aldığı anne karakteri aracılığıyla yazarın İrlanda’daki geleneksel annelik anlayışından farklı olarak annelik rolünü şiddet aracılığıyla reddedip yeniden tanımladığını tartışmaktır. Portia Coughlan’da çocuklarına karşı sevgisiz ve acımasız olan anne karakter kendisine atfedilen kutsal kimliğe tamamen karşı çıkar.
170
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
“[K]adınların ‘doğası’ gereği biyolojik kaderi” (Thurer 256)1 olarak tanımlanan annelik, ataerkil ideoloji tarafından şekillenen toplumsal yapılarda kadınlara atfedilen en önemli kimlik ve rollerden biri olmuştur. Bu türden kısıtlayıcı ve özcü bir görüş kadının üreme yetisini öne sürerek onları sosyal hayatlarında sınırlandıran bir kimliğe bürümüştür. Kadınlığın annelikle bir tutulması (Pierson, Lévesque ve Arnup xx) ve çocuk bakımının sadece annelerin görevi olduğu inancı, kadınları ömür boyu süren ciddi bir sorumluluğun altına sokmaktadır. Kadınları çocuklarına bakmaya yönlendiren anne sevgisinin içten gelen bir his olduğu (Whitbeck 186) kabul edilir. Bu tür bir söylem annelerin kişisel deneyimleri göz önüne alındığında kadınları aslında çok da gerçekçi olmayan mükemmeliyetçi kalıplara hapseder. Warner örnek bir annenin yaşamını şu şekilde özetler: İdeal Annenin… sınırları yoktu… O sıkıcılığı ve tekrarı göğüslemişti ve daha düzgün bir şekilde bebeğin zamanına göre akışı sağlamak için hızla (ve görünüşte düşünerek) hareket ederdi… Kendi hayatı için hayallerini asla gerçekleştiremeyeceğini kabul etti. Tutkularından vazgeçti… Asla çocuğunun yalnız ya da mutsuz olmasına izin veremezdi… ‘Bencillik’ olarak nitelenecek her düşünceden vazgeçti. (68, 69, 70) Bir başka deyişle, iyi bir anne kendi istek ve arzularından vazgeçerek hayatını çocuklarına adayan fedakâr bir kadındır. Çocuklarını her şeyden çok önemseyen bu annelerin özellikle Hıristiyan toplumlarda Meryem Ana’nın iffet ve ahlâkına uygun davranışlar sergilemesi beklenir.2 Dolayısıyla annelik sadece evlilik kurumu içerisinde kabul gören ve anneyle evlilik dışı herhangi bir cinsel ilişkiyi bağdaştırmayan bir kimliktir. Ancak bu mükemmeliyetçi yaklaşımlar kadınların kişisel yaşantı ve deneyimlerini göz ardı ederek onların sadece toplumsal beklentileri karşılamasını amaçlar. Bu sebepten 1 Bu yazıda ikincil kaynak olarak kullanılan İngilizce eserlerdeki alıntılar yazar tarafından çevrilmiştir. 2 İdeal annelik kavramı bağlamında ataerkil sistemin kendi amacına uygun olarak kullandığı en önemli kadın arketipi Meryem Ana figürüdür. Laura Lojo bu iddiayı “Meryem Ana, erkek çıkarlarına hizmet etmek ve erkeğin duygusal ve rasyonel olmayan gücünü yansıtmak için oluşturulan bir mitte şekillenmiş, dişiliğin annelik tarafından yok edilerek anneliğin kurum, kadının aracı olarak kutsanmasının arketipik örneğidir” (131) diyerek açıklar.
Portia Coughlan: Anneliği Reddeden Bir Kadın Portresi
ideal anneliğin “kişisel acı, fedakârlık ve kayıpları işin içine katmaksızın, tüm kadınları aynı şekilde tanımlamak ve ebeveynlik için özel bir istek oluşturmak için” (Hollingworth 20) kurgulandığı öne sürülebilir. Evine ve ailesine bağlı olmayan, talepkâr, bireysel ve toplumsal baskıya karşı çıkan kadınlar ise iyi anne tanımlamasının dışına itilerek kötü anne olarak nitelendirilirler. O’Reilly’nin de ifade ettiği gibi, “idolleştirilmiş basmakalıp anne rolüne katlanamayan ya da bu rolde mutluluğu yakalayamayan” (128) kadınların baskıcı ataerkil ideolojinin kontrolü altında olan toplumsal düzeni tehdit ettikleri için kötü anne olarak sınıflandırıldıkları da unutulmamalıdır. Aslında anneliğin pek çok farklı yönü olmasına rağmen, kadınlar iyi ya da kötü anne olarak tanımlanarak belirli klişeler içine hapsedilirler. Oysa annelik deneyimi, kadınların farklı kişilikleri ve kendilerine özgü kimlikleri göz önüne alındığında bir takım ideallerle sınırlandırılamayacak kadar karmaşıktır. Birns ve Hay’in de vurguladığı üzere, [a]nneliğin farklı yüzleri vardır. Anne olma deneyimi bir kadının kişisel hikayesinden, kadının kendi toplumundaki pozisyonundan ve kültüründe işleyen sosyal ve ekonomik güçlerden etkilenir. Annelik tecrübesi annenin sağlığından ve o anki şartlardan, aile ve arkadaşlarıyla olan ilişkilerinin kalitesinden ve azımsanmayacak ölçüde çocuklarının kendine mahsus vasıflarından da etkilenir. (1) Bir başka ifadeyle, kadınların anne olarak yaşantıları toplumsal tanımlamaların aksine başka bir hikaye anlatır. Kişisel tecrübeler kadınların çocuklarıyla hem sevgi hem nefreti aynı anda barındıran çelişik duygulu bir ilişki içerisinde olduklarına işaret eder (Parker 17) ve zaman zaman bu türden belirsizliğin anneleri hayal kırıklığına, öfke ve hâtta şiddete yönlendirdiği gözlemlenmiştir. Dolayısıyla annelik kadınlar için doğal ya da istenilen bir kimlik olmak yerine esasen bir yük ya da duygusal eziyet olarak da görülebilir. Özellikle doğum sonrası depresyonu (postpartum/postnatal depression) olarak bilinen durumlarda yeni doğum yapmış kadınların “kimlik değişimi, içsalgı bezlerindeki değişiklikler ve rol geçişi” (Walther 100) neticesinde endişeli ve sıkıntılı hissettikleri ve farklı türde şiddete başvurdukları bilinen bir gerçektir. Ayrıca bu depresif halin sadece doğum sonrası belirli bir zaman dilimiyle sınırlı olmadığı, aksine annelerin hem kendilerini hem de ailelerini tehdit eden yaşam boyu sürebilecek etkisi olduğu yapılan araştırmalarla kanıtlanmıştır (Corwin ve diğerleri 79). Bu tür bulgular ise biyolojik bir gereklilik olarak idealleştirilmiş anneliğin farklı yönleri olduğunu açıkça ortaya koyar.
171
172
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
Pek çok kültürde olduğu gibi İrlanda’da da annelik kadınlarla bağdaştırılan rollerden en önemlisi olmuştur. Ayrıca, İrlanda’da annelik, sosyal, politik ve ahlaki söylemlerle Katolik Kilise’nin de büyük etkisiyle şekillenerek on dokuzuncu yüzyılın sonunda “Ana İrlanda” tasviri bağlamında ulusun bir sembolü haline gelmiştir (Innes 41). Aslında İrlanda tarih öncesi dönemlerden beri kadın imgeleriyle ilişkilendirilmiştir. Hıristiyanlık öncesi mitlerde İrlanda Danu, Éire ve Deirdre gibi güçlü kadınlarla birlikte anılmıştır. Hıristiyanlıkla birlikte bu mitolojik kadınların vasıfları Meryem Ana figürüyle kaynaşmıştır; öyle ki, Katolik Kilisesi İrlandalı kadın kimliğini kutsal annenin idealleştirilmiş anneliğine uygun olarak şekillendirdi. Thurer, Meryem Ana’yı kastederek, “onun annelik sembolü [Hıristiyan] ruhuna yerleşiktir. Meryem Ana’nın çocuk büyütmesi anneliğe ait tek mükemmel örnek, kadın hırsının zirvesi olmuştur” (82) diyerek İrlanda’da Hıristiyanlığın annelik üzerindeki etkisine dikkat çeker. Bir yandan annelik kendini feda ve inkâr eden mükemmel bir rol olarak dini kurum tarafından kendi gücünü sürdürmek adına kullanılırken (Inglis 248-49), diğer bir taraftan da İrlanda hükümeti belirli kalıplarla kurgulanmış anneliğin sürdürülebilirliğini yasalarla garanti altına alır. Örneğin, 1937 yılındaki İrlanda Anayasası’nın 41. maddesi uyarınca İrlandalı kadınlar sadece aile kurumunda anne ve ev hanımı olarak hükümetçe tanınırken ahlâkın koruyucuları ilan edilirler. Dolayısıyla, İrlanda kuruluş kanunları “kadını esasen eş ve anne olarak gören ve… kadının işi tercihen evde ya da evin yakın çevresinde olmalı” (Daly 104) diyen Katolik öğretisini temel alarak kadınları resmî olarak annelik ve ev hanımlığıyla sınırlandırır. Bu kanun günümüzde değişmiş olmasına ve İrlandalı kadınların toplumsal ve ekonomik alanlardaki bağımsızlıklarını belirli ölçüde kazanmalarına rağmen, yasalar hâlâ kadınları annelik kimliği bağlamında zor şartlarda bırakmaya devam etmektedir. Doğum kontrol yöntemlerinin kullanılması 1979’da ilan edilen bir yasaya kadar ülkede yasal değilken, kürtaj hâlâ annenin sağlığını tehdit eden durumlar haricinde İrlandalı kadınlara verilmiş bir hak değildir (Shannon 264). Aslında İrlanda’da Kilise ve hükümetin ortak stratejisi ondokuzuncu yüzyılda pek çok kişinin ölümüne sebep olan ve akabinde İngilizlere karşı milliyetçi bir direnişi başlatan kıtlık dönemiyle açığa çıkar. Yirminci yüzyılın başlarında, İrlandalılar İngilizlere başkaldırır ve bağımsızlık savaşı başlatırlar. Bu dönemde İrlandalı milliyetçiler mücadele döneminde ve sonrasında toplumu bir arada tutmak için İrlandalıların kendilerini özdeşleştirebilecek-
Portia Coughlan: Anneliği Reddeden Bir Kadın Portresi
leri bir takım millî sembol arayışına girmişlerdir. Bu sebepten, milliyetçilik kapsamında “toplumun devamını ve değişmezliğini [sağlayan] ahlâkın ve toplumsal ve bireysel düzenin koruyucusu” (Mosse 17, 18) olarak görülen annelik idealleştirilmiştir. Farklı bir şekilde ifade etmek gerekirse, bu dönemde “bağımsızlıktan sonra kültürel bağımsızlığı korumak ve İrlanda’nın kültürel saflığını devam ettirmek için kadınlar ulusun ölçüsü” olmuştur (Nash 115). Bu bağlamda, Ana İrlanda imgesi İrlanda hükümeti ve Katolik Kilisesi’nin işbirliğiyle teşvik edilmiştir. Üstelik bu imge Kelt Dirilişi’nde yer alan yazarlar tarafından edebi eserlerde sıkça kullanılmıştır. İrlandalıların kendi öz kültür ve dillerine dönmeyi hedefledikleri bu süreçte, Kearney’nin belirttiği gibi, Ana İrlanda sembolü İrlandalıların “annelik kökeninin güvenliğine – Katolik dirilişinin ana kilisesi, ulusal dirilişin anayurdu ve Galce dirilişin ana dili – dönmek” olarak algılanır. (118). Özellikle oyun yazarları bir çeşit halk gösterisi olan tiyatroyu kullanarak daha çok kişiye ulaşabildiler ve kimlik oluşumunun bir parçası olarak kadın karakterleri çoğu zaman eserlerinde kullandılar. Nash’in de vurguladığı gibi, “İrlandalı erkeklerin ulusları için kahramanca kendilerini feda edişleriyle kişisel çıkarlarından ölümsüzlük adına vazgeçmeleri için İrlanda’yı simgeleyen sayısız kadın sahnede ve eserlerde yer aldı. Bu somutlaştırmada kadın alegorisi cinsellikten uzaklaştırıldı ve ona kusursuz bir anne olarak saygı gösterildi” (114). Milliyetçi ülküleri konu alan İrlanda tiyatrosu, annelik kavramını vurgulama yoluna gitti. Öyle ki annelik kavramı ulusal tiyatro olan Abbey Tiyatrosu’nun 1904’te kuruluşundan beri sahnede en çok işlenen konulardan biri olmuştur. Yirminci yüzyılın başlangıcından bu yana, İrlanda oyunlarındaki anne karakterlerin betimlenmesinde psikolojik durumlarının önemi arttı. Lady Gregory (18521932), W. B. Yeats (1865-1939), J. M. Synge (1871-1909) ve Sean O’Casey (1880-1964) gibi ilk akım İrlandalı oyun yazarlarının eserlerinde milliyetçi fikirler kendini feda eden mükemmel anne karakterler aracılığıyla seyirciye aktarıldı. Teresa Deevy (1894-1963), Brian Friel (1929-2015), Tom Murphy (1935-) ve Frank McGuinness’in (1953-) oyunlarında görüldüğü üzere ikinci akım İrlandalı oyun yazarları tek yönlü karakter gelişiminden belirli ölçülerde vazgeçerek anne karakterlerin sahnedeki temsîlini zenginleştirdiler.3 3 Bakınız W.B. Yeats The Countess Cathleen (1892), Yeats ve Lady Gregory Cathleen ni Houlihan (1902), J. M. Synge Riders to the Sea (1904), Sean O’Casey Juno and the Paycock (1924) ve Red Roses for Me (1943), Teresa Deevy The King of Spain’s Daughter (1935) ve Katie Roche (1936), Tom Murphy The Famine (1968), Frank McGuinness Factory Girls (1982) ve Brian Friel Dancing at Lughnasa (1990).
173
174
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
Fakat ciddi bir değişim bu dönemde de gözlemlenmemiştir. Geçmişteki sorunlarıyla açıkça yüzleşmeye başlayan, travmalarını dile getiren ve değişen İrlanda toplumunda 1990lı yıllardan itibaren sahnelenen oyunlar ise farklı şekillerde tecrübe edilen anneliği ön plana çıkarmaya başlamıştır. Günümüz İrlandalı oyun yazarlarından Marina Carr kadın karakterlerine ve özellikle anne figürlerine getirdiği yeni solukla öne çıkmıştır ve üçüncü kuşak yazarlar arasında kendine sağlam bir yer edinmiştir. Yirminci yüzyılın son yıllarında kariyerine başlayan Carr, Howard’ın ifade ettiği gibi, “eserleri edebi geleneği reddeden, kilise ve devletin saygınlıklarını altüst eden ve İrlanda hayatının karanlık yüzünü açığa çıkaran yerleşmiş geleneklere karşı çıkan bir grup günümüz İrlandalı [oyun yazarlarından] biri[dir]” (403-04). Özellikle 1990lı yıllardaki oyunlarında ele aldığı konuları çarpıcı bir şekilde işleyen Carr, geniş bir izleyici ve okuyucu kitlesine ulaşmıştır. Eserleri İrlanda sınırlarını aşarak pek çok dile çevrilmiş ve farklı ülkelerde sergilenmiştir: “Ödüllü tiyatro eserleri birçok dile çevrilmiştir ve Sibirya, Estonya, Kore, Japonya, Slovakya, Bulgaristan, Macaristan, İzlanda, Brezilya, Almanya, Hollanda ve Çek Cumhuriyeti ile Birleşik Devletler ve Londra’nın West End’i gibi çeşitli yerlerde sahnelenmiştir” (Sihra, “Introduction” 19). Genel hatlarıyla bakıldığında, Carr’ın eserlerinde ölüm, şiddet, bozuk aile düzeni ve sorunlu ilişkiler üzerinde durduğu ve özellikle aile, evlilik ve din gibi kurumları eleştirdiği gözlenir. Oyunlarında kullandığı anlatım teknikleri, üslûbu ve ele aldığı konular gözden geçirildiğinde ise Carr’ın kariyerinin farklı dönemlere ayrıldığı anlaşılır. İlk dönem eserlerinde, Low in the Dark (Karanlığa Haykırış) (1989), The Deer’s Surrender (Geyiğin Teslimiyeti) (1990), This Love Thing (Şu Aşk Denen Şey) (1991) ve Ullaloo (Ölüm Türküsü) (1991), deneysel bir şekilde oyunlarını yazarken Carr, Uyumsuzluk Tiyatrosu’nun (Absurd Theatre) en önemli temsilcilerinden olan İrlandalı yazar Samuel Beckett (1906-1989) tarzında aşk ve seks konularını işler ve tipik cinsiyet rollerini sorgular. İçeriği itibariyle sarsıcı ve radikal olan bu oyunlarda İrlanda’da kanıksanmış olan kadınlık ve annelik kavramları altüst edilir. Carr kariyerinin ikinci dönemine Midlands üçlemesiyle – The Mai (Mai) (1994), Portia Coughlan ve By the Bog of Cats… (Kediler Bataklığı’nda…) (1998) – başlamıştır. Her üç oyunda da şiddete meyilli anne karakterleri öne çıkaran yazar, ülkesindeki anneliğin kutsal yerini bu rolü inkâr eden anne figürleri aracılığıyla sorgular. Midlands bölgesini ve bu yörenin ağzını kullanarak yazdığı oyunlara On Raftery’s Hill (Raftery’nin Tepeleri) (2000)
Portia Coughlan: Anneliği Reddeden Bir Kadın Portresi
ve Ariel (Ariel) (2002) adlı oyunlarla devam eden Carr’ın çalışmaları bir süre sonra daha seçici hale gelmiştir. Meat and Salt (Et ve Tuz) (2003) ve The Giant Blue Hand (Dev Mavi El) (2009) adlı çocuk oyunları yazan Carr, Shakespeare’in (1564-1616) King Lear (Kral Lear) (1605?) oyunundan esinlenerek kurguladığı Cordelia’s Dream (Cordelia Rüyası) (2008) adlı eseriyle de dikkat çekmiştir. Woman and Scarecrow (Kadın ve Korkuluk) (2006) oyununda sembolik bir kadın figürüyle kadınların yaşadığı sorunlara dikkat çeken Carr, Phaedra Backwards (Tersten Phaedra) (2011) ve Hecuba (Hecuba) (2015) adlı oyunlarında ise mitlerde yer alan kadın karakterleri kullanarak onların hikayelerini yeniden yazmıştır. Carr, Midland üçlemesinin ikinci oyunu olan Portia Coughlan’da ideal anne imgelerini reddeder. Yazar bir keresinde ülkesindeki anneliğe olan yaklaşımı şu sözlerle eleştirmiştir: “Duygusallaştırılmış anne portrelerinden bıktım… Kutsal Meryem Ana içimize işlendi ve hayat verme ve bunun önemiyle ilgili büyük bir kibir var. Güzel olan doğumla ilgili konuşmaktan hoşlanıyorlar ama bir de bunun sır olan öteki tarafı var” (Aktaran Sihra, “The House” 203). Bu “sırrı” oyunlarında açığa çıkaran Carr bir söyleşide şunları söyler: [Ç]ocuklarınız için her şeyi feda etme fikri – bir sürü saçmalık. Bu çok zararlı yaşam tarzına ve düşünceye sürükler ve dışarı çıktığınızda ve kendi hayatınıza devam ettiğinizde bunun daha kötü bir etkisi vardır. Sürekli çocuklarınıza tapmanız gerekir ve onlar hakkında kötü düşünmemeniz gerekir. Bu faşizm, bilirsiniz işte,ve annenin pahasına çocuğu yüceltmektir. Bu çocuğun ihtiyaçlarını karşılamak dışında hayatınız yok gibidir. Ya sizin tüm ihtiyaçlarınız, arzularınız, istekleriniz, sorunlarınız? (Rage 150) Aslında Carr, anneliğin, anne olan kadının kadın ve birey olarak varlığını tehdit eden bir kimlik olarak algılanmasına karşı çıkar. Anneliğin kadının kendi kimliğini ve varlığını inkara yönelten bir durum olmasını eleştiren Carr, Portia Coughlan adlı eserinde oyunla aynı ismi taşıyan anne karakterin kişisel sorunları, istekleri ve arzularını vurgulayarak, anneliği öteler. Portia Coughlan anneliği kimliğinin sadece bir parçası olarak yaşayan, annelik dışında da varlık sürdüren bir karakterdir. Portia Coughlan erkek kardeşine duyduğu aşk sonucu acı çekerken sevdiğiyle yeniden bir araya gelme arzusu
175
176
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
onu tüm yakınlarından, ailesinden ve özellikle de çocuklarından uzaklaştırır. Çocuklarını ihmal eden ve kendi isteklerini önemseyen anne karakteri aracılığıyla Carr 1937 İrlanda Anayasası tarafından tanımlanmış ve ülkede hâlâ etkisi görülen ideal ev, annelik ve aile kavramlarını reddeder. Aslında Marina Carr’ın Portia Coughlan oyunu Dublin’deki Ulusal Doğum Hastanesi’nin yüzüncü yılında düzenlenecek olan tören kapsamında yazılmıştır (Sihra, “The House” 210). Stephenson ve Langridge ile yaptığı röportajda Carr bu hastanedeki yazım sürecini şu sözlerle anlatır: “Onu Doğum Hastanesi’nde yazmak beni eminim ki etkiledi. Beklenen şeyi yapmak istemedim” (Rage 153). Büyük ihtimalle beklenen şey yazarın anneliği kutsal bir rol olarak tarif etmesiydi. Ancak Carr, oyununda çocuklarını hayatının merkezine koymayan bir anne karakteri çizer; anneliğin konuşulmayan yönlerini irdeleyerek ülkesindeki annelik algısına karşı çıkar. Dolayısıyla oyun teknik anlamda İrlanda sahnesine bir yenilik getirmese de izleksel olarak ses getiren bir eser olarak düşünülebilir. Oyunda evli ve üç çocuk annesi Portia Coughlan annelik rolünü sınırlayıcı bulur ve ölen ikiz kardeşi Gabriel ile olan saplantılı ilişkisinin de etkisiyle bu kimliği tamamen reddeder. Aynı zamanda kardeşinin ölüm yıl dönümü olan doğum gününde Portia’nın ruh hali gittikçe kötüleşir ve karakter öfkesini kontrol edemez bir hale gelir. Öncelikle bu agresif tavırlarını etrafındakilere yansıtan Portia daha sonra içinden gelen dayanılmaz güce karşı koyamaz ve intihar eder. Annelik rolü bağlamında şiddete yönelik duygular yer almazken, oyunda şiddet kavramı farklı şekillerde anne karakterle öne çıkar. Portia’nın fiziksel şiddete yönelimi, örseleyici söylemi ve kendisini intihara sürükleyen hiddeti kendisine yüklenen annelik kimliğine olan tutumuyla bir arada değerlendirildiğinde yazarın bu türden yıkıcı unsurları karakterin anneliğe karşı çıkışının bir parçası olarak kullandığı düşünülür. Aslında oyunda Carr, şiddeti annelik bağlamında kadınlarda koşulsuz olarak öngörülen fedakârlık, sevgi ve şefkate dayanan yaklaşımı yıkmak için kullanır. Temel olarak şiddet “zorlama ya da fiziksel hareket ya da doğal tetikleyici güç” olarak tanımlanır (“Şiddet”). Aynı zamanda “fiziksel ya da psikolojik zarar vermek amacıyla agresif tavır” (Englander 93) sergileme şeklinde de tanımlanabilen şiddetin tetikleyici sebepleri konusunda farklı görüşler vardır. Şiddete meyil “organizma üzerinde sürekli bir güç kullanan içten uyarıcı kuvvet” (Ryan 54) bağlamında bir çeşit içgüdü olarak değerlendirilirken, insan biyolojisinden farklı olarak çevresel etkenlerin
Portia Coughlan: Anneliği Reddeden Bir Kadın Portresi
şiddete yönlendirdiği konusunda görüşler de mevcuttur (Rivera 570). Bunun yanı sıra şiddet konusu cinsiyetçi bir yaklaşımı da barındırır. Erkeklerin şiddet kullanmaları bir çeşit otorite ve güç gösterimiyle ilişkilendirilirken kadınlar kurban edilen grup olarak görülürler. Ayrıca erkeksi bir aktivite olarak kabul edilen şiddete kadınların katılması uygun görülmez (Zulueta 41). Kişilik gelişiminde toplum baskısı şiddet kavramındaki cinsiyetçi tavrı destekler. Englander’e göre, “[k]ızların, çocukları için asıl ebeveyn rolüne hazırlıklarında etkileyici bakıcı olmak için eğitilmeleri daha muhtemeldir. Evlilik ilişkilerinde duygusal bekçi olarak eş olmaları da öğretilir. Bu şekilde sosyalleştirilen bireylerin şüphesiz ki şiddetli ve saldırgan olmaları daha az olasıdır” (109). Toplum tarafından iyi anne ve eş olmaya yönlendirilen kadınların eşlerinin ve çocuklarının hizmetinde mütevazı davranmaları beklenir. Almond’a göre, “kadınlardaki saldırganlık – nefret duygularının davranışsal yansıması – genellikle sorunludur, yani kadınsı değildir” (4). Ancak Dutton, kadınların erkeklere göre daha fazla şiddete başvurdukları görüşünü öne sürer (32). Stets kadınların daha çok sözel olarak hiddetlerini gösterdiklerini ifade ederken (508), Brookman ise kadınların fiziksel olarak şiddeti yakın çevrelerine uyguladıkları sonucuna ulaşır (162-63). Öte yandan, şiddet yüceltilen “kutsal” annelik kimliğiyle hiç bir şekilde bağdaştırılamaz. Carr, bu nedenle Portia Coughlan’ın hayatında şiddeti önemli etkileri olan bir annelik olgusu olarak sunar. Yukarıda belirtildiği gibi, Carr’ın amacı İrlanda hükümetince şekillenen ve toplumun önemli bir yapıtaşı olarak korunması gerektiği düşünülen aile kurumunu farklı bir şekilde tanımlamaktır. Portia Coughlan oyununda, Portia’nın ailesi toplumsal normlara uygun bir aile değildir. Scully ailesi üç kuşaktır ensest ilişkilerle yaşayan bir aile olarak tanımlanır. Büyükanne Blazie’nin babasının aslında erkek kardeşi olduğu iddiası (1.5.109) ilk kuşak için aile içi yaşanan çarpık cinsel ilişkileri imâ ederken, Portia ve Gabriel’in annesi ve babası, Marianne ve Sly, ise farkında olmadan evliliklerinde bu türden bir ilişki içerisindedirler. Marianne aslında Sly’ın babasının evlilik dışı kızıdır ve Blaizie bu gerçeği oğlu ve gelininden saklar (3.4.135). Üçüncü kuşakta, Portia ve ikiz erkek kardeşi Gabriel arasında ensest ilişki vardır. Ancak, anne ve babalarının aksine onlar ensest ilişkiye bilerek girerler. Portia, Gabriel ile el ele doğduklarını (1.5.105) söyler ve aşklarının ana rahminde başladığını iddia eder. Kocası Raphael’e de itiraf ettiği üzere, Portia “ve Gabriel, beş yaş[ından] beri Belmont Nehri kenarındaki kum tepeciklerinin
177
178
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
arasında sevişir[di]” (3.6.143). Oyunda bu türden girift ilişkiler, İrlanda hükümetinin kutsallaştırdığı aile yapısının aslında var olmadığına işaret eder. Portia ve kardeşinin yaşadığı aşk aynı zamanda Portia’nın saldırgan karakterini açıklayan bir unsur olarak yer alır. Öyle ki, Gabriel’e duyduğu arzu Portia’nın hiddetli tavır ve hareketlerini tetikler. Ölen ikiz kardeşine hâlâ tutkuyla bağlı olan Portia’nın takıntılı sevgisi Gabriel’in ölümünü hatırlatan doğum gününde onu daha sıkıntılı bir hale sokar. Portia’nın öfkesi artar ve şiddete daha meyilli olur. Örneğin, Portia kapıyı “deli gibi” (1.5.103) çaldığını iddia ettiği annesine onu Gabriel’e olan takıntısı konusunda uyardığı için bağırır. Aslnda, geleneksel beklentilere uygun olarak kızına sürekli eviyle ilgilenmesini ve çocuklarına bakmasını hatırlatan Marianne, İrlanda’da kabul görmüş kadın portresine uygun görünürken, çocuklarıyla ilişkileri sıkıntılı olan bir annedir. Marianne Gabriel’in Portia’ya karşı tutumunun sağlıklı olmadığı kanısındadır. Aralarındaki bağı, “[s]ana karşı bir saplantısı vardı! Doğduğunuzda senin bacağını sımsıkı yakalamıştı, şimdi de nereye giderse gitsin bacağını bırakmıyor” (3.5.138) diye tanımlar. Annesinin tavsiyelerine karşı çıkan Portia’nın şiddete yönelişi sahne yönlendirmelerinden açıkça anlaşılır: “Portia vahşi bir kedi gibi masadan sıçrayarak Marianne’in üzerine atlar, onu yere devirir ve üzerine oturur” (3.5.138). Bu hareketinden de anlaşılacağı üzere Portia’nın takıntılı aşkı “tutkunun kaçınılmaz şiddeti[ni]” (Stansbury 22) ortaya koyar ve Portia annesine öyle bir saldırır ki ona adeta “tecavüz” eder (Leeney 159). Portia’nın şiddet kullanması sadece fiziksel saldırıyla kalmaz. Annesine hakaret eder. Onu yaralayıcı sözler söyler. Portia, Gabriel’in annesinden aslında nefret ettiğini öne sürer ve şunları söyler: “Sana ne derdik, biliyor musun? Kibirli domuz!” (3.5.139). Annesini yalancı olmakla suçlayan Portia, annesine saldırılarına devam eder. Ona “orospu” (3.5.140) diye hakaret ederken öfkesinin ne kadar kontrolden çıktığını gözler önüne serer. Portia’nın bağırmaları, ettiği küfürler ve savurduğu tehditler aslında onun şiddeti sözel bir şekilde yansıttığını kanıtlar. Weissmann ve Paykel’e göre bu türden bir saldırgan söylem, depresif kişilerin düşmanca tavırlarını açığa vurma şekillerindendir (35). Dolayısıyla, Wallace’ın da söylediği gibi, ikizlerin arasındaki ensest ilişki Portia’nın şiddete başvurmasını tetikleyen bir unsur olarak öne çıkar (“Tragic” 443) ve Portia’nın ondan beklenen annelik rolü ve buna uygun olarak sergilemesi gereken davranışları olumsuz etkiler. Hayatında çocuklarından ziyade Gabriel’i üstün tutan Portia, yaşadığı duygusal krizler yüzünden çocuklarının bakımını üstlenmez. Üç oğluyla eşi Raphael ve arkadaşı Stacia ilgilenir.
Portia Coughlan: Anneliği Reddeden Bir Kadın Portresi
Her ne kadar Portia ikiziyle arasında özel bir bağ olduğuna inansa da aslında bu ilişki onu yıkıma ve şiddete sürükler. Fiziksel olarak ayrı olsalar da ikizler birbirlerine çok benzerler ve adeta birbirlerinin aynası gibidirler. Gabriel, Portia’nın “özü/kaynağı” (Wallace, “Authentic” 62) ya da “diğer yarısı” (Cerquoni 178) olarak adlandırılabilir. Ancak Lash’in belirttiği gibi, ikizler “zıt kutuplar değillerdir ve [bu sebeple] nihaî ve uyumlu bir birliğe ulaşamazlar” (6). Diğer bir deyişle, ikizlerin ortak özellikleri birbirlerini itmelerine sebep olur. Girard bu durumu şöyle açıklar: “İkizler arasında her şey eşittir; çekişme ve rekabet olduğundan anlaşmazlık vardır. Bu anlaşmazlık farklılıktan değil, ancak onun eksikliğinden kaynaklanır” (92). Bu sebeple benzer şekilde yaşayan ve düşünen ikizler arasında bir çeşit çekişme yaşanır. Aralarında takıntılı bir aşk olmasına rağmen, Walster’ın da ifade ettiği gibi “belirli koşullar altında bazen tutkunun aşktan ziyade hiddet ve nefret uyandırması olasıdır” (87). Nitekim Portiaaslında Gabriel ile her zaman birbirlerini sevmediklerini söyler (3.3.132). Portia kendini Gabriel’den uzaklaştırmak için o zamanlarda Damus ile ilişki kurar. Ancak kendisini daha özgür hissetmesini sağlayan bu ilişki Gabriel’in ölümüne sebep olur. Gabriel Portia ile birlikte intihar etmek ister. Fakat Portia korkarak son anda bu plandan vazgeçerken Gabriel’in nehirde boğulmasına engel olmaz. İkisinden birinin ölmesi gerektiğine inanan Portia aralarındaki sıkıntılı bağı annesine şu sözlerle itiraf eder: “Birimiz giderek diğerini de öldürüyordu ve sen bizi ölümüne savaşmaya terk etmiştin. Biz de ölümüne savaştık ve ben kazandım” (3.5.141). Bu şekilde Gabriel’in ölümüne göz yuman Portia kardeşinin intiharı sırasındaki sessizliğiyle onun katili sayılabilir. Bu yüzden vicdan azabı çeken Portia sürekli Gabriel tarafından izlendiğini hisseder ve geçmişte ertelediği ölümden artık kaçamayacağının farkına varır. Dolayısıyla bu ilişki de onu bir çeşit şiddete sevk ederken annelik kimliğinden de iyice kopmasına sebep olur. Öyle ki Portia tüm vaktini evden uzakta Gabriel’in boğulduğu nehir kenarında kardeşini düşünerek geçirirken çocukları kendisinden beklenen anne sevgisi ve bakımına muhtaç kalırlar. Evde geçirdiği zamanlarda ise kardeşine hissettiği karışık duygularından ötürü sıkıntı yaşayan Portia kendisine atfedilen kimliği şiddetle reddeder. Oyunun ilk sahnesinde Portia seyirci ve okuyucu karşısına İrlandalı sarhoş bir anne olarak çıkar. Hem evde hem de High Chaparral adlı barda sürekli içtiği görülen Portia’nın çocuklarıyla bir alakası yoktur. Aldığı alkolün de etkisiyle kontrolden çıkan Portia, eşine saldırır. Önce Raphael’e
179
180
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
“[s]enden nefret ediyorum! Benim sorunum neymiş diye ürettiğin aptalca fikirlerinden bıktım, usandım! Ismarlama yaptırdığın kovboy botlarıyla çevremde topallaya topallaya dolaşmana dayanamıyorum!” (1.7.114) diyen Portia daha sonra eşine tehditler savurur: Haftalardır uykusuz kaldığım ve ilk defa uyuyabildiğim ve tam da uykuya yeni daldığım gecelerde bana dokunduğunda, beni bu cehennem hayatından çekip çıkaracak bir rüyaya daldığım sırada aniden bana dokunup beni Belmont Vadisi’ne geri döndürdüğünde seni parçalamadığıma veya ekmek bıçağıyla o hassas kalbini deşmediğime şükret sen!… Bir daha benim için mum falan yakma, onları gözüne sokmaktan korkuyorum. (1.7.115) Görüldüğü üzere, alkol kullanımı Portia’yı şiddete yönlendirirken aynı zamanda onu annelik için yetersiz kılar. Evi, ülkenin merkezi ve anneyi de bu alanın en önemli parçası olarak gören ataerkil sistemin beklentilerinin tersine (Holmes ve Nelson 1), Portia evinden uzaklaşır ve evine ve çocuklarına ayrırması beklenen vaktini barda içki içerek geçirir. Böylece İrlanda’daki kadınlık ve annelik ideallerine bağlı kalmaz. Çocuklarının da oyun boyunca sahnede görülmemesi Portia’nın anneliği reddetmesiyle ilişkilendirilebilir. On yedi yaşında evlenen Portia’nın üç oğlu vardır ve küçük Quintin hâlâ annesinin bakımına muhtaçtır. Oyunun yazıldığı tarih göz önüne alındığında anneliğin biyolojik yapıları gereği kadınlara atfedilen tek rol olduğu görülür. Ancak Carr, ana karakterini bu kimlikle sınırlandırmak istemez. Portia’nın erken bir yaşta evlenmesi onun ilk başta diğer İrlandalı kadınlarla benzer kaderi paylaştığını gösterir: “Üniversiteye gidecektim, yerim hazırdı, her şey hazırdı, ama babam, ‘Hayır, Raphael ile evleneceksin,’ dedi” (1.2.94) diyen Portia ataerkil düzen içerisinde sadece eş ve anne olarak kabul gördüğü bir hayata sürüklenmiştir. Bu sistem kadının yeterli olgunluğa sadece anne olduğunda sahip olabileceğini öne sürerken aynı zamanda kadını sadece anne olarak değerli kılar. Anne Woollett’ın da belirttiği gibi, bu düşünceye göre,“bir çocuk sahibi olmak bir kadını anne ve yetişkin yapar” (53). Ancak, erken yaşta evlenip çocuk sahibi olan Portia’nın egemen söylemle savaşı vardır. Beklenenin aksine, yeni hayatına uyum sağlayamayan Portia sadece mutsuz olur ve sergilediği tavırlarla kendisini sınırlayan rollere karşı çıkar. Damus ile gençliğinden beri yaşadığı ilişkinin yanı sıra barmen Fintan ile
Portia Coughlan: Anneliği Reddeden Bir Kadın Portresi
flörtleşen Portia, evlilik dışı cinsel ilişkileriyle “iyi” anne tanımlamasına ters düştüğü için ideal eş ve anne tasvirinin dışına çıkar. Anneliği ve bunun sorumluluklarını önemsemeyen Portia İrlanda geleneklerine karşıt tavırlarıyla anneliğini inkar eder. Aslında kendisini sadece ikiz kardeşi Gabriel ile bir bütün olarak gören Portia zaten anneliği kişiliğinin bir parçası olarak kabul etmemiştir. Sergilediği umursamaz tavırları da bu gerçeğe dikkat çeker. Örneğin, ev hayatlarındaki düzensizlikten ve çocuklarıyla ilgilenmemesinden dolayı Portia annesi tarafından uyarılır: MARIANNE … (Ortalığı toplamaya başlar.) Bu evin hali ne böyle! Şuraya bak! PORTIA Bırak! MARIANNE (Toplamaya devam eder) Bana kimse evi süpürmeyi veya toz almayı öğretmedi diye yemin de edersin sen; böyle nankörsündür. (Sinirle evi toplar. Portia, onun topladıklarını bozar.) Bozma! Çocukların nerede? Eminim, nehir kenarında oynuyorlardır. Bugünlerde üçünden biri nehre düşüp boğulmaz inşallah. (1.5.103) Geleneksel bir yaklaşımla kızını bu şekilde eleştiren annesinin aksine Portia bu türden kuralları asla önemsemez ve onları yok sayar. Ayrıca, çocuklarının hayatına müdahale etmek istemediğini açıkça söyler: “Oğullarım iyi ve ben hiçbir şey yapmasam bile onları kendi hallerine bırakarak iyi olmalarını sağlıyorum. Hiçbir şey yapmamak kötülük yapmaktan daha iyidir” (1.5.104). Benzer şekilde, Portia eşi Raphael’e göre de annelik görevini ihmal etmektedir: RAPHAEL Akşam yediden beri evdeyim, çocuklar abur cubur yediler ve video seyrettiler, ödev falan yapmadılar, öğle yemeği yememişler, akşam onlar için yiyecek bir şey zaten yoktu evde – neredeydin? PORTIA Off Raphael, yalnız kalmak istiyorum. RAPHAEL Quintin’in gözleri bütün gece seni aradı. PORTIA Yavaş yavaş benden bağımsızlaşacak. (Yastıkla bacaklarını kurular.)
181
182
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
RAPHAEL PORTIA
RAPHAEL PORTIA
Yapma Allah aşkına Portia, o daha dört yaşında. Kaç yaşında olduğunu biliyorum ve onunla mümkün olduğu kadar az ilgilenmek istiyorum, tamam mı? (Şişede kalan şarabı bir bardağa koyar, oturur ve bir sigara yakar.) Onlar senin kendi oğulların. Ben ne oğlan ne de kız istemedim ve istermiş gibi de yapmadım; daha en başında söyledim sana. Ama sen beni annelikle avuturum sandın. Gördün işte, işe yaramadı, yaradı mı? (1.7.113-14)
Yukarıdaki bu diyalogdan da anlaşılacağı gibi, Portia aslında anne olmak istememiştir. Onun için annelik, eşinin kendisini evliliklerine adapte etmeye çalışmasıdır. Bu yüzden kendisine dayatılan bu role uygun davranmayan Portia eşine tepkilidir. Aslında Raphael’in tavrı İrlanda’da kadınları sınırlayan özcü yaklaşıma bir örnektir. Bunun yanı sıra Portia’nın tutumu doğum sonrası depresyon ile de ilişkilendirilebilir. Portia doğumdan sonra da, Gabriel ile olan tuhaf bağının etkisindeyken kendisini annelik kimliğiyle bağdaştıramaz. Kardeşinin etkisinde iken kendini daha iyi hissetmez ve annelik kimliğini kabul etmez. Sorunlarının farkında olan Portia Raphael’e “onlar senin oğulların ve onlara kendin bak çünkü onları sevemiyorum Raphael. Sevemiyorum” (1.7.114) der. Onun bu sözleri, anne olmanın Portia ile çocukları arasında doğal bir sevgi bağı oluşturmadığını gösterdiği için önemlidir. Harrower da Portia’nın “tasviri kadınlara özgü besleme ve sevgi sağlama yeteneği arasında varsayılan bağı kesen anneliğe dair becerilerin ‘fıtri’ ve ‘doğal’ olduğuna dair sanıyı yok eder” (149) diyerek açıklar. Portia’nın çocuk sahibi olması onlara bağlanmasını gerektirmez ve onları sevememesi anneliğin temel gereksinimlerinden olan koşulsuz anne-çocuk sevgisinin içgüdüsel olmadığını düşündürür. Annelik içgüdüsünün “anneyi eve bağlayan önemli bir araç” (Stubbings 24) olduğu iddiası dikkate alındığında Portia’nın evden uzaklaşması da bu türden bir hisle hareket etmediğini gösterir. Kadınlığın annelik kelimesiyle eş değer olarak kullanıldığı bir ülkede Portia’nın anneliğe bağlı şefkatli bir tutuma karşı çıkması kadınlara atfedilen
Portia Coughlan: Anneliği Reddeden Bir Kadın Portresi
bu rolü altüst eder. Dolayısıyla oyunda anneliğe dair romantik bir yaklaşım sergilenmez. Aksine Portia kendi hayatıyla ilgili sorunlarına odaklanan ve kendisini kuşatan toplumsal kurumlara bağlı olmadan kişisel bir güç ve bağımsızlık kazanmaya çalışan bir kadın figürü olarak karşımıza çıkar. Annelik normlarına kabul etmeyen Portia bu duruşunu daha çarpıcı bir şekilde de dile getirir. Raphael bir şekilde Portia’yı sorumluluk almak için zorlarken tekrar Quintin’in ihtiyaçlarını hatırlatır. Fakat bu sefer Portia’dan aldığı cevap onu ciddi endişelere sürükler: RAPHAEL Quintin onu senin giydirmeni ister. PORTIA Yeter ama artık! Yapamadığımı söyledim sana! Tamam mı? Onlardan korkuyorum, Raphael! Onlara yapabileceklerimden korkuyorum! Anlamıyor musun? Allah’ım! Normal bir anne olmayı, onlarla ilgilenmeyi, oyun oynamayı, bir annenin yapması gereken her şeyi yapmayı istemediğimi sanıyorsun! Ben oğullarıma baktığımda, Raphael, bıçaklar, kazalar, korkunç şeyler görüyorum. Benim için onların oyuncakları, onlara zarar verebileceğim silahlar; banyo, onları boğabileceğim bir yer. Böyle korkunç şeylere neden olurum korkusuyla onlardan kaçmak, kendimi onlardan uzağa kilitlemek zorundayım. Quintin, ben yanında değilken güvende, bu yüzden ona benim için vızıldanmamayı öğret, çünkü kafasını duvara vura vura parçalamaktan veya onu bir pencereden atmaktan korkuyorum. (3.1.125) Portia’nın şiddet içeren bu açıklamaları onun asla beklenen bir şekilde davranamayacağını en açık bir şekilde kanıtlar. Raphael’in sürekli anne bakımı ve sorumluluklarını dile getirmesi bu rolü bir yük olarak gören Portia’yı iyice çileden çıkarır. Anneliğin kendisine dayatılması Portia’yı şefkatin aksine tümden şiddet içeren düşüncelere yönlendirir. Dolayısıyla annelik içgüdüsü yerine yok edici dürtüler Portia’ya hakimdir. Yukarıdaki sözlerinden de anlaşılacağı gibi, Portia anneliğe dair söylenmeyen bir takım isteklerden bah-
183
184
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
seder. Douglas ve Michaels bu durumu “[a]nnenin iç dünyası, ya da özellikle bu anneninki, bir anda sırların, aldanmaların ve tarif edilemeyen dürtülerin olduğu korkutucu, tahmin edilemeyen bir yere benzer” (165) diyerek tarif eder. Kendisini şiddete yönlendiren dürtülerinin farkında olan Portia çocuklarıyla bir yakınlık kurmak istemez. Oğullarını ihmal ederek onlara fiziksel olarak zarar vermemeyi hedefler. Ancak bu türden ihmalin de aile içi şiddet çeşidi olduğu unutulmamalıdır. Englander’ın “[ç]ocuk istismarı genellikle dört alt türe ayrılır: fiziksel istismar, cinsel istismar, ihmal etme ve sözel, psikolojik ya da duygusal istismar” (22) diyerek işaret ettiği bu durum Portia’nın durumuna da uygun düşer. Dört yaşındaki oğlunun bile temel ihtiyaçlarını karşılamayan Portia’nın ihmalkârlığı bir çeşit istismar olarak değerlendirilebilir. Özellikle çocuklarına zarar verme ve onları öldürme isteği Carr’ın şiddet aracılığıyla kutsal sayılan anneliğe farklı bir açıdan baktığını gözler önüne serer. Portia ihmalkârlığının yanı sıra tehditkâr sözleri ve şiddete yakınlığıyla bilindik annelik kavramını derinden sarsar. Her ne kadar Portia psikolojik olarak rahatsız bir kadın olsa da, Carr’ın anne karakteri olarak böyle bir figürü oyununda kullanması yüzyıllarca benimsenen annelik kavramını zedeler. Psikolojik rahatsızlığıyla şiddete eğimli olan Portia bireysel sorunlarından ötürü kendisinden beklenen annelik rolünün gerekliliklerini yerine getirmez. Bu durum Carr’ın İrlanda tiyatrosunda tekdüze kullanılan annelik kavramına bir çeşit başkaldırısı olarak yorumlanabilir. Örseleyici söylemi ve saldırgan davranışları Portia’yı ideal annelik rolünden uzaklaştırırken karakterin intiharı da kendi kendine uyguladığı bir tür şiddet çeşidi olarak karşımıza çıkar ve intihar onun anneliği reddetmesinin bir parçası olarak değerlendirilebilir. Portia’nın yaşamında şiddetin yeri esasen oyunun temel çatışması olan yaşam ve ölüm dürtüleri arasındaki mücadeleyle açıklanabilir. Freud’a göre insanlar yaşam ve ölüm dürtülerinin etkisi altındadırlar. Freud’un Eros adını verdiği yaşam dürtüsü kişiyi hayatta tutan bir güce karşılık gelirken, Thanatos olarak da bilinen ölüm dürtüsünün amacı kişiyi yıkıma ve ölüme sevk etmektir (An Outline 148-49). Cinsel dürtülerle bir çeşit yaşam enerjisi sağlayan Eros’un (Freud, The Ego 40) aksine Thanatos’ta ölüm isteği agresif tavır ve saldırgan davranışlarla açığa çıkar (Freud, The Ego 41). Bu yüzden “bir kişide ölüm dürtüsü ne kadar güçlü olursa, onun hiddetini nesnelere ve kişilere yansıtması da gerekli olur” (Buss 185). Etrafa yansıtılan hiddet bir süre sonra kişinin kendi benliğine döndüğünde intiharına sebep olur ki Freud bunu “kendi kendine zarar ver-
Portia Coughlan: Anneliği Reddeden Bir Kadın Portresi
me bireyin sonunda kendisini öldürmeyi başarana kadar… saldırganlığını kendisine yöneltmesiyle olur” (An Outline 150) diyerek açıklar. Bu bilgiler ışığında Portia’nın hikâyesine baktığımızda onun yaşadığı cinsel ilişkiler, evliliği ve hatta anneliği kendisini hayata tutunma çabası olarak kabul edilebilir. Raphael ile evlenmesinin asıl sebebini “dünyaya girmek ve orada kalmak için bir şans…” (3.6.145) diye açıklayan Portia’nın evliliği hayatta kalmak için bir yol olarak seçtiği açıktır. Dolayısıyla evliliği yaşam dürtüsüne katkı sağlamak amaçlıdır. Benzer bir şekilde anneliğini de bu bağlamda düşünebiliriz; öyle ki, Klein, “anne yaşam dürtüsünün temsilidir” (201) derken bu noktaya işaret eder. Bu da Portia’nın anne olma sebebinin yine hayata tutunma amaçlı olabileceğini düşündürür. Marsh’ın “yeni hayat yaratma her zaman Portia’ya fazlaydı” (130) diyerek sunduğu fikir oyundaki karakterin annelikle ve yaşamla olan sıkıntılı bağını vurgular. Zaten Portia da bu kimliği sahiplenememiştir. “Kalbimi kemiren bir kurt var” (3.3.131) diyen Portia adeta etkisi altında olduğu ölüm dürtüsünü tarif eder. Hayata tutunamayan ve annelikle kendini sınırlayamayan Portia yıllar önce ertelediği ölümü bu sefer intiharıyla kucaklar. Kardeşi gibi nehirde boğularak ölen Portia çocuklarını ve eşini arkasında bırakır. Llewellyn-Jones, Portia “ölümü sosyal kimliğini sonlandırma yolu olarak seçti” (78) diyerek karakterin anneliğinden bu yolla kurtulduğunu ima eder. İntiharın “en son bencil, tabuları kıran ve sapkınca kendini korumacı” (Pine 219) bir tutum olduğu kabul edilirse Portia’nın bu kararıyla sadece kendisini düşündüğü anlaşılmış olur. Sonuç olarak, Portia Coughlan adlı oyunda anne karaktere genel olarak bakıldığında şiddete meyilli tavırlarıyla İrlanda’da son yüzyılda kabul görmüş annelik normlarını sorgulayan bir kadınla karşılaşılır. İkiz erkek kardeşiyle yaşadığı saplantılı ensest ilişki Portia’yı şiddete yönlendirirken onu aynı zamanda evinden ve ailesinden de koparır. Karşı koyamadığı hiddetinin farkında olan Portia annelik kimliğini tamamen reddederken bu kimliğin beraberinde getirdiği sorumlulukları da yerine getirmemek için her zaman direnir. Çocuklarının ihtiyaçlarını hayatının merkezinde barındırmayan karakter saldırgan halleri, örseleyici söylemi ve intiharıyla anneliğe dair yüceltilen tüm değerlerin aksine bir tablo çizer. Böylece Carr’ın Portia Coughlan adlı oyununda anne karakteri İrlanda’da egemen söylemin şekillendirdiği annelik ideallerinin sorgulanıp olumsuzlanmasını sağlar.
185
186
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
K AY N A K Ç A
Almond, Barbara. The Monster Within: The Hidden Side of Motherhood. Berkeley: U of California P, 2010. Birns, Beverly ve Dale F. Hay. Giriş. The Different Faces of Motherhood. Ed. Birns ve Hay. New York: Springer, 1988. 1-9. Brookman, Fiona. Understanding Homicide. Londra: SAGE, 2005. Buss, Arnold H. The Psychology of Aggression. New York: Wiley, 1961. Carr, Marina. Portia Coughlan. Marina Carr: Toplu Oyunları 1. Çev. Gülşen Sayın. İstanbul: Mitos Boyut, 2016. 87-145. —-. Röportaj. Rage and Reason: Women Playwrights on Playwriting. Söyleşiyi yapan: Heidi Stephenson ve Natasha Langridge. Londra: Methuen, 1997. 146-55. Cerquoni, Enrica. “‘One Bog, Many Bogs’: Theatrical Space, Visual Image, and Meaning in Some Productions of Marina Carr’s By the Bog of Cats….” The Theatre of Marina Carr: “Before Rules was Made.” Ed. Cathy Leeney ve Anna McMullan. Dublin: Carysfort, 2003. 172-99. Corwin, Elizabeth J. ve diğerleri. “The Heritability of Postpartum Depression.” Biological Research for Nursing 12.1 (2010): 73-83. sagepub. Web. 4 Ara. 2014. Daly, Mary E. “‘Oh, Kathleen Ni Houlihan, Your Way’s a Thorny Way!’: The Condition of Women in the Twentieth-Century Ireland.” Gender and Sexuality in Modern Ireland. Ed. Anthony Bradley ve Maryann Gialanella Valiulis. Amherst: U of Massachusetts P, 1997. 102-26. Douglas, Susan J. ve Meredith W. Michaels. The Mommy Myth: The Idealization of Motherhood and How It Has Undermined All Women. New York: Free P, 2004. Dutton, Donald G. The Abusive Personality: Violence and Control in Intimate Relationships. New York: Guilford, 2007. Englander, Elizabeth Kandel. Understanding Violence. Londra: Erlbaum, 2003. Freud, Sigmund. An Outline of Psycho-Analysis. The Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud: Moses and Monotheism, An Outline of Psycho-Analysis and Other Works. Vol. XXIII (1937-1939). Çev. Alix Strachey. Ed. James Strachey. Londra: Hogarth, 1964. 144-207. —-. The Ego and the Id. The Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud: The Ego and the Id and Other Works. Vol. XIX (1923-1925). Çev. Alix Strachey. Ed. James Strachey. Londra: Hogarth, 1961. 12-66. Girard, René. The Scapegoat. Çev. Yvonne Freccero. Baltimore: John Hopkins UP, 1986. Harris, Peter James. Reimagining Ireland: From Stage to Page: Critical Reception of Irish Plays in the London Theatre, 1925-1996. Vol. 41. Bruxelles: Lang, 2011. ebrary. Web. 30 Ara. 2014. Harrower, Natalie Dawn. The Performance of Critical History in Contemporary Irish Theatre and Film. Doktora Tezi. University of Toronto, 2009. ProQuest. Web. 27 Ekim 2014. Hollingworth, Leta S. “Social Devices for Impelling Women to Bear and Rear Children.” American Journal of Sociology 22.1 (1916): 19-29. JSTOR. 21 Kasım 2014. Holmes, Ann Sumner ve Claudia Nelson. Introduction. Maternal Instincts: Visions of Motherhood and Sexuality in Britain, 1875-1925. Ed. Nelson ve Holmes. Londra: Macmillan, 1997. 1-12. Howard, Ben. “Audacious Ireland.” The Sewanee Review 114.3 (2006): 403-18. ebsco. Web. 19 Şub. 2015.
Portia Coughlan: Anneliği Reddeden Bir Kadın Portresi
Inglis, Tom. Moral Monopoly: The Rise and Fall of the Catholic Church in Modern Ireland. Dublin: U College Dublin P, 1998. Innes, C. L. Woman and Nation in Irish Literature and Society, 1880-1935. New York: Harvester, 1993. Kearney, Richard. Postnationalist Ireland: Politics, Culture, Phiolosophy. Londra: Routledge, 1997. Klein, Melain. “Envy and Gratitude.” Envy and Gratitude and Other Works 1946-1963. Vol. III. Ed. Roger Money-Kyrle. New York: Free P, 1975. 176-235. Lash, John. Twins and the Double. Londra: Thames, 1993. Leeney, Cathy. “Ireland’s ‘exiled’ Women Playwrights: Teresa Deevy and Marina Carr.” The Cambridge Companion to Twentieth-Century Irish Drama. Ed. Shaun Richards. Cambridge: Cambridge UP, 2004.150-63. Llewellyn-Jones, Margaret. Contemporary Irish Drama and Cultural Identity. Bristol: Intellect, 2002. Lojo, Laura. “The Poetics of Motherhood in Contemporary Irish Women’s Verse.” Writing Bonds: Irish and Galician Contemporary Women Poets. Ed. Manuela Palacios ve Laura Lojo. Oxford: Lang, 2009. 123-43. Mosse, George L. Nationalism and Sexuality: Respectability and Abnormal Sexuality in Modern Europe. New York: Howard, 1985. Nash, Catherine. “Embodied Irishness: Gender, Sexuality and Irish Identities.” In Search of Ireland: A Cultural Geography. Ed. Brian Graham. Londra: Routledge, 1997. 108-27. Parker, Rozsika. “The Production and Purposes of Maternal Ambivalance.” Mothering and Ambivalance. Ed. Wendy Hollway ve Brid Featherstone. Londra: Routledge, 1997. googlebooks. Web. 2 Ara. 2014. Pierson, Ruth Roach, Andrée Lévesque ve Katherine Arnup. Introduction. Delivering Motherhood: Maternal Ideologies and Practices in the 19th and 20th Centuries. Ed. Arnup, Lévesque, ve Pierson. Londra: Routledge, 1990. xiii-xxiv. Pine, Emilie. “Living with Ghosts: Synge and Marina Carr.” Synge and His Influences: Centenary Essays from the Synge Summer School. Ed. Patrick Lonergan. Dublin: Carysfort, 2011. 215-24. ProQuest. Web. 30 Ara. 2014. Rivera, Joseph de. “Aggression, Violence, Evil, and Peace.” Handbook of Psychology: Personality and Social Psychology. Vol. 5. Ed. Theodore Millon ve Melvin J. Lerner. New Jersey: Wiley, 2003. 569-98. Ryan, Barbara. In the Shadow of Freud: The Death Instinct in Psychoanalysis. Doktora Tezi. Pacifica Graduate Institute, 2003. ProQuest. Web. 20 Ekim 2014. Shannon, Catherine B. “The Changing Face of Cathleen ni Houlihan: Women andPolitics in Ireland, 1960-1996.” Gender and Sexuality in Modern Ireland. Ed. Anthony Bradley ve Maryann Gialanella Valiulis. Amherst: U of Massachusetts P, 1997. 257-74. Sihra, Melissa. “Introduction: Figures at the Window.” Women in Irish Drama: A Century of Authorship and Representation. Ed. Sihra. Londra: Palgrave, 2007. 1-22. —-. “The House of Woman and the Plays of Marina Carr.” Women in Irish Drama: A Century of Authorship and Representation. Ed. Sihra. Londra: Palgrave, 2007.201-18. Stansbury, Heather. “Bound by Blood: Incestuous Desire in the Works of Byron.” The Byron Journal 40.1 (2012): 17-28. Project Muse. Web. 6 Mart 2015.
187
188
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
Stets, Jan E. “Verbal and Physical Aggression in Marriage.” Journal of Marriage and Family 52. 2 (1990): 501-14. JSTOR. Web. 28 Ekim 2014. Stubbings, Diane. Anglo-Irish Modernism and The Maternal: From Yeats to Joyce. New York: Palgrave, 2000. “Şiddet.” Oxford English Dictionary. Vol. XIX. Oxford: Oxford, 1989. Thurer, Shari L. The Myths of Motherhood: How Culture Reinvents the Good Mother. Londra: Penguin, 1994. Wallace, Clare. “Authentic Reproductions: Marina Carr and the Inevitable.” The Theatre of Marina Carr: “Before Rules was Made.” Ed. Cathy Leeney ve Anna McMullan. Dublin: Carysfort, 2003. 43-64. —-. “Tragic Destiny and Abjection in Marina Carr’s The Mai, Portia Coughlan and By the Bog of Cats….” Irish University Review 31.2 (2001): 431-49. JSTOR. Web. 19 Şubat 2015. Walster, Elaine. “Passionate Love.” Theories of Attraction and Love. Ed. Bernard I. Murstein. New York: Springer, 1971. 85-99. Walther, Virginia N. “Postpartum Depression: A Review for Perinatal Social Workers.” Social Work in Health Care 24. 3-4 (1997): 99-111. tandfonline. Web. 4 Ara.2014. Warner, Judith. Perfect Madness in the Age of Anxiety. New York: Riverhood, 2006. Weissman, Myrna M. ve Eugene S. Paykel. The Depressed Woman. Chicago: U of Chicago P, 1974. Whitbeck, Caroline. “The Maternal Instinct (1972).” Mothering: Essays in Feminist Theory. Ed. Joyce Trebilcot. Maryland: Rowman, 1983. 185-92. Woollett, Anne. “Having Children: Accounts of Childless Women and Women with Reproductive Problems.” Motherhood: Meanings, Practices and Ideologies. Ed. AnnPhoneix, Anne Wollett ve Eva Llyod. Londra: SAGE, 1991.47-65. Zulueta, Felicity de. From Pain to Violence: The Traumatic Roots of Destructiveness. West Sussex: Wiley, 2006.
IX. BÖLÜM
Bedende Yazılı: Jeanette Winterson’ın Söylemsel Toplumsal Cinsiyet Performansına Bedensel Katkısı Gülşah GÖÇMEN
Bedende yazılı olan, yalnızca özel bir ışığın görünür kıldığı gizli bir kod; bir ömrün birikimi var orada. Yeniden yazma işlemi kimi yerde o kadar derine işlemiş ki harfleri kabartma harfler gibi hissediyorum. Vücudumu meraklı bakışlardan uzak tutmak istiyorum. Asla çok fazla ele vermeden, bütün hikâyeyi anlatmadan. -Jeanette Winterson, Bedende Yazılı Çağdaş İngiliz Romanının önemli yazarlarından olan İngiliz Şövalyelik unvanına sahip Jeanette Winterson, 1985 yılında yayımladığı ilk romanı Oranges Are Not the Only Fruit (Tek Meyve Portakal Değildir)’den başlayarak, toplumsal cinsiyet rollerinin oluşumuna dikkat çeken yazım tarzıyla anılmıştır. Lezbiyen bir yazar olarak kimlik performansı konusunu ön plana çıkaran Winterson, romanlarında toplumsal cinsiyet rollerini oluşturan söylemsel yapıları postmodern bakış açısıyla yapı-bozuma uğratır. Bedende Yazılı (2000) romanı ise cinsiyeti belirli olmayan bir anlatıcının gözünden yazılan tutkulu bir aşk öyküsüdür. Bu romanda yazar, toplumsal cinsiyetin Judith Butler’ın öne sürdüğü gibi bir “toplumsal cinsiyet performansı” olduğunu gözler önüne sererken, aynı zamanda bu performansı belirleyen beden öğesinin altını çizer. Romanda ele alınan toplumsal cinsiyet rolleri ve onlara bakış açısı şu gibi soruların şekillenmesine yol açar: Beden yalnızca ona söylemlerle atfedilen özelliklerle var olan, eylemsiz bir madde midir? Bedenin eyleyiciliği olduğu
190
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
düşünüldüğünde söylemsel toplumsal cinsiyet oluşturmanın belirleyici sınırları nerede başlar ve nerede biter? İlgili sorulara Winterson’ın eseri Bedende Yazılı’da yanıt arayan bu yazı, söz konusu romanda toplumsal cinsiyet rollerini oluşturmada söylemsel ve bedensel kimlik performansının yerini tartışır. Klasik bir aşk hikâyesini, âşık olan ve âşık olunan karakterlerin cinsiyetlerini olabildiğince birbiri içine geçmiş olarak tasvir eden Winterson’ın Bedende Yazılı romanını, beden üzerine geliştirdiği bakış açısı kapsamında inceler. Bu yazıda, Bedende Yazılı adlı eserin söylemsel toplumsal cinsiyet performansında kimlik oluştururken bedenin eyleyiciliğinin önemini sergilediği tartışılır. Bu tartışmanın kuramsal çerçevesini, temel olarak, Judith Butler’ın toplumsal cinsiyet performansı teorisi oluşturur. Toplumsal cinsiyet performansı tanımıyla 1990’larda feminist eleştiriye yeni bir boyut kazandıran Amerikalı kuramcı Judith Butler, bu alanda yaptığı ilk çalışmasını 1989 yılında Yale Üniversitesinde düzenlenen Homoseksüellik Konferansı’nda sunduğu konuşmadan derlemiştir. “Taklit ve ‘Toplumsal Cinsiyete’ Karşı Durma” adlı makalesi kendisini daha geniş kitlelere duyuran Gender Trouble (Cinsiyet Belası, 1990) adlı kitabının yayımlanmasından sonra basılmıştır. Bu makalede Butler’ın kitabında daha detaylı olarak tartıştığı toplumsal cinsiyet kuramını özellikle lezbiyen kimliğinden yola çıkarak tartıştığı görülür. Butler, toplumsal cinsiyeti bir performans olarak gördüğünü ve bireylerin bunu taklit ederek edindiklerini öne sürer. Tekrarlanarak benimsenen bir kimlik olarak tanımlanan toplumsal cinsiyet, özellikle kimlik terimi göz önüne alındığında, ihtiyatlı olmayı gerektirir. Butler, öykünme ya da taklit yoluyla edinilen ve tekrar yoluyla pekiştirilen toplumsal cinsiyet rollerinin doğal kabul edilmesini eleştirirken, özellikle kimlik için çizdiği çerçevede, Michel Foucault’nun perspektifinin öneminden bahseder. Foucault’ya göre bir cinsel kimliğin olumlanması veya olumsuzlanması o kimliğin yer aldığı söylemden kaynaklanır. Heteroseksüelliğin olumlandığı ve öncelendiği bir söylemde eşcinsellik, transseksüellik ve biseksüellik için atfedilen değer her daim tartışmalıdır. Diğer bir deyişle, bu kimliğe dair söylemin içeriği belirleyici olduğundan gözden kaçırılmaması gereken şudur: “Söylem, gücün hem bir aracı hem de sonucu olabilir, fakat söylem ayrıca, gücün önünde bir engel, bir ayak bağı, bir direniş noktası ve muhalif bir stratejinin hareket noktası da olabilir” (Foucault 101). Foucault’nun bu tespitini göz önüne alan Butler, kimlik ya da ‘ben’ kavramının belirleniş sürecine şüpheyle baktığını dile getirir ve şöyle devam eder: Kaldı ki, kimlik kategorileri beni her zaman rahatsız eden bir çerçeve olmuştur; ben kimlik kategorilerini değişmez
Bedende Yazılı: Jeanette Winterson’ın Söylemsel Toplumsal Cinsiyet Performansına Bedensel Katkısı
ayak bağları sayar ve onları ortaya çıkması kaçınılmaz dert yuvaları olarak kavrar, hatta öyle lanse ederim. Gerçi –herhangi bir– kategori başımıza hiç dert açmasa zaten benim gözümde ilginçliğini de kaybederdi, orası ayrı; nitekim, beni ilk önce bu kategoriyle başlamayı düşündürten çeşitli erotik pratikleri cazip kılan da, bu kategorilerin kalıcı olmayışının doğurduğu hazdır. (Taklit ve Toplumsal 5-6) Butler’a göre kimlik kategorileri, kategorilerin dışına çıkıldığında, her daim sorun yaratan belirleyici özelliklere sahip yaptırımlar içerir ve bu kategorilerin çerçeveleri aşıldıkça yeniden şekillenir ve aslında bağlayıcılıklarının geçici olduğu ortaya çıkar. Butler, cinsiyet rollerine ait kategorilerin aslında cinsiyetlerle bağdaştırıldığı müddetçe var olduğunu ve olacağını işaret eder. Aralarındaki bağı oluşturan dilsel, toplumsal ve kültürel öğelerin toplumlar arasında farklılıklar gösterse de temelde bu kategorilerin bedensel ve anatomik gerçeklikten uzak olduğunu iddia eder. Örneğin, toplumsal cinsiyet hiyerarşisinde en üst sırada yer alan heteroseksüelliğin varsayımsal ya da zorunlu olduğunu belirtir (Cinsiyet Belası 34-35). Her zaman homoseksüelliğin tanımlanmasında karşıt bir meşruiyet oluşturan heteroseksüellik de eril veya dişil bedene atfedilen gerçeklik algısını temsil ettiği müddetçe sorunsuzdur ve heteroseksüel bireyler de meşru cinsiyet algısını oluşturmak için bu rolü sürekli tekrar etme eğilimindedir. Butler’a göre performatiflik, “tekil ve kasti bir edim” değil, “yineleyici ve atıfsal bir pratiktir” (Bela Bedenler 8). Butler, heteroseksüel bireylerin bir rol üstlenip bunun için âdeta teatral bir performans göstermek üzere toplum içerisinde onay alabilmek adına bu rolü tekrar ederek bir cinsiyet kimliği kazanmasına “cinsiyet performansı” adını verir (Bela Bedenler 8-9). Burada bahsedilen performans öğesinden ötürü Butler kuramını performatifliğe veya edimselliğe dayalı bir kuram olarak tanımlamıştır. Butler’ın önemle üzerinde durduğu nokta, yineleme esnasında bireyin normatif idealden uzaklaşabileceği, bu alanı normları doğrulamak yerine onlara karşı çıkmak için kullanabileceğidir. Bu sebeple, tüm normatifliğine ve meşruiyetine rağmen toplumsal cinsiyetin aslında yapısının bozulma potansiyeline vurgu yapar. Cinsiyet normlarının bir performans olarak icrası mümkün olduğu gibi bu icrayı yerine getirirken var olan karşı çıkma potansiyelini kullanmak da mümkündür. Diğer bir deyişle, toplumsal cinsiyet performansı bedeni normlar aracılığıyla tahakküm altına alsa da kişi bunu değiştirme veya buna karşı çıkma olanağına sahiptir.
191
192
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
Butler’ın performatiflik kuramı, toplumsal cinsiyet rolleri ile ilgili bugüne kadar kabul gören açıklamaları özellikle bedenin maddesel yönünü vurguladığı için kökten sarsmayı başarır. Türkçeye Cüneyt Çakırlar ve Zeynep Talay’ın ortak çevirisiyle Bela Bedenler (2014) adıyla kazandırılan Bodies that Matter (1993) kitabına Butler, şu soruları sorarak başlar: “Bedenin maddesellik sorunsalı ile toplumsal cinsiyetin performatifliği arasında bağ kurmanın bir yolu var mıdır? ‘Cinsiyet’ kategorisi bu tip bir ilişkide nasıl vücut bulur?” (Bela Bedenler 7) Bu soruları ve daha fazlasını sorduğu ve cevapladığı bu kitabın en önemli özelliği, beden ve cinsiyet kavramı arasındaki ilişkinin maddesel olarak belirlenmediğini ortaya koymasıdır. Cinsiyet kavramının özünde normatif olduğunu belirten Butler, cinsel farklılıkların da maddesel olmaktan çok söylemsel uygulamalarla tanımlandığı gerçeğinin üzerinde durur. Butler’a göre cinsiyet, “sadece bir norm olarak işlemez, ancak yönettiği bedeni üreten düzenleyici pratiğin bir parçasıdır; bu, düzenleyici gücünün kontrol ettiği bedenleri üretme –sınırlama, dolaşıma sokma, farklılaştırma– gücüne sahip bir çeşit üretici tahakküm olarak açıklanabilir” (Bela Bedenler 7-8). Diğer bir deyişle, cinsiyet, farklı cinsler için zaman içerisinde oluşturulmuş ve maddeselleştirilmiş ideal yapıdır. Bu yapının her zaman sorgulanması gerektiğini söyleyen Butler, sanılanın ya da kabul görülenin aksine, cinsiyetin “ne birinin sahip olduğu bir şey, ne de birinin ne olduğunun değişmez tanımı” (Bela Bedenler 9) anlamına geldiğinin altını önemle çizer. Butler’ın çizdiği kuramsal çerçevede cinsiyet, “ ‘biri’ni tam anlamıyla yaşayabilir kılan ve dolayısıyla bir bedeni, kültürel anlaşılırlık alanı içerisinde, hayat boyunca niteleyen normlardan biri” (Bela Bedenler 9) olarak karşımıza çıkar. Bu tanım, bireylerin cinsiyetlerinin onları içinde bulundukları toplumsal söylem tarafından anlaşılır kılan bir kategoriden ibaret olduğunu ve bu kategorinin varsaydığı özelliklere sahip olmak için çabaladıklarını düşündürür. Bu kategorinin sınırlarını aşmak veya buna birebir karşılık olmaya çalışmak bireyin belirleyebileceği bir durum gibi görünse de, bunu yaparken yine toplumsal cinsiyet normlarının bireyin üzerindeki etkisi azımsanamaz. Performatiflik kuramını açıklarken Butler’in kullandığı en çarpıcı örnek drag1’dir. Drag ya da kadın gibi giyinen erkek bir birey olarak erkek bede1 Drag kelimesi İngilizce bir terim olup, Butler’ın Gender Trouble (Cinsiyet Belası) kitabının Türkçe çevirisinde Başak Ertür tarafından bir dip not açıklaması ile İngilizce haliyle kullanılmıştır. Ertür’ün sunduğu açıklamaya göre drag “karşı cinsle bağdaştırılan kıyafetleri
Bedende Yazılı: Jeanette Winterson’ın Söylemsel Toplumsal Cinsiyet Performansına Bedensel Katkısı
ninden beklenen kıyafetleri taşımak yerine bir kadının sahnede bir gösteri sergilerken giydiği kıyafetleri giyer ve bu görünüşüyle hem bir kadına benzer hem de erkeksi fiziksel özelliklerinin baskınlığı yüzünden kadından farklıdır. Görüntüsel olarak normatif kadın veya erkekten farklı olan drag, kendisini görenler üzerinde bu kategorilerin keskin sınırlarını bulanıklaştırır. Sarsıcı ve çarpıcı bir teatral etkiye sahip olması sebebiyle drag örneği “toplumsal cinsiyet gerçekliği hissini” (Cinsiyet Belası 28) sorgulamamızı sağlar. Butler’a göre gerçeklik hissini sağlayan bilgi yalnızca “kişinin giydiği kıyafetlerden ya da kıyafetleri nasıl giydiğinden” (Cinsiyet Belası 28) edinilen ve fiziksel özellikleri bilinmeksizin varılan bir çıkarımdır. Bu nedenle drag’den daha da etkili bir örnek transseksüel birey örneğidir ki transseksüel bir bireyin kıyafetlerine bakarak cinsiyeti hakkında kesin bir yargıya varmamız neredeyse imkânsızdır. Bedensel olarak cinsiyet değişim sürecinin hangi aşamasında olduğunu dış görünümünden asla bilemeyeceğimiz transseksüel kişi yalnızca görüntüsüyle değil bedensel olarak da cinsiyet normlarına karşı gelir. Örneğin, cinsiyet değiştirme ameliyatını yaptırmış, sonrasında gerekli hormon tedavisi sürecine geçmiş bir transseksüelin vücudu ile henüz buna karar vermemiş fakat bir kadın bedenine yakın fiziksel özelliklere sahip bir transseksüelin bedeni normatif cinsiyet özelliklerini tam anlamıyla ters yüz etme potansiyeline sahiptir. Buradan hareketle Butler, belirleyici olanın erkek veya kadın cinsiyetine sahip olmaktan ziyade o bedenin yaşadığı deneyim olduğunu söyler ve şöyle devam eder: Metnin amacı drag’i hakiki olan ve model teşkil eden bir toplumsal cinsiyetin ifadesi sayıp göklere çıkarmak değil (drag’in kimi zaman maruz kaldığı aşağılamaya direnmek gayet önemli olsa da); toplumsal cinsiyete dair doğallaştırılmış bilginin, önleyici ve şiddet içeren bir biçimde gerçekliğin sınırlarını belirlediğini göstermek. Toplumsal cinsiyet normları (ideal ikibiçimlilik, bedenlerin heteroseksüel tamamlayıcılığı, birçoğu ırksal saflık kuralları ve melezleşmeye karşı tabularca onanan uygun ve uygunsuz erillik ile dişillik idealleri ve hükümranlığı) neyin idrak edilebilir bir biçimde insan olup olmayacabir tür performans olarak, teatral etki amacıyla giymek” (15) anlamına geldiği gibi bunu ifa eden bireylere de verilen isim olarak kullanılır.
193
194
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
ğını, neyin “gerçek” addedilip neyin edilemeyeceğini belirler, bedenlerin meşru ifade kazanabilecekleri ontolojik alanı oluştururlar. (Cinsiyet Belası 29) Dolayısıyla, cinsiyet rollerine dair herhangi bir meşruiyet söz konusu olduğunda ihtimamla düşünülmesi gereken şudur: Bedensel gerçeklik, sabitleşen normatif kavramlar çerçevesinde incelendiğinde, her zaman eksik temsil edilir. Çünkü Butler’ı performatiflik kuramına yönlendiren temel düşünce bu kavramların muğlak olan durumları açıklamak için kullanılamayacağı düşüncesidir. Muğlaklığı göz ardı edip cinsiyetlerine göre kategorilere ayrılan bireyler, bu cinsiyetler için oluşturulan gerçeklik algısını karşılayan kıyafetleri taşımadığı ya da davranışlarda bulunmadığı takdirde aşağılanmaya ve dışlanmaya maruz kalırlar. Fakat performatiflik kuramı toplumsal cinsiyet rollerinin hem teatral hem de dilsel olarak şekillendiğini ortaya koyar. Cinsiyet ve cinsiyet rolleri arasındaki farkı ortaya koyan bu örnekten yola çıkarak cinsiyet rollerinin her gün sergilediğimiz ve bu nedenle üzerimize yapışan roller olduklarını iddia eder. Taklit ve tekrar sayesinde meşruluk kazanan cinsiyet rollerinin insan gerçeğinin özünde yer almadığı ve bunun özellikle bedensel çerçeveden incelendiğinde görülebileceği düşüncesi bu kuramın temelini oluşturur. Butler’ın toplumsal cinsiyeti bir performans olarak değerlendirmeyi sağlayan kuramı, bu konuyu sorunsallaştıran edebî eserleri incelemek için yeni bakış açıları sunmaktadır. Toplumsal cinsiyet paradigmasını kurgu dünyalarının etken bir öğesi haline getiren yazarların eserleri performatiflik kuramı çerçevesinde incelendiğinde yenilenen anlamlara ulaşabilirler. Butler’ın önerdiği gibi dilbilimsel düzeyde yapıbozuma uğratılması gereken toplumsal cinsiyet kategorilerini irdeleyen edebiyat türleri içerisinde en üst sırada postmodern edebiyat gelir. Bunun nedeni ise, postmodernin tanımını yapan ünlü Fransız düşünür Jean-François Lyotard’ın ortaya koyduğu gibi, postmodernizmin temelinde tahakkümleri süregelen büyük anlatıları2 sorgulamak ve 2 Büyük anlatı (grand narrative): Jean-François Lyotard’a ait olan bu terim evrensellik iddiasıyla bireylerin üzerinde tahakküm kuran çeşitli bilgi bütünlüğüne sahip anlatıları kapsar. Büyük anlatıların otoritesini ve tartışmaya kapalı oluşlarını vurgulamak için ilk harfleri büyük yazılır. Batı medeniyetinin kökeninde var olan büyük anlatılardan başlıcaları, Tanrı, Din, Tarih ve Toplumsal Cinsiyet’tir. Kendi kendisini doğrulayan ve sorgulamaya yer vermeyen büyük anlatılar, Lyotard’a göre, postmodern dönemde geçerliliklerini yitirmeye mahkûmdur. Postmodern çağı bireysel özgürlüklerle yeniden şekillenen küçük anlatıların çağı olarak tanımlar (Postmodern Durum, 12-13).
Bedende Yazılı: Jeanette Winterson’ın Söylemsel Toplumsal Cinsiyet Performansına Bedensel Katkısı
yerlerine küçük anlatıları üretmek gibi gayeler bulunmaktadır (Postmodern Durum 12-13). Postmodern yazarlar da bu sorgulayıcı ve yeniden yapılandırıcı tutuma uygun olarak eserlerinde birçok hegemonik güç gibi toplumsal cinsiyet hegemonyasını da yapıbozuma uğratır. Postmodern yazım tarzıyla ve teknikleriyle ön plana çıkan Jeanette Winterson da eserlerinde Batı’nın felsefi, kültürel, ahlaki, sosyal, ekonomik ve siyasi düzenini belirleyen her türlü öğretiyi ve anlatıyı sorgulayan bir bakış açısı sunar. Yazar, yalnızca ‘Din,’ ‘Tarih,’ ‘Bilim’ gibi büyük anlatıları sorgulamakla kalmayıp, aynı zamanda ‘Toplumsal Cinsiyet’e de bir büyük anlatı olarak yaklaşır. Winterson’ın yapıbozumsal merceğinde, toplumsal cinsiyet maddesel köktenciliğinden kurtulur ve Judith Butler’ın açıkladığı üzere bir performans olarak irdelenir. Winterson’ın içinde bulunduğu heteroseksüel hegemonyaya karşı duruşu aynı zamanda bunu oluşturan fallus mantığı merkezciliğe (phallogocentrism)3 ve buna dayanan söylemlere getirdiği eleştirel tutumda görülür. 1992 yılında yayımlanan Bedende Yazılı adlı romanıyla Winterson, toplumsal cinsiyet rollerini sorunsallaştırırken özellikle biseksüel ve/ya lezbiyen bedeni üzerinden anlatılan aşk öyküsü eleştirmenler tarafından dikkat çekici bulunmuştur. Bununla birlikte, 1993 yılında roman, Lambda Edebiyat Ödülleri4 kapsamında yılın en iyi lezbiyen romanı seçilmiştir. Romanın lezbiyen kimliklerin temsili açısından önemli olduğunu vurgulayan Winterson'ın eleştirmenleri arasında yer alan Cath Stowers, “The Erupting Lesbian Body: Reading Written on the Body as a Lesbian Text” (“Volkan gibi Patlayan Lezbiyen Beden: Bedende Yazılı’yı Lezbiyen Bir Metin Olarak İncelemek”) adlı makalesinde özellikle şunu belirtir: “Bedende Yazılı toplumsal cinsiyetin ikiliğine karşı süregelen lezbiyen savaşın potansiyel tasvirlerini sunarak Winterson’ın belirgin lezbiyen estetiğine dair ufuklar açar” (99). Stowers gibi Silvia Antosa da Winterson’ın “yeni bedensel paradigmalarını” (19) incelediği kitabında romanla ilgili olarak anlatıcının kullandığı anatomi dilini mercek 3 Fallus mantığı merkezcilik (Phallogocentrism), önde gelen Fransız postyapısalcı düşünür Jacques Derrida’nın terimidir. Derrida’ya göre Batı felsefesinin kökeninde yatan erkek egemen bir mantık arayışı anlamına gelen fallus mantığı merkezciliğini Derrida “metafizik zıtlıkların oluşturduğu bir sistem” (20) olarak tanımlar. Derrida’ya göre tüm anlamlar bu mantığa göre oluşmuştur. Bu anlam üretim yöntemini altüst eden Derrida yapıbozumcu yaklaşımı geliştirmiştir. 4 Lambda Edebiyat Ödülleri (‘The Lambda Literary Awards- The Lammys’), LGBTQ edebiyatının dünya edebiyatındaki yerinin önemini vurgulamak adına, her yıl en iyi gay, lezbiyen, biseksüel ve trans romanlarına verilir.
195
196
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
altına almış ve “anlatıcının Louise’in bedenini bilimsel ve medikal dilleri adapte ederek imgesel bir keşfe adadığını” ve bu sayede de “bedensel sınırları bulanıklaştırdığını” (121) iddia etmiştir. Andrea L. Harris de “A Feminist Ethics of Love: Jeanette Winterson’s Written on the Body” (“Aşkın Feminist Ahlakı: Jeanette Winterson’ın Bedende Yazılı Romanı”) kitap bölümünde, Winterson’ın romanı ve Fransız feminist düşünür Luce Irigaray’ın “When Our Lips Speak Together” (“Dudaklarımız Birlikte Konuştuğunda”) adlı makalesi arasında bir bağ kurarak “romanda dil sorununun birbirine bağlanma ve sınırları aşmanın merkezinde olduğunu” (191) vurgular. Tüm bu eleştirel düşüncelere dayanarak bu makale, özellikle Butler’ın ortaya koyduğu yeni maddeselcilik bakış açısı çerçevesinde romanı inceler ve toplumsal cinsiyet rollerinin bedenle olan kurgusal ilişkisinin altını çizer. Süheyla Çağlayan Mathews tarafından 2013 yılında Türkçeye çevrilen Bedende Yazılı adlı romanında Winterson, cinsiyetini romanın sonlarına doğru anlayabileceğimiz bir anlatıcının ağzından tutkulu bir aşk hikâyesi anlatır. Birinci tekil şahıs anlatımıyla karakterin duygu ve düşüncelerinin yansıtıldığı romanda aşkın toplumsal cinsiyet rolleriyle şekillenişine ya da şekil değiştirişine ışık tutulmaktadır. Romanın anlatıcısı, bir yandan toplumun cinsiyet rolleriyle ilgili algılarını kullanır ve okuyucuya bu rolleri belirleyebilecekleri klişe özellikler sunar. Diğer yandan bu toplumsal normların günümüz dünyasında geçerliliklerini yitirdiklerini ve hatta yanıltıcı olabileceklerini ortaya koyar. Butler’ın kuramının merkezinde olan cinsiyet rollerinin performansa dayalı olduğu düşüncesini yansıtan romanın ikinci kısmında bedenin maddeselliğine yönelik yeni bir bakış açısı sunulur. Antje Lindenmeyer’in de belirttiği gibi, Winterson’ın üzerinde durduğu beden kavramı, “postmodern bir bakış açısıyla şekillenen söylemsel” bir kavramdır (49). Winterson’un Bedende Yazılı romanını iki bölüm halinde düşünmek mümkündür. Roman bedenin söylemsel yönünü vurgulamak için “sevdiği kadının bedenine sözleriyle varlık kazandıran ve sürekli çağrışım yapan betimlemelerle onun namevcut vücudunu yeniden canlandırmaya çalışan bir anlatıcı kullanır” (Lindenmeyer 50). Bu anlatıcı romanın ilk kısmında öncelikle normatif cinsiyet rollerinin söylemselliğini gösterir ve cinsiyet rollerinin performatif oluşuyla ilgili ironik bir diyalog sürdürür. Romanda daha sonra bedenin sorunsallığının doğrudan tanımının değişen insan bedeni yoluyla geliştirildiğini görürüz. Romandaki başkarakterin âşık olduğu kadının kanser hastalığı karşısında geçirdiği fiziksel değişiklikler
Bedende Yazılı: Jeanette Winterson’ın Söylemsel Toplumsal Cinsiyet Performansına Bedensel Katkısı
insan bedeninin maddesel yönlerine dikkat çekerek ve tıbbi bir dil kullanarak anlatılır. Roman, insan bedenine bir organizma olarak bakabilmeyi mümkün kılan anlatıcının sevdiği kadının kanser olduğunu öğrenmesi ve doktor olan eşiyle anlaşıp tedavi görebilmesi için onu terk etmesiyle başlar. Yaptığından kısa zamanda pişman olan anlatıcı, sevdiği kadına yakınlaşmak yerine uzaktan hastalığıyla ilgili bilgi edinmeye çalışır. Okuduğu kitaplardan öğrendiği detaylarla sevgilisinin vücuduna artık daha farklı bakmaktadır. Tıp dilinde bedenin dokulardan, kas sisteminden, iskeletten ve organlardan ibaret olduğunu gören anlatıcı, bir yandan o bedene anlam yükleyenin bireysel olarak yaşadığı aşk ve bedensel deneyim olduğunu ifade ederken, diğer yandan insan vücudunu şekillendiren toplumsal cinsiyet söyleminin gerçeklikle bağını sorgulayarak anlatısına son verir. Winterson’ın toplumsal cinsiyet rolleri ile bedenin maddeselliği arasındaki ilişkiyi gözler önüne serdiği Bedende Yazılı romanı, özellikle başlığı ile bu ilişkiye bir atıfta bulunur. Bedende yazılı olan nedir? Bu yazılı-yazısız söylemler bedeni fiziksel olarak değiştirir mi? Beden toplumsal cinsiyet rolleriyle şekillenen bir papirüs müdür? Ya da kabul edildiği gibi beden ona atfedilen söylemleri eyleme geçiren pasif bir madde midir? Tüm bu soruları tek bir başlıkla sordurarak toplumsal cinsiyet kavramını sorunsallaştıran bu roman, aynı zamanda bu sorulara da Winterson’ın meydan okuyucu anlatım tarzıyla yanıtlar getirir. Bir başka deyişle, günümüz dünyasının düşsel bir izdüşümünü yarattığı bu romanda Winterson, insan bedeninin toplumsal cinsiyet rollerinin ötesinde ve onlardan bağımsız bir organizma oluşunun altını çizer ve bu rollerin şekillendirmeye çalıştığı hayatların farklı bedensel ve duygusal deneyimler peşinde koşan insanlara ait olduğunu tartışır. Tahakkümlerini sürdürmeye devam ettikçe toplumsal cinsiyet rollerinin yalnızca davranışları şekillendirmekle kalmayıp bedensel değişikliklere de yol açtığını ve bunun farkında olmayan kişilerin de bu klişelerin devam etmesini sağladıklarını ortaya koyar. Julia Cream’in de vurguladığı gibi, Winterson’ın odağında, toplumsal cinsiyet rollerinin sınırlarıyla şekillenen günümüz toplumu için “bedenin cinsel muğlaklığının tahammül edilemez” (33) olduğu gerçeği vardır. Bu belirsizliği kabullenebilmek için heteroseksüel normatifliğin karşı çıktığı androjen bakış açısını benimsemek gerekir. Bu nedenle, Winterson, Bedende Yazılı romanında cinsiyetini gizli veya değişken tuttuğu başkarakterinin diğer karakterlerle olan ilişkilerini yansıtırken hem okuyucunun hem de başkarakterin normatif cinsiyet rolleri konusundaki algılarıyla oynar.
197
198
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
Bedende Yazılı ilk başta anlatıcısının cinsiyetiyle ilgili açık bilgi vermeyerek Butler’ın kuramlaştırdığı gibi cinsiyet / beden / toplumsal cinsiyet algılarını sorunsallaştırır. Romanın başında anlatıcı, biten bir aşkın ardından yaşadıklarını, kaybettiği sevgilisine bir ağıt niteliğinde olan öyküsüne “Aşkın ölçüsü neden kayıptır?” (7) diye sorarak giriş yapar. Ona göre aşk ifade edilmek ister (7) ama bu ifade klişelerden ibaret olmamalıdır. Bu yüzden Winterson, romanın en başından itibaren her fırsatta klişeleri sorgulayan bir anlatıcı kullanırken bu klişelerin en sorunsalının cinsiyet rolleri olduğunu anlatmak için de anlatıcının cinsiyeti üzerine bir çeşit bulmaca kurgular. Romanın başında delicesine âşık olduğu kişinin evli bir kadın olduğunu söyler. Kızıl saçlarıyla anlatıcının başını döndüren bu kadın, kocasını sevmesine rağmen anlatıcıya tutkuyla bağlanmıştır ve her yerde onun yüzünü görmektedir (12). Adını henüz paylaşmadığı kızıl saçlı kadınla yaptıkları kaçamağı anlattıktan sonra anlatıcı, daha önce bir başka evli kadınla yaşadığı ilişkiyi anlatmaya koyulur. Batsheba adında “mutlu bir evliliği olan” (13) bu kadınla da uzun bir zaman sevgili olur. Daha sonra anlatıcının Batsheba’dan kocasını terk etmesini istemesiyle ilişkileri son bulur. Anlatıcının hatırladığı diğer bir kız arkadaşı “yıldızlı gecelere tutkun” (16) ve yatakların hastanelere özgü olduğunu düşündüğünden yatak harici her yerde sevişmek isteyen bir kadındır. Buraya kadar anlatıcı kendisiyle ilgili verdiği izlenimlerin farkındadır ve şöyle bir yorumda bulunur: “Durmadan evli kadınların sandık odalarına girip çıktığımı düşüneceksiniz?” (14). Aslında, okuyucuya düşündürülen tam da budur. Anlatıcının cinsiyeti hakkında normatif cinsiyet özellikleri kullanılarak verilen izlenim onun bir erkek olduğu yönündedir. Paylaştığı aşk hikâyelerinin kahramanı olan farklı kadınlardan bahsederken kendi cinsiyetini ortaya çıkaracak detaylardan sakınır. Anlatıcı özellikle cinsiyetini bilmediğimiz ama toplumsal öğretilerle şekillenen rollere göre bir yargıya varacağımız şekilde ilişkilerinden bahsetmeyi sürdürür. Fakat Winterson, bu tarz tahminleri, ilk akla gelen klişeleri ortaya çıkarmak ve daha sonra bunların her zaman işe yaramadığını göstermek için kullanır. “Narration and Gender” (‘Yazım ve Toplumsal Cinsiyet’)5 adlı makalesinde feminist eleştirmen Ute Kauer, Winterson’ın toplumsal cinsiyete, aşka ve kadınerkek davranışlarına dair klişeleri yıkma isteğinin altını çizer. Kauer’in bu makalesinde açıkça belirttiği gibi, “kitabın amaçlarından biri aşk, toplumsal 5 Aksi belirtilmediği takdirde Türkçe basımı olmayan tüm alıntıların çevirisi makalenin yazarı tarafından yapılmıştır.
Bedende Yazılı: Jeanette Winterson’ın Söylemsel Toplumsal Cinsiyet Performansına Bedensel Katkısı
cinsiyet ve kodlanmış belirli erkek ve kadın davranışları hakkındaki klişeleri yapıbozuma uğratmaktır” (45). Bu amaca uygun olarak anlatıcı, “toplumsal cinsiyet belirleyicilerinin önemine dikkat etmiyormuş gibi yapar” (Kauer 45) çünkü anlatmak istediği asıl nokta bu normların veya cinsiyet nişanlarının “yazarın hissettiklerini anlatmasında yeterli olmadığıdır” (Kauer 45). Bu nedenle yazar, kitabın ilk sayfalarından itibaren anlatıcının cinsel kimliğinin belirsizliğini korur ve hatta bu sayede bir çeşit toplumsal cinsiyet performansı kurgusu yaratır. Toplumsal cinsiyetin normatif özelliklerine atıfta bulunarak bu özellikleri sorgulamaya devam eden ve anlatıcının cinsiyet değişkenliğinin bilinçli bir şekilde korunduğu metinde, anlatıcının bir erkek olarak yansıtıldığı bir başka alt anlatı ise Hollandalı anarka-feminist kız arkadaşı İnge’den bahsettiği bölümdür. Aşırı romantik olan İnge, “Eyfel Kulesi’nin eril iktidarın gudubet bir simgesi olduğunu biliyordu, fakat liderleri, kimse farkında olmadan bir ereksiyona tırmanmamalıdır deyip kulenin asansörünün bombalanmasını emrettiğinde, Paris’i tepeden seyreden genç romantikler ve gökyüzüne ‘Je t’aime’ yazan uçaklar üşüşürdü beynine” (18). İnge’yle olan ilişkisi sırasında anarşist eylemlerde bulunan anlatıcı, Louvre’da gittikleri bir Renoir sergisinden bahseder. İnge, Renoir’ın nü tablolar yapmak için modellerine yalnızca “bir ekmek parası” (18) ödediğini ve bu sebeple bu resimlerin çerçevelerinden sökülmeleri gerektiğini savunur. La Boulangere6 tablosunun önüne geldiklerinde ise İnge ağlamaya başlar. Anlatıcı ile aralarındaki şu diyalog toplumsal cinsiyet rollerini ve normları sorgulamak için bir fırsat sunar: ‘Ressam değil, resim. Renoir’ı unut, resme odaklan,’ dedim. ‘Renoir penisiyle resim yaptığını iddia etmiş, bilmiyor musun?’ dedi. ‘Telaşlanma,’ dedim. ‘Etmiş. Öldüğünde, hayalarının arasında eski bir fırçadan başka bir şey bulamamışlar.’ ‘Uyduruyorsun.’ Uyduruyor muyum? (18) Bu diyalog feminist bir kadının resme ve ressama bakışını gözler önüne serer. Renoir’ın penisi ile resim yaptığını iddia ettiğine inanan Inge’nin görüşü, 6 La Boulangere, Pierre August Renoir’ın nü olmayan bir kadın portresidir.
199
200
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
feminist edebî eleştirinin önde gelen isimlerinden olan Sandra Gilbert ve Susan Gubar’ın yapmış olduğu özdeşleştirmeyi andıran bir görüştür. Bu iki eleştirmene göre, erkek yazarların kalemi onların eril gücünü simgeleyen penislerinden gelir. Diğer bir deyişle, kalem=penis (pen=penis)’tir (The Madwoman in the Attic, “Çatıdaki Deli Kadın” xxii). Tıpkı kalemin penise benzetildiği ve erkek yazarların gücünün sorgulandığı gibi İnge de, Renoir’ın erkek bir ressam olarak fırçasınının gücünü penisinin gücüne benzetir ve onu sorgular. Fakat anlatıcı İnge’yi düşündüren farklı bir yorum yaparak, öldüğünde Renoir’ın penisinin yerinde bir fırça bulunduğunu söyler. Bu, feminist eleştirinin öncelediği sembolik anlamı ironik bir şekilde ele almamızı sağlar. İkilinin arasındaki konuşmanın sonunda anlatıcı bu yorumunun gerçek olup olmadığı konusunda şüphe uyandırır. Bir yandan, İnge’nin feminist bakış açısıyla Renoir’ı eleştirmesi Winterson’ın cinsiyet rolleriyle ilgili sorgulayıcı tutumunu gösterirken, diğer yandan bu düşüncenin de geçerliliğini sınayan bir yorumu eklemesi onun klişeleşmeye yüz tutan eleştiri yöntemlerine olan tenkidine de işaret eder. Dolayısıyla, Winterson süregelen toplumsal cinsiyet rollerinin normatifliğini sorunsallaştırırken, Butler’ın ortaya koyduğu eleştirel bakış açısına yakın bir tutum sergiler. Winterson’ın toplumsal cinsiyet normlarının tahakkümüne karşı duruşun farklı yollarını gözler önüne serdiği İnge ve anlatıcı ilişkisi, İnge’nin eril estetikle olan savaşına anlatıcının fiilen katılmasıyla bir dönüm noktasına ulaşır. Bu nokta, anlatıcının sevgilisiyle birlikte erkekler tuvaletindeki pisuarları patlatmaya karar verdikleri andır. İnge aslında anlatıcıyı “yeni bir anaerkil düzen hedefleyen bu kavgada asistanlık etmeye” (18) uygun bulmaz. Yine de ona “Semtex adında bir patlayıcı” (19) yerleştirdiği tuvaletlere önceden girip içerdeki erkekleri orayı boşaltma konusunda uyarma görevini verir. Hepsi dışarı çıktıktan sonra “ataerkil düzenin bir simgesi olan” (19) pisuarları patlatırlar ve gezici bir hamburger barında bunun tadını çıkarırlar. İnge ile olan ilişkisi, anlatıcıyı toplumsal düzeni değiştirmek için şiddete başvuran eylemlere yönlendirir. İnge ile birlikte yaşadığı ilişki sayesinde anlatıcı önemli aktivist-feminist akımlardan anarka-feminizmin toplumdaki yerine işaret eder. Anarşizm felsefesinden beslenen bir feminist akım olarak anarka-feminizmin öncü isimlerinden olan Emma Goldman’ın Anarchy and Other Essays (1910) adlı kitabı kendisinin en bilinen sözüyle bir başlık altında toplanmış ve Dans Etmeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir (2006) başlığıyla Türkçe’ye çevrilmiştir. Goldman’ın bu eserde de anlattığı üzere,
Bedende Yazılı: Jeanette Winterson’ın Söylemsel Toplumsal Cinsiyet Performansına Bedensel Katkısı
feminist düşünür, ataerkil düzenin kapitalist hiyerarşiyle birlikte yıkılması gereken bir otoriteye sahip olduğunu iddia eder. Goldman, kadınların birlik sağlayıp devletin askeri, dini, kamu organlarıyla arttırılan sınıfsal eril gücüne baş kaldırması gerektiğini ancak o zaman bireysel özgürlüklerini kazanabileceklerine inanır (78-79). İnge âdeta bu düşünceleri gerçekleştirmeye hayatını adamış bir karakter olarak anlatıcının karşısına çıkar. Başlangıçta İnge’nin dünyayı değiştirme arzusuna ortak olan anlatıcı için İnge zamanla yalnızca bir başka klişeye dönüşür: anarka-feminist lezbiyen klişesine. Böylelikle, toplumsal cinsiyet rollerini değiştirmenin bu yolla mümkün olmadığını ortaya koyar çünkü dayatmacı söylemlere şiddet içeren eylemlerle karşılık vermek veya tepki göstermek sadece anlık olarak dikkat çekici olabilir ya da bireye düşüncelerini eyleme geçirmenin geçici rahatlığını sunar. Her zaman bu konuda İnge’den daha az istekli olsa da anlatıcı, bir şekilde ‘[d]aha iyi bir toplum uğruna kutsal bir savaş veren dünyanın ucundaki yalnız teröristler” (19-20) olduklarını kabul eder. Anlatıcıyı cinsiyet kimliği belirsiz bir birey olarak temsil etmeye devam eden romanda, anlatıcının kurduğu aşk ilişkilerinde birbirinden farklı da olsa normlaşmış cinsiyet rollerini sergileyen bireyler dikkat çeker. Inge ile yaşadığı fırtınalı ilişkinin ardından, tutkusu daha az yoğunlukta sakin bir ilişki arayan anlatıcı, hayvanat bahçesinde çalışan, “[k]ocasız ve çocuksuz” (22) Jacqueline’i hayatına alır. Aslında Jacqueline’e âşık olmasa da hayatının bu döneminde bu kendisi için sorun değildir; ilişkisini şöyle ifade eder: “Onu sevmiyordum ve onu sevmek de istemiyordum. Onu arzulamıyordum ve onu arzuladığımı hayal edemiyordum” (22). Her şeye rağmen Jacqueline onunla ilgilenir, sandviç hazırlar, “yıkanmasını [istediği] çamaşırı var mı diye” sorar (22). Burada anlatıcının erkek olduğuna dair izlenimler Jacqueline’nin birçok kadının geleneksel aile düzenindeki rolünü benimseyen ve o role uygun sorumlulukları alan bir sevgili olarak betimlenmesi ile kuvvetlenir. Anlatıcı, ilk kez kendisini toplumsal cinsiyet normlarının ve klişelerin bir parçası gibi hissetmeye çalışır ama kendini sorgulamaktan vazgeçemez. Şunları düşünür: Klişeleri istiyordum, o koltuğu. Geniş bir yoldaki kusursuz görüş kabiliyetini. Nesi var? Belki de insanların çoğu rahatlıklarını ince bir aşk tabakası ile parlatıyor ve bunun etkisi de çabucak yok olup gidiyor. Oysa anlaşmaları uzun vadeli; büyüyen bel ölçüleri ve şehrin eteklerinde
201
202
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
yarı-müstakil bir ev. Nesi var? TV’de gece kuşağı ve yan yana horlayarak milenyuma yolculuk. Ölüm ayırana kadar. Yıldönümümüz müydü sevgilim? Nesi var? (22) Böylesine klişe bir hayatı yaşayamayacağını bildiği için bu monologda anlatıcı bu tekdüze hayatın nesi olduğunu sorarken aslında kötü bir yanı olmadığını vurgulamaktansa tutunulacak bir şeyi olmadığını ortaya çıkarır. Birçok kişinin tercih ettiği sıradanlaşan ilişkilerin aslında tutku dolu bir hayattan vazgeçiş ve alışkanlıklara ölesiye sahip çıkmak anlamına geldiğini çoktan fark etmiştir. Toplumca belirlenen rolleri sürdürmenin, klişeleşmenin kendi bireyselliğine zarar verdiğinin farkındadır. Winterson, roman boyunca, Butler’ın toplumsal cinsiyet performansının yineleyici özelliğine yaptığı vurguya benzer şekilde yaratılan klişelerin benimsenmesi ve öykünme yoluyla sürdürülmesine dikkat çeker. Butler’a göre, “Özneleşmenin/Tâbi olmanın [assujettissement] paradoksu tam olarak, bu normlara direnen öznenin bu normlar tarafından üretildiği, hatta muktedir kılındığıdır” (28). Dolayısıyla, bu rolleri üstlenmek ve klişeler olarak bireylerin hayatlarını yönetmelerine izin vermek, Winterson’ın kurgusallaştırdığı ve Butler’ın ifade ettiği gibi “iktidarla dışardan bir muhalefet ilişkisi değil, iktidara içkin, yineleyici ve yeniden eklemleyici bir pratik” (28) olarak karşımıza çıkar. Bir başka deyişle, toplumsal cinsiyetin eyleyiciliği ya da failliği dayandığı paradoks sayesinde yenileyici bir potansiyele sahiptir. Anlatıcı, toplumsal cinsiyet rollerinin birer performans ürünü olduğuna işaret eden eleştirisinin odağına Butler’ın üzerinde durduğu yenileyici potansiyeli en çok elinde barındıran evlilik kurumunu koyar. Geleneksel toplumsal cinsiyet rollerini pekiştiren, onların normatif statüsünü yasaların desteğiyle sağlamlaştıran ve kutsal bir bağ olarak tanımlanan evlilik, anlatıcı için bireysel tutkuların önüne geçemez. Evliliği, tutkulu bir aşka yeğleyenlerin temel düşüncesi, “Bir yuva kurup kendi konumunu sağlama al. Hoş kız, hoş oğlan” (62) şeklindedir ve anlatıcı bunu bir klişe olarak nitelendirir. Ona göre, “Asıl sorun yaratan klişeler” (62) dir. Bu yüzden evliliği şöyle tanımlar: “En güvenilir hırsız alarmı, kilisenin kutsayıp devletin de onayladığı evliliktir. Yalnızca ona bağlı olacağına yemin et ve gör nasıl bir sihir gibi gerçek olacak. İhanet aşkla olduğu kadar hayal kırıklığı ile de ilgilidir. Büyü de işe yaramamıştır. O kadar parayı verdin, keki de yedin ve işe yaramadı. Suç sende mi?” (67) Anlatıcının bu alaycı tutumu oldukça kutsal görülen
Bedende Yazılı: Jeanette Winterson’ın Söylemsel Toplumsal Cinsiyet Performansına Bedensel Katkısı
evlilik bağının, aslında, insanın arzularına karşı gelebileceğine dair inancı güçlü kılmak adına verilmiş bir sözden ibaret olduğunu gösterir. Hatta anlatıcı evliliği “arzuya karşı en dayanıksız silah” (68) olarak görür ve “[p] itonun karşısına mantar tabancasıyla çıkmak gibi” (68) etkisiz bulur. Evliliğe ve getirdiği dayatmacı eş rollerine şüphecilikle bakan anlatıcı, bu konudaki düşüncelerini ispatlamak için “banker ve dünyayı dolaşmış çok zengin” (68) bir erkek arkadaşının kadın dansçısıyla olan ilişkisini anlatır. Kendi sınıfından bir kızla evlenmenin yerinde olacağına karar veren bu adam, düğünden bir hafta önce kendisini ziyaret eden anlatıcıya hâlâ dansçı sevgilisiyle bir gece planladığını anlatır. Evlilik töreni henüz gerçekleşmediği için başka bir kadını hayal edebildiğini düşünür. Oysa durum, anlatıcının açıklıkla görüp ona ifade edemediği şekilde şundan ibarettir: Arkadaşı evliliğin onu tüm arzularına karşı koruyacağına inanmakta ve hatta bu yüzden evlenmektedir. Anlatıcının vurgulamak istediği ise evlilik ve bağlılık sözünün resmiyeti veya kutsallığının kişinin arzuları karşısında geçersiz olabileceği ve onu ömür boyu sürecek bir mutsuzluğa sürükleyebileceğidir. Alaycı bir dille bu durumu şöyle tarif eder: King Kong. Dev goril Empire State Binası’nın tepesinde Fat Wray’i avucunun içinde tutuyor. Canavara zarar vermek için bir grup uçak yollanmış, ama o uçakları bir sineği kovar gibi uzaklaştırıyor kendinden. Tutkunun pençesindeyken iki kişilik, çift kanatlı ve üzerinde ‘EVLENDİK’ yazan bir uçak o korkunç yaratıkta bir sıyrığa bile yol açmaz. Gece yatakta uykusuz, evlilik yüzüğünü parmağında çevirip durmaya devam edersin. (68) Popüler kültürün bir parçası olan King Kong filmine gönderme yapan anlatıcı, dev gorilin gücünü iki kişinin birbirine olan tutkusuna benzetir ve ona zarar vermeye çalışan uçakları ise evlilik bağıyla özdeşleştirir ve evlilikle sağlanan bağlılığın aslında beyhude olduğunu düşündürür. İnsanların evlenerek yalnızca başkasına duyduğu tutkuyu içine hapsedip geceleri mutsuzlukla baş başa kaldıklarını söyler. Bu nedenle ne zaman evlilikten bahsetse bir şekilde ihanetten de bahseder ve bu ikisinin aslında bir diğeri için engel olamayacağını hatta bir arada bulunmalarının doğaları gereği olduğu izlenimini verir. Winterson’ın eserleri üzerine önemli katkılar sağlayan eleştirel çalışmaları bulunan eleştirmen Sonya Andermahr da bu konuya değinir. Andermahr’ın,
203
204
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
“Reinventing the Romance” (“Romansı Yeniden Keşfetmek”) adlı makalesinde buna benzer alıntılarda dikkat çektiği üzere, “heteroseksüel ve lezbiyen romans türlerine ait klişeleri” (94) yıkma fikrinin yanı sıra, Winterson’ın hedefinde “heteroseksüel evlilik” (94) vardır. Normatif bir bağ türü olarak heteroseksüel evlilik toplumsal cinsiyet rollerinin aktif yinelenmesini sağlayan önemli bir kurumdur. Anlatıcının ilişki kurduğu kadınların birçoğunun evli olması ise ironik bir biçimde bu kurumun işlevselliğine dair sorular sordurur. Anlatıcının evliliği sorgulayan düşünceleri, evliliği bir klişe olarak değerlendirmesi aynı zamanda medya aracılığıyla sunulan toplumsal cinsiyet rollerine getirdiği eleştirel tutumdan da kaynaklanmaktadır. Medyanın cinsiyet performansını pekiştirme konusundaki etkisi yadsınamaz düzeydedir. Aynı alaycı üslûpla anlatıcı, çevresinde gördüğü kadın ya da erkek dergilerinde özendirilen toplumsal cinsiyet rollerini eleştirir. Örneğin, toplum tarafından onaylanan evlilik bağı ile hayatının sonuna kadar seninle olacak tek erkek Bay Doğru ve tek kadın ise Bayan Doğru’dur. Anlatıcı nüktedan tavrıyla bu konuda yapılan klişe yorumları birbiri ardına sıralar: “Evlendiğimizde farklı olacak. Çocukları düşün. Zaman her şeyin ilacıdır. Hâlâ Bay Doğru’yu mu bekliyorsun? Bayan Doğru’yu? Ve belki bütün o minik Doğru’ları?” (8) Bay Doğru ve Bayan Doğru’nun nasıl bireyler olmaları gerektiğine dair en ince ayrıntılarını ise dergilerde bulmak mümkündür. Anlatıcı diş hekimine gittiği esnada masada bulduğu “cinsel taktiklerle ve erkek tuzaklarıyla dolu” (64) kadın dergilerine göz atar. Bay Doğru olarak nitelendirilen erkeğin evlilik süresince eşine sadakatsiz davranabileceğini ve Bayan Doğru’nun bunu anlayabilmesi için de çeşitli yöntemler olduğunu okur. Bir yandan toplum tarafından kabul gören özelliklere sahip birinin sadece kutsal olduğu düşünülen evlilik bağından ötürü sadık olamayacağının altı çizilirken bir yandan da aslında Bay/Bayan Doğru’nun birer kurmaca olduklarını gösterir. Anlatıcının merceğinden görünen bireylerin benliklerine, kimliklerine uygun hareket edebilmelerini engelleyen, onları başarısız ve mutsuz olma pahasına Bayan/Bay Doğru olmaya iten, cinsel eğilimlerini yargılayıp dışlarken, cinsiyet rollerini benimseten heteroseksüel toplumsal normlara karşı durmak gerekliliğidir. Dergide bu düşüncesini destekleyen şöyle detaylar okumuştur: Bu dergilerden öğrendiğime göre kocanın bir ilişki yaşayıp yaşamadığını anlamanın yolu iç çamaşırlarını ve parfümünü arada kontrol etmek. Dergiye göre bir erkek
Bedende Yazılı: Jeanette Winterson’ın Söylemsel Toplumsal Cinsiyet Performansına Bedensel Katkısı
kendine bir metres bulunca aletini eskiden olduğundan daha özenli bir biçimde giydirmek ister. Suç izlerini yok etmek için de yeni bir traş losyonu kullanmaya başlar. Şüphesiz bu işleri en iyi bilen dergiler. İşte bak, Bay Doğru yeni aldığı altılı-paket baksır şortları (büyük beden) denemek için banyo kapısını gizlice kilitliyor. (64) Bay Doğru’nun ihanetine ilişkin birçok çarpıcı ipucunu açıklıkla gözler önüne seren kadın dergileri, cinsiyetlere dayanan klişeler yaratarak, erkeklerin ilişkilerini saklayacak kadar zeki ve yetenekli olmadığını iddia ederler. Diğer yandan, Bayan Doğru’nun evlilik dışı ilişki yaşama konusunda kendisini daha az ele verdiğini savunurlar. İlk kadın Havva’dan kaynaklanan aldatıcı kadın imgesini kadınlara “bu işleri en iyi bilen” (65) sizsiniz diye pazarlamış olurlar. Dolayısıyla, çok satan bu tarz dergilerin her iki cinsiyet için de var olan kalıpları yineleyen ve bu kalıplara yenilerini ekleyen bir söylemle yazıldıkları ortadadır. Anlatıcının eleştirel tutumu kadın veya erkek dergilerinin var olan cinsiyet rollerini nasıl kullandıklarına ve bu rollerin benimsenmesinde etken olduklarına işaret eder. Bu örnekler, Butler’ın önemle altını çizdiği toplumsal cinsiyetin söylemsel inşası fikrini çağrıştırır. Butler’a göre, “toplumsal cinsiyet çağırması aracılığıyla dil ve akrabalık alanının içine [iterek]” (Bela Bedenler 16) edinilen cinsel kimlik bireysellikten uzaktır. Bir tekrar ve alıntılama yoluyla var olan toplumsal cinsiyet normlarını kişiliklerinin parçası haline getiren bireylere medya aracılığıyla sınırlı kalıplar sunulmaktadır. Winterson, kişilerin de bu sınırlı kalıplarla deneyimledikleri cinsel kimliklerinin aslında kendilerini yansıtmasa da ilgilerini çektiğini gösterir. Bu sayede, Butler’ın öne sürdüğü gibi, toplumsal cinsiyet bireyler tarafından aktif bir performans olarak sürdürülmeye devam ettikçe hayatlarını şekillendirmeleri, sınırlandırmaları ve kalıplara sokmaları normal görülür. Yazılı medyanın toplumsal cinsiyet rollerini pekiştirmesindeki etmen gücünün yanı sıra Winterson, Bedende Yazılı romanında, teknolojik gelişmelerle sanal olma yolunda hızla ilerleyen gerçeklik ve cinsiyet rollerinin ilişkisini de sorunsallaştırır. Bireylerin üstlendiği görev ve sorumluluklar sosyal hayatta bu tarz kalıp davranışlarla belirlenirken sanal âlemin gerçekliği kişilere istedikleri kimlikte hareket edebilme özgürlüğünü tanır. Hâli hazırda “üç boyutlu bir programda, üç boyutlu sesin ve tutup yerlerini değiştirebileceğin üç boyutlu cisimlerin olduğu 360o’lik bir televizyon setinin”
205
206
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
(83) içine girmenin mümkün olduğu bir çağda olduklarını söyler. Yakında insanların tamamen sanal dünyanın parçası olacağını düşünen anlatıcı, “Sanal bir sevgiliyle Sanal bir hayatı deneme şansın olacak,” der (84). Böylece, “Sanal evine gidip Sanal ev işi yapabilecek, buna bir-iki bebek de ekleyip hatta eşcinsel olabileceksin. Ya da bekâr. Ya da hetero. Rol yapma şansın varken neden tereddüt edesin?” (84) Bu sorularla toplumsal cinsiyetin performans olarak icra edildiği düşüncesini bir de sanal dünyanın getirdiği yeni gerçeklik bağlamında sorgulamaya açar. Winterson göre, Butler’ın dediği gibi, bireyler, toplumsal cinsiyet kazanırken geçirdikleri sürede sürekli rol yaparlar, hatta bunu bir teatral performans olarak değerlendirmek mümkündür. Özellikle, sanal âlemde kişilerin herhangi bir fiziksel gerçekliğe ihtiyaç duymaksızın rol yapabilecekleri, arzu ettikleri cinsel kimliğe bürünerek toplumun onayına ihtiyaç duymadan bu kimliğe atfedilen özgürlükleri yaşayabileceği bir ortam sunulduğunu gösterir. Toplumsal cinsiyete dair normların giderek hükmünü yitirdiği sanal dünyada yeni teknolojiyle aynı zamanda bedensel deneyimlerin de gerçeğe en yakın şekliyle yaşanabileceğini öngörür: Ve seks? Kesinlikle. Yeni moda teledildonikler. Televarlığıyla dünyanın her yerine ulaşan milyarlarca fiber optik demete bağlanıp sanal âlemde eşinle bir araya gelebileceksin. Gerçek vücutlarınızda, her milimetre karesi binlerce minik dokunma detektörüyle kaplanmış giysiler olacak. Fiberoptik iletişim ağları sayesinde bunlar dokunmayı algılayıp iletecekler. Sanal deri, vücudunun doğal dış tabakası kadar duyarlı olacak. (84) İnsan varlığının yerini kablolara bağlı tele varlıkların alacağı bu yeni sanal gerçeklikte, fiziksel birliktelik iki tele varlığın fiber optik ağlarla birbirine bağlanması anlamına gelir. Bu sayede her türlü cinsel deneyimi yaşamanın mümkün olacağını söyleyen anlatıcı, bunun da cinsel ve sosyal tabuları yok etmede köklü bir adım olacağı kanısındadır. Bu bağlamda, sanal gerçekliğin asıl cazibesi her türlü bedensel deneyimi bireysel düzeyde yaşama olanağı sunmasıdır. Anlatıcı, yakın gelecekte teknolojinin yönlendirdiği bir gerçeklik düşlemek ve bunu var olan gerçeklikle kıyaslamak suretiyle aslında kendi içinde bulunduğu toplumsal duruma yeni bir eleştiri merceği getirir. Gelişen teknoloji sayesinde öngörülen yeni sanal gerçekliğe, Winterson, yalnızca toplumsal cinsiyet rollerinin baskısının daha az hissedileceği bir potansiyel
Bedende Yazılı: Jeanette Winterson’ın Söylemsel Toplumsal Cinsiyet Performansına Bedensel Katkısı
olarak bakmaz. Aynı zamanda, bu gerçekliğin bedensel boyutlarda bireyler için farklı deneyimler açısından fırsat yaratacağının altını çizer. Butler’ın performatiflik kuramında vurguladığı gibi, Winterson da söylemsel olarak şekillenen toplumsal cinsiyet rollerini yeniden şekillendirirken bedenin fiziksel deneyimlerine ve edimlerine yönelir. Winterson, toplumsal cinsiyet performansında bedenin önemini vurgularken bedenin toplumsal cinsiyet rolleriyle giydirilen pasif bir madde olmadığı konusunda ısrarcı davranır. Butler’ın da üzerinde durduğu gibi, bedene böyle bir pasiflik atfedilmesi ve söylemsel tahakkümün bedensel etkilerinin olmadığının düşünülmesi ilk dönem feminist düşünce akımının belirleyici özelliklerindendir. Fakat Butler, toplumsal cinsiyetin dilsel, kültürel, tarihsel tahakkümünün bireylerin onayına ve bu rolleri tekrarlayarak taklit etmesine dayandığını vurgular (Bela Bedenler 8-9). Aynı zamanda bu rollerin gereğini yerine getiren bireylerin bedensel olarak da bir erkek veya kadın idealine ulaşmaya çalıştıkları ya da cinsiyet standartlarında kalmaya çalıştıkları gözlemlenmiştir. Söylemlerin bedensel ve davranışsal etkilerini göz önüne seren bütüncül her tür tutuma karşı tavır sergileyen post-yapısalcı yaklaşıma aşina olan Winterson, romanının ikinci kısmını tamamen insan bedeninin özerkliğini betimlemek üzerine kurgular. Bu bölümde sevdiği kadının lösemi hastası olduğunu öğrenen anlatıcı, onun bedeninde kanserin ne gibi fiziksel değişiklikler yaratacağına dair okuduklarından edindiği bilgileri lirik bir anlatımla sunar. “Vücudun Hücreleri, Dokuları, Sistemleri ve Boşlukları” adını verdiği bölümde sırasıyla “Deri,” “İskelet” ve “Özel Duyular” alt başlıklarıyla sevgilisi Louise’in lösemi hastası olarak yaşaması muhtemel fiziksel sorunlarını ele alır. Anlatıcı için en başından beri bir arzu nesnesi olan Louise’in bedeni artık bir hastalığın yavaş yavaş tükettiği bir organizma olmuştur. Tıp terminolojisini tutkusunu anlatmak için kullanan anlatıcı, hastalığın Louise üzerindeki etkilerinden şöyle bahseder: DERİ İKİ ANA TABAKADAN OLUŞUR: DERMİS VE EPİDERMİS. Bedeninin en çok bildiğim parçasının şimdiden öldüğünü düşünmek tuhaf. Kan damarları ve sinir uçları olmadan, derinin üst yüzeyindeki hücre tabakası ince ve düz. Ölü hücreler bunlar, en kalınları avuçlarının içinde ve topuklarında. Bana geçmiş zaman kipinde sunulmuş kasvetli vücudun, narin özünü dış dünyanın istilalarından koru-
207
208
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
yor. Ben o istilacılardan biriyim, bana sunulan kabuğa hayran, bir ölü sevici saplantısıyla okşuyorum seni. (107) Dermis ve epidermis dokularından oluşan deri veya sevgilisinin en çok bildiği ve dokunduğu o parçasının yok oluşunu düşünürken oldukça üzülen anlatıcı, onun bedenine ilk kez farklı bir gözle bakar. Bedenin yaşayan bir organizma olarak varlığının ya da maddeselliğinin kavranışı ise ironik bir biçimde ölümcül bir hastalığın vukuu bulmasıyla gerçekleşir. Okuduğu tıp ders kitabı anlatıcı için âdeta sevdiğinin bedenini farklı isimlerle düşünüp gözünde canlandırdığı “bir büyü kitabı” (108) haline gelir. Winterson, dikkati cinsel kimliği, yaşı, ismi belli olmayan başkarakterinin gözünden hakkında en ince detayları hatta dokularının yok oluşuna kadar geçirdiği değişimi gösteren bir diğer karakterin bedenine çeker. Bedeni cinsiyetin belirleyiciliğinden uzak tanımlamanın mümkün olmadığı özel dillerden biri olan tıp dilini romans dilinin öğeleriyle kullanarak okuyucu için alışılageleni kırmayı başarır. Sevdiği kadından ayrılmanın verdiği acıyla başa çıkmaya çalışan anlatıcı, onu bilimsel bir söylem içerisinde sunarak bedeninin toplumsal cinsiyet normlarından uzakta konumlanmış haline yönelir ve onu bu roller üzerinden tanımlamaktan vazgeçer. Bu sayede Louise, hayatı boyunca onu tanımlayan ve sınırlayan toplumsal cinsiyet rollerinin tahakkümünden kurtulur. Anlatıcı da aynı şekilde önceliğin performansı sağlayacak bir bedene sahip olma gerekliliğini vurgulayarak sonrasında var olan cinsiyet idealinin bireyin deneyimleri ölçüsünde var olabileceğini gösterir. Sonuç olarak, Jeanette Winterson Bedende Yazılı romanı Butler’ın toplumsal cinsiyetin performatif olduğu fikirleri doğrultusunda ele alındığında toplumsal cinsiyeti sorgulayan ve sorgulatan durumlar sunduğunu ve egemen toplumsal cinsiyet söylem ve doğrularını muğlaklaştırdığını görürüz. Bedende Yazılı romanı, çeşitli şekillerde toplumsal cinsiyet kimliğini ve rollerini sorgulamaya açar. Bu yöntemlerden birisi anlatıcının cinsiyet belirsizliğini koruyarak toplumsal cinsiyet rolleri konusunda normatif algılarla oynamayı içerir. Anlatıcının kadın, erkek, homoseksüel veya biseksüel bireyler konusunda sahip olduğu söylemsel bilgiye dayanarak aslında bu bilgiyi sorgular ve okuyucunun da sorgulanmasını sağlar. Romanda ayrıca bedenin kendi üzerine üretilen söylemler karşısındaki eyleyici rolünü de gözler önüne seren Winterson, bedenin söylemlerle şekillenişinin ya da bu söylemlere karşı gelmek için değişmesinin onu pasif olmaktan uzaklaştırdığına işaret
Bedende Yazılı: Jeanette Winterson’ın Söylemsel Toplumsal Cinsiyet Performansına Bedensel Katkısı
eder. Bu dilsel oyun ile Winterson, Butler’ın performatiflik kuramının ışığında bakıldığında, bedenin ve bedende yazılı olanların bireysel anlamları açısından tekrar kurgulanması gerektiğini gösterir.
K aynakça
Andermahr, Sonya. “Reinventing the Romance.” Jeanette Winterson: A Contemporary Critical Guide. Ed. Sonya Andermahr. Londra: Continuum, 2007. 82-99. Antosa, Silvia. Crossing Boundaries: Bodily Paradigms in Jeanette Winterson’s Fiction 1985-2000. Roma: Aracne, 2008. Butler, Judith. Bela Bedenler. Çev. Cüneyt Çakırlar ve Zeynep Talay. İstanbul: Pinhan, 2014. —-. Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi. Çev. Başak Ertür. İstanbul: Metis, 2014. —-. Taklit ve Toplumsal Cinsiyete Karşı Durma. Çev. Osman Akınbay. İstanbul: Agora. 2007. Cream, Julia. “Re-solving Riddles: The Sexed Body.” Mapping Desire: Geographies of Sexualities. Ed. David Bell ve Gill Valentine. Londra: Routledge, 1995. Derrida, Jacques. Writing and Difference. Chicago: The University of Chicago Press, 1978. Foucault, Michel. The History of Sexuality. Vol. 1. Çev. John Hurley. New York: Random House, 1980. Gilbert, Sandra ve Susan Gubar. The Madwoman in the Attic. New Haven ve Londra: Yale UP, 1989. Goldman, Emma. Dans Etmeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir. Çev. Necmi Bayram. İstanbul: Agora, 2006. Harris, Andrea L. Other Sexes: Rewriting Difference from Woolf to Winterson. Albany: U of New York P, 2000. Kauer, Ute. “Narration and Gender: The Role of the First-Person Narrator in Written on the Body.” ‘I’m telling you stories:’ Jeanette Winterson and the Politics of Reading. Ed. Helena Grice ve Tim Woods. Amsterdam ve Atlanta: Rodopi, 1998. 41-52. Lindenmeyer, Antje. “Postmodern Concepts of the Body in Jeanette Winterson’s Written on the Body.” Feminist Review 63 (1999): 48-63. Lyotard, Jean François. Postmodern Durum: Bilgi Üzerine Bir Rapor. Çev. Ahmet Çiğdem. Ankara: Vadi, 2000. Stowers, Cath. “The Erupting Lesbian Body: Reading Written on the Body as a Lesbian Text.” Ed. Helena Grice ve Tim Woods. ‘I’m telling you stories:’ Jeanette Winterson and the Politics of Reading. Amsterdam: Rodopi, 1998. 89-101. Winterson, Jeanette. Bedende Yazılı. Çev. Süheyla Çağlayan Mathews. İstanbul: Sel, 2011.
209
X. BÖLÜM Yeni(den) Aile: Charles Dyer’ın Staircase, Kevin Elyot’ın My Night with Reg ve Samuel Adamson’ın Southwark Fair Oyunlarında Heteronormatif Düzenin Eşcinsel Aile Algısına Etkisi Hande DİRİM
Haziran 2012’de Londra’nın South Bank semtinde bir ay boyunca “Sundown Schoolhouse of Queer Home Economics” (“Sundown Queer Ev Ekonomisi Okulu”) adında, temizlikten yemek pişirmeye, çiçek düzenlemesi yapmaktan, örgü örmeye ev becerilerinin öğretildiği bir çadır kuruldu. Programda “halı dokumadan, lüks bahçe dekorasyonlarına, ‘queer’ soy ağacı oluşturma yöntemlerine” kadar uzanan atölye çalışmalarına yer verildi. Çadırın kurulmasından bir kaç ay sonra yine aynı muhitte, Royal Festival Hall’da, “Alternative Fairytales, Alternative Families” (“Alternatif Masallar, Alternatif Aileler”) başlığıyla “alternatif ailelerin yükselişini ve ülke çapında 10.000’e ulaşan eşcinsel ebeveynli aileleri kutlayan bir günlük gösteri dizisi organize edildi” (Cook, Queer Domesticities 1). Son on yılda Londra’nın merkezinde gerçekleşen bu aktiviteler, iki zıt kavram olarak düşünülen eşcinsellik ve aile kavramlarının İngiliz toplumunun kalbinde, başkentte, birbirlerine olumlu yönde yakınlaşmalarına dair örnekler olarak değerlendirilebilir. Aile ve eşcinsellik kavramlarının birbirleriyle ilişkilerine dair çalışmalar cinsiyet çalışmalarının ilk yıllarına kadar dayansa da, bu kavramların uyum içinde anılmaları oldukça yenidir. Elli yıl öncesine kadar bu kavramlar bir arada kullanıldıklarında, eşcinsellik aileden kaynaklanan genetik ya da sosyal sorunlardan ortaya çıkan bir hastalık olarak görülmekte, eşcinseller cinsel-
212
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
liklerini ailelerinden gizli ya da ailelerine rağmen yaşamaya zorlanmakta, eşcinsellik aile kavramına taban tabana zıt ve aile bütünlüğünü tehdit eden bir olgu olarak algılanmaktaydı (Cook, Queer Domesticities 2; LaSala 267; Lomas 20-21). Londra’daki gösterimlerin tanıklık ettiği eşcinsellik ve aile ilişkisindeki bu çarpıcı değişim, İngiltere’de toplumun eşcinsellere bakış açısındaki değişimlerin bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Hanke’nin de belirttiği gibi son elli yıl içerisinde İngiltere’de eşcinsellerin toplumla ilişkilerinde büyük değişim gözlenmiştir1 (562). Toplumsal bakış açısındaki bu değişim eşcinsellerin aileleriyle ve birbirleriyle olan ilişki biçimlerini de yoğun bir biçimde etkilemiştir. Eşcinsel bireylerin çift olma, ebeveyn olma, aile olma kavramlarıyla ilişkileri hızlı bir değişim geçirerek, bu bireylere 2004’te hemcins birlikteliği hakkı, 2002’de evlat edinebilme hakkı, 2013’de evlilik hakkı tanınmıştır. Medyanın birçok alanında eşcinsel ailelerin görünürlüğü artmış, eşcinsel köşe yazarları aileleri hakkındaki deneyimlerini paylaşabilir, eşcinsel çiftler ya da bireyler dizi ve filmlerde, televizyon programlarında yer alabilir hale gelmişlerdir (Cook, Queer Domesticities 1). Bu değişimleri sosyolojik bir boyutta inceleyen araştırmacılar eşcinsellik ve aile kavramlarındaki değişimi üç evre halinde incelemektedir. Birinci evrede eşcinseller aileden gizlenen, aile tarafından reddedilen, ya da hasta muamelesi gören bir konumdayken, ikinci evrede eşcinsel bireyle aile arasındaki mesafenin açıldığı, eşcinseller için aile kavramının yerini arkadaşlık ilişkilerinin aldığı gözlenmektedir. Günümüze uzanan üçüncü evrede ise biyolojik aileler eşcinsellerin (özellikle eşcinsel gençlerin) cinsel yönelimleriyle yüzleşmeleri, toplum içindeki yerlerini sorunsuz bir biçimde bulabilmeleri için destek rolü oynamakta ve aile kavramı ile barışan eşcinsel bireyler biyolojik ve sosyal engelleri aşarak çocuk sahibi olup kendi ailelerini kurmak yolunu seçebilmektedirler (LaSala 267). Batı toplumunda uzun yıllar boyunca ailenin tanımına ya da temsiline dair atılan her adım heteronormatif bir çerçevede atılmıştır; ailenin söylemsel bir yapı olduğu göz ardı edilerek kutsiyet gibi sebeplerle, aile ve heteronormatif düzenin birlikteliği pekiştirilmiştir (Ryan 1-7). Dolaysıyla, heteronormatiflik 1 Hanke’nin bu iddiası farklı araştırmalarla da desteklenebilir. 2013 yılında yapılan İngiliz Sosyal Tutum anketinin sonuçlarına göre İngiliz toplumunun yarıya yakını (% 46.7) eşcinsel bireyler arasındaki cinsel ilişkinin kötü hiçbir yanı olmadığını düşünürken, %10’lu bir kesimse bu durumu nadir olarak rahatsız edici buluyor (Brown 976).
Yeni(den) Aile: Charles Dyer’ın Staircase, Kevin Elyot’ın My Night with Reg ve Samuel Adamson’ın Southwark Fair Oyunlarında Heteronormatif Düzenin Eşcinsel Aile Algısına Etkisi
ve aileyi ayrılmaz bir bütün olarak sayan bu sistemde, eşcinsellik ve aile kavramı arasındaki etkileşim heteronormatiflik ve eşcinsellik arasındaki mücadele açısından da önem taşımaktadır. Eşcinsellerin, alternatif aileler kurma ve ‘çift olarak’ kabul kazanma çabaları ya heteronormatif toplumun alternatif yaşam tarzlarını da benimseyerek geleneksellikten uzaklaştığının bir göstergesi; ya da heteronormatif toplumdan etkilenen eşcinsellerin alternatif yaşam tarzlarının gelenekselleşmesinin işareti olarak okunmaktadır. Bu makalenin amacı bu ikilemi İngiliz Tiyatrosundan seçilmiş ve 1960–2006 yılları arasında yazılmış, Charles Dyer’ın Staircase (Merdiven) (1966), Kevin Elyot’ın My Night with Reg (Reg’le Geçen Gece) (1994) ve Samuel Adamson’ın Southwark Fair (Southwark Panayırı) (2006) oyunları ışığında tartışmak, heteronormatif düzen ve eşcinsel aile arasındaki etkileşimin farklı boyutlarını gözler önüne sermektir. Staircase, My Night with Reg ve Southwark Fair oyunlarında heteronormatif düzenin gey2 bireylerin birlikteliklerine ve aile algılarına derinlemesine nüfuz ettiği ve alternatif olarak değerlendirilmesi beklenen birçok gey ilişkinin heteronormatif özellikler taşıdığı görülmektedir. Charles Dyer’ın 1966 yılında sahnelenen oyunu Staircase (Merdiven) birlikte yaşayan orta yaş üstü gey bir çift olan Charlie ve Harry’nin 1960’lar İngiltere’sinde yalnızlıkla, aile kavramıyla, yaşlanmayla ve kanunlarla olan mücadelelerini yaşadıkları ve çalıştıkları berber dükkânındaki uykusuz bir gece üzerinden anlatır. Oyunun başında yalnızlıklarını ve soyutlanmışlıklarını birbirleriyle gidermeye çalışan orta yaş üstü iki adamın kendi dönemlerine göre radikal sayılabilecek bir biçimde heteronormatif aile algısını reddederek alternatif bir hayat yaşadıkları düşünülür. Fakat hayatlarını ve aile ilişkilerini masaya yatırdıkları gece boyu süren sohbetleri alternatif sayılan cinsel tercihlerine rağmen hayata ve kendi cinselliklerine yaklaşımlarının büyük ölçüde heteronormatif toplumsal değerler tarafından şekillendiğini gözler önüne serer. Yapılan araştırmalar İngiltere’de en yüksek intihar oranlarının yaşlı 2 Yazının bu kısmına kadar yapılan toplumsal değerlendirmeler topluluğun tüm bireylerini kapsadığından ‘eşcinsel’ kelimesi kullanılmış olsa da, makalede incelenecek olan üç oyun da yalnızca gey karakterlerin yaşantılarını konu edindiğinden oyun incelemelerinde lezbiyen ve gey topluluklar arasındaki farkları belirtmek adına ‘gey’ terimine yer verilecektir. Eşcinsel topluluğun tüm üyelerini kapsayan değerlendirmelerde eşcinsel teriminin kullanımı korunacaktır.
213
214
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
erkeklerde görüldüğünü ve bu durumun genel olarak yaş ile gelen depresyon, fiziksel hastalıklar ve ağrılarla baş edememe, ölüm korkusu, giderek gençleşen sosyal dünyadan kopuş gibi hislerden kaynaklandığını gösterir. Buna ek olarak, ilerleyen yaşlarda artan yalnızlık hissinin geyler arasında heteroseksüel erkeklere göre daha yoğun yaşandığı belirtilir (“Suicide;” Del Pino 2-3). Yaşlı gey erkeklerin bu eğilimi, hayatlarının büyük bir bölümünde gizlenmek zorunda kalmalarıyla, ya da toplumsal yaşamın temeli sayılan aile gibi kurumların dışına itilmeleriyle açıklanabilir. Ailenin insan yaşamında sosyalliğin ilk halkasını oluşturan, aidiyet, sevilme, kabul görme hislerinin temellerinin atıldığı ilk sosyal kurum olduğu düşünüldüğünde ve sağlam aile ilişkilerine sahip kişilerin sosyalleşme, insanlarla ilişki kurma, bağlanma konusundaki yeteneklerinin daha gelişmiş olduğu gözlemlenir (Hanke 562). Bu bağlamda cinsel tercihleri sebebiyle aile ilişkileri zedelenen eşcinsel bireylerin ailenin olumlu etkisinden mahrum kalarak kurdukları sosyal ilişkilerde olumsuzluklar gözlenir. Bu durum Staircase’de karakterlerin içinde bulunduğu derin yalnızlık olarak görülür. İki karakterin aralarındaki sohbet hayatlarında birbirinden başka çok insana yer olmadığını ortaya koyar. Onlara göre bu yalnızlık kişisel tercihlerden ziyade ait oldukları “türün sorunu”3dur (81). Harry kendi gibilerinin “yanında kimsenin kalmadığından” ve hayatlarının “sahip oldukları birkaç arkadaşın da terk etmek zorunda olduğu boş bir oda gibi” olduğundan yakınır (81). Charlie en büyük korkusunun “dünyanın en yalnız yaşı geçmiş oğlancısı olmak” olduğunu söyler (40). Yalnız, dışlanmış ama birlikte olan Charlie ve Harry arasındaki sohbetle başlayan oyun, Harry’nin ve oyunda bahsedilen birçok karakterin Charlie tarafından uydurulduğunun ortaya çıkmasıyla, bir başına bir adamla ve onun kafasındaki seslerle son bulur (80). Oyunun sonunda iki kişilik bu oyundaki karakterlerden biri olan Harry’nin gerçek olmadığı ortaya çıksa da Charlie’nin zihninde ve yazarın kaleminde yaratılan bu ilişki 1960’lardaki eşcinsel deneyim açısından birçok gerçekliğe işaret eder. Araştırmalar orta yaş üstü eşcinsellerin yaşadıkları depresyon ve sosyal uyum sorunlarının yanı sıra, ciddi madde bağımlılıkları ve akıl hastalıklarına olan yatkınlıklarının da heteroseksüel insanlardan fazla olduğu ortaya koyulmuştur. Bu durum yine eşcinsellerin aile ilişkileriyle ilişkilen3 Aksi belirtilmediği takdirde tüm çeviriler makalenin yazarı tarafından yapılmıştır.
Yeni(den) Aile: Charles Dyer’ın Staircase, Kevin Elyot’ın My Night with Reg ve Samuel Adamson’ın Southwark Fair Oyunlarında Heteronormatif Düzenin Eşcinsel Aile Algısına Etkisi
dirilmektedir. Eşcinsellerin toplum dışına itilme, yalnız bırakılma ve bazı durumlarda şiddetle tetiklenen psikiyatrik rahatsızlıklarının, ölüme kadar uzanan, ciddi sonuçlara yol açtığı ve eşcinsel bireylerin bu durumları engelleyebilecek aile gözetimi ve desteğinden yoksun oldukları görülmektedir (“Lesbian” 16; Del Pino 1-2). Staircase’de Charlie’nin hayatındaki birçok kişiyi zihninde yaratması böyle bir psikiyatrik rahatsızlık olarak okunabilir. Oyunun sonlarına doğru ortaya çıkan bu insan uydurma oyunu, Harry’nin de Charlie tarafından yaratılan insanlardan biri olduğunun ortaya çıkmasıyla Charlie’nin yalnızlığının ve akıl karışıklığının onu sanal bir gerçeklik içinde yaşamaya itecek kadar yoğun olduğuna işaret eder. Illan Meyer bu tür akıl karışıklıklarının cinsel azınlıklarda sıklıkla görülen durumlar olduğunu, din, toplum ve aile tarafından itilen ya da bu kurumlardan kimliğini sürekli saklamak zorunda kalan bireyin gittikçe pekişen kronik bir stres yaşadığını ve zamanla yaşanan bu stresin de etkisiyle maruz kalınan negatif tavırları içselleştirildiğini ortaya koyar (689). Bu baskıyı içselleştirme ve kendinden nefret etme boyutlarına taşıma durumu Harry ve Charlie arasındaki, makalenin ilerleyen kısmında örneklendirilecek olan, diyaloglarda sık sık kendini gösterir. Meyer’in eşcinsel bireylerin yaşadığı kronik stresi açıklarken değindiği noktalardan bir diğeri de bu stresi yaratan ortam ve kurumların çokluğu ve olayların sıklığı nedeniyle eşcinsel bireylerin benzer olayları sürekli bekleyerek onları tetikte tutan bir kaygı yaşamalarıdır (689). Oyunda buna benzer bir tetikte olma hali ve kaygı iki karakterin hayatlarında da büyük bir yer tutmaktadır. Harry evlenmemiş olduğu için toplum ve ailesi tarafından sürekli yargılanabileceğini düşünür. Kız kardeşi ve annesi arasında geçen telefon görüşmelerinin ana konusunun onun ilişki durumu olduğundan kuşkulanır (58-59). Eczaneden almak durumunda kaldığı bir kadın tokasının cinsel tercihine işaret edeceğinden korkar, alışverişi gerçekte var olmayan karısı için yaptığını söylemek zorunda hisseder. Eczaneye her gittiğinde sürdürdüğü bu yalan gittikçe büyür ve bu durumun bir yandan onu büyük bir strese soktuğunu bilse de öte yandan kendisine sahte bir normallik hissi sağladığını itiraf eder (79). Olaydan bahsederken şu cümleyi kurmaktan kendisini alamaz: “Karım olmasını çok sevmiştim.” Topluma “ait olmamı sağlamıştı” (79). Cinsellikle üzerine yapılan ilk çalışmalarda ‘aile evi’ eşcinsellikle çelişen bir alan, eşcinsel birey için “suskunluklar, yalanlar, şiddet tehditleri içeren
215
216
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
bir yer” olarak tasvir edilir (Brown 981). 1960’larda yazılmış olan Staircase bu dönemde birbiriyle çeliştiği öngörülen evsel alan ve eşcinsellik konularını birbirine bağlaması açısından da önemlidir. Oyunun tek mekânı karakterlerin hem evi hem de iş yeri olan berber dükkânıdır ve oyun bu alana sıkışmış kalmış domestik sorunlar çevresinde dönüp durur. Öte yandan, oyun eşcinsellik ve ev hayatı gibi çelişkili olan iki konuyu bir araya getirse de, gey çiftin ev hayatı heteronormatif kanaatler çerçevesinde gelişir. Dolayısıyla oyunda yaratılan ev ve bu evde gelişen ilişki o dönemde eşcinsel çiftlerin mahkûm olduğu düşünülen ilişkiler gibi karanlık ve klostrofobiktir. Karakterlerin aile hayatları pek çok suskunluk ve yalan barındırır. Heteronormatif bakış açısının baskın olduğu geleneksel toplumlarda aileye yüklenen bir diğer görev de hastalık, yaşlılık gibi durumlarda bireylerin ihtiyaç duyacakları bakım ve yardımın aile bireyleri tarafından karşılanmasıdır. Bu konu oyunda karakterlerin hayatlarına gölge düşüren bir başka kaygı olarak ortaya çıkar. İlerleyen yaşlarına rağmen toplum tarafından belirlenen çizgiler içerisinde bir aile kur(a)mamış olmaları onları yalnız kılmakla kalmaz, aynı zamanda gelecekleriyle ilgili başka bir tehlikeye de işaret eder. Charlie annesini bir bakım evine bırakmış olmanın pişmanlığından bahseder (20). Harry ise üst katta yaşayan hasta annesi için duyduğu kaygıları tedirgin bir biçimde anlatır (21). İki karakterin yaşlı anneleri için duyduğu kaygı kendi geleceklerine dair şüphelerinin bir yansımasıdır. Araştırmalar insanların büyük çoğunluğunun yaşlılık dönemlerinde ihtiyaç duydukları bakımın aileleri, özellikle de ailelerindeki kadınlar tarafından karşılandığını göstermektedir. Bu durum toplumun geri kalanına göre çocuk sahibi olma ihtimalleri düşük ve biyolojik aileleriyle bağlantıları azalmış eşcinsel bireyler için bir sorun olarak algılanır (Croghan 80). Bunun yanı sıra, eşcinsel topluluklar arasında sağlık kurumlarına duyulan güvensizlik söz konusudur. Bu güvensizlik bir ölçüde geçmişten kaynaklanan olumsuz tıbbi deneyimler ve homofobi endişesi, bir ölçüde de sağlık görevlilerine cinsellik ve aile durumuyla ilgili açıklama yapmak zorunluluğunun stresinden kaynaklanır (“Suicide;” “Gay People;” Croghan 82). 2010 yılında çıkan Eşitlik Yasası’na kadar sağlık merkezleri ve bakımevlerini de içine alan kamusal alanlarda cinsel azınlıkların ayrımcılığa uğramalarını ve kötü muamele görmelerini engelleyebilecek herhangi bir kanun bulunmamaktaydı. 2007 yılına kadar İngiltere’deki bazı bakım evlerinde eşcinsel konuklarının partnerlerinin ziyaretlerinin yasaklandığı belirtilmiştir (Duffin, “Concerns Raised;” “Lesbian” 18-9).
Yeni(den) Aile: Charles Dyer’ın Staircase, Kevin Elyot’ın My Night with Reg ve Samuel Adamson’ın Southwark Fair Oyunlarında Heteronormatif Düzenin Eşcinsel Aile Algısına Etkisi
Heteronormatif düşüncenin gey bireylerin aile ilişkilerini üzerine bir başka yansıması da anne-oğul ilişkilerinin sorunsallaştırmasıdır. Yirminci yüzyılın başlarında eşcinselliği bir hastalık olarak inceleyen psikiyatri bilimi eşcinsel çocukların durumunu baskıcı ve sıkı sıkıya bağlanılan bir anne ve mesafeli bir babadan oluşan zehirli aile ilişkilerine bağlar. Daha sonra bu alanda yapılan çalışmalar baba ve oğul arasındaki mesafeyi açıklarken, cinselliğe yönelik toplumsal bakışı içselleştiren babanın çocuğunun cinsel yönelimlerinden ve efemine tavırlarından duyduğu rahatsızlık nedeniyle çocuğundan uzaklaşmış olabileceğini ve bu eksikliği telafi etmeye çalışan annenin çocukla daha yakın bir ilişki geliştirmiş olabileceğini öne sürer (LaSala 267-8). Bu düşünce eşcinsel ilişkilerin daha görünür hale geldiği İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, savaş yüzünden uzakta olan baba figürlerinin eşcinsellerin sayısındaki artışta etkisi olabileceği düşüncesiyle pekişmiştir (Cook, “Families of Choice” 3). Staircase’de iki karakterin de ailelerini tasvirlerinde yalnızca ailenin kadın bireylerinden bahsettikleri ve anlatılarında erkek bireylere yer vermedikleri dikkat çeker. Bu da yine eşcinselliğe dair klişe savlardan olan ‘baba figürünün yokluğu’ konusunu akla getirir. Charlie annesinden sık sık söz etse de babasının bahsi hiç geçmez. Yine benzer bir biçimde Harry de annesinden, kız kardeşleriyle birlikte geçirdikleri zamanlardan bahsederken bu geçmişte bir babaya yer yoktur. Harry ve Charlie’nin ailelerindeki kadın karakterlere ve onlarla geçmişlerine duydukları yoğun özlem aynı zamanda içinde bulundukları yaşam koşullarıyla yüzleşmelerini zorlaştıran bir başka nokta olarak ortaya çıkar. İki karakter de annelerine karşı suçluluk duygusuyla karışık, takıntılı boyutlara varan bir bağlılık gösterirler. Charlie bakım evine gitmek kendisini çokça korkutsa da sık sık annesine yaptığı ziyaretleri anlatır (20), Harry ise kız kardeşleriyle geçirdiği eski zamanları, birlikte yaptıkları geleneğe dönüşen sıcak çikolata hazırlamak (37), bahçeyle ilgilenmek (14) gibi aktiviteleri oyun boyunca dile getirir ve bunları tekrarlayarak geçmişi geleceğe taşımak ister. Aile içinde sık tekrarlanan ve geleneğe dönüşen anların bireyin aidiyet ve yakınlık duygusunu oluşturmakta önemli rol oynadığı bilinmektedir (Hanke 563). Harry’nin kız kardeşlerine dair nostaljik bahisleri, Charlie’nin sıkı sıkıya tutunduğu annesinden kalan hatıra kutusu bize iki karakterin de bugünde yaşamaktansa ve yüzlerini geleceğe dönmektense geçmişe ve ailelerine dair hatıralara tutunma çabalarını gösterir. Geçmiş hem aileyle geçirdikleri ve heteronormatif toplumun parçası oldukları zamanlar demek-
217
218
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
tir, hem de kendi cinsellikleriyle yüzleşmekte daha cesur oldukları, kendi bedenleriyle barışık oldukları gençliklerini işaret eder. Her iki karakterin de bahislerinde ailelerinin kadın üyeleriyle geçmişlerine verdikleri geniş yer, bu ilişkilerin anaçlık ve sevecenlik timsali olmasından kaynaklanmaz. Anne ve kız kardeşler de eşcinsel Harry ve Charlie’den çok heteronormatif toplum değerlerini benimser. Charlie doksan yaşındaki annesinin hafıza sorununu, annesinin ona karşı hissettiğini var saydığı nefrete bağlar (57). Harry’nin kız kardeşi Margie ile ilişkisi de toplum tarafından aşılanan ön yargılar çerçevesinde sorunlu hale gelir. Harry kız kardeşinin ailesiyle gerçekleşen bir buluşmada yeğeniyle yaşadığı bir olaya değinir. Küçük yeğenine ilgisi ve sevgi gösterisi kardeşinin kocasının müdahalesiyle son bulur (59). Olayın detayları oyuna taşınmasa da, ailesinin homofobik tavrını ortaya koyan bu hatıra Harry’nin dindirilememiş çocuk sevgisi ve özlemini şu sözlerle ifade etmesine vesile olur: “Sen ve ben minicik bir oğlan sahibi olabilseydik. Sadece ikimizin … sevebileceğimiz, eğitebileceğimiz. Offf, öldüresiye severdim … Hiçbir biçimde izin vermezler ki. Ne yazık, bizim türümüze bebek vermezler” (60). Baba olmak Staircase’de gey karakterlerin heteronormatif toplum tarafından yönetilen kurallar ve kendi doğruları arasında sıkışıp kaldığı bir başka gri alan olarak ortaya çıkar. Her iki karakter için babalık ayrı anlamlar ifade eder. Eşcinsellerin önceki ilişkilerinden olan biyolojik çocukları dışında çocuk sahibi olma ihtimallerinin hayal bile edilemeyeceği o günlerde, hiç heteroseksüel bir ilişki yaşamamış olan Harry çocuksuz ve yaş almış eşcinsel bireyi temsil ederken, Charlie’nin ise eski evliliğinden yirmi yaşında bir kızı vardır. Charlie Cassy’nin öz kızı olup olmadığını bilmemesine ve onu hayatında hiç görmemiş olmasına rağmen, bir kızı olma ihtimalini üstünlük göstergesi olarak kullanır (60). Baba olmak bir yanıyla eşcinsel bir erkeğin o dönemde sahip olamayacağı soy devamlılığı gibi kavramlar nedeniyle paha biçilmez bir ayrıcalıktır. Charlie de ataerkil sistemin kudret göstergesi olan doğurganlığı Harry’e karşı kullanmakla yetinmez aynı zamanda kendisini tehdit eden mahkemede de çocuğu olan bir adam oluşunu lehine kullanabileceğini hesaplar (65). Tüm bu avantajlı yanlarına rağmen Charlie için bir çocuk sahibi olmak, çocukla yüzleşmek, cinsel kimliğini ona açıklamak karşılanamayan beklentiler ve verilemeyen hesaplar anlamına da gelir. Charlie kendisini ziyaret etmesi beklenen Cassy’i Harry ile tanıştırıp tanıştırmama konusunda karar-
Yeni(den) Aile: Charles Dyer’ın Staircase, Kevin Elyot’ın My Night with Reg ve Samuel Adamson’ın Southwark Fair Oyunlarında Heteronormatif Düzenin Eşcinsel Aile Algısına Etkisi
sızdır. Harry ise bir yandan Charlie’nin onu kızıyla tanıştırmak istememesine, ilişkilerini nasıl açıklayacağını bilememesine içerlerken (21), öte yandan çok kez “[e]vli olmak için neler vermezdim” diyerek onun yerinde olmak için duyduğu isteği dile getirir. (22). Heteronormatif sistem içinde baba olmak gey erkekler için nasıl çelişkili bir durumsa, heteronormativitenin baskın olduğu toplumlarda çift olup olmak da benzer çelişkileri barındırır. Barrett’ın da belirttiği heteronormatif düşüncenin hâkim olduğu yirminci yüzyılın ilk ve orta dönemlerinde uzun soluklu yakın ilişkiler yalnızlıkla baş etmekte kilit rol oynar çünkü bu ilişkiler eşcinsel bireyler için çoğu zaman cinsel eğilimlerinin onaylandığı ve değer gördüğü ilk ve tek yerdir. Çift olmak eşcinsel bireye toplumsal baskının hissedilmediği, ayrımcılıktan muaf, korunaklı bir alan sağlayarak, biyolojik ailelerin reddiyle oluşan yaraların sarılmasına yardımcı olabilir (135). Fakat Staircase’de de görüldüğü gibi bu ilişkiler gey erkekler için adeta “iki ucu keskin bir kılıçtır,” bir partnerin varlığı bireyi topluma karşı güçlendirir görünse de aynı zamanda cinsel tercihi daha görünür kılar ve toplum tarafından dışlanma ihtimalini arttırır (Barrett 139). Harry eczacının karısından birlikte yaşadığı kişinin bir erkek olduğunu uzunca bir süre gizlemeye çalışır; anne ve kız kardeşlerinin Charlie ile ilişkisi hakkındaki düşüncelerinden kaygılanır (58-59, 79). Charlie ise Harry’i kızıyla tanıştırmak konusunda büyük bir çekince duyar (21). Charlie ve Harry için ilişkileri bir yandan bir dayanakken, diğer yandan da “anormalliğin” kanıtıdır, her ikisi de ilişkilerini heteronormatif bakış açısıyla yargılamaktan kendilerini alıkoyamaz ve birbirlerini suçlarlar (77). Bu yönleriyle özgürlük hareketleri sonrası oluşan eşcinsel gurur söyleminden uzak, 1970 öncesi döneme ait ıstırap ve mağduriyet dolu eşcinsel temsillerinden biri olurlar. Yaşam şekilleri bakımından çağlarının ötesinde bir hayatı seçtikleri düşünülse de cinsel kimliklerine dair farkındalıkları ve kendi ilişkilerini yargılarken takındıkları heteronormatif bakış açısı bakımından kendi gerçeklerine yabancı oldukları iddia edilebilir. Oyunda karakterlerin heteronormatif değerlerle yönetilen toplumla ve bu toplumun temsilcisi devletle yaşadıkları en belirgin çatışma Charlie’yi bekleyen duruşmadır. Polis tarafından yapılan bir baskında kadın kıyafetleri giymiş bir biçimde ve bir erkeğin kucağında yakalanan Charlie birkaç hafta sonra hakim karşısına çıkacaktır (29-32). Gece boyunca bir yandan geçmişiyle hesaplaşırken bir yandan da vereceği savunmanın provasını yapar. Savunması inkâra dayanır. Yakalandığı sırada takınmış olduğu efemine tavrın
219
220
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
otuz sene önce canlandırdığı bir kadın tiplemesinin provası olduğunu iddia eder (32). Heteroseksüel sistemin norm ve kuralları çerçevesinde heteronormatif bir dil kullanır. Meslek sahibi olmak, evlilik kurumunun bir parçası olmuş olmak masumiyetine dair sunabileceği en büyük kanıtlardandır. Bu yüzden hakime şöyle bir savunma yapmayı planlar: “Tiyatro müessesesinin saygıdeğer bir üyesiyim. Evet, müessese efendim! Ve evli bir adamım. Evet efendim evli” (32). Bu savunma provası geceyi hem Harry hem de Charlie için kendi hayatlarını değerlendirip ve kendilerini yargıladıkları bir mahkemeye çevirir. Aslında kendilerini savunmak için kullandıkları heteronormatif söylem yalnızca hâkim karşısında kullanılacak bir maske değildir. Bu provanın önemli bir yönü, Charlie ve Harry’nin kendilerini ve birbirlerini onları dışlayan toplumun kurallarıyla yargılamalarıdır. İçselleştirdikleri egemen söyleme uygun olarak, onları dışlayan ve ezen heteronormatif toplum gibi, kendi kimliklerine kimi zaman bir acıma, kimi zaman da inkâra uzanan bir nefretle yaklaşırlar. Aslında kendine yöneltilen acıma ve nefret duyguları eşcinsel bireylerde sıkça görülen ve başlarına gelen “ceza”yla başa çıkmak için ürettikleri bir savunma yöntemidir (Cairns, “Forgotten”). Nitekim, Charlie bir anda hakim karşısında takınmayı planladığı rolden çıkarak, kendini ve Harry’i heteroseksüel olduğuna inandırmaya çalışır: “Evliydim dostum. Ben ya, yumuşak hiçbir yanım yok benim. Normalim ben. Evli ve çocukluydum” (32). Bir başka zaman “Benim dertlerimin tek sebebi cezalandırılıyor olmam. Tanrı beni cezalandırıyor Harry” (57) diyerek suçunu kabul eder. Harry de aynı Charlie gibi “[b]enim hiçbir sorunum yok. Bu yükü senin yüzünden çekmek zorundayım” diyerek kendini normal olduğuna ikna etmeye çalışır ve bunu da partnerini suçlayarak yapar (77). Böylelikle Harry ve Charlie’nin aralarındaki ilişki ve bu ilişkiyle şekillenen aile bağları 1970’ler İngiltere’sine göre alternatifmiş gibi görünse de, derinde heteroseksüel sistem tarafından pekişen aile tanımı çerçevesinde şekillenmiştir. Oyun toplumun gey birey/aile ikiliğini iki karakter arasındaki diyalog üzerinden özetler. Oyunun sonlarına doğru Harry’nin hayal ürünü olduğunun anlaşılması ve Harry ve Charlie arasında geçen tüm konuşmaların Charlie’nin (dolayısıyla karakterine kendi adını ve soyadını veren Charles Dyer’ın) hayalinden ve izlenimlerinden oluşması, oyunu özdüşünümsel bir seviyeye taşır ve oyunun kurgu olduğunu daha oyun bitmeden seyirciye hatırlatılmış olur. Bu iki bireyin kendi cinslerine, ailelerine dair tüm fikir
Yeni(den) Aile: Charles Dyer’ın Staircase, Kevin Elyot’ın My Night with Reg ve Samuel Adamson’ın Southwark Fair Oyunlarında Heteronormatif Düzenin Eşcinsel Aile Algısına Etkisi
ve tecrübelerinin kurgu olması oyunun toplumsal saptamalarını önemsizleştirmez. Bu durum karakterlerin ağzından duyulan, çoğu heteronormatif önyargı ve klişelerle şekillenmiş düşünce ve yaşantıların toplumsal inşacı yaklaşımın da öne sürdüğü gibi tekrarla pekişmiş toplumsal inançlar olduğunun altını çizer. Oyunun sahnelenmesinden yalnızca bir yıl sonra 1967’de İngiltere’de rıza gösteren yetişkinler arasındaki eşcinsel ilişkiler mahrem yaşanmak şartıyla yasal hale gelir (Morrish 2). Bu açıdan oyun kapanmak üzere olan bir dönemin ilişkilerini yansıtması açısından kritik bir rol oynamaktadır. Özellikle eşcinsellik ve aile ilişkilerine bakışı açısından pekişmiş birçok fikri tekrar sahneye yansıtır. 1950-1970 arası dönemde sıkça görülen, hem olumlu hem de olumsuz temsillerle, eşcinsel bireyi aile kurumu içinde “yer edinememiş olarak gösteren” dönem edebiyatının, sinemasının, medyasının bir devamı niteliğindedir (Cook, “Families of Choice” 3-4). İlk olarak 1994 yılında sahnelenen My Night With Reg, Staircase’in aksine cinsel kimlik oluşumları açısından, eşcinselliğin kendi kurallarını oluşturmaya başladığı bir dönemde, karakterlerine alternatif olmanın utanç kaynağı olmadığı bir hayat sunar. Kendileri için yeni ve özgür hayatlar kurmak amacını güden ve 1970’lerin özgürlük hareketlerinden yoğun olarak etkilenen eşcinseller, dışına itildiklerini düşündükleri aileyi, “homofobiyi ve cinsel ayrımcılığı üreten ve pekiştiren kurum olarak,” reddetme yoluna giderler (Cook, “Families of Choice” 4). Fakat kendilerine dayatılan yaşam formlarını reddederek kurdukları alternatif hayatın heteronormatif aileyle kesişen kimi yönleri hâlâ geleneğin izlerini taşımaktadır. Eşcinsel bir hayat tarzı içinde de olsa aile olmak, ev sahibi olmak, âşık olmak, çift olmak, sadık olmak, tek eşli olmak gibi kavramlara yaklaşımları heteronormatif düzenden yoğun biçimde etkilenmekte, bu etkileşim kendine özgü çelişkiler ve karşıtlıklar doğurmaktadır. 1980’lerin sonu eşcinsel bireyler adına kaydedilen tüm aşamalara rağmen, İngiltere’deki ve kısmen dünyadaki diğer eşcinsellere yönelik eski önyargıların nüksettiği bir dönemdir. Bunlardan ilki ve İngiltere’ye özgü olanı 1988 yılında Thatcher hükümeti denetiminde devreye giren ve “Paragraf 28” (Section 28) olarak anılan Yerel Yönetimler Yasası’dır. Yasa, eşcinselliği bilinçli olarak teşvik etmeyi ve eşcinselliği teşvik eden yayınların basımını; kamuya ait okullarda eşcinselliğin bir aile ilişkisiymiş gibi yansıtılıp kabul edilebilirliği yönünde eğitim verilmesini yasaklar (Morrish 4). Morrish’in de belirttiği gibi Paragraf 28 aile kavramını heteronormatif kalıplar içinde
221
222
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
değerlendirir ve eşcinsel ilişkileri “-mış gibi” yapmakla suçlayarak “eşcinsel aile kavramını geçersiz kılar” (5). Paragraf 28’in aile ve eşcinsellik kavramları arasındaki olası bir birlikteliği geçersiz kılmaya çalıştığı bu dönemde, dünyada eşcinsel gruplar arasında gelişmekte olan bir aile modelinden bahsedilmektedir. LaSala eşcinsel hareketin ikinci evresi olarak değerlendirdiği bu yıllarda “aileleri tarafından reddedileceklerinden korkan çok sayıda gey ve lezbiyenin ailelerinden uzaklaşmayı seçtikleri için, ya da gerçekten reddedildikleri için” biyolojik ailelerinin yerine “seçilmiş aileler olarak adlandırılan arkadaş gruplarını” koyduklarından bahseder (267). Bu dönemde yazılan My Night with Reg seçilmiş aileyi andıran bir arkadaş grubu içinde aile hayatını birbirleriyle ilişkilerine bağlamış bir grup eşcinsel erkeğin ilişkilerini konu alır. Hayatlarında biyolojik ailelerine pek de yer olmadığı belli olan karakterlerin aile diye tanımlanabilecek tek ilişkileri birbirleriyle kurdukları arkadaşlıktır. Dolayısıyla, taşınma, ölüm gibi insan hayatını önemli ölçüde etkileyen geçiş dönemlerinde karakterlerin hayatlarındaki bu süreçlere biyolojik ailelerin dâhil olmadığı gözlenir. Oyunda karakterlerin hayatlarında yer aldığına dair bahsi geçen tek biyolojik aile üyesi Reg’in annesidir. Sahnede yer bulmaz; Guy’ın Reg’in cenazesinin ardından düzenlediği buluşmaya katılmaz. Hhakkındaki konuşmalardan oğluna sırtını dönen, oğlunu reddeden bir anne olmadığı, aksine Reg’in ölümünün ardından onun partneri Daniel ile birlikte cenaze işlerini yürüttüğü anlaşılır (38). Fakat bu olumlu anne temsilinin de oğlunun hayatına duyduğu saygı sınırlıdır. Oğlunun aksi yönde isteklerine rağmen onun için bir cenaze töreni düzenlemek konusunda ısrar eder (38). Bu istek oğlunu sisteme dahil kılmak isteğinden son ana kadar vazgeçmeyen annenin son çabası olarak değerlendirilebilir. Oyundaki karakterlerin birbirlerine göre konumlandırılmaları heteronormatif sistemin kurduğu ikili karşıtlıkları destekler niteliktedir. John hem bir arkadaş olarak hem de bir evlat olarak ilişkilerini duygusal bir düzlem üzerine kurmaz. Oyunun birçok yerinde insanları arayıp sormakta iyi olmadığına, kardeşlerinin onu “ailenin serserisi” olarak gördüklerine ve uzun süreli birliktelikler kuramadığına değinilir (12). Özgür ruhuyla önce çıkan John’a ümitsizce âşık olan Guy ise onun zıttıdır. Arkadaşları arasında “evlenmelik bir tip” olduğundan bahsedilir, kapı önü ağırlığına kılıf örer, örgü örmeyi cinsel dürtülerini dindirmesine yardımcı olan bir aktivite gibi görür (8-9). Guy evcimen ve yalnızdır. Dolayısıyla heteroseksüel düzenin onayladı-
Yeni(den) Aile: Charles Dyer’ın Staircase, Kevin Elyot’ın My Night with Reg ve Samuel Adamson’ın Southwark Fair Oyunlarında Heteronormatif Düzenin Eşcinsel Aile Algısına Etkisi
ğı evcimenlik kavramını tam anlamıyla karşılarken, cinsel tercihi dolayısıyla bu kavramın kardeşi olan aile kavramının uzağındadır. Onun evi, geleneksel düzenin göklere çıkardığı, ait olma hissini pekiştiren, ailenin içinde toplandığı bir ev değildir. Evini ne kadar bakımlı tutsa da, dostlarına hazırladığı yemeklerle, verdiği “yeni ev partisiyle” ısıtmaya çalışsa da onun evi bir ocak değildir (19). Bu ev “yanlış adama âşık olan,” kimseyle cinsel bir ilişki kuramayan, yaşadığı tek cinsel birliktelikte de “ölümüne sebep olacak AIDS virüsünü kapan” yalnız bir adamın evidir (Wyllie 1). Guy açık bir eşcinsel olarak alternatif bir hayat yaşasa da bu alternatif yaşam, özgürlük, mutluluk ve aidiyet getiriyor gibi görünmez. Kurduğu en yakın ilişki, daha önce yüz yüze hiç görüşmediği ve cinsel tecrübelerini ve zevklerini paylaştığı telefon arkadaşıyla yaşadığı ilişkidir. Arkadaşlarının ona aldığı hediyeler hem gece hayatında çok aktif grubun dışında kalarak domestik bir hayat tarzı seçtiğini hatırlatan, hem de onun yalnızlığına vurgu yapan “Solo Banquets” (Yalnız Ziyafetler) ve “Cooking for One” (Tek Kişi için Yemek Pişirme) başlıklı yemek kitaplarıdır (20, 34). Oyunda gey karakterlerin hayatlarını zorlayan ve onların yalnızlıklarına işaret eden tek durum Guy ile örneklenen sevgili bulamama durumu değildir. Partner bulma konusunda becerikli ve şanslı olan John, Daniel, Bernie, Benny gibi karakterlerin içinde bulundukları eşcinsel ilişkiler de mutlu ve ideal değildir. Oyunun yazılmış olduğu 1990’lı yıllarda eşcinsel çiftlerinin ilişkilerindeki başlıca sorunlar heteronormatif düzenle yaşanan açık bir çatışmadan kaynaklanmaz, aksine, Parsons’ın da belirttiği gibi bu yıllarda eşcinsel çiftler heteroseksüel çiftlerle benzer ilişki sorunları yaşarlar (669). Heteronormatif düzene ait ilişki kalıplarına uymak zorunda kalmak, ilişkilerindeki sadakat ve tek eşlilik beklentileri, bunun sonucunda ortaya çıkan kıskançlıklar karakterleri zora sokar. Michael Bronski eşcinsel çiftlerin ilişki alışkanlıklarını değerlendirirken “cinsel ilişkiye dair geleneksel algılara maruz kalmadıkça” bu çiftlerin “kendi ilişki normlarını kurmaları beklenir” der (akt. Macnaughton, “Sleeping”). Fakat büyük bir çoğunluğu heteroseksüel bir toplum içinde heteroseksüel ailelerde yetişen eşcinsel bireylerin ilişki algılarını heteronormatif bakış açısından arındırmalarını beklemek oldukça zordur. Özellikle de toplumdaki soyutlanmalarının azalıp kabullerinin arttığı 1990’lı yıllarda eşcinsel bireylerin heteroseksüel ilişki kalıplarından arınmış, özgün ilişki formları geliştirmeleri gittikçe güçleşmiştir. Heteroseksüel aile yapısının temellerini
223
224
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
dayandırdığı sadakat, tek eşlilik gibi kavramların gey karakterlerin ilişkileri üzerine etkisi My Night with Reg’de de açık biçimde görülür. Karakterler arasındaki entrika ve yasak aşklar hem arkadaşlık ilişkilerine, hem de sadakat beklentisi içinde kurulmuş cinsel birlikteliklere gölge düşürür. Daniel, Reg’in kendisini aldatmış olabileceğinden şüphelenir, fakat Guy dışındaki her karakterle ilişkisi olduğunu bilmez (46-47). John, Reg’in kendisiyle yaşadığı yasak ilişkinin ona özel olduğunu sanır (30-31). Bernie ve Benny çifti birbirlerini aynı adamla aldattıklarından habersizdirler (44). Macnaughton’a göre, “2005’te yapılan bir çalışma gey çiftlerin %40’ından fazlasının ilişki dışı cinsellik yaşamak konusunda partnerleriyle anlaştığını bu oranın heteroseksüel ve lezbiyen çiftlerde ise %5 oranında olduğunu ortaya koymuştur” (“Sleeping”). Bu ve benzeri araştırmalar gey çiftlerde çok eşliliğin heteroseksüel ve lezbiyen çiftlere göre daha kabul görür bir konu olduğunu saptamakla birlikte, çok eşliliğin eşlerin rızası ve bilgisi dahilinde gerçekleşip gerçekleşmediğinin de önemli olduğunu ortaya koyar ve karşılıklı anlaşmalar üzerine kurulan çok eşli gey ilişkilerin daha mutlu ve tatmin edici olduğunu gösterir (Macnaughton, “Sleeping”; Parsons 670-75). Fakat tek eşlilik düsturu dışında yürütülen bu ilişkiler ilişkiyi oluşturan bireylerce kabul görse de toplum tarafından yargılanma riskiyle karşı karşıyadır. Çünkü gey ilişkilerin toplumsal tanınırlığa doğru attığı adımlar sadece, geleneksel toplumun kurallarını esnetmekle kalmaz, aynı zamanda radikal olmaya eğilimli gey ilişkileri de normalleştirir. Queer kuramı çerçevesinde gelişen ve eşcinsel kimlik oluşumuna direnen kuramlar da savlarının bir kısmını bu karşılıklı etkileşim çerçevesine kurar. Eşcinsellerin evlilik hakkı ve hemcins birlikteliği kanunlarıyla hak ve tanınırlık kazandırma vaatleriyle, kayıt altına alınmaya çalışıldığını, heteronormatif idealler doğrultusunda çift (tercihen tek eşli) ve aile (kanun karşısında evli) olmaya zorlandıklarını iddia ederler. Eşcinseller için hemcins birlikteliği ve evlilik hakkı gibi konuların gündemde bile olmadığı bir dönemde yazılan My Night with Reg’de bu gelenekselleşme eğiliminin ilk etkileri gözlemlenir. Benny, Bernie ile ilişkisinin gittikçe heteronormatif kalıplara girmesinden şikâyetçidir. Bernie’nin uzun ömürlü ve sadık olması için fazla çaba gösterdiği ilişkilerinin giderek kurumsallaştığını şu sözlerle ifade eder: “Beni yanlış anlama. Bernie ile iyi geçiniyoruz. Bunca yıldan sonra lanet bir kurum gibi. Beni asla terk etmez” (42). Bu sözlerle atıf yapılan kurum tabii ki evlilik kurumdur. Oyunun ilerleyen kısmında da görülecektir ki Bernie ve Benny’nin ilişkileri tam da bu sebepten, giderek evliliğe
Yeni(den) Aile: Charles Dyer’ın Staircase, Kevin Elyot’ın My Night with Reg ve Samuel Adamson’ın Southwark Fair Oyunlarında Heteronormatif Düzenin Eşcinsel Aile Algısına Etkisi
benzediği için, sıkıcı bir hal alıp sonlanır çünkü bir kurum gibi işleyen eşcinsel birlikteliklerin de, heteronormatif düşünceyle şekillenmiş diğer kurumlar gibi kurallarla yönetilmesi gerekir. My Night with Reg’in ortaya koyduğu temel çelişki buradan kaynaklanmaktadır. Alternatif olduğu varsayılan eşcinsel ilişkiler sadakat ve tek eşlilik gibi toplumsal kurallarla sınanır. Dolayısıyla, gelenekselin gölgesi alternatifin üzerinde daima kendini hissettir.
My Night with Reg sadece karakterlerin birbirlerini ve ilişkilerini heteronormatif bakış açısıyla yargılamaları açısından değil, eleştirmenlerin oyunu yargılayış biçimleriyle de heteronormatif düşüncenin eşcinsel hayatlar üzerindeki yargılayıcı etkisini yansıtır. Lloyd Evans Spectator’daki değerlendirmesinde My Night with Reg için “[k] arakterlerin hepsi tam anlamıyla şehir züppeleridir, heteroseksüellere oldukça bezerler, tek farkla: az bir çabayla hepsi bir birini ayartırlar” der. Böylelikle heteroseksüellikle eşcinsellik arasındaki tek farkı eşcinsellerin alelade ilişkiye girmelerine indirger. Bu açından bakıldığında, bu yorum oyunun iki temel konusu sadakat ve AIDS’i birleştirici bir biçimde okunabilir. Karakterlerin karmaşık ve gelişigüzel cinselliklerini eşcinselliğe özgü bir durum olarak algılamak AIDS salgınının ilk yıllarında geylere yönelik kullanılan ‘taşıyıcı’ yakıştırmasıyla paralellik gösterir. Amerika’da ortaya çıktığı andan itibaren AIDS “uyuşturucu müptelalarının, fuhuş sektöründe çalışanların, siyahi Afrikalıların ve geylerin” bir başka deyişle “kendi talihsizliklerinden sorumlu olanların kaderi” olarak görülmüş, bu insanların hastalıkları, içinde bulundukları ‘saygın olmayan’ hayat şekillerine bağlanmıştır (Watney 72).
Hastalığın ilk dönemlerinde HIV pozitif kişiler öncelikle “ailenin,” ardından “ulusun” ve hatta “insanlığın birliğine tehdit oluşturan,” “AIDS taşıyıcıları” olarak adlandırılmış böylelikle aile, millet, normallik kavramlarıyla AIDS arasına bir set çekilmesi amaçlanmıştır (Watney 74-5). AIDS ve gey ilişkiler arasında kurulmak istenen bu bağlantı My Night with Reg’in yazıldığı dönemde oldukça ses getiren “Paragraf 28” ile de pekiştirilmeye çalışılan bir bağlantıdır. Bu kanunla eşcinselliğin aile ilişkisiymiş gibi teşviki yasaklanırken, yasağın gerekçesi olarak “hastalığın yayılmasını” önlemek gösterilir. Kanunda açıkça AIDS’e bir referans yoktur, ancak “hastalık” ve “yayılmak” vurguları “gey bireyi AIDS’in yayılmasından sorumlu tutan” dönem söyleminin bir parçasıdır (Morrish 5). Böylelikle “Paragraf 28” yalnızca yarattığı aile-eşcinsellik karşıtlığından değil, AIDS’i bu ilişkide bir tehdit
225
226
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
unsuru olarak kullanması açısından da önemlidir. Özellikle AIDS’e yakalanan en geniş grup olan eşcinseller ve “sadece zevk için yaşanan cinsellikleri,” “üremek için cinsel ilişkiye giren” aile üyelerini tehdit eden bir “canavar” konumundadır (Watney 77). Oyunda cinselliğini gelişigüzel yaşayarak Guy hariç tüm karakterlerle cinsel ilişkiye girmiş olduğu anlaşılan Reg’in, hayatını AIDS yüzünden kaybeden ilk karakter olması, AIDS ve eşcinsellik arasında bağlantı kuran dönemin yaygın kanısını doğrular niteliktedir. Guy ise temsil ettiği geleneksel değerlere, evcimen oluşuna, cinsel birliktelikler konusunda çok titiz davranmasına rağmen tecavüze uğradığı için AIDS’e yakalanmıştır. Bu noktada gelişigüzel ilişkiye giren bir gey ve AIDS arasında kurulan paralellik zarar görse de, Guy’ın AIDS sonucu ölümü eşcinsellere yönelik bir başka klişe görüşü yansıtmaktadır. Oyunun mizahi üslubu4, Guy’in mağduriyetine yapılan vurguyu hafifletse ve durumu trajik bir tondan uzaklaştırsa da, yalnızca eşcinsel olduğu için ölüme mahkum olan bir karakter olarak, 1960-1970 arası dönemde sıklıkla tekrarlanan eşcinsel-kurban görüşünün bir yansımasıdır (De Jong, “Pity for Perverts”). 2006 yılında Samuel Adamson tarafından yazılan Southwark Fair İngiliz Tiyatrosu’nda hemcins birlikteliği hakkını sahneye taşıyan ilk oyun olması açısından önem taşır (Fisher “Southwark”). Oyunda, birliktelikleri yasalarla tanınan, kendi ailelerini kurma şansını ellerinde bulunduran eşcinsel karakterler bulunmaktadır. Fakat Staircase’in yazıldığı 1960’lı yıllardan 2000’lere kadar geçen zamanda, edinilen haklara rağmen eşcinsel hayatların, azalan bir biçimde de olsa, hâlâ heteroseksüel ve geleneksel toplumun belirlediği aile anlayışı çerçevesinde miras, tek eşlilik, sadakat, aidiyet, akrabalık gibi kavramlarının etkisi altında olduğu gözlenmektedir. Southwark Fair aile ve eşcinsellik konusunu ki farklı açıdan ele alır. İlk olarak hemcins birlikteliği 4 Eleştirmenler İngiltere’de AIDS üzerine yazılan nadir oyunlardan olan ve oyunun ana konusu AIDS yüzünden hayatını kaybeden karakterler üzerine kurulan My Night with Reg’in Amerikan tiyatrosundaki bu konudaki oyunlara kıyasla konuyu mizahi bir dille ele almasını AIDS’in İngiltere’de daha geç ve daha az sayıda görünmesine bağlarlar. Oyunda AIDS kelimesine hiç yer verilmediğine bu noktada oyunun odağının hastalıktansa “karşılık bulamamış ihanete uğramış aşk” gibi “evrensel” bir konuya kaydığından bahsederler (Lawson “How Kevin Elyot’s,” Wylie 1, Shultz 280). Eric Monforte de benzer bir biçimde oyunun tonuna değinir, fakat oyundaki komedi öğelerinin ve neşeli tonun amacının oyun ve seyirci arasına “duygusal bir mesafe koymak” olduğunu ve bu yöntemle izleyici üzerinde duygusal bir tepkidense düşünsel bir etki yaratılmaya çalışıldığını öne sürer (188-189).
Yeni(den) Aile: Charles Dyer’ın Staircase, Kevin Elyot’ın My Night with Reg ve Samuel Adamson’ın Southwark Fair Oyunlarında Heteronormatif Düzenin Eşcinsel Aile Algısına Etkisi
hakkıyla oluşacak eşcinsel birlikteliği ve bunun heteroseksüel evliliklerle ilişkisini tartışır, ikinci olarak da eşcinsel bireylerin geleneksel aile kurumuna alternatif geliştirdikleri ilişkilerin geleneksel aile yapısıyla gösterdikleri paralelliklere dikkat çeker. Hemcins birlikteliği yasası 18 Kasım 2004’te Birleşmiş Krallık Parlamentosu tarafından kabul edilen ve eşcinsel çiftlerin kanun önünde sahip oldukları hak ve sorumlulukları gösteren belgedir (“Civil Partnership” 1-2). Bu yasayla İngiliz tarihinde ilk kez eşcinsel bireyler heteroseksüel evlilik yapmış bireylere tanınan hakların benzerlerini elde edebilir hale gelmişlerdir. Yetki sahibi kişilerce dinî mekânlar hariç her türlü mekânda yapılabilecek hemcins birlikteliği törenleri sonucunda, eşcinsel bireyler heteroseksüel evlilik gerçekleştiren kişilere tanınan her türlü emeklilik, vergi, miras, mülkiyet, vefat hakkından yararlanabilirler (“Civil Partnership” 1-2; “Lesbian” 4-5). Hemcins birlikteliklerin resmî olarak sonlandırılmasının da aynı boşanma durumlarında olduğu gibi, belirli aşamalardan geçerek, eşlerin rızası ve mahkemenin onayı sonucunda yapılması ve gerekli koşullarda bu sürecin uzun ve zorlu bir süreç olabileceği kanun tarafından belirtilmiştir (Mallender 54-63). Ruthan Robson Sappho Goes to Law School (“Safo Hukuk Okuyor”) (1998) adlı kitabında lezbiyen çiftlerde uzun soluklu ilişkilerin bir disiplin aracı olduğundan bahseder; “lezbiyen ilişkilerin kodlanma biçimini geleneksel heteroseksüel ilişkilerin bir kopyası” olarak ele alır ve hayat boyu tek eşliliğin “uygulamalı içselleştirme” boşanmanın da bir cezalandırma yöntemi olarak işlediğini belirtir. Eşcinsel evlilik özelleştirme politikalarının bir uzantısıdır çünkü bu sayede evlilik kurumu “ailevî sorumlulukları yüklenirken devletler yükümlülüklerinden kaçabilecektir” (akt. Sytchin 543). Hemcins birlikteliği hakkına yönelik eleştiriler de benzer bir biçimde yasanın eşcinsel çiftler için bir evlilik parodisi yarattığını öne sürer. Birliktelik törenleri kiliselerde yapılacak dinî törenlerle birleştirilemese de, hükümet çiftleri “bunun eğlence sektörüne de katkı sağlayacağını belirterek kutlama merasimleri” yapmaları konusunda yüreklendirmiştir. (akt. Sytchin 549). Samuel Anderson’ın Southwark Fair adlı eseri sahnelendiği 2005 yılı itibariyle, eşcinsel evliliklerin yasallaşmasından çok önce bir dönemde geçmektedir5. Fakat oyun sahneye taşıdığı hemcins birlikteliği hakkını ele 5 Eşcinsel evlilikler 17 Temmuz 2013 tarihinde yürürlüğe giren Evlilik Yasası ile İngiltere ve Galler’de yasal hale gelmiştir. Yasa eşcinsel bireylere heteroseksüel evliliklere tanınan yasal hakların hepsini tanısa da, bu evliliklerin Anglikan ve Galler Kiliseleri tarafından onaylanmasına dair getirdiği yasak ile, eşcinsel evlilikleri heteroseksüel evliliklerden ayırır
227
228
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
alış biçimiyle, eşcinsel birlikteliklerin heteronormatif düzen içerisindeki konumuna ve eşcinsel birliktelikler ve heteroseksüel evlilikler arasındaki farka dikkat çekerek, eşcinsel evliliklerin yasallaşmasıyla artan eleştirilere öncülük eder. Oyunda Londra belediye başkan yardımcılığı görevinde bulunan bir siyasetçinin kendinden yaşça genç bir garsonla hemcins birlikteliğine imza atma girişimi konu edilir. Başkan yardımcısı Alexander genç ve hevesli garson sevgilisi Aurek’in aksine imza törenini daha yalın tutma eğilimindedir. Tören öncesinde Aurek’i sade ve saygıdeğer giyinmesi konusunda uyarır (62-63). İş yerinde gerçekleşecek bu tören için bir takım elbise en uygun seçimdir. Aurek ise sevgilisinin uyarılarına rağmen belediye binasına üzerinde “Kaydoluyoruz” yazan bir tişörtle gider, ayak bileğine gelin arabalarına bağlanan türden papatyalarla süslü konserve kutuları bağlamıştır (12). Aurek’in bu renkli hazırlığı, siyasi konumunun bir yansıması olarak duygularındansa mantığı ve toplumsal imaj kaygısı içinde hareket eden Alexander’a göre daha cesur ve özgürlükçü bir seçim olarak okunabilir. Alexander içinde çalıştığı belediye ve onun temsil ettiği düzen gibi alternatife meyilli ama aynı zamanda bir sistem yanlısıdır. Brown son dönemde heteronormatif sistemin planlarının heteroseksüel sistemi kabul ettirmenin ötesine geçerek, devletler ve ekonomik oluşumlar tarafından desteklenen saygıdeğer gey ve lezbiyen bireyler oluşturmak olduğunun altını çizer (979). Bu saptamaya uygun olarak, Aurek törene giyerken giydiği dikkat çekici giysiyle, koluna sevgilisinin ve kendisinin adının baş harfleriyle yaptırdığı dövmeyle bu seçkin imaja leke düşürmüş olur ve bu sebeple Alexander tören öncesinde onu terk eder (100). Alexander’ın eşcinsel birlikteliğe fazlasıyla dikkat çekip heteronormatif sisteme tehdit olduğu için terk ettiği Aurek’in hemcins birlikteliğini ve bu birliktelik için yapılan töreni algılayış biçimi detaylı incelendiğinde Aurek’in heteonormatif sisteme tehdit oluşturmaktansa, geleneksel evlilik algısını taklit eden bir tavır içinde olduğu görülür. Aurek’in Alexander tarafından fazla aykırı bulunan giyim tarzı, tören hazırlıkları, aslında, aykırı olmanın ötesinde fazla tanıdıktır. Aurek’in üstünde “Kaydoluyoruz” yazan beyaz tişörtünden, ayağına bağladığı teneke kutulara, tören sonrasında düzenlemek istediği kokteyle kadar birçok şey, geleneksel evlilik törenlerinden ödünç alınmış, dolayısıyla heteronormatif düzenin etkisiyle ortaya çıkmış unsur(Brown 979-980).
Yeni(den) Aile: Charles Dyer’ın Staircase, Kevin Elyot’ın My Night with Reg ve Samuel Adamson’ın Southwark Fair Oyunlarında Heteronormatif Düzenin Eşcinsel Aile Algısına Etkisi
lardır. Brown hemcins birlikteliği hakkı, evlilik hakkı gibi kanunların eşcinsel bireylerin özgürlük, eşitlik ve adalet beklentilerinin ötesinde sistemin ekonomik çıkarlarını gözettiğine dikkat çeker ve devletlerin eşcinsel çiftleri heteronormatif evlilik geleneklerini, törenlerini taklit etmeye yönlendirerek ekonomiyi canlandırmayı amaçladıklarını iddia eder (Brown 980). Southwark Fair heteronormatif düzenden ödünç alınan evlilik gelenekleri ve bunların hemcins birliktelik törenlerine uyarlanışına ek olarak karakterlerin sosyal ilişkilerinin de heteronormatif aile algısından etkilendiğini gösterir. Oyunun karakterlerinden Simon My Night with Reg’deki Guy gibi yalnız bir eşcinsel erkektir. Fakat Guy’ın eşcinsel arkadaşlarıyla kurduğu seçilmiş aile yerine Simon’ın yakın ilişki içinde olduğu tek kişi komşusu May’dir. Simon’ın Güney Afrikalı May ile ilişkisi sıradan bir komşuluk ilişkisi olmasına rağmen birçok açıdan alışılagelmiş anne-oğul ilişkisini çağrıştırır. İkili evlerinin yakınındaki kafede her sabah kahvelerini içmeyi bir alışkanlık haline getirmişlerdir. Ayrı masalarda ama birlikte, kahvelerini içerken kafeye gelip gidenler, günün ilerleyen saatlerine dair planları hakkında sohbet ederler. Nezaket çerçevesinde yürütülen, yüzeysel bir sohbettense konuları ele alış biçimleri, birbirlerinin hayatları hakkında sahip oldukları detaylar evlerinin mutfağında sohbet eden bir anne-oğlu andırır. May Simon’a işe gidiş saatinden, giydiği giysilerin uyumuna, öğleden sonra buluşmayı planladığı eski öğretmeniyle ilişkisine kadar türlü konularda uyarılarda bulunup tavsiyeler verir. İçtiği kahvenin kalitesinden, garsonun tavrından yakınır. Simon ise tüm bu yakınmalara, May’in zihin akışındaki kopukluklara alışkın edayla onu idare eden cevaplar vererek sohbeti sürdürür (3-7). Simon sokak satıcısıyla sürdürdüğü rastgele sohbette May’den büyük annesi olarak bahseder. May’in sabah sohbetinde giysileri üzerine yaptığı yorumdan etkilenerek, ani bir kıyafet alışverişine çıkmaya kadar verir (12-13). Bu komşuluğa dayanan tesadüfî ilişki ikilinin hayatında o kadar büyük bir rol oynar ki May yaklaşmakta olduğunu bildiği ölümünden sonra mirasını Simon’a bırakacağından bahseder (5). Oyunun ilerleyen bölümlerinde anahtarını kaybeden Simon’ın ulaşmayı düşündüğü ilk ve tek kişi May’dir (101). Bu bağlamda, My Night with Reg’de Guy’ın tamamen eşcinsellerden oluşan seçilmiş ailesi yerine, Simon May ile ilişkisinde heteronormatif ailedeki anne-oğul ilişkisini taklit eden bir arkadaşlık kurar. Charles Dyer’ın Staircase, Kevin Elyot’ın My Night with Reg ve Samuel Adamson’ın Southwark Fair oyunlarında da görülmektedir ki, aile bir insan
229
230
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
topluluğu olarak da, kavramsal ve ideolojik bir çerçevede de tüm insanlar gibi eşcinsel erkeklerin hayatında da değişik ve değişen şekillerle kilit bir rol oynar. Üç farklı dönemden alınan üç oyunda yazıldıkları döneme göre sıra dışı sayılabilecek hayatların, aile ilişkileri gibi toplumsal konular söz konusu olduğunda heteronormatif sistemin izlerini taşıdığını göstermektedir. Staircase, 1960ların baskıcı döneminde cinsel tercihini aileden ve toplumdan gizlemek zorunda kalan karakterlerin yalnızlığını konu alırken, My Night with Reg ve Southwark Fair’da karakterlerin bocalamaları aidiyet sorunundan, toplum ve aile tarafından dışlanma korkusundansa, elde edilen haklar ve özgürlükler çerçevesinde kurdukları ilişkilerin heteronormatif sistemle çakıştığı noktalardan kaynaklanmaktadır. Toplumdaki tüm değişim ve ilerlemelere, heteronormatif sistemden kabul arayışının azalmasına rağmen “normatif ve cinsiyetçi kültürü bir arada tutan bağlar görünenden çok daha derindedir” ve heteronormatif bakış açısı çeşitlilik olarak algılanan birçok sıradan aktivitenin içine gizlenmiş bir biçimde var olmayı sürdürerek değişimi çok daha zahmetli kılar (Kitzinger 478). Üç oyundaki heteronormatif sistem ve eşcinsel aile arasındaki etkileşimler üzerine yapılan incelemeler, eşcinsel toplulukların ve oluşturdukları aile algısının heteronormatif düzen karşısında çaresiz bir teslimiyet içinde olduğuna dair bir sonuca varmaya yetmez. Cook uzunca bir süredir heteronormatif aileye ait kavramların LGBT hareketinin politik amaçları doğrultusunda eşcinsel “arkadaş gruplarını, partnerleri ve diğer ilişkileri kavramsallaştırmak ve açıklamak için kullanıldığına” dikkat çeker. Bu faydacı ve bilinçli kullanımın “nükleer aileye ve lezbiyen ve geylerin ailenin ve aile hayatının dışına itilişine” sistemin kendi söylemini kullanarak gösterilen “tepki” olduğunu öne sürer (“Families of Choice” 4). Dolayısıyla, tüm bu etkileşimin incelenen üç oyunda da LGBT hareketi açısından bilinçli ve politik bir tavır olmadığını belirtmek, LGBT hareketinin heteronormatif sisteme her koşulda bilinçsiz bir teslimiyet ve uyum gösterdiği anlamına gelmemektedir. Buna ek olarak, heteroseksüel düzenin eşcinsel ilişkilere etkisi kadar, eşcinsellikle birlikte toplum üzerinde oluşan değişikliklerin, atılan yasal adımların heteroseksüellerin hayatlarını da etkiliyor oluşu yadsınamaz bir gerçektir. Günümüzde evlilik kurumunu ataerkil düzenin bir yansıması olarak gören bazı heteroseksüel çiftler hemcins birlikteliği yasasının eşcinsel çiftlere gösterdiği tanınırlığın kendilerine de sağlanabilmesi için başvuruda bulunmaktadırlar (Bowcott, “Heterosexual”). Hemcins birlikteliği yasası Birleşmiş Krallık içindeki heteroseksüel çiftlere
Yeni(den) Aile: Charles Dyer’ın Staircase, Kevin Elyot’ın My Night with Reg ve Samuel Adamson’ın Southwark Fair Oyunlarında Heteronormatif Düzenin Eşcinsel Aile Algısına Etkisi
hâlâ tanınmıyor olsa da, Adeline Cosson, Kieran Hodgson çifti 15 Ekim 2016 tarihinde Man Adası’nda Britanya Adalarında hemcins birlikteliği hakkını kullanan ilk heteroseksüel çift oldular (Bowcott, “First”). Bu da gösteriyor ki tek yönlü bir değişimdense, geleneksel ya da alternatif her türlü cinsel kimlik hayata ve aile kavramına bakışı açısından bir diğerinden etkilenmekte ve karışlıklı etkileşim artarak sürmektedir.
K aynakça
Birincil Kaynaklar
Adamson, Samuel. Southwark Fair. Londra: Faber and Faber, 2006. Dyer, Charles. Staircase. Middlesex: Penguin, 1966. Elyot, Kevin. My Night with Reg. Londra: Nick Hern, 1994.
İkincil Kaynaklar
Barrett, Catherine ve diğ. “Social Connection, Relationships and Older Lesbian and Gay People. Sexual and Relationship Therapy. 30.1 (2015): 131-142. Routledge. Web. 10 Temmuz 2016. Bowcott, Owen. “First Heterosexual Civil Partnership in British Isles Celebrated.” The Guardian. 14 Kasım 2016. Web. 15 Kasım 2016. —-. “Heterosexual Couple Lose High Court Civil Partnership Case.” The Guardian. 29 0cak 2016. Web. 15 Kasım 2016. Brown, Gavin. “Marriage and the Spare Bedroom: Exploring the Sexual Politics of Austerity in Britain.” ACME: An International E-Journal for Critical Geographies. 14.4 (2015): 975 – 988. Leicester Research Archive. Web. 25 Ağustos 2016. Cairns, David. “The Forgotten: Staircase to Purgatory.” Notebook Feature. 9 Nisan 2009. MUBI. 23 Ağustos 2016. Civil Partnership Act 2004, Elizabeth II. Chapter 33. London: The Stationery Office, 2004. Web. 10 Ağustos 2016. < http://www.legislation.gov.uk/ukpga/2004/33> Cook, Matt. “Families of Choice? George Ives, Queer Lives and the Family in Early TwentiethCentury Britain”. Gender & History. 22 (2010): 1–20. Wiley Online Library. Web. 17 Eylül 2016. —-. Giriş. Queer Domesticities: Homosexuality and Home Life in Twentieth-Century London. Londra: Palgrave, 2014. 1-20. Croghan,Catherine F. ve diğ. “Friends, Family, and Caregiving Among Midlife and Older Lesbian, Gay, Bisexual, and Transgender Adults.” Journal of Homosexuality. 61 (2014): 79-102 Routledge. Web. 10 Temmuz 2016. De Jong, Nicholas. “Pity for Perverts.” Not in Front of the Audience: Homosexuality on Stage. London: Routledge, 1992. 105-119. Del Pino, Homero E ve diğ. “Stigma and Family Relationships of Middle-Aged Gay Men in Recovery.” Journal of Gay & Lesbian Social Services. 28.1 (2016): 1-19. Routledge. Web. 10 Temmuz 2016. Duffin, Chirstian. “Concerns Raised over Sexuality Survey of Care Home Residents.” Nursing Standard. 22.11 (2007): n. pag. EBSCO. Web. 25 Ağustos 2016.
231
232
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
Evans, Lloyd. “My Night with Reg at the Apollo Theatre Reviewed: a Great Play that will Go under without an Interval.” The Spectator. 31 Ocak 2015. Web. 10 Temmuz 2016. “Gay People Wary of Residential Homes.” Community Care. 1490 (2003): 13. Academic Search Complete. Web. 26 Ağustos 2016. Fisher, Philip. “Southwark Fair.” British Theatre Guide. Web. 5 Eylül 2016. Hanke, Katja ve diğ. “Blessing or Burden? The Role of Appraisal for Family Rituals and Flourishing among LGBT Adults. “Blessing or burden? Journal of Family Psychology. 30.5 (2016): 562-568. APA PsychNet. Web. 10 Temmuz 2016. Kitzinger, Celia. “Heteronormativity in Action: Reproducing the Heterosexual Nuclear Family in After-hours Medical Calls.” Social Problems. 52.4 (2005):477-498. Oxford Journals. Web. 10 Temmuz 2016. LaSala, Michael C. “Out of The Darkness: Three Waves of Family Research and The Emergence of Family Therapy for Lesbian and Gay People.” Clinical Social Work Journal. 3 (2013): 267- 276. Academic OneFile. Web. 10 Eylül 2016. Lawson, Mark. “How Kevin Elyot’s Aids Farce My Night with Reg Became a Play For Today.” New Statesman. 30 Ocak- 5 Şubat 2015. Web. 16 Ağustos 2016. “Lesbian, Gay, Bisexual, Transgender: Planning for Later Life.” LGBT Information and Advice. Age UK. Ağustos 2015. Web. 25 Ağustos 2016. Lomas, Clare. “You’ve Got a Friend.” Nursing Standard. 27.23 (2013): 20-21. EBSCO. Web. 25 Ağustos 2016. Mallender, Paul ve Jane Rayson. The Civil Partnership Act 2004: A Practical Guide. Cambridge: Cambridge UP., 2005. Macnaughton, Spencer. “Sleeping with Other People: How Gay Men are Making Open Relationships Work.” The Guardian. 22 Temmuz 2016. Web. 10 Auğustos 2016. Meyer, Ilan H. “Prejudice, Social Stress, and Mental Health in Lesbian, Gay, and Bisexual Populations: Conceptual Issues and Research Evidence.” Psychological Bulletin 129.5 (2003): 674-697. PMC. Web. 27 Auğustos 2016. Montforte, Enric. “English Gay/Queer Theatre in the 1990s: Kevin Elyot’s My Night with Reg and Mark Ravenhill’s Shopping and Fucking.” Revista Canaria De Estudios Ingleses, 54 (Nisan 2007): 195-206. Universidad de La Laguna. Web. 13 Eylül 2016. Morrish, Elizabeth. Pretended Families” and “Fragile Youth”: British Public Discourse about Lesbians and Gays.” The Annual Meeting of the American Association for Applied Linguistics. 23-26 Mart 1996. Educational Resources Information Centre. Web. 16 Ağustos 2016. Parsons, Jeffrey T. ve diğ. “Non-Monogamy and Sexual Relationship Quality Among Same-Sex Male Couples.” Journal of Family Psychology. 26.5 (2012):669-677. PubMed. Web. 16 Ağustos 2016. Ryan, Caitlin L. “’How Do You Spell Family?’: Literacy, Heteronormativity, and Young Children of Lesbian Mothers.” Diss. The Ohio State Uni., 2010. ProQuest. Web. 20 Ekim 2016. Schultz, Raymond T. “When the A-word is Never Spoken: The Direct and Subtle Impact of AIDS on Gay Dramatic Literature.” Diss. Wayne State Uni., 1999. ProQuest. Web. 22 Ağustos 2016. Stychin, Carl F. “Couplings: Civil Partnership in the United Kingdom.” New York City Law Review. 8 (2005): 543-572. HeinOnline. Web. 25 Ağustos 2016. “Suicide and the Gay Community.” Gay Activist. 6 Mart 2016. Web. 09 Eylül 2016. Watney, Simon. “The Spectacle of AIDS.” AIDS: Cultural Analysis/Cultural Activism. 43 (Kış,1987): 71-76. JSTOR. Web. 16 Ağustos 2016. Wyllie, Andrew. Sex on Stage: Gender and Sexuality in Post-War British Theatre. Bristol: Intellect, 2009.
XI. BÖLÜM Liz Jensen’in Tufandan Sonra Romanında “İnsanî” ve “Hayvanî” Varoluşun Cinsiyetli Bedenleşmesi Kerim Can YAZGÜNOĞLU
Cinsiyet/cinsellik, eril/dişi, erkek/kadın, heteroseksüellik/homoseksüellik, arzu/haz, beden gibi kavramlar, çağdaş feminist ve queer kuramlarda tartışılan, yapısöküme uğratılan ve devamlı olarak yeniden yapılandırılan temel kategorilerdir. Özellikle bu kategoriler modern cinsel öznenin oluşumunda temel yapı taşları olarak görülür. “Doğal” olarak kabul edilen bu yapı taşları aslında var mıdır? Yoksa bunlar bedenin yüzeyine geçirilmiş temelsiz maskeler midir? Michel Foucault’nun yaşamların ve bedenlerin üretimiyle ilgili olarak ortaya koyduğu “biyoiktidar”1 mekanizması, özneleri ataerkil cinsellik anlayışına göre şekillendirir. Ege Selin İşlekel’in de tartıştığı gibi, “iktidar ilişkisi biçimi olarak toplumsal cinsiyet, hem öznelerini üretir hem de öznelerin eylemleri üzerinden yenilenir” (26). Bu durumu tersine çevirmek isteyen Margaret Drabble, Fay Weldon, Angela Carter, Jeanette Winterson ve Liz Jensen gibi postmodern-feminist İngiliz kadın yazarlar, romanlarında cinsiyet/cinsellik ikiliğini yeniden kurgulayarak cinsiyeti, cinsel olanı ve cinselliği “onto-epistemolojik” bir sorun olarak görürler. Yukarıda bahsedilen kavramların kurgu olduğunu vurgulayan İngiliz kadın yazını, cinsiyet/cinsellik konusunu farklılaşmayla bağdaştırır. Ancak bu farklılaşma, ikiye bölünmüş cinsiyet farklılığı değildir. Cinsel ilişkide ortaya çıkan bir farklılıktır. Bu bağlamda bu yazı, çağdaş İngiliz kadın yazar Liz 1 Biyoiktidar, bireylerin bedenleri üzerinden toplumu ve nüfusu yaşatmaya veya öldürmeye dayalı olarak yapılandırır. Biyoiktidar ve biyopolitika gibi Foucault’nun geliştirdiği kavramların detayları için bakınız: Kartal, Onur,ed. Biyopolitika: Foucault’dan Günümüze Biyopolitika İzdüşümleri. Ankara: Notabene, 2016.
234
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
Jensen’nın Tufandan Sonra (Ark Baby) (1998) romanının cinsiyet ve cinselliği nasıl sorunsallaştırdığını ve daha geniş bir öznelliğe dayalı performatif bir ilişki ağına sahip yeni bir retoriği nasıl sunduğunu tartışacaktır. Liz Jensen Tufandan Sonra romanında türler arası ontolojik ayrımı kaldırarak Donna Haraway’in kelimeleriyle “yoldaş türler” olabileceğimizi gösterir ve “insan” türünün geleceğini heteronormatif rollere bağlamasına rağmen biyoiktidarın insan veya hayvan bedenleri üzerine dayattığı cinsiyetli roller dışında “çevreci-cinsiyet” (ecogender) gibi başka bir öznenin olacağını da örneklendirir. Bu açıdan Jensen romanda türler arası üreme, vejetaryanizm, tahnitçilik, evrim kuramı, çokeşlilik ve soyun sürdürebilmesinde hetero-üremenin gerekliliği gibi konuları sorgular. Güncel cinsiyet kuramlarından yararlanan bu yazı, Liz Jensen’nın romanını cinsiyet ve cinsellik kavramlarının tanımı çerçevesinde inceler ve insan veya hayvan bedeni üzerinden modern cinsel öznenin nasıl inşa edildiğini tartışır. “Post-feminist, post-ataerkil” (Mundler 21)2 bir kadın yazar olarak kabul edilen ve Egg Dancing (1995), Ark Baby (1998), The Paper Eater (2000), War Crimes for the Home (2002), The Ninth Life of Louis Drax (2004), My Dirty Little Book of Stolen Time (2006), The Rapture (2009) ve The Uninvited (2012) adlı sekiz romanı kaleme alan Liz Jensen, “edebi gerilimler” olarak kategorileştirilen eserlerinin tümünde bir “başkalaşma,” “ötekileştirme,” yani “öteki dünyalar” yaratır (Mundler 2). Bu öteki dünyalarda Jensen’nın amacı, olduğu gibi dünya hakkında yorum yapmak, kadınlar ve erkekler, ebeveynler ve çocuklar, insanlar ve hayvanlar arasındaki ilişkileri irdelemektir (Mundler 14). Eserlerinde postmodern özelliklerden yararlanan, üst anlatıları yapısöküme uğratan ve deneysel edebi anlatılar üreten Liz Jensen, The Paper Eater ve The Rapture romanlarında küresel kapitalizmin çöküşünden neoliberal toplumun sonuna ve bunların ekolojik sorunlarıyla olan ilişkisine kadar güncel küresel tehditleri ele alırken Egg Dancing ve The Uninvited romanlarında tarihin sonu, bilim ve teknoloji, doğa ve kültür, kadın ve erkek, ütopya ve distopya gibi başat öğeleri sorgular. Jensen’nın yazınında bu öğelerden en önemlisi cinsiyet rollerini, toplumsal cinsiyetleri ve cinselliği sorgulamasıdır. Ancak cinsiyet rollerine ve tanımlarına meydan okumasına rağmen Jensen zaman zaman işlevini sadece çocuk doğurmak olarak gören kadın başkahramanlara da yer vermektedir (Mundler 19). Tufandan Sonra 2 Çeviriler aksi belirtilmedikçe yazara aittir.
Liz Jensen’in Tufandan Sonra Romanında “İnsanî” ve “Hayvanî” Varoluşun Cinsiyetli Bedenleşmesi
romanı, örneğin, kadın bedenin üremesini ve kısırlığını tartışarak insan soyunun tükenmemesini türler arası cinsel üremeye indirger. Özcü bir yaklaşım sergilediği için eleştirilebilir, ancak diğer parametreleri de unutmamak gerekir. Ayrıca, Jensen sessizleştirilmiş kadınlara ses vermekle de ilgilidir. Tufandan Sonra romanında özellikle dördüncü anlatıcı olarak karşımıza çıkan Donmuş Kadın konuşma hakkı verilen kadınlara bir örnektir. Helen Mundler’ın da belirttiği gibi, Jensen romanlarında “Kadın nedir ve bir kadın için ‘normal’ ve ‘normatif’ nedir?” (20) sorularına yanıt arar. Bu bağlamda Jensen toplumsal cinsiyet çalışmaları araştırmacılarını ilgilendiren önemli bir sorunu önceleyen bir yazardır denilebilir. Son dönem feminist ve queer kuramları cinsiyet/toplumsal cinsiyet ayrımını yapısöküme uğratarak, cinselliğin/cinsiyetin maddesel-söylemsel pratiklerin ekseninde iktidar ilişkileri içerisinde edimsel veya performatif bir inşa olduğunu ileri sürerler.3 Cinsiyet ile toplumsal cinsiyet arasındaki ayrımın heteroseksüel bir normatiflik ile düzenlendiğini belirten Judith Butler, Foucault’ın özne inşasını “performativite” kavramıyla yeniden yapılandırarak zaman içerisinde performatif tekrarlarla cinsiyetin/toplumsal cinsiyetin “doğallaştığını” öne sürer.4 Yani, toplumsal cinsiyetler, eril ve dişi gibi cinsiyetleri inşa eder. Cinsiyet/toplumsal cinsiyet ikiliğinin başat belirleyicisi heteronormatif düzendir. İlkay Özküralpli’nin tanımladığı gibi heteronormatif düzen, “heteroseksüel eğilimleri dayatan ve sınırlayan ve aynı zamanda bunun dışında kalan her 3 Donna Haraway, Judith Butler, Karen Barad, Stacy Alaimo, Susan Hekman gibi feminist araştırmacılar, cinsiyetin/cinselliğin beden, çevre, madde ve söylem gibi unsurlardan bağımsız olmayacağını belirterek öznel kimliklerin kuruluşunu maddesel-söylemsel pratiklerin performatif bir ilişki sonucu olduğunu farklı açılardan ele alırlar. Daha detaylı tartışmalar için bakınız: Alaimo, Stacy and Susan Hekman, eds. Material Feminisms. Bloomington: Indiana UP, 2008; Barad, Karen. Meeting the Universe Halfway: quantum physics and the entanglement of matter and meaning. Durham: Duke UP, 2007;Haraway, Donna. Başka Yer: Donna Haraway’den Seçme Yazılar. Çev. Güçsal Pusar. İstanbul: Metis, 2010. 4 Judith Butler, Cinsiyet Belası (1990) adlı kitabında heteroseksüel biçimde ikiye bölünmüş cinsiyetin (eril ve dişi olarak) toplumsal cinsiyetlendirme mekanizmasının temel dayanağı olduğunu belirtir. Butler için cinsiyet/cinsellik/toplumsal cinsiyet arasındaki ayrım yapaydır; çünkü beden, “söylem içinde ve iktidar ilişkileri bağlamında cinsiyetli bir varlık olma” anlamını kazanır (Direk, “Judith Butler” 71). Daha detaylı tartışma için: Butler, Judith. Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi. Çev. Başak Ertür. İstanbul: Metis, 2008; Direk, Zeynep, der. “Judith Butler: Toplumsal Cinsiyet ve Bedenin Maddeleşmesi.” Cinsiyetli Olmak: Sosyal Bilimlere Feminist Bakışlar. İstanbul: YKY, 2007. 67-84.
235
236
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
türlü girişimi yasaklayıp cezalandıran bir normlar çokluğudur” (214). Bu düzen, erkekliği ve kadınlığı üremeye dayalı cinsel roller olarak belirler. Dolayısıyla heteronormatif mekanizma için cinsiyet/cinsellik doğuştan var olan biyolojik özellikler ile mümkün olur. Ancak cinsiyetin de cinselliğin de aynı olduğunu iddia eden Judith Butler, heteronormatif düzenin getirdiği bu ikiliğin yapay ve tarihsel olduğunu cinsiyet farklılığının toplumsal cinsiyet normlarına göre şekillendiğini açıklar (50-53). Böylelikle insan veya insan-olmayan bedenler cinsiyetlendirilir. Biyoiktidar için cinsiyet/cinsellik bedensel normların inşasında belirleyici bir öğedir: Modern iktidar için beden erkek ve kadına ilişkin toplumsal rollerin belirlenmesinde; erkek ile kadın, ruh ile beden, doğa ile kültür arasında hiyerarşiye dayalı bir mesafenin oluşturulmasında, zaman zaman da kapitalizmin temel referanslarını oluşturan üretken olan-olmayan emek/kullanım değeri-değişim değeri gibi kategorilerin çerçeveleri belirlenirken düzenlenen temel alanlardan biridir. (Elçik 188) Cinsiyetli bedenler öznelleştirilmeden bağımsız düşünülemez. Butler’ın tartıştığı gibi özne, “iktidara tabi olduğu ve iktidarın söylem pratiklerine göre kendisini inşa ettiği sürece kendisini bir özne olarak var edebilir” (10). Biyoiktidarın da öznelleştirme pratiği cinsel-cinsiyetli-cinsiyetlendirilmiş özneler üretilmesine bağlıdır ve bağımlıdır. Bu cinsel özneler sabit bir kimliğe sahiptirler (İşlekel 41). Bu yüzden biyoiktidar cinsiyet-cinsellik üzerinden bedenleri tahakkümü altına alır. Biyoiktidarın varoluşunun cinsel-cinsiyetli bedenlerle mümkün olabileceğinin altını çizen Foucault, Cinselliğin Tarihi adlı eserinde “bedenlerin tarihi”ni dikkate almamızı söyler (108). Cinsiyet ve cinselliğin birbirini şekillendirdiğini belirten Foucault, cinsiyet-cinsellik için Fransızca’da “le sexe” sözcüğünü kullanır, çünkü Foucault için ‘le sexe’ “cinsellik tertibatının kullandığı bir kurgudur” (İşlekel 32). Foucault, cinsiyetin-toplumsal cinsiyetin-cinselliğin kesiştiği noktayı şöyle açıklar: Dolayısıyla gerekli olan cinsiyet düzlemine bir cinsellik tarihi yakıştırmak değil, “cinsiyet”in nasıl cinselliğin tarihsel bağımlılığı altında olduğunu göstermektedir. Cinsiyeti gerçeğin, cinselliği de karışık düşünceler ve yanılsamaların yanına koymamak gerekir; cinsellik son
Liz Jensen’in Tufandan Sonra Romanında “İnsanî” ve “Hayvanî” Varoluşun Cinsiyetli Bedenleşmesi
derece gerçek bir tarihsel görünümdür ve kendi işlerliği için gerekli olan spekülatif öğe anlamında cinsellik kavramını ortaya çıkaran odur. Cinsel etkinliğe evet demekle iktidara hayır dendiği zannedilmemelidir; tersine bu biçimde genel cinsellik tertibatının çizgisi izlenir. Eğer cinselliğin çeşitli mekanizmalarını taktik olarak devirmekle iktidarın etkilerine karşı, bedenlere, hazlara, bilgilere, çoğullukları ve direnme olanakları çerçevesinde değer kazandırmak istiyorsak, cinsiyet düzleminden kurtulmamız gerekir. Cinsellik tertibatına karşı-saldırıda bulunmak için dayanak noktası bir cinsiyet-arzu değil, bedenler ve hazlar olmalıdır. (112) Görüldüğü gibi, biyoiktidar ilişkilerin belirlediği cinsellik tertibatı cinsiyeti/ cinselliği “gerçek” gibi göstermektedir, çünkü biyoiktidar, “cinsellik sayesinde hem bireylere, bireylerin kimliklerine, arzularına, hem de nüfusun topyekûn düzenlenmesine ilişkin olgulara, ölüm oranlarına, nüfus artış hızına, doğum kontrol politikalarına, hastalık istatistiklerine erişebilir” (İşlekel 41). Ancak bu “gerçek” gibi görünen tertip bir kurgudur ve cinsiyetli özne-beden de bu kurgunun şekillendirdiği bir üründür. Bu yüzden queer kuramın temel savı cinsiyetsiz, akışkan, çoğul bedenlerin cinsiyet/cinsellik ikiliğini ve eril-dişi beden ayrımını yok edebileceğidir. Queer kuramı için bedensel kimlikler “çoklu, çelişkili, parçalı, tutarsız, istikrarsız ve akışkan”dır (Özküralpli 225). Benzer biçimde Toril Moi, “What is a Woman?” adlı yazısında cinsiyet/ cinsellik kategorisine alternatif olarak “yaşanan beden” kavramını öne sürer.5 Moi için insanın bedensel varoluşu kültürel ve toplumsal normlara bağlı olduğu kadar maddi ve fiziksel ilişkilere de bağlıdır. Cinsiyet/cinsellik kategorilerini tartışmak yerine bedeni öznellik açısından tartışmanın yararlı olacağını belirten Moi, “kadın” ve “erkek” gibi normatif söylemin bedenin öznelliğini belirleyemeyeceğini söyler ve bedende farklı hazların ve duyguların heteroseksüel bir ikilikle ele alınmaması gerektiğini de ekler. Ancak temelde bedeninin cinsiyetlendirilmiş olması biyoiktidar ile mümkündür ve 5 Moi, bu yazısında “kadın” kategorisinin nasıl oluştuğunu feminist eleştirmenlerden örnekleyerek “kadın” öznesini sorunsallaştırır. Kadın ve erkek kategorilerinin ise beden üzerinden açıklanamayacağını tartışır. Daha detaylı tartışma için: Moi, Toril. What is a Woman? and Other Essays. Oxford: Oxford UP, 2001. 3-120.
237
238
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
bu biyoiktidardan kurtulmak mümkün gözükmemektedir; çünkü biyoiktidar “ermerkezci (phallocentric)”dir, yani, erkek egemenliğini önceleyen ataerkil bir mekanizmadır. Bu ermerkezci mekanizma “insan” kategorisini cinsiyetli olarak inşa ederken erkek olarak kodlamıştır. “Evrensel ‘Erkekinsan’,” Rosi Braidotti’ye göre, “alttan alta eril, beyaz, kentli, standart bir dil konuşan, heteroseksüel, bir yeniden üretim birimine dâhil ve yasal olarak tanınan bir yönetim biçiminde vatandaş” olarak kabul edilmektedir (76-77). Bu tanımlama sadece insan-dışı hayvanları değil aynı zamanda beyaz ve heteroseksüel “erkek insan” olmayan siyahileri, kadınları ve eşcinselleri kapsayan bütün özneleri “öteki” olarak konumlandırarak “insan” kategorisini ataerkilliğe indirgeyen bir tanımdır. Zeynep Direk’in belirttiği gibi “[a]taerkillik erkeği insan modeli olarak inşa ederken, kadını erkek olmayan, tam olarak insan olmayan, ‘mutlak başka’ olarak temsil etmiştir. Erkek kendisini bu ‘mutlak başka’ karşısında ‘kadın olmayan’ olarak tanımlar ve böylece sahip olduğu özellikleri sürekli bir biçimde yeniden olumlar” (“Giriş” 16). Yani erkek insan modeli olarak kendisini merkezde görürken kadın erkek için “mutlak başka”dır. Ataerkillik, öteki ve mutlak başka olarak gördüğü özneleri, mübadele edilen cinsel veya başka biçimlerde nesne ve mal olarak kategorileştirerek kendi öznelliğini cinsiyet/cinsellik üzerinden tanımlar. Cinsiyetli insan bedenin oluşmasının temelinde Kartezyen düşünce yatmaktadır, çünkü evrensel erkek insanı Kartezyen ikiliklere dayanır. Val Plumwood’a göre temel ikilikler şöyledir: “Kültür/doğa, akıl/doğa, erkek/kadın, zihin/beden, efendi/köle, akıl/madde, rasyonalite/hayvanlık (doğa), akıl/duygu (doğa), zihin-tin/doğa, özgürlük/zorunluluk (doğa), evrensel/tikel, insan/doğa, medeni/ilkel (doğa), üretim/üreme (doğa), kamusal/özel, özne/nesne, benlik/öteki” (64). Akıl/kültür/efendi/özne tarafında bulunan erkeğe karşı hiyerarşik bir şekilde karşısında duygu/doğa/ köle/hayvanlık/nesne olarak kadın bulunur. Bu biyoiktidar mekanizmasının temelidir ve bu ikiliklere göre cinsiyetli özneler/bedenler/kimlikler inşa eder. Bu inşa edilmiş cinsiyetli öznelerin kurgudan daha çok doğal olduğu kabul edilir. Tufandan Sonra cinsiyetli özneler konusunda daha çok soru sorarak konunun karmaşıklığına ışık tutar. Cinsiyetli özne konusunu yarı insan yarı maymun Tobias aracılığıyla irdeleyen Jensen, ermerkezci mekanizmanın bedenleri nasıl cinsiyetlendirdiğini sorunsallaştır. Guardian Roman Ödülü’ne aday gösterilen Tufandan Sonra romanı 1845 ve 2005 yıllarında geçen iki bölümden oluşur. İlk kısımda Viktorya döneminde Thunder Spit adlı bölgedeki
Liz Jensen’in Tufandan Sonra Romanında “İnsanî” ve “Hayvanî” Varoluşun Cinsiyetli Bedenleşmesi
bir kiliseye bırakılan ve rahip Phelps ve Bayan Phelps tarafından evlat edinilen yarı insan yarı maymun Tobias Phelps, Viktorya dönemi ve kilise gelenekleri doğrultusunda “erkek adam” olarak yetiştirilmiştir ve kendi ötekisinin peşine düşerek kimliğini bulmaya çalışır. Öncelikle aşırı kıllı bir bedene, kusurlu ayaklara ve hatta bir kuyruğa sahip Tobias, genetik kalıtımından bihaber huzurlu bir çocukluk geçirir. Ancak bu durum biyolojik annesinin, Donmuş Kadın’ın, rahip Phelps’e Tobias’ın gerçek babasının bir maymun olduğunu itiraf etmesiyle değişecektir. Bunun üzerine Tobias Phelps Londra’ya gönderilir. Tobias, Londra’da tanıştığı ve daha sonra evleneceği, Kraliçe Viktorya için hayvanları tahnit eden Dr. Ivanhoe Scrapie’nin kızı, Violet Scrapie ile gerçek babasının ve annesinin peşine düşer. Bu sırada Dr. Scrapie, Tobias’ın yarı maymun yarı insan olduğunu öğrenir ve bu durumu Darwin’in evrim kuramını çürütmek için zooloji üzerine hazırladığı bir tez için kullanmak ister. Dr. Scrapie, Tobias’ı öldürüp onu da tahnit edip Kraliçe Viktorya’nın hayvan koleksiyonuna katmayı planlamaktadır. Bu planı öğrenen Tobias ve Violet, Londra’dan kaçıp Thunder Spit’e yerleşirler. İkinci kısım 2000’li yıllarda Britanya’da toksik bir yağmur ve selin ardından ortaya çıkan “doğurganlık krizi” ile açılır. Etik açıdan yanlış bir karar veren veteriner Buck de Savile, adını Bobby Sullivan olarak değiştirerek Londra’dan Thunder Spit’e gitmeye karar verir. Burada Dr. Scrapie gibi Darwin’in kuramını çürütmek için çaba harcamaya başlar. Ayrıca Rose ve Blanche adlı ikizlerle yaşamaya başlar. İlginç olan bu ikizler Tobias ve Violet’in neslinden gelen yarı insan yarı maymundur. Doğurganlık krizinin çözümü de bu üçlü de gizlidir. Nesiller arası bir boyutla cinsiyetli insan-hayvan meselesi romanda farklı zaman dilimlerinden geçerek insan ve hayvanın sadece bir yoldaş tür olduğunu değil aynı zamanda bu ikilinin oluşturduğu etkili ilişkisel bağlar sayesinde insanın ve hayvanın birlikte evrimleştiğini göstermektedir. Bu anlamda türler arası üremeyle “insan” ve “hayvan” kategorilerini yapısöküme uğratarak posthümanist bir söylem ortaya koyar. Ancak roman biyoiktidarın yarattığı cinsiyetli-cinsel öznellik döngüsüden ayrılmayarak hem insanın hem de hayvanın cinsiyetlendirilmiş bedenler olduklarını da ortaya koymaktadır. Ancak Tobias’ın ve Violet’in, Rose-Blanche ikizlerin ve Buck’ın bedenleri insan-ötesi (posthuman) ve doğa-ötesi (postnatural) bir eksende ilişkisel hazların yarattığı cinsiyet-ötesi (postgender) özneler olarak da düşünülebilirler. Liz Jensen, romanda dört farklı anlatıcıya yer vererek bu anlatıcıların farklı kimliklerle kendi tarihlerini nasıl yazdıklarını ve bu tarihlerin bedeni nasıl
239
240
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
cinsiyetlendirdiklerini ortaya koyar. Bu anlatıcılar şöyledir: Yirmi-birinci yüzyıl bölümünün birinci şahıs anlatıcısı olarak Buck, Viktorya döneminin Thunder Spit bölümünün anlatıcısı olarak Tobias, mektuplarıyla Tobias’ın doğumunu ve durumunu açıklayan Donmuş Kadın ve Viktorya döneminde Scrapie ailesini, Buckingham sarayını ve ara ara Thunder Spit kısmını anlatan ilahi bakış açısı vardır. Bu bakış açılarının temel noktası kendi hikayeleriyle cinsiyetli öznenin nasıl oluşturulduğunu örneklendirmeleridir. Buck’ın anlatısı Tobias’ın anlatısıyla bağlantılıyken Donmuş Kadın’ın anlatısı Tobias’ın anlatısıyla iç içe geçmiştir. Romandaki insan-hayvan ve erkek-kadın izleklerinin temelini Tobias’ın anlatısı oluşturur. Tobias, Centilmen Maymun ve Donmuş Kadın’ın türler arası ilişkisi sonucu doğmuş bir insan-hayvan (humanimal) melezidir. İnsan-ötesi bir melez olan Tobias’ın varoluşu, “insani” olma ve cinsel özne olma süreçleriyle mümkün olur. Tobias’ın hikâyesi Donmuş Kadın’ın onu Papaz Evi’ne bırakması ve Papaz Edward Phelps’in onu bulmasıyla başlar. Tobias, çocukluğundan Viktorya toplumu tarafından “farklı” ve “garip” görülmüştür. Thunder Spit’teki dedikodulara göre, Tobias “cadıların yavrusu” olmasının yanı sıra, Bayan Tobash’ın sözleriyle, “bir piç… ucubelerden biri. Asla bir erkek olmayacak” (Jensen 61) biridir. Bu cümledeki “erkek olmayacak” ifadesi Tobias’ı “mutlak başka” olarak konumlandırır, çünkü cinsellik tertip düzeni içerisinde erkeklik “normal,” “sabit” ve “doğal” olmaya karşılık gelir (Arık 233). Tobias küçüklüğünden beri “normal” olmadığını şu sözlerle açıklar: “Phelpsler’den farklı olarak ben, ufak tefek ve hastalıklıydım. İnsanlar, bebekliğim sırasında sahip olduğum tüm enerjiyi, daha fazla kıl çıkartmak için harcadığımı söylüyorlardı. Kafam kocaman, kalın, karmaşık bir pıhtıya benziyordu ve erken yaşlarda bile vücudum çok kıllıydı. Babam gururla, bunun müthiş bir erkeklik belirtisi olduğunu söylüyordu” (Jensen 60). Papaz Phelps Tobias’ın fiziksel özelliklerini bir “erkeklik” belirtisi olarak görmesine rağmen Tobias, “bizimki kadar küçük bir toplulukta, ben hâlâ terk edilmiş bir çocuk, bir yabancıydım” (Jensen 64) diyerek farklı ve öteki olduğunu belirtir. Fiziksel olarak aşırı kıllı; bakır rengi saçlara ve deforme büyük ayaklara sahip Tobias, toplumsal normlara uymaz ve bu yüzden Tobias bir “erkek” değildir; o bir ötekidir. On dokuzuncu yüzyıldaki anlatıda Tobias ontolojik bir özne değildir; hatta toplumsal bir özneye bile dönüşmemiştir. Viktoryen kültürün getirdiği koşullanmalar veya egemen üretim sistemine bağlı dinamikler sayesinde Tobias romanda bir erkek-insan olmaya çalışır. Tobias, erkek-insan olma sürecinde özne olarak “hayvani”
Liz Jensen’in Tufandan Sonra Romanında “İnsanî” ve “Hayvanî” Varoluşun Cinsiyetli Bedenleşmesi
ontolojisini terk etmek zorunda kalır, ancak hakiki kimlik arayışını da sürdürür. Romanda epistemolojik olarak Tobias’ın erkek-insan olması teolojiyle ilişkilendirilir. Roman, cinsiyet-cinsellik ekseninde insan soyunun tükenmesi temasını da temellendirecek bir efsaneye, Nuh Tufanı’na, insanoğlunun yeniden hayata dönmesine gönderme yapar. Jensen bu hikâye ile Batı felsefe ve edebiyat tarihinin başat sorusu olan “İnsan nedir?” veya “Hayvan nedir?,” konularını gündeme getirir. Örneğin, Tobias’ın diğer canlılar arasında insanın konumunu sorgulaması bu hikâyeye bağlıdır. Tobias’ın yatak odasında asılı resimde “Nuh ve gemisindeki hayvanlar. Nuh, üç oğlu ve dırdırcı karısıyla birlikte güvertede duruyor. Aşağıdaysa, güçlü filden mütevazı karıncaya dek bütün hayvanlar yayılmış”tır yazılıdır (Jensen 99). Bu resmi sorgulayan Tobias, “[o] halde bu resme göre insan, Tanrı ile hayvan arasında bir yerde” der (Jensen 100). Romanda Papaz Phelps, biyoiktidarın araçlarından biri olan teolojinin temsili olarak insan nedir sorusunu şu sözleriyle açıklar: “‘Neden büyük bir sorudur,’ diyor Papaz dik dik gülümseyerek. ‘Yanıtı da büyüktür. Çünkü oğlum, bizim ruhumuz vardır, oysa hayvanların yoktur’” (Jensen 100). Bu büyük soruya yanıt bulmak zordur, çünkü insan kendini tanımlarken ya da evrende kendini konumlandırırken karşıtı olarak hayvanı görür. Batı felsefe tarihinde “insan nedir?” ya da “hayvan nedir” sorusu temel bir sorundur. Emre Koyuncu, bu sorunla ilgili olarak “Pisagor’un insanlar gibi hayvanların da ruh sahibi olduğu savından, Aristoteles’in katı bir hiyerarşiyle insanı zirveye yerleştiren kozmolojisine, kimi Epikürcü ve Stoacı filozofların vejetaryanizminden, Descartes’ın mekanik hayvan kavrayışına ve günümüz hayvan müdafaası hareketine [kadar] geniş bir tarihsel dönemi kapsayan bir analiz”in mevcut olduğunu belirtir (87). Her filozof insan veya hayvan kavramını farklı açılardan ele almasına rağmen insan-hayvan karşıtlığını kesin çizgilerle ayıran Batı düşünce tarihindeki düşünce akımı “ontolojik insanmerkezcilik” (ontological anthropocentricism)tir. Bu yaklaşım insandışı hayvanları ruhsuz, akılsız, bilinçsiz, kültürsüz ve dilsiz olarak kategorileştirir. Aristoteles’in tanımına göre insan bir “zoon logikon,” yani rasyonel bir hayvandır. Ancak “insani” olma haline erişmek için hayvani yönlerini “logos” (akıl) ile bastırmak durumunda kalır. Emre Şan, “Hayvanlığın Fenomenolojisi: Doğal Dünyanın Logosu” adlı yazısında bunu şöyle açıklar: “İnsan bir yandan yaşayan vücut diğer yandan akli ruhtur; bir yandan hayvan yaşamına aitken diğer yandan aklın metafizik ve meta-biyolojik ayrıcalığı ile ondan [hayvandan] uzaklaşır” (163). Bu beden ve akıl karşıtlığında “insan”
241
242
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
aklı temsil ederken “hayvan” bedene ait olandır. Bu görüşe göre insan-olmayan hayvanlar logosa sahip değillerdir. Bu yüzden insan rasyonel bir hayvan olarak evrenin merkezinde bulunur. İnsan-hayvan karışımı bir figür olarak Tobias, bu başat sorunu şöyle sorgular: “İnsan dediğin nedir, diye düşündüm o zaman, içinde yüreğin, ciğerlerin, böbreklerin sıkışıp kaldığı bir kemik ve deri yığınından başka? Ve o beyin denen şey, kemikten bir kesenin içindeki dev bir ceviz değil mi? Ya kalp, basit bir organ değil mi? Ya ruh-” (Jensen 36). Tobias’ın “insan” ve “erkek” olması eşzamanlıdır. Tobias, erkek-insan olmak ve cinsiyetli bir toplumsal özneye dönüşebilmek için biyoiktidarın cinsiyeti/ cinselliği düzenleyen ve aile, eğitim, devlet, din ve bilim gibi kurumların oluşturduğu normlara tabi olur. Örneğin, Londra’ya giderken trende Tobias ve bir Viktoryen kadın arasındaki diyalog şöyledir: “Eğer erkek organına sahip olmak sizi insan yapıyorsa, ben de bir insanım, diye düşündüm. ‘Sizce bir erkeği erkek yapan nedir, hanımefendi?’ diye sordum aniden. Suratı birden bıkkın bir ifade aldı ve ‘Uygar bir beyefendi olması,’ dedi. ‘Lütfen, teşekkür ederim gibi bir şeyleri söylemeyi bilmesi ve gerektiğinde başka birini korumak için kendi hayatını tehlikeye atması’” (Jensen 270-271). Kadının bahsettiği beyefendi olma gibi erkeklik normları Tobias’ın insani olmasının temel taşıdır. Tufandan Sonra adlı romanda Tobias, bir toplumsal cinsiyet kimliği olarak erkekliğinin inşasında Viktoryen cinsel düzenin dayattığı maddeselsöylemsel pratikleri uygulamak zorundadır. İffetli bir Viktoryen –beyefendi veya centilmen- olabilmek için Tobias ilk önce cinselliğini bastırmalıdır. “Cinsel organlarımda,” der Tobias, “bastırmak için elimden geleni yaptığım sürekli ve ısrarlı bir arzu vardı” (Jensen 102). Öte yandan, bir Viktoryen olması için Tobias’ın cinselliğinin “erkek” olarak kurulması gerekmektedir. Bu erkeklik heteroseksüel olandır ve Tobias’ın öznelliğinin bir parçası haline dönüşmesi gerekir. Cinsellik/cinsiyet, salt öznenin ontolojik yapısıyla açıklanamaz; çünkü öznedeki cinsiyetli beden, sosyo-kültürel ve maddesel ögelerin içselleştirilmesinden ve performatif tekrarların ilişkisinden oluşur. Böylece cinsiyet/cinsellik, tarihsel olarak sosyo-kültürel bir ortamın içinde yer almakta ve öznenin yine bu ortamda inşa ettiği bir işleve dönüşmektedir. Ancak cinsiyet/cinsellik sadece sosyal kodlarla oluşan bir kurgu değildir; onto-epistemolojik bir yapıdır. Anlatıda annesi Tobias’ı tuhaf ve garabet bir su kabağına benzetmesine rağmen üvey annesi şöyle salık verir: “Tanrı’nın, erkeklerin çıplak olmasından hoşlanmadığını unutma. Vücudu-
Liz Jensen’in Tufandan Sonra Romanında “İnsanî” ve “Hayvanî” Varoluşun Cinsiyetli Bedenleşmesi
nu her zaman ört ki erdemli olasın” (103). Şöyle devam eder anlatıcı Tobias: “İnsanın daima, yıkanırken bile, olabildiğince giyinik olması, Papaz Evi’nde her zaman için adı konulmamış bir kural olagelmişti. Kendime çıplakken hiç doğru dürüst bakmamıştım, böyle bir şeyi düşünemezdim bile”(103). Epistemolojik olarak teoloji tarafından inşa edilen bu cinsiyet/cinsellik anlayışı, Tobias’ın öznesinin “erkek” olmasını düzenleyen ögelerden biridir. Görülüyor ki beden “din, yasalar, ahlak kuralları üzerinden tahakküm altına alınır, nesneleştirilir”(Saygılıgil 11). Cinselliğin on dokuzuncu yüzyılda icat edildiğini belirten Foucault, biyoiktidarın teoloji gibi pratiklerle cinsiyetli özneyi inşa ettiğini ve iktidarın bu durumu doğallaştırdığını açıklar.6 Foucault için cinsellik, “iktidarın bedenler ve onların maddesellikleri, güçleri, enerjileri, duyumları ve hazları üzerindeki etkileri çevresinde düzene soktuğu en spekülatif, en ideal ve en içsel öğedir”(111). Biyoiktidar idealleştirilmiş ontolojik özne olarak “erkeklik”i oluşturur. Efe Arık, “Erkeklik Çalışmaları” adlı yazısında bu erkekliğin ataerkil söylem, davranış ve pratikler bağlamında erkeklik norm ve rollerinin içselleştirilmesiyle düzenlendiğini belirtir (233). Tobias örneğinde olduğu gibi bu pratiklerden biri cinselliğin denetim altına alınmasıdır. Ege Selin İşlekel’in belirttiği gibi, Kapitalizmin doğuşu ve Viktoryen burjuvazinin yükselişiyle birlikte cinsellik meşru çiftlerin üretim kapasiteleriyle sınırlandırıldı. Bu tarihten itibaren cinsellik artık sadece evli çiftlerin tekelinde, o da ancak üreme amaçlı ise meşru olabilen bir kategori haline geldi. Viktoryen burjuva değerlerin yükselişi, dolayısıyla, cinselliğin bu meşruiyet kategorilerine sığmayan her halinin baskı altına alınmasıyla eşzamanlıdır. (27-28) Cinselliğini baskı altına alarak Tobias, Viktoryen “erkek sosyalizasyonu” (Arık 233) vasıtasıyla cinsiyetli bir özneye dönüşür. Tobias, “cinsiyetli-insan-oluş” sürecinde “hayvani” olmayı ardında bırakıp “insani” olabilmek ve hakiki kimliğini öğrenmek için diğer bir biyoiktidar temsili olan Doktor Ivanhoe Scrapie ile yüzleşmek zorundadır. Doktor Ivanhoe Scrapie, tahnit yaparak ermerkezci mekanizmanın bir parçası olur. Doktor Scrapie, Kraliçe Viktorya’nın yaklaşık on beş bin 6 Genel tartışma için bakınız: Foucault, Michel. Cinselliğin Tarihi. Çev. Hülya Uğur Tanrıöver. İstanbul: Ayrıntı, 2012.
243
244
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
hayvanı kapsayan Hayvan Krallığı Koleksiyonu için tahnitçilik yoluyla dünyadaki egzotik hayvanları soylu ve dindar bir insana benzer bir biçimde doldurur. Bir bilim insanı olarak Scrapie, kendisini otoriter olarak görür ve insan-olmayan hayvanlara tahnitçilik yoluyla tahakküm kurar. Rosi Braidotti, insan-olmayan hayvanın “antropos’un zaruri, aşina olduğu ve çok da sevilen ötekisi” olduğunu söyler. Antropos olan Scrapie tarafından nesne olarak insanlaştırılan hayvanların bedenleri, Hélene Cixous’nun deyimiyle “gösterimdeki esrarengiz yabancı”ya (uncanny stranger on display) (258) dönüşmektedir. Doldurulmuş öznelere dönüşen hayvanları köle ticareti ile ünlü Horace Trapp İngiltere’ye getirmektedir. Bu hayvanların içinden en önemlisi “Centilmen Maymun” dur. Trapp, kölelik için yeni bir tür yaratmak ister ve “Gezici Tehlike ve Zevk Panayırı”nda çalışan akrobat Donmuş Kadın’ı Centilmen Maymun’un bulunduğu kafese koyarak çiftleşmelerini sağlar. Bu türler arası cinsel ilişki sonucu ortaya çıkan melez insan-hayvan, “insani” olmaya çalışan Tobias’dır. Aslında Tobias, Trapp’in hain planının bir sonucudur. Donmuş Kadın bu planı şöyle açıklar: “Köleler,” dedi. Birden ürperdim. “Böyle bi teorisi vardı. Ölen kölelerle ilgili skandaldan ve köle ticaretinin yasaklanması için yapılan kampanyadan sonra, bi insanla bi maymunu çiftleştirip yavru elde etme planını geliştirmişti. Yani tam anlamıyla insan olmayan yeni bi köle üretmek için. Bunu da ‘doğal olarak ikinci sınıf yaratıklar ırkı’ diye adlandırıyordu. Eğer ortada tam anlamıyla bi insan yoksa, insan haklarından da söz edilemezdi. Anlıyo musun?” (332-333) Bu kölelik fikri erkek-insanın logosu sayesinde diğer türlerden üstün olduğunu kanıtlamaya çalışmasından kaynaklanmaktadır. İnsan kategorisinin varlığının bile sorgulanması gerekirken erkek-insan, kapitalizmin gelişmesi için yeni bir tür ya da yeni bir makine yaratmaya çalışır, ancak bu durumda bile insanın kendisinin bir tür hayvan olmadığı anlamına gelmez. Daha ziyade Trapp gibi evrensel erkek-insan, Tobias gibi yeni bir tür yaratarak insan ve hayvan arasındaki yapay sınırı kaldırıp kendi doğa-ötesi ve insanötesi durumuna geçmektedir. “İnsan nedir?” sorusuna yanıt arayan İtalyan filozof Giorgio Agamben, insanın “‘antropofor’ (insana götüren) hayvanlıkla bu hayvanlıkta bedenleşen insanlığı her seferinde- hiç olmazsa fiilen- bir-
Liz Jensen’in Tufandan Sonra Romanında “İnsanî” ve “Hayvanî” Varoluşun Cinsiyetli Bedenleşmesi
birinden ayıran, hep duraklarla kesilmiş diyalektik gerilim alanı” olduğunu tartışır (19). Ontolojik olarak insanın var olmasının bu gerilimden kaynaklandığını yazan Agamben şöyle devam eder: “İnsan, kendisini destekleyen antropofor hayvanı aşması ve dönüştürmesi ölçüsünde insani olabilir ancak; çünkü insan, sadece olumsuzlama eylemi aracılığıyla, kendi hayvanlığına hükmetme ve gerekirse, onu yok etme kapasitesine sahiptir” (19). Diğer bir deyişle bir insanın kendisini insan olarak görebilmesi için hayvanlığını inkâr etmesi gerekir ve ataerkil kültürlenme ile insan “insani” olabilir. Tobias’ın romanda kendi hayvanlığına Viktoryen normlarla hükmederek insanlaşması gerekmektedir. Ancak Tobias’ın doğa-ötesi bedeni yukarda bahsedilen gerilimin yarattığı bir insan-ötesi varlıktır. Bu beden hayvanlıkla insanlık arasında gerilmiş bir eşiktir. Ancak Liz Jensen, Tobias’ın neyi temsil ettiğini de sorunsallaştırır. Tufandan Sonra romanı, Tobias’ı merkeze alarak kimin insan kimin hayvan olduğu sorununu irdeler. Papaz Phelps’in Tobias’ın kökeninin maymundan geldiğini öğrendikten sonra Tobias’ın Thunder Spit’teki hayatı değişir. Papaz Phelps, Tobias’ı papaz olması, yani tam bir insan olması, için Hunchburgh’e papaz okuluna gönderir. Burada Tobias, cam kavanozda bulunan ve göbek bağı zannettiği kuyruğunu keşfedince Doktor Scrapie’i bulur ve kendisinin bir insan mı yoksa bir hayvan mı olduğunu öğrenmeye çalışır. Violet Scrapie ile bu sayede tanışan Tobias, Centilmen Maymun’un babası olduğunu öğrenir. Doktor Ivanhoe Scrapie, Tobias’a Centilmen Maymun’u şöyle anlatır: İlginç bir maymun türüydü. Tam maymun da değil, kuyruksuz maymun – ama kuyruğu var. Her neyse. Oldukça zeki, görünüş itibarıyla da çarpıcı derecede insana benziyor. Doğası gereği çok eşli ve meyveyle besleniyor, ama diğer yönlerden son derece insana benzeyen bir yaratık. Çocuksu ve nazik. Sanırım bu nedenle ona Centilmen denmiş. Muhtemelen soyu da bu yüzden tükenmiştir. (Jensen 291) İlginçtir ki Viktoryen söylemi bağlamında yukarıda anlatılan maymun türüne “centilmen” ismi verilmesi, bu maymun türünün epistemolojik açıdan insanlaştırılması anlamına gelir. Ancak bu tür maymunun sadece meyveyle beslenmesi ve çokeşli olması insandan ayıran özelliklerdir. Centilmen
245
246
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
maymunun çocuğu Tobias’ın “centilmen” bir erkek olmaya çalışması da bu söylemin bir parçasıdır; çünkü “çocuksu” görünen bu tür sosyo-kültürel normlara göre cinsiyetlendirilmektedir. Bahsedilen tür Darwin’in evrim kuramını çürütmek için önemli bir kanıttır. Doktor Scrapie de kendi evrim tezi için Centilmen Maymun’un çocuğu Tobias’ı kullanmak ister. Savunduğu yeni evrim kuramını Doktor Scrapie Tobias’a şöyle açıklar: İki farklı tür çiftleşiyor, Bay Phelps! Böyle bir şeyi hayal edin! Günümüzde iki farklı türden yeni bir tür yaratmak mümkün değil. Ama belki de bir zamanlar mümkündü. Neden olmasın? O halde şimdi Darwin’in zamanla ilgili paradoksuna yanıt bulabilmek için şunu düşünün: İnsan, bir goril ya da şempanzeden yavaş yavaş evrim geçirerek bugünkü halini almadı. Tıpkı İncil’deki Âdem ile Havva gibi, aniden ortaya çıktı. İki farklı türün çiftleşmesi sonucu doğan tuhaf bir yaratık. Birbirinden tamamen farklı, hatta tamamen zıt iki tür. Belki de başka türlü hayatta kalamayacak iki tür. Doğal seçilim sonucu soyları tükenecek iki tür. Kısacası, Bay Phelps, iki yanlış bir doğru ediyor. Siz de bunun mümkün olduğunun yaşayan kanıtısınız. (Jensen 298) Görüldüğü gibi, Tobias Scrapie’nin savunduğu yeni evrim kuramınının gerçek kanıtı durumundadır. Buna göre bir “mutan,” bir “sapma” ve bir tür “piç” tir (299). Doktor Scrapie kendi evrim kuramını kanıtlamak için Tobias’ı öldürüp incelemek ve doldurmak ister. Doktor Scrapie’nin planını kızı Violet öğrenir ve Tobias ile yeni bir gelecek için Thunder Spit’e kaçarlar ve burada evlenirler. Viktorya döneminde cinselliğin sadece evlilikle sınırlandığı düşünülürse Tobias erkekliğini evlilikle tamamlamış olur; Tobias özne olarak kendi doğasını aşıp toplumsallığa doğru geçiş yaptığında “erkek” olur. Ancak cinsiyetli bir beden olarak Tobias bütün değildir. Tobias, kendi varlığını bütünleştirebilmek için Violet’in aşkına ihtiyaç duyar. “Aşk bir içgüdü müdür, yoksa öğrenilen bir şey mi? Doğa’nın bir parçası mıdır, yoksa yetiştirilme biçimimizden kaynaklanan bir şey mi?” diye sorar Tobias (Jensen 283). Tobias’ın “cinsiyetli-insan-oluş”unda tamamlayıcı unsur Violet Scrapie’dir. Bir Viktoryen kadını olarak Violet, o dönemin dayattığı normlara karşı gelerek cinsiyetli öznesini hem maddesel hem de söylemsel yapısöküme
Liz Jensen’in Tufandan Sonra Romanında “İnsanî” ve “Hayvanî” Varoluşun Cinsiyetli Bedenleşmesi
uğratarak yeni bir özne inşa eder. Romanda Violet’in yeni cinsiyetli öznelliği, “et” yemek temasıyla ilgilidir. Viktorya döneminde geçen anlatıda Doktor Scrapie’nin doldurduğu egzotik hayvanlardan arta kalan et parçaları, Fransız aşçı Mösyö Jacques-Yves Cabillaud tarafından hazırlanıp akşam yemeği olarak servis edilir. Cabillaud, “Cuisine Zoologique” adını verdiği mutfak anlayışıyla kalan etleri Violet ile birlikte hazırlar. Scrapie ailesi için et yemek, biyoiktidarın elinde bulundurduğu “antropos” olmanın bir parçası haline gelir. Antropos olarak insan, egemen eril öznelliğini kurarken insan-olmayan ötekini, yani hayvanı şiddetle ya da şiddetsiz hükmetmeye ve onu “yemeye” kalkışır. Etin Cinsel Politikası (1990) adlı kitabında cinsiyet/cinsellik, kadın bedeni ve hayvan eti yemenin kesiştiği noktayı vurgulayan Carol J. Adams, “[e]t yemenin erkek egemenlikle ilişkili olduğunu, kadınlar ile insan olmayan hayvanların benzer ve birbirine bağlı şekillerde konumlandırıldığını” tartışır (13). Görüldüğü gibi, insan kategorisi olarak erkek özne, hem kadını hem de hayvanı karşıtı olarak tanımlarken yemek üzerinden kadını ve hayvanı tahakkümü altına alır: “Ötekini yemek bizzat yapısökümün hesaplaşmaya yöneldiği egemen öznelliğin inşasının kurucu bir parçasıdır. Kuşkusuz ötekini yemek yalnızca reel olarak yemekten geçmez, ötekinin indirgenemez tekilliğinin kendine maledilmesi girişimi, ötekinin asimilasyonu, ötekini sembolik olarak yemek de söz konusudur” (Ertuğrul 193). Bu yüzden Derrida, et yeme durumunu felsefi olarak “etçil-ermerkezcilik” (carnophallogocentrism) kavramı çerçevesinde değerlendirmemizi ister. Romanda Scrapie ailesi etçil-ermerkezciliğin vücut bulmuş halidir. Ancak Centilmen Maymun karakteriyle Violet için bu durum tamamen değişecektir. Doktor Scrapie Centilmen Maymun’u doldurduktan sonra Cabillaud ve Violet geriye kalan et parçalarından akşam yemeği hazırlarlar. Bu etli yemek şu şekilde tanımlanır: Scrapie ailesinin o gece, buzları çözülmüş, soyu tükenmiş primatın tadına ilk olarak baktıkları anda keşfettikleri üzere, Centilmen Maymun’la mukayese bile edilemezdi. Sosun biraz ağır, miski andıran bir kokusu olmakla birlikte kesinlikle rahatsız edici değildi. Ve tüm ailenin de hemfikir olduğu üzere et, neredeyse bir süt danası kadar yumuşak ve gevrekti. Cabillaud ile Violet’in buzluktan çıkartıp parçaladıkları kısımlar arasında, but ve sağrı
247
248
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
kesinlikle en iyi kısımlardı. Ama kaburgalar da hiç fena sayılmazdı. (Jensen 137) Bu tablo Tobias’ın varlığı ile yan yana konulduğunda erkek-insanın yamyam gibi olduğu anlaşılır. Aileden bu eti yemeyen tek kişi, insan-olmayan köpek Tereyağ’dır. Bu eti tüketen ve “Laudanum İmparatoriçesi” diye adlandırılan Doktor Scrapie’nin eşi Charlotte Scrapie ölür çünkü Trapp’in gemisinde ortaya çıkan kargaşada Centilmen Maymun zehirli bir iğneyle öldürmüş ve eti zehirlenmiştir. Bu olaydan sonra sokakta giderken Violet, “Et Cinayettir” yazan dövizi taşıyan Henry Salt’a tesadüfen çarpar. Bu Violet’in vejetaryen olmasını sağlayacak bir ön adımdır. Salt’ın daveti üzerine Vejetaryen Derneği toplantısına katılan Violet, şunları duyacaktır: “Evde beslediğimiz hayvanlarımızı bağrımıza basıp, onlara insan gibi davranırken … korkunç tüketimimiz için pek çok hayvanı yok ediyoruz. […] İnsanmerkezcilik bizleri birer yamyama dönüştürüyor” (Jensen 171). Violet’in cinsiyetli öznesi vejetaryen olması ile değişmeye başlar, çünkü vejetaryenliği seçmesi onto-epistemolojik bir durumdur. Hem Violet’in bedeni dönüşür hem de ötekini yemediği için cinsiyetli varoluşu yeniden düzenlenir. Özellikle, Tobias ile olan ilişkisi sonucu Violet’in cinsiyetli öznesi tamamen yeniden inşa edilir. Violet’in bu yeni öznesi, ekofeminist Greta Gaard’ın önerdiği gibi bir “ekocinsiyet” (ecogender), yani çevreci-cinsiyet olarak kurulur (226). Greta Gaard için çevreci-cinsiyetler, biyoçeşitliliği, ekolojik adaleti, türler arası topluluğu, ekoerotizmleri, ekolojik ekonomiyi ve kapitalist ekolojik yıkıma karşı çıkmayı kutlayan ve sürdüren ekolojik davranış rollerini benimser (232). Tobias’ı eş olarak kabul eden Violet, vejetaryenizimiyle ekolojik bir davranış sergiler ve biyoiktidarın eril tahakkümüne karşı çıkar. Bu yüzden de Violet, Tobias’ın insan-ötesi varoluşu için başat ögedir. Tobias ve Violet’in ortak varoluşu yoldaş türlere bir örnektir. Companion Species Manifesto (2003) (Yoldaş Türler Manifestosu) ve When Species Meet (2008) (Türler Buluştuğunda) adlı kitaplarında Haraway, çevreci bir bakış açısıyla insan-hayvan ilişkilerini “yoldaş türler” kavramı ile yeniden yorumlar. Haraway için yoldaş türler için önemli olan ilişkisellik ağı içinde birlikte-oluş (becoming with)tur (4, 16-17). Tobias ve Violet’in türler arası aşkı, aslında bedenlerinin birlikte-oluşudur. Bu oluş onlar için kaçınılmazdır çünkü Tobias ve Violet’in birlikte-oluşu insan ve hayvan arasındaki yerleşmiş sınırı yok ederek insan ve hayvan kategorilerinin yeniden yazılmasını sağlar. Bu,
Liz Jensen’in Tufandan Sonra Romanında “İnsanî” ve “Hayvanî” Varoluşun Cinsiyetli Bedenleşmesi
insan ve hayvan arasında gerçekleşen gerilimde var olan erkek-insana bir tür müdahaledir. Birlikte-oluş artık insanın ötesinde, yani insan-ötesi ve doğaötesi bir kategori olarak yeniden yapılanır. Şüphesiz ki bu durum biyoiktidar mekanizmasını ve onun öğelerini açıkça değiştirmeyecektir. Zaten bu oluşta Violet çevreci-cinsiyete sahip olmasına rağmen Tobias’ın cinsiyetli olması onu cinsel anlamda farklı kılmamaktadır. Violet ile evliliğinde Tobias cinsiyetini/cinselliğini şu sözleriyle açıklar: “‘Londra’da öğrendiklerim ne olursa olsun, Violet, ben yüreğimle bir insanım,’ diye fısıldadım. ‘Karışık bir tür olarak doğdum ve bunu inkâr etmiyorum. Hatta bu akşam öğrendiklerimden sonra sana, biricikliğimden ötürü gurur duyduğumu bile söyleyebilirim. Ama yarı maymun olsam da ben bir erkek olarak yetiştirildim Violet, bir gün bunu sana kanıtlamak isterim’” (Jensen 343). Bir melez olmasına rağmen Tobias erkek-insan olduğunu kanıtlamaya çalışırken Violet, “[b]enim centilmen erkeğim! Tobias, seni ne olursa olsun seviyorum!” (Jensen 343) diyerek cevap verir. Çevreci-cinsiyete sahip Violet, Tobias’ı her haliyle kabul ederek birlikte-oluşa katılır. Tobias, bu yoldaşlığı şu şekilde özetler: “‘Ortak yaşam’ terimi, farklı yaradılış ve özelliklere sahip iki canlının karşılıklı anlaşmaya vararak, doğal dünyada girdikleri ilişkiyi belirtir” (Jensen 72). Bu birlikte-oluş bir bütün olarak cinsiyet-ötesi (postgender) bir durumdur, çünkü cinselliğin üreme gibi bir amacı yoktur ama haz ve üreme cinselliğin bir sonucudur. Ancak Jensen, heteronormatif bir düzlemde Tobias ve Violet ile kendi evrim kuramını yazar ve bu gelecek için anahtar olur. Bu heteroseksüel yoldaşlık 2000’li yıllarda geçen anlatıda “Homo Britannicus”un soyunun sürmesini sağlayacaktır. Liz Jensen romanda her iki farklı anlatıyı bu cinsiyet-ötesi “birlikte-oluş” izleğinde birleştirir. Tobias ve Violet çiftinin aksine Buck de Savile ve Rose-Blanche Ball çiftinin cinsiyet/cinsellik rolleri yirmi-birinci yüzyıl ermerkezci normlarla örtüşen bir eksene sahiptir. Yirmi-birinci yüzyılda geçen anlatı, “Bebek yoksa gelecek de yok” (18) sloganına neden olan Doğurganlık Krizi ile açılır. Tobias ve Violet’in umutlu öyküsünün aksine bu bölüm insan soyunun tükenmesi ve cinsiyet/cinsellik rollerinin değişip değişmediği üzerinedir. Tobias ve Violet çiftine karşın bu bölümün eril anlatıcısı Buck de Savile’in ve Tobias ve Violet’in soyundan gelen melez Rose ve Blanche Ball ikizlerin cinsiyetli özneleri yarı insan ve yarı hayvan olmalarından bağımsız düşünülemez, çünkü cinsiyet/cinsellik bu anlatıda insan-hayvan bağlantısında yeniden düzenlenir. Ancak egemen biyoiktidar mekanizması erildir ve Doktor Scrapie
249
250
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
gibi anlatıcı Buck de Savile de veteriner olarak bu düzenin bir temsilidir. Doğurganlık Krizi ekolojik bir olaydan sonra ortaya çıkar. 1999 yılının Yılbaşı günü sağanak şekilde toksik yağmur yağar. Bu yağış İngiltere’de yaşayan kadınların hamile kalmasını engelleyen bir etkiye sahiptir. Böylece İngiliz soyu yok olmaya mahkûm edilirken doğurganlık krizi sadece kadınları ilgilendiren bir durum olarak ortaya çıkar. Bu gelecekteki sosyo-kültürel retorik, kadın bedenlerini hâlâ cinsel üreme rolüne indirgemektedir. Bu yüzden bu kriz, insan/hayvan ve kadın/erkek gibi ikili karşıtlıklara ek olarak üretim/ üreme ikili karşıtlığı da yaratır. “Bebek yoksa gelecek de yok” sloganı kapitalist biyoiktidar mekanizmasının çöküşünün habercisidir; çünkü romanda çocukların doğumu doğrudan ekonomik ve ulusal çıkarlarla bağdaştırılır. Buck de Savile bu durumu şöyle özetler: Doğurganlık Durgunluğu, kısa süreli bir durgunluk olmaktan çıkıp, resmî bir kriz halini almıştı. En başta, erkek spermlerinin değil, sadece kadın yumurtalarının etkilendiği ortaya çıktığında, yabancı ülkelerden kadınlarla acilen yapılan anlaşmalı evlilikler silsilesi yaşanmıştı. Kadınlar buraya, kırık kalpli hemcinslerinin arasına geldiler. Ama birkaç ay sonra, yeni hamileliklerin gerçekleşmeyeceği anlaşıldı. Doğa oyununu oynamıştı; sanki kadınlar gümrüğü geçer geçmez yumurtaları ölmüştü. Ülke, yumurta katili bir bölge haline gelmişti. Yumurtalıkları lanetlenmiş bir ulus. Bunu hızlı boşanmalar izledi ve Sperm Göçü başladı. Turizm sektörü tamamen çöktü ve bir gecede, cüzzamlı bir üçüncü dünya sömürgesi haline geldik. Avrupa, doğurganlık araştırmalarına milyonlarca Euro [Avro] akıttı, ama döllenmeyi sağlamak konusunda umutsuzdular. (Jensen 53) Bu felaket senaryosu, kadınların üremesine odaklanarak biyoiktidar tarafından kadının nasıl biyolojik özellikleriyle tanımlandığının kanıtıdır. Cinsel üretim ideolojisi kadınları cinsel bir eksene oturtarak bedenlerinden yararlanmak ister. Erkek-insan, sistemin devamlılığı için kadın bedenine ihtiyaç duyar. Bu krizi yaratarak Jensen, kadın-erkek cinsiyet rollerini sorunsallaştırır. Ataerkil bakış açısına sahip Buck de Savile, “İngiliz sperminde bir bozukluk” (54) olmadığını belirterek erkekliğini, iktidarını fallus ile
Liz Jensen’in Tufandan Sonra Romanında “İnsanî” ve “Hayvanî” Varoluşun Cinsiyetli Bedenleşmesi
tanımlar. Bu bağlamda Natalie Wilson, romanın anne bedenini nesneleştirilmesini incelediğini söyler (367). Aslında Jensen, eril bir karakter olan Buck de Savile’i yaratarak ataerkilliğin kadınları cinsel nesne olarak gördüğünün altını çizer. Örneğin, Buck de Savile, Thunder Spit’te markette alışveriş yaparken kadınlar hakkında şöyle yorum yapar: Doğrusunu söylemek gerekirse, benim gözümde bütün kasiyer kızlar hemen hemen aynıdır ve kadınlar da genel olarak bazı temel ve faydalı kategorilere ayrılır: Genç ve çekici, yaşlı ve çekici, genç ve çekici olmayan, annem tipi (sarhoş: uzak dur!), Holly tipi (ihanet: uzak dur!), elde edilebilir, elde edilemez, vb. Eğer aceleniz varsa bu kategoriler iki büyük kümede toplanabilir: Cinsel ilişkiye girilebilir olanlar ile olmayanlar. (Jensen 118) Buck de Savile için kasada cinsel ilişkiye girilebilir olan Rose-Blanche ikiz kardeşler bulunmaktadır. Rose-Blanche ikiz kardeşler, Thunder Spit’te yaşayan ve soyları Tobias ve Scrapie’ye dayanan Abbie ve Norman Ball’ın kızlarıdır; yani Rose-Blanche, Viktorya dönemindeki anlatıda birlikte-oluşun nesiller sonraki insan-hayvan melezleridir. Bu melezler, Violet gibi bir çevreci-cinsiyet oluşturmamakla beraber bu yüzyılda daha maddiyatçı, insanları sevmeyen ve bencil bir role sahiptirler. Ayrıca, Rose-Blanche, cinsiyetli bir toplumsal özne olabilmek için kendi ontolojilerini terk etmezler. Aksine hem insani hem de hayvani olmakla öznelleşirler. Cinsiyet/cinsellik bağlamında örnek vermek gerekirse bu ikizlerin Doktor Bugrov ile olan cinsel ilişkileri şöyledir: Rose ve Blanch’ın cezbettiği pek çok erkek gibi o da, cinsel arzularını aynı anda iki kadının yerine getirmesi fikri karşısında heyecanlanmıştı. Biri orgazm olduğunda diğerinin de, sanki onun yerine geçmişçesine, orgazm olması doktoru şaşkına çevirmişti. Telepati olsa gerek, diye düşünmüştü. Bu kızlarlayken her şey birbirinin yerine geçebilirdi. Üstelik çok güçlü cinsel dürtüleri vardı. “Biz hayvanız,” diye mırıldanmışlardı vahşi bakışlarla. Ne var ki, sonra kıs kıs gülüp işin bütün güzelliğini bozmuşlardı. Ama Dr. Bugrov şikâyet etmiyordu. Kendinden önceki pek çok kişi gibi sırt üstü yatar, gözlerini kapatır, kızların ellerinin vücudunda dolanmasına izin verir – Rose sağ, Blanche sol elini kulla-
251
252
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
nır- ve ona bütün bunları yapanın, bir yandan dudaklarını öperken diğer yandan da aletini yalayabilen ahtapot misali bir kadın olduğunu hayal ederdi. (Jensen 121) Görüldüğü gibi, hayvani güdülerinden gelen özellikleri bastırmak durumunda kalmayan Rose-Blanche, bu niteliklerini cinsiyetli kimlikleriyle beraber yaşarlar. Ayrıca, onlar bu niteliklerini başkalarına onaylatırlar. Böylece özgür kalırlar. Özne olarak Rose-Blanche, insani ve hayvani olan yanlarıyla bir arada yaşamakta, aynı olayları gerçekleştirmekte ve aynı mekânları paylaşmaktadır. Bir başkasının arzusuyla oluşturulmak yerine kendi ontolojik varlıklarını bir sürü gibi özgürce yaşarlar. Buck da ikizler için sürünün diğer bir üyesi olur. Buck, ikizlerle karşılaştığında arzusunu şöyle dile getirir: “Bu iki kadını karşı konulmaz bir biçimde çekici bulmamın sebebi, benim de Bobby Sullivan ve Buck de Savile diye iki erkek kimliğinde olmam mıydı? Eğer sadece bir kız olsaydı ne olurdu?” (183). Bir heteroseksüel olarak tekeşlilik normunu benimseyen Buck için iki kız kardeşle birlikte olma fikri cinsiyetli öznesini sorgulamasına neden olur. Ancak Violet’in Tobias’ı erkeğe dönüştürdüğü gibi Rose-Blanche, Buck’ı bir erkeğe ya da insana dönüştürmezler. Daha ziyade her ne kadar cinsiyetli bedenlere sahip olsalar da Rose-Blanche ve Buck üçlüsü sürü içinde birlikte-oluş yaşarlar. Bu oluş heteroseksüel tekeşlilik kurmaz; aksine bu oluş çokaşklılığı (polyamory) ve çokeşliliği simgeler: “‘Çok eşlilik doğal bir içgüdü,’ diye mırıldandı Rose, sessizliği bir Pazar sabahı mutluluğu taşıyan esnemesiyle bozarak. ‘Hayvani bir dürtü,’ diye geveledi Blanche, yatağın kenarındaki soyağacı tablosuna uzanırken” (236). Rose-Blanche için çokeşlilik normal iken Buck için anormaldir; çünkü Buck, bunu “hep maymunlara ve şeyhlere özgü bir şey olarak” gördüğünü belirtir (238). RoseBlanche ve Buck ilişkisindeki baskın taraf ikizlerdir. Buck bu birlikte-oluşta kendisini cinsel bir nesne olarak hisseder ve şöyle söyler: “… [K]endimi, onların arzuları doğrultusunda itilip kakılan bir seks aleti gibi hissediyordum” (239). Romanda doğurganlık krizi kadınları cinsel anlamda nesneleştirse bile bu durum Rose-Blanche melezleriyle yapısöküme uğramaktadır. Paradoksal olarak Rose-Blanche, varoluşlarının cinsiyetli bedenleşmesini hamile kalarak sürdürürler; çünkü “Gebelik Molası” adlı bölümde beş milyon Avro tutarında “Hamilelik Ödülü” Rose-Blanche’nin hamile kalmalarına neden olur. Bu hamilelik doğurganlık krizinin sonlanması anlamına gelir. Rose-Blanche’a göre çokeşlilik gibi üreme de bir dürtüdür:
Liz Jensen’in Tufandan Sonra Romanında “İnsanî” ve “Hayvanî” Varoluşun Cinsiyetli Bedenleşmesi
“Biz doğurmak için yaratılmışız,” dedi Rose, Baldicoot Tıp Merkezi’ndeki doğum öncesi bilgilendirme toplantısından döndüklerinde. […] “Bir kabile kurmak istiyoruz,” dedi Blanche. “Ne de olsa bu temel bir dürtü,” dedi Rose otoriter bir tavırla. “Nuh’tan bu yana,” diye ekledi Blanche. (260) Nuh hikâyesine bir göndermeyle üremenin kadının varoluşunda olan bir deneyim olarak gören Rose-Blanche, heteronormatif bir düzlemde varolurlar. Böyle biz düzlemde kadının ikinci sınıf olduğunu iddia eden feminist Shulamith Firestone, Cinselliğin Diyalektiği (1970) adlı kitabında kadının çocuk doğurması gibi biyolojik özelliklerinin kadının ezilmesine neden olduğunu belirtir (84). Ne kadar çok karmaşık görünse de çocuk doğurmak mutlak başka olarak görülen Rose-Blanche için bir özgürlük deneyimi; İngiltere için ise gelecektir. Anlatı maymun-insan üremesini akrabalık (kinship) yaratması bakımından merkeze alır. Bu bağlamda Rose-Blanche’ın çocuk doğurması kısıtlayıcı değil; daha çok özgürleştirici ve olumsal bir olaydır. Tufandan Sonra’da yarı maymun yarı insan Rose-Blanche öyküsü, evrimsel açıdan türler arası ilişki bağlamında doğurganlık kriziyle ortaya çıkan maymun evlat edinmeyle bağlantılıdır. Doğurganlık krizi başladıktan sonra kısır İngiliz kadınlar, evcil hayvan olarak maymunları evlat edinerek anne rolünü devam ettirir. Maymun hayvanlar artık İngilizlerin kendi insan-çocukları gibi görülmektedir: “Bazı hayvanlar, kimi insanların neredeyse tam anlamıyla çocukları gibi oldu. Özellikle de maymunlar” (Jensen 21). Böylece çocuk maymunlar cinsiyetli özneler olarak inşa edilir. Aslında Tobias’da olduğu gibi İngilizler, maymunları insani yapmaya çalışır. İnsanı “antropojenik makine” olarak tanımlayan İtalyan filozof Agamben için insan “bakınca zaten hepten beri deforme olan kendi imgesini maymun çizgileriyle gördüğü bir dizi aynadan oluşan optik bir makinedir. Homo; insan olmak için, kendini insan olmayanda bilmesi gereken, yapı itibariyle ‘antropomorf’ bir hayvandır” (34). Bu açıdan romanda Tobias ve Rose-Blanche ikizleri birer antropomorf hayvandır. Ancak Buck antropomorf hayvanın kim olduğu konusundaki belirsizliği şöyle dile getirir: “Veterinerlik mesleğinde, sahiplerinin besledikleri hayvanlara benzemesi ya da hayvanların sahiplerine benzemesi, alışılmış bir şeydir” (Jensen 15). Neyin insani neyin hayvani olduğu Buck’ın Bayan
253
254
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
Mann’in evlatlığı olan Maymun Giselle’i Bay Mann’in isteği üzerine öldürmesi olayı ile daha karmaşıklaşır; çünkü Rose-Blanche ikizleriyle tanışmadan önce eril Buck için maymunlar bir nesnedir. Ancak anne gibi hisseden Bayan Mann için evlat edindiği maymun-çocuk Giselle bir “insan”dır: “Sizin anlamadığınız şey,” dedi Bayan Mann, “Giselle…” Bu sözlerin ardından ne geleceğini biliyordum. Ben bir katildim. Onun bebeği yerine koyduğu maymunu soğukkanlılıkla öldürmüştüm. “Giselle bir insandı,” dedi. Ağlamakta olduğunu ve sesini kontrol edebilmek için çaba harcadığını fark ettim. (Jensen 23) Bu sözlerin akla getirdiği soru şudur: Giselle bir maymun-insan ise Bayan Mann antropomorf bir “hayvan” mıdır? Genel olarak Jensen bu soruya Tobias ve Violet, Rose-Blanche ve Buck gibi yoldaş türlerin birlikte-oluşlarıyla cevap verir. Sonuç olarak, Jensen’ın Tufandan Sonra romanında, insanı merkeze alan ve heteronormatif cinselliğe dayalı bir biyoiktidarın, ekonomik geleceği ve nüfusu yönetmek için insan/hayvan, erkek/kadın ve heteroseksüellik/ homoseksüellik gibi ikili karşıtlar üzerinden toplumu oluşturan bireyleri öznelleştirdiğini görürüz. Bu durum dişi ve eril olmak üzere ikili bir cinsiyet rejimine dayandırılır. Bu cinsiyet rejimi ekseninde bedenler, onto-epistemolojik olarak biyoiktidarın söylemsel-maddesel pratikleriyle “cinsiyetli” bir hâl alır; yani bedenler cinsiyetli olarak doğallaştırılır. Tufandan Sonra romanı, “insan nedir?” ve “hayvan nedir?” sorularını yapısöküme uğratarak varoluşun cinsiyetli bedenleşmesi için çevreci-cinsiyet gibi alternatif kimlikler ortaya koyar. Böylece roman “imkânsız kimlikler” (Durudoğan 88) yaratarak cinsiyet/cinsellik ve insan/hayvan bağlamında toplumsal cinsiyet anlayışını sorgulayıcı ve yeniden yapılandırıcı alternatifler sunar. Roman, özellikle, Tobias ve Violet, Rose-Blanche ve Buck gibi karakterler sayesinde kaygan, sabit olmayan ve değişip dönüşebilen özneler olabildiğini gösterir. Ayrıca, iki farklı tür kabul edilen insan ve maymunun yoldaş türler olarak birlikte yaşayabildiğini de örneklendiren roman, sonuç olarak etçil-ermerkezciliğin bir gelecek sunmayacağını öngörür ve insan-ötesi ve doğa-ötesi birlikteoluşlarla farklı bir dünyanın var olabileceğini açıkça gösterir.
Liz Jensen’in Tufandan Sonra Romanında “İnsanî” ve “Hayvanî” Varoluşun Cinsiyetli Bedenleşmesi
K aynakça
Adams, Carol J. Etin Cinsel Politikası: Feminist-Vejetaryen Eleştirel Kuram. Çev. G. Tezcan ve M.E. Boyacıoğlu. İstanbul: Ayrıntı, 2015. Agamben, Giorgio. Açıklık: İnsan ve Hayvan. Çev. Meryem Mine Çilingiroğlu. İstanbul: YKY, 2015. Arık, Efe. “Erkeklik Çalışmaları.” Toplumsal Cinsiyet Tartışmaları. Haz. Feryal Saygılıgil. Ankara: Dipnot, 2016. 231-248. Braidotti, Rosi. İnsan Sonrası. Çev. Öznur Karakaş. İstanbul: Kolektif Kitap, 2014. Butler, Judith. Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi. Çev. Başak Ertür. İstanbul: Metis, 2008 Cixous, Hélen. “The Laugh of the Medusa.” Feminist Theory: A Reader. Ed. Wendy K. Kolmar ve Frances Bartkowski. Boston: McGraw-Hill, 2005. Direk, Zeynep, ed. “Giriş.” Cinsiyeti Yazmak. İstanbul: YKY, 2016. 11-24. Durudoğan, Hülya. “Judith Butler ve Queer Etiği.” Cogito: Cinsel Yönelimler ve Queer Kuramı 6566 (2011): 87-98. Elçik, Gülnur. “Beden, İki Nokta Üst Üste.” Toplumsal Cinsiyet Tartışmaları. Haz. Feryal Saygılıgil. Ankara: Dipnot, 2016. 187-212. Ertuğrul, Tacettin. “Jacques Derrida: ‘Hayvan’ Meselesini İnsan-Hayvan İkiliğinin Ötesinde Düşünmek.” Cogito: Felsefede Hayvan Sorusu 80 (2015): 174-195. Firestone, Shulamith. Cinselliğin Diyalektiği. Çev. Yurdanur Salman. İstanbul: Payel, 1993. Foucault, Michel. Cinselliğin Tarihi. Çev. Hülya Uğur Tanrıöver. İstanbul: Ayrıntı, 2012. Gaard, Greta. “Toward New EcoMasculunities, EcoGenders, and EcoSexualities.” Ecofeminism: Feminist Intersections with Other Animals and the Earth. Eds. Carol J. Adams and Lori Gruen. New York: Bloomsbury, 2014. 225-239. Haraway, Donna. When Species Meet. Minneapolis: U of Minnesota P, 2008. İşlekel, Ege Selin. “Cinselliğin Öznesi: Haz, Biyoiktidar ve Özneleşme.” Cinsiyeti Yazmak. Ed. Zeynep Direk. İstanbul: YKY, 2016. 25-45. Jensen, Liz. Tufandan Sonra. Çev. Meltem Tanılkan. İstanbul: İletişim, 2002. Koyuncu, Emre. “İktidar ve Hayvanlar: Hayvan Meselesini Foucault ile Düşünmek.” Cogito: Felsefede Hayvan Sorusu 80 (2015): 86-97. Mundler, Helen E. The Otherworlds of Liz Jensen: A Critical Reading. New York: Camden House, 2016. Özküralpli, İlkay. “Queer Teori.” Toplumsal Cinsiyet Tartışmaları. Haz. Feryal Saygılıgil. Ankara: Dipnot, 2016. 213-230. Plumwood, Val. Feminizm ve Doğaya Hükmetmek. Çev. Başak Ertür. İstanbul: Ayrıntı, 2004. Saygılıgil, Feryal, haz. “Giriş.” Toplumsal Cinsiyet Tartışmaları. Ankara: Dipnot, 2016. 9-16. Şan, Emre. “Hayvanlığın Fenomenolojisi: Doğal Dünyanın Logosu.” Cogito: Felsefede Hayvan Sorusu 80 (2015): 152-173. Wilson, Natalie. “Womb Fiction: Late Twentieth Century Literary Challenges to the Woman as Womb Paradigm.” Womanhood in Anglophone Literary Culture: Nineteenth and Twentieth Century Perspectives. Ed. Robin Hammerman. Newcastle: Cambridge Scholars P, 2007. 343372.
255
Yazarlar Hakkında Cemre Mimoza Bartu lisans eğitimini Ege Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde 2011’de tamamlamıştır. 2014’te Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden yüksek lisans derecesini “Disenchanting Patriarchal Fairy Tales through Parody in Angela Carter’s Bloody Chamber and Other Stories and Emma Donoghue’s Kissing the Witch: Old Tales in New Skins” başlıklı teziyle almıştır. Halihazırda araştırma görevlisi olarak çalıştığı aynı bölümde doktora çalışmalarını on sekizinci yüzyıl İngiliz romanı üzerine yürütmektedir. İngiliz romanı, kısa öykü, masal çalışmaları, yeniden yazım ve çocuk edebiyatı akademik ilgi alanları arasındadır. Hande Dirim lisans eğitimini 2008 yılında Hacettepe Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde tamamlamıştır. Aynı yıl Hacettepe Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Doktora programına giriş yapmış bu bölümde araştırma görevlisi olarak çalışmaya başlamıştır. 2017’de ÖYP programı ile bağlı olduğu Kocaeli Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümüne geçiş yapıp halen bu bölümde araştırma görevlisi olarak çalışmaktadır. Sürdürmekte olduğu doktora tezi çağdaş İngiliz tiyatrosunda gay ve queer kimlikleri üzerinedir. Akademik ilgi alanları arasında İngiliz tiyatrosu, çağdaş İngiliz romanı, toplumsal cinsiyet çalışmaları bulunmaktadır. Gülşah Göçmen, Aksaray Üniversitesi, Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölü mü’nde öğretim üyesidir. Lisans, yüksek lisans ve doktora derecelerini Hacettepe Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden alan Göçmen’in çalışma ve ilgi alanları arasında, postmodern roman, modernist roman, ekoleştiri, eleştiri kuramları ve Amerikan Edebiyatı yer almaktadır. Bu alanlarda makale ve kitap bölümleri gibi çeşitli yayınları bulunmaktadır. Şafak Horzum, lisans (2010) ve yüksek lisans (2015) derecelerini Hacettepe Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden almış, halen aynı bölümde hem doktora tezini yazmakta hem de araştırma görevlisi olarak çalışmaktadır. Horzum, 2016 yılında Oya Baydar’ın Çöplüğün Generali (2009) eserini İngilizceye çevirerek ABD’deki “Association for the Study of Literature and Environment” (Çevre ve Edebiyat Çalışmaları Derneği, ASLE) tarafından
258
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
verilen Uluslararası Çeviri Ödülü’ne layık görülmüştür. Araştırma ve çalışma alanları, cinsiyet/cinsellik, yeni maddecilik ve ekoeleştiri kuramlarını içermektedir. Oya Bayıltmış Öğütcü Adıyaman Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde çalışmaktadır. Doktorasını “Medieval Self-Fashioning: Identity Performances in Chaucer’s Canterbury Tales” (“Ortaçağ Öz-Biçimlendirmesi: Chaucer’ın Canterbury Hikâyeleri’ndeki Kimlik Performansları”) başlıklı tezi ile Hacettepe Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde 2016 yılında tamamlamıştır. Ortaçağ İngiliz Edebiyatı alanında makaleleri ve kitap bölümleri bulunan Oya Bayıltmış Öğütcü’nün başlıca çalışma alanları Chaucer, performans çalışmaları, kültür ve edebiyat teorileri, toplumsal cinsiyet çalışmaları ve hayvan çalışmalarıdır. Kübra Vural Özbey 2013 yılında Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun olmuştur. Aynı bölümde 2015 yılında “Violent Mothers in Marina Carr’s Plays: The Mai, Portia Coughlan and By the Bog of Cats…” başlıklı teziyle yüksek lisans derecesini almıştır. 2014 yılından itibaren Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi adına Hacettepe Üniversitesi’nde ÖYP kapsamında araştırma görevlisi olarak çalışmaktadır ve halen doktora öğrencisidir. Başlıca çalışma konuları İrlanda tiyatrosu, Rönesans tiyatrosu, Shakespeare ve toplumsal cinsiyet çalışmalarıdır. Aytül Özüm Hacettepe Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesidir. 1992’de Hacettepe Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden lisans, 1994’de aynı bölümden yüksek lisans diplomasını almıştır. İkinci yüksek lisans derecesini 1995’de Warwick Üniversitesi’nden İngiliz Kültür Araştırmaları konusunda almıştır. 1999’da Hacettepe Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde doktorasını tamamlamıştır. Angela Carter ve Büyülü Gerçekçilik (Ürün 2009) başlıklı bir kitabı ve geçmişten günümüze İngiliz romanıyla ilgili çeşitli makale ve kitap bölümleri mevcuttur. Şu anda aynı bölümde İngiliz romanı, kısa öykü, toplumsal cinsiyet çalışmaları, edebiyat kuram ve eleştirisi dersleri vermektedir. Huriye Reis Hacettepe Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesidir. Adem’in Bilmediği, Havva’nın Gör Dediği: Ortaçağ’da Türk ve
Yazarlar Hakkında
İngiliz Kadın Yazarlar (Dörtbay 2005) ve Chaucer and the Representation of Old Age (Chaucer’ın Eserlerinde Yaşlılık) (2013) adlı kitapları mevcuttur. Başlıca araştırma alanı Chaucer, Ortaçağ kadın yazarlar, yirminci yüzyıl ve çağdaş İngiliz şiiridir. Bu alanlarda kültür araştırmaları ve kuramlar doğrultusunda incelemeleri bulunmaktadır. Bölümde Ortaçağidan çağdaş döneme şiir dersleri, edebiyat kuramı, toplumsal cinsiyet ve İngiliz Kültür Araştırmaları dersleri dahil olmak üzere çeşitli alanlarda ders vermektedir. Pınar Taşdelen, 2003’te Hacettepe Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. Aynı Bölüm’den 2006 yılında “Geoffrey Chaucer’s Treatment of Violence against Women in The Canterbury Tales” başlıklı teziyle yüksek lisans derecesini aldı. 2013’te “Romancing the Ordeal: Representations of Pain and Suffering in Middle English Metrical Romances” başlıklı teziyle Hull Üniversitesi’nde (İngiltere) doktorasını tamamladı. Halen Hacettepe Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde yardımcı doçent olarak görev yapmaktadır. Başlıca çalışma konuları İngiliz şiiri, Ortaçağ İngiliz romansları, hagiografi, Chaucer ve toplumsal cinsiyet çalışmalarıdır. Kerim Can Yazgünoğlu Hacettepe Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde doktora adayı ve ÖYP kapsamında araştırma görevlisidir. 2010 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun olmuştur. 2012 yılında Hacettepe Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde “Corporeal and TransCorporeal Reflections in Angela Carter’s The Passion of New Eve and Jeanette Winterson’s The Stone Gods” başlıklı teziyle yüksek lisansını tamamlamıştır. Aynı programda Niğde Ömer Halisdemir Üniversitesi adına yirmi birinci yüzyıl İngiliz romanında doğa ötesi çevreler ve kirlilik konusunda doktora çalışmalarını sürdürmektedir. Yazgünoğlu’nun araştırmaları, İngiliz romanında beden ve çevre, toplumsal cinsiyetler ve ekoeleştiri gibi konuları içermektedir. İmren Yelmiş Hacettepe Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde Araştırma Görevlisi olarak çalışmaktadır. Aynı üniversiteden 2005 yılında lisans derecesini, 2007 yılında “Fragmentation and Identity in Derek Walcott’s Dream on Monkey Mountain and Pantomime” başlıklı teziyle yüksek lisans derecesini ve 2014 yılında “Satiric Representations of Violence in
259
260
İngiliz Edebiyatında Toplumsal Cinsiyet
Martin McDonagh’s The Beauty Queen of Leenane, A Skull in Connemara and The Lieutenant of Inishmore” başlıklı teziyle doktora derecesini almıştır. İlgi alanları, çağdaş İrlanda ve İngiliz tiyatrosu, İngiliz kültür araştırmaları, kültür teorisi, sömürgecilik ve sömürgecilik dönemi sonrası edebiyatı ve İngiliz edebiyatının yerli kaynaklarıdır. Hakan Yılmaz lisansını ve doktorasını Hacettepe Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde tamamlamıştır. Doktora çalışmasında İngiliz modernist romanında “ben” ve “başkaları” arasındaki karşılaşmaları ve ilişkileri fenomenoloji çerçevesinde incelemiştir. On sekiz ve yirminci yüzyıl İngiliz romanı üzerine çalışmaları bulunmaktadır. İngiliz romanı, fenomenoloji ve çağdaş edebiyat kuramları ilgilendiği araştırma konuları arasındadır. Zümre Gizem Yılmaz 2010 yılında lisans eğitimini, 2012 yılında da “The Illustration and Function of Epic Theatre Devices in Selected Plays by Caryl Churchill” başlıklı teziyle yüksek lisans eğitimini Hacettepe Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde tamamlamıştır. 2013 yılından itibaren Hacettepe Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olarak çalışmaktadır. Ekofobi ve elementsel ekoeleştiri kuramlarını Rönesans İngiliz tiyatrosunda örneklendirdiği doktora tezi üzerine çalışmaktadır.