Etimoloji 9789754561029 [PDF]


142 12 1MB

Turkish Pages 118 [128] Year 2011

Report DMCA / Copyright

DOWNLOAD PDF FILE

Table of contents :
00.stachowskı kapak
01_Etimolojinin_kavrami_ve_ozellikleri
02_Halk_etimolojisi
03_Odunc_-_Ayirt_etme_olcutleri
04_Odunc_-_Adaptasyon
05_Odunc_-_Arastirmanin_gorkem_ve_golgeleri_II
06_Zaman_derinligi_ve_kokenbilimsel_sozlukler1
07_Etimolojileri_degerlendirme_kurallari
08_Kokenbilimcinin_calisma_asamalari
09_Ek_-_Anlam,_mana, __izosemantizm
10_Kaynakca
11_Kisaltmalar
12_Soz_dizini

Etimoloji
 9789754561029 [PDF]

  • 0 0 0
  • Gefällt Ihnen dieses papier und der download? Sie können Ihre eigene PDF-Datei in wenigen Minuten kostenlos online veröffentlichen! Anmelden
Datei wird geladen, bitte warten...
Zitiervorschau

Etimoloji Marek STACHOWSKI

Ankara 2011

TÜRK KÜLTÜRÜNÜ ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ YAYINLARI © Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, 2011. Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü yayınlarının tamamının veya bir kısmının yayımcının yazılı izni olmadan herhangi bir yolla çoğaltılması yasaktır. Yayınların fikrî sorumluluğu ve imla tercihi yazarlarına aittir. Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü yayınlarında yer alan başka kaynaklardan alınmış tablo, resim ve benzeri şeylerin yasal kullanım sorumluluğu yazarlarına aittir. Stachowski, Marek Etimoloji/ Marek Stachowski 13,5x 19,5 cm. x + 118 s. ISBN 978-975-456-102-9 1. Etimoloji 2. Dilbilim 3. Ses Bilgisi 4. Şekil Bilgisi P121S732011 TÜRK KÜLTÜRÜNÜ ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ YAYINLARI Genel Yayın Editörü Prof. Dr. Dursun YILDIRIM Teknik Editör Doç. Dr. Bülent GÜL İletişim Adresi TürkKültürünüAraştırmaEnstitüsü Bahçelievler 7. Cad. 17. Sok. No. 38, 06490 Ankara / TÜRKİYE Tel: (00 90 312) 2133100 Belgegeçer: (00 90 312) 2134135 Genel ağ: http://www.turkkulturu.org.tr e-posta: [email protected] Etimoloji, Öncü Basımevinde 1000 İskitler/ANKARA Tel: 3843120)

Ankara/2011

adet

basılmıştır.

(Kazımkarabekir

Cad.

85/2

Etimoloji

SUNUŞ Değerli Okuyucular, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, elindeki sınırlı imkânlarıyla yeni yayın döneminde bilim dünyamıza çeşitli yönlerden ışık tutacak bilimsel araştırmaya dayalı eserler kazandırma çabasını sürdürmektedir. Enstitü, elindeki sınırlı imkânları, sadece bilimsel düzeyi yüksek eserleri bilim hayatına kazandırmak için kullanmaktadır. Daha önceki yayınlarımızda olduğu gibi bilimsel düzeyi yüksek yeni bir eser ile karşınıza çıkmaktayız. Yeni yayınladığımız bu eser, Polonya Türkolojisinin en önemli bilim adamlarından Prof. Dr. Marek Stachowski’nin Türkçe kaleme aldığı Etimoloji adlı el kitabıdır. Marek Stachowski, bilindiği üzere Türkolojinin en önemli bilim adamları arasında yer almaktadır. "Dolganischer Wortschatz", (Krakow 1993); "Studien zum Wortschatz der Jakutischen Übersetzung des Neuen Testaments", (Krakow 1995); “Konsonantenadaptation Russischer Lehnwörter im Dolganischen” (Krakow 1999); “Dolganische Wortbildung", (Krakow 1997) gibi bir çok kitabı ve yüzlerce makalesi bulunan Stachowski, son olarak Türkçe kaleme aldığı Etimoloji adlı eseri ile okuyucunun karşısına çıkmaktadır. Bilindiği üzere etimoloji, dilbiliminin en zor alanlarından biridir. Türkiye’de de etimoloji üzerine Türkçe yazılmış kaynakların azlığı düşünüldüğünde, elinizdeki eserin de ne denli değerli olduğu anlaşılacaktır. Enstitü olarak Marek Stachowski’nin bu önemli eserini yayımlamaktan mutluluk duyduğumuzu belirtmek istiyorum. Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, bilimsel titizlik ve dikkat içinde hazırlanmış eserleri bilim ve kültür hayatımıza kazandırmayı sürdürecektir. Saygılarımla,

Prof. Dr. Dursun YILDIRIM Enstitü Başkanı

ÖNSÖZ Bu kitap, ne Türkçenin ne de başka bir dilin etimolojisine aittir. Eserde hedeflenen amaç, bir etimoloğun fikir silsilesi ile deliller toplayıp bunları ortaya koyma yöntemlerini anlatmaktır (Bu tür problemler üzerine bu zamana kadar bazı ilginç denemeler yayımlanmıştır. Bkz. Seebold 1981; Liberman 2000; Urban 2008). Bir dildeki herhangi bir sözcüğün kökenbilgisini, bu dilin tarihî sesbilimini öğrenmeden belirlemek düşünülemez. Sesbilim kuralları dilden dile değişmekle birlikte etimolojinin genel esasları hep aynıdır. İşte bu kitapta kökenbilimin genel esasları anlatılıyor. Okuyucu kitabımızı okuduktan sonra kendi başına etimolojik araştırmalara girişmenin ne denli zor bir süreç olduğunu görecektir. Çünkü bunun için araştırılan dilin tarihî ses ve biçimbilimini öğrenmek şarttır. Fakat, okuyucumuz bu eser sayesinde başkalarının önerdiği etimolojileri değerlendirebilecektir. “Etimolojik sırdaşlık” üç aşamalıdır: (A)

Genel etimolojik kurallar ‒ bu aşamada öğrenci, kökenbiliminin sorun ve yöntemleri üzerine bilgi edinir ve başkalarının etimolojilerini anlayıp değerlendirmeyi öğrenir.

(B)

Türkçe, İngilizce, Lehçe gibi somut bir dilin temelindeki etimolojiler ‒ bu aşamada öğrenci, her genel kural için bu dillerde mevcut olan örnekleri ve aynı zamanda bu dillerin kökenbiliminin zayıf ve kuvvetli taraflarını ve bu durumun nedenlerini öğrenir.

(C)

Türkçe, İngilizce, Lehçe gibi somut bir dilin etimolojisi ‒ bu aşamada, hem bu dillerin tarihî ses ve biçimbilimini hem de etimolojilerini belirlemeyi öğrenmek söz konusudur.

İşte bu kitabımızda sadece (A) aşaması ile yetineceğiz. Tarihî sesbilimini pek tartışmayacağız. Bunun yerine çeşitli çeşitli dillerden getirilen örnekleri anlatacağız. Görüleceği üzere, bir dildeki sözcüğü anlayıp yorumlamak için bazen çok farklı dillere bakmamız da gerekiyor. Bu kuralın pratik olarak nasıl gerçekleştirildiği bundan sonraki sayfalarda görülebilecektir. Aynı zamanda (B) ve (C) aşamasına girmememizin iyi tarafı şudur ki, kitabımız sadece belirli bir

filolojinin öğrencisi için değil, bütün filoloji öğrencileri içindir. Çıkış noktası ister Türkçe ister İngilizce ya da Lehçe olsun, etimoloji ile ilgilenen herhangi bir öğrenci aşağıda verilen Almanca, Fransızca, Felemenkçe, Rusça, Sanskritçe ve başka örnekleri anlayarak sözcüklerin hayatını yöneten mekanizmaları da anlamayı öğrenir. Bu mekanizmaları anlayan bir öğrenci bunları öğrenim gördüğü herhangi bir filoloji alanına uyarlayıp yorumlayabilir. Bir modern Türkçe sözcüğün Ana Türkçe şeklini bulmak isteyen kişi, bu sözcüğün modern biçimini, başka Türk dillerinin, hatta Moğolca, Tunguzca, Slavca gibi Türk olmayıp da Türk dil ve ağızları ile etkileşim içindeki dillerin verileri ile karşılaştırmadan hiç bir sonuca varamaz. Onun için Türkolojide sadece Türkçe bilmek maalesef yeterli değildir. Aynı durum zaten bütün filolojiler için de söz konusudur. Örneğin, İngilizcenin kökenbilimi ile ilgilenenler, bir taraftan German dillerinden Gotça ve İzlandaca, öbür taraftan German dil ailesine mensup olmayan Lâtince, Eski Fransızca, Slâvca gibi dilleri ‒ birazcık da olsa ‒ öğrenmek zorundadır. Bu konuda detaylı bilgi edinmek isteyenler, A. Liberman’ın (2010) hazırladığı İngilizce Etimolojinin Kaynakçası’na bakabilirler. Aynı fikir örneğin şu cümlede de bulunabilir: «OT [= Old Turkic] yenčü / yinčü ‘pearl’ […]. This word passed from Turkic into Hungarian and Russian at an early date: Hung. gyöngy [ǰönǰ], Russian žemčug (жемчуг), dial zémčug (зéмчуг). These forms are important, for they enable us to reconstruct the original Turkic form of the word.» (Tekin 1997: 167 = 2004: 521).

Türkolojiyi dünya seviyesinde bulundurmayı düşünenler, gayet tabiî ki, aynı prensiplere dayanmalıdırlar. Türkçe yazdığım bu kitabı gözden geçirip Türkçemi düzelttikleri ve kitabın Türkiye’de yayımlanmasını sağladıkları için Dr. Bülent Gül (Hacettepe Üniversitesi) ve Dr. Faruk Gökçe’ye (Dicle Üniversitesi) teşekkür etmeyi gönül borcu bilirim.

Marek Stachowski

İ ç i n d e k i l e r SUNUŞ / v ÖNSÖZ / vii İÇİNDEKİLER / vii 1. Etimolojinin Kavramı ve Özellikleri / 1 2. Halk Etimolojisi / 9 3. Ödünç Sözcükler: Ayırt Etme Ölçütleri / 23 4. Ödünç Sözcükler: Adaptasyon / 39 5. Ödünç Sözcükler: Araştırmanın Görkem ve Gölgeleri / 49 6. Zaman Derinliği ve Kökenbilimsel Sözcükler / 65 7. Etimolojileri Değerlendirme Kuralları / 77 8. Kökenbilimcinin Çalışma Aşamaları / 85 9. Ek Bilgiler: Etimonun Anlam ve Manası. “İzosemantizm” Yöntemi / 93 KAYNAKÇA / 105 KISALTMALAR / 113 SÖZ DİZİNİ / 113

1. ETİMOLOJİNİN KAVRAMI VE ÖZELLİKLERİ 1.1 Bütün Avrupa’da kullanılan etimoloji sözcüğü Eski Yunanca étümos ‘gerçek’ ve lógos ‘bilgi; mana’ sözcüklerinin birleşiminden meydana gelir ve genellikle ‘gerçek anlam’ veya ‘gerçek anlam bilgisi’ diye açıklanır. Bu terimi ilk olarak, bugünkü Türkiye’nin Mersin ilinde bulunan Soli adlı antik bir kentte yaşamış olan Yunan felsefeci Hrisippos (M.Ö. ≈ 280-207) teklif etmiştir. Kendisi Yunan kökenli olmadığı halde Stoa Okulu’nun en önemli temsilcilerinden biri olup Antik Yunan kültürü çerçevesinde yaşamış ve görüldüğü gibi bu kültürü zenginleştirebilmiştir. 1.2 Demek ki, bir kelimenin etimolojisini sorarken Antik Yunanlılar aslında bu kelimenin gerçek, yani aslî anlamını öğrenmek istiyorlardı. Biz de bugün, örneğin fiilî anlamı ‘bir kartal türü’ olan tavşancıl kelimesinin aslî yani etimolojik anlamına ‘tavşanı seven / yiyen’ diyebiliriz. Benzer bir şekilde, delikanlı sözcüğünün fiilî anlamına ‘genç erkek’, aslî anlamına ise “kanı deli olan biri” diyeceğiz. Bu iki örnekte fiilî ve aslî anlamları birbirinden kolaylıkla ayırabilmekteyiz. Fakat bazı kelimelerin gerçek anlamını bulmak çok zordur. Meselâ, Tükçe iyi, oda gibi sözcüklerin etimolojik manasını anlamak için dil duygusuna dayanmak yetmez, bu kelimelerin hem

Marek STACHOWSKI

tarihsel (bkz. [1.2a]) hem de akraba dillerde var olan karşılıklarını (bkz. [1.2b-c]) öğrenmek gerekir. Örnekler: [1.2a]

Alm. Windhund ‘tazı (köpek ırkı)’, harfi harfine ‘rüzgâr (Wind) köpeği (Hund)’ anlamına gelir. Ancak, 16. yüzyılın ortasına kadar bu kelime Wint(hund) diye yazılırdı; Alm. Wint ile Wend(e) adları ise ‘Slâv’ demekti. Şöyle ki bu tarihî bilgiye dayanarak Alm. Windhund kelimesinin gerçek manası ‘Slâv köpeği’dir diyebiliriz (Seebold 1981: 141; Kluge 1989: 794).

[1.2b]

Ttü. iyi = Yak. ütüö ‘ay.’ < Ana Tü. *eδgü ‘ay.’ < *eδ > EUyg. ey ‘1. iyilik; 2. zenginlik, servet’. ‒ Demek ki, Türkçe iyi kelimesi aslen ‘iyilikle veya zenginlikle ilgili’ bir anlama geliyordu.

[1.2c]

Ttü. oda = Trkm. otag ‘ay.’ = Tuv. odag ‘ocak, ateş yakmaya yarayan yer’ < Ana Tü. *ōtag < *ōt ‘ateş’. Yani, Türkçe oda kelimesinin “gerçek” anlamı ‘ateş yakmaya yarayan yer’ idi.

İş bu kadarla da bitmez. Bir dilin kelime hazinesi, bu dili konuşan ulusun kültür tarihini yansıttığı için kültürel değişiklikler dilde de bazı izler bırakır (bkz. [1.2d]). Bir yabancı kelimenin aslî manasını anlamak için ise bu kelimenin ait olduğu dildeki tarihini ve manasını öğrenmek gerekiyor (bkz. [1.2e]): [1.2d] Türkiye Türkçesinde çarşamba haftanın üçüncü günü anlamındaki bir addır. Bu, çarşamba sözcüğünün fiilî manasıdır. Ama Farsçadan alınmış olan bu kelime iki sözcükten ibarettir: Far. çahār ‘dört’ (> Ttü. çar+) ve 2

ETİMOLOJİ

şanba

‘cumartesi’

ki,

bu

kelimenin

aslî

manası

‘cumartesinden sonra (gelen) dördüncü (gün)’dür. [1.2e]

Yakutça’da ‘Ekim’ ayına altıńńı denmektedir. Bu sözcüğün (kökeni bakımından) Türkçe karşılığı ise ‘altıncı’dır. Buradan da eski Yakutların yıl başını nisan ayında

kutladıkları

anlaşılıyor.

Yani

Yak.

altıńńı

kelimesinin fiilî manası ‘Ekim’ aslî, yani ‘gerçek’ manası ise ‘altıncı’dır.

1.3 Şu ana kadar üzerinde durduğumuz kelimeler iki gruba ayrılıyor. Bazılarının etimolojik anlamını kolayca (tavşancıl, delikanlı), bazılarınınkini ise zar zor gösterebiliyoruz. Bunların dışında bir başka grup daha vardır: Aslî manaları hiç gösterilemeyen sözcükler. Şu örneğe bakalım: Manası ‘pişmiş balçıktan levha’ olan TTü. fayans kelimesi Fransızcadan alınmıştır. Görünüşte bu sözcüğün aslî manasını bulmak çok kolay gelebilir. Eğer kelimenin Fransızca manasını öğrenirsek Türkçe fayans sözcüğünün etimolojik manasını da öğrenmiş oluruz. Ancak gerçekte iş o kadar da kolay değildir. Fayans sözcüğünün ilk şekli, Kuzey İtalya’nın Faenza (oku: [fa'enôa]) kentinin adıdır (Wartburg 1931: 140). Bu kentte, pişmiş balçıktan yapılan yüksek kaliteli kaplar 16. yüzyılda Fransa’ya ihraç edilir ve Fransa’da ‘Faenza kapkacağı’, yani vaiselle de Faenza olarak satılırdı. Ancak Faenza adı Fransız usulü [faã'sa] diye okunurdu. Ne var ki, Faenza kapkacağı oldukça pahalı olduğu için birçok insanın kesesi bunları satın almaya izin vermemekteydi. 3

Marek STACHOWSKI

Onun için 17. yüzyılda piyasaya sürülen taklit ürünler kısa zaman içinde popüler oldu. Bu durumu izah etmek için taklit kelimesini kullanmak belki de yanlış… Fransa’nın güneyindeki Fayence kentinde yaşayan yaratıcı biri, pişmiş balçıktan ucuz kaplar yapmaya ve bunları vesaille de Fayence ‘Fayence kapkacağı’ olarak satmaya başladı. Fayence [fa'Çãs] ile Faenza [faã'sa] arasındaki söyleyiş farkının küçük olması ve Fayence adının Fransa’da Faenza adına göre daha bilinir olması, ayrıca Fayence kapkacağının ucuz olmasından dolayı daha popüler olmaya başlaması sonucu, Fransızların ‘Faenza kapkacağı’ için İtalya’dan ihraç edilen kaplara da ‘Fayence kapkacağı’ demelerinde şaşılacak bir durum yoktur. Zamanla vesaille de Fayence yerine âdeta fayence denmeye başlandı ve manası pişmiş balçıktan yapılan her türlü ürünü kapsar hale geldi. Tabii bu arada sözcüğün yazılışı da değişti ‒ bugün kentin adı eskiden olduğu gibi Fayence, malın yani fayansın adı ise faïence diye yazılır. Bu anlamlardan hangisine aslî veya etimolojik diyebiliriz acaba? Belki, her birine… Ancak, Antik Yunanlıların etimoloji geleneğine göre, kelimenin morfolojik yapısından kaynaklanan ve sözcük yaratıcısının fikrini yansıtan ilk manayı göstermek bu durumda mümkün değildir. Görüldüğü gibi, bir kelimenin aslî manasını bulmak, kelimenin aslî fonetik ve morfolojik şeklini bulmaktan zordur. 1.4 Şu ana kadar anlattıklarımızdan şu sonuç çıkarılabilir: Eğer bir sözcüğün yapısı açık ise etimolojik anlamı, dil duygusuna dayanılarak kolayca anlaşılabilir; açık değil ise etimolojik manası ancak tarihî ve karşılaştırmalı dilbilimin metotları ile bulunabilir. 4

ETİMOLOJİ

Halbuki bazen bir sözcüğün yapısı apaçık olmakla beraber etimolojik manası anlamsız görünebilir. Meselâ: [1.4a]

Manası ‘komutan, ordunun başkanı’ olan TTü. subaşı kelimesinin su ile ne ilgisi olabilir? Sözcüğün yapısı ilk bakışta oldukça açık görünmekle birlikte harfi harfine çevrildiğinde anlamsız kalmaktadır. Kelimenin ilk hecesi olan su aslında daha eski bir sü biçimine gider: ETü. sü ‘ordu, askerler’ ki, sü başı ‘ordu başı’ demekti. Ancak sü kelimesi Anadolu’da kullanımdan düşünce sü başı ifadesi de anlaşılmaz oldu ve nihayet subaşı şekline değiştirildi. Bu durumda ETü. sü sözcüğünün anlamını bilmeyen birisi sadece dil duygusuna dayanarak subaşı’nın gerçek manasını hiçbir şekilde kestiremeyecektir.

[1.4b]

İng. butterfly kelimesinin fiilî manası ‘kelebek’, (sözde) etimolojik manası ‘tereyağı sineği’dir. Ancak, kelebeğin tereyağı ile ne ilgisi var acaba? Kanatları sarı kelebekler var tabiî ama, çoğunun kanatları ya başka renktedir ya da çok renklidir. Örneğin, Lâtince Polyommatus icarus diye adlandırılan kelebeğin erkekleri mavi, dişilerinin kanatları ise maviye çalan kahverengi rengindedir. Bu kelebeğe Türkçe

Çokgözlü

mavi,

İngilizce

Common

Blue

denmektedir. Rengi mavi veya maviye çalan kahverengi bir böcek nasıl tereyağına benzetilebilir? Bu adlandırılışın bambaşka bir sebebi vardır. Eski Germanlara göre çeşitli periler kelebek şeklini alıp evlerden süt, tereyağı, kaymak gibi ürünleri çalıyorlarmış. Onun için İngilizler kelebeği,

5

Marek STACHOWSKI

tereyağı çalmaya gelen sinek şeklindeki bir peri sanmışlar. Bu inancın bir başka izi daha vardır: Alm. Schmetterling ‘kelebek’ < *Schmetten-ling < Schmetten ‘kaymak’ (< Slv. smetana ‘kaymak’ < Ana Slv. *sĭmeta- ‘savurmak, dönerek sallamak’). Ayrıca [7.4b]’ye bkz.

Yukarıda verilen örneklerden şu sonuç çıkarılabilir: Bazı kelimelerin aslî manasını anlamak için bir dilin ses tarihini ve kelime yapma yollarını bilmek yetmez, bu dili konuşan milletin kültür tarihine, etnolojisine dair çeşitli bilgilere de sahip olmak gerekir. Onun içindir ki, bugün etimolojiye birleşimsel bir bilim dalı diyoruz. Fransız diyalektoloğu ve Fransa Dil Atlası’nın müellifi Jules Gilliéron (1854-1926) bu gerçeği anlayınca La faillite de l’étymologie phonétique ‘Fonetik etimolojisinin iflâsı’ sloganını ortaya koydu. Bugüne kadar tarihsel sesbilim son derece önemlidir diyorduk, fakat aynı zamanda tarihî sesbilim bazı etimolojiler için yeterli olamamakta, bunu başka bilgiler ile de zenginleştirmek gerekmektedir. Bu özellik, dilbilimin kollarından sadece kökenbilimi için tipik sayılabilir. 1.5 Kökenbiliminin birleşimsel olmaktan başka bir özelliği daha vardır: Somut dil malzemesine yöneliklik. Bazı etimologlar dil kuramına ve her türlü genellemelere karşı (bazen aşırı derecede) isteksizdir. Romancanın en büyük uzmanlarından biri ve Roman dillerinin etimolojik sözlüğünün (1911) yazarı olan Avusturyalı dilbilimci Wilhelm Meyer-Lübke (1861-1936) Das Katalanische 6

ETİMOLOJİ

(1925) adlı kitabının girişinde, kuramsal sorunlar ile hiç meşgul olmayacağını, bu gibi problem ve tartışmaları sevmediğini ve buna istekli okuyucuların kitabında bulunan büyük somut malzemeyi temel alarak kuramları kendi hesaplarına kurabileceklerini yazmaktadır (Iordan 1971: 45).

7

2. HALK ETİMOLOJİSİ 2.1 İnsanlar, çeşitli sözcüklerin ve her şeyden önce kendi isimlerinin, yaşadıkları köy ve kentlerin adlarının aslî manasını ve bunların nasıl ortaya çıktıklarını öğrenmek isterler. Bilimsel bilgi eksikliği durumunda ise sezgilerine ve dil duygularına dayanırlar. Bu türden yanlış etimolojilere halk etimolojisi diyoruz (Bu terimi J. W. Goethe (1749-1832) yaratmıştır: Alm. Volksetymologie; Almancadan da başka dillere verilmiştir: TTü. halk etimolojisi, İng. folk etymology, Leh. etymologia ludowa, Fr. étymologie populaire vs.). Halk etimolojisinin temel mekanizmasını anlamak için şu örneğe bakalım: [2.1a]

TTü. kontradança ‘bir dans türü (17. ve 18. yy.)’ < İtal. contraddanza ‘ay.’ < Fr. contredanse ‘ay.’. Fransızca kelime

sözde

sözcüklerinden

contre

‘karşı’

yaratılmıştır.

ve Çünkü

danse

‘dans’

kontradança

dansında dans edenler karşı karşıya durmak zorundadırlar. Ancak bu, birçok dans türünde görülen bir durumdur dolayısı ile sadece kontrandança’ya özgü bir kural değildir. Öyle ise sözü edilen dansın bu özelliği, adını yaratanlar için neden bu kadar önem taşımaktadır? Dahası kontradança ilk olarak İngiltere’de karşımıza çıkan bir

Marek STACHOWSKI

dans türü olmasına rağmen bu dans türünün adı neden İngilizce değil de Fransızcadır? Gerçekte hem dans hem de adı bize İngiltere’den gelmiştir. Bu dansın İngilizce adı country dance (aslî manası: ‘halk dansı’) idi. Ancak dans Fransa’da

yayılınca

adındaki

country

kelimesi

anlaşılamamış ve Fransızlar tarafından kendi dillerine göre değiştirilmiştir. Böylelikle İng. country ‘kırlık’ yerine Fransızlar Fr. contre ‘karşı’ demeye başlamışlardır. Başka diller bu kelimeyi Fransızcadan alırken contre parçasını

tabiî

contreddanza,

ki Leh.

değiştirmeden kontredans

bıraktılar: gibi.

İtal.

Almancada

Kontratanz yanında bir başka varyant daha vardır: Kontertanz (Alm. konter- öneki Fransızca contre’nin karşılığıdır) (Deroy 1956: 282).

Görüldüğü gibi, halk etimolojisi süreci iki merhalede işliyor: [a] önce bir kelimenin yapısı (ve bu nedenle de gerçek manası) anlaşılmaz oluyor; [b] sonra bu kelime (veya bir parçası) bu dilde var olan başka sözcüklere benzetilerek değiştiriliyor. 2.2 Halk etimolojisinin üç önemli özelliği vardır: [2.2a]

Yüzeysel benzerliklere, çağrışımlara dayanır. Nesnenin ve dilin tarihi ile filolojik bilgiler dikkate alınmaz. Örneğin: İngiliz dilinde sparrow-grass diye bir bitki adı vardır. Harfi harfine ‘serçe otu’ demektir. Bu durumda sparrowgrass bitkisinin serçeler tarafından sevilen bir bitki olduğu akla gelse de sözcüğün Türkçe karşılığının kuşkonmaz olduğunu gözönünde bulundurduğumuzda 10

ETİMOLOJİ

aslında serçelerin bu bitkiden pek de hoşlanmadığını düşünebiliriz. Bu zıtlık nasıl açıklanabilir acaba? İşte İngilizce bu sözcük gerçekte İngiliz dilinde hiç var olmamıştır. Kaynağı Lât. asparagus olan bu kelime, İngilizceye ödünç verilince her şeyden önce önsesteki aünlüsünü

yitirmiştir.

Çünkü

İngilizler

bu

ünlüyü

İngilizcedeki belirsiz tanımlık a ile özdeşleştirmiştir. Şu halde Lât. asparagus kelimesi önce İng. sparagus’a, sonra da sparagrass’a değişmiştir. Neticesinde bu yabancı kelime İngilizcenin söz yapım sistemine uydurulmak suretiyle ‒ sonsesteki -grass parçası onu otlar grubuna sokmuştur. Bu halk etimolojisindeki ikinci önemli müdahale ise Lât. spara- önsesinin anlamında gerçekleştirilmiştir. Nitekim İngilizler, Lât. spara- yapısını sesçe benzer İngilizce sparrow ‘serçe’ sözcüğüyle değiştirmişlerdir. [2.2b]

Halk etimolojisi yöntemsiz ve düzensizdir. Her kelime için ayrı ayrı etimolojik ilgiler, kaideler, değişmeler bulunabilir. Meselâ: Leh. szarytka (oku: [ša'rıtka]) ‘hastanede çalışan kadın tarikatından bir rahibe’ kelimesini bazı kişiler szary (oku: ['šarı]) ‘kül rengi, gri’ sıfatıyla birleştirince szarytka’ların kıyafetleri gri renktedir şeklinde bir hisse kapılmışlardır. Halbuki bu rahibelerin kıyafetleri eski zamanlarda kara idi, bugün ise koyu mavidir, ancak hiçbir zaman gri renkte

olmamıştır.

Ayrıca, 11

Polonya

dilinde

-tka

Marek STACHOWSKI

biçiminde bir ek yoktur sadece -ka eki vardır. Bu durumda

sözkonusu

kelimenin

szary+tka

olarak

bölünmesi mümkün değildir. Görüldüğü üzere var olmayan bir -tka eki halk etimolojilerindeki yöntemsizliği ve düzensizliği açık bir şekilde gözler önüne sermektedir. Gerçekte ise Fransa’da 17. yüzyılda kurulan bu tarikatın amacı ölecek kişilerle meşgul olmak, hastalara yardım etmek olduğu için tarikata ‘Merhamet Rahibeleri’ adı verilmiştir. Fr. charité ‘merhamet’ sözcüğünden de Leh. szaryt+ka sözcüğü kurulmuştur. [2.2c]

Halk etimolojisi sık sık kelimenin ancak bir parçasını “açıklar”, öbür parçası ise anlamsız kalır (bkz. [2.2d]). “Açıklanan” mana ile gerçek nesne arasında hiç ilgi olmayabilir de. Bu durumu gösteren şu örneğe bakalım: Osm. balyemez ‘büyük namlulu, ağır top’. Fakat hiç bir top bal yemez tabiî… Anlaşılan o ki bu kelimenin aslî şekli herhalde farklı bir anlamda idi. Ancak Türkler yabancı kelimenin esas manasını anlayamamış ve kelimeyi Osmanlıcaya aldıktan sonra anlamlı olsun diye değiştirmişlerdir. Geleneksel olarak, balyemez sözcüğünün Osmanlıcaya İtal. palla e mezzo [-ööo] deyiminden geldiği kabul edilir. İtalyanca deyim harfi harfine ‘bir buçuk gülle’ anlamına gelir, yani palla ‘gülle’ + e ‘ve’ + mezzo ‘yarım’ ‒ sözde balyemez güllesi bir başka topun bir buçuk güllesi kadar büyükmüş. 12

ETİMOLOJİ

1951 yılında Alman Türkoloğu Hans Joachim Kissling (~ Kißling) (1912-1985), Osmanlı İmparatorluğunda birçok Alman ve Avusturyalı ateşli silah uzmanının ve top

üreticisinin

varlığını

dikkate

alarak

balyemez

kelimesinin Osmanlı Türkçesine Almancadan geçtiğini ileri

sürmüştür.

Şöyle

ki

Kuzeybatı

Almanya’nın

Braunschweig şehrinde 1411 yılında bir büyük top üretildi. Almanlar şaka olsun diye bu topu Almanca Mechthild kadın ismi ile adlandırdılar, daha doğrusu, bu ismin küçültme şekli ile: Metze (Türkçede Mehmet’in Memoş şekli gibi). Topun ağırlığı 8 ton olduğu için, onu döndürmek veya ileri hareket ettirip yerini değiştirmek çok zor bir işti. Onun için bu topa ‒ yine şaka olsun diye ‒ “Tembel Metze”, yani Almanca Faule Metze adını vermişlerdir. Braunschweig şehrindeki top, bu ad ile bütün Almanya’da anılmaya başlandı. Gayet mümkün ki, Türkler, Osmanlı İmparatorluğu’nda çalışan Almanlardan Faule Metze deyimini sık sık duymuş, *pavle mes (veya benzeri) olarak tekrar etmiş, sonunda balyemez şekline sokarak anlamlı hale getirmişlerdir. Kelimenin

İtalyanca

etimolojisi

yaygın

kabul

görmesine rağmen en azından şu iki zayıf noktası vardır: [a] Silah sanayisinde “bir buçuk gülle” gibi bir adlandırma modeli hiç kullanılmamıştır ve bu modele göre kurulan başka top adları da yoktur; [b] TTü. kontradança kelimesine bakılırsa İtal. -z- [-ô-] ~ [-ö-]

13

Marek STACHOWSKI

sesinin Türkçe izi -ç-’dir; buna

kıyasla, İtal. palla e

mezzo ifadesindeki -z-’nin Türkçe izi yine -ç- olmalıdır. Bu bilgiler ışığında Türkçe balyemez sözcüğünün kaynağını İtalyancadan çok Almancada aramak daha mantıklıdır.

Balyemez örneğinde görüldüğü üzere yabancı kelimenin aslî anlamı net olmayıp şekli değiştirilmiştir ve böylece nesne ile ad arasındaki ilişki mantıklı olmamasına rağmen sözcüğün manası anlaşılabilirdir. Ancak halk etimolojisinin başka yöntemleri de vardır. Meselâ, yukarıda zikredildiği gibi, sözcüğün ancak bir parçası değiştirilebiliyor: [2.2d]

TTü. ejderha < Far. ajdarhā ‘ejderhalar’, çoğul şekli < Far. ajdar > Ttü. ejder. ‒ Farsça sözcük Türkmenceye ilk olarak

herhalde

*ajdarha

şeklinde

alındı.

Ancak

kelimenin aslî manasını sökmeye çalışan Türkmenler, ejderhaların insanları ve hayvanları yutup yediğini düşündüklerinden *ajdarha kelimesinin ilk hecesini (*aj…) galiba aş ‘yemek’ sözcüğü ile ilişkilendirip *ajdar… parçasını ‘aşıt-ar’ (yani ‘oburca yer’) olarak anlamış ve sözcüğün daha kolay anlaşılabilmesi için bu yabancı *ajdar… yerine Türkmence yuvdar ‘yutar’ (< Türkm.

yuvut-

koymuşlardır.

~

yuvdV

Böylelikle

‘yutmak’)

yabancı

kelimesini

*ajdarha,

Trkm.

yuvdarha (‘ejder’)’ya çevrilip “evcilleştirilmiş” oldu.

14

ETİMOLOJİ

Neticede halk etimolojisinde, bir sözcüğün şekli hiç değişmeden kalabildiği gibi manasını açıklamak için özel bir hikaye de uydurulabilir. [2.2e]

İng. history ‘tarih, geçmiş’ < EYun.

h

istoría ‘(araş-

tırmalara dayanan) bilgi(ler)’ (> Rus. istórija ‘tarih’) < EYun. hístōr ‘çok bilgili kişi; hâkim’. ‒ Kökenbiliminden pek anlamayan ve sözcüğün gerçek kökenini bilmeyen İngiliz feministleri history kelimesinin *his story ‘onun hikâyesi’ deyiminden geldiğini düşünüyor ve his ‘onun’ zamiri

sadece

erkekler

için

kullanıldığı

için

bu

etimolojinin bütün tarihe erkeklerin hâkim olduğuna delil sayıyorlar. Dikkat edilirse, bu yorumda sözcüğün biçimi değiştirilmemiş, ancak onu ‘açıklayan’ bir hikaye uydurulmuştur. [2.2.f]

Bu grupta bir başka örnek daha bulabiliriz: 16. yüzyılda yaşayan Fransız basımcısı Henri Estienne (1528-1598), 1565 yılında yayımladığı kitabında Fransız dilini Yunanca ile karşılaştırmıştır. Çeşitli etimolojileri teklif ederek Fr. pantoufle ‘terlik’ sözcüğünün Yunanca pãn+fellòs (< pãn ‘bütün’ + fellòs ‘mantar [meşe ağacı tabakası]’) birleşik sözcüğünden geldiğini yazmıştır (Considine 2008: 61). Anlaşılan o ki pantoufle sözcüğünün aslî manası, ‘bütünüyle mantardan yapılan şey’ dir. Ancak terlikler mantardan hiç yapılmıyor… Ayrıca Fransızca kelimedeki -t- ünsüzünün türemesi ile ilgili herhangi bir açıklama da yapılmamıştır. Gerçekte, Fransızca pantoufle sözcüğü İtal.

15

Marek STACHOWSKI

pantufola sözcüğüne gider. Ancak İtalyanca sözcüğün kaynağı bugüne dek aydınlatılamamıştır.

2.3 Görüldüğü gibi “Halk etimolojisi” terimi hem şekil değiştirme hem de hikâye uydurma için kullanılabilmektedir. İlk bakışta, yalan hikâye uydurma yöntemi bilime yüzde yüz aykırı ve şekil değiştirmekten bile gayriilmî görünüyor. Halbuki, meslekî kökenbilimciler araştırdıkları sözcüklerin biçimini asla değiştirmezler, bir açıklama bulmaya çalışırlar. Demek ki, hikâyeyi uydurma, bir dereceye kadar açıklamayı bulmaya denk olması bakımından bilimsel etimolojiye (yöntemler tipolojisi bakımından) çok yakındır. Zaten bu gibi denemeler daha Antik Yunanistan’da ve onun kültür geleneğinde kalan Avrupa ülkelerinde hep yapılıyordu. Tarihî ve karşılaştırmalı dilbilimini bilmeyenler sadece dil duygusuna ve fantezilere dayanabiliyorlardı. Bu, aynı zamanda Antik Yunanistan’da başlayan ve 19. yüzyıla kadar devam eden eski bir geleneğin yansımasıdır. Şu iki örneğe bakalım: 6. yüzyılda yaşamış Ostrogotların sarayında yüksek memurluklarda bulunmuş ve Roma’da bir kütüphane kurmuş olan tarihçi ve filozof Flavius Magnus Aurelius Cassiodorus, Lât. patria ‘vatan’ kelimesinin, Lât. patris ātria’dan ‘babanın evi’ (daha doğrusu: ‘babanın (büyük) salonları’, çoğul < ātrium ‘hol, büyük salon’) geldiğini ileri sürmüştür. 6./7. yüzyılda Endülüs’ün Sevilla şehrinde yaşayan başpiskopos Izidor, bilginliği ile bütün Avrupa’da meşhur olduğu halde Lât. Gallia ‘Galya’ ismini, Yun. gála ‘süt’ kelimesine götürmede 16

ETİMOLOJİ

tereddüt göstermemiş, bu ilişkinin sebebini Galyalıların beyaz teninde aramıştır. (Maltby 1991: 253). 2.4 İsviçreli dilbilimci Ferdinand de Saussure (1857-1913), Cours de linguistique générale (= ‘Genel dilbilim dersleri’) adlı kitabının ilk İsviçre yayınında (1916, ölümünden üç yıl sonra) sonraki yayınlarında deyimi biraz hafifletse de halk etimolojisine ‘patolojik fenomen’ demekteydi (Meier 1986: 139). Bugün halk etimolojisine o kadar da katı bakmıyoruz. Çünkü onun sayesinde toplumun etimolojik ve dilbilimsel seviyesini öğrenebiliyoruz. Trkm. yuvdarha kelimesinde (bkz. [2.2d]) niçin -ha hecesi değiştirilmemiştir? Acaba Farsça ile yüzyıllardır temasta bulunan Türkmenler -ha hecesinin Farsçada bir kelime değil, ek olduğunu bildikleri için mi? Halk etimolojisinden kaynaklanan değişmeler bir dilde kabul görebilir böylelikle halk etimolojisi bir dildeki kelimelerin biçimsel yapısını da etkileyebilir. ([1.4a]’daki gibi). Bu yüzden halk etimolojisini dikkate almama kökenbilimsel araştırmalarda yanlışlıklar doğurabilmektedir. Ayrıca, bir toplumun etimolojik bilinci, kelimeyi değiştirme yönünü belirleyebilmektedir. Gördüğümüz gibi, halk etimolojisinin metotlarından biri, yabancı bir kelimenin bir parçası yerine kendi dilinden, anlaşılır bir kelime veya onun parçasını koymaktır. İşte 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında Romanya’da bazı kişiler Rumencedeki birçok Slâvca sözcüğü, mümkün olduğu kadar Romancalaştırmaya çalıştılar. Örnekler:

17

Marek STACHOWSKI

[2.4a]

Rumen. răzbói ‘savaş, harp’ (< Doğu Slv. razbóy ‘soygun’) sözcüğünün -boi parçası yerine Lât. bellum ‘harp’ kelimesinin ilk hecesini koyup daha çok Romanca görünen Rumen. răzbél ‘harp’ kelimesini türettiler. Ancak, bu yeni kelime bugün nadir kullanılır ve eskimiş sayılır (Graur 1963: 84).

[2.4b]

Rumen. năráv ‘alışkanlık, âdet’ (< Doğu Slv. nrav ‘ay.’) sözcüğünün ilk hecesi nă- yerine Lât. mos, moris ‘ay.’ kelimesinin gövdesini (mor+) koydular. Böylelikle Rumen. moráv ‘ay.’ kelimesi ortaya çıktı. [2.4a]’daki sözcüklerden farklı olarak, bugünkü Rumencede hem năráv hem de moráv kullanılmaktadır. Ancak, năráv sözcüğünün modern anlamı biraz daralmış ‒ daha çok ‘bağımlılık, düşkünlük, tutku’ anlamı kazanmıştır; moráv kelimesi ise daha çok morávuri ‘(her türlü, iyi veya kötü) alışkanlıklar’ türevi olarak kullanılmaktadır. (Graur 1963: 84).

Yukarıda zikredilmiş örneklerde görülen yöntemler halk etimolojisinin yöntemleri ile yüzde yüz aynı değildir. Çünkü -bel (2.4a]) ile mor- ([2.4b]) öğeleri Rumence konuşanlar için anlaşılır değildir. Gene de adaptasyon prensibi aynıdır. Bu örnekler iki önemli noktayı daha gösteriyor: Bir yandan dilbiliminin siyasi amaçla suistimalini, öbür yandan ise kökenbiliminin pratik uygulanmasını ‒ bu da gerçekten çok seyrek görülebilen bir durumdur.

18

ETİMOLOJİ

2.5 Leh. etymologia natchniona ‘ilhamlı etimoloji’ ve Alm. gelehrte Volksetymologie ‘âlimlik halk etimolojisi’ deyimleri aynı kavramı iki farklı dilde alaylı bir şekilde dile getiriyor: Bilim bakımından değersiz ama kendisine bilimsel süs verilen halk etimolojisini. [2.5a]

Macarca gyere! (oku: ['ere]) ‘gel!’ sözcüğüne bakalım. Türkçede bir emir kipi var olduğu gibi Macarcada da var ama, gyere! kelimesi bir fiilin biçimi değil, tek başına emri belirten “emir sözcüğü”dür. I. Papp (1956) bu sözcük üzerine ayrı bir yazı yazmıştır. Onun fikrine göre, hareket noktamız ered ‘ıraklaşmak, gitmek, uzaklaşmak’ fiilinin eredj! (oku: ['ere]) ‘git!, uzaklaş!’ emir kipidir. Bu biçim, emrin şiddetini artırmak için üç kere tekrarlanmış: *ere ‒ ere ‒ ere diye. Sonra, herhalde çabuk konuşulduğu için başlangıcı ve sonu düşmüş: *(ere) ‒ ere ‒ ere() ve bu dizi *ere ‒ ere olarak anlaşılmış. Böylece oluşan *ere sözcüğü bugün gyere diye yazılıyor. Ayrıca, sözcüğün manası ‘git!’ değil, ‘gel!’ demektir. Bu tür bir etimoloji fanteziden başka bir şey değildir. Bu açıklamada sözcüğün parçalarının birdenbire kaybolduğunu, kelimelerin başka türlü sıralandığını, manaların

tam

karşıtlarına

değiştiğini

varsaymak

durumundayız ki böyle bir gelişimi ciddiye almak mümkün değildir. İşte bu türden açıklamalara kolaylıkla “ilhamlı etimoloji” diyebiliriz. Hemen hemen elli yıl sonra I. Futaky (2001: 79) gyere! kelimesi için bambaşka bir etimoloji teklif etti. 19

Marek STACHOWSKI

Macarlar 9. yüzyılın sonlarında Pannonia’ya geldiklerinde bu

bölgede

yaşayanlar

arasında

Avar

Kağanlığı

zamanından kalma Tunguzlar da vardı. İşte Tunguz dillerinde *ǯi- ‘gelmek’ fiilinin gelecek zamanı emir kipi (imperativus futuri) *ǯi-ru ‘(biraz sonra) gel!’ var idi ki, Futaky Mac. gyere! kelimesini tam da bu *ǯiru biçimine götürmektedir. Tunguzcanın Macar dili üzerindeki etkisi hakkında birkaç yazı yazıldığı halde Macar dilbilimcilerin çoğu bu etkiyi ve bu gibi etimolojileri kabul etmeyi asla düşünmezler. Bu konuda bir başka ünlü etimolog E. Helimski (2000: 53, dipnotu 13) şöyle diyor: «The fact that they [= Tunguz etimolojileri] are not accepted in the contemporary Hungarian etymological lexicography is a problem of the latter ‒ not of the quality of I. Futaky’s comparisons». Kendi dilindeki bir sözcüğün yabancı asıllı olduğunu kabul etmek istemeyen bir dilbilimcinin aşırı milliyetçi duygularla bilimsel ölçütleri bir kenara bırakarak köken denemelerine girişmesi ve bunun sonucunda ileri sürdüğü kökenbilimsel teklife de kimseyi inandıramaması, ülkesinin bilimsel seviyesini gülünç duruma düşürmekten başka bir işe yaramaz. [2.5b]

Bir başka örnek ise Moskova Nostratiklerinin başı olan Sergéy Anatólyeviç Stárostin’in (1953-2005) öne sürdüğü Ttü. yağmur sözcüğünün etimolojisi ile ilgilidir: < Ana Tü. *yag- ‘yağmak’ + Ana Tung. *mur ‘su’. Problem şudur ki, bir yandan mur ‘su’ sözcüğü Türk dillerinde 20

ETİMOLOJİ

tanıklanamamakta öbür yandan “eylem gövdesi + ad” (özellikle,

“Türkçe

eylem

gövdesi

+

Türklerin

anlamadıkları Tunguzca ad”) modeli Türk dillerinde bilinmemektedir.

21

3. ÖDÜNÇ SÖZCÜKLER: AYIRT ETME ÖLÇÜTLERİ 3.1 Ödünç kelimeleri, bir dilin öz sözcüklerinden ayırt etme hem alıntılar ile ilgilenen hem de ilgilenmeyenler için önemlidir. Anadilini konuşanlar bazen bir yabancı sözcüğü hemen fark ederler. Fakat kolaylıkla fark edilemeyen zor örnekler de vardır. Meselâ, İngilizce glamour ‘göz kamaştırıcılık, sahte parlaklık’ ~ to glamour ‘büyülemek, teshir etmek’ kelimesi Fransızcadan alınmış gibi görünüyor (bunun sebebi galiba Fransızca için çok tipik olan -ou- harf dizisidir). Oysa, ne bu ne de buna benzer bir kelime Fransızcada var. İng. glamour sözcüğü, İskoçya İngilizcesinde grammar (school) ‘ilkokul’ (harfi harfine: ‘gramer okulu’) deyiminin bozulmuş söylenişidir. Eski zamanlarda, okur yazar olmayan sıradan insanlar çocuklarının ilkokulda neler öğrendiklerini görünce okuma hünerini büyü sanmış ve bu nedenle de grammar ‒ kendilerinin telâffuzuna göre glamour ‒ kelimesini ‘büyü’ manası ile kullanmaya başlamışlardır. Zamanla glamour varyantı edebî İngilizcede de kendine yer edinmiştir. Ancak, manası ‘büyü’den ‘cazibe’ye, ‘cazibe’den ise ‘sahte parlaklığa’ değişmiştir. Görüldüğü üzere, glamour sözcüğü Fransızcadan bir alıntı sayılamaz.

Marek STACHOWSKI

3.2 Tarihî ölçüt. ‒ Bazı sözcükler, bir dil ailesinin bütün temsilcilerinde var olduğu halde tarihî sebeplerden dolayı ana dilden kalma sözcükler sayılamaz. Örneğin, televizyon sözcüğü Ana Türkçe’ye kadar geri götürülemez. Çünkü Ana Türkçe konuşulduğu zamanlarda henüz televizyon yoktu. Demek ki, bu kelime fonetiği ve yapısı incelenmeden bile tarihî nedenlerle en çok 20. yüzyılın başlarına geri götürülebilir. Bir başka örnek: [3.2a]

AngSaks. hænep, EYAlm. hanaf, Fr. chanvre, Yun. kánnabis, Lât. cannabis ‘kenevir’ sözcükleri ‒ yapı bakımından ‒ Hint-Avrupa ana dilinin *kannabis biçimine geri götürülebiliyor. Ancak, arkeologlara göre Hint-Avrupa dili konuşanlar keneviri kullanmamış ve tanımamışlardır. Tarihî ziraat bilimine göre kenevir Avrupa’ya Asya’dan getirilmiştir ki M.Ö. 5. yüzyılda yaşayan Herodot da yaşadığı çağda kenevirin Avrupa’da pek bilinmeyen bir bitki olduğunu teyit etmiştir. Bu veriler olmasaydı sadece sesbilimsel ölçüte bakıp bu kelimenin

Hint-Avrupa

dilindeki

biçimini

yeniden

kurabilirdik. Bu yanlıştan bizi kurtaran bilgi, tarihî ölçüttür.

Şimdi şu durumu düşünelim: Birinin adı A, öbürününki ise B olmak üzere iki halkın yanyana yaşadığını, B halkında dokumacılığın çok iyi geliştiğini A halkında ise oldukça geri kaldığını varsayalım. Bunun sonucunda A halkı dokumacılığı B halkından öğrenecek ve aynı zamanda dokumacılık terimlerini de B halkının dilinden alacaktır. Başka bir deyişle, A halkının dilinde, kökeni bilinmeyen bir dokumacılık terimi varsa kaynağının B 24

ETİMOLOJİ

halkının dilinde bulunabilme olasılığı çok yüksektir. Bu kaide şu örnekle ilgilidir: [3.2b]

Osetlerin takvimindeki yaz aylarından birinin adı Amistol’dur. Morgenstierne

Ünlü

Norveçli

(1892-1978)

dilbilimci bu

sözcüğü

Georg ikiye

bölmektedir: ami (= Avst. hamina- ‘yaz’) + stol ‘?’. Bu tür bir etimolojiyi tatminkâr saymak zordur. Osetçenin etimolojik sözlüğünü yazmış ve aynı zamanda kendisi de Oset olan Vasiliy Ivanoviç Abaev (oku: [a'baÇef]) (1900-2001; 101 yıl yaşamış!) bir yazısında Morgenstierne’in Osetlerin takviminin tarihine ve Amistol adının tarihî bağlamına bakmadığından dolayı hata yaptığını yazmıştır (Abaev 1980: 41). Çünkü Osetler Hıristiyandır ve takvim adları da Hıristiyan kültürü ile ilişkilidir, aralarında Avesta dilinden kalma adlar yoktur. Başka Osetçe ay adlarına bakalım: Tutır ‘Aziz Theodoros ayı’, Georguba ‘Aziz Georgos ayı’ vs. Görüldüğü gibi, bu adlar Hıristiyan azizlerin isimlerinden kurulmuştur. Amistol adı, Osetçeye komşu bir Türk dili olan Balkarcaya Abıstol şeklinde geçmiş (Abǝstol şeklinde de kaydedilmiştir) ve aynı zamanda bu dilde *Abistol şeklinde eski biçimini de (*-i- > -ı- değişmesi bir yana) koruyabilmiştir. Aynı şekilde tabak kelimesi de Osetçede tamako’ya çevrilmiştir. Yani, Osetçede iki ünlü arasındaki -b- ünsüzü -m-’ye çevrilmektedir. Bu adın *Abistol eski biçiminin kökenini şimdi göstermek oldukça kolaydır: Yun. apóstolos ‘Havârî’ (= Lât. apostolus, İng. apostle, 25

Marek STACHOWSKI

Alm. Apostel, Leh. apostoł ‘ay.’) sözcüğünden kurulup ilk manası ‘Havârîler ayı’ idi. Ve gerçekten, 29 Haziran, Aziz Petrus ile Aziz Pavlus günüdür. Şu halde Morgenstierne tarihî ölçütü düşünmeyip sadece ses ve biçimbilimsel analiz ile yetindiği için hata yapmıştır.

3.3 Sesbilimsel ölçüt. ‒ Bir dilin söylenişi bilerek çarptırılamayacağı için fonetik ölçütler son derece önemlidir. Örneğin, Yak. kapkān ‘tuzak, dolamık’ kelimesi, gayet tabiî ki, kap-mak eyleminden türetilmiştir. Ancak, -gan ~ -kan ekindeki -aünlüsü normal şartlar altında kısa olmalıdır. Bu durumun açıklaması için [7.3a] maddesine bakınız. 3.4 Tarihî ve sesbilimsel ölçütlerin birleştirilmesi. ‒ İslâm dininin peygamberi Hz. Muhammed’in adının, Avrupa dillerine (Osmanlıca aracılığıyla ya da doğrudan doğruya) Arapçadan alındığı herkesçe bilinen bir şeydir, İng., Alm. Muhammad ~ Muhammed ~ Mohammad ~ Mohammed, Fel. Mohammed gibi. Arapçada olduğu gibi İngilizce, Almanca ve Felemenkçe varyantlarda da ilk hecelerde u/o ‒ a ünlü dizisi vardır. Fakat Fr. Mahomet, İtal. Maometto, İsp. Mahoma, Port. Maomé (ve Romancadan alınmış olan Leh. Mahomet, Litv. Mahometas) varyantlarında u/o ‒ a dizisi yerine a ‒ o dizisini görüyoruz. Hz. Muhammed’in isminin bu dillerde yabancı bir ad olduğunu tarihî ölçütler gösteriyor. Ödünç alınma yolları ise sesbilimsel ölçütlere göre belirlenebiliyor. Çünkü Arapçanın Fas diyalektinde u ‒ a > a ‒ u geçişi sonunda Muḥammad ismi Maḥummad diye söylenir. Başka bir deyişle, Avrupa dillerinde, u/o ‒ a dizili 26

ETİMOLOJİ

varyantlar Yakın Doğu dillerinden (Osmanlıca, Arapça), a ‒ o dizilileri ise Arapçanın Fas diyalektinden alınmıştır. Bu ölçüte dayanarak Litvanca ve Letonca bitişik memleketlerde kullanıldığı halde, Litv. Mahometas biçiminin Leh. Mahomet < Fr. Mahomet < Fas Ar. Maḥummad < Ar. Muḥammad’dan, Let. Muhamedas biçiminin ise Alm. Muhammed < Osm. Muhammed < Ar. Muḥammad’dan geldiğini söyleyebiliriz. Benzer bir şekilde Rusçada kullanılmakta olan şu iki varyantı, alınma yolları açısından birbirinden ayırabiliriz: (a) Rus. Muhamméd < Osm. Muhammed < Ar. Muḥammad; (b) Rus. Magomét < Fr. Mahomet < Fas Ar. Maḥummad < Ar. Muḥammad. 3.5 Biçimbilimsel ölçüt. ‒ Önce iki örneğe bakalım: (a) Yun. kist ‘kutu’ sözcüğünün Lâtince dengi cisterna (Klâsik Lâtince telâffuzu: [k-]) ‘sarnıç’; (b) Yun. lamptr ‘lâmba’ kelimesinin Lâtincesi lanterna ‘fener’. Bu iki örnekte, Lâtince varyantlarda Yunanca asıllarında eksik olan -rna eki var. Bu gibi bir ek Lâtin dilinde bulunmadığı için Yunancadan alınan sözcüklere bir başka dilden geçmiş olmalıdır. Ve gerçekten, böyle bir ek, M.Ö. 6. yüzyıla kadar İtalya Yarımadası’nda yaşayan Etrüsklerin dilinde vardı. Demek ki, bu iki kelime Lâtinceye doğrudan doğruya Yunancadan değil, Yunancadan Etrüskçenin aracılığı ile alınmıştır. Biçimbilimsel ölçüt çok iyi görülebilir, belirgin bir ölçüttür. Ancak, sesbilimsel ölçüt kadar sağlam ve güvenilir değildir. Çünkü yabancı bir ek bir dilde yaygınlaşarak bu dilin sözcüklerine de eklenip yeni sözcükler türetebilir, çağdaş TTü. patroniçe kelimesinde olduğu gibi: 27

Marek STACHOWSKI

Patroniçe sözcüğündeki -içe eki Türkiye Türkçesine Slâv dillerinden (-ica) alınmıştır; TTü. patron sözcüğü de Fr. patron’dan ödünçlenmiştir Oysa bu iki öğe Slav dillerinde de Fransızcada da yeni bir sözcük türetmemiştir. Lât. cisterna ve lanterna sözcüklerinden farklı olarak, TTü. patroniçe için, temeli Fransızca (patron) olan bir -ica ekli Slâvca türevi (*patronica) bulamayacağız. Demek ki, bir ekin hangi dilde temel sözcüğe eklendiği, bu ekin hangi dilden geldiğinden çok daha önemlidir. Onun için patroniçe kelimesi, kökü Fransızca, eki ise Slâvca olduğu halde yüzde yüz Türkçe bir kelimedir. Şimdi şu iki formüle bakalım: [3.5a]

Ar. ḳuṭn ‘pamuk’ > Sic. cuttuni, İtal. cotone (> Fr. coton) ‘ay.’ = İsp. algodón, Port. algodão ‘ay.’ (Deroy 1956: 57).

[3.5b]

Ar. sukkar ‘şeker’ > Sic. zúccaru, İtal. zucchero (> Fr. sucre) ‘ay.’ = İsp. azúcar, Port. açúcar ‘ay.’ (Deroy 1956: 57).

Görüldüğü gibi, İspanyolca ve Portekizce denklerde hep a(l) Arapça belirli tanımlığın izi var olduğu halde Sicilyaca ve İtalyanca karşılıklarında böyle bir iz kalmamıştır. Nedeni, Sicilya’daki dil durumunun İber Yarımadası’ndakinden farklı olmasıdır. Çünkü Sicilya’da yaşayıp Lâtince konuşan halk Arapçadan önce Yunanca konuşan komşular ile temasa girip Yunancayı ve bu yolla o zamanın Lâtincesinde henüz var olmayan belirli tanımlık kategorisini de öğrendiler. Onun için de Arapçayı

28

ETİMOLOJİ

anlamaya başladıkları zamanlarda al- tanımlığını kelimenin asıl anlamı için önemsiz bir öğedir diye dikkate almadılar. İber Yarımadası’nda ise Yunanca konuşanlar yoktu ve yukarıda dediğimiz gibi o zamanın Lâtincesinde belirli tanımlık hâlâ oluşmuş değildi ki, halk bu yüzden bir yabancı kelimenin, önsesinde bulunan hece ile değil, ikinci hecesiyle başlayabildiğini hiç düşünmediği için Arapça tanımlığı sözcüğün içkin parçası sanarak kelimeyi tanımlık ile beraber almıştır (Deroy 1956: 213). Bu bağlamda Katalancanın Roman dilleri arasında özel bir yeri vardır: [3.5c]

Ar. maḫazin ‘depo’ > Kat. almazèm ~ magatzem ‘ay.’ (Wartburg 1931: 142).

[3.5d]

Ar. maṭraḥ ‘minder’ > Eski Kat. almatrah ‘ay.’ ~ çağdaş Kat. matalaf ‘somya, döşek’ (Wartburg 1931: 142).

Başka İber dillerinde (İsp. almacén, Port. armazém ‘depo’; İsp. Port. almadraque ‘minder’) olduğu gibi Katalanca biçimler de Arapça tanımlıklı olmalı. Yani, almazèm ile almatrah şekilleri beklendiği gibidir. Fakat al-sız biçimler Sicilya ödünç alma yoluna hastır, peki bu biçimler Katalancaya acaba nasıl ulaşabildi? Anlaşılıyor ki, 13. ve 14. yüzyıllarda Katalanya, Sicilya ile sıkı ticarî temasta bulunup ‘depo’ ve ‘minder’ gibi kavramların adlarını Sicilya dilinden almıştır. Zaten Arapçayı bilen Türklerden farklı olarak Avrupalılar Arapçadan İber yoluyla gelen sözcüklerin ilk hecesindeki al- ekini saklamışlardı; aşağıdaki örneklerde olduğu gibi: 29

Marek STACHOWSKI

[3.5e]

Ar. (ǧabr [> Osm. cebir] ~) gabr > (al-ǧabr ~) al-gabr > İsp. álgebra, Fr. algèbre, Alm. İng. Leh. algebra ‘cebir’.

[3.5f]

Yun. xēmeía ‘kimya; metalurji; boyama’ > Ar. kīmiyā (> Osm. kimya) ~ al-kīmiyā > İsp. alquimia, Fr. alchimie, İng. alchemy, Alm. Alchemie ~ Alchimie, Leh. alchemia ‘simya’ (sırası gelmişken, TTü. simya < Ar. sīmiyā ‘büyü’).

Bu durumda Türkiye Türkçesinde Arapça al- tanımlıklı kelimlerin bulunmayışı pek mantıklı görünüyor. Halbuki, Ar. alkuḥl kelimesinin TTü. temsili olan alkol sözcüğünde al- hecesi vardır. Katalanca örneklerde al- tanımlığının bulunmaması kelimenin bir başka ödünç alınma yolunu gösterdiği gibi TTü. alkol sözcüğünde de al- tanımlığının bulunması bir başka yolu gösterir. Çünkü Ar. al-kuḥl ‘rastık taşı tozu’, daha doğrusu, bu sözcüğün İber Arapçasında kullanılan al-kuḥúl ‘ay.’ sesbilimsel varyantı Avrupa dillerine geçip Alm. Leh. alkohol, İng. alcohol, Fr. alcool ‘alkol’ şeklinde yerleşmiştir. Görüleceği gibi, anlambilimi bakımından şu değişmeye tanık oluruz: ‘rastık taşı tozu’ > *‘su katılan toz’ > *‘su ile karıştırılan şey’ > *‘şarap, içki gibi sulandırılan şey’ > ‘alkol’. Zamanla Fr. alcool sözcüğü Osmanlıcaya alınmıştır ve bugünkü imlâya göre alkol diye yazılmaktadır. Bu kelimenin Osmanlıcaya doğrudan doğruya Arapçadan gelmediğini, tam tersine, daha önce Fransızcadan geçtiğini bir biçimbilimsel ölçüt olan Arapça al- tanımlığının bulunmasına dayanarak ileri sürebiliyoruz. 30

ETİMOLOJİ

3.6 Anlambilimsel ölçüt. ‒ Bir kelimenin ses ve biçimbilimsel açıdan iki veya üç kaynağı söz konusu olursa kökenini araştırdığımız sözcüğe anlam bakımından en yakın olanı doğru etimon yani kaynak olarak kabul ederiz. Örnek: İtal. bizza [-öö-] ‘keyifsizlik, kapris’ adından İtal. bizzarro ‘kaprisli, keyifsiz, çabuk öfkelenen, çılgın’ sıfatı türetilmiştir. Bu İtalyanca sıfatın İspanyolca karşılığı bizarro ‘cesur, yürekli’, Fransızca karşılığı ise bizarre ‘garip, tuhaf, kaprisli’ sözcükleridir (Deroy 1956: 58). Fransızca kelimenin doğrudan doğruya İtalyancadan mı yoksa İspanyolca aracılığı ile mi alındığı sorusuna ne ses ne de biçim açısından inandırıcı bir cevap vermek mümkün değildir. Bu durumda elde anlambilimsel ölçüte dayanmaktan başka bir ölçüt kalmıyor. İtalyanca sözcüğün anlamı, Fransızca anlama İspanyolca anlamdan yakın görünüyor. Bu nedenle de Fr. bizarre < İtal. bizzarro (< İtal. bizza) > İsp. bizarro formülünü kabul edebiliriz. Anlamlar ve anlamların değişmeleri ruhsal, psişik süreçlere sıkı sıkıya bağlı olduğuna göre onları ses kanunları kadar düzenli ve istisnasız formüllere sokmak mümkün değildir. Bu sebeple anlambilimsel ölçütlere normalde az güvenilir. Gene de anlamlar bütünüyle kuraldışı, düzensiz değildir. Örneğin, Hint-Avrupa dillerinin tarihinde şu anlambilimsel değişim dizileri saptanabilmektedir: ‘damar’ → ‘bükmek’ → ‘yay’ → ‘yay kirişi, çile’ → ‘titreşmek’ → ‘ses, ton, seda’ (Levickij 2006: 363); zaten TTü. kiriş sözcüğü de ‘damar’ → ‘çile’ değişimine uyar (oysa, Türkçede ‘damar’ ile ‘çile’ arasında ‘bükmek’ ve ‘yay’ aşamaları 31

Marek STACHOWSKI

galiba yoktur). Fakat ‘ses, ton, seda’ kavramından ‘damar’ kavramına geçiş hiç bir dil ailesinde tespit edilememiştir. Bir başka örneği Oyr., Şor. topčı ‘düğme’ sözcüğünde buluruz. Leh. guzik ‘düğme’ sözcüğü, guz ‘topuz, tümbek, kabartı’ sözcüğünden türetildiği gibi, topčı kelimesinin de top sözcüğüne gittiği düşünülebilir. Ancak, -çı eki ile yapılan sözcükler genellikle bir mesleği gösterir, TTü. topçu ‘top kullanan asker’ sözcüğünde olduğu gibi. Anlam açısından Oyr. Şor. topčı kelimesi, Türk dillerindeki modele uymaz. Onun içindir ki, bu kelime, Tuv. dopšu ‘meme başı’ sözcüğü ile beraber Moğ. tobči ‘1. meme başı; 2. düğme; 3. kurşun, mermi’ sözcüğüne götürülebilir (Pomorska 1996: 71). 3.7 Filolojik ölçüt. ‒ Kelime değişmelerinin mekanizması şu şemada görülebilir:

Kaynak Ⓧ

Ⓐ değişme 1

Ⓑ değişme 2

A aşamasında bulunan sözcük, kaynağa B aşamasındakinden daha benzer ise her şey beklenildiği gibidir. Ama [1.2a]’daki Windhund kelimesine bakalım. Dediğimiz gibi, kökenbilim eğitimi görmemiş kişiler bu sözcüğün kaynağını Wind kelimesi ile ilişkili görürler. Ancak 16. yüzyılda bu sözcüğün yazılışı Winthund idi. Bu verileri şemamıza uyarladığımızda şu süreç ortaya çıkar:

32

ETİMOLOJİ

Kaynak Ⓧ Wind

Ⓐ Winthund

Ⓑ Windhund

Görüleceği üzere, uygulamamazın sonucu beklenilen sonucun tam tersidir: B aşaması kaynağa, A aşamasından daha yakındır. Bu durumun açıklamasını [1.2a]’da vermiştik. Şimdi işin daha genel bir tarafına bakalım: Winthund biçimindeki -th- ünsüzlerinin Windhund varyantındaki -dh- ünsüzlerinden ötümsüzleşme sonucu oluşması (yani: Wind > Windhund > Winthund) sesbilim bakımından mümkündür; kabul edilememesinin bir tek nedeni vardır, o da: Winthund varyantının gerçekte Windhund varyantından daha önce kaydedilmiş olmasıdır. Bu da filolojik ölçüttür. Başka bir ifadeyle: Windhund sözcüğünün kaynağının Wind sözcüğü olmadığını bize filolojik ölçüt gösterir. 3.8 Çaresizlik ölçütü. ‒ Bu ölçüt pek bedîhî olarak açıkça fazla tartışılmasa da araştırmalarda bazen kullanılır. Bir sözcüğün kaynağı bir türlü belirlenemezse, fonetik veya morfolojik hiçbir belirti sözcüğün yabancı kökenine işaret etmese de aklımızda bu sözcük galiba bir alıntı, ancak alıcı dile mükemmel bir şekilde uydurulmuş bir alıntıdır fikrini uyandırabilir. Bu bağlamda örnek olarak Leh. warkocz ['varkč] ‘örgü’ (= Eski Rus. vorkoč' = Eski Ukr. varkoč" = Çek. Slvk. vrkoč = Srp. Hrv. vkoč ‘ay.’) kelimesini hatırlatmak yerinde olur. Bu sözcük için birkaç Slâvca etimoloji öne sürülmüş ama hiçbiri genel kabul 33

Marek STACHOWSKI

görmemiştir. Almanca ve Farsça gibi başka Hint-Avrupa dillerinden alıntı olduğu savı da kabul edilmemiştir. Bu durumda çaresizlik içinden çıkış yolu galiba Hint-Avrupa dışı dillere başvurmaktır. Ve gerçekten, bu kelimenin kökeni Türk dillerinde bulunabilmiştir: < Bulg.-Tü. *vărkăč < Ana Tü. *ȫrgüč < *ȫr- ‘örmek’ > *ȫrgü > TTü. örgü (Stachowski S. 1998: 384). 3.9 Dolaysız veya son kaynak mı? ‒ [3.5]’teki Lât. cisterna ‘sarnıç’ kelimesine Leh. cysterna [ôıs'terna] ‘ay.’ karşılığını eklersek şu diziyi kurmuş olacağız: Leh. cysterna < Lât. < Etr. < Yun. Bu durumda, Lehçe kelimeye “Lâtinceden alınma” dersek daha eski geçmişini gizlemiş oluruz; “Etrüskçeden alıntı” dersek Polonyalılarla Etrüskler arasında temas olmuş mudur sorusuna cevap vermek zorunda kalırız ki bu cevap, tabiî ki, olumsuz çıkacaktır; “Yunancadan alıntı” dersek bu defa Lehçe ile Yunanca arasındaki biçimbilimsel farkı açıklamadan bırakmış oluruz. Görüldüğü gibi, bu üç imkânın birincisi, ikinci ve üçüncüsüne nispeten daha iyi ve elverişli görünüyor. Onun için cysterna sözcüğüne “Lehçedeki Lâtinizm” (= Lâtinceden alıntı) diyebiliriz. Yine de, buna “Lâtince yoluyla Lehçeye girmiş Hellenizm” (= Yunancadan alıntı) diyenler de olacaktır. Demek ki, bazıları ödünç kelimeyi dolaysız alınma kaynağına, başkaları ise son kaynağa göre belirleyebilmektedir. Bu iki imkânın ikisi de bugünkü pratik etimoloji araştırmalarında aynı derecede kökleşmiş sayılır. Belirlemenin ölçütü olarak kelimenin son kaynağını kullanmak isteyenler iki önemli nokta üzerinde düşünmelidir: (a) Yun. kist ile 34

ETİMOLOJİ

Leh. cysterna kelimelerinde olduğu gibi ilk ve son halka arasında meydana çıkan bütün ses ve biçimbilimsel farklar açıklanmalıdır (bkz. [3.9a, b]); (b) kelimenin son kaynağı bulunmalıdır (bkz. [3.9c]). Örnekler: [3.9a]

Fin. risti ‘haç’ < Yun. hrīstós ‘kutsanmış, kutsal yağ ile ovulmuş’ formülünde Fince sözcüğün son kaynağı verilmiştir. Bu denklemi görenlerin aklına şu sorular gelebilir: [a] Yun. h- niçin düşmüştür?; [b] Yun. -ós hecesinin Fin. -i karşılığı sesbilimsel açıdan nasıl açıklanabilir?; [c] anlam değişmesi nasıl açıklanabilir?; [d] Yunancadan Fincenin kelime alması mümkün olabilir mi? ‒ Şimdi bu formülün bütününe bakalım: Fin. risti ‘haç’ < EKS Krĭstŭ ‘1. Nasıralı İsa; 2. İsa’nın sembolü olan haç’ < EYAlm. veya Got. Krist (= modern Alm. Christ ‘1. Nasıralı İsa; 2. Hıristiyan’) < Lât. Chrīstus ‘Nasıralı İsa’ < Yun. hrīstós ‘1. kutsanmış, kutsal yağ ile ovulmuş (Tanrı tarafından seçilmiş olmanın sembolü olarak); 2. Nasıralı İsa’. Buna bakarak, [c] ve [d] sorularının aslında kendiliğinden çözüldüğünü görüyoruz; [a] ve [b] soruları ise başka türlü biçimlendirilmelidir: [a'] Slv. k- niçin düşmüştür?; [b'] Slv. -ŭ ünlüsünü Fincede niçin -i temsil eder? Bu iki soruya birer cevap bulmak zor değildir. Türkçede olduğu gibi Fin dilinde de bir sözcüğün önsesinde birden fazla ünsüz olamaz. Ancak, Türkçeden farklı olarak Fincede bir grup teşkil eden ünsüzlerin arasına bir ünlü sokulmaz (TTü. kulüp < Fr. club [klüp] 35

Marek STACHOWSKI

gibi), ayrıca son ses konumundaki ünsüzler dışındaki diğer ünsüzler düşer, örn. Fin. raamattu ‘Kitab-ı Mukaddes’ < *grāmattu < Doğu İsl. grámota [-'amă-] ‘kitap; yazı; nâme’; Fin. läävä ‘ahır’ < *hlēve < Doğu Slv. hevŭ ‘ay.’ (Mikkola 1938: 38). Aynı sürecin sonucunda Slv. kr- > Fin. r-’ye çevrilmiştir. Son ses konumundaki ünlüye gelince, Slv. i ‒ ŭ dizisi ünlü uyumları sonucu Fin. i ‒ i şeklini alır. [3.9b]

TTü. ve Rus. çay sözcüğü ile İng. tea, Alm. Tee, Fr. thé ‘çay’ sözcüklerinin kaynağı pek bedîhî olarak Çincede aranmalıdır. Çinceden biraz fazla anlayanlar, İng. Alm. ve Fr. sesbilimsel varyantın Güney Çin. te1 ‘çay’ sözcüğüne, Türkiye Türkçesi ve Rus varyantının da Kuzey Çin. čca2 ‘çay’ sözcüğüne gittiğini bilirler. Oysa Türkçe ve Rusça kelimede son ses durumunda bir -y ünsüzü daha vardır. EUyg. ča ‘çay’ sözcüğünün de Kuzey Çin. čca2’dan geldiği açıktır, gene de Eski Uygurca kelime -y’sizdir. Acaba, çay sözcüğündeki -y sesinin menşei ne olabilir? Türkçe ve Rusça çay varyantı, bir tek kelimeye değil, Kuzey Çin. čca2 ye4 ‘çay yaprağı’ deyimine gider. Bu sözcük Çinceden doğrudan doğruya Türkiye Türkçesine geçmiş olsaydı bugünkü biçimi galiba *çaya veya *çayı olurdu. Biraz önce, çay biçiminde niçin -y ünsüzü var diye sormuştuk, şimdi ise niçin -a ünlüsü yok diye sormak zorundayız. Bunun nedeni şudur ki, Çin. čca2 ye4 ifadesi önce Moğolcaya alındı. Moğol dillerinde sözcüklerin ilk hecesi vurgulu olduğundan sonraki hecelerin ünlüleri oldukça 36

ETİMOLOJİ

kısa söylenir, bu durumda son hecenin ünlüsü tümden düşebilir bile. Bu yüzden Moğ. *čáyă sözcüğü čay (= bugünkü Hlh. tsay ‘ay.’) biçimini alıp bu şekilde hem Rusçaya hem de Türkçeye verilmiştir (Murayama 1975). Bu kelime ile ilgili bir örnek daha: Orta Çağ Avrupasının uluslararası dili olan Lâtincede ‘çay’ için aslında ‘çay otu’ anlamına gelen herba thea (Lât. herba ‘ot’, thea ‘çay’) deyimi kullanılırdı. Bu deyimin ‒ sesbilimsel biçimi biraz değişmişse de ‒ bugüne kadar kullanıldığı tek dil Lehçedir: herbata ‘çay’. [3.9c]

Leh. wielbłąd ['vyelb²ƒnt] ‘deve’ ile Rus. verblyúd ‘ay.’ kelimeleri için normal olarak şu gelişim tasarlanır: < EKS velŭbdŭ ~ velĭbdŭ ‘ay.’ < Got. ulbandus ‘ay.’. Böylece Gotça sözcük Slâvca kelimelerin son kaynağı gibi görünür. Ancak Gotçada bu üç heceli kelimenin bir başka, bir ilk manası hiç yok muydu? Develeri kullanmayan Gotlar deve için hakikaten özel bir ad mı türetmişlerdi?

Ulbandus

sözcüğü,

Gotça

kökeni

bakımından açıklanamaz. Gerçekte ‒ birçok sözlüğe rağmen ‒ Got. ulbandus Slâvca kelimelerin son kaynağı değil, Lât. elephantus ‘fil’ sözcüğünün tahrif edilmiş şeklidir (anlaşılan, Gotlar deveyi pek tanımadıklarından onu fil ile karıştırmışlardır). Fakat Romalılar da bu kelimeyi ödünç aldılar: < Yun. eléfas (in hali: eléfantos) ‘fil’ < Ham. eu ‘fil’ + Kpt. ebu ‘fil’ (bu birleştirmenin ilk anlamı galiba ‘eu fili’ ~ ‘eu denilen fil’ şeklinde idi). 37

Marek STACHOWSKI

Görüldüğü gibi, Slâvca sözcüğün Gotçadan geldiğini söylemek, bu ilginç etimolojiyi aşırı yalınlaştırmışsa da, doğrudur. Fakat, Gotçanın bu etimolojide son kaynak olduğunu söylemek yanlıştır. Tam tersine, Gotça dolaysız kaynaktır.

38

4. ÖDÜNÇ SÖZCÜKLER: ADAPTASYON 4.1 Adaptasyonun amacı yabancı kelimeyi alıcı dilin sistemine uyarlamaktır. Bu uyarlama genel olarak ses veya biçim değişiklikleri ile gerçekleşir. 4.2 Sesbilimsel uyarlama. ‒ Fonetik uyarlamanın özü şudur ki, insanlar dillerinin fonetiğine göre konuşup fonolojisine göre duyarlar. Bir yabancı, dilinin bir sözcüğünü bu dilin fonetiğine göre telâffuz ederse biz bu sözü kendi dilimizin fonolojisine uyarlayıp yine kendi dilimizin fonetiği ile söyleriz. Rus dilbilimcisi ve Japon dili uzmanı Yevgéniy Dmítriyeviç Polivánov (1891-1938) için şu anekdot anlatılır: Bir gün Polivanov’un yanına iki Japon öğrenci gelip drama sözcüğünün doğru söylenişini sormuşlar. Çünkü birisi bu sözcüğü dorama diye telâffuz edermiş, öbürü ise öurama diye. Profesör Polivanov bu sözcüğün önsesinde aslında ne do- ne de öu- var diyerek kelimeyi ['drama] diye birkaç kere tekrarlayınca öğrencilerden biri dostuna «Ha, dedim ya! Bak, dorama diyor!» demiş (Deroy 1956: 235). Yukarıdaki anekdottan da anlaşılacağı üzere Japoncada, Türkçedeki gibi, bir sözcüğün önsesinde birden fazla ünsüz bulunamadığı için Japon öğrenciler, d- ile -r- arasında mutlaka bir

Marek STACHOWSKI

ünlü (çok kısa da olsa) olması gerektiğini düşünerek bu sözcüğü kendi dillerinin fonolojik sistemine uyarlamışlardır. Aynı uyarlamayı, Fr. club [klüp] sözcüğünü Türkçe kulüp diye ilk defa telâffuz edenler de yapmışlardır. Bu kelimeyi Türkçe yani alıcı dilin sistemine uyarlamak için bir tek süreç (Fr. kl- > TTü. kul) yeterli olmuştur. Japon dilinde iş biraz daha karışıktır. İng. club [klʌb] ‘kulüp’ kelimesinin önsesindeki kl- ünsüz öbeği, iki ünsüz arasına bir ünlü sokularak ortadan kaldırılmıştır. Bu aşamaya kadar süreç tıpkı Türkçedeki gibi işlemektedir: İng. club [klʌb] > Jap. *kulab. Ancak, Japon dilinde bir sözcüğün sonsesinde ya -n ünsüzü ya da bir ünlü bulunabilir. Bu kural gereği *kulab biçimi > *kulabu şekline gelişmiştir. En son aşamada Japoncada -l- ünsüzü iki ünlü arasında bulunduğundan söyleyişte -r-’ye gelişmiştir. Böylelikle club kelimesi için Japonca biçim *kulabu > kurabu olmuştur. Kısacası, İng. club [klʌb] ‘kulüp’ > Jap. kurabu ‘ay.’ (Deroy 1956: 236). Yani, Avrupa dillerinden alınmış olan club kelimesini Türkçeye uyarlamak için tek bir süreç yeterliyken Japoncaya uyarlamak için üç sürece ihtiyaç duyulmuştur. Uyarlama derecesi, görüldüğü gibi, iki dil arasındaki farklılığa bağlıdır. Fakat, alıcı kişinin eğitim seviyesi ile verici dilin prestiji gibi başka etkenler de vardır. Bilindiği üzere bugünkü Dolganca, Yakut dilinin ağızlarının birinden gelişmiştir. Hem Yakutçada hem de Dolgancada Rusça ödünç kelimeler vardır. Fakat bu iki dilde Rusça kelimeleri uyarlama kuvveti birbirinden farklıdır. 40

ETİMOLOJİ

Yakutların ataları, Güney Sibirya’dan 15. veya 16. yüzyılda Lena Irmağı’nın kıyılarına geldikleri zamanlardan beri kendilerini diğer Sibirya uluslarından daha kuvvetli, daha uygar, daha iyi sanarak ne komşularının ne de sonraki zamanlarda ülkelerine gelen Rusların dilini fazla prestijli saymış, alınan bütün kelimeleri derin derin uyarlama süreçlerine tâbi tutmuşlardır. Dolganlar ise yaşadıkları Taymır Yarımadası’nda uluslararası iletişim dili olan Rusçaya yüksek değer verdikleri için Rus dilini iyice öğrenip doğru konuşmaya çalışırlar. Bu nedenle Dolganların genç kuşakları Dolgancaya alınan Rusça sözcükleri mümkün olduğu kadar doğru telâffuz etmek için bir çaba gösterirler. Örneğin, Rus. pravlénye ‘yönetim’ sözcüğünün Dolgancası, aslına oldukça benzerdir: Dolg. prableńńe ‘ay.’; Yakutçası ise aslına pek benzemez: Yak. bırabılıańńa ‘ay.’. Ancak ihtiyar Dolganlar Rusçayı az bildikleri için Rusça sözcükleri kendi dillerine yüksek derecede uyarlamaya çalışmışlardır. Rus. záthlıy ‘küf kokan’ > *sātklay > *sāklay > Dolg. hāglay ‘ay.’; eski Alm. Feldscher ‘ordu cerrahı’ > Rus. (edebî dil) fyédšer ‘ay.’ > Rus. (ağızlar) fyérša ‘doktor’ > Dolg. pıarsal ‘ay.’ örneklerinde olduğu gibi.

41

Marek STACHOWSKI

4.3 Fonetik uyarlama değişmeleri beş temel tip oluşturuyor: [4.3a]

Alıcı dilde bulunmayan bir sesin yerine alıcı dilde var olan bir sesin getirilmesi. ‒ Meselâ, [ž] > [s]: Fr. bijouterie ‘mücevherat’ > İsp. bisuteria ‘ay.’; [ô] > [č]: İsl. kralica ‘kraliçe’ > TTü. kraliçe ‘ay.’.

[4.3b]

Yabancı telâffuzun bir özelliğinin bütünüyle kaybolması. Bu

değişme

sık

sık ünlü uzunluklarında

görülür.

Alm. Zwieback [-i:-] ‘peksimet’ sözcüğüne giden Leh. cwibak [-i-] ‘bir nevi kuru kek’ örneğinde olduğu gibi. [4.3c]

Yabancı telâffuzun bir özelliğinin bir sesten bir başka sese kayması. Meselâ, Slâv dillerinde Türkçe, Fransızca veya Almanca ö, ü gibi ön yuvarlak ünlüler yoktur. Bu ünlülerin ön ünlü olması, söylenişlerinde bir palatal öğenin var olması ile ilgilidir. İşte Slâv dillerinde, telâffuzunda aynı zamanda hem bir palatal hem de bir yuvarlak öğe bulunan ünlüler yok ise de  [by],  [ky] gibi palatal ünsüzler vardır (aynı  ünsüzü Türkçe kâr ‘para kazancı; fayda’ sözcüğünde de var). Fr. bureau ‘büro, ofis’ kelimesinin önsesinde [bü-] hecesi vardır. Bu sözcük Lehçeye girerken [bü-] hecesi [byu-] olmuştur (Leh. biuro ‘ay.’). Uluslararası çeviriyazım alfabesinde ünsüzler C, ünlüler V, palatal sesler ise ' simgesi ile gösterilir.

Şöyle ki, [bü-] hecesi sembolik

olarak CV́ yazılabilir. O zaman Slv. [byu-] hecesinin sembolü ĆV olur. Bütün olarak [bü-] > [byu-] süreci ise “Fr. CV́ → Leh. ĆV” olarak gösterilebilir. Demek ki, bu 42

ETİMOLOJİ

uyarlamanın

özü,

palatal

öğenin

ünlüden

ünsüze

kaymasıdır. [4.3d]

Telâffuzun bir özelliğinin ayrı bir sese dönüşmesi. Meselâ, Fransızcada nazal (genizsil) ünlüler vardır: [ã], [÷] gibi. Almancada bu ünlüler oral (ağızsıl) olur ama, genizsil öğe kaybolmayıp [ŋ] yani artdamaksıl n ünsüzüne değişir, örn. Fr. balcon [bal'k÷] ‘balkon’ > Alm. Balkon [-ƒŋ] ‘ay.’, Fr. bassin

[ba's]

‘havuz’

>

Alm.

Bassin

[-æŋ]

(Berdychowska 1979: 139). TTü. balkon sözcüğünde görüldüğü üzere, Fr. [-÷] Türkçede [-ƒn] oluyor, yani, Fr. genizsillik > TTü. [-n] ünsüzü olarak kalıyor. [4.3e]

Yepyeni bir sesin ortaya çıkması. ‒ [4.2]’de Jap. kurabu ‘kulüp’ sözcüğündeki her iki u ünlüsü, bu kelimenin İngilizce club [klʌb] aslında bulunmayan yeni seslerdir. Bu sözcüğün önsesindeki ünsüzlerin (kl- > kul-) arasına bir ünlü sokulmuştur ama, bazen bir ünlü ünsüz öbeğinin önüne de koyulabilir, TTü. istimbot < İng. steamboat kelimesinde olduğu gibi. Jap. kurabu ‘kulüp’ sözcüğünün sonundaki -u ünlüsünün ortaya çıkmasına, bu dilde söz sonunda b ünlüsünün bulunamaması sebep olmuştur. Taymır Yarımadası’nda konuşulan Eneç dilinde bir sözcüğün önsesinde r- ünsüzü bulunamazken ŋ sesi bulunabilir. Bu yüzden Rusçadan Eneççeye alınan radio ‘radyo’ sözcüğüne ŋ sesi eklenip bu sözcük ŋradio diye Eneçlerce rahat rahat söylenmektedir.

43

Marek STACHOWSKI

4.4 Biçimsel uyarlama. ‒ En çok görülen biçimsel uyarlama yöntemi, yabancı bir kelimeye kendi dilinden bir ek eklemektir. TTü. (< Slv.) kral + -lık > krallık; Kırg. (< Rus.) grammatika ‘gramer, dilbilgisi’ + -lık > grammatikalık ‘dilbilgisine ait’ örneklerinde olduğu gibi. Çok daha ilginç örnekler, yabancı bir kelimenin bir parçasının hatalı olarak alıcı dilin bir öğesi ile özdeşleştirilmesinden meydana gelir. Meselâ: [4.4a]

Dolgancada 3. tekil kişi iyelik eki -(t)a’dır. Bu nedenle, Rusçadan alınmış olan kómnata ‘oda’ sözcüğündeki -ta hecesi Dolganlarca iyelik eki sanılınca düşmüş ve sözcük komna biçimini almıştır.

[4.4b]

Ar. kitāb ‘kitap’ Svah. kitabu olmuş. Ancak Svahili dilinde ki- öneki tekilin imgesi olduğuna göre bu sözcük, ki-tu (çoğulu: vi-tu) ‘şey’, ki-su (çoğulu: vi-su) ‘bıçak’, ki-lima (çoğulu: vi-lima) ‘dağ, tepe’ kelimelerinin oluşturduğu gruba girip çoğul biçimi vitabu olmuştur. (Sırası gelmişken, Svah. kilima kelimesi Kilimanjaro adında da mevcuttur: < Svah. kilima ‘dağ’ + njaro ‘beyazlık, cilâ’, yani ‘Beyaz Dağ’). Buna çok benzer bir süreç, Polinezya dil ailesine mensup Hawaii dilinde gözlemlenebilmektedir. Bu dilde t ünsüzü bulunmadığı için İng. tobacco [tǝ'bækǝu] ‘tütün’ sözcüğü, kapáka şeklinde ödünçlenmiştir. Ancak Hawaii dilinde ka- öneki belirli tanımlık olarak kullanıldığı için düşmüş ve kapáka ‘tütün’ páka şeklini almıştır. 44

ETİMOLOJİ

[4.4c]

Rus. zóntik ‘şemsiye’ sözcüğü Fel. zondek ‘güneş siperi/saçağı, sundurma’ (< zon ‘güneş’ + dek ‘siper, saçak’) kelimesine gider. Rus dilinde -ik hecesi bir küçültme eki olduğundan zóntik sözcüğünün ancak küçük şemsiyeler için kullanılabildiği sanılmış, büyükleri için ise küçültme eksiz bir biçime ihtiyaç duyularak zont şekli yaratılıp kullanılmaya başlanmıştır.

Yukarıda görüldüğü üzere, uyarlama sürecinde çeşitli hatalar yapılabilir. Bunlar şu temel tipleri oluşturur: [4.4d]

Yabancı bir kelimenin bir parçası alıcı dilde kullanılan bir hece veya bir biçimbilimsel öğe ile özdeşleştirilir, [4.4a][4.4c]’deki örneklerde olduğu gibi.

[4.4e]

Metanaliz yani perintegrasyon denilen fenomen, bir kelimenin, etimolojisi bakımından yanlış bölünmesidir, Rus. zón-tik > zónt-ik [4.4c] gibi. Bir örnek daha verelim: Kafkas dillerindeki ǯoγor+ ‘köpek’ sözcüğü, önce Yunancaya alınıp zagári ‘av köpeği’ biçimini almış, sonra da Yunancadan Osmanlıcaya zagar olarak geçmiştir. Ya doğrudan doğruya Yunancadan ya da Osmanlıcanın aracılığıyla bu sözcük Macarcaya ise zagár ['zƒga:r] biçiminde geçmiştir. Macarca belirli tanımlık, ünlü ile başlayan sözcüklerden önce az, ünsüzle başlayanlardan önce ise a’dır. Şöyle ki, belirli biçimi a zagár idi. Ancak bu sözcük Macar dilinde yeni ve az bilinen bir kelime olduğu için etimolojisine aykırı bir şekilde (a zagár >) az 45

Marek STACHOWSKI

agár diye bölünüp belirli tanımlıksız agár ['ƒga:r] biçimini almıştır. Bu biçim de Leh diline geçmiştir ki burada ogar ['ƒgar] ‘bir av köpeği ırkı (İng. Polish hound, Alm. Polnische Bracke)’ anlamına gelir. ‒ Bkz. [4.4g]. [4.4f]

Yabancı sözcüğün bir parçasının dilbilgisel bir öğe olduğunu farkedememe ve onu sözcük ile beraber alma. ‒ Bu yanlışlığın örnekleri için [3.5e,f]’e bakınız.

[4.4g]

Yabancı bir kelimenin bükümsel bir biçiminin alınması. ‒ Çeşitli Avrupa dillerinde kullanılan omnibus ‘omnibüs’ sözcüğü, Lât. omnibus biçimine gider ki, aslında çoğulun yönelme durumu (Lât. -ibus) olup harfi harfine ‘herkes için, herkese, herkeslere’ anlamına gelir. Metanaliz (bkz. [4.4e]) sonucu, bu sözcük yanlış olarak (omn-ibus yerine) omni-bus şeklinde bölünüp -bus parçası özel bir kelime olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bugün hem. İng. Alm. bus ‘otobüs’, hem de türevleri var: msl. Fr. autobus (> TTü. otobüs); Fr. minibus (> TTü. minibüs); Fr. Leh. bibliobus (= İng. book-mobile, Alm. Fahrbibliothek) ‘kütüphane-otobüs’; İng. (trolley ‘el arabası’ >) trolleybus (Fr. trolleybus > TTü. troleybüs) gibi. TTü. lavabo sözcüğü Fr. lavabo ‘ay.’ sözcüğüne gider. Fransızca kelimesi ise Hıristiyan ayininde papazın söylediği

Lât.

lavabo

[…]

manus

meas

‘ellerimi

yıkayacağım’ sözlerine gider ki bu ibare harfi harfine ‘yıkayacağım’ demektir.

46

ETİMOLOJİ

Son paragrafta kestirebildiğimiz sürece sözcükleştirme veya sözlükselleşme (İng. lexicalization) diyebiliriz. Türkiye Türkçesinde de örnekleri var, neden (ne zamirinin ayrılma durumu) > neden (ad) ‘sebep’ gibi. Bazen bir deyim bütün olarak da sözcükleştirilebiliyor: TTü. vasistas kelimesi Fr. vasistas ‘ay.’ sözcüğüne gider. Fakat, Fransızca kelime Lâtinceden kalma değil, Alm. was ist das? ‘bu nedir?’ ifadesinin sözcükleştirilmiş biçimidir. Biçimsel uyarlamanın özel örneklerini Amerika’ya gitmiş olan Yahudilerin dilinde buluruz. Doğu Avrupa’da doğup büyümüş ve Orta Yüksek Alman diyalektlerinden ortaya çıkan aynı zamanda Slâvca birçok öğeyi bünyesine katmış olan Yidiş dilini konuşan Yahudiler, Amerika’ya geldikten sonra İngilizce öğrenmeye başlamışlardır. Slâv dillerinden alınıp Yidiş dilinde sık sık kullanılan söz yapma eklerine alışık Yahudiler yeni öğrendikleri İngilizce sözcüklere bu ekleri ekleyip İngilizce sözcükleri kendi dillerinin sistemine uyarlamışlardır. Meselâ, Slâvca-Yidişçe -čık küçültme ekini İng. boy ‘oğul’ kelimesine ekleyerek boy-čık ‘çocuk’ sözcüğünü türetmişlerdir. Türkçe -cı eki gibi kılıcı kişinin adını ifade eden Slâvca-Yidişçe -nik eki şu İngilizce sözcüklere eklenmiştir: no good ‘iyi olmayan’ → no-good-nik ‘kötü biri, kötü huylu bir kişi’; peace ‘barış’ → peace-nik ‘pasifist’, web ‘ağ; internet’ → web-nik ‘internet kullanıcısı’.

47

5. ÖDÜNÇ SÖZCÜKLER: ARAŞTIRMANIN GÖRKEM VE GÖLGELERI 5.1 Ödünç sözcükleri araştırma ile elde edilecek faydalar her şeyden önce verici dil için önemlidir. Bununla beraber, ödünçlemeler alıcı dil için hiç de önemsiz sayılmaz. Çünkü uyarlama yöntemlerinin değişmeleri, alıcı dilin gelişme yönlerini kestirmeyi mümkün kılar. Şu örneklere bakalım: [5.1a]

Osm. goroş (1680) = TTü. kuruş < Alm. Grosch(en) ‘ay.’ ve Osm. boroş (1881) ‘broş [bur-]’ < Fr. broche ‘ay.’ sözcükleri, 17. yüzyıldan başlamak üzere 19. yüzyıla kadar Osmanlıcaya alınan kelimelerin önsesindeki iki ünsüz arasına alçak yuvarlak ünlünün sokulabildiğini göstermektedir. Bugün ise bu görevi yuvarlak ünlülerden ancak yüksekleri yapabiliyor. Bu gerçek, o ve ö ünlülerinin birinci heceden bile “kovulduğunu” belgeliyor (Stachowski M. 1995: 176).

[5.1b]

Avrupa dillerinden Macarcaya eski zamanlarda alınan kelimelerin önsesindeki ünsüz öbeğinin önüne i- ünlüsü koyulurdu, Lât. schola ‘okul’ > Mac. iskola ['iškol] ‘ay.’ örneğindeki gibi. Halbuki, yeni bilimsel terimlerde bu değişme kestirilemez, msl. (Yun. skeptikós >) Lât.

scepticus > Mac. szkeptikus ['skeptikuš] ‘kuşkucu’, Yun.

Marek STACHOWSKI

shízein ‘yarmak’ + frn ‘ruh, his’ >> Mac. szkizofrénia ['ski-] ‘şizofreni’ gibi. Bu gerçek, bugünkü aydın Macarların yabancı dilleri öğrenmeleri sonucu sözbaşı ünsüz öbeklerine alıştıklarını ve bunları yok etmek istemediklerini gösteriyor.

5.2 Yukarıda dediğimiz gibi, ödünç kelimeler her şeyden önce verici dilleri araştırmak için önemlidir. En azından iki faydasına bakalım: [5.2a]

Tamamen unutulmuş, hiç bir eski belgede kaydedilmemiş sözcükler yeniden tasarlanabilir. ‒ Örneğin, [3.8]’deki Slv. varkoč ‘örgü’ sözcüğü, eskiden Bulgar Türkçesinde *vărkăč kelimesinin mevcut olduğunun tek izi ve delilidir.

Bu

Slâvca

kelime

olmaksızın

Bulgar

Türkçesindeki sözcüğü bilemezdik. [5.2b]

Geleneksel imlâya göre yazılan sözcüklerin gerçek söylenişi saptanabilir. ‒ Örneğin, Mısır Yunancasında e, ē, ei, i ünlülerinden önce bulunan k ünsüzü Yunan alfabesinde k harfi ile yazılırken, Kıptîler tarafından daha M.Ö. 4. yüzyılda č harfi ile yazılmaktaydı. Galiba, k ünsüzü pek yumuşak telâffuz edildiğinden ya tam -čsesine ya da -č-’ye benzer bir sese değişmiş, ancak geleneksel Yunanca imlâsı bu olguyu göstermemiştir (Deroy 1956: 314). Benzer bir şekilde, Eski İngilizce döneminde [æ] veya [æ:]

ünlüsünün

önünde

50

bulunan

k

ünsüzü

č’ye

ETİMOLOJİ

dönüşmüştür: örn. Eski İng. *[kæ:kǝ] ‘çene’ (= Fel. kaak ‘ay.’) > [čæ:kǝ] (> bugünkü İng. cheek) ‘ay.’. 1771-1775 tarihlerinde İstanbul’da yaşamış olan Bernardino Pianzola adlı bir İtalyan, Padova şehrine döndükten sonra yazdığı Osmanlıca sözlükte İstanbul’da duyduğu konuşma dili telâffuzunu kaydederek keman kelimesi için iki farklı sesbilimsel varyant vermiştir: kemançe ile çemançe. Görüldüğü üzere, ke > če değişmesi 18.

yüzyılın

İstanbul

Türkçesi’nde

dahi

görülebilmektedir.

5.3 Bir sözcüğün kökenbilimsel açıklaması, yazılışını da etkileyebiliyor. Bu da etimolojinin pratik önemini gösteriyor. Poliklinik kelimesinin İngilizcesi olan polyclinic sözcüğünde ikinci ünlü y harfi ile yazılırken Almancası olan Poliklinik sözcüğünde ise aynı yerde bir i harfi vardır. Mana bakımından iki yazılış da kabul edilebilir. Çünkü bu kelimenin ilk parçası poliYun. pólis ‘kent, şehir’ sözcüğüne, poly- ise Yun. polýs ‘çok sayıda olan, çeşitli’ sıfatına gider. Birincisi, kelimenin aslî anlamının ‘kent kliniği’, ikincisi ise ‘çeşitli bölümleri içeren klinik’ olduğunu gösterir. Bu durumda polikliniğin tarihine bakıp ilk yaratıcılarının neyi ifade etmek istediklerini ve kelimenin aslî yazılışının niçin değiştirildiğini sormamız gerekir. Daha 18. yüzyılda Alman üniversitelerinin kendi klinikleri vardı. Başlangıçta bu kliniklerde ancak üniversiteliler tedavi edildiği için bu tip kliniklere “iç klinik” denilmekteydi. 19. yüz51

Marek STACHOWSKI

yılın başlarında Alman üniversitelerinde “dış klinikler” kurulmaya başlandı. Orada üniversite dışı hastalar, doktorlarla tıp öğrencileri tarafından tedavi edilirdi. “Üniversite dışından” yani “şehirden gelenler” için kurulan kliniklere, Almanlar ‘şehir kliniği’ = poliklinik adını verdiler. 19. yüzyılda bu müessese, Alman örneğine göre Fransa ve İngiltere’de de kurulmaya başlandı ve kısa zaman içinde poliklinikler bu üç ülkede o kadar yaygınlaştı ki bunlara sadece şehirlerde değil, köylerde de rastlamak mümkün hale geldi. Bu durumda, örneğin, köyümüzde bulunan ‘şehir kliniği’ ifadesi anlamsız hale gelmeye başladı. Onun için Alm. Poliklinik sözcüğünü başka tarzda açıklamaya başladılar. Kliniklerde çok sayıda çeşitli uzmanlar çalıştığı için bu adı Yun. polýs sıfatına bağlı düşünerek İngilizler polyclinic yazılışını kabul ettiler. Buna karşılık Fransızlar ise hem policlinique hem de polyclinique yazılışını benimsediler. Sonunda, tarihin şakası: Yunanlılar, hem poliklinik kuruluşunu hem de bunun adını Avrupa’dan aldılar. Ancak bu kelime aslında Yunanca öğelerden ibaret olduğu için onu tercüme etme gerekliliği yoktu. Fakat, ya pólis ya da polýs sözcüğünü seçmeleri gerekiyordu. Yunanlılar, etimolojiye aykırı bir seçim yaptılar ve şimdi ‘poliklinik’ anlamına gelen polyklinik (yani -y- harfli) şeklinde yazdıkları sözcüğü seçtiler. (Otkupşçikov 2001: 140143). 5.4 Ödünç sözcükleri araştırmalarda, ne yazık ki, birçok tuzaklar bulunmaktadır. Araştırmacı her şeyden önce çeşitli dilleri en azından bilimsel bakımdan bilmeli ve kendisine gereken verileri 52

ETİMOLOJİ

çeşitli filolojik edisyonlarda, tarihî kitap ve sözlüklerde, diyalektolojik çalışmalarda aramaya hazır olmalıdır. Ayrıca düzensiz, kuralsız değişmeleri de hesaba katması gerekir. İşte birkaç örneği: [5.4a]

Yukarıda Rus. zóntik ‘şemsiye’ [4.4c] sözcüğünü anlatırken Slâvca -ik küçültme ekinden de bahsetmiştik. Bunu göz önünde bulundurarak Leh. królik, Çek. králik sözcüklerinde de aynı eki kolayca buluruz. Leh. król, Çek. král kelimeleri ‘kral’ anlamına geldiğine göre küçültme biçimlerinin anlamı da herhalde ‘küçük kral’ olmalıdır. Ancak sözlüklere bakınca iki sözcüğün de ‘adatavşanı’ anlamına geldiğini görürüz. Peki niçin, Lehlerle Çekler ‘adatavşanı’na’ ‘küçük kral’ demeye başladılar? ‒ Aslında bunun hikayesi Lehler ve Çekler ile değil eski Almanlar ile başlar. Özü bir anlaşmazlık olan bu anlamsal gelişimin başında Lât. cunīculus [-ni:-] ‘adatavşanı’ sözcüğü var. Bu sözcüğü eski Almanlar kendi dillerine ödünçleyerek küniklīn [-li:n] şeklinde uyarlamış, böylece tahrif edilmiş sözcüğü künik ‘kral’ ve -līn küçültme ekinden ibaret sanmışlardır. Lehler ve Çekler gibi Almanca bilen Batı Slavları ise küniklīn sözcüğünü öğrenince ‘kral’ + küçültme eki modeline göre sözcüğün iki parçasını da kendi dillerine tercüme etmişlerdir (Deroy 1956: 276). Eski Yüksek Alm. küniklīn kelimesi bugünkü Almancada yoktur ama, Lât. cunīculus sözcüğünün dolaylı bir izi vardır. Çünkü bu Lâtince kelime önce Eski Fransızcaya

conin

biçiminde 53

geçmiş,

sonra

da

Marek STACHOWSKI

Fransızcadan Almancaya Kanin olarak alınmış ve zamanla sözcüğe bir başka Almanca küçültme eki, yani -chen eki eklendikten sonra bugünkü Alm. Kanin-chen ‘adatavşanı’ sözcüğü oluşmuştur (acaba Kanin kelimesine yine bir küçültme ekinin eklenmesi, eski künik+līn küçültme

biçiminin

zihinsel

etkisinden

mi

kaynaklanıyor?). [5.4b]

Yukarıda anlatılan kontradança ‘bir nevi dans’ [2.1a] sözcüğü de düzensiz değişiklik örneklerinden biridir.

[5.4c]

16. yüzyılda Almanların daß dich Gott!... ‘Allah kahretsin!’ (kelime kelimesine: ‘keşke Allah seni!...’) küfrünü Fransızlar dasticot! diye alıp buna dayanarak dasticoter ‘1. Almanca konuşmak; 2. küfretmek, kavga etmek’ eylemini kurmuşlardır. 200 yıl sonra söz konusu eylemin kaynağını artık bilmeyen ve yapısını anlamayan Fransızlar önsesteki d- ünsüzünü tamlayan durumu eki sandıkları için (Fr. amour ‘sevgi’ ‒ d’amour ‘sevginin’ [5.4d] örneğindeki gibi) bu sözde eki

düşürüp

günümüzde de kullanılmakta olan asticoter ‘kızdırmak, sinirlendirmek, horlamak, birine takılmak’ fiilini kurmuşlardır (Deroy 1956: 284). [5.4d]

Fr. pomme d’amour (harfi harfine: ‘sevda elması’) ifadesi bugün eskimiş sayılıyorsa da eskiden ‘domates’ anlamına geliyordu. Bu Fransızca deyim Almancaya Liebesapfel olarak, İngilizceye ise love apple şeklinde tercüme edilmiştir. Buraya kadar herşey normal, böyle bir ödünçlemede ilk bakışta hiçbir tuzak bulunmamaktadır. 54

ETİMOLOJİ

Ancak, Fransızca ifade gerçekte İtal. pomi dei Mori, kelime kelimesine ‘Mağribîlerin elmaları’ (yani ‘domatesler’) deyiminin çevirisidir. Demek ki, Fransızlar, İtal. dei Mori ‘Mağribîlerin’ ifadesini pek anlayamayınca onun yerine ses bakımından benzer Fransızca d’amour ‘sevdanın, sevginin’ sözünü koymuşlardır. Anlaşılan domatesin kırmızı rengi, bu çağrışımı daha da manalı kılmıştır. Almanlar ve İngilizler ise Fransızların hatasını bilinçsiz bir şekilde kabul edip yaymışlardır (Deroy 1956: 286). [5.4e]

İskandinavya’dan bütün Sibirya’ya yayılan Eski Fin. *rōtsi ‘Rus’ sözcüğü (> bugünkü Fin. Ruotsi ‘İsveçli’) Evk. lūča, Evn. ńūči = Ma. loča = Enç. luoča = Yak. nūčča biçimlerinde yaşamakta ve bu dillerde ‘Rus’ anlamına gelmektedir. Söz konusu dillerin bazılarında bu sözcüğün

bir

başka

anlamı

daha

vardır:

‘canavar’.

Halkbilimcilerin ve tarihçilerin bazıları bu gerçeğin Rusların ne kadar zalim olduklarını gösterdiğini, bazıları ise ‘canavar’ anlamının Rusların beyaz tenleri, sarı saçları ve mavi gözleri ile ilişkili olduğunu düşünmektedirler. Gerçekte bu iş biraz daha karışıktır. Skr. rakšas+ ‘canavar’ Budist terimi Çinceye alınıp luoča diye telâffuz ediliyordu. Söz konusu sözcük bu biçimde Mançurcaya geçince Batıdan Mançurcaya gelmiş olan loča ‘Rus’ kelimesi ile birleştirilip ‘1. Rus; 2. canavar’

ikianlamlılığına

sebep

oldu.

Orijinali

Sanskritçeye giden luoča ‘canavar’ kelimesini tanımayan 55

Marek STACHOWSKI

diller bile yüksek prestijinden dolayı Mançurcayı örnek alarak eskiden sadece ‘Rus’ anlamına gelen sözcüğü ‘canavar’ anlamında da kullanmaya başladılar. Bu

durumun

en

ilginç

yansıması

Buryatçada

bulunabilmektedir. Ana Moğ. *maŋgus ‘canavar, şeytan’ sözcüğünün modern Buryatçası maŋgud’dur. Ancak bu kelime, yine Mançurcayı örnek alarak aslî olan ‘canavar’ manasına ‘Rus’ anlamını katmıştır (Janhunen 1997). Dikkate değer şudur ki, Evk. lūča ile Bur. maŋgud kelimelerinin anlamları bugün aynı iken kronolojik sırası aynı değildir: Evk. lūča ‘1. Rus; 2. canavar’ ~ Bur. maŋgud ‘1. canavar; 2. Rus’. [5.4f]

İng. lay [leɪ] ‘1. şiir, manzume; 2. şarkı’ = Fr. lai (~ Eski Fr. lais) ‘şiir, manzume’ kelimesinin Kelt dil ailesine mensup İrl. laid ‘bir nevi edebî eser’ sözcüğüne gittiği savı sık sık dile getirilmiştir. Fakat bu etimolojik bağlantı çok da kesin değildir. Eski Fr. lais kelimesi İng. lay kelimesinden önce kaydedilmiştir. Demek ki, bu sözcük herhalde İrlanda dilinden İngilizceye, İngilizceden ise Fransızcaya değil, daha çok yine Kelt dil ailesine mensup olan Bretanya dilinden Eski Fransızcaya, Fransızcadan ise İngilizceye geçmiş olmalıdır. Ancak laid kelimesi Bretanya dilinde mevcut değildir. Öbür taraftan İrlanda’da laid şeklinde adlandırılan eserler nesir tarzında iken buna karşılık Fransızca ve 56

ETİMOLOJİ

İngilizce terimler ise hep şiir veya (metni kafiyeli) şarkı ile ilgilidir. Keltçe sözcük dişil addır, Fr. lais ise erildir. Bu

üç kuşku

göz önünde bulundurulursa bu

etimolojiyi kabul etmek zordur doğrusu. Onun için Jerzy Sławomirski (1995) bambaşka bir etimolojiyi ileri sürmüştür: 6. yüzyılın sonlarında I. Gregorius adlı papa, kilisede toplanan halkın şarkı söylemesini yasaklayıp sadece papazın veya koronun şarkı söylemesine izin verdi. Nitekim, kilisede şarkı söylemeyi çok seven insanlar bu kararı

kabul

etmek

istemediler.

Bunun

üzerine

Almanya’da papazlar şu çareyi buldular: bundan sonra papaz ya da koro şarkının beyitlerini, halk ise Kyrie eleison! (Yun. ‘Ya Rabbim, rahmet göster!’) nakaratını söyleyecek. Ancak Yunanca bilmeyen halk, Kyrie eleison sözünü Kirleisen şeklinde tahrif edince sonsesteki -n yüzünden bu sözcüğü çoğul biçim sanıp Kirleise şeklinde tekil bir biçim kurdular. Kirleise deyimi, hep kilisede söylendiği için Alm. *Kirchleise, yani ‘kilise şarkısı’ (~ “kilise leise’si”) sözcüğünün tahrif edilmiş biçimi şeklinde algılanmıştır. Bundan sonra, 11. yüzyılda leise sözcüğü ayırt edilmiştir ki, bu durumun izi Orta Yüksek Alm. wîgleise [vi:g-] ‘savaş şarkısı’ (< wîg ‘savaş’ + leise ‘şarkı’) sözcüğüdür. O zamanlarda Güney Almancada ei 57

Marek STACHOWSKI

harfleri ey diye söylenirdi. Fakat 12. yüzyılda ei diftongu Güney Almancada ay (= [aɪ]) diftonguna değiştiği için Fransa’nın şatolarına varan Güney Almanyalı ozanlar söz konusu kelimeyi [laɪs] diye telâffuz ederlerdi. Fransada lais kelimesi çabuk tutunup zamanla, sonsesteki -s yüzünden

çoğul

biçim

olarak

anlaşıldığından

lai

şeklindeki (aşırı doğru) tekil biçimin temeli oldu. Bu biçim de İngilizceye alındıktan sonra lay diye yazılmaya başlandı (Sławomirski 1995). Görüldüğü üzere İng. lay ve Fr. lai ile İrl. laid kelimeleri, etimoloji bakımından birbiriyle hiç ilgili değildir.

5.5 Bir sözcüğün son kaynağını bulmak, aslî biçimini yeniden tasarlamak genel olarak bu sözcüğün bir dilden bir başka dile geçiş yollarını ve tarihî gelişimini göstermekten kolaydır. Özellikle dilden dile geçerek sözcükler, düzenli sesbilimsel değişmelerden başka düzensiz değişikliklere de tâbi olur. Onları bulup açıklamak etimolojinin en zor ödevlerinden biridir. İspanyolca, bütün Roman dilleri gibi Orta Çağ devrinde Lâtinceden gelişmiş olduğuna göre şato gibi önemli bir mimari yapının Lâtince adı olan castrum (> küçültme biçimi: Lât. castellum > Eski Fr. chastel [> bugünkü Fr. château ‘ay.’] ~ castel > İng. castle ‘ay.’) kelimesinin doğrudan doğruya Lâtinceden Eski İspanyolcaya (10.-15. yy.) geçtiğini düşünmek ilk bakışta mantıklı görünse de yanlıştır. Zira İsp. alcázar ‘kale, şato’ sözcüğü Ar. alḳaṣr ‘ay.’ sözcüğünün aracılığı ile Lât. castrum kelimesine gider. Bu durumda Lâtince ile İspanyolca arasında üçüncü bir dilin 58

ETİMOLOJİ

bulunmasına işaret eden öğe, Lâtincede değil, ancak İspanyolca kelimede mevcut olan al- hecesidir (Deroy 1956: 58). Mamut sözcüğü, kökenbilimsel sözlüklerde sık sık tekrarlanan etimolojiye rağmen Avrupa dillerine Yakutçadan değil, Ural dil ailesine mensup bir dilden geçmiştir. Bu kelime önce Rusçaya geçerek mamont biçimini almıştır. Rusça ile Lehçe hem Slâv dil ailesine mensup olduğu hem de bitişik ülkelerde konuşulduğu için söz konusu kelimenin Rusçadan doğrudan doğruya Lehçeye alındığı düşünülebilir. Ancak, Lehçe mamut biçimindeki -u- sesinin niçin Rusça -on- seslerinin yerine geçtiği pek anlaşılmaz. Öyleyse bu sözcükle ilişkili olarak Rusça ve Lehçe arasında keşfetmek zorunda olduğumuz başka birşey olmalı. Nitekim, 17. yüzyılın başlarında söz konusu kelime Richard James’in (1592-1638) yazdığı Russian Vocabulary adlı bir Rusçaİngilizce sözlükte maimanto biçiminde ilk olarak kaydedilmiştir. Bu sözlüğün elyazması, Fransızcaya çevrilirken -ant- harfleri yanlışlıkla -out- diye nakledilmiş. Böylelikle Fr. mammouth [ma'mut] biçimi oluşmuştur. Sonraki yıllarda bu Fransızca kelime hem Lehçeye hem de Türkçeye mamut olarak alınmıştır. Dahası var: Yıllar sonra Fransızca kelime İngilizceye geri alınmış, ancak bu sefer, günümüzde de geçerli olan mammoth yazılışı kabul edilmiştir. İngilizler sözcüğün sonsesindeki -th ünsüz grubunun Fransızca okunuşunun normal -t olduğuna bakmaksızın sadece yazılışa dayanarak bu ünsüz grubunu [ϑ] şeklinde telaffuz ederler.

59

Marek STACHOWSKI

Mamut sözcüğünün dilden dile geçişi şu şekilde gösterilebilir: Uralca → Rusça → İngilizce → (-ant > -out) Fransızca → [a] (-t > -ϑ) İngilizce; [b] Lehçe; [c] Türkçe (Stachowski 2000: 304). 5.6 Bir sözcüğün dilden dile geçiş yolunu yeniden tasarlama sürecinde ses ve biçimbilimsel ölçütlerin dışında kelimenin filolojik kayıtları ve sözcükyapımsal tarih gibi verilere de dikkat etmek gerekir. Filolojik kayıtlar her şeyden önce söz konusu kelimenin eski, yani aslî durumuna daha yakın biçimi ve anlamı gösterir [1.2a] ile [3.7]’de anlatılan Windhund örneğinde olduğu gibi. Sözcükyapımsal tarihe gelince, modern Alm. Peitsche ‘kamçı, kırbaç’ ile Leh. bicz [ič] ‘ay.’ kelime çiftine bakalım. Almanca sözcüğün daha eski biçimi pītsche ['pi:čǝ] idi. Ancak bu biçim Ana Germanca bir kelime olarak bölünüp açıklanamaz. Lehçe kelime ise EKS bi-čĭ ‘ay.’ sözcüğünün bugünkü temsilidir; Eski Kilise Slâvcasına ait olan bu sözcük, bi-ti ‘vurmak’ eyleminden kurulmuştur. Demek ki, Lehçe kelimenin genel Slâvca tarihi varken Alm. pītsche sözcüğü Batı Slâvcasından alınmış ve sonradan kendi ses değişikliğine tâbi olup Peitsche şekline dönüşmüştür. Yıllar sonra Alm. Peitsche sözcüğü Lehçeye pejcz [peÇč] şeklinde geri alınmıştır. Uzun sözün kısası: Sözcüğün yapısı sayesinde Alm. pītsche’nin Slâvcadan geldiğini anlayabiliyoruz. Filolojik kayıtlar sayesinde ise Leh. pejcz’in Alm. Peitsche’den sonra kaydedildiğini biliyoruz. Bunu şematik tarzda şöyle gösterebiliriz: Leh. pejcz < Alm.

60

ETİMOLOJİ

Peitche < Orta Yüksek Alm. pītsche < Batı Slv. bičĭ (< biti ‘vurmak’) > Leh. bicz ‘kırbaç, kamçı’. 5.7 Alm. Rückwanderer (aslında ‘geri yürüyen/dönen’) terimi, alıcı dilden verici dile geri alınan/dönen kelimeler için kullanılır, Leh. pejcz < Alm. Peitsche < Batı Slv. bičĭ > Leh. bicz [5.6] örneğindeki gibi. Buna başka iki örnek daha verelim: [5.7a]

Alm. Matrose = Rus. matrós ‘gemici, denizci’ sözcüğü bu iki dile Felemenkçeden geçmiştir. Fel. matroos ‘ay.’ kelimesi ise bir Rückwanderer örneğidir. Zira bu hikâyenin en başında iki farklı Felemenkçe sözcük vardır: mat ‘hasır’ (= Alm. Matte, İng. mat ‘ay.’) + genoot ‘dost, eş’ (= Alm. Genosse ‘yoldaş’) > *matgenoot ‘hasır eşi, hasır dostu’ (eskiden Hollanda gemilerinde iki gemiciye bir tek hasır verilirmiş) > mat(t)enoot. Bu son kelime 14. yüzyılda Fransızcaya geçip matenot [mat'no] biçimini almıştır. 16. yüzyılda matenot kelimesi matelot, yani [mat'lo] diye kaydedilir. Bugüne kadar Fransızcada mevcut olan bu biçimin çoğulu matelots, 16. yüzyılda [mat'los] diye okunurdu. İşte bu [mat'los] çoğul biçimi Rusçaya matrós, Almancaya ise Matrose olarak alınmıştır. Hikâyenin en ilginç tarafı şudur ki, Fr. [mat'los] şekli, sadece Rusça ve Almancaya değil, aynı zamanda Felemenkçeye de matroos olarak geçmiştir. Bu nedenle de Fel. matroos sözcüğü için Rückwanderer terimini kullanabiliriz.

61

Marek STACHOWSKI

Kısacası: Fel. mat + genoot > mat(t)enoot > Fr. matenot > matelot, çoğul: matelots > [a] Fel. matroos; [b] Alm. Matrose; [c] Rus. matrós (ilk defa 17. yüzyılın sonlarında

kaydedilmiş

olan

Rusça

sözcük,

belki

doğrudan doğruya Fransızcadan değil, Felemenkçe veya Almancanın aracılığıyla alınmış olabilir; Rus çarı I. Petro’nun (1672-1725) 1697 yılında Hollanda’nın Zaandam ve Amsterdam kentlerinde gemi tezgâhlarında çalışıp gemiciliği öğrendiği göz önünde bulundurulursa özellikle Felemenkçenin aracılığı mümkün görünür). [5.7b]

Eski Tü. tegin ‘prens, şehzade’ sözcüğü Moğol dillerine geçip

bir

zamanlar

kullanılmıştır.

tegin

Moğolca

ve

tigin

sonsesinde

biçimlerinde -n

bulunan

sözcüklerin çoğulu -d eki ile yapılır. Bu kurala göre tegin ~ tigin sözcüğünün çoğul biçiminin *tegind ~ *tigind şeklinde olması gerekirken söyleyiş kolaylığı sağlama amacıyla (tegind ~ tigind >) tegid ~ tigid [-it] biçimi oluşturulmuştur. Bunlardan en azından tegit şekli Türklere geri dönmüş olmalı ki, Kâşgarlı Mahmut’un sözlüğünde kural dışı çoğul biçimi olarak kaydedilmiştir. Moğolcada

aslî

ti

ses

öbeğindeki

t

ünsüzü

öndamaksıllaşmış olduğu için tigit sözcüğü čigit biçimini almıştır. Moğolcanın bazı ağızlarında ǯigit diye söylenen bu kelime yine Türk dillerine dönmüştür. Ancak, bilindiği üzere, bazı Türk dillerinde önseste y- ünsüzü varken bazılarında bu yerde ǯ- ünsüzü bulunmaktadır, TTü. yol ~ Kırg. ǯol, Balk. ǯōl ‘yol’ örneğinde olduğu gibi. Bu 62

ETİMOLOJİ

gerçeğin farkında olan Başkurtlar cevap sözcüğünü benimseyerek yavap biçimine soktular. Osmanlılar ise cigit biçimini önce yigit’e daha sonra zamanla yiğit biçimine dönüştürdüler. Bir başka ifadeyle, Türkçe tegin kelimesi Moğolcaya alındıktan sonra Türk dillerine iki kere dönmüştür: ilkin, Orta Türkçeye tigit, sonra ise modern Türk dillerine ǯigit (> yigit) biçiminde (Kotwicz 1948: 189).

63

6. ZAMAN DERİNLİĞİ VE KÖKENBİLİMSEL SÖZLÜKLER

6.1 Her etimolojik sözlükte maddebaşları ya modern ya da tarihî bir dile ait verilerden oluşur. Maddebaşı modern bir dile ait ise kökenbilgisi bugünden başlayarak geriye gider. Bu tür sözlüklere “geriye/geçmişe dönük” veya “retrospektif” sözlük denir. Maddebaşı tarihî bir dile ait ise kökenbilgisi yine geriye gidebilir, örn. Toharcadan Hint-Avrupacaya. Fakat maddebaşının dili bir proto-dile aitse kökenbilgisi proto-dilden başlayarak ondan sonraki bir dile gider (örn. Hint-Avrupacadan bugünkü Slâv dillerine) ve bu durumda sözlüğe “geleceğe yönelik” veya “prospektif” sözlük denir. Prospektif sözlüklerde maddebaşı olarak ekseriyetle bir protodil sözcüğü verilir. Fakat bazı yazarlar, somut sözcükler yerine maddebaşı olarak kökleri koyarlar. German dillerinin en yeni karşılaştırmalı ve etimolojik sözlüğünün yazarı, Viktor V. Levitskiy (2010a) tam da böyle yaparak bir madde içinde her Ana German kökünden oluşturulmuş türevleri birbirleriyle karşılaştırır ve bu yolla anlamsal değişmeleri göstermeye çabalar. Sözlüğün okuyucusu ise bir tek Ana Germ. *sta-, *stō- maddesinde örneğin şu gibi türevleri bulabilir:

Marek STACHOWSKI



stehen ‘durmak’



verstehen ‘anlamak’ (< ‘yakından idrak etmek’ < ‘bir şeyin önünde durmak’; çünkü bugünkü Alm. ver- öneki, eski for- ‘ön-’ önekinin fonetik bir değişimidir; İng. under-stand ‘anlamak’ eylemi de aynı köke gidiyor; ancak, Eski İngilizcede manası ‘anlamak’ olan sözcük, under kelimesi ile türetilmiştir ki, anlamı ‘altında’ değil, ‘aralarında’ idi [krş. bugünkü Alm. unter uns gesagt ‘söz aramızda’], yani ‘yakından idrak etmek’ < ‘bir şeyler arasında durmak’)



Stunde ‘saat’ (< ‘mola, yani duraklama zamanı’)



Stadt ‘şehir, kent’



stützen ‘desteklemek’ (< ‘durmayı sağlamak’)



stetig ‘devamlı, sürekli’ (krş. TTü. dur-al ‘hep bir durumda ve hiç değişmeden kalan’)

Bu yöntemle yazılan bir sözlük, anlam değişmelerini daha iyi anlamakta ve bu değişmelerin genel kurallarını bulmakta yardımcı olur. Bu da son derece önemlidir. Çünkü çeşitli halklardan gelen insanlar, aralarındaki bir çok farka rağmen genel olarak aynı şekilde ve aynı çağrışımlar ile düşünürler. Onun içindir ki, bir dil ailesinde tespit edilmiş olan kural, bir başka dil ailesinde de geçerli olabilir. Zamanında TTü. kul, kulak ve kulun sözcüklerinin ortak bir köke gittikleri önerilmiştir: < *kul± ‘1. küçük; yavru; filiz, fidan; 2. topraktan çıkmak, filizlenmek’ (Stachowski M. 2010). Viktor V. 66

ETİMOLOJİ

Levitskiy (2010b), German ve başka Hint-Avrupa dillerindeki mevcut örneklere dayanarak Ana Türkçe yeniden tasarlanmış bu kökü daha eski bir anlama geri götürme teklifinde bulunmuştur: *kul± ‘kesmek’

*kul- ‘idrak etmek’

*kul ‘küçük’

kulak

kulun

kul

Aynı anlamsal gelişimin German dillerindeki örnekleri için bkz. Levitskiy 2010a: 28. Levitskiy’in bu önerisinin Türkolojide kabul edilip edilmeyeceği gelecekte görülecektir. Biz ise bu örnekten bir etimoloğun niçin başka filolojilere de bakması gerektiğinin âdeta kaçınılmaz olduğunu anlamış bulunuyoruz. Etimolojik sözlüklerin önemli bir özelliği var: Bir proto-dilden kalma kelime 15. yüzyılda kullanılmıyorsa retrospektif sözlüklerde yer almaz ama prospektif sözlüklerde bulunabilir. Şu şemaya bakalım:

67

Marek STACHOWSKI

Proto-Dil



Yüzyıllar

Modern dil

14 15 16 17



prospektif retrospektif Görüldüğü üzere, kısa ömürlü (örneğin 14. yüzyılda oluşup 16. yüzyılda kullanımdan düşen sözcükler aslında ne prospektif ne de retrospektif sözlüklerde yer alabilir. Onun için de ancak belli yüzyılların sözcüklerini içeren etimolojik sözlüklere de ihtiyacımız vardır. Bu sorun, Türk dilinin tarihinde çok iyi görülebiliyor. Bilindiği üzere, 20. yüzyıl öncesi Türkiye Türkçesinde birçok Arapça ve Farsça sözcük vardı. Bunların çoğu, dil devrimi sonucunda kullanılmaz olup unutulmuş gitmiştir. Bugünkü Türkiye Türkçesinde mevcut olmayan sözcükler bu dilin retrospektif sözlüğünde de bulunmayacaktır. Ama, örneğin, 18. yüzyıl Osmanlıcasının etimolojik sözlüğü elimizde olsaydı içinde o eski sözcükleri de bulabilecektik. Bir başka örnek, yazmak eylemidir. Bugün anlamı aşağı yukarı ‘söylenen veya düşünülen sözleri kâğıda kaydetmek’tir. Fakat bir başka Türkçe yazmak eylemi daha vardır. Çeşitli eski ve modern Türk dillerinde, anlamı ‘hemen hemen yapmak; yapmaya çalışıp yapamamak; ıskalamak, isabet ettirememek’tir. Bugünkü Türkiye Türkçesinde kendi başına kullanılamayan bu eyleme ancak düşeyazmak, öleyazmak gibi eylemlerin bir parçası olarak tesadüf edilir. Bu nedenle sözü edilen anlamıyla yaz- fiilini etimolojik bir 68

ETİMOLOJİ

sözlükte bulmak zordur. Buna karşılık aynı sözcüğü Osmanlıcanın kökenbilimsel bir sözlüğünde bulmak ise mümkündür. İngilizce “time depth” teriminin Türkçesi olan “zaman derinliği” ifadesi bir sözlüğün ne kadar uzak geçmişe gittiğini gösterir. Bu konuda Romanistler ve Germanistler arasındaki fark göze çarpıyor. Roman dillerinin proto-dili olan Lâtince, günümüze ulaşan yazılı belgeleri aracılığıyla iyi bilinen bir dildir. Bu nedenle de bir Roman dilleri uzmanı bir modern Romanca kelimenin Lâtince kaynağını göstermekle aslında bu sözcüğün proto-dildeki biçimini ve anlamını göstermiş sayılır. Söz konusu kelimenin Lâtinceye, Hint-Avrupa proto-dilinden mi yoksa başka bir dilden mi geldiği sorunu ise Lâtin dili uzmanlarının alanına girer. German dillerinin proto-dili ise hiçbir yerde kaydedilmiş olmadığından iyi bilinen bir dil değildir. Demek ki Ana Germanca yeniden tasarlanmalıdır. Onun için de Germanca uzmanları, Germancanın verilerini Slâv, Roman ve İran dillerinin verileri ile karşılaştırmak ve genel olarak Hint-Avrupa diline kadar gitmek zorundadırlar. Bir başka ifade ile, German dillerinin etimolojik sözlüklerinin zaman derinliği ekseriyetle Roman dillerinin sözlüklerinin zaman derinliğinden daha büyüktür. 6.2 Retrospektif sözlükleri yazanlar için ilk önemli soru hep “zaman derinliği” sorusudur. Bir kökenin çıkış noktası modern Türkiye Türkçesi ise geriye dönük olarak şu aşamalar söz konusudur: 69

Marek STACHOWSKI

Modern Ttü. ← Osmanlıca ← Eski Anadolu Türkçesi ← Ana Oğuzca ← Genel Türkçe ← Ana Türkçe [= Genel Türkçe + Ana Bulgarca] (← Ana Altayca)

Bu örneği tartışmaya geçmeden önce bir ek not [6.3] yapalım. 6.3 Türkiye Türkolojisinde modern sözcükler genellikle Eski Türkçeye geri götürülür. Halbuki, Eski Türkçe, Orhun ve Yenisey ırmaklarının kıyılarında konuşulan homojen bir dil değildi; tam tersine: sözkonusu coğrafyada konuşulan farklı Türk ağızlarının çeşitli öğelerini içeren yapay bir edebî dil idi. Sözcüklerin başında bulunan Y (a)y(a) run harfi genel olarak y diye okunur. Ancak, Bizanslılara gelen Eski Türk Yabgusu kendi ünvanını herhalde yabgu değil, cabgu diye telâffuz etmiş olmalıdır ki, Yunanlılar onu [öabgu] diye kaydetmişlerdir. Anlaşılıyor ki, Eski Türkçenin konuşulduğu zamanlarda sözbaşı Y (a)y(a) harfi hem y hem de c diye okunurdu. Bir başka ifade ile, Köktürk Kağanlığı’nda konuşulan bazı ağızların ses sistemi Oğuz dillerininkinden farklı idi. Orhun Türkçesi metinleri, tek bir alfabe ile yazılmasına rağmen tek bir düzene göre değil kişiden kişiye değişen bir söyleyişe göre okunurdu. Yani, Orhun Türkçesi modern Türk dillerinden hiçbirinin proto-dili sayılamaz. Adeta, o zamanlarda konuşulan ağızların bir nevi yapay standartıdır. Aynı olay, çeşitli Avrupa dillerinde de görülebilmekte ve bu tür yapay bir dil çoğu kez Yunanca koine terimi ile adlandırılmaktadır. Zaten, bu fenomen Asya dillerinde de çok iyi biliniyor. Meselâ, ilk olarak 13. yüzyılda kaydedilmiş olan ve bugün “Klâsik öncesi Moğolca” dediğimiz dil de bir “koine standart dili” idi. 70

ETİMOLOJİ

Bu yüzden bugünkü Türkiye Türkçesinin ataları arasında Orhun Türkçesi bulunmuyor. Orhun Türkçesi, Eski Türk Kağanlığı’nın 8. yüzyılda (745) yıkılışıyla beraber kaybolmuş, yerini çeşitli Türk boylarının konuştuğu ağızlara bırakmıştır. Bu nedenle de [6.2]’de gösterdiğimiz aşamalar arasında bir “Eski Türkçe” aşaması mevcut değildir. 6.4 Şimdi [6.2]’de sorduğumuz soruya dönelim. Bugünkü Türkiye Türkçesinde kullanılan herhangi bir sözcüğün kökenini Ana Oğuzcaya kadar geri götürmek için bu sözcüğün Türkiye Türkçesi dışındaki Oğuz dillerinde var olan karşılıklarını bulup zikretmemiz gerekir. Ana Türkçeye kadar gitmek istememiz durumunda ise başka Türk dillerindeki mevcut denklerini de göstermek zorundayız. Ana Altaycaya kadar geri gidersek ‒ Japonca ile Korece bir yana ‒ en azından Moğolca ve Tunguzca denklerini vermemiz beklenir. Türkiye’de doğup büyümüş bir kişinin dil yetisi ne kadar gelişkin olursa olsun, sadece kendi dil yetisine dayanarak Türkçenin zaman derinliği çok küçük olan bir etimolojik sözlüğünü bile yazamayacaktır. Çünkü başka dillerin verilerini bulup kullanamayacaktır. 19. yüzyılda bir sözcüğün karşılaştırmalı ve tarihî bütün verilerini gösteren sözlüğe “filolojik sözlük” denmekteydi. (Malkiel 1976: 86, dipnotu 1). Ancak böyle bir filolojik sözlük yazabilmek için özel dillerin tarihî ve etimolojik sözlükleri, tarihî gramer kitapları gibi birçok temel çalışma gereklidir.

71

Marek STACHOWSKI

6.5 “Evcik sözcüğü neden geliyor?” sorusuna “Ev sözcüğünden geliyor” dersek aslında cevap vermiş sayılırız. Ancak, Türkçenin tarihini bilmeyen, Orhun Türkçesi metinlerini okumamış biri, ev sözcüğünün Türkçe bir sözcük olup olmadığını, Türkçede ne zamandan beri kullanılmakta olduğunu, anlamının değişip değişmediğini bilemeyecektir. Türkçe kolhoz sözcüğünün kökenini soran kişi “Rusçadandır” cevabı ile belki yetinir. Halbuki, bu cevap sözcüğün ne yapısını ne de ilk anlamını açıklar. TTü. vampir sözcüğünün Fr. vampire ‘ay.’ kelimesine gittiğini öğrenmek pek ilginç ve önemli sayılmaz. Fransızca kelimenin Srp. vampir ‘ay.’ sözcüğünden geldiği, bir Türk okuyucusunu belki biraz şaşırtır ama, onu herhalde yine fazla ilgilendirmez. Ancak, Sırpça bu kelimenin daha Ana Slâvca zamanlarında Türk dillerinden alınıp TTü. obur sözcüğünün Slâvcadaki karşılığı olduğu, yani bütün dünyada kullanılan vamp ile vampir kelimelerinin TTü. obur sözcüğünün birer yansıması olduğu fikri (Stachowski K. 2005) bu kelime ailesini bir Türkolog için özellikle ilginç kılar. Bu iki örnek, “bir adım geri” yöntemini gösteriyor. [5.6]’da anlattığımız Leh. pejcz ‘kamçı, kırbaç’ sözcüğüne bakalım. Bir adım geri giderek bu kelimenin Lehçeye Almancadan geldiğini söylemekle yetinmiş olsak bunun sıradan bir alıntı olduğunu sanacak gerçekte ise “Rückwanderer” tipinden bir gezgin sözcük olduğunu bilemeyecektik.

72

ETİMOLOJİ

6.6 Öbür taraftan çok uzak geçmişe giden bir kökenbilimsel sözlük yazmanın iki önemli problemi vardır. Birincisi sözlüğün büyüklüğüdür. Çok ciltli bir sözlük bir yandan pahalı, öbür yandan ise elverişsizdir. Bu iki etken de alıcıların sayısını düşürür. Bu nedenle etimologlar, sözlüklerini fazla genişletmemeye çalışırlar. Bu da üç yolda sağlanabilir: [6.6a]

Maddelerde ancak hazır etimolojiler verilip kökenbilimsel tartışmalar ve kaynakça ihmal edilir;

[6.6b]

Karşılaştırmalı ve tarihî veriler zikredilmez;

[6.6c]

Sözcüklerin bazıları, her şeyden önce türeme sözler bir yana bırakılır.

Bu üç yöntemin sonuncusu oldukça zararsızdır. Bu durumda türevin temelini okuyucu, kendi başına bulmak zorundadır. [6.6a] ile [6.6b] durumunda ise okuyucu, sözcüğün kökenini kendi kendine incelemek, doğruluğunu kontrol etmek imkânından yoksundur ve sözlüğün yazarına inanmak zorundadır ‒bu da ilmî düşünüşe ve okuyucunun bilimsel gelişimine zarar verir. Problemlerin ikincisi ise biraz utandırıcıdır. Çünkü bu, eksik yetkinlik sorunudur. Türkologların hangisi, Anadolu diyalektolojisi, Türk dillerinin karşılaştırmalı biçimbilimi, Yakutçanın sesbilimi, Salarca söz oluşumu, Eski Türkçe anlambilimi, Karaimcedeki Slâv alıntıları gibi farklı farklı konuları aynı derecede (en iyi, mükemmel olarak) bildiğini söyleyebiliyor acaba? 73

Marek STACHOWSKI

Avrupa kökenbiliminde Alfred Ernout (1879-1973) ile Antoine Meillet (1866-1936) tarafından yazılmış bir Lâtin dilinin etimolojik sözlüğü (1932) özel bir yer alır. Çünkü Ernout, Lâtin filolojisi uzmanı olup ancak ve ancak Lâtince sözcüklerin tarihini, Meillet ise Hint-Avrupa dilleri uzmanı olarak Lâtince sözcüklerin HintAvrupa kökenini işlemiştir. Böylelikle, okuyucu bir Lâtince sözcüğün hem Hint-Avrupa arka plânını hem de Lâtin dilinin tarihindeki yerini, anlam ve biçiminin gelişimini, üslûp bakımından değişmelerini dünyaca tanınan iki uzmandan edinebilir. Fakat bu tür bir işbirliği çok nadir görülebilir. 6.7 Rus asıllı Amerikan dilbilimci Anatoly Liberman, etimolojik sözlükleri iki gruba ayırıyor: (a) her kökenin tarihini ve bütün tartışmalarını bir bir anlatan “analitik” sözlükler; (b) tartışmadan daha çok hazır çözümleri veren ve kararını pek ispat etmeyen “dogmatik” sözlükler. Liberman ancak ve ancak (a) grubundakileri ciddiye alır. (Bu konudaki fikirlerini anlamak için şu üç yazısına bakmak da yardımcı olur: Liberman 1994, 2002, 2005; kökenbilimsel sözlükler ile ilgili genel bilgiler için bkz. Malkiel 1976; bundan anlaşıldığı üzere, etimolojik sözlükler üzerine oldukça hacimli bir kitap yazmak veya özel bir kongre yapmak da mümkündür). Halbuki Liberman, öğrenci ve asistanlarıyla beraber yirmi yılı aşkın bir süreden ve birçok kitap ve dergiyi taradıktan sonra 2008 yılında son derece ilginç tek ciltlik etimolojik bir sözlük çıkardığı halde sözlükte sadece 55 sözcük ele alınmıştır. Gene de bu 55 sözcük için Liberman büyük boyutlu sayılabilecek 231 sayfalık bir eser ortya koyabilmiştir. Almanca ve İngilizcenin klâsik etimolojik 74

ETİMOLOJİ

sözlüklerinde (Kluge, Onions gibi) aşağı yukarı 15-20 bin sözcük vardır. Bu sözlükler Liberman’ın yöntemiyle yazılmış olsaydı büyüklükleri 60 ile 90 bin sayfa olacaktı. Bu kadar büyük bir sözlüğün ne kadar pahalı ve elverişsiz olduğunu söylemek bile gerek yok. Yeter ki, sözlüğü açan okuyucunun amacını düşünelim ‒ herhalde çabucak net bir cevap bulmak ister. Fakat bir kelime için beş-altı sayfalık tartışmayı okuduktan sonra aradığı net cevabı da alamayınca şüphesiz memnun kalmaz. Demek ki, Liberman’ın “analitik” dediği sözlük ancak başka etimologlar için güzel bir eserdir. Etimolog olmayan okuyucular galiba daha çok, Liberman’ın “dogmatik” dediği sözlüğü tercih edeceklerdir. Anlaşılan, bir sözlüğün hem büyüklüğü hem de zaman derinliğini belirleyen tek bir kural yoktur. Bu konularda verilecek her karar aynı zamanda iyi ve kötü olabilir. Çünkü her karar, yazarın yetkinliği, sözlüğü kullanacak okuyucular, daha önce yayınlanmış başka eserler gibi farklı farklı etkenlere bağlıdır ve bu durumdan duruma farklılık gösterebilir.

75

7. ETİMOLOJİLERİ DEĞERLENDİRME KURALLARI

7.1 Fr. loyal ‘sadık, vefalı’ ile Fr. légal ‘yasalı, kanunî’ sözcükleri, Lât. legalis ‘kanunî’ sözcüğünün bugünkü iki temsilidir. Ancak, loyal kelimesi kurallı olarak değişmiş légal kelimesi ise sonradan Lâtinceden alınıp Fransızcanın ses sistemine uyarlanmıştır. Görüldüğü üzere, Fransız kökenbilimcileri için Lâtinceden doğal yollarla Fransızcaya ulaşmış sözcükler ile sonradan alınmış sözcükler arasında ayrım yapmak, son derece önemlidir. Öte yandan, Fransızcanın durumu oldukça özeldir. Başka diller, doğrudan doğruya kendi proto-dillerinden yeni sözcükler alamaz. Bu türden “yerel kurallar” ile bundan sonra uğraşmayacağız. Bunun yerine bazı genel, yani her dilde geçerli kuralları anlatacağız. 7.2 “Herhangi bir sözcük eşitliği, etimoloji değildir”. İki sözcük denklemini bir etimoloji saymak için sözcüğün morfolojik yapısını belirleyip açıklamak gerekir. Örneğin, Lât. deus ‘tanrı’ sözcüğünün Sanskritçe denginin dēvás olduğunu söylersek bu cümlemiz aslında bir şey açıklamaz. Deus : dēvás denklemi doğrudur ama, pratik olarak Lâtince kelimenin ne biçimini ne de anlamını açıklar. Ancak bu iki sözcüğün Hint-

Marek STACHOWSKI

Avrupaca *dev ‘gökler’ sözcüğünden geldiğini gösterirsek Lât. deus sözcüğünün kökünü (*dev+us) ve ilk anlamını (*‘gökle ilgili, ilâhî’) açıklamış oluruz (Kluge 1911: 107). Gerçi, çok kere ilk anlam pek gösterilemiyor. Örneğin, Lât. agō ‘1. yol göstermek, yönetmek; 2. yürütmek, harekete geçirmek’ anlamları birbirine çok yakındır. Bu açıdan ‘yürümek’ anlamı ‘yol göstermek’ anlamına dönüşebildiği gibi ‘yol göstermek’ anlamı da ‘yürümek’ anlamına dönüşebilmektedir (Mayrhofer 1980: 13). 7.3 “Bütün ses ve biçimbilimsel öğeler açıklanmalı”. Anlamsal değişmeler ancak çok nadir olarak öngörülebilir ve bunların yorumu oldukça sezgiseldir. Bu nedenle semantik değişmelerin bir etimolojinin değerlendirilmesindeki rolü ‒ tamamen önemsiz değilse de ‒ oldukça sınırlıdır. Ses ve biçimbilimsel öğelerin her birisi açıklanmalıdır. Bunların bir tanesi bile açıklanmadan bırakılırsa etimoloji bir bütün olarak sağlam sayılmaz. Örneğin: [7.3a]

Genel Tü. kapkan ‘kapan, tuzak’ = Yak. kapkān ‘ay.’ (bkz. [3.3]). ‒ Bu sözcüklerde ünlülerin niceliği farklıdır ve bu fark kendiliğinden anlaşılacak bir özellik değildir. ‒ Kapkan sözcüğünün kap- eyleminden türetildiği apaçıktır; -gan ekinin ünlüsü ise Ana Türkçede kısa idi. Buna göre, Ana Tü. *kap-gan sözcüğünün bugünkü temsillerinde iki ünlü de kısa olmalıdır. Şimdi şu örneklere bakalım: Yak. kārtı ‘oyun kâğıdı’ < Rus. kártı (çoğul) ‘ay.’; Yak. karandās ‘kurşunkalem’ < Rus. karandáš ‘ay.’. Görüldüğü üzere, Rusça vurgulu 78

ETİMOLOJİ

ünlüler Yakutçada uzun ünlüler olarak temsil edilir. Bu olgu, kapkan sözcüğünün Yakutçaya doğrudan doğruya Genel veya Ana Türkçeden değil, Kıpçakça ve Rusça aracılığı ile geçtiği fikrini akla getiriyor, Genel Tü. *kap‘kapmak’ > Kıpç. *kap-gan > kapkan > Rus. kapkán ‘ay.’ > Yak. kapkān ‘ay.’ gibi. Ünlülerin niceliğini dikkate almadan bu sözcüğün dolaşma yollarını bulamazdık.

7.4 “Net olmayan semantik değişmeler, kültürel etkenler ve (veya) başka dillerde var olan paralel örneklerle desteklenmelidir”. ‒ Örnekler: [7.4a]

Yak. pruoska ‘1. enfiye; 2. bebeğin/çocuğun penisi’ < Rus. (diyalekt) próška ‘enfiye’ < Leh. proszka ['prƒška], in hali < proszek ['prƒšek] ‘toz, podra’ (Anikin 2000: 456; 2003: 489). Leh dilinde, dużo ['dužƒ] ‘(bir)çok’, mało ['ma²ƒ] ‘az’, trochę ['trƒhe] ‘biraz’ gibi kelimeler ile beraber kullanılan adlar, -in ilgi durumu ekini alır. Bu nedenle ‘çok/az/biraz toz’ ifadelerindeki Lehçe proszek ‘toz’ sözcüğü -in ilgi durumundadır ve bu biçim Lehçeden Rusçaya, Rusçadan ise Yakutçaya alınmıştır. ‘Toz’ anlamının niçin ‘enfiye’ için kullanıldığı kolaylıkla açıklanabilir. Fakat ‘toz’ anlamının nasıl ‘bebeğin penisi’ anlamına dönüştüğü o kadar açık değildir. Bunu anlamak için kültürel bir olguyu öğrenmek gerekir:

79

Marek STACHOWSKI

Bazı halklar, bebeklerinin sıhhî vaziyetini ve hatta bazı

hastalıkları,

idrarın

kokusuna

dayanarak

belirleyebiliyorlar. Bu amaçla tecrübeli kişiler bebeğin penisini koklar. Koklamada bebeğin penisinin enfiyeye benzetilmesi böyle bir çağrışımı mümkün kılar. Böylece, ‘enfiye’ anlamının ‘penis’ anlamına dönüşmesi için kültürel bir olguyu bilmek etimolojiyi doğru yapmamızda önemli bir rol oynar. Buna paralel başka bir örnek daha vardır: Rus. tabák ‘1. tütün; 2. enfiye’ kelimesi önce Tatarcaya geçip tĕmĕkĕ şeklini

almış

fakat

anlamı

değişmemiştir.

Ancak

Tatarcadan Çuvaşçaya geçtikten sonra biçimi tümek şeklinde değişmiş, manası ise ‘penis’e dönüşmüştür. Zaten

Rusçanın

Ural

Dağlarında

konuşulan

diyalektlerinde de bu sözcük tabák ‘bebeğin penisi’ olarak geçer. [7.4b]

İng. butterfly ‘kelebek’ sözcüğünü [1.4b]’de anlatmıştık. Orada verilen açıklama, German halklarının folkloruna dayanıyordu. Buna İngilizce dışındaki German dillerinde mevcut olan paralel örnekleri de katabiliriz. Bunlardan biri, [1.4b] maddesinde anlatılmıştı: Alm. Schmetterling ‘kelebek’. Fakat Almancanın ağız ve şivelerinde, manası yine ‘kelebek’ olan başka adlar da vardır, msl. Buttervogel (harfi harfine ‘tereyağı kuşu’) ve Molkendieb ‘peynir suyu hırsızı’.

80

ETİMOLOJİ

[7.4c]

Fr. sarrasin ‘karabuğday’ sözcüğü, harfi harfine ‘Sarazen (tahılı)’ demektir. Bu ad, ya karabuğdayın geldiği memlekete ya da esmer rengine göre türetilmiştir. Öyleyse, karabuğdayın bazı Avrupa dillerindeki adlarına ve anlamlarına bakalım: Lehçe (tatarka) ve Fince (tattari) adları Tatar’lardan gelmektedir. Karabuğdayın Lehçedeki bir diğer karşılığı olan (litewka) ise Litwa ‘Litvanya’ adından türetilmiştir. Yine bir başka Lehçe kelime (gryka), Ukraynaca (hrečka) ve Rumence (hrişcă) kelimeleri ise, ‘Yunan’ (Grek ~ Hrek) sözcüğünden gelmektedir. Karabuğdayın Portekizcedeki karşılığı olan trigo mourisco ise aslında ‘Mağripliler tahılı’ demektir. Uzun

sözün

kısası,

çeşitli

Avrupa

dillerinde

karabuğdayın adı, anlaşılan o ki bu tahılın rengine göre değil, geldiği (daha doğrusu, geldiği sanılan) memleketin veya halkın adına göre türetilmiştir. Onun içindir ki, Fr. sarrasin adının da renge göre değil, menşeye göre türetildiği sanılmaktadır (Mańczak 1999: 95). [7.4d]

TTü. Tanrımisafiri ifadesindeki misafir, kimseye bağlı olmayıp Allah’ın himayesi altında bulunur. Aynı mantık galiba Rusçanın Yakutistan diyalektinde kullanılan bóžıy oléń ‘yabanî ren geyiği’ (harfi harfine: ‘Tanrı geyiği’) ve Ural dil ailesine mensup olan Selkupça numatǝ ‘yabanî ren geyiği’ (< num ‘Tanrı’ + atǝ ‘ren geyiği’) sözcüklerinde de saklıdır. Aynı mantık Sibirya dışındaki dillerde de bulunabilir. Örneğin, Let. dieva zuosis ‘yabanî kazlar’ (< dieva ‘yabanî’ < dìevs ‘Tanrı’), Hit. šiunaš 81

Marek STACHOWSKI

ḫuitar ‘yabanî hayvanlar’ (< šiuna ‘Tanrı’). Bu gibi paraleller, TTü. Tanrımisafiri deyiminin anlamsal alt yapısını açıklamada kullanılabilecek önemli verilerdir.

7.5 “Bir anlamsal grubu oluşturan sözcükler çoğu kez bir ve aynı biçimbilimsel modele göre yapılır (örn. Türkiye Türkçesindeki yemeklerin -ma ekli adları, dolma, sarma, kıyma, dondurma gibi). Bu modeli bulup sürekli göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Modele uymayan sözcükler ise özel olarak açıklanmalıdır.”. Buna örnek için [3.2b] maddesinde anlatılan Osetçe Amistol adına bakınız. 7.6 “Bir etimolojide birden fazla sıradışı fonetik, morfolojik veya semantik olay veya süreç sözkonusu ise bu etimoloji büyük bir ihtimalle tam ve doğru değildir.”. Buna örnek olarak [2.5a] maddesindeki Mac. gyere! ‘gel!’ sözcüğünü verebiliriz. Bu deyimin başı ve sonu sözde düşer, manası ise sözde tam karşıt bir anlama dönüşür. Bir sözcüğün başındaki hecenin düşmesi, bilinen bir olaydır, örn. Osm. uş imdi > TTü. şimdi gibi. Sonundaki hece de düşebilir, örn. İng. photograph > photo ‘fotoğraf’ gibi. Anlam da tam tersine dönüşebilir ‒ İng. egregious ‘çok fena, fevkalâde kötü’ < Lât. egregius ‘şanlı, meşhur, ünlü’ gibi. İmkânsız olan tek şey, bu üç olayın bir ve aynı sözcükte vuku bulmasıdır. 7.7 “Etimoloji bir birleşimsel bilim dalıdır (bkz. [1.5]). Onun için, bir kökenbilimcinin vardığı sonuçlar, başka bilimlerin sonuçlarına ters düşemez.”. 82

ETİMOLOJİ

Özellikle dilbilimciler ile arkeologlar arasında çok kere tartışmalar yaşanır ve her grup, kendi metot ve sonuçlarının daha önemli olduğunu göstermeye çalışır. Halbuki, geçmişte, hem dilbilimin hem de arkeolojinin verilerini açıklayacak birtakım fenomenlerin varolduğu hiç şüphesizdir. Ancak, halat çekişmeden vazgeçip bu durumu beraber aramamız gerekir.

83

8. KÖKENBİLİMCİNİN ÇALIŞMA AŞAMALARI 8.1 Aşağıda bahsedilecek çalışma aşamaları, oldukça ideal bir plan oluşturuyor. Bazı durumlarda bütün bu yolu aşama aşama takip etmek mümkün değildir. Gene de ayrı aşamaların amaç ve önemini öğrenmek yerindedir. 8.2 Filolojik verileri tarayıp toplama birçok mühim soruya cevap vermekte son derece yardımcı olur: • Araştırdığımız sözcük geçmişin ayrı ayrı devirlerinde aynı biçimde ve aynı anlam ile mi kullanılıyor? • Bu sözcük, bir sözcük ailesine mensup mudur? Bu ailedeki yeri nedir? • Biçimbilimsel yapısı açıklanabilir mi? • Argoya veya bir başka özel üslûba eskiden bağlı mıydı ve bugün bağlı mıdır? Bazı sözlüklerde bir sözcüğün her anlamı için orijinal metinlerden birer-ikişer kayıt verilir. Bu kayıtları okuyunca sözlükçünün sözcüğümüzü doğru anlayıp anlamadığını inceleyebiliriz. Onun için kayıtlı sözlükler kayıtsız sözlüklerden iyi sayılır (Seebold 1981: 283-285).

Marek STACHOWSKI

8.3 Karşılaştırmalı verileri tarayıp toplama. ‒ Proto-dilden miras alınan sözcüklerin sayısı bir dilde genel olarak yabancı dillerden alınan sözcüklerin veya çok yeni türevlerin sayısından büyüktür. Ancak, geçmişte çeşitli ses değişmelerine uğrayan, bazen yapısında kullanılmaz hale gelen ekler, gövdeler bile bulunan bu eski sözcüklerin kökenini belirlemek çok zordur. Akraba dillerdeki mevcut karşılıklar, bir yandan analizi kolaylaştırır (bazen âdeta mümkün kılar), öbür yandan ise doğruluğunu kontrol eder. Çünkü çözümlememiz doğruysa sonuçların sadece araştırdığımız dilin verilerine değil, akraba dillerdeki verilere de uyması gerekir. Karşılaştırmalı verileri toplamak işi, yöntem bakımından ilk bakışta oldukça kolay görünebilir. Halbuki bu aşamada ara sıra çok önemli bir hataya rastgeliriz. [9.6c] maddesinde gösterileceği gibi, Yakutça tıa sözcüğü, kökeni bakımından Genel Tü. tāg ‘dağ’ kelimesi ile bir ve aynıdır. Buna rağmen bugünkü Yakutçada anlamı ‘orman’dır. Demek ki, Yakutça tıa sözcüğünün Türkiye Türkçesinde iki karşılığı var: Ses (ve aynı zamanda etimoloji) bakımından dağ, anlam bakımından ise orman kelimesi. İşte karşılaştırmalı veriler arasında bir sözcüğün ancak ve ancak ses yani köken karşılıkları bulunabilir. Veriler arasındaki anlam benzerlikleri ve farkları, sadece ses tarihi bakımından bir takım teşkil eden sözcükler için önemli olabilir. Yak. tıa ve TTü. orman kelimeleri, ses açısından birbirleriyle ilişkili olmadıklarından anlamlarının aynı olması kökenbilimci için önem taşımaz. 8.4 Biçimbilimsel analiz. ‒ Bu aşamanın amacı, bir sözcüğün kök, gövde ve eklerini belirlemektir. Kök bulmak genellikle oldukça zor bir iştir. Özellikle Hint-Avrupa dilleri gibi bükümlü 86

ETİMOLOJİ

dillerde sözcüklerin gövde - ek sınırını belirlemek çok kolay değildir. Bunun iki sebebi vardır: (a) Hint-Avrupa dillerindeki sözcüklerde gövdenin son hecesindeki sesler ya tamamiyle düşebilir ya da ekin ilk sesi ile birleşebilir; (b) Avrupa’nın bükümlü dillerinin tarihî imlâsında bazı eski (ve etimoloji bakımından yanlış) yazılışlar bugüne kadar kullanılagelmektedir. Şu örneklere bakalım: [8.4a]

Modern Alm. mögen ‘yapacak halde olmak’ eylemi Eski Alm. magan ‘ay.’ ilk-biçimine gider. Gövdesi mag- olan bu eylemden Eski Alm. *mag-ti adı türetilmiştir. Ancak -gt- ses öbeği -ht- diye söylendiği için bu sözcük daha Eski Almanca zamanlarında (6.-10./11. yy.) mahti diye yazılmaya başlanmıştı. Bu sözcüğün bugünkü temsili, Macht ‘güç, kuvvet’ sözcüğüdür. Modern ‹Macht› yazılışı, bu kelimenin mach-en ‘yapmak’ eyleminden geldiği

fikrini

uyandırabilir.

Halbuki,

İngilizce

karşılığının, yani might ‘güç, kuvvet’ sözcüğünün geleneksel yazılışı bu kelimenin -g-’li bir gövdeden türetildiğini gösterir. Bu etimolojiyi göz önünde bulundurarak, Alm. Tracht ‘elbise, kıyafet’ ile trächtig ‘yüklü, gebe (hayvan)’ sözcüklerinin de -g-’li bir gövdeden yapıldığını anlarız. Ve hakikaten, ikisi de Alm. trag-en ‘(üstünde, içinde, yanında) taşımak’ eyleminden türetilmiştir.

8.5 Anlamsal ilişkiler. ‒ Mâlum olduğu üzere, kök, gövde ile ekler arasındaki anlamsal ilişkileri açıklamak, sözcüğün “gerçek” manasını bulmaktır; bu da Eski Yunanlıların bir etimolojiden 87

Marek STACHOWSKI

bekledikleri en önemli şeydir. Bunu yapabilmek için çok kere ancak sözcüğün tarihini değil, bu sözcüğün adlandırdığı nesnenin de tarihini öğrenmek zorundayız. 19. yüzyılda yaşayan Alman dilbilimcisi Hermann Paul (18461921), Alm. Wand ‘duvar’ sözcüğünün wenden ‘döndürmek, çevirmek’ eyleminden geldiğini sanıyordu. Anlam bakımından, duvarın, insanın geçemeyip geri döndürüldüğü yer olduğunu tahmin edenlerdendi (Seebold 1981: 296; bu bağlamda krş. Alm. Wendepunkt ‘dönüm noktası’). Halbuki, Alm. wenden fiili çokanlamlıdır. Bu sözcük, aslen ‘kıvırmak, örmek, dolamak’ ~ ‘bir şeyin kıvrılmasını, dolanmasını sağlamak’ manasına geliyordu. İlk duvarlar ise, ne taş ne kerpiç ne de tahtadan yapılıyordu. Bunlar aslında balçıkla sıvanan örgü veya çit biçimindeydi. Onun için de “duvar” kavramı ‘örmek’ ~ ‘kıvrılmayı sağlamak’ anlamından türetilmiştir. Zaten Türkçe, ‘duvar yapmak’ için bugün bile duvar örmek denilebilmektedir. Anlamsal ilişkiler açıklanınca insanın aklına bir soru daha geliyor: Germanlar, örülen duvarların yerine taş veya kerpiçten duvarları yapmaya başlayınca bunlara da Wand mı diyorlardı? Herhalde ilk zamanlarda demiyorlardı. Çünkü Germanlar, duvarı taş veya kerpiçten yapmayı Romalılardan öğrenip Lât. mūrus ‘duvar’ sözcüğünü de Lâtinceden alıp mūr diye telâffuz ederlerdi. Bu kelimenin bugünkü temsili Alm. Mauer ‘duvar, sur’ sözcüğüdür. Zamanla duvarlar örülmez oldu ve bu nedenle Alm. Wand ile Mauer sözcükleri birbirine daha yakın oldu.

88

ETİMOLOJİ

Zaten bu yakınlık ancak anlamda değil, gramer özelliklerinde de görülebilir: Wand kelimesi başlangıçtan beri dişil ad idi. Mūr sözcüğü ise (tıpkı Lâtince etimonu gibi) eril idi. Bu iki kelime anlam açısından birbirine yaklaşınca yabancı olan mūr sözcüğü, bir gramer özelliği olan dilbilgisel cins bakımından da Germanca miras sözcüğü olan Wand adının cinsine tâbi oldu. Neticesinde, bugün hem Wand hem de Mauer kelimeleri birer dişil addır (Kluge 1989: 467b; Levitskiy 2010: 598). Anlamsal ilişkileri araştırmak, bunların tarihî değişimlerini tasarlayarak ad ile nesne arasındaki bağları göstermek, çok zor bir iştir doğrusu ve çok zaman ister. Fakat yapılınca gelecekteki bütün araştırmalar için çok sağlam bir temel oluşturur. 8.6 Sözcüğün tarihi. ‒ Bir etimolojik sözlükte her kelimenin bütün kayıtlarını zikretmek ne mümkündür ne de elverişlidir. Ama, bütün önemli değişmeleri ve bu değişmelerin nedenlerini gösteren kayıtlar ‒ mümkünse ‒ verilmelidir. Bu amaçla kökenbilimci iyi ve detaylı bir tarihî sözlüğe bakar. Bir dil için kapsamlı tarihî sözlükler yazılmadan önce tam etimolojik bir sözlük de yazılamaz. Onun için tarihî (ve karşılaştırmalı) sözlükler son derece önemlidir. 8.7 Etimolojinin doğruluğu. ‒ Araştırılan sözcüğün kökenini belirledikten sonra etimolog, iddiasını kontrol ederek birçok soruya cevap vermektedir. Bu sorular üç gruba ayrılır (Seebold 1981: 301): [8.7a] Varsayım ile delillerin değeri: •

Bütün varsayılan ses ve anlam değişmeleri için farklı örnekler de bulunabilir mi? 89

Marek STACHOWSKI



Teklif edilen etimolojide, şüpheli noktaların net olmayan delillerle açıklandığı oluyor mu? Örneğin, İng. dwarf ‘cüce’ sözcüğünün karşılıkları bütün Batı German dillerinde varken Gotçada ve başka Hint-Avrupa dillerinde mevcut değildir. Bu sözcüğün, Skr. dhvarás+ ‘namuzsuz, hilekâr’ veya Yun. sér(i)fos ‘sivrisinek’ kelimesine bağlı olduğu iddia edilmiş ama bu iki sözcüğün kökeni belirlenememiştir (Liberman 2005: 168). Bu gibi bir duruma “şüpheli olanı net olmayan ile açıklama” diyebiliriz.

[8.7b] Mantıkî düşünce zincirinin kusursuzluğu: •

Delillerde açıklanmamış noktalar kaldı mı?



Toplanan verilerden tek bir sonuca mı varılabilir? Başka sonuçlar da çıkarmak mümkün ise bunlar yeterince tartışıldı mı?



Sözcüğün bütün özellikleri ve mantıkî tartışmada her bir düşünme aşaması açıklandı mı?

[8.7c] Rakip etimolojiler: •

Bizim etimolojimiz, daha önce teklif edilen etimolojilerin şüpheli yerlerini açıklayabiliyor mu?



Yeni

etimoloji

görüş

ufkumuzu

ne

dereceye

kadar

genişletiyor?

8.8 Etimolojiyi tahrir etme. ‒ Bir yazı yazmada belki de en zor iş, gelecekteki okuyucuların şüphelerini ve sorularını öngörmektir. Yazısını anlaşılabilir kılmayı ve kabul ettirmeyi kolaylaştırmak için yazar bütün veri ve delillerini derli toplu bir şekilde 90

ETİMOLOJİ

sunmalıdır. Bu amaçla yazının paragrafları baştan başa numaralanabilir. Öyleyse, makalesinin, örneğin, ikinci paragrafını sesbilimsel konulara ayırmış olan yazar, sekizinci paragrafı yazdığı gün yine sesbilim ile ilgili bir ek veya not yapmak isterse bu sayede ikinci paragrafa dönebilecektir. Böylelikle, sesbilime âit bütün veri ve deliller, makalesinin hep bir yerinde bulunacaktır. Bu yöntem sâyesinde, yazar yazısında mevcut olabilecek noksanları görüp tamamlayabilecek, okuyucu ise yazıyı daha kolay bir şekilde anlayacaktır. Bir başka problem, zikredilen verilerin kaynağıdır. Genel olarak her sözcük, her veri kaynaklandırılmalı, diyoruz. Fakat bu kural, herkesçe bilinen veya kolay kolay bulunabilen sözcükler için geçerli değildir. İng. dog ‘köpek’, police ‘polis’ veya man ‘adam’ gibi bir kelimeyi kaydeden kaynağı vermek, yazıyı boşuna uzatmaktan ve anlaşılır bir maddeyi anlaşılmaz hale getirmekten başka bir işe yaramaz. Yazıda, tartıştığımız sorunun tarihini ‒ kısa da olsa ‒ anlatmak da çok önemli ve faydalı olabilir. Çünkü bunun sâyesinde okuyucu yazarın teklifini, rolünü, katkısını ve önemini daha iyi anlayacaktır. Eskiden, adlarında Lât. Miscellanea ‘her türlü, çeşitli şeyler’ veya Notationes ‘notlar’ sözü bulunan yazılar çok yaygındı. Bu tip makaleler, bir veya birkaç etimoloji ile ilgili ayrıntıların anlatıldığı kısa yazılardı. Bunlar aslında ancak tecrübeli araştırmacılar için yazılıyordu. Bu kadar kısa ve tamamlayıcı, bir de sadece uzmanlar için yazılan yazılarda sorunun tarihi genellikle anlatılmazdı. Ancak bugün bu tür yazılar oldukça seyrek bulunabiliyor. 91

9. EK BİLGİLER: ETİMONUN ANLAM VE MANASI. “İZOSEMANTİZM” YÖNTEMİ 9.1 Az. kabar ‘nasır’ = Hal. kāapar ‘su kabarcığı’, Kar. kabar ‘ay.’ sözcüklerinin ana biçimi *kāpār olarak tasarlanır. Etimon denilen bu ana biçimin anlamı galiba *‘kabarcık’ idi. Görüldüğü üzere, tasarlama sürecinde ‘nasır’ ve ‘su kabarcığı’ gibi modern somut anlamların müşterek payı çıkarılınca geriye kalan anlam, sözcüğün aslî anlamı olarak kabul edilir. Başka durumlarda müşterek bir pay bulmak o kadar zordur ki, etimonun bir tek anlamı yerine bir “anlamlar silsilesi” verilir, örn. Alm. Weide ‘otlak, yaylak’ = Eski İng. wāð ‘avlama, av’ sözcüklerinin etimonu olan *waið sözcüğü için Levitskiy (2010: 580) iki anlam veriyor: ‘avlama; otlak’ (Görüldüğü gibi Levitskiy, anlamların müşterek payını çıkarmaktansa onları topluyor). Bu iki kelime ‘evden yola çıkmak’ anlamına gelen bir eylemden yapılmış birer türev olduğu için Levitskiy, bu türevlerin ilkel anlamı konusunda karar verememiş ve bu anlamları toplamak zorunda kalmıştır. 9.2 Yine Az. kabar ‘nasır’ = Hal. kāapar, Kar. kabar ‘su kabarcığı’ sözcüklerine bakalım. Bunların etimonu olan *kāpār sözcüğü, *kāpā- ‘şişmek’ fiilinden türetilmiştir. Dolayısı ile

Marek STACHOWSKI

sözcüğün ilk ve lâfzî anlamı *‘şişer’ veya *‘şişmiş’ idi. Bir başka ifade ile, lâfzî anlamı *‘şişer, şişmiş’ olan *kāpār sözcüğü ‘kabarcık, şişmiş bir yer’ anlamıyla kullanılmıştır. Bir etimonun ilk ve lâfzî anlamına genellikle ‘etimolojik mana’, proto-dilde gerçekte kullanılan anlamına ise ‘ilk anlam’ veya ‘aslî anlam’ deriz. Aslında, etimonlar için ‘mana’ ve ‘anlam’ terimlerini de kullanabiliriz. Sanskritçe mahā ‘büyük’ ve rāǯa ‘prens’ öğelerinden ibâret ve lâfzî anlamı ‘büyük prens’ olan mahārāǯa kelimesi ünvan olarak kullanılırdı. Ancak, bu kelime Eski Türkçeye alındıktan sonra Makarač şeklini almış ve bir ihtimale göre sadece bir ünvan olarak değil, aynı zamanda bir kişi adı olarak da kullanılmıştır (Ölmez 1999: 64). Bu örnekten anlaşıldığı üzere, özel adlarda, lâfzî ve hakikî anlamlar birbirinden çok uzaklaşabilmektedir. Bu uzaklaşma özel adlarda gerçek anlamın tamamen kaybolup sadece bir kişiyi simgelemesine kadar uzanabilmektedir. Öbür taraftan, özel adlar normal adlara dönüşüp bir anlam alabiliyor. Örneğin: Ar. ḥtm ‫‘ حتم‬karar vermek’ kökünden türetilmiş ḥātim ‫حاتم‬ ‘hakim, yargı’ sözcüğü zamanla çocuk adı olarak da kullanılmıştır. Bedevîler arasında, adı Ḥātim olan bir kişi, cömertliği ile şöhret kazanmış; bunu örnek alarak, Doğu’nun çeşitli dillerinde hâtim sözcüğü ‘cömert’ anlamı ile kullanılmaya başlanmıştır (Gafurov 1987: 14). Zaten, Osmanlıcada da hâtim veya hâtem ‘cömert’ sıfatı ve ondan türetilmiş hâtemâne ‘cömertçe’ belirteci kullanılmakta idi. 94

ETİMOLOJİ

Demek ki, bu durumda önce ‘hakim, yargıç’ anlamına gelen bir sözcük, özel bir ada dönüşerek normal anlamını yitirmiş, sonra ise bu özel ad yine sıfat olup ‘cömert’ anlamını almıştır. Bir başka örnek, TTü. bıçak ‘kesici araç’ sözcüğüdür. Malûm olduğu üzere, bu sözcük biçmek eyleminden gelir. Demek ki, ilk anlamı bugün olduğu gibi ‘kesici araç’ iken etimolojik manası *‘biçici’ ~ *‘kesek’ idi. Bu örnekte, aslî anlam ile etimolojik anlam arasındaki fark çok küçüktür. Fakat Slâv dillerindeki nož ‘bıçak’ sözcüğünün durumu daha farklıdır. Çünkü Slv. nož sözcüğü, aslen ‘iğnelemek, delmek’ manasına gelen *nĭz-ti eyleminden türetilmiştir ki bu durumda kelimenin etimolojik manası ‘delici, iğneleyici’, aslî anlamı ise daha çok ‘biz, tığ gibi bir araç’ idi. Görüleceği üzere TTü. bıçak ve Slv. nož ‘bıçak’ kelimeleri, tarihî anlambilim açısından birbirine pek benzememektedir. Öbür taraftan, bu gibi analizler bazen çok şaşırtıcı özellikleri gün ışığına çıkarır. Meselâ, İng. mate ‘1. arkadaş, dost; 2. eş, koca, karı’ sözcüğü aslen ‘yemek+daş’ manasına geliyordu ve İng. meat ‘et’ sözcüğü ile kökteştir (Levitskiy 2010a: 377). Bunu görünce, Türkçe şaka olsun diye söylenen kaşık düşmanı ‘kadın, eş’ sözcüğünü düşünmemek elde değildir. İkisi de, belki etin, yemeğin ‒ zor bulunabildiği için ‒ son derece önemli ve değerli olduğu ve sadece gerçek dostlar ile paylaşıldığı zamanların birer izidir. 9.3 Anlamsal değişmeler çoğu kez ilginç, bazen de komik bile olabiliyor. Buna rağmen anlam değişmeleri ses değişmeleri kadar düzenli olmadığından önceden varsayılamazlar, olsa olsa tahmin 95

Marek STACHOWSKI

edilebilirler. Buna bakmadan, bazı dilbilimciler değişmelerin kurallarını bulmaya çalışıyor. Örneğin:

anlamsal

Alman dilinde pro Kopf ve pro Nase ‘beherine, adam başına’ deyimleri var. Aslî anlamları ‘(bir) baş için’ ve ‘(bir) burun için’dir. Görüldüğü üzere, baş ve burun kavramları insan için kullanılabilmektedir (Türkçede zaten (adam) başına ~ beherine deriz). Ancak, bunun tersi bir durum sözkonusu olamaz. Yani ‘insan, adam’ manasına gelen sözcük ‘baş’ veya ‘burun’ olarak kullanılamaz. Bundan şu kural çıkarılabilir: «Bir uzvun adı ‘insan, adam’ anlamını alabilir. Fakat tersi olamaz». 9.4 Pek düzenli olmayan anlamsal değişme kurallarının hiç faydası var mı? Evet vardır. Hem de iki tip faydası vardır. Bir yandan, bir etimolojide ses değişmeleri tam kesin, güvenilir değil ise anlamsal değişmeler yardımcı ölçüt olarak kullanılabilir (bkz. [9.4a]). Öbür yandan ise bir dilde yapılan rekonstrüksiyon, bir başka dildeki paralel anlamsal gelişmeye dayanılarak netleştirilebilir veya tamamlanabilir (bkz. [9.4b]). Örneklere bakalım: [9.4a] Alm. Schwert ‘kılıç’ ile Schwarte ‘domuz derisinin kıllı dış tabakası’ sözcükleri sesbilim bakımından bir müşterek köke gidebiliyor. Ancak, bir kökü teklif etmek, aynı zamanda bu kökün anlamını da bulmak demektir. Bu kadar farklı anlamlar için ne gibi bir “çıkış yeri” bulunabilir? Bu soruya cevap verme noktasında, insan başlangıçta ümitsizliğe düşse de aslında bu problemi çözmek hiç de imkansız değildir. Çünkü Eski İzl. sigg 96

ETİMOLOJİ

‘deri’ sözcüğünün akrabaları arasında sǫg [såg] ‘testere’ sözcüğü de var. Anlaşılan o ki en azından German halkları ‘kesici araç’ ile ‘deri’ kavramlarını herhangi bir suretle birbirine bağlıyordu. Şimdi, Lât. callum ‘kalın deri’ sözcüğünün HA. *skel- ‘kesmek’ eyleminden türetilip ilkin *‘kesilen şey’ demek olduğunu öğrenirsek Germanların mantığını da anlarız: Alm. Schwert ‘kılıç’ ile Schwart ‘bir nevi deri’, Eski İzl. sigg ‘deri’ ile sǫg ‘testere’ kelimelerinin kaynağı, ‘kesmek’ manasına gelen bir eylem olmuştur (Levitskiy 2010a: 529). [9.4b]

Yukarıdaki [6.1] maddesinde gösterildiği gibi Ana Türkçe *kul ‘küçük’ sözcüğü, Hint-Avrupa dillerindeki bir paralel gelişmeye dayanılarak daha eski bir anlama geri götürülebilmektedir.

9.5 Görüldüğü üzere, aslî anlam ile modern anlam arasında bir takım merhaleler bulunabilmektedir. Bunları yeniden tasarlamak bazen çok zordur, bazen de imkânsızdır. Bu açıdan yapmış olduğumuz yeniden tasarımlar mümkünse eski metinlerin filolojik edisyonlarından aldığımız bilgilere dayanmalıdır. Ne yazık ki, “düzenli semantik kuralları” terimi, çok kere bu ara merhaleyi hesaba katmaz. Örneğin: •1

•3 •2

A•

•4

•B •5

•6 97

Marek STACHOWSKI

Üç sözcüğün anlamsal gelişimi hep A’dan B‘ye giderse, genel olarak bu üç kelimenin bir ve aynı semantik kuralı gösterdiği düşünülebilir. Halbuki, A‒1‒2‒3‒B, A‒1‒2‒6‒B, A‒4‒2‒3‒B, A‒4‒2‒6‒B, A‒5‒6‒B, A‒5‒6‒2‒3‒B gelişimleri hiç de aynı değildir. Bu soruna aşağıda tekrar temas edeceğiz. 9.6 “İzosemantizm”, yani ‘anlamsal gelişimin paralelliği’ kuralını aslında Semitik dilleri uzmanı olan Rus dilbilimcisi Solomon S. Mayze (1900-1952) türetti. Fakat onu en çok destekleyip yaygınlaştıran kişi bir başka Rus dilbilimcisi ve Amharca uzmanı V. P. Starinin (1903-1973) oldu. Bu kural iki madde olarak şu şekilde gösterilebilir (Otkupşçikov 1967: 199-203): [9.6a]

A ve B sözcüklerinin anlamları arasındaki nispet, C ve D sözcükleri için de geçerli oluyorsa C ve D sözcüklerinin birbiriyle akraba olması oldukça kesindir.

[9.6b]

A kökünden türetilmiş bir sözcük iki anlamlı olup bu anlamlar arasındaki nispet C ve D sözcükleri için de geçerli oluyorsa C ve D sözcüklerinin birbiriyle akraba olması katiyen doğru ve kesindir.

Görüldüğü üzere, Starinin’in tahriri çok katîdir. Ancak doğru mudur? Şu iki modele bakalım: [9.6c] ‘Sepet’ anlamlı sözcükler birçok dilde, ‘kesmek’ anlamlı eylemlerden türetilmiştir. Yani, bütün bu dillerde ‘sepet’ ile ‘kesmek’ nispeti tekerrür eder. Fakat ‘kesmek’ ile 98

ETİMOLOJİ

‘sepet’ arasında çok farklı merhaleler de

bulunabilir.

Hint-Avrupa dillerinde şu dört model belgelenmiştir: •

‘kesmek’ → ‘kabuk, soymuk’ → ‘sepet’



‘kesmek’ → ‘çubuk’ → ‘örmek’ → ‘sepet’



‘kesmek’ → ‘deri’ → ‘çuval, kese’ → ‘sepet’



‘kesmek’ → ‘oyulmuş kap’ → ‘sepet’

Bu anlamsal modellerde ilk ve son anlam hep aynı olduğu halde aralarındaki semantik nispet için aynı denemez. Demek ki, C ve D sözcüklerinin anlamları tıpkı A ve B sözcüklerininki gibi olsa bile C‒D nispeti A‒B nispetine denk gele de bilir, gelmeye de bilir. Bir başka örneği ‘dağ’ ile ‘orman’ sözcükleri oluşturur. Slâv dillerinde ‘dağ’ anlamlı kelime, gora’dır. Fakat Bulgar dilinde bu sözcüğün anlamı ‘orman’a değişmiştir. Bunu şöyle gösterebiliriz: ‘dağ’ ○ ◊○ ‘ağaçlı/ormanlı dağ’ ○◊ ‘dağdaki orman’ ‘dağ’ ○

◊ ‘orman’

TTü. dağ sözcüğü çeşitli Türk dillerinde aynı anlam ile kullanılmaktadır. Fakat Yakut dilinde tıa biçimini almış olan bu sözcük ‘orman’ anlamına dönüşmüştür. Yani Yakutça ile Türkiye 99

Marek STACHOWSKI

Türkçesi arasındaki nispet Bulgarca ve Genel Slâvca arasındaki nispete benzer. Ancak Türk dillerindeki durum bugün başka türlü açıklanmaktadır. Çünkü Türkolojide artık Ana Türkçe *tāg sözcüğü için ‘ormanlı dağ’ anlamı kabul edilmektedir: ‘ormanlı dağ’ ◊○ ‘dağ’ ○

◊ ‘orman’

Bu varsayım doğru ise Slâv ve Türk dillerindeki anlamsal nispetler birbirine hiç benzemez. (Ek: Hem Türk hem de Slâv filolojisinde ilkin bir ve aynı durum belirlenmiştir: Bir sözcüğün anlamı hemen hemen bütün dillerde ‘dağ’dır, ancak bir dilde ‘orman’dır. Bu durumu açıklamaya çalışırken Slâv filologları kendi modelini, Türkologlar da kendi modelini önermişlerdir. Hangisi doğrudur, aslında bilinmez. Buna rağmen sözü edilen problem için aşağıdaki çözüm yolları önerilebilir: (a) İki model de doğrudur; (b) Slâv modeli Türk dilleri için, Türk modeli ise Slâv dilleri için doğrudur; (c) İkisi de yanlıştır; (d) Slâv modeli hem Slâv hem de Türk dilleri için doğrudur, Türk modeli ise yanlıştır; (e) Türk modeli hem Türk hem de Slâv dilleri için doğrudur, Slâv modeli ise yanlıştır. Görüldüğü gibi, problemin çözümü için beş varsayım düşünülebilir ise de bunların hiç biri bu zamana kadar tartışılmamıştır…)

100

ETİMOLOJİ

Bu durumda, [6.1] ve [9.4b] maddelerinde dile getirdiğimiz anlamın yeniden tasarlanmasının modifikasyonunun, yani hafifçe değiştirilmesinin imkânını düşünmemiz lâzımdır. [9.6d]

Bir dilde A adından B sıfatının türetilmiş olduğunu, bir komşu dilde ise A adıyla aynı anlama gelen bir C adının var olduğunu düşünelim. Bu dili konuşanlar, A : B nispetini örnek alarak kendi dillerinde de C adından bir D sıfatını türetiyor ki, bunun anlamı B sıfatının anlamına denk geliyor. Bu durumda, C : D nispeti, A : B nispeti ile yüzde yüz aynı olabilir. Gene de bu iki nispet birbirinden bağımsız olmadığına göre hiç bir şey ispatlayamaz. Örnek olarak, şu Rusça ve Yakutça kelimeleri alalım: Bir yandan Rus. nadéžda ‘ümit’ → nadëžnıy ‘güvenli, emin’; öbür yandan Yakut dilinde erel ‘ümit’ sözcüğü vardır. Rusça kelime çiftini örnek alarak Yakutlar erel ‘ümit’ adından erel+lēh ‘güvenli, emin’ (harfi harfine ‘ümitli’, yani ≈ ‘ümit veren’) sıfatını türettiler. Demek ki, erel : erellēh nispeti tıpkı nadéžda : nadëžnıy nispeti gibidir. Fakat bu denklem hiç bir şey ispatlayamaz.

Görüldüğü üzere, bir oranın iki gaye kıymeti aynı olan sözcükler arasındaki nispet, semantik gelişimi yeterince belirleyemez. Bu durumda, Starinin’in tahriri yanlıştır. Gene de, “izosemantizm” prensibi dikkatli bir şekilde kullanılırsa yardımcı bir ölçüt olarak uygulanabilir. Şu örneğe bakalım:

101

Marek STACHOWSKI

[9.6e]

TTü. kreten sözcüğü Fr. crétin ‘ay.’ sözcüğüne gider. Bu Fransızca

kelime

ise

ilkin,

Fransızcanın

İsviçre

ağızlarında oluşmuş ve aslında chrétien ‘Hıristiyan’ sözcüğünün tahrif edilmiş bir biçimidir. Nasıl olur da ilahi bir dine aidiyeti ifade eden chrétien sözcüğü, coğrafyanın birinde ‘kreten, aptal’ anlamına gelebilmektedir? Bunu Alp köylerinde yaşayanların, deli kişilerin de Hıristiyan olarak insan olduğunu ifade etmek istedikleri nazariyesi ile açıklamak (Campbell 1998: 254) oldukça naiftir. Alp köylülerinin bu kadar ince felsefî ve insancıl fikirlerine inanmak biraz saf geliyor insana. Durum böyle iken bu sorunun bir başka çözümü de düşünülebilir: İng. silly ‘aptal, bön’ sözcüğü, Orta İng. sely ‘şanslı; suçsuz; yüreği açık’ sözcüğüne gider. Bunun Eski İngilizcesi olan sæ:lig ‘mukaddes, aziz’ sözcüğü ise Almanca selig ‘1. mukaddes, aziz; 2. mesut, mutlu’ kelimesine denktir. Bütün bu kelimelerin kökü, sæ:l+ ‘elverişli, yarayan’ kökü iken anlamsal değişmeler aşağı yukarı şu şekilde meydana gelmiştir: (a) ‘elverişli, yarayan’ → (b-1) ‘mesut, mutlu’ ~ (b-2) ‘aziz’ → (c) ‘suçsuz; basit’ → (d) ‘aptal, alık’ (Levitskiy 2010: 449). Öyleyse, İng. silly ~ Alm. selig kelime ailesi, (b-1, 2) → (c) → (d) yolunu takip etmiştir. Fr. chrétien ‘Hıristiyan’ sözcüğü ise İsviçre köylerinde ya (b-2) veyahut da (c) anlamı ile özdeşleştirilmiş veya (b-2) → (d) ya da (c) → (d) gelişimini izlemiştir.

102

ETİMOLOJİ

Böylelikle Fr. crétin ‘kreten’ ile chrétien ‘Hıristiyan’ sözcükleri arasındaki ilişki, İng. silly ‘aptal, alık’ ve Alm. selig ‘1. mukaddes; 2. mesut’ sözcükleri arasındaki ilişki göz önünde bulundurularak, yani “izosemantizm” prensibi uygulanarak açıklanabilmektedir.

103

KAYNAKÇA Abaev V. I. 1980: Die Prinzipien eines etymologischen Wörterbuches. ‒ Mayrhofer M. 1980: Zur Gestaltung des etymologischen Wörterbuches einer “Grosscorpus-Sprache”, Wien: 29-46. Anikin A. E. 2000: Ètimologiçeskiy slovaŕ russkix dialektov Sibiri. Zaimstvovaniya iz uraskix, altayskix i paleoaziatskix yazıkov, Novosibirsk. ‒‒‒ 2003: Ètimologiçeskiy slovaŕ russkix zaimstvovaniy v yazıkax Sibiri, Novosibirsk. Berdychowska Z. 1979: Die Phonologie französischer und englischer Lehnwörter im Deutschen. ‒ Zeszyty Naukowe UJ. Prace Językoznawcze 63: 131-145. Considine J. 2008: Dictionaries in early modern Europe. Lexicography and the making of heritage, Cambridge. Deroy L. 1956: L’emprunt linguistique, Paris. Ernout A. / Meillet A. 1932: Dictionnaire étymologique de la langue latine: Histoire des mots, Paris 11932 (tek cilt); 41959-60 (dört cilt). Futaky I. 2001: Nyelvtörténeti vizsgálatok a Kárpát-medencei avarmagyar kapcsolatok kérdéséhez. Mongol és mandzsu-tunguz elemek nyelvünkben, Budapest. Gafurov A. 1987: İmya i istoriya. Ob imenax arabov, persov, tadjikov i tyurkov. Slovaŕ, Moskva.

Marek STACHOWSKI

Graur A. 1963: Rumınskiy yazık. İstoriçeskij oçerk, Buharest (Rumence aslı: Evoluţia limbii romîne. Privire sintetică, Bucureşti 1963). Helimski E. 2000: On probable Tungus-Manchurian origin of the Buyla

inscription

from

Nagy-Szentmiklós

(Preliminary

communication). ‒ Studia Etymologica Cracoviensia 5: 43-56. Iordan I. 1971: Romanskoe yazıkoznaniye, İstoriçeskoe razvitie, teçeniya, metodı, Moskva (Rumence aslı: Lingvistica romanică. Evoluţie, curente, metode, Bucureşti 1962). Janhunen J. 1997: The Russian monsters. On the etymology of an ethnonymic complex. ‒ Studia Etymologica Cracoviensia 2: 159-165. Kissling H. J. 1951: Baljemez. ‒ Zeitschrift der Deutschen Morgenländischen Gesellschaft 101: 333-340. Kotwicz W. 1948: Contributions à l’histoire de l’Asie Centrale. ‒ Rocznik Orientalistyczny 15: 159-195. Kluge F. (ed. E. Seebold) 1989: Etymologisches Wörterbuch der deutschen Sprache, Berlin ‒ New York, 22. yayını. Levitskiy V. V. 2010a: Ètimologiçeskiy slovaŕ germanskix yazıkov, cilt 1-2, Vinnitsa. ‒‒‒ 2010b [baskıda]: Semantische Struktur der ig. Wurzel *seH‘Sehne’

und

einige

indogermanische

und

türkische

Etymologien. Liberman A. 1994: An analytic dictionary of English etymology. ‒ Dictionaries 15: 1-29. ‒‒‒ 2000: An etymologist at work. ‒ Grotans A. et al. (ed.): De consolatione philologiae: Studies in honor of Evelyn S. Firchow, Göppingen: 639-652. 106

ETİMOLOJİ

‒‒‒ 2002: Origin unknown. ‒ Minkova D. / Stockwell R. (ed.): Studies in the history of the English language. A millenial perspective, Berlin ‒ New York: 109-123. ‒‒‒ 2005: Some principles of etymological lexikography and etymological analysis. ‒ Interdisciplinary Journal of Germanic Linguistics and Semiotic Analysis 10/2: 159-176. ‒‒‒ 2010 [with the assistance of Ari Hoptman and Nathan E. Carlson]: A bibliography of English etymology. Sources and word list, Minneapolis. Malkiel Y. 1976: Etymological dictionaries. A tentative typology, Chicago ‒ London. Maltby R. 1991: A lexicon of Ancient Latin etymologies, Leeds. Mańczak W. 1999: Étymologie du français sarrasin. ‒ Studia Etymologica Cracoviensia 4: 95-96. Meier H. 1986: Prinzipien der etymologischen Forschung. Romanistische Einblicke, Heidelberg. Meyrhofer M. 1980: Zur Gestaltung des etymologischen Wörterbuches einer “Grosscorpus-Sprache”, Wien. Mikkola J. J. 1938: Die älteren Berührungen zwischen Ostseefinnisch und Russisch, Helsinki. Murayama Sh. 1975: Ètimologiya russkogo slova çay. ‒ Ètimologiya 1975: 81-83. Otkupşçikov Yu. V. 1967: Iz istorii indoevropeyskogo slovoobrazovaniya, Leningrad. ‒‒‒ 2001: Oçerki po ètimologii, St.-Peterburg. Ölmez M. 1999: Eski Türk yazıtlarında yabancı öğeler (3). ‒ Türk Dilleri Araştırmaları 9: 59-65. 107

Marek STACHOWSKI

Papp I. 1956: Probleme des Imperativ-Zeichens im Ungarischen. ‒ Finnisch-Ugrische Forschungen 32/1-2: 282-301. Pomorska M. 1996: Some names for ‘button’ in Turkic languages. ‒ Studia Etymologica Cracoviensia 1: 63-76. Seebold E. 1981: Etymologie. Eine Einführung am Beispiel der deutschen Sprache, München. Sławomirski J. 1995: Ancien français lais. Quelques doutes sur une étymologie indubitable. ‒ Smoczyński W. (ed.): Analecta Indoevropaea Cracoviensia Ioannis Safarewicz memoriae dicata, Kraków: 371-376. Stachowski K. 2005: Wampir na rozdrożach. Etymologia wyrazu upiór ~ wampir w językach słowiańskich. ‒ Rocznik Slawistyczny 55: 73-92. Stachowski M. 1995: The increasing of the number of syllables and the chronology of anaptyxis and prosthesis in West European loanwords of Ottoman Turkish. ‒ Studia Turcologica Cracoviensia 1: 175-184. ‒‒‒ 2002: A note on the Turkmen name for dragon/monster/snake. ‒ Folia Orientalia 38: 191-192. ‒‒‒ 2010 [baskıda]: Türkisch kulak ‘Ohr’, kul ‘Sklave’, kulun ‘Fohlen’. Stachowski S. 1998: Ein bulgar-türkisches Lehnwort in den slawischen Sprachen (varkoč ‘Haarzopf’). ‒ Laut J. P. / Ölmez M. (ed.): Bahşı Ögdisi. Festschrift für Klaus Röhrborn…, Freiburg ‒ İstanbul: 379-389. Tekin T. 1997: Notes on some Chinese loanwords in Old Turkic. ‒ Türk Dilleri Araştırmaları 7: 165-173. 108

ETİMOLOJİ

‒‒‒ 2004 [ed. Yılmaz E. / Demir N.]: Makaleler II: Tarihi Türk yazı dilleri, Ankara. Urban M. 2008: Secretary bird, or how an etymological dictionary should be written and by whom. ‒ Studia Etymologica Cracoviensia 13: 191-199. Wartburg W. von 1931: Grundfragen der etymologischen Forschung. ‒ Neue Jahrbücher für Wissenschaft und Jugendbildung 7: 222-245 [Schmitt 1977: 135-155 yeni baskısına göre zikredilir].

109

KISALTMALAR Alm. = Almanca AngSaks. = Anglo-Saksonca Ar. = Arapça Arn. = Arnavutça Avst. = Avesta dili ay. = aynı mana Az. = Azerice Balk. = Balkarca Bulg.-Tü. = Bulgar Türkçesi Bur. = Buryatça Çek. = Çekçe EKS = Eski Kilise Slâvcası Enç. = Eneççe Etr. = Etrüskçe ETü. = Eski Türkçe EUyg. = Eski Uygurca Evk. = Evenkice Evn. = Evence EYAlm. = Eski Yüksek Almanca EYun. = Eski Yunanca Far. = Farsça Fel. = Felemenkçe Fin. = Fince Fr. = Fransızca Got. = Gotça HA. = Hint-Avrupaca Hal. = Halaçça

Ham. = Hamitik diller Hit. = Hititçe Hlh. = Halha Moğolcası Hrv. = Hırvatça İng. = İngilizce İrl. = İrlandaca İsp. = İspanyolca İtal. = İtalyanca İzl. = İzlandaca Jap. = Japonca Kar. = Karaimce Kat. = Katalanca Kıpç. = Kıpçakça Kırg. = Kırgızca Kpt. = Kıptîce Lât. = Lâtince Leh. = Lehçe, Polonya dili Let. = Letonca Litv. = Litvanca Ma. = Mançurca Mac. = Macarca Moğ. = Moğolca Osm. = Osmanlıca Oyr. = Oyrotça Port. = Portekizce Rumen. = Rumence Rus. = Rusça Selk. = Selkupça

Marek STACHOWSKI

Sic. = Sicilyaca Skr. = Sanskritçe Slv. = Slâvca Slvk. = Slovakça Srp. = Sırpça Svah. = Svahilice Şor. = Şorca Trkm. = Türkmence TTü. = Türkiye Türkçesi Tung. = Tunguzca Tuv. = Tuvaca Tü. = Türkçe Ukr. = Ukraynaca Yak. = Yakutça Yid. = Yidişçe

112

SÖZ DİZİNİ Abıstol Balk. 3.2b açúcar Port. 3.5b adam başına Ttü. 9.3 agár Mac. 4.4e agō Lât. 7.2 ajdar(hā) Far. 2.2d alcázar İsp. 5.5 alchemia Leh. 3.5f Alchemie Alm. 3.5f alchemy İng. 3.5f alchimie Fr. 3.5f alcohol İng. 3.5 alcool Fr. 3.5 al-gabr Ar. 3.5e algebra Alm. İng. Leh. 3.5e álgebra İsp. 3.5e algèbre Fr. 3.5e algodão Port. 3.5a algodón İsp. 3.5a al-ǧabr Ar. 3.5e al-kīmiyā Ar. 3.5f alkohol Leh. Alm. 3.5 alkol Ttü. 3.5 al-kuḥl Ar. 3.5 al-kuḥúl Ar. 3.5 almacén İsp. 3.5 almadraque İsp. Port. 3.5 almatrah Eski Kat. 3.5d almazèm Kat. 3.5c

alquimia İsp. 3.5f altıńńı Yak. 1.2e Amistol Oset. 3.2b, 7.5 apostolus Lât. 3.2b armazém Port. 3.5 asparagus Lât. 2.2a, 2.4 asticoter Fr. 5.4c autobus Fr. 4.4g azúcar İsp. 3.5b balcon Fr. 4.3d Balkon Alm. 4.3d bassin Fr. 4.3d Bassin Alm. 4.3d balyemez Osm. 2.2c beherine Ttü. 9.3 bıçak Ttü. 9.2 bırabılıańńa Yak. 4.2 bicz Leh. 5.6, 5.7 biçmek Ttü. 9.2 bijouterie Fr. 4.3a bisuteria İsp. 4.3a biuro Leh. 4.3c bizarre Fr. 3.6 bizarro İsp. 3.6 bizza İtal. 3.6 boroş Osm. 5.1a boyčık Yid. 4.4 bóžıy oléń Rus. 7.4d broş Ttü. 5.1a

Marek STACHOWSKI

dopšu Tuv. 3.6 dural Ttü. 6.1 dwarf İng. 8.7a egregious İng. 7.6 ejder(ha) Ttü. 2.2d eléfas Yun. 3.9c elephantus Lât. 3.9c erel Yak. 9.6 erellēh Yak. 9.6 étümos Yun. 1.1 ey EUyg. 1.2b Faenza İtal. 1.3 faïence Fr. 1.3 Fayence Fr. 1.3 fayans Ttü. 1.3 Feldscher Alm. 4.2

bureau Fr. 4.3c bus Alm. İng. 4.4g butterfly İng. 1.4b, 7.4b Buttervogel Alm. 7.4b callum Lât. 9.4a cannabis Lât. 3.2a castellum Lât. 5.5 castle İng. 5.5 castrum Lât. 5.5 cebir Osm. 3.5e chanvre Fr. 3.2a château Fr. 5.5 cheek İng. 5.2b chrétien Fr. 9.6e Christ Alm. 3.9a Chrīstus Lât. 3.9a cisterna Lât. 3.5, 3.9 club Fr. İng. 3.9a, 4.2, 4.3e conin Eski Fr. 5.4a contraddanza İtal. 2.1a contredanse Fr. 2.1a coton Fr. 3.5a cotone İtal. 3.5a crétin Fr. 9.6e cunīculus Lât. 5.4a cuttuni Sic. 3.5a cwibak Leh. 4.3b cysterna Leh. 3.9 çarşamba Ttü. 1.2d dağ Ttü. 8.3, 9.6 daß dich Gott! Alm. 5.4c dasticot(er) Fr. 5.4c delikanlı Ttü. 1.2, 1.3 deus Lât. 7.2 dhvarás+ Skr. 8.7a dieva zuosis Let. 7.4d

fyédšer Rus. 4.2 fyérša Rus. 4.2 gabr Ar. 3.5e Gallia Lât. 2.3 Genosse Alm. 5.7a glamour İng. 3.1 gora Slv. 9.6 goroş Osm. 5.1a grammatika Kırg. Rus. 4.4 grammatikalık Kırg. 4.4 grámota Slv. 3.9a Grosch(en) Alm. 5.1a gryka Leh. 7.4c guz Leh. 3.6 guzik Leh. 3.6 gyere Mac. 2.5a, 7.6 ǧabr Ar. 3.5e hāglay Dolg. 4.2 hanaf EYAlm. 3.2a hâtem Osm. 9.2

114

ETİMOLOJİ

kist Yun. 3.5, 3.9 kitāb Ar. 4.4b kitabu Svah. 4.4b komna Dolg. 4.4a kómnata Rus. 4.4a Kontertanz Alm. 2.1a kontradança Ttü. 2.1a, 2.2c, 5.4b kral Ttü. 4.4 kralica Slv. 4.3a kraliçe Ttü. 4.3a králik çek. 5.4a krallık Ttü. 4.4 kreten Ttü. 9.6e Krist Got. 3.9a Krĭstŭ EKS 3.9a królik Leh. 5.4a kul Ttü. 6.1, 9.4b kulak Ttü. 6.1 kulun Ttü. 6.1 kulüp Ttü. 3.9a, 4.2 kurabu Jap. 4.2, 4.3e kuruş Ttü. 5.1a küniklīn Eski Alm. 5.4a ḳuṭn Ar. 3.5a Kyrie eleison! Yun. 5.4f lai Fr. 5.4f laid İrl. 5.4f

hâtemâne Osm. 9.2 hâtim Osm. 9.2 hænep AngSaks. 3.2a herbata Leh. 3.9b history İng. 2.2e hevŭ Slv. 3.9a hrečka Ukr. 7.4c hrīstós Yun. 3.9a hrişcă Rum. 7.4c iskola Mac. 5.1b istatistik Ttü. 4.3e istavroz Ttü. 4.3e isteka Ttü. 4.3e istimbot Ttü. 4.3e istop Ttü. 4.3e istóriya Rus. 2.2e iyi Ttü. 1.2b kaak Fel. 5.2b kabar Az. 9.1, 9.2 Kaninchen Alm. 5.4a kánnabis Yun. 3.2a kapkán Rus. 3.3 kapkān Yak. 3.3, 7.3a karandáš Rus. 7.3a karandās Yak. 7.3a kártı Rus. 7.3a kaşık düşmanı Ttü. 9.2 kāapar Hal. 9.1, 9.2 kārtı Yak. 7.3a ḳaṣr Ar. 5.5 keman(çe) Osm. 5.2b Kilimanjaro Svah. 4.4b kīmiyā Ar. 3.5f kimya Osm. 3.5f Kirchleise Alm. 5.4f kiriş Ttü. 3.6

lamptr Yun. 3.5 lanterna Lât. 3.5 lavabo Fr. Lât. Ttü. 4.4g lay İng. 5.4f läävä Fin. 3.9a légal Fr. 7.1 Liebesapfel Alm. 5.4d litewka Leh. 7.4c loča Ma. 5.4e

115

Marek STACHOWSKI

Muhammad İng. Alm. 3.4 Muḥammad Ar. 3.4 mūrus Lât. 8.5 nadéžda Rus. 9.6 nadëžnıy Rus. 9.6 năráv Rum. 2.4b neden 4.4 nogoodnik Yid. 4.4 nož Slv. 9.2 nūčča Yak. 5.4e numatǝ Selk. 7.4d ńūči Enç. 5.4e ŋradio Enç. 4.3e obur Ttü. 6.5 omnibus Lât. 4.4g oda Ttü. 1.2c odag Tuv. 1.2c ogar Leh. 4.4e orman Ttü. 8.3 otag Trkm. 1.2c otobüs Ttü. 4.4g örgü Ttü. 3.8 örmek Ttü. 8.5 páka Hawaii 4.4b palla e mezzo İtal. 2.2c pantoufle Fr. 2.2f pantufola İtal. 2.2f patria Lât. 2.3 patroniçe Ttü. 3.5 peacenik Yid. 4.4 Peitsche Alm. 5.6, 5.7 pejcz Leh. 5.6, 5.7, 6.5 photo(graph) İng. 7.6 pıarsal Dolg. 4.2 Poliklinik Alm. 5.3 polyclinic İng. 5.3

lógos Yun. 1.1 love apple İng. 5.4d loyal Fr. 7.1 lūča Evk. 5.4e luoča Enç. 5.4e Macht Alm. 8.4a magatzem Kat. 3.5c mahārāǯa Skr. 9.2 maḫazin Ar. 3.5c Mahomet Leh. 3.4 Mahometas Litv. 3.4 Makarač ETü. 9.2 mammoth İng. 5.5 mammouth Fr. 5.5 mamont Rus. 5.5 mamut Leh. 5.5 maŋgud Bur. 5.4e Maometto İtal. 3.4 mat İng. 5.7a matalaf Kat. 3.5d mate İng. 9.2 matelot Fr. 5.7a matenot Fr. 5.7a maṭraḥ Ar. 3.5d matroos Fel. 5.7a matrós Rus. 5.7a Matrose Alm. 5.7a Matte Alm. 5.7a Mauer Alm. 8.5 might İng. 8.4a minibus Fr. 4.4g minibüs Ttü. 4.4g Molkendieb 7.4b moráv Rum. 2.4b mögen Alm. 8.4a Muhamedas Let. 3.4

116

ETİMOLOJİ

stecca İtal. 4.3e stetig Alm. 6.1 stop İng. 4.3e Stunde Alm. 6.1 stützen Alm. 6.1 subaşı Ttü. 1.4a sucre Fr. 3.5b sukkar Ar. 3.5b szarytka Leh. 2.2b szkeptikus Mac. 5.1b szkizofrénia Mac. 5.1b şimdi Ttü. 7.6 šiunaš ḫuitar Hit. 7.4d tabák Rus. 7.4a Tanrımisafiri Ttü. 7.4d tatarka Leh. 7.4c tattari Fin. 7.4c tavşancıl Ttü. 1.2, 1.3 tea İng. 3.9b Tee Alm. 3.9b tegin ETü. 5.7b tĕmĕkĕ Tat. 7.4a thé Fr. 3.9b tıa Yak. 8.3, 9.6 tigid Moğ. 5.7b tigin Moğ. 5.7b tobacco İng. 4.4b tobči Moğ. 3.6 topčı Oyr. Şor. 3.6 topçu Ttü. 3.6 Tracht Alm. 8.4a trächtig Alm. 8.4a trigo mourisco Port. 7.4c troleybüs Ttü. 4.4g trolleybus Fr. İng. 4.4g tsay Hlh. 3.9b

pomi dei Mori İtal. 5.4d pomme d’amour Fr. 5.4d prableńńe Dolg. 4.2 pravléniye Rus. 4.2 pro Kopf/Nase Alm. 9.3 proszek Leh. 7.4a proszka Leh. 7.4a proška Rus. 7.4a pruoska Yak. 7.4a raamattu Fin. 3.9a rádio Rus. 4.3e rakšas+ Skr. 5.4e răzbél Rum. 2.4a răzbói Rum. 2.4a risti Fin. 3.9a Ruotsi Fin. 5.4e sarrasin Fr. 7.4c scepticus Lât. 5.1b Schmetterling Alm. 1.4b, 7.4b schola Lât. 5.1b Schwarte Alm. 9.4a Schwert Alm. 9.4a selig Alm. 9.6e sér(i)fos Yun. 8.7a sigg İzl. 9.4a silly İng. 9.6e simya Ttü. 3.5f sīmiyā Ar. 3.5f skeptikós Yun. 5.1b smetana Slv. 1.4b sǫg İzl. 9.4a sparrow-gras İng. 2.2a Stadt Alm. 6.1 statistique Fr. 4.3e staurós Yun. 4.3e steamboat İng. 4.3e

117

Marek STACHOWSKI

tümek Çuv. 7.4a ulbandus Got. 3.9c ütüö Yak. 1.2b vamp İng. 6.5 vampir Ttü. Srp. 6.5 vampire Fr. 6.5 varkoč Slv. 3.8, 5.2a vasistas Fr. Ttü. 4.4 velĭbdŭ ~ velŭbdŭ EKS 3.9c verblyúd Rus. 3.9c verstehen Alm. 6.1 vorkoč' Eski Rus. 3.8 vrkoč Çek. Slvk. Srp. Hrv. 3.8 Wand Alm. 8.5 warkocz Leh. 3.8 was ist das? Alm. 4.4 webnik Yid. 4.4 Weide Alm. 9.1 wenden Alm. 8.5 wielbłąd Leh. 3.9c wîgleise Orta Alm. 5.4f Windhund Alm. 1.2a, 3.7, 5.6 xēmeía Yun. 3.5f yabgu ETü. 6.3 yağmur Ttü. 2.5b yazmak Ttü. 6.1 yiğit Ttü. 5.7b yuvdarha Trkm. 2.2d, 2.4 zagar Osm. 4.4e zagár Mac. 4.4e zagári Yun. 4.4e záthlıy Rus. 4.2 zónt(ik) Rus. 4.4c, 4.4e, 5.4a zúccaru Sic. 3.5b zucchero İtal. 3.5b Zwieback Alm. 4.3

118