Bilgi Ağı
 9756666145, 9789756666142 [PDF]

  • 0 0 0
  • Gefällt Ihnen dieses papier und der download? Sie können Ihre eigene PDF-Datei in wenigen Minuten kostenlos online veröffentlichen! Anmelden
Datei wird geladen, bitte warten...
Zitiervorschau

W. V. QUINE J. S. ULLIAN

BİLGİ AĞI

W. V. QUINE, 1908'de Ohio eyaletinin Akron şehrinde doğdu. Oberlin Üniversite­ si Matematik Bölümü'nden mezun oldu ve iki yıl sonra Harvard'da Felsefe doktonı unvanını aldı. Kendisine Oxford, Lille, Chicago, Washington, Ohio Devlet, Temple, Akron ve Oberlin üniversiteleri tarafından fahri doktora unvanları ve Co­ lombia Üniversitesi tarafından Butler Alım Madalyası verildi. Britanya Akademisi, Milli Bilimler Akademisi, Amerikan Felsefe Derneği, Amerikan Sanat ve Bilini Aka­ demisinin üyesidir. Harvard'da Edgar Pierce Profesörü olup 1936 yılından beri ay­ nı üniversitede ders vermiştir. Aynı zamanda Oxford, Tokyo, Sâo Pualo üniversi­ telerinde ve Kollej de France'da misafir profesörlük yapmıştır. Yayınlanmış on dört kitabı arasında, Word and Object (Kelime ve Nesne), Set Theory and Its Logic (Kü­ meler Teorisi ve Mantığı), Mathematical Logic (Matematiksel Mantık), Methods of Logic (Mantık Metotları) ve The Roots of Reference (Delaletin Kökleri) vardır. J. S. ULLİAN, 1930 yılında Ann Arbor'da doğdu. Harvard Üniversitesi Matematik ve Felsefe bölümlerinden mezun oldu ve felsefe doktorasını Harvard'da yaptı. Lil­ lian, Harvard, Standford, Johns Hopkins, Pennsylvania, Chicago ve California üni­ versitelerinde öğretim üyeliği yaptı. Hâlen, 1965 yılından beri Washington Üniversitesi'nde felsefe profesörü olarak öğretim üyeliği yapmaktadır. Felsefe, mantık ve bilgisayar bilimiyle ilgili konularda yazdığı pek çok eseri vardır.

kitâbiyât Batı Düşüncesi / Çağdaş

W. V. Quine, J. S. Ullian Bilgi Ağı Özgün adı: The Web of Belief ISBN 975-6666-14-5 1. Baskı: Ekim 2001 © AVRASYA Yay. Rek. Mat. Eğt. ve Tur. Tic. Ltd. Şti. Editör: Mehmed Said Hatiboğlu Yayın Yönetmeni: Ömer Özsoy Yayına Hazırlayan: A. Hadi Adanalı Çeviren: A. Hadi Adanalı Son Okuma: Kasım Gezen Redaksiyon: Veli Aknar Dizgi: islâmiyât Sayfa Düzeni: islâmiyât Kapak: Nurullah Özbay Baskı: Özkan Matbaacılık 0 (312) 229 59 74

kitâbiyât Dr. Mediha Eklem Sokak 41/12 06420 Kızılay ANKARA tel: 0 (312) 433 24 65 tel&faks: 0 (312) 433 66 68 e-posta: [email protected]

BİLGİ AĞI

W. V. QUINE J. S. ULLIAN

Çeviren

A. Hadi Adanalı

ANKARA 2001

İÇİNDEKİLER

ÇEVİRMENİN ÖNSÖZÜ

7

ÖNSÖZ

9

BİRİNCİ BÖLÜM GİRİŞ

11

İKİNCİ BÖLÜM İNANÇ VE İNANCIN DEĞİŞİMİ

17

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM GÖZLEM

25

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM KENDİNDEN-DELİLLİ OLMA

37

BEŞİNCİ BÖLÜM TANIKLIK

49

ALTINCI BÖLÜM HİPOTEZ

61

YEDİNCİ BÖLÜM TÜMEVARIM, KIYAS VE SEZGİ

75

SEKİZİNCİ BÖLÜM TASDİK ETME VE REDDETME

85

DOKUZUNCU BÖLÜM AÇIKLAMA

95

ONUNCU BÖLÜM İKNA ETME VE DEĞERLENDİRME

107

ÖNERİLEN KİTAPLAR

119

SÖZLÜKÇE

121

DİZİN

123

ÇEVİRMENİN ÖNSÖZÜ

elsefi düşüncemizin gelişmesinde çevirilerin rolü inkar edile­ mez. Ülkemizde son zamanlarda sayılan artan felsefe çevirileri bir yandan düşünce ufkumuzun genişlemesine, diğer yandan da, dilimizin felsefi terim ve kavramlarla zenginleşmesine yardımcı ol­ maktadır. Yine son zamanlarda ismini daha sık duymaya başladığı­ mız 'analitik felsefe' çağdaş düşünce dünyasında önemli ve etkili rol oynayan bir akımdır. Bu akımın kaynağı, konuları ve kaderi hakkında pek çok görüşler ortaya atıldı ve hâlâ atılmakta. Bazı ya­ zarlara göre analitik felsefenin başlangıcı antik dönemlere kadar gider ve yine bazılarına göre bu felsefe, artık günümüzde enerjisini tüketmiş durumdadır. Fakat genel kanaat, bu akımın en erken 19. yüzyılın sonlannda başladığı, daha çok İngilizce konuşulan ülkeler­ de yaygınlaştığı ve halen dinamizminden hiçbir şey yitirmediğidir. Elinizdeki kitabın yazarları analitik felsefe ekolüne bağlı olup, eserlerinde felsefi problemlere analitik bakış açısından yaklaş­ maktadır. Yazarlar ülkemizde fazla tanınmamakla birlikte, özel­ likle W. O. Quine 20. yüzyıl felsefesinin "en büyük filozoflanndan biri" olarak görülür. Gerçekten de Quine, çalışmaları ile geçen yüzyılın ikinci yarısında 'anlam' ve 'doğruluk' kavramlarını anali­ tik felsefenin merkezine yerleştirmiştir (Bkz. Karel Lambert, "İn Memoriam: Willard Van Orman Quine (1908-2000)" Erkenntnis (2001) 54: 273-276). Quine'nin eserleri günümüzde naturalizmin en vurgulu görüş­ lerini yansıtır. Quine'a göre felsefe ile doğal bilimler arasında bir fark yoktur; felsefenin amacı, doğayı yine doğal bilimlerin metodlarına dayanarak incelemektir. Bilimsel teorileri değerlendirmede geçerli olan ölçütler felsefi tezleri değerlendirmede de geçerlidir. Bu naturalist yaklaşım, Quine'i felsefede yaygın bazı tezlerin temelden reddine götürür. Kant'tan beri genel kabul gören analitik-sentetik ayırımı bu tezlerden biridir. Mantıksal pozitivistlerin

F

8

Bilgi Ağı

son temsilcilerinden Rudolf Carnap'ın eserlerinde de işlenen analitik-sentetik ayırımına Quine derinden kuşku duyar ve bu kuşku­ sunu "Two Dogmas of Empriasm" ("Tecrübeciliğin İki Dogması") adlı makalesinde net bir dille ortaya koyar. Frege'nın "Sinn und Bedeutung" ("Anlam ve Delalet"), Russell'ın "On Denoting" ("De­ lalet Üstüne") adlı makaleleri ile birlikte Quine'nin adı geçen ma­ kalesi "20. yüzyılda dil felsefesinin en etkili üç makalesinden biri" olarak görülmektedir (Lambert 2001, s. 274). Elinizdeki eser felsefeye giriş kitabı olmasına rağmen, felsefi li­ teratürde atıfta bulunulan bir çalışmadır. Bununla birlikte, özellik­ le Quine'nin dilinin kolay anlaşılır olduğunu söylemek zordur. Onun kendine has tarzı ve dikkatle seçilmiş ifadeleri, çevirmenin işini oldukça zorlaştırmaktadır. Bir mantıkçı olarak Quine, bir dü­ şünceyi mümkün olan en az sayıda kelime ile ifade etmede olduk­ ça maharetlidir. Kitabın da adı olan The Web of Belief ifadesi, Quine'a has bir metafordur ve onun bilgi teorisini başarlı bir şekilde ^yansıtmakta. Kitabın Türkçe başlığını, orjinaline sadık kalarak, "İnanç Ağı" şeklinde çevirmeyi düşündük. Fakat gerek kitabın içeriğinin bilgi teorisi merkezli olması ve gerekse Türkçede 'inanç' kelimesinin genelde dinî inancı çağrıştırması sebebiyle, Sait Reçber Bey'in "Bilgi Ağı" şeklindeki teklifi daha uygun bulduk. Çeviri yaparken birkaç konuda danıştığım Sayın Cem Tezer ve Greg Hammond'a, Türkçe metni dikkatle okuyarak ifadenin geliştirilmesine katkıda bulunan Sayın Ömer Özsoy ve Kasım Gezen'e, ayrıca Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'ndeki çeviri derslerime katılarak kitabı Türkçeye kazandırmaya beni teşvik eden tüm öğrencilerime teşekkürlerimi sunuyorum.

A. Hadi Adanalı Ankara, Eylül 2001

ÖNSÖZ

u küçük kitap akla uygun inancın incelenmesine kısa bir giriş­ B tir. Felsefenin bilgi teorisi, bilim metodolojisi ve dil felsefesi gi­ bi alt dallarına giriş noktaları açarak, felsefi bir alana ait tutarlı bir görüşü sunmayı amaçlamaktadır. Bu kitap üniversiteye yeni giren öğrencilere verilen İngilizce dersleri için planlanan bir seriye dahil edilmek üzere, on bir yıl önce kaleme alındı. İlk baskısı 1970 yılında çıktı. Kitabın daha çok felsefeye giriş derslerinde kullanılması, bizim için sürpriz ol­ du. Bu eğilim ışığında onu tekrar gözden geçirerek, zaman za­ man, öncesinden daha belirgin felsefi bir tonda kendimizi ifade ettik ve felsefi konuları biraz daha geliştirdik. İlk başta varsayma cesaretinde bulunduğumuzdan daha fazla, okuyucularımızın fel­ sefi zorluklara karşı hoşgörülü olacağını düşündük. Biz yine de hangi alan olduğuna bakmaksızın ve felsefe eğitimini gerekli gör­ meyerek genelde lisans öğrencilerini hedefledik. Fakat felsefeye ilgiyi arttırmaya çalıştık. Kitap ilk şekline göre biraz daha genişletildi ve yaklaşık yarısı yeniden kaleme alındı. En merkezî bölüm, "Hipotezler", yeniden düzenlendi ve pekiştirildi. "Açıklama" üzerine olan bölüm, önce­ sinden daha az yüzeysel bir tez sunmak için neredeyse tamamen yeniden yazıldı. Daha önce hafif biçimde değinilen bir konu olan "Değerlendirme" üzerine beş sayfa eklendi. Akıl-dışıcıhğın yakın zamanda yeniden ortaya çıkmasıyla ateşlenen paragraflar yolları­ nı yeni "Giriş"te ve daha sonra gelen değişik bölümlerde buldular. Çoğu pasajlar daha açık olması için gözden geçirildi. Bir "Sözlük" ve "Dizin" eklendi. Kitabın ilk baskısındaki bazı noktalara yönelttikleri yapıcı eleştirilerinden dolayı Profesör J. J. Smart ve Profesör Edwin Mar­ tin, Jr'e teşekkür ederiz. Özellikle birinci baskının sayfalannın ço­ ğuna teker teker, yapıcı ve ayrıntılı tenkidini sunan Profesör Do-

10

Bilgi Ağı

uglas Stalker'a da teşekkür borçluyuz. Kitabı derste kullanıyordu; onun nüfuzlu eleştirileri ve önerileri, dikkate değer pedagojik he­ diyeleri, özveriyi olduğu kadar, sağlam felsefeyi ortaya çıkardı. Onun belirttiği noktalar doğrultusunda çoğu yer gözden geçirildi. Oldukça yetkin kesimlerin bu küçük kitabımızı bu kadar ciddiyet ve saygıyla incelemeye tâbi tutmalarını görmemiz bizi yeni çaba­ lara yönlendirmede eşit derecede önemliydi.

BİRİNCİ BÖLÜM GİRİŞ

science (bilim) sözcüğü, bilgi anlamındaki Latince I* birngilizcede kelimeden gelmektedir. Bildiklerimizin çoğu, bilim sayılmaz. Fakat bu genelde onun düzenlenmesinden çok, konusundan kay­ naklanmaktadır. Çünkü herhangi bir bilgi kümesi, birbirini bütünleyen iddialar arasında uygun delil ilişkilerini sergileyecek kadar düzenliyse, bilimsel olarak görülmeye en azından adaydır. Konu ne olursa olsun bilimi bilim yapan sistemdir. Sistemi geçerli kılan da mantığın uygulanmasındaki belirleyiciliktir. Dolayısıyla, bilim akılcı incelemenin bir ürünüdür. Bilimsel topluluk özel bir kulüp değildir. İlkesel açıdan ve ke­ limenin en iyi ve en geniş anlamıyla, bilimsel araştırma herkes ta­ rafından hemen hemen her konuda gerçekleştirilebilir. Pratik açı­ dan böyle bir araştırma, sofistike araçların yanı sıra, büyük bir art alan bilgisini ve geniş çapta işbirliği içindeki ekip araştırmasını gerektirir; bu, insan bilgisinin günümüzde ulaştığı düzey nedeniy­ ledir. Fakat bilimsel araştırmanın köklerini, verileri kabule açık olma, akıl yürütme yeteneği ve doğruyu arzulama oluşturur. De­ hanın yardımcı olabileceğini de kabul etmek gerekir. Elbette aydınlanmayı gerektiren tek disiplin bilim değildir; edebiyat ve güzel sanatlar da bizi bilgilendirir. Şiirden veya müzik­ ten nasibini alamayan bir kimse acınacak hâldedir. Çoğu insan, sanki bilgi beyinde bulunurken beğeni kalpten kaynaklanırmış gi­ bi düşünerek, güzel sanatların bilgiyle pek az bir ilgisi olduğunu varsayar. Fakat Nelson Goodman gibi bazı yakın dönem yazarla­ rı, bu tür bir beğeninin, yaygın biçimde bilindiğinden daha fazla, özde bilişsel bir unsura sahip olduğunu ikna edici bir biçimde sa-

12

Bilgi Ağı

vunmuştur. 'Bilişsel'in (cognitif) bilgi edinme veya bilgiye varma anlamında Latince bir kelimeden geldiğini hemen belirtelim. Fakat aydınlığa karşı karanlığın durduğu gibi, bilim ve aklın da düşmanları vardır. Bâtıl inançlar ve büyüye inanma, insanın kendisi kadar eskidir; olguların katılığını ve onları kontrol etme­ deki sınırlarımızı kabul etmek oldukça güçtür. Buna, tüm kurum­ lara veya kurumlaşmış fikir olarak görünen her şeye güvensizli­ ğin yaygın olduğu bir dönemde yaşadığımız fikri de eklenirse, akıl-karşıtı tavırların ve doktrinlerin bu kadar destek görmesine hayret etmemek gerekir. Yine de akıl-karşıtı dönüşü neyin des­ teklediğini, ona karşı olma arzumuzu yitirmeden anlayabiliriz. Yakın zamanlarda basılmış Sürekli Eğitim* kataloglarından biri, "Felsefe" başlığı altında bir ders tarifi sunmaktadır. Bu tarif karan­ lık görüşü zifiri karanlıkta şöyle betimlemekte: "Bilimin çocukları bizler kültürel kalıplarımızın temelini mantığa, bilişsel ve doğrula­ nabilir olana dayandırdık. Fakat günümüz araştırma ve inceleme­ lerinde şu fikir karşı konulamaz biçimde giderek yerleşmektedir: Bizim bilişsel yetimizin nüfuz edemediğifc>aşkatür bilgiler, mantı­ ğımızın sınırlarının ötesinde farklı bilme yollan vardır ve bunlar ciddi dikkate layıktır." Bir kere "bilişsel yetimizin nüfuz edemedi­ ği bilgi" tek kelimeyle tutarsızdır ve ifadeye biraz dikkat, bunu ortaya çıkarır. Dahası, nüfuz eden her şey altın değildir. Kim bilir kaç öğrenci bu derse kaydoldu. Her şey duru bir zihinle öğrenmeyi arzulamaktan ibaret sanıl­ mamak; aynı zamanda eğlence ve oyuna da yer verilmelidir. Fa­ kat sınırların nerede olduğu ortaya konmalıdır. Bir kimse ouija tablosu" ile oynayarak bir ölçüde eğlenebilir, fakat eğer bu kim­ se tablonun keşifte güvenilir bir yol olduğu inancına kapılırsa, o zaman hedef saptırılmıştır. Akıl-karşıtı doktrinlerin mümkün top­ lumsal faydalarına değinmeyeceğiz; bizim gözümüzde, ulaşılabilir gerçeklikten kaybımız daha büyüktür; tabii eğer bu gerçeklik ar­ zulanıyorsa... Önümüzdeki bölümlerde doğru inançları elde etme ve elde tutmanın yollarıyla ilgileneceğiz, bu inançlar ister hoşa gitsin ister acı versin. Akıl-karşıtı doktrinleri doğrudan belirleme oldukça kolaydır; daha zor olan, hangi doktrinlerin bilim maskaralığından ibaret ol* Üniversitelerde özel öğrencilere veya genel halka yönelik verilen dersler (Çev.). *• Alfabe ve diğer işaretleri içeren, ruhani veya telepatik mesajlara ulaşmak ama­ cıyla kullanılan bir çeşit oyun tahtası (Çev.).

Giriş

13

duğunu görebilmektir. Son dönem maskaralıklarının sayısında bir artış vardır; fakat en meşhurlarından, yıldız falı ve hurufat (nümerolofi), antik dönemden beri bizimle beraberdir. Fakat şimdi, orgon kabinleri* ve sihirli çubuklarla dolup taşan bir dükkanı daha da zenginleştirmek için getirilen biyoritimler ve engramlar** sah­ tekârlığa verilebilecek örneklerden sadece birkaçıdır. Her bir ay­ rıntılı doktrine gönülden bağlı taraftarlar vardır veya olmuştur. Eğer doktrinler bu kadar yanlışsa, bu nasıl oluyor? Ana nedenler oldukça açıktır. İlk olarak, bilimin büyük bir kıs­ mı, onun pratiğine çoğumuzun ulaşamayacağı kadar karmaşık bir hâle geldi. Katı cisimleri araştıran bir fizikçi veya nükleer biyolog olmak için yıllarca eğitilmek gerekmektedir; tıp veya deneysel psi­ koloji için gereken zaman daha az değildir. Sanki onlar farklı bir dil konuşmaktadırlar. Fakat konuyla daha yakından ilgili olarak, bütün iddia edilen uzmanlığa ve şöhrete nazaran onlann da cevap veremedikleri bazı temel sorular vardır; doğrudan hayati konular­ dan olan hastalık ve duygusal düzensizlik gibi. Bu konular üzerin­ deki cehalet ürkütücü olabilir. Genellikle korkudan kurtulma ümidi sunan her yola, doğruluğu incelenmeksizin derhâl başvurulur. Böylece, bilimin şimdiye kadar cevapsız bıraktığı ihtiyaçları karşıladığı iddiasıyla tarikatlar ortaya çıkar ve bu tarikatlar safla­ rında yeni adaylara yer açarlar. Bazı tarikatlar bir hayli zararsız olabilir; fakat yanlış bir doktrinin propagandası yapıldığında bir zarar söz konusudur. Bu gibi doktrinlerin çoğu, bir bakıma bilim kisvesine bürünmüştür. Kurumlaşmış bilime güvensizlik duyulsa da, 'bilim' hâlâ pek çok insanın en üstün kabul ettiği bir kelime­ dir. Dolayısıyla, biz bu teorilerin çoğunu, gerçek bilimden gelişi­ güzel istifade ettiğini görmekteyiz ve daha çoğunu da, acemilerin kulağına doğru gibi gelen, gerçek bilime ait terimleri kullanır bir hâlde bulmaktayız. Sahte doktrinlerin çoğu, gerçekte anlaşılabilir değildir; onlann içerikleri ortaya konup yakından incelendiğinde, basitçe yok olurlar. Fakat gerçek bilimin büyük bir kısmını çoğu­ muzun anlayamadığı göz önüne alındığında, bu anlaştlamazlık, yanlışlıkla hakikatin işareti olarak algılanabilir. Maalesef, o hür­ met bile ilham edebilir. • Özel olarak hazırlanmış bir kahinde oturarak insan vücudu tararından kullanıma hazır hâle geldiğine inanılan, tabiatta olduğu varsayılan hayat enerjisi (Çev.). ** Hafızanın kalıcılığını açıkladığı varsayılan nöra! dokudaki değişiklik zannı (Çev).

14

Bilgi Ağı

Bilimsel kurumlara karşı hücumlar bu tür doktrinlere sık sık eşlik eder. Bununla birlikte, gelişmeyi önleyen çıkar çevreleri de vardır; dolayısıyla, bu tür hücumlar bam teline basabilir. Fakat bu suçlamaların ne kadar ileri götürüleceği hususunda bir sınır yok gibidir. Yakınlarda n'nin (pi sayısı) bir kesir olarak ifade edilebi­ lirliğini 'kanıtlayan' bir kitapçık ortalıktaydı. Onun iddiasına göre, bilimsel aristokrasinin bu sonucu gizlemeye çalışmasının birtakım amaçları vardı; fakat şimdi, az bir fiyat karşılığı, gerçek ortadaydı. Saldırıya uğrayan matematiksel bir doğru olduğunda, konuyu kesin olarak çözüme ulaştırma yolu muhtemeldir; dolayısıyla, ne mutlu ki, n için de durum böyledir. Fakat, pek çok doktrin için şu argüman kalkan olarak kullanılır: (Bilimsel kurumların takipçisine işaret ederek) sen bunun yanlışlığını kanıtlayamazsın! Doğruyu söylemek gerekirse, inanılırlığın sınırında veya ötesinde bulunan bu teorilerin çoğunun yanlış oldukları kesin olarak gösterilemez. Gerçekten de bu teorilerin pek çoğu, onları hangi kanıtın çürüttü­ ğünü bilmeyi zorlaştıracak kadar sisli terimlerle ifade edilmiştir. Burada inananın saflığı onun bir devi-öldürme içgüdüsüne karışa­ bilir. O kimse bu inancın_jamamen yıkılamayacağı olgusunu, inancı kucaklamak için ek sebep olarak görür; bütün büyük bilim adamlarının kendisini alt edemeyeceğini görmekten haz alabilir. Bu, güç sahiplerine karşı bir çeşit zafer olarak görülür. İyi veya kötü, çoğu teori, mutlak kanıtlama veya çürütme ka­ bul etmez; bunun niye böyle olduğunun bazı nedenlerini biraz­ dan vurgulayacağız. Maalesef, bundan hiç yoktan kazanç sağla­ yan sadece sahte bilim değildir. Birkaç yıl önce, önde gelen gaze­ telerde, sigara üreticilerinin sayfa boyu reklamları vardı. Üreticiler bu reklamlarda sigara içmeyle akciğer kanseri arasında hiçbir sebeplilik bağının olmadığını tarafsız araştırmacıların ispatlayacağı­ nı gururla ilan ediyorlardı. Aslında aradaki bağı destekler mahi­ yette yığınla delil vardı ve bu şekilde kabul edilmeliydi. Fakat, bu reklamı verenler, sebeplilik bağının varlığının kesinkes gösterile­ meyeceği fikrine sarılarak, yersiz bir şüpheyi, karşıt iddiaya gü­ ven ilanına dönüştürüyorlardı. Dahası, ilanlarıyla doğru bilimin gerçek tavrını saptırıyorlardı; gerçek bilim nerede olursa olsun, kâr getiren bir endüstriyi desteklemek yerine, doğruyu hedefler. Düşünce silsilemiz bizi özgüvenin bazı işaretlerini ortaya çı­ kartmaya sevk eder. Biz sadece bazı çıkar çevrelerine işaret ettik! Bazen bunun doğru olduğunu itiraf etmek durumundayız. Zaman

Giriş

15

zaman, amaçları ne olursa olsun, önde gelen bilim adamlarının bi­ le baştan sona hatalı oldukları ortaya çıkıyor. Diğer yerlerde oldu­ ğu gibi, bilimde de en sağlam yöntemlerin kullanılması, muhtemel bir teorinin doğru çıkacağı güvencesini vermez. Fakat bu, ters bir yöntemin, en bayağı amaçlar taşısa bile, hiçbir zaman doğruya ula­ şamayacağı anlamına da gelmez. Yine de çok az muhtemeldir. İlerideki bölümlerde akla uygun inancı akıl-karşıtı olanların­ dan ayırt etmede kullanılan ölçütlerin çoğunu sıralayacağız. Fa­ kat ölçütler her zaman hatasız sayılmazlar; hatta çoğu zaman bir­ likte tek bir yöne bile işaret etmezler. Hipotezleri değerlendirme­ de kullanılan erdemleri işlerken, onların, çeşitli hususları göz önünde bulundurmak için, inanç adaylarına birden fazla açıdan bakmamızı istediklerini göreceğiz. Hayatta olduğu gibi, bilimde de kararlar zor olabilir. Sorumluluk gerektiren inanç için, basit bir mihenk taşı yoktur.

İKİNCİ BÖLÜM İNANÇ VE İNANCIN DEĞİŞİMİ

ilinci yerinde bir bireyin inanç repertuvarı neredeyse her ân B değişir. Bir kuşun basit cıvıltısı veya geçmekte olan bir moto­ run patırtısı, öylece algılandıklarında, dolup boşalmakta olan de­ pomuza bir inanç ekler. Bunlar önemsiz inançlardır; çabucak el­ de edilir, aynı çabuklukta terk edilir, kalabalıklaşır ve unutulurlar. Diğer inançlar kalıcıdır: Hannibal'in Alpler'i geçtiği, Neptün'ün bir gezegen olduğu inançlan gibi. Bazı inançlar sadece sıkışıklıktan veya unutulmaktan değil, diğer inançlarla, muhtemelen kolay inanılabilen yeni inançlarla çatıştığından bırakılır. Bizi inancın temel­ lerini değerlendirmeye yönelten, bu çatışmaları çözüme kavuştur­ ma ihtiyacıdır ve bu yüzden önümüzdeki sayfalarda daha çok bu tür düşüncelere eğileceğiz. İlk olarak, inandığımızda neler yaptığımızla başlayalım. Tam olarak ne yapıyoruz? Aslında hiçbir şey. İnançlann artıp eksilmesindeki tüm hareketliliğe rağmen, inanma bir davranış değildir. Vezin bulma veya bölme işlemi gibi değildir. Bir şiirin veznini hız­ lıca veya yavaşça bulabiliriz. Bir bölmeyi hızlıca veya yavaşça ya­ pabiliriz. Bir inanca ulaşmada veya bir inancı terk etmede hızlı veya yavaş olabiliriz. Fakat inanmanın kendisi hiçbir şekilde hızlı veya yavaş olamaz; bitirilmesi gereken bir iş değildir. Sevinç, ke­ der veya hayret gibi âni bir his veya ruh hâli de değildir. Var oldu­ ğu müddetçe bizim hissettiğimiz bir şey de değildir. Bütün bunlar­ dan çok, inanma ağır gelişen ve gözlemlenmeyen bir yatkınlıktır. Uygun ortam belirdiğinde belirli biçimlerde karşılık verebilme yat­ kınlığıdır. Hannibal'in Alpler'i geçtiğine inanmak, diğer hususların yanı sıra, sorulduğunda 'evet' demeye hazır bulunmadır. Donmuş yiyeceklerin buzunun masanın üzerinde çözüleceğine inanmak, diğer hususların yanı sıra, buzlarının çözülmesi istendiğinde bu tür yiyecekleri masanın üzerine bırakmaya hazır olmaktır.

18

Bilgi Ağı

Bir inancı aşılamak, bir aküyü doldurmak gibidir. O ândan iti­ baren, uygun biçimde yaklaşıldığında, dolu olduğu sürece, akü bir kıvılcım vermeye veya hafifçe sarsmaya hazırdır; benzer bi­ çimde, inanan kimse, inanç devam ettiği sürece, uygun bir ortam­ da, belirli biçimlerde karşılık vermeye yatkındır. İnanç, aküyü doldurma gibi, uzun veya kısa sürebilir. İnançlardan bazılarını, mesela Hannibal hakkındaki inançları, belki de yaşadığımız süre­ ce tutacağız. Mahallemizdeki ayakkabı tamircisinin güvenilirliği gibi bazı inançları, zıt bir delille karşılaştığımızda, ertesi gün terk edebiliriz. Yakındaki bir kuşun cıvıltısı gibi inançlar ise, önem­ senmediğinden hemen yok olup giderler. Ayakkabı tamircisine güvenme ertesi gün zıt bir inanca yerini bırakabilir, kuşla ilgili inanç ise hemen unutulmuştur. Her iki durumda da yatkınlık orta­ dan farklı biçimlerde kalkmıştır. Gramer açısından "inanıyor" fiili, 'tekmeliyor' veya 'biniyor' gi­ bi geçişlidir. "O, onu tekmeliyor.", "O, ona biniyor." dediğimiz gi­ bi "O, ona inanıyor." deriz. Bu durum inancın bir faaliyete benze­ diğini düşündürse de, onun böyle olmadığını gördük. Fakat bu yi­ ne de inancın nesnelerinin doğası hakkında felsefi bir soruyu or­ taya çıkarır. Tekmelenen nesne, bir top veya eşek olabilir; binilen şey, bir araba veya eşek olabilir; fakat ne tür bir nesneye inanılır? Tabii, hislerle algılanamayan bir şeye; yan cümleye, 'ki' kelimesini ekleyerek adlandırdığımız şeye. Biz inanıyoruz ki, Hannibal Alpler'i geçti. Biz inanıyoruz ki, Neptün bir gezegendir. Hannibal'in Alpler'i geçtiğine inanma nasıl bir şeydir? Onun sadece cümle ol­ duğunu söylemek hatalı gibi görünüyor. Yabancı kimselerin, İngi­ lizce cümleleri anlamasalar bile, yine de, Hannibal'in Alpler'i geç­ tiği inancını paylaştıkları söylenebilir. Yatkınlığın derecesine da­ yalı olarak, aptal bir hayvana bir inancı atfetmekten hoşlanırız. Aynı şekilde garajdaki arabanın çıkardığı sese kuyruğunu sallayan köpeğe de. Bazen cümle tek olduğunda iki inancı ayırt etmek de isteriz; mesela, "Ben Napolyon'um" cümlesi farklı hastalar tarafın­ dan söylendiğinde Napolyon hakkında farklı inançlar ifade eder. Dolayısıyla, şu sonuca varılır: İnanılan şeyler, cümlelerin kendisi değildir. O hâlde nedir onlar? Bu konu diğer çeşitli felsefi sorular gibi doğrudan değil de do­ laylı olarak ele alınabilir. Kişilerle inanılan şeylerin biçimi arasın­ da ilgi kurarak, yalın hâldeki "inanıyor" fiili hakkında endişelen­ mek yerine, kişilerle doğrudan cümleler arasında ilgi kurarak, "doğru olduğuna inanıyor" ifadesine dönebiliriz. İnanılan şeylerin

İnanç ve inancın

Değişimi

19

cümleler olduğunu iddia etmeksizin bunu yapabiliriz; bu iddiayı ve arkasındaki felsefi soruyu öylece bırakırız. Çünkü en sonunda, İngilizce konuşan birinin neye inandığına dair merakımız, o kim­ senin hangi cümlelerin doğru olduğuna inandığını bulmakla, ta­ mamen tatmin edilecektir. Bir kimse bir cümlenin doğru olduğuna inanıyor, derken ölçü­ tümüz nedir? Pek çok amaç için ölçüt açıktır: O, sorulduğunda cümleyi onaylar. O kimsenin dilimizi anlamadığı veya bizi aldat­ mayı tercih ettiği durumlarda, bu ölçüt başarısız kalacaktır. Aynı şekilde, bu ölçüt anlaşılamayan bir inanç veya inançsızlığı açıkla­ mak isteyen bir psikiyatrın amaçları için yeterli değildir. Fakat bu bizim için yeterli bir ölçüttür. Tam olarak söylemek gerekirse, "doğru olduğuna inanıyor" [açıklaması,] kişileri cümlelere değil; fakat cümlelerin tek tek ifade edilme eylemine bağladığı düşünülmelidir. Çünkü, "Ben Napolyon'um" veya "Kapı açık" örneklerindeki gibi, bir cümlenin söy­ lenmesi doğru, diğerininki yanlış olabilir. Fakat genelde, sadece alıntı yaparak bir cümleyi belirlemek, tek tek ifade eylemini belir­ lemekten daha kolaydır. O hâlde, karışıklık olmadığı müddetçe, cümleler hakkında doğru veya doğru olduğuna inanılan diye ko­ nuşmaya devam edebiliriz. Bu yüzden, karışıklığın olmadığı yerlerde, bireyin neyin doğru olduğuna inandığı yerine, eski bir yol da olsa, onun neye inandığı hakkında konuşmaya devam etmek daha uygun ve doğal olacak­ tır. Fakat, inancın nesnelerinin ne olduğuna yönelik felsefi bir so­ ruyla üzerimize gelindiğinde, cümlelerin doğru olduğuna inanma­ yı ve en nihayet, ifade edilenin doğru olduğuna inanmayı belirten daha açık bir deyime memnuniyetle geri dönebiliriz. İnanmama ile inançsızlık arasında, yani bir cümlenin yanlış ol­ duğuna inanmakla, sadece doğru olduğuna inanmamak arasında önemli bir ayırım vardır. İnanmama bir inanma durumudur; bir cümlenin yanlış olduğuna inanma, o cümlenin değilinin doğru ol­ duğuna inanmaktır. Hayaletlerin olduğuna inanmıyoruz; biz onla­ rın olmadığına inanıyoruz. İnançsızlık, kararı askıya alma durumu­ dur; cümlenin ne doğru ne de yanlış olduğuna inanmaktır. Bos­ ton'da Paul Smith'lerin sayısının çift olmasına yönelik tavrımız böy­ ledir. Bu, yine de cümlenin ne doğru ne de yanlış olduğuna inanma kadar tartışmalı değildir; tam tersine, sadece bir fikrin yokluğudur. Bu konuda İngilizcedeki kullanımlar yanıltıcıdır: Daha zayıf olan "ben öyle olduğuna inanmıyorum"u daha güçlü olan "olma­ dığına inanıyorum" anlamında, kısmen karışıklığa sebep olacak

20

Bilgi Ağı

şekilde kullanırız. Fakat rastgele bir cümleyi ele aldığımızda, ke­ sin olan, inanç ve inanmamanın inançsızlıktan daha az yaygın ol­ duğudur. Boston'da Paul Smith'lerin sayısı çift midir? İşçi Bayramı'nda Pontiac'da yağmur yağacak mıdır? İngilizcenin yapısı yü­ zünden "Bilmiyorum" diye cevap veririz, çünkü "Öyle olduğuna inanmıyorum" demek yanıltıcı olurdu. Fakat sadece, herhangi bir inanca sahip olmama durumundayız. "Bilmiyorum"a kaçış, deyimin yanıltıcılığını arttırmaktadır; çün­ kü bilme bir çeşit özel inanmadır; bilmeden inanabilirsiniz. Bir şe­ ye inanma onu bilme sayılmaz; meğer ki inanılan, gerçekten doğ­ ru olsun. Emily yıllardır sağlam ve çok sayıda delile sahip oldu­ ğundan, isminin 'Emily' olduğunu bilir. Şimdi delilleri hatırlamasa bile, Emily'yi bunu biliyor olarak kabul etmeliyiz. Belediye başka­ nı yolsuzluk yapmış olsa da, Emily onun yolsuzluk yaptığına sa­ dece inanabilir ve bunu bilmeyebilir; çünkü Emily'nin elinde yal­ nız rakip adayın imaları vardır. 'Bilgi' ve 'doğru' kelimeleri, özellikle derinlik iddiasında olan bazı aykırı kullanımlarda, mistik bir havaya bürünür. Her ikisini de gizemli gibi göstermeye gerek yoktur. Doğruluk, cümlelerin bir özelliğidir; doğru olarak tasdik edilen her şey, eşit olarak bu özelliği paylaşır. Bilgi ise, en açık anlamıyla, inançlarımızı sağlam olarak temellendirdiğimizde sahip olduğumuz doğrulardır. Arzu edilen bir şey olarak bilgi, bazı açılardan iyi bir golf sonucu gibi­ dir: Her biri temelde bir diğerinin meyvesidir ve hiçbirine doğru­ dan sihirli bir yol yoktur. Golfçülüğümüzü geliştirmek için, çeşitli vuruşları mükemmelleştirmeye çalışırsınız; bilgi için delil topla­ maya, elemeye ve akıl yürütme yeteneklerinizi keskinleştirmeye çalışırsınız. En çok da, inançlannızın toplamının kapsayıcılığına ve tutarlılığına önem vermelisiniz. Bu durumda bilgi, puanı eksil­ tilmiş golf sonucundan daha emniyette değildir; fakat daha iyi bir yol da yoktur. Belki de felsefeciler, bilgi üzerine bu kadar çok ve inanç üzerine bu kadar az odaklaşarak işimizi zorlaştırdılar. İngilizcedeki diğer bir düzensizlik, 'bilme'nin, 'inanma'nın vur­ gulu bir şekli olarak abartıyla kullanılmasıdır. Omuz bükerek "Kasırganın bizi vuracağını biliyorum" demek, sade bir şekilde "Kasırganın bizi vuracağına inanıyorum" demekten daha az kana­ at taşır. Bilgi takdire şayan bir hedeftir; ne yaptığımızın farkında olduğumuz sürece de düşünme takdire layıktır. Bu iki uç arasında tüm inançlarımızın dalgalanan tayfı boydan boya uzanmaktadır. Kişinin zengin fikirli olabilmesi için, herhangi bir şeyin delilini değerlendirmiş olmasına ihtiyaç yoktur. Tam tersi. Maalesef, ba-

İnanç ve İnancın Değişimi

21

zen insanlar, birbirleriyle çelişen cümleleri tasdik etmeye bile ko­ yuluyorlar. Bu, tutarsızlığın her zaman açık olarak görünmemesindendir. Birbirleriyle çeliştiğini gördüğümüzde, bir grup cümle­ nin tamamının aynı ânda doğru olduğuna artık inanamayız; çünkü çelişki, cümlelerden birinin yanlış olmasını gerektirir. İnançlarımız arasında bir çelişki yakaladığımızda, birbirini yanlışlayan inanç­ lardan birini veya diğerini söküp atmak için delillerimizi toplaya­ rak değerlendirmek bize kalmıştır. Delillerimizi değerlendirirken inançlarımız arasında bize sık olarak yol gösteren üst düzey inançlar -inançlar hakkında inanç­ lar- vardır. Mesela, saygın ansiklopedi ve almanaklardan* öğreni­ len bilgilerin, televizyon reklamlarından elde edilenlere göre daha güvenilir olduğunu hepimiz kabul ederiz. Dahası, gördüğümüzü zannettiğimiz nesnelerin genellikle görüldükleri yerlerde olduğu konusunda aynı fikirdeyizdir. İnancın delili, onun sebeplerinden ayırt edilmelidir; çünkü inancın bazı sebepleri delil sayılabilir, fakat bazıları sayılamaz. Bir inancın sebebi, yetkili olmayan herhangi biri tarafından so­ rumsuzca söylenmiş bir söz olabilir. Sebep, başka birinin kelime­ lerini yanlış anlamamız veya fikirlerin bilinçaltında ilişkilendirilmesi bile olabilir. İnancın etkinliği, onun doğru olmasına yönelik arzu nedeniyle, geniş bir alana yayılabilir. Sebep, farkına varılma­ mış veya unutulmuş olabilir; fakat inanç oradadır ve şans eseri doğru bile olabilir. Daha sonraki bir durumda onu savunmak için delil toplayabiliriz. Kendiliğinden oluşan sezgilerimiz belki de farkına varılmamış uyarılardan kaynaklanabilir. Çoğu durumda bir inancın unutul­ muş veya farkına varılmamış sebebi, kendisi açısından oldukça iyi bir delil oluşturabilir. Bu sebebi tekrar ortaya çıkarmaya gücü­ müzün yetmemesi nedeniyle, daha sonra aynı inancı savunmak için taze deliller aramak zorunda kalabiliriz. Gece duyulan sesler, şuurlu olarak algılanmasa bile, arkadaşımızın eğlenceden geri döndüğüne inanmamıza sebep olabilir. Sesler sadece bizim inan­ cımıza sebep olmakla kalmaz, aynı zamanda kabul edilebilir bir delildir; yine de gösterebileceğimiz ilk delil, ancak spor arabasını garajda gördüğümüzde ortaya çıkabilir. Sebepleri fark edilmemiş inanç, diğer kimseler tarafından eleştirilmedikçe ve bizi hakkında düşünmeye yönlendirecek bir çelişki doğurmadıkça, delile ihtiyaç duyulmadan kabul edilir. Zamanın sı' Almanak, her yıl çıkarılan ve içinde önemli bilgileri içeren başvuru kitabıdır (Çev).

22

Bilgi Ağı

nırlı olması nedeniyle, bu çoğunlukla mantıklı bir davranıştır. Fakat sebebin genelde delilden tamamen farklı bir şey olduğunu akılda tutmak önemlidir. Delili açıkça sınamanın yolu şudur: İnancın doğ­ ru olmasına yönelik bütün arzular bir kenara bırakıldığında, delilin, inancı hâlâ desteklediği kabul edilebilir mi? Sebebi açıkça sebep olarak ve delili açıkça delil olarak gördüğümüz sürece, bir inancı­ mızın delilinin araştınlması ve ayıklanması zamanının geldiğini be­ lirten her şeye karşı uyanık dururuz. Aynı zamanda, delille hiçbir il­ gisi olmayan bazı inançların sebeplerine, mesela bir reklam müzi­ ğinin etkileyiciliğine kendimizi daha az kaptırırız. Bir inancın sebepleri o inancı destekleyen delili her zaman na­ sıl yansıtmazsa, aynı şekilde bir inancın yoğunluğu da onu des­ tekleyen delili her zaman yansıtmaz. Sıkıca sarıldığımız bir inanç için çok az, fakat zihnimizde henüz belirmemiş bir inanç için pek çok desteğe sahip olabiliriz. Sevimli yaşlı bir bayan, iyi kalplili­ ğinden dolayı kurnaz aile avukatının güvenilirliğine olan içten inancını sürdürebilir; fakat bir parça düşünebilse, azıcık mirasının bile avukatı tarafından merhametsizce çalındığının açık deliline sahip olabilir. İnançlarımızda akla uyduğumuz sürece, inancın yo­ ğunluğu, mevcut delilin kesinliğine karşılık gelme eğilimindedir. Akla uyduğumuz sürece, ona bir delil bulma çabamız boşa çıktı­ ğında o inancı bırakırız. Bir inancı değerlendirirken birkaç inancı birden değerlendir­ mek en iyisidir. Oldukça usta bir tamirci, parçalan tek tek göz önüne alarak ve her birini diğerlerinden tamamen ayrı bir biçimde inceleyerek arabanın motoru hakkında bir şeyler söyleyebilir. Fa­ kat motoru tüm parçalarıyla birlikte bir bütün olarak işler hâlde görmek, ustanın işine daha çok yarayacaktır. Aynı şey inandıkları­ mız için de geçerlidir. İnançlanmız tek bir vücut hâlinde görüldü­ ğünde, aday inançlar kabul veya reddedilir; bir adayın tek başına liyakati daha az belirleyici olma eğilimindedir. Bunun niye böyle olması gerektiğini görmek için, inançları sorgulamaya has bir du­ rumu hatırlayalım. Bu, kabul edilmek üzere olan yeni bir inancın mevcut inançlarımızın bütünüyle bir şekilde çelişmesidir. Bir küme inanç tutarsız ise, en azından inançlardan biri yanlış kabul edile­ rek reddedilmelidir; fakat hangisinin reddedileceğine dair soru ce­ vaplanmamış olabilir. Çelişen inançlardan en az desteğe sahip ola­ nını reddetme düşüncesiyle delil gözden geçirilmelidir. Fakat ne kadar zayıf olsa da, bu inanç bile, onu destekleyen bir delile sahip olacaktır; dolayısıyla, reddederken, onu desteklemeye yardımcı ol­ muş diğer zayıf inançları da reddetmek zorunda kalabiliriz. Böyle­ ce, delil zayıfladıkça, gözden geçirme aşağılara doğru ilerleyebilir.

İnanç ve İnancın

Değişimi

23

Abbott, Babbitt ve Cabot'un bir cinayet davasındaki zanlılar olduğunu varsayalım. Abbott'un Albany'de güvenilir bir otelin ka­ yıtlarında olduğuna dair bir delili var. Babbitt'in de delili var; çün­ kü kaynı, cinayet anında Babbitt'in Brooklyn'de kendisini ziyaret ettiğine tanıklık etmektedir. Cabot da bir delili olduğunu öne sür­ mektedir. O, Catskills'de kayak turnuvasını izlemekte olduğunu iddia ediyor,, fakat bu konuda elimizde sadece onun sözleri var. Dolayısıyla, şunlara inanıyoruz: (1) Abbott cinayeti işlemedi, (2) Babbitt işlemedi, (3) Ya Abbott veya Babbitt veya Cabot işledi. Fakat şimdi de, Cabot durumunu bir delille belgelendirmekte­ dir; o, şans eseri kayak toplantısında seyirciler kısmında bir tele­ vizyon kamerası tarafından görüntülenmiştir. Böylece, yeni bir inancı kabul etmek zorunda kaldık: (4) Cabot işlemedi. (l)'den (4)'e kadar olan inançlarımız tutarsızdır; o hâlde, red­ detmek amacıyla birini seçmeliyiz. Hangisinin delili en zayıftır? (l)'in otel kayıtlarındaki temeli sağlamdır, çünkü o güvenilir eski bir oteldir. (2)'nin temeli kısmen zayıftır, çünkü Babbitt'in kaynı yalan söylüyor olabilir. (3)'ün temelinde iki husus söz konusudur: Hiçbir hırsızlık belirtisi yoktur ve hırsızlık dışında sadece Abbott, Babbitt ve Cabot cinayetten yarar sağlayacak durumdadır. Hırsız­ lığın dışta tutulması kesin gözüküyor, fakat diğer durum için aynı şey söz konusu değil; cinayetten kâr sağlayan dördüncü bir kimse olabilir. (4)'ün, nihayet, temeli sağlamdır: Televizyon delili. O hâl­ de, (2) ve (3) zayıf noktalardır, (l)'den (4)'e kadar olan tutarsızlı­ ğı çözmek için, ya Babbitt'i suçlu bularak veya ağımızı yeni bir zanlı için genişleterek (2) ve (3)'ü reddetmeliyiz. Aynı şekilde, gözden geçirmenin aşağıya doğru nasıl ilerlediğine de dikkat ediniz. Eğer (2)'yi reddedersek, her ne kadar geçici de ol­ sa, daha önce temel durumundaki inancımızı da yeniliyoruz; onun kaynı doğruyu söylüyordu ve Babbitt Brooklyn'deydi. Eğer bunun yerine (3)'ü reddedersek, daha önce temel durumunda olan inancı­ mızı da gözden geçiriyoruz; yani hırsızlık dışında Abbott, Babbitt ve Cabot'dan başka hiç kimse cinayetten bir yarar sağlamıyor. Son olarak, bu incelemenin düzenlenmesinin, bir parça, kişiden kişiye değişebileceği dikkate alınmalıdır, (l)'den (4)'e kadar olan tutarsız inançlar tek tek ele alındı ve daha sonra diğer farklı inanç­ lar, temellendirici delil olarak bir alt dereceye indirildi: Otel kayıt-

24

Bilgi Ağı

larıyla ilgili inanç, otelin itibarıyla ilgili inanç, televizyon hakkında­ ki inanç, belki de kaynın doğru söylüyor olmasıyla ilgili inanç ve diğerleri. Bunun yerine, bir düzine inancı eşit derecede listeye aldı­ ğımızda birbirleriyle çeliştiğini fark ederek, onları çeşitli şekillerde ayıklayarak tutarlığı onarmaya koyulabilirdik. Fakat inançları dü­ zene koyma, görevimizi aydınlattı: Önde gelen dört inanç arasın­ dan hangisini bırakmamız gerektiği üzerine dikkatlerimizi topladı ve daha sonra diğer inançlan bu dördü altında derecelendirip içle­ rinden hangisinin düşürülmek üzere seçileceğine yardımcı oldu. Yukarıdaki örnek genelde iyi bir strateji gibi gözükmektedir: Böl ve yut. Bir küme inanç, çelişki doğuracak kadar çoğaldığında, çelişkiyi içeren mümkün en küçük boyutta bir kümeyi seç, mese­ la, (l)'den (4)'e kadar; çünkü, başka ne yaparsak yapalım, bu alt kümedeki inançlardan bazılannı düşürmek zorunda kalacağımız­ dan emin olabiliriz. Alt kümedeki inançların delillerini gözden ge­ çirirken ve karşılaştırırken, bir bakıma kendimizi, kümenin diğer inançlarına düzenli bir biçimde çekilmiş bulacağız. Sonunda on­ lardan bazılarını düşürmek durumunda kalacağız. Delili nereye kadar yoklamalıyız? (l)'den (4)'e kadar inançla­ rın delillerini yoklarken, bazı temel durumundaki inançlan ortaya çıkardık, fakat onların da delillerini araştırarak daha ileri gidebi­ lirdik. Günlük hayatta, tutarlılığı en iyi nasıl onaracağımız konu­ sunda tatmin olduğumuzda -incelediğimiz inançlardan hangilerini çıkaracağımızı belirlediğimizde- incelemeyi bitiririz. Kendi içinde tutarsız bir inanç kümesini düzenlememiz kesin olabilir de, olmayabilir de. Küme içindeki her bir inanç ya korun­ duğu ya da inanmamaya dönüştüğü zaman kesinlik kazanır. Eğer kesin değilse, inançlardan bir kısmı kolayca yerlerini inançsızlığa bırakmıştır; onlar hakkındaki karar askıya alınmıştır. Yukarıdaki örnekteki kesin bir düzenleme (1), (3) ve (4)'ü koruyup (2)'yi in­ kar etmektir ve böylece Babbitt'i suçlu bulmaktır. Diğer bir yol, (1), (2) ve (4)'ü tutup (3)'ü inkar etmektir. Bu, (l)'den (4)'e kadar inançlar söz konusu olduğunda yine kesindir, fakat cinayeti çö­ zümsüz bırakır. Kesin olmayan bir düzenleme (1) ve (4)'ü tutup sadece (2) ve (3)'le ilgili kararı askıya almaktır. Önümüzdeki zayıf veriler açısından, gelecek bulgular göz önüne alındığında, en man­ tıklı yol, bu kesin olmayan sonucuyla yetinmek gözükmektedir.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM GÖZLEM

srarengiz cinayet hikayemizde görülen yapı, bilimsel ve gün­ E lük düşünmede bir hayli yaygın olarak kullanılan tahmin ve kontrol etmede de görülebilir. İnanç sistemimiz bir olayın beklen­ tisini destekliyorsa ve bu olay gerçekleşmiyorsa, birbirine kenet­ lenmiş inançlarımızdan bazılarını değiştirmek için bir seçim yap­ ma sorunuyla karşılaşırız. Bilimsel bir teorinin doğruluğunu kont­ rol etmek amacıyla bir deney yapıldığında ve sonuç teorinin tah­ mini doğrultusunda gerçekleşmediğinde de, bu geçerlidir. Bilim adamı bu durumda teorisini bir şekilde gözden geçirmelidir; yan­ lış tahminleri gerektiren bir grup inançtan en az birini bırakmak zorundadır. Ve yine beklenen bir olay gerçekleşmediğinde, daha az şekilsel olarak, bu durum söz konusudur: Topluca kabul edil­ diğinde, yanlış beklentiyi doğuran inançlardan birini veya diğeri­ ni, geri dönüp değiştirmek zorunluluğunu duyarız. Daha önce gördüğümüz esrarengiz cinayet örneği burada da geçerlidir. Yanlış beklentimiz, Cabot hakkındaki yanlış zannımız gibi bir inançtır; onu ortadan kaldıran inanmama, sistemde bir tu­ tarsızlık yaratmaktadır. Hangi inançların terk edileceğini çözüme ulaştırırken, cinayet davasında olduğu gibi, yanlış tahminin altın­ da başlıca hangi inançların olduğunu ve bunların da alünda hangi inançların olduğunu (bir sona varıncaya kadar) göz önüne alırız. Belirttiğimiz gibi, bu şekilde delili incelemekten tatmin olduğu­ muzda dururuz. Bazımız diğerlerine göre daha kolay tatmin olur. Ayrı ayrı her birimizi, bazı konular, diğerlerine nazaran daha kolay tatmin eder: Mesela önemi az olan konulardan daha kolay tatmin olunur. Fakat bunun bir sınırı vardır: En son kendi gözlemimize ulaştığı-

26

Bilgi Ağı

mızda daha ötesi yoktur. Doğrudan bir gözlem olsa dahi, başka birinin haberi, bizim için bu kesinliğe sahip değildir. Böyle bir ha­ bere güvenmemiz için iyi sebeplerimiz olabilir; fakat ona güve­ nirken diğer delillerden ve diğer gözlemlerimizden bir çıkarım ya­ parız. Doğrudan gözlemlediğimiz haberin kendisidir, yani sözlü ya da yazılı kelimeler. Bu kimsenin veya diğerlerinin ifadelerinin doğruluğu hakkında, geçmişteki dilsel deneyimlere başvurmamız gerekir. Doğrudan gözlemimizin hatırlanması veya yazılı kaydı bile ilk gözlemin kendisinden kısmen uzaktır-, ama ancak bu kadannı ümit edebiliriz. Arkadaşımızın haberinde olduğu gibi, kay­ dettiğimiz yazının doğrudan gözlemi, ilk gözlemimize sadece çıkarımsal olarak bağlıdır; fakat söz konusu olan kendimiz isek, çı­ karımı kabul etmek için en iyi sebeplere sahibizdir. O hâlde, bir bütün olarak inanç sistemimizin sorumlu olduğu nihai delil, tamamen doğrudan gözlemlerimizden oluşur; buna kendi notlarımız ve diğer insanların haberleriyle ilgili gözlemleri­ miz de dahildir. Elbette pek çok noktayı, olduğu gibi bırakıyoruz. Atalarımızdan bize miras bilgiler ulaşmışür; ama, herhangi birimi­ zin sahip olduğu bu tür deliller, sonunda doğrudan duyulara da­ yanır. Aynı şekilde, muazzam bir bilim kurumunun olduğuna ve­ ya olmuş olduğuna dair ortaklaşa kabul edilen delil, sadece çok sayıda insanın duyularında doğrudan mevcuttur. Kuarklarıyla ve kromozomlarıyla, uzak yerleriyle ve sarmal biçimdeki bulutsularıyla (nebülöz) evren, kara bir kutuda muaz­ zam bir bilgisayar gibidir; sadece girdi ve çıktı kayıtlan hariç son­ suza dek mühürlenmiştir. Bu girdi ve çıktıları doğrudan gözlemle­ riz ve onların ışığında makinanın, yani evrenin yapısı hakkında fi­ kir yürütürüz. Böylece kuarkları ve kromozomları, uzak yerleri ve bulutsuları düşünce yoluyla buluruz; bunlar gözlemlenebilen verileri açıklar. Beklenmedik bir gözlem ortaya çıktığında, bu ya­ pıyla ilgili teorimizin bazı kısımlarını değiştirmeye çalışırız. Gözlem, bir inanç sisteminin baştan sona incelenmesi gerekti­ ğini gösteriyorsa, birbirine kenetlenmiş inançlardan hangisinin değiştirilmek üzere seçileceğini bize bırakır; bu önemli olgu tek­ rar tekrar önümüze çıkmaktadır. İnançlar, gözlemin gözetimi altı­ na tek tek değil bir bütün olarak gelirler. Fakat yeni gerçekleşmiş veya gerçekleşmek üzere olan bir gözlemi haber veren veya tah­ min eden gözlem cümlesi de bu açıdan kendine has özelliklere sahiptir. Gözetim altına çoğunlukla tek başına girer ve haber ver­ diği veya tahmin ettiği gözlemle birlikte ayakta kalır ya da düşer.

Gözlem

27

Ayakta kalırken veya düşerken, gerektirdiği inanç sistemini de ayakta tutar veya düşürür. Nedir gözlemler? Bazı felsefeciler onların duyu algılamaları ol­ duğunu kabul etmişlerdir: Kokuların, dokunmaktan doğan hisle­ rin, seslerin, renklerin oluşumu. Bu yol, çabalan boşa çıkarır. Biz normalde dış dünyadaki nesneleri ve olayları fark ederiz ve onla­ ra tanık oluruz. Dilimiz bunlara bağlıdır; çünkü dil, diğer insanlar­ dan öğrenilen toplumsal bir kurumdur ve bu insanlar, kelimelerin işaret ettiği sahneyi paylaşırlar. Duyulara ait cümleler, teorik cüm­ leler gibi, çoğunlukla dıştaki nesneler hakkındadır. Bu cümlelerin bilimsel teoriyi tasdik ederek veya redderek onunla mantıksal ilişki içine girebilmesi de, bu sebepledir. Daha önceki bir sayfada, inancın nesnesinin ne tür bir şey ol­ duğunu sorduk. Sonra, bunun yerine cümlelerden ve onların doğ­ ruluğuna inanmaktan bahsedebileceğimizi fark ederek memnuni­ yetle bu soruyu bir kenara bıraktık. Şimdi benzer bir manevra, gözlem kavramını incelerken bizi aydınlığa çıkarmaktadır; o hâl­ de, artık neyin gözlem sayıldığını sormayalım, fakat dile dönelim ve neyin bir gözlem cümlesi olduğunu soralım. Bir cümleyi gözlem cümlesi yapan, onun betimlediği şeyin ne çeşit bir olay veya durum olduğu değil; onun, onu nasıl betimledi­ ğidir. Ben hukuk fakültesi dekanını Belçika'daki kızına bir doğum günü çeki postalarken görmüş olabilirim. Fakat onu, bu şekilde ifa­ de etmek, onun bir gözlem cümlesi olması için yeterli değildir. Di­ ğer yandan, eğer ben aynı olayı, geniş yüzlü, kır bıyıklı, çerçevesiz bir gözlük takan, fötr şapkalı, bastonlu ve tıknaz bir adamı mektup kutusuna beyaz düz bir nesneyi koyarken gördüm, diyerek betim­ lersem, bu bir gözlem cümlesi olur. Onu gözlem cümlesi yapan şey, benim dilimi anlayan herhangi bir ikinci tanığın, o zaman ve orada benimle bütün hususlarda aynı görüşte olmaya mecbur kal­ masıdır. Eğer tanık onu tanımıyorsa, onun dekan olduğu hususun­ da aynı görüşü paylaşmak zorunda değildir; çek veya Belçika'daki kız çocuğu hakkında herhangi bir şey bilmesi beklenemez. Kısaca, gözlem cümlesi, bir olay veya durumun betimlenmesi ânında diğer tanıkların aynı görüşte olmalarına güvenebileceği­ miz bir şeydir. Elbette tanık unutabilir veya daha sonra faklı bir tanıklıkta bulunabilir veya işaret edilinceye kadar bir hususu fark edememiş olabilir. Fakat sorulduğunda, tanık, durumu hemen gözden geçirip kabul edebilir. Bu tür bir kabulün sebebi, gözlem cümlesinde kullanılan terimleri, o terimlerin nesnelerini gördüğü-

28

Bilgi Ağı

müzde hepimizin kullanabilmesidir: "Posta kutusu", "güçlü adam", "gri bıyık", "çerçevesiz gözlük", "fötr şapka", "baston". Bunlar, "hukuk fakültesinin dekanı", "doğum günü", "Belçika'daki kız" gibi terimlerden farklıdır. Çünkü bu terimleri şu ândaki duru­ ma uygularken, sadece birkaç kişinin paylaşma ayrıcalığına sahip olduğu geçmiş tecrübelere dayanırız. "Kedi kilimin üzerindedir." bir gözlem cümlesi olma niteliğine sahiptir. "Benim kedim kilimin üzerindedir." bizim tanımımıza gö­ re bu niteliğe sahip değildir; çünkü başka bir tanık onun kimin ke­ disi olduğunu bilmeyebilir ve bazı durumlarda gözlem cümlemiz şu ândaki bir gözlemi haber vermeksizin doğru olarak ifade edil­ miş olabilir; dolayısıyla, "Kedi kilimin üzerindedir." cümlesi bazen daha önceki bir gözleme bağlı veya tamamen kulaktan duyma bir inancı ifade edebilir. Onu gözlem cümlesi olarak nitelendirmekten kastımız şudur: O, şu ândaki bir olayı veya durumu haber vermek üzere kullanılabilen ve sorulduğunda o ânda diğer tanıkların da aynı fikirde olacağına güvenilebilen kelimeler dizgesidir. Dili nasıl öğrendiğimiz üzerinde düşünürsek, cümlelerimizin bir kısmının niye bu türden olması gerektiğini görmek kolaylaşır. Bazı terimler ve onları içeren kısa cümleler, terimin betimlediği duyu ile algılanabilir bir nesne karşısında veya cümlenin bildirdi­ ği durumlarda öğrenilir. İfadelerin bu tür öğrenimine felsefeciler 'gösterimsel' (ostensive) adını verir. Bu, işitilen kelimelerle aynı ânda gözlemlenen şeyler arasında kolayca bir bağ kurarak öğren­ medir; modern bir psikologun ifadesiyle, bir şartlanma meselesi­ dir. Dolayısıyla, sarı şeyler karşısında, diğer kimselerin öyle ko­ nuştuğunu duyduğumuzda, 'sarı' kelimesini kullanmaya cesaret edebilir veya onu onaylayabiliriz. Psikologların dediği gibi, bu şe­ kilde karşılık verme, toplum tarafından kabul gördüğünde veya iletişim başarılı olduğunda güç kazanacaktır. Böylece, dilin ilk öğ­ rendiğimiz kısmı, başka bir dil öğrenimine dayanmaksızın göste­ rimsel olarak öğrenilmiş olmalıdır. Önceki kazanımlara dayanan bir süreç, ileride, kelime hazne­ sinin gelişmesini mümkün kılacaktır. Gösterimsel öğrenme daha önceki kazanımlara dayanmaz. Gözlem cümlelerini kullanmayı ve onlara karşılık vermeyi gösterimle öğreniriz. Tipik gözlem cümleleri cisimler hakkındadır: "Bu bir masadır." "Bu masa karedir." "Kedi kilimin üzerindedir." gibi. Gözlem cüm­ lesini doğru yapan, onun bireyler arasında daima gözlemlenebilir bir durum olmasıdır; bu, hazır bulunduklarında birden fazla kişi-

Gözlem

29

nin tanıklık edebileceği nitelikteki bir durumdur. Dahası, tanıkla­ rın birbirlerinin tanıklığına da tanık olabileceği bir durumdur. Gösterimin belirgin yapısı, bu önemli özellikleri sağlar. Bir dili öğ­ renen kimse, dili bilen birinin bir durum hakkındaki bir cümleyi onaylamasını isterken, aynı zamanda ilgili durumu gözlemleyebil­ melidir. Aynı zamanda sözü söyleyen kimsenin aynı durumu göz­ lemleyerek o cümleyi onayladığını gözlemleyebilmelidir. Benzer şekilde, dili iyi kullanan bir kimse, dili yeni öğrenen birinin per­ formansını değerlendirirken, şunu da gözlemleyebilmelidir: Dili yeni öğrenen kimse, bir cümleyi onaylarken, o cümleye uygun düşen durumu gözlemliyordun Yan yana değerlendirildiğinde, gözlem cümleleri felsefi bir so­ ruyu davet eden iki özelliğe sahiptir. Gözlem cümlelerinin belir­ gin niteliği, ânında kontrol edilebilir olmalandır. Bununla birlikte, bu cümleler genelde kalıcı cisimler -kediler, kilimler, masalarhakkındadır. Bu nasıl mümkün olabilir? Duyuya dayalı geçici gö­ rüntülerin arkasında kalıcı cisimlerin olup olmadığı konusu, fizik teorisini ilgilendirir. Bu cisimlerin varlığı bir hayli temel bir konu olmakla birlikte, yine de şu ânda gözlemlenen durumun ötesinde­ dir. Cisimler hakkındaki bir cümle nasıl olur da aynı ânda bir göz­ lem cümlesi olabilir; zira gözlem cümlesinin onayını gerektiren tek şey, o ânda gözlemlenebilir olmasıdır? Bu sorun, maddeyi yanlış değerlendirmekten kaynaklanır. İlgi­ li kelimeleri tek tek, var olan cisimlere bağlamayı öğrenmeden önce bile, onları uygun gözlemlenebilir durumlara uyar bir şekil­ de öğrenebiliriz. "Kedi kilimin üzerindedir." cümlesi, belirli müm­ kün konumlarla bağlantılı ve hecelerden oluşan tek bir dizge hâ­ linde gösterimsel olarak öğrenilebilir. Hepimiz bazı gözlem cüm­ lelerini zorunlu olarak bu şekilde öğrendik. Sonra, cisimlerin sü­ rekliliği teorisine yavaş yavaş ulaşırken, ilgili kelimelerin bazıları­ nı cisimlere karşılık olarak kullanmaya başladık. Eğitilmiş bir hay­ vanın yapabileceği gibi, tüm gözlem cümlelerini uygun uyarımlar­ la ilişkilendirmeyi gösterimle öğrenmek, fiziksel teoriyi öğrenme­ ye doğru atılması kaçınılmaz ilk adımdır. Daha sonra, gözlem cümlelerini parça parça ayrıştırmayı öğrenirken ve bu cümlelerin kelimelerini başka yerlerde kullanırken, teoriye nüfuz ederiz. Fi­ ziksel teoriyle duyu delilleri arasındaki bu hassas bağ, sürekliliği­ ni, gözlem cümlelerinin her birinin, ilk olarak gösterimsel bir şe­ kilde öğrenilmesine borçludur.

30

Bilgi Ağı

Aslında, belki de hiçbirimiz "Kedi kilimin üzerindedir") doğru­ dan gösterimsel olarak öğrenmedi; fakat öğrenebilirdi. 'Top' veya 'sarı', daha muhtemel bir örnektir. Dilin önemli bir niteliği şudur: İnsanlar onu farklı yollardan öğrenirler ve yollar, öğrenilen keli­ melerle kayıtlı değildir. Bir cümleyi gözlem cümlesi yapan, onun gösterimsel olarak öğrenilmiş olması değil, onun öyle öğrenilebilir bir cinsten olmasıdır. Bu nasıl bir cinstir? Belirttiğimiz gibi: Onu tasdik eden tek durum, bireyler arasında, aşağı yukarı gözlemle­ nebilir olmasıdır. Bu, bazı cümlelerde görülen, fakat diğerlerinde görülmeyen net bir niteliktir. Bu niteliğin toplumsal açıdan izi ta­ kip edilebilir; çünkü sonunda, dili konuşanların hemen hemen hepsi, benzer uyarımlar karşısında cümleyi onaylayacaktır. "Masa kare şeklindedir." ve "Kedi kilimin üzerindedir." bu testi geçip gözlem cümlesi niteliğine sahip olacaktır. "O, bir bekardır." bir gözlem cümlesi niteliğine sahip olamaz; çünkü konuşanlardan bi­ ri işaret edilen adamın bekar olduğunu bilebilir, fakat diğeri onun hakkında hiçbir şey bilmeyebilir. Gösterim, dilin sadece sınırlı bir kısmını öğrenmemizi açıkla­ yabilir. Ayrıntılı ve çoğunlukla bilinçsiz bir soyutlama ve genelle­ me süreci, bu konuda, önemli diğer bir kaynaktır. Bu süreç kıs­ men daha önce gösterimsel olarak öğrenmiş olduğumuz şeyler­ den başlayarak, fakat büyük ölçüde gözlemlenmiş kullanımın tak­ lidine dayanarak gerçekleşir. Bir cümlenin etkisi hakkında diğer cümlelerle birlikte onun kullanımını dikkate alarak tahminde bu­ lunuruz; bir kelimenin kullanımını, içinde geçtiği cümlelerden so­ yutlayarak kavrarız ve eski cümlelerde gözlemlenmiş yapıyı kop­ yalayarak yeni cümleler kurarız. Bu metodlar hakkında söylene­ cek ve öğrenilebilecek daha çok şey vardır. Çok sık rastlanmasa bile, bu tür dolaylı öğrenmeye daha az esrarengiz bir örnek, tanımdır. Tanımın en basit şekli, hâlen akıl­ la kavranabileceği varsayılan bir ifadeye, doğrudan yeni bir ifa­ denin eşitlenmesidir. Dolayısıyla, biz 'baba', 'erkek kardeş', 'evli' ve 'erkek' kelimelerinin bir şekilde öğrenildiğini varsayıp, 'amca' ve 'bekar' kelimelerini "babanın erkek kardeşi" ve "evlenmemiş erkek" kelimeleriyle denkleştirerek açıklayabiliriz. Diğer tanımlar ise, bağlamsaldır; burada yeni ifade doğrudan herhangi bir şeyle eşitlenmez; fakat ifadeyi içeren tüm cümleleri tercüme etmek için sistematik talimatlar verilir. Mesela 'ağabey' kelimesini, doğrudan bir bedel tayin ederek değil, in ekinden sonra gelen, kelimenin içinde geçtiği bütün cümleleri sistematik olarak açıklayarak ta-

Gözlem

31

nımlayabiliriz. "X'in erkek kardeşi", "anne ve babası x'in anne ve babası olan x'ten başka bir erkektir" diye tercüme ederek bunu yapabiliriz. Aynı şekilde "ancak ve ancak" bağlacını, doğrudan değil, aralarında "ancak ve ancak" olan bileşik cümleleri sistema­ tik bir biçimde açıklayarak tanımlayabiliriz. Mesela, "p ancak ve ancak q" cümlesini "p ise q ve q ise p" şeklinde kolayca açıklarız. Gözlem cümleleri dilin dip köşesinde bulunur ve orada tecrü­ beye dayanılır: Konuşma, uyarımlara şartlanmıştır. Genelde dil, anlamını ve gerçeklikle olan ilişkisini, nihai olarak onlar aracılı­ ğıyla kazanır. Bu yüzden, gözlem cümleleri, tüm inançların ve bi­ limsel teorilerin temel delillerini sunar. Gözlem cümleleri, sadece herhangi bir tahminin yanlış çıkmasından sonra, inançlar kontrol edilirken değil, aynı zamanda bir meslektaş tarafından doğruluğu sorgulanan bir inanca delil getirilirken de, bu önemli rolü oynar. Gözlem cümlelerine biraz önce atfedilen toplumsal özellik, bura­ da önem kazanır; aynı uyarımlar karşısında, konuşan herkes, böyle bir cümleyi tasdik eder. İtirazcı teorisyenler, gözlem cümle­ lerine dönerlerken anlaşmaya yönelirler. Gözlem, herkes tarafından yapılmış olabilir; fakat daha önce vurguladığımız gibi, gözlem cümlelerinin doğruluğu bireyler arası bir özelliktir. Burada, beğeni kazanmış akıl-karşıtı eski bir doktrin, hem aldatıcılık hem de direnme özelliklerine kavuşur. Yıllanmış görüş, doğrunun inanan kimseye göre olduğunu savunur; bana göre doğru vardır ve sana göre doğru vardır ve bunların uzlaştırıl­ ması genelde ne mümkündür ne de arzulanır. Burada gözlemi yapanlann farklı olması, bu doktrini desteklemek için öne sürülebilir. İnanç sistemlerinin temelde, gözleme dayadığını biraz önce söyle­ medik mi? Senin ve benim farklı gözlemler yapmamız beklenemez mi? Belki de öyle; fakat o zaman, herhangi bir gözlem cümlesinin doğru olması, ne ikimizden birine ne de başka herhangi bir göz­ lemciye bağlıdır. Verili bir gözlem cümlesini kabul ederken üzerin­ de durduğumuz zeminin sağlamlığı değişebilir, hatta aynı şekilde, bu cümleyi değerlendirmemiz de; fakat onun doğruluğu değişe­ mez. Ne mutlu ki, kaynaklarını takdir etmek için fikir ayrılığının nihailiğini kabul etmek zorunda değiliz. Şüphesiz, bireyler arası çe­ lişki, önemli bir açıdan bireyin kendi içindeki çelişkisinden ayrılır: Önceki, sonrakinin aksine, onu terke yöneimeksizin öylece tanı­ nabilir. Fakat, nasıl ben birbiriyle uzlaştırılamaz inançlanmın her birinde ayrı ayrı haklı olamazsam, aynı şekilde, hem sen hem de ben tutarsız inançlarımızda birlikte haklı olamayız.

32

Bilgi Ağı

Dolayısıyla, her birimiz, kendisine ait gözlemleriyle ortaklaşa paylaştığımız bilgiye katkıda bulunur. Burada bilimi zor, fakat ay­ nı ânda mümkün kılan bir hususla karşılaşırız. Zordur; çünkü o, farklı zaman ve mekanlarda, değişik kültür ve ilgilere sahip in­ sanlar tarafından toplanan ve bildirilen çeşitli delillerden tutarlı bir sistem kurmak durumundadır; başvurulacak pek çok şey ol­ ması sebebiyle de mümkündür. Gözlem cümleleri hatasız mıdır? Eğer art niyetle sunulanları ve dili tam olarak pekiştirememiş kimselerin ifadelerini bir kenara bırakırsak, hemen hemen hatasızdır. Bu tür cümlelerde, belli öl­ çüde bir yanılabilirlik varsaymak kelimelerin anlamlarının zorlan­ masına yol açacaktır; çünkü kelimeler, gözlem cümleleriyle onla­ rın ifade ettikleri gözlemlenebilir durumlar arasında bağ kurula­ rak kazanılır. Gerçekte, bir yanılabilirlik payı vardır. Normalde gözlem, teori gemisini çeken römorkördür; fakat bazı durumlarda teori o kadar fazla asılır ki, gözlem [teoriyi] bırakmak zorunda kalır. Uzun süre kendisine karşı çıkılmayan bir teori, her durumda sayısız ilgili gözlemlere düzenli bir şekilde uyum sağlayarak, kendisiyle çeli­ şen bir gözlem ortaya çıkıncaya kadar varlığını sürdürebilir. Çe­ lişki belirdiğinde, büyük bir olasılıkla, ters düşen gözlemi bir ke­ nara bırakırız. Bu, yine de gözlem cümlesi hakkında yaptığımız tanıma geri dönmek anlamına gelmez. Gözlem cümlesini, gözlem­ lenen olay ânında, bütün tanıkların kabule mecbur olduğu bir cümle olarak tanımlamıştık; fakat daha sonra bu kimselerin fikir­ lerini değiştirmeleri mümkündür. Gözlemi bir kenara bıraktığımız durumlarda -ki onlar oldukça özel olmak zorundadır- fikrimizi değiştirmekte veya çoğunlukla, başka birinin verdiği haberden şüphelenmekteyiz. Bu hiçbir zaman bir gözlem cümlesini gözlem ânında inkar et­ me anlamına gelmez. Gözlem cümlesi, yükleminin zamanı değişti­ rildiğinde, gözlem cümlesi olmaktan çıkar. Biraz önce belirtildiği gibi, geçmişteki gözlemler hakkında verilen haberler mantıksal çıkarım içerir. Ters düşen gözlemi bir kenara bıraktığımızda, as­ lında gözlem cümlelerini değil, sadece bu haberleri yeniden de­ ğerlendiriyoruz. Bu çeşit kuralcılığa rağmen, belleğimizdekiler kolayca bırakıl­ mamalıdır; kayıtlarımız da bundan aşağı kalmamalıdır. Aynı şekil­ de, her ne kadar bu alanda güven derece derece olsa da, güveni­ lir meslektaşlarımızın gözlem haberleri de kolayca terk edilme-

Gözlem

33

melidir. Ancak, güçlü ve uzun süre sırtı yere gelmemiş bir teori, hatırlanan, kaydedilen veya haber verilen bir gözlemin karşıt ta­ nıklığına bazen direnebilir. Bu gibi özel durumlarda karşıt delili, açıklanmamış bir etkiye, hatta bir vehme bağlayabiliriz. Eğer id­ dia edilen vehim durumları, vehme eğilimli birkaç kişide toplanı­ yorsa, bu bizim bilimsel vicdanımızı daha da paklar. Bu durum­ da, karşıt gözlemlerin düzensizliklerine başka bir teoride, psiko­ patolojide yer bulabilme umudu vardır. Böylece, kanunun açıkça ihlalinde bile kanun aranabilir. Gözlemle ısrarlı bir şekilde çelişen bir teori, zorunlu olarak hemen terk edilmez. Bu durum, akla uygun bir bedel bulununca­ ya kadar devam edecektir; çelişki arz eden gözlemler, açıklanma­ dan kalacak ve bir kriz hissi kümelenecektir. Galileo'nin hareketin incelenmesine olan katkılan skolastik ten­ kitçilerin Aristo'nun teorisinde buldukları zorluklarla yakından il­ giliydi. Newton'un yeni ışık ve renk teorisi (...) mevcut hiçbir te­ orinin, spektrumun boyutunu açıklayamayacağının keşfedilmesin­ den kaynaklandı. Newton'unkini değiştiren dalga teorisi, bükülme ve kutuplaşmanın Newton teorisine olan ilgistndeki istisnalar hakkında gelişen endişelerin ortasında ilan edildi. Termodinamik teorisi XIX. yüzyıldaki iki fizik teorisinin çarpışmasından ve kuantum mekaniği kara-cisim radyasyonu, özel ısılar ve foto-elektrik etkisi etrafındaki çeşitli zorluklardan doğdu. Dahası, Newton'un teorisi dışındaki bütün bu durumlarda, istisnaların bilinmesi o ka­ dar uzun sürdü ve o kadar derinlere nüfuz etti ki, ondan etkile­ nen alanların gelişmekte olan bir krizin içinde olduğunu söyle­ mek mümkündür. Normal bilimin teknikleri ve problemleri, köklü değişiklikleri (...) gerektirdiği için, yeni teorilerin doğuşu genelde ifade edilen profesyonel bir güvensizliği takip eder. Kolayca tah­ min edileceği gibi, normal bilimin sorunlarının uzun süre çözülemeyişi güvensizliği doğurur. Mevcut kuralların başansızlığı, yeni­ lerini aramaya bir giriş teşkil eder.1 Bazı durumlarda, teorileri bilinçli bir şekilde değerlendirme­ den, gözlemi ufak değişikliklere tâbi tutmayı doğal karşılarız. Su­ ya kısmen gömülü çubukların, kırık gözükse de aslında düz ol­ duklarını kabul etmek gerektiğini öğreniriz. Ayın ufuk yakınların­ da gökyüzündeki görünümünden daha büyük olduğunu varsaymamayı öğreniriz. Renkler önümüzde dönmeye başladığında ışı­ ğın özelliklerinin değişmiş olduğunu hayal etmeyiz. Fakat yine 1

T. S. Kuhn. 77je Structure of Scientific Revolutions. Chicago and London: The University of Chicago, 1962. s. 671.

34

Bilgi Ağı

bütün bu gözlemlerde, gözlemlerin düzensizliğini sonunda bir te­ oriyle açıklayabilme sıkıntısını yaşarız. Çubuğun batık kısmının göze kırık gözükmesini fizikteki kırılma teorisi açıklar; ufuktaki ayın büyük görünümü bazı psikolojik hipotezler tarafından açık­ lanır; genel görmedeki bir düzensizlik, bizi yediğimiz veya içtiği­ miz şey hakkında düşünmeye sevk eder. Görüldüğü gibi, gözlem­ ler inatçı bir şekilde önceliklerini korurlar. İnançlarımızın sınırları­ nı belirleyici şartlar olarak kalırlar. Fakat bütün gözlemlere veya gözlemlerin haberlerine bu dü­ rüstlükte yer bulunamadığını itiraf etmek gerekir. Mevcut teoriye uymayan bazı gözlemler, daha az tanındıklarından, vehim olarak bile değerlendirilmeden geçip giderler. Doğaüstü (occult) tecrü­ beler hakkında süregelen haberler, bu şekilde ele alınır; son za­ manlarda ortaya çıkan tanımlanmamış uçan cisim haberlerinin ço­ ğu da aynı şekilde değerlendirilir. Gözden kaçmamalıdır ki, iyi bir bilim adamı, kendi deneyinin ortaya çıkardığı ve uygun olmayan gözlemleri böyle tepeden inme bir biçimde ele almaz; çünkü te­ orisini geliştirmek üzere, daha önce düşünülmüş iki inanç seçene­ ği arasında seçim yapma gayesiyle deneyi planlamıştır. Eğer so­ runlu bir gözleme yer ayırabilmek için, teoride belirli bir değişimi düşünmüyorsa ve teori hâlen daha önceki veriyle uyum içindey­ se, hissedilir bir samimiyetle kendisine bildirilen veya kendisi ta­ rafından ortaya konan bu gözlemi belki de göz ardı edecektir. Bu tepeden inmeci tavır, bir noktaya kadar haklı olabilir. Eğer bir bi­ lim adamı, laboratuvarı dışında sorun çıkaran her bir deney için mantıklı bir hipotez bulmak amacıyla mevcut projesini durdursaydı ve her bir garip söze veya dedikoduya sabırlı ve tarafız bir şekilde kulak verseydi, çok az şey öğrenmiş olurdu. Günümüzde bilim adamlarına doğruyu bulmada o kadar gü­ venilir ki, onların metodlarını göz ardı etmenin hiçbir değeri yok­ tur ve onları tenkit etmek de saçmadır. Fakat aynı zamanda göz­ lemleri bir kenara bırakmanın hassas bir iş olduğu da ortadadır. Bir teoriyi elde tutma, sistematik göz ardı etmeyi gerektiriyorsa, o teori tahminde güvenilir bir araç değildir ve bilimsel metodun iyi bir örneği sayılmaz. Gözlemlerin tamamına yer ayırabilmek her zaman mümkün değildir; bu yüzden, bazı felsefeciler gözlem fikrini hepten küçük görmek istediler. Göz önüne alınan bazı hususlar onların şüphe­ lerini güçlendirdi: Gözlem fikrini anlaşılamaz biçimde kapalı kı­ lan öznellik havası. Eğitilmemiş bir gözün kablolu metal bir kutu

Gözlem

35

olarak gözlemlediği şeyi, eğitilmiş göz bir kondansatör olarak gözlemler. Eğitilmemiş bir gözün hiçbir şey görmediği yerde, eği­ tilmiş göz bir geyiğin taze izlerini görür. Fakat yine de bu farklı­ lıklar doğru biçimde görüldüğünde, güvensizlik için zemin oluş­ turmaz; bu, sadece kelimenin dikkatsizce kullanımından kaynak­ lanan bir oyundur. Felsefi amaçlar açısından gözlem ve gözlem cümlesi fikri, ha­ yalden sıyrılmış bir şekilde, olduğu gibi kabul edilmek ihtiyacındadır. Bu amaca yönelik önümüzde düz bir ölçüt vardır: Soruldu­ ğunda, dili belirli bir yetkinlikle kullanan herkes, duyu yüzeyleri­ ne yapılan aynı uyarımlar altında cümleyi doğrulamaya hazır bu­ lunur. Bu ölçüte göre, eğitilmiş göz için de geçerli olmak üzere, "Bu bir kondansatördür." basit bir gözlem cümlesi sayılmaz. Do­ ğal olarak uzmanlar, sağduyu sahibi iseler, anlaşabildikleri ândan itibaren daha fazla delil için ısrar etmeyi bırakacaklardır. Onlar bunun kondansatör olduğu hususunda anlaşabilir ve orada durur­ lar; tanımladığımız biçimde gerçek gözlem cümlelerine ulaşmak üzere daha fazla zorlamazlar. Eğer onlar, 'gözlem' terimini ara durak noktası olarak kullanmak istiyorlarsa, onlarla terim hakkın­ da tartışmaya gerek yoktur. Onlar, "dili mükemmel konuşanlar" kategorisini sadece kendi özel gruplarıyla sınırlıyor olabilirler. Bazı felsefecilerin, gözlemleri duyu algılamalarıyla tanımladığı­ nı belirtmiştik. Dolayısıyla, bazı felsefi yazılarda, gözlem cümlele­ ri başlığı, bizim tanımladığımız şekliyle gözlem cümlelerinden çok farklı anlamlarda kullanılmaktadır; ki, buna şaşmamalıdır. "Acı içindeyim" ve "Şimdi mavi görüyor gibiyim" şeklindeki cümleler, iç gözleme dayanan haberlerle sınırlandırılır. Sözü söyleyen kim­ senin kendi özel tecrübesine ulaşmadaki ayrıcalığı sebebiyle, bu cümlelerin rakipsiz olduklarını kabul etmek gerekir. Fakat tam bu noktada, tanımladığımız şekliyle onlar, gözlem cümleleriyle taban tabana zıttır. Onları doğru yapan durumlar pek çok tanığın kabul edeceği cinsten değildir. Böyle bir durumda dış gözleme açık olan, iç gözlem haberinin kendisidir. Kedinin kilim üzerinde ol­ masına kıyas edilebilen husus, kişinin acı hissetmesi veya maviyi görmesi değil, acıyı ve maviyi haber verme eylemidir. Bu eylem gerçekten de daha ileride gelecek teoriler için bir veri olarak kul­ lanılabilir; o pek çok tanığın kabul edebileceği bir veridir.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM KENDİNDEN-DELİLLİ OLMA

aşka inançlara dayanmayan önemli bir grup inancın olduğunu B belirmiştik. Bu inançlar, gözlem cümleleri tarafından ifade edi­ lir. Şimdi diğer bir grup inanç hakkında da aynı şeyler söylenebi­ lir: Evet, kendinden-delilli olan inançlar. Aşağıdaki hususlar bir açıklama gerektirmez: Su ıslaktır, göz doktoru gözleri tedavi eder, enikler yavrudur, bekarlar evlenmemiştir, her erkek kardeşin bir erkek veya kız kardeşi vardır, bir şeyin parçalarının parçaları o şeyin parçalarıdır. Bu inançları ayrıcalıklı kılan, onların ne başka inançlara ne de gözleme ihtiyaç duymalarıdır. Onları anlamak on­ lara inanmak demektir. Doğruluklarından hiçbir zaman şüphe edilmese bile kendinden-delilli olma başlığını hak etmeyen başka inançlar da vardır; mesela köpeklerin var olması gibi. Kendindendelilli olma başlığı burada garip kaçar, çünkü temelde diğer delil bir hayli kesindir, yani köpekleri gözlemlememiz. Kendinden-delilli inançlar doğruluklarını neye borçludur? Keli­ melerin anlamlarına olduğu söylenebilir. 'Bekar', "evlenmemiş ye­ tişkin kimse" anlamına gelir; 'enik', "yavru" anlamına gelir; 'okülist', "göz doktoru" anlamına gelir. Bu tezi savunmak amacıyla şu söylenebilir: Eğer bir kimse okülistin gözleri tedavi ettiğini veya diğer örnekleri samimiyetle inkar etseydi, kelimelere tuhaf anlam­ lar veriyor olurdu. Fakat bu savunma, gerçek olmaktan ziyade görünürdedir. Soğuk bir havada bir kimse havanın ne kadar ılık olduğunu samimiyetle söylediğinde, bu onun kelimeyi yanlış anla­ dığını varsaymamız için iyi bir sebep olur. Belki de o "cold = so­ ğuk'^ kendi dilindeki caldo ile; dolayısıyla, "warn = ılık"ı da freddo ile bağlandırdı.* Ama yine de bundan, "Hava soğuk" ifadesi* İtalyancada caldo ılık ve freddo soğuk anlamlarına gelir (Çev.).

38

Bilgi Ağı

nin, havanın durumundan bağımsız olarak, sadece kelimelerinin anlamı sebebiyle doğru olduğu sonucu çıkmaz. Aslında bir kimse genel olarak veya belirli durumlarda apaçık doğru olan bir cüm­ leyi inkar ediyorsa, o kimsenin bir anlamı gözden kaçırdığına da­ ir elimizde bir delil vardır. O hâlde, özellikle, "Su ıslaktır." "Okülist gözleri tedavi eder." vb. cümlelerin anlam sebebiyle doğru ol­ duğunu göstermek için aslında hiçbir şey söylenmemiştir; onların delilinin kendinden olduğunu söylemenin ötesinde; ki, bu zaten bizim başlangıç noktamızdı. Bütün doğrular elbette en azından kısmen anlamlara dayanır; çünkü anlam açısından farklı bir kelimeyi, başka bir kelimenin yerine koyarak herhangi doğru bir cümleyi yanlış yapabiliriz. O hâlde, apaçık doğru olan ve bilinen hiçbir gözleme veya daha ön­ ceki inançlara dayanmayan bir cümle hakkında, onun doğruluğu­ nun tamamen anlamlara dayalı olduğu söylenebilir; çünkü göste­ rilecek başka hiçbir temel yoktur. Eğer tez bu ise, onun hiçbir şey ispatlamadığını kabul ettiğimiz sürece söylenecek bir şey yoktur. Kendinden-delilli olan inançlar arasında bazıları mantıksal doğru olarak bilinir: "Beyaz olan her bir at, attır." bunlardandır. Bu özel doğru, genel mantıksal bir ilkeyi örneklendirir: "B olan her bir A, bir A'dır." Örneğimiz, değiştirmeye dayalı genel bir il­ keden çıkmaktadır: 'A' için 'at' ve 'B için 'beyaz'. Bu durumda ge­ nel ilkenin özel örneğe delil olması boşunadır; çünkü, örneğinden daha açık bir biçimde doğru olamaz ve örneğinden daha da az şeyi olumlar. Neyse, "Beyaz olan her bir at, attır"a destek getir­ mek, denize su taşımak gibidir. Bazı felsefeciler mantıksal doğruların, temel, küçük mantıksal kelimelerin anlamı nedeniyle doğru olduğunu iddia eder. 'Her', 'olan', 'dır' ve 'bir' bunlara örnek verilebilir. Aynı şekilde bu açık­ lamanın da aslında bir şey eklediği pek söylenemez. Şu âna kadar sadece mantıksal doğrunun bir örneğini gördük. Hangi doğrular, topyekün, mantıksal doğru sayılır? "Her B olan A, bir A'dır"da kullanılan şematik yaklaşımın onları diğer doğrular­ dan ayırdığı ileri sürülmektedir. Bu verilen şekil, mantıksal edatlar olarak adlandırabileceğimiz, 'her', 'olan', 'dır' ve 'bir' gibi edatlar­ dan ve boşlukların yerini alan harflerden oluşur ve harflerin deği­ şimi şeklin örneklerini verir. Tüm örnekleri doğru olan cümleler, gerçekten de mantıksal doğruların şekli veya formülüdür. Öneri­ len şudur: Genelde bir cümle, sadece mantıksal edatlardan ve boşluklardan kurulu herhangi bir şeklin örneği olduğunda ve bu

Kendinden-Delilli

Olma

39

şeklin bütün örnekleri doğru olduğunda, o cümleye mantıksal doğru denir. Şekil, boşlukların yanı sıra, sadece mantıksal edatları içeriyor anlamında, mantıksal şekü olarak adlandırılabilir. Dahası, bütün örnekleri doğru anlamında geçerli olarak da adlandırılabilir. O hâlde, şu önerilmektedir: Geçerli mantıksal bir şeklin örneği olan bir cümle, mantıksal doğru olarak adlandırılır. Dolayısıyla, "Her beyaz at, bir attır" mantıksal doğru sayılır; çünkü o, geçerli man­ tıksal bir şekil olan "Her B olan A, bir A'dır"ın örneğidir. Böylece, mantıksal doğru tanımımız, yani doğrular arasında mantıksal olarak sayacaklarımızın tanımı, mantıksal şekil fikrine dayanır ki, onlar da sırasıyla bazı mantıksal edatların sayımına bağlıdır. 'Her', 'olan', 'dır' ve 'bir'i belirtmiştik; diğerleri arasında, 've', 'veya', 'değil', 'eğer', 'ama' ve 'bazı' sayılabilir. Mantıksal şe­ killeri kötüye kullanmamaya özen gösterilmelidir. "Her B olan A, bir A'dır." bir sorun çıkarmayabilir; fakat onun biraz değişik bir şekli, "Her BA, bir A'dır." "Her beyaz at, bir attır"da olduğu gibi, tuzağın kenarında dolaşmaktadır. "Her çocuk bekleyen anne, bir annedir"e* veya "Yarım akıllılar, akılhdır"a ne diyeceğiz? Bu gibi örnekler açısından ve genelde sadeleştirilmiş bir teori ve etkin bir teknik için, mantıksal şekilleri özde matematiksel olan düzenli ve ekonomik bir sistemle yeniden yazmak mantıkta âdettir. Fakat burada o araçlara değinmemize gerek yok. Sebebi ne olursa olsun, kendinden-delilli olma, "Her beyaz at, bir attır"ın açık bir özelliğidir. Onun bütün mantıksal doğruların bir özelliği olduğu söylenemez, ama türetilmiş bir özellik vardır ki, onun için geçerlidir. Bir mantıksal doğru hemen anlaşılamayacak kadar karmaşık ise, o her biri kendinden-delilli olan bir dizi adımla kendinden-delilli doğrulardan çıkarılarak ispatlanabilir; tek kelimeyle, onlardan tümdengelimle çıkarımlanabilir. Bu özel­ lik ispatlanabilirliktir. Bunu diğer bazı göreli durumlardan ayır­ mak için, mesela daha önce o haliyle tespit edilmiş veya kabul edilmiş inançlardan veya kendinden-delilli olarak ortaya atılma­ mış hipotezlerden yapılan çıkarımlardan ayırmak için, kesin ispatlanabilirlik de denebilir. Kesin ispatlanabilir doğrular bile mantıksal olanların sayısını aşacaktır; çünkü kendinden-delilli ol­ ma, mantıksal doğrulara has değildir. * İngilizcedeki expectant mother deyimi daha önce çocuk sahibi olmuş olmayı ge­ rektirmez (Çev).

40

Bilgi Ağı

Kendinden-delilli olma özelliği apaçık da değildir. Bazı doğru­ lar bir kimse için kendinden-delilli, başka bir kimse için ise, ispa­ ta muhtaç olabilir. Mantıksal doğru, buna bir örnek olarak verile­ bilir: Eğer kendine yardım eden hiç kimseye yardım etmezsen, kendine yardım etmezsin. Bu kendinden-delilli cümlenin doğruluğunu bulamayan bir ar­ kadaşımız varsa, bu cümleyi onun için kendinden-delilli olan adımlarla, yine kendinden-delilli olan bir veya daha fazla cümle­ den çıkararak ispatlamaya çalışabiliriz. Mesela, arkadaşımızın be­ cerisine pek güvenmeyerek kendinden-delilli şu doğruyla başla­ yabiliriz: Kendine yardım ederken, en azından bir kendine-yardım edene yardım ediyorsun (yani kendine). Bunu, kendinden-delilli olarak şu takip eder: Eğer kendine-yardım eden en az bir kimseye yardım etmiyorsan, kendine yardım etmiyorsun. dolayısıyla da: Kendine yardım eden hiç kimseye yardım etmiyorsan, kendine yardım etmiyorsun. zaten ispatlanacak olan da buydu. Bu örnek, bize, kısa mantıksal bir doğrunun bile nasıl kendin­ den-delilli olmayı başaramayacağını, fakat yine de kesin olarak is­ patlanabileceğim göstermektedir. Diğer önemli bir gerçek de şu­ dur: Kesin ispatlanabilir doğrular, anlaşılamayacak kadar olağan dışı zorluklar içerebilirler. Hatta sezgi-karşıtı olması sebebiyle, kendinden-delilli olmanın çok gerisinde bile kalabilir. Bilgisayar yardımıyla, çok sayıda önemsiz küçük adımları birbirine bağlaya­ rak, ne önemsiz ne de açık denebilecek bilgilere ulaşıldığını göz­ lemliyoruz. Mantıksal doğrular kategorisi önemini temelde türetilmiş man­ tıksal 'gerektirme' kavramına borçludur. Bu kavram, mantıksal doğru açısından şu şekilde tanımlanabilir: Eğer "p ise q" şeklinde iki cümleyi bir araya getirerek oluşturduğumuz bileşik cümle, mantıksal doğru ise, bir cümle diğerini mantıksal olarak gerektirir. Mesela, "Evren şekilsiz ve boştu" cümlesi, "Evren boştu" cümlesini mantıksal olarak gerektirir. Onun gerektirdiğini söylemek, "Eğer evren şekilsiz ve boş ise, evren boştur." cümlesine mantıksal doğ­ ru özelliğini atfetmekten ibarettir. Benzer şekilde, kendine yardım

Kendinden-Delilli Olma

41

etme hakkındaki mantıksal doğrumuz için de mantıksal bir içerme söz konusudur: "Kendine yardım eden kimseye yardım etmiyor­ sun" mantıksal olarak "kendine yardım etmiyorsun"u gerektirir. Mantıksal gerektirme, tersinden bakıldığında, mantıksal sonuç ve­ ya çıkarımlanabilirlik olarak da adlandırılır: "Kendine yardım etmi­ yorsun" cümlesi "Kendine yardım eden kimseye yardım etmiyorsun"un mantıksal bir sonucudur veya ondan mantıksal olarak çıkarımlanabilir. Mantıksal gerektirme, herhangi bir teori veya hipo­ tezi onun mantıksal sonucuna bağlayan bir ilişkidir. 'Gerektirme' terimi ve onun alternatifleri olan 'sonuç' ve 'çıka­ rımlanabilirlik', 'mantıksal' sıfatını kullanmaksızın daha geniş ve belirsiz bir uygulamaya sahiptir. Bir cümleden başlayarak, -ki bu kendinden-delilli doğru olabilir-, diğer cümleye kendinden-delilli adımlarla ulaşılabilen her durumda, bir cümle diğerini gerektiri­ yor, denilebilir. Bu kapsamlı gerektirme, (sonuç veya çıkarımla­ nabilirlik kavramı) faydalıdır ve yaygın olarak kullanılmaktadır; fakat bununla birlikte, neyin tam olarak kendinden-delilli sayıldı­ ğını bir çözüme ulaştırmadığımız sürece belirsizdir. Mantıksal ge­ rektirme, gerektirmenin iyice-tanımlanmış özünü oluşturur ve onu yöneten teknikler mantığın merkezî görevini belirler. Gerektirmenin önemi, onun doğruyu aktarmasıdır. Bir yanlış, hem doğruları hem de yanlışları gerektirir; fakat bir doğru sadece doğruları gerektirir. Bir cümlenin diğerini gerektirdiği bu basit durumun yanı sıra, birkaç cümlenin gerektirmeyi gerçekleştirmek üzere güçlerini bir­ leştirdiği ortak bir gerektirme de vardır. Bunun bir örneğini, I. Bö­ lümdeki esrarengiz cinayette gördük; orada (1), (2) ve (3) birlikte Cabot'un cinayeti işlediğini gerektirmekteydi. Eğer bir cümle, di­ ğer birkaç doğru cümle tarafından gerektirilirse, doğru olmak zo­ rundadır. Ortak durum kolaylıkla tek bir duruma döndürülebilir; çünkü mantıksal edat 've'nin yardımıyla, gerektiren cümleleri sa­ dece birbirine bağlayarak tek bir cümle yapabiliriz. Gerektirme, bizim inanç sistemimizi tutarlı yapan şeydir. Bir cümlenin, doğruluğuna inandığımız cümleler tarafından gerektirildiğini görürsek, onun da doğru olduğuna inanmak zorundayız ve­ ya onu ortaklaşa gerektiren cümlelerden biri ya da diğeri hakkın­ daki fikrimizi değiştirmek zorundayız. Eğer doğru olarak bildiği­ miz cümlelerin diğer bir cümlenin değilini gerektirdiğini görüyor­ sak, o cümleye inanmamak zorundayız veya diğer cümlelerden biri hakkındaki fikrimizi değiştirmek zorundayız. O hâlde, gerek-

42

Bilgi Ağı

tirme, bizim inanç ağımızın asıl örgüsüdür ve mantık da onu işle­ yen teoridir. Mantıksal gerektirmenin, şartlı önermelerin (yani "p ise q" şek­ lindeki bir cümlenin) mantıksal doğruluğundan oluştuğunu gördük. Bu yüzden mantıksal doğrunun önemine işaret ettik. Mantıksal doğruların tamamı kendinden-delilli doğrulardan kendinden-delilli adımlarla ispatlanabilir. Fakat mantıksal teori, mantıksal şekillerin örnekleri olan mantıksal açıdan doğru cümlelere değil, bu cümlele­ rin şekillerine hitap ederse, daha etkin biçimde ilerler. Esasen man­ tıksal şekiller burada faydalıdır; çünkü alâkasızlıkları bastırarak, mantıksal doğruyla ilgili yönleri ortaya koyar. "B olan her A, A'dn" ve "Kendini flleyen hiç kimseyi Rlemeyen kimse kendini ele­ mez."' şekilleri, bu şekillere uyan cümlelerin hepsini bir adımda kapsar. Dolayısıyla, beyaz atlar veya kendilerine yardım eden kim­ seler üzerinde, özellikle durmak için herhangi bir sebep yoktur. Mantıkçının, başlangıçtaki önermeleri kendinden-delilli olarak öylece belirlemek yerine, bazı geçerli mantıksal şekilleri kesin hareket noktası olarak kabul etmesi daha uygundur. O, bunlara aksiyom adını verir. Benzer biçimde, daha başka geçerli mantık­ sal şekilleri kendinden-delilli adımlarla aksiyomlardan çıkarımlamaktansa, bazı müsaade edilebilir adımları veya çıkarım kuralla­ rını belirler. Mesela mantıkçı, diğer yarım düzine aksiyomun yanı sıra, geçerli bir mantıksal şekil olan "p veya değil p"yi içeren ak­ siyomlarla başlayabilir (burada 'p' cümlelere karşılık olarak kulla­ nılır). Bu çıkanm kurallanndan biri şu olabilir: "p veya q"dan "q veya p"yi çıkarımla. Mantıkçı bu kuralı "p veya değil p" aksiyo­ muna uygulayarak, geçerli yeni mantıksal şekil "değil p veya p"yi bir teorem olarak elde eder. Bundan da, sırasıyla, bazı kurallar aracılığıyla, ikinci bir teorem elde eder. Az sayıda fakat ihtiyatla seçilen aksiyomlardan ve çıkarım kurallarından (genelde şu ânda­ ki örneklerden daha önemsiz), geçerli her mantıksal şekil, bir te­ orem olarak elde edilebilir. Bu önemli gerçek, ancak 1928-30'da Skolem ve Gödel'in çalışmalarıyla tespit edildi. 1

Veya mantıksal edatlarla ilgili malumatfuruşluğu tercih edersek, 'herkim', 'kim' ve 'o'nun saf mantıksal edatlar olmadığını söyleyebiliriz, çünkü onlar mantıktan ziya­ de antropolojiye ait olan şahıs fikrini içerir. Bu durumda örneğimizdeki 'herkim'i 'her kimse' olarak, 'hiç kimse'yi 'hiçbir kimse' olarak ve 'kim'i 'hangi' ve 'kendisi'ni 'kendi' olarak yeniden ifade etmeliyiz. Böylece, geçerli mantıksal şekle, "Her ne hiçbir kendini Rleyen Ayı Rlemezse, kendini i?lemez"e ulaşırız. Burada A'nın yerini 'kişi' gibi herhangi bir cins ad alabilir ve R'in yerini 'yardım' gibi herhangi geçişli bir fiil alabilir ve diğer kelimeler rakipsiz mantıksal edatlardır.

Kendinden-Delilli

Olma

43

Pek çok alternatif aksiyom ve çıkarım kuralları kümesinden her biri, eşit şekilde mantıksal doğrulan tam olarak kapsayabilir. Aksiyom ve çıkarım kurallarından farklı şemaları takip eden şekil­ sel ispat süreçleri de vardır. Burada çeşitli alternatifler üzerinde durmayacağız; sadece tüm şekilsel ispat süreçlerinin ortak nokta­ sını belirteceğiz. Buradaki esas husus, şekillerin düzenli aralıklar­ la incelenmeye elverişli oluşudur. Öne sürülen bir cümlenin, aksi­ yomlardan birinin altına düşüp düşmediğini inceleyerek bunu ya­ pabiliriz. Aynı şekilde, öne sürülen bir adımın çıkarım kuralların­ dan birinin altına düşüp düşmediğini, inceleyerek görebiliriz. Eğer bir ispat süreci, aksiyomlardan ve kural şemasından ayrılırsa, onun uygulamaları benzer şekilde incelemeye elverişlidir. Yoksa ona ispat süreci demek doğru olmazdı. Mantığın derinliklerine nüfuz edebilmek için, şekilsel ispat sü­ reçlerinin gelişmesi zorunludur. Bu anlayış, diğerlerinin yanı sıra, Skolem ve Gödel teoreminde ortaya çıkmıştır. Fakat bu gelişme, daha önce olduğu gibi, şimdi de, kendinden-delilli olmanın oyna­ dığı rolü belirsizleştirmemelidir. Bir ispat süreci ne kadar şekilsel olursa olsun, onun ortaya çıkardığı teoremlerin güvenilirliği nihai olarak yine şu kanaatlerimize dayanır: Her bir aksiyom, mantıksal olarak geçerlidir ve çıkarım kurallarından hiçbiri, geçerli bir şekil­ den geçersiz bir şekle götüremez. İspattan söz etmek, ispatın kesin hüküm sürdüğü bir alan olan matematiği bize hatırlatıyor. Mantıksal doğrular için söyledikleri­ mizi, yani onların kesin olarak ispatlanabilirliği hususunu, genel­ de matematiksel doğrular için söyleyemez miyiz? Bu, matematiğin her bir doğrusunun, ya kendinden-delilli olduğu ya da kendindendelilli adımlarla kendinden-delilli doğrulardan çıkarılabileceği an­ lamına gelir; ki, bir zamanlar genel kanaat de böyleydi. Fakat ba­ zı zorluklar ortaya çıkmaktadır. Bu zorluklar, kümeler teorisi ola­ rak bilinen alanda en iyi biçimde gösterilebilir. Setler veya kümeler, matematiğin temelini oluşturur; matema­ tiğin temel kısımlarının büyük bir bölümünü sistematik bir şekilde geliştirebilmek, küme fikrini zorunlu kılar. O merak uyandırır bi­ çimde çok yönlü ve bunaltır derecede üretkendir. Kümeler, mate­ matiğin çeşitli dallarına yan hizmet vermekten daha büyük işler yaparlar; onların sayıları, fonksiyonları ve kuramsal matematiğin diğer bütün nesnelerini harekete geçirmeye bile güçleri yeter. Do­ layısıyla, sadece kümelere has bir alan olarak matematiğin tama­ mının sistematik şekilde yeniden yorumlanmasına imkan sağlar.

44

Bilgi Ağı

Bu kümeler evreni, küçük bir evren değildir; o sadece tikellerin kümelerini değil, kümelerin kümelerini, kümelerin kümelerinin kümelerini... sonsuza dek içine alır. Kümeler veya sınıflar, üyeleri tarafından, yani kendilerine ait olan nesneler tarafından belirlenir. Dolayısıyla, bir kümenin tam olarak hangi elemanlannın olduğunu belirtmek, o kümeyi belirle­ mektir. Ama elemanlann belirlenmesi, onların basitçe sıralanması anlamına gelmemelidir; sonsuz sayıda elemanı olan kümeler için, böyle bir sıralamanın gerçekleşmesinin imkansız olduğu herkesçe bilinir. O hâlde, çoğu zaman bir kümeye üye olma, dolayısıyla kümenin tanımı, o kümeye üyelik için hem zorunlu hem de yeter­ li şartlar söylenerek belirtilir. Böylece, çift tam sayıların kümesini, bir tam sayının iki katı olma şartıyla belirleyebiliriz; bu şart, yal­ nız o kümenin elemanlarının tamamı tarafından karşılanır. Böyle bir şartı her ortaya koyduğumuzda bir kümeyi başarıyla belirleyebilmemiz doğaldır; bu, elemanları tam olarak şartı yerine geti­ ren nesnelerden oluşan bir kümedir. Kümeler hakkında bu şekil­ de konuşulmaya başlanınca, şu varsayımın kendinden-delilli ol­ duğu düşünülebilir: İfade edilen her şart için bir kümenin olduğu kendinden-delillidir. Oldukça zeki matematikçiler, zamanında bu­ nu varsaydılar. Fakat bu doğru olamaz. Mesela, kendisinin üyesi olan bir küme olmama şartını ele ala­ lım: Bu, kısaca, kendine-üye-olmama şartıdır. Akla gelen hemen hemen her nesne, bu şartı yerine getirir; çift sayıların kümesi, ken­ disinin bir tam sayının çifti olmaması sebebiyle bu şartı tam olarak yerine getirir. Fakat üyeleri kendinin-üyesi-olamama şartını tam olarak yerine getiren nesnelerin kümesi yoktur. Çünkü, üyeleri ta­ mamen bu nesnelerden oluşan bir küme düşünün. Varsayılan bu kümeye x diyelim. Hiçbir şekilde kendilerinin üyesi olmayan şey­ ler x'in üyeleridir. Fakat bu durumda, özellikle, eğer x kendisinin üyesi değilse, x'in -yani kendisinin- bir üyesi olmaya hak kazanır ve bizi bir çelişkinin içine sokar. Diğer yandan, eğer x kendisinin bir üyesi ise, o zaman üyelik şartından dolayı, x"e ait değildir ve bu durumda da biz çelişki içinde oluruz. Sonuç olarak, x gibi bir kümenin olmadığını söylemek zorundayız. Sadece kendisine üye olmayan üyelere sahip hiçbir şey yoktur. Bu aynı zamanda man­ tıksal bir doğrudur. Onun mantıksal şekli olan "Hiçbir şey, sadece kendini islemeyenleri iîlemez." geçerli mantıksal bir şekildir. Yukarıda italik olarak yazılan cümle, oldukça öz, mantıksal bir doğrunun, yalnızca kapalı olmakla kalmayıp, aynı zamanda

Kendinden-DeliIH Olma

45

gerçekten de sezgi-karşıtı olabileceğini gösterir. Bulanın adını al­ dığından Russell Paradoksu olarak bilinir. Bu kümeler teorisinin pek çok paradoksları arasında en basitidir. O, kümeler teorisinin paradoksu olsa da, mantıksal bir doğrudur. Onu paradoksal ya­ pan, kümeler teorisinin bir beklentisini boşa çıkarmasıdır: İfade edilebilir her üyeliğe karşılık gelen bir kümenin olması beklentisi. Bu paradokslardan alınacak bir ders, kendinden-delilli olma­ nın gelişigüzel kullanılmaması gerektiğidir. Bir diğeri ise şudur: Kümeler teorisinin doğruları veya kümeler teorisinin doğru olarak kabul edilmesi gereken cümleleri, (mantıksal doğrularda olduğu gibi) kesin bir biçimde ispatlanamaz; diğer bir ifadeyle, kendin­ den-delilli doğrulardan, kendinden-delilli adımlarla çıkarımlanamaz. Artık kümeler teorisinde, kümelerin varlığıyla ilgili özel aksi­ yomlar, kendinden-delilli doğrular olarak değil, teorik fizikteki hi­ potezlere kıyaslanabilir hipotezler olarak kabul edilmelidir. Elbet­ te bu durumda, hâlen kendinden-delilli çıkanm adımlarını izleye­ rek tümdengelim yoluyla sonuçlara ulaşılabilir. Sonuçlar incelenir ve fizikteki hipotezlerde olduğu gibi, aynı pratik amaçlara yöne­ lik daha düzenli bir sistemin kurulup kurulamayacağını görmek için aksiyomlar düzeltilebilir. Matematikçiler tarafından uzun süre kendinden-delilli olarak kabul edilmiş diğer bir ilke, Öklidçi paraleller postulatıdır. Bu postulatlar, bir çizgiye o çizginin herhangi bir noktasından sadece bir paralel çizilebileceğini bildirir. Paraleller postulatının diğer Öklidçi postulatlardan çıkarımlanamadığı gösterilmiştir. Tam ter­ sine, sistematik tutarlılığı kaybetmeksizin, o çeşitli karşıt postulat­ lardan biriyle değiştirilebilir. Paraleller postulatı, günümüz fiziği için gerekli bir şart olmaktan çok uzaktır ve yakın benzerlerinden biriyle yer değiştirmiştir. Matematiğin tamamı kendinden-delilli olmakla alâkasını bu derecede kesmez. Kabaca pozitif sayıların aritmetiği ve cebiri olan asal sayılar teorisi pek sorun çıkarmayan bir alandır. Burada, bilinen paradokslar, yani kendinden-delilli olarak gözüken fakat yanlış olduğu ispatlanmış önermeler yoktur. Pek sorun oluşturmasa da, asal sayılar teorisi asırlardır kesin cevaplara karşı koyan kısmen kolayca formüle edilebilir birtakım sorulan ortaya çıkarır. Buradaki durum mantıksal doğrularda karşılaşılandan oldukça farklıdır. Gödel, asal sayılar teorisine ait hiçbir şekilsel ispat süre­ cinin tamam olamayacağını gösterdi. Asal sayılar teorisinin bütün doğrularını içererek (ve tüm yanlışları da dışlayarak) ispatlayanı-

46

Bilgi Ağı

lecek kadar güçlü hiçbir ispat süreci olamaz. Her bir ispat süreci asal sayılar teorisinin bazı doğrularını dışta bırakmak veya bazı yanlışlıklara izin vermek durumundadır. Gödel'in neticesinin ışığı altında, asal sayılar teorisinin bütün doğallarının, mantıksal doğ­ rular gibi kesin ispatlanabilirliği, bizim kullandığımız anlamda, pek makul gözükmemektedir: Kendinden-delilli adımlarla, kendinden-delilli doğrulardan çıkarımlanamaz. Sayılar teorisi, küme­ ler teorisinin içinde olduğundan, Gödel'in neticesi, kümeler teorisi için, bu sonucu baştan zorunlu kılar. O hâlde, genel olarak matematik, (kümeler teorisiyle birlikte geometri ve sayılar teorisi de dahil olmak üzere) delil açısından, önceden sanıldığından daha çok fiziğe ve daha az mantığa benzer. Genelde, matematiğin doğruları, kendinden-delilli aksiyomlardan değil, doğal bilimlerde olduğu gibi, sadece sonuçların akla uygun­ luğu hakkında karar verilebilen hipotezlerden çıkarımlanabilir. Diğer bazı iddiaların da kendinden-delilli olduğu kabul edil­ mektedir. Bu iddialar yaygın olmamakla birlikte, sınırlayıcı ilkeler olarak bilinir: Büyük oranda felsefi olan bu ilkeler, çeşitli genel bilimsel hipotezlerden biri veya diğerini dışlar. Bunlardan biri, Latince saygın karşılığıyla Ex nihilo nihil fit, ya da daha iyi bilinen şekliyle, hiçten hiçin çıkabileceği ilkesidir. Bu ilke, bize evrende ne olduğunu değil; olan her bir şeyin, ya daima orada olduğunu ya da başka bir şeyden kaynaklandığını söyleme iddiasındadır. Şimdi bu ilkenin dikkate değer yönü, onun yakın zamanlarda terk edilmekten kıl payı kurtulmasıdır; bu kendinden-delilli olma iddiasında bir ilke için oldukça ilgi çekici, fakat onur kırıcı bir tec­ rübedir. Çünkü son zamanlarda, kararlı-durum teorisi adındaki kozmolojik teori, tuhaf olmakla birlikte, ısrarla desteklenmekte­ dir. O, hidrojen atomlarının herhangi bir şeyden gelmeksizin sü­ rekli olarak ortaya çıktığını kabul etmektedir. Bu teoriye göre, ev­ renin gözlemlenen yoğunluğunu, ancak bu şekilde açıklayabiliriz. Her bir gökadanın (galaksinin) diğerlerinden hızla uzaklaşmakta olduğunu tecrübeden biliyoruz. Eğer "mükemmel kozmolojik il­ ke" olarak bilinen -evrenin genel konumunun zaman ve mekan içinde kabaca tekdüze olması ilkesini- doğru kabul edersek ve "sürekli yaratma" yok ise, evrenin şu andakinden çok daha az yo­ ğun olması gerekirdi. "Kararlı-durum teorisi" akla uygun görün­ memekle birlikte, bir paradoksa çözüm olarak meşhur gök bilim­ ciler tarafından savunulmuştur.

Kendinden-Delilli

Olma

47

Kararlı-durum teorisi, başka bir kozmolojik teoriye rakip ola­ rak öne sürülmüştür. Bu teoriye göre, başlangıçta kozmik bir pat­ lama vardı ve bununla gökadaların birbirinden uzaklaşması baş­ ladı. Biz bu rekabeti iki sınırlayıcı ilkenin çatışması olarak sunabi­ liriz; kararlı-durum teorisi Ex nihilo nihil'i kurban etme pahasına mükemmel kozmolojik ilkeyi ayakta tutmakta ve patlama teorisi de bunun tersini yapmaktadır. Sonuçta, gökadaların yaşıyla ilgili buluşlar sebebiyle, kararlı-durum teorisi, patlama teorisine yenik düşer durumdadır. O hâlde, sınırlayıcı ilkelerin genelde kendinden-delilli olmadığını ve diğerleriyle çelişebileceğim böylece öğ­ renmiş bulunuyoruz. Dolayısıyla, bir ayağı fizikte bile olsa, ilkele­ rin deneysel bulgulara açık olduğunu görmüş oluyoruz. İhtiyatla ele alınması gereken diğer sınırlayıcı bir ilke de şu­ dur-. Her olayın bir sebebi vardır. Felsefeciler bu ilkeye direnen olgular etrafında yol göstermeyi üstlendiği sürece felsefi bir düs­ tur olarak emniyette gözüküyor. Fakat bu ilke kuantum teorisi karşısında bir hayli rehberliğe muhtaçtır. Fizikçiler elektronların ve diğer basit parçacıkların davranışlarının sıkıca belirlenmiş ka­ nunlara uymadıklarını bize söylemektedir. Radyoaktif maddeler, parçacıklarını rastgele yaymaktadır; sadece uygulamada değil, il­ kede de tam olarak hangi parçacıkların ayrılacağını veya tam ola­ rak ne zaman ayrılacağını söyleyebilmek imkansızdır. Eğer yeteri derecede özveri göze alınabilirse, diğer sınırlayıcı ilkeler gibi, her olayın bir sebebinin olduğu ilkesi de elde tutulabilir. Ama eğer bu, fiziğin bir ilkesi olma iddiasındaysa, modern kuantum teorisi­ ni aşsa bile, kendinden-delilli olarak kabul edilemez. Bilim adamı beklenmedik bir gözleme yer ayırabilmek için te­ orisinin yapısında bazı değişiklikleri düşünmek zorunda kaldığın­ da, sınırlayıcı ilkeler yardımcı bir rehber olarak hizmet edebilir. Sı­ nırlayıcı ilkeler, bunu, bilim adamının seçeneklerini daraltarak ve gelenekle olan bağlantının devamını teşvik ederek yapar. Bütün sınırlayıcı ilkelere uyma pahasına, teorinin haddinden fazla yapay ve karmaşık bir hâle geldiği istisnai durumlar da ortaya çıkabilir; böyle bir krizde, daha önce gördüğümüz gibi, sınırlayıcı ilkelerden biri veya diğerine yol gözükebilir. Genelde, bu tür ilkeler kendin­ den-delilli olmanın ölçütlerine ayak uydurmada zayıf kalırlar. Ken­ dinden-delilli olmanın önem kazandığı alanlar, sadece mantık ve matematik gibi gözüküyor; bu alanlarda, kendinden-delilli olmanın önemi, ispat olarak bilinen zincirleme reaksiyondaki kendindendelilli olmakla bağlantısından kaynaklanır. Matematik dahi, bu tür

48

Bilgi Ağı

bir muameleye kendisini sadece kısmen bırakır. Bu durum, Russell Paradoksuyla, Öklid'in paraleller postulatıyla ve Gödel'in 'eksiklilik' teoremiyle kesin bir şekilde açıklanmıştır. Kendinden-delilli olma, bazen ahlaki değerlerin hükümlerine atfedilir. Bu tür atıflar, Bağımsızlık İlanındaki* örnekleri akla geti­ rir; fakat takdire layık bu duygular, her şeyden önce, kendindendelilli olmanın gerektirdiğinden daha az evrensel bir kabul gör­ müştür. Kendinden-delilli olma iddiasına belki de daha layık ahla­ ki kural şudur: Kimse gereksiz yere acı vermemelidir. Fakat ço­ ğunlukla, ahlaki bir kuralın kendinden-delilli olduğunun söylenme­ si, o kuralın temel olarak alınması ve dolayısıyla tartışma dışı gö­ rülmesi gerektiği hususunda tam bir kararlılığı yansıtır. Böyle bir kural, kendi desteğe muhtaç bir kural olarak değil, bir başlangıç noktası olarak ele alınabilir. Fakat burada bile, birkaç ilke birden öne sürüldüğünde, onların tutarlıhğıyla ilgili sorular pekala ortaya çıkabilir. Çünkü, "Kimse yalan söylememelidir"i "Kimse gereksiz yere acı vermemelidir"e ekleyin; bu iki emir bir araya geldiklerin­ de, tahmin edilebilir pratik bazı durumlarda ikilemler yaratabilir.

* 1776 yılında Amerika'nın İngiltere'den bağımsızlığını ilan eden belge (çev).

BEŞİNCİ BÖLÜM TANIKLIK

il bize iki temel biçimde hizmet eder: Başkalarından istedikle­

rimizi yerine getirtme aracı olarak ve başkalarından öğren­ D mek istediklerimizi öğrenme aracı olarak. Bir bakıma o bizim adı­ mıza çalışacak bir el, görecek bir göz gibidir. Neyin olacağını ve bir şey yerine diğerini yapsaydık neyin olmuş olacağını tahmin et­ mek bizim yararımızadır. Bütün bu tahminlerde gözlem hayati bir katkıdır ve tahmin şansımız gözlemimizin artmasıyla büyük oran­ da yükselir. Dolayısıyla, başkalarının tanıklığı aracılığıyla onların gözlemlerini sunmada, dil önemli bir yarar sağlar. Dil, bu tanıklık ve bilgi toplama işlevinde temel araç olarak gözlem cümlelerini kullanır. II. Bölümde gördüğümüz gibi bu, di­ lin herkes tarafından gösterimle elde edilen veya edilebilen bir parçasıdır; diğer bir ifadeyle, bu, cümlelerin ilgili uyarımlarla doğ­ rudan şartlandırılmasıyla yapılır. Dolayısıyla, kendi tecrübemizin ötesinde bir şeyi haber veren bir gözlem cümlesi duyduğumuzda, uyarım bize ulaşmasa dahi, konuşan kimsenin o cümleyi söyle­ mek için uygun uyarımlara sahip olduğu konusunda delil elde ederiz. Bu, temelde duyularımızın bir uzantısı olan tanıklık meka­ nizmasıdır. Dil, gözleme dayalı verileri çoğaltmadaki ilk ve en bü­ yük insani araçtır. Teleskop, mikroskop, radar ve radyo-astronomi aynı amaca yönelik daha sonra ortaya çıkmış diğer araçlardır. Genişletilmiş gözlemlerden veya bir kimsenin gözlemlerinden bahsederken, mecazi ifadeler kullanırız. Aslında geçmişteki göz­ lemlerimizin kaydı bile, şu ândaki gözlemin bir nesnesidir ve kay­ dedilen gözlemlere sadece sebeplilik bağıyla bağlıdır. Benzer şe­ kilde, araçlar söz konusu olduğunda, sadece lens imgeleri veya mikrofotoğraflar veya radar işaretleri gözlemin gerçek nesneleri-

50

Bilgi Ağı

dir. Ortaya çıkarılan nesne, karanlık yıldız veya protein molekülü veya herhangi bir şey, gözlemlerimizin sadece sebeplilik ilişkisiy­ le bağlı olduğu, ama aslında gözlemlenmemiş nesnelerdir. Benzer şekilde, diğer bir kimsenin gözlem haberi söz konusu olduğunda, gözlemimiz aslında o kimsenin konuşurken çıkardığı sesle sınırlı­ dır; onun bildirdiği gözlemler de, bu seslere sebeplilik bağıyla bağlantılıdır. Özellikle bu son örnekte, çoğunlukla sebeplilik ba­ ğını bir saniye bile düşünmeksizin kurarız. Bunun nedeni gözle­ me ait temel kelime dağarcığının toplumsal bir-ortamda öğrenilmesidir. Bu kelime dağarcığını ilk olarak, başka bir kimsenin söz­ lerini, ortaklaşa tecrübe edilen gözlemlere bağlayarak öğrendik. Dar anlamda, gözlem cümleleri nispeten güvenilirdir. Onları bilim hakkında belirleyici yapan da budur. Diğer cümlelere geçti­ ğimizde hatalı tanıklık tehlikesi artar. Diğer bir yandan, ne gözlem cümleleri ne de diğerleri hilelerden tamamen korunur. Yalan­ lara ne demeli? Hemcinslerimize genelde güvenemeseydik acınacak bir dünya­ da yaşıyor olurduk. Eğer tanıklıkla doğru arasında makul oranda yüksek bir bağlantı olmasaydı, duyularımızın bir uzantısı olarak tanıklığın geçmişe giden büyük değeri ortadan kalkardı. Burada, olumsuz güçlü bir bağlantı yardımcı olabilir. Eğer insanların çoğu zaman yalan söyleyeceklerine emin olabilseydik, şu ândaki sis­ temde edindiğimiz bilgilerin tamamını, onların sözlerinden çıkarta­ bilirdik. Böylece, onların tüm ifadelerinin anlaşılan, fakat söylen­ memiş bir 'değil' içerdiğini varsayar; dolayısıyla, çoğunlukla onları doğru olarak kurabilirdik. Ama rastgele yanlışlıkla iç içe olan, hep­ ten rastgele doğruluk, bilgi toplamada dili faydasız kılacaktır. Hoşlanılmaması sebebiyle, yalan söylemenin kimsenin yararına olmadığı açığa çıkabilir. Fakat bu şekilde akıl yürütme, maalesef hepimiz için hatalıdır. Burada yalan söylemenin dışındaki hususlar için de geçerli olan ahlak felsefesinin keyfe keder bir doğrusu söz konusudur. Keyfe keder genel konu şudur: Bir kimsenin hemcinsle­ rinin kurallara uyan davranışlarından elde ettiği kazanç, kendisinin o kuralları çiğnemesiyle daha da arttırılabilir. Yanmakta olan bir si­ nema örneğini ele alalım. Bir kimsenin kurtulma şansı, kendisi yıl­ dırım gibi kapıya koştuğunda ve diğerleri düzenli bir şekilde sıraya geçtiklerinde en yüksektir. Herkesin yıldırım gibi kapıya hücum et­ tiğinde ise, onun şansı oldukça zayıflar. Fakat, onun hücumu diğer­ lerinin hücumuna sebep olmayacaktır; en azından onun çıkar üs­ tünlüğünü zedeleyecek bir süre içinde veya sayıda diğer kimselerin

Tanıklık

51

hücumuna sebep olmayacaktır. Benzer hususlar her çeşit aldatma için geçerlidir. Bu tehlikeli bir bilgidir ve okuyucuyla bunu paylaş­ maya cesaret etmemiz bir hediye nevinden kabul edilebilir. Her neyse, yağ zaten ateşin içindeydi. Toplumun hırsızlığa ve diğer al­ datma çeşitlerine karşı hukuki cezaları koyması bu yüzdendir. Ce­ zalar özel çıkar üstünlüğünü boşa çıkarır. Yalan söylemeyi yasaklayan genel bir kanun yoktur. Ama in­ sanların ellerinden geldiğince doğruyu söylemeye gözle görülür bir eğilimleri vardır; en azından yalan söyleyerek kazanacakları bir şey olmadığında. Belki bu sevinç veren eğilimi dili öğrenmeyi mümkün kılan mekanizmalar açısından açıklayabiliriz. Gözlem cümlelerine ait ilkel kelime dağarcığını öğrenmenin yolu, sonuçta, onu, uygun duyu uyarımlarıyla bağlamayı öğrenmekten geçer. Eğer aynı uyarımlar sayesinde, daha sonraki benzeri gözlem cüm­ lelerini tasdik ediyorsak, buna şaşmamak gerekir. Yalan söyle­ mek, şartlandırılmış cevaptan çaba sarf ederek ayrılmayı gerekti­ rir. Burada bu noktayı sadece gözlem cümleleri için belirttik; fakat benzer bir şey, dilin üst düzeylerinin öğrenilmesi için gerekli daha karanlık ve karmaşık süreçlere de uygulanabilir gözükmektedir. Dil öğrenme mekanizmasında doğruluk için bir güç varsa, aynı güç benzer şekilde inanma için de kolayca bulunabilir. Başkaları­ nın kullandığı ifadeleri benzer durumlarda biz de kullanmayı öğre­ niriz. O hâlde, sonuç olarak, insanların bu ifadeleri yalan yere de­ ğil, uygun biçimde kullandıklarını üstü kapalı olarak varsaymakta­ yız. Başkalarının cümlelerinin yanlış olduğunu görme cesaretini nasıl elde ettiğimiz de, ilginç bir sorudur. Niye sürekli olarak dili öğrenmeye devam etmiyoruz? Yani her cümleyi içinde söylendiği durumlarla birlikte, kelimelerin nasıl kullanıldığının ek delili olarak kabul etmiyoruz? Bu felsefi soruya cevap olarak, dönüm noktası­ nın kısmen ne kadar karmaşık bir dili kabul edeceğimize bağlı ol­ duğunu söyleyebiliriz. Bir kimsenin cümlesini doğru saymak için, belirli kelimelerin özel kullanımlarını özel biçimlerde kurmak yeri­ ne, bir noktadan sonra onu yanlış saymanın daha kolay olduğunu görürüz. Bunu yaparken, ne kadar bilinçsiz de olsa, aynı zamanda akla uygun süreçlerle ilgili hipotezler tarafından yönlendirilmeye hazırız. Farkına varmadan kendimize şu soruyu sorabiliriz: Bu ko­ nuşan kimsenin kendisi belirli açılardan karmaşık olan bir dili, hangi süreçlerle öğrenmiş olabilirdi? Akla daha yatkın hangi süreç­ ler, onun bu durumda kasıtlı veya kasıtsız bir yanlışlığı söylemesi­ ne sebep olmuş olabilirdi?

52

Bilgi Ağı

Eğer yabancı bir şehirde bize yanlış yönler verildiyse, ya bizi bilgilendirenin yönünü kaybettiğine inanırız ya da orada 'batı' için kullanılan kelimeyi yanlış bildiğimiz sonucuna varırız. Eğer o ân­ da dili biraz rahat konuşabiliyorsak, o kimsenin yönünü kaybetti­ ğini tahmin etmemiz akla uygundur; çünkü bu yeterince yaygın bir hatadır. Diğer yandan, önde gelen bir bilim adamının başın­ dan geçen bir olay, tam tersi bir örnek oluşturur. İhtiyacına yete­ cek kadar Polonyaca, fakat daha az Çekçe öğrenmiş olarak Prag'a gelmiş. Bir toplantıda, söz diğer bazı bilim adamlarının ve­ ya aynı şekilde ihtilalden kaçmış olabilecek tanışların kaderi veya nerede olduklarıyla ilgili sorulara gelmiş. O, Lehçe 'batı' anlamına gelen zachodun Çek dilindeki şeklini kullanarak, Çekçe, "O şimdi Batıda" demiş. Çekçe kelime 'tuvalet' anlamına geldiği için, yanın­ dakiler büsbütün hayrete düşmüşler. Sonra hayret eğlenceye dö­ nüşmüş. Arkadaşımızın doğruyu söylediğini, fakat dolambaçlı bir dil konuştuğunu hissetmişler. O kimsenin, bir şekilde Çekçe keli­ meyi yanlış öğrenmiş olması, bütün sığınmacıların tuvalette oldu­ ğu inancına bir şekilde ulaşmasından veya diğerlerini buna inan­ dırabileceğini ümit etmesinden daha akla uygundur. Biraz önceki düşüncelerimiz, konuşanlar açısından doğruluğa ve dinleyenler açısından da kolay inanırlığa yönelik bir iç eğilimi beklememize neden oldu. Bu tür eğilimler gerçekten de kuraldır ve onlar uyumlu bir çift oluşturur. Fakat bizdeki ikinci eğilimi eleştirel biçimde izlemek zorundayız. Her zaman tedbirli bir dav­ ranış olmasa bile, doğruluğa genelde hayran kalınır; fakat kolay inanırlık, sadeliğin ötesinde bir ölçütle, ne hayran kalınacak ne de tedbiri içeren bir özelliktir. Genelde, kolay inanır olmamızı uygun sınırlar içinde tutmanın yolu, akla yatkın süreçler üzerinde bilinçli olarak düşünmeyi sürdürmekten geçer. Gözlem cümlelerinin ol­ dukça güvenilir şekilde ortaya çıkmalan da, bu nedenledir; onlara inanıp inanmama, konuşan kimsenin ahlakına ve amaçlarına menteşelenmiştir. Fakat geçmişteki bir gözlemin hatırlanmasının bile başlı başına bir gözlem olmadığını belirtmiştik; çoğu cümlele­ rin gözlem cümleleriyle bağlantısı oldukça zayıftır. Bu zayıflık çok yakından tanıdığımız tüm hata imkanlarını beraberinde getirir. Böylece, yalın gözlem haberlerinin dışında kalan tanıklığı değer­ lendirirken, bu artan tehlikeyi akılda tutmalıyız. Konuşan kimse­ nin iddiasına delil bulmada akla uygun hangi imkanlara sahip ol­ duğu hususunu dikkate almalıyız. Bu gibi durumlarda, sözü söyle­ nenin ahlakına ve amaçlarına ek olarak, akla uygun süreçler de

Tanıklık

53

aynı şekilde dikkate alınmalıdır. Bu ve benzeri hususlar, müracaat kitaplarını komşumuzun kulaktan duyma bilgilerine ve her ikisini reklam sahiplerinin iddialarına tercih etme nedenini bize verir. Mahkemelerde tanıkların tanıklığı hakkında, genelde söyledik­ lerinin kısmen ne kadar kendi menfaatleri icabı olduğuna bakıla­ rak karar verilir. Gizli kalmasını tercih edebileceği bir hususu bi­ ze söyleyen bir kimseye inanmak, kendi mükemmelliğini veya suçsuzluğunu iddia eden bir kimseye inanmaktan daha kolaydır. Mahkeme tanıklığının değerlendirilmesi, insan psikolojisiyle ve stres altındaki davranış hakkında bilinenlerle sıkı biçimde bağlan­ tılıdır. Karşı tarafı sorgulayan avukat, tanıklığın hangi kısımlarının zayıf olabileceğini hissetmek zorundadır. Dava ve tanık hakkın­ daki tüm inançlarını, karşı tarafın incelenmesinden kaynaklanan bilgileri, tecrübe ve araştırmalarından öğrendiği her şeyi bir araya getirmeli, daha sonra ne yapması gerektiğine karar vermelidir. Mahkeme, kendilerine söylenenin çoğunu olduğu gibi kabul etme eğilimindeki kimselere karşı dikkatli olmalıdır; çünkü burada katı bir ders vardır. İnsanlar bazı durumlarda, kötü niyet, kendini al­ datma, cehalet veya korku sebebiyle doğruyu gizlerler. Aynı za­ manda, doğal olarak, yanlış hatırlar, yanlış hükümde bulunur ve­ ya hatalı düşünürler. Sanki bilginin kaynağıymış gibi hafızada dosyalama âdetini edinmek bir hayli faydalı olabilir. Çünkü daha önce güvenilen kaynaklar bizim için taşıdıkları otoritelerini kaybedebilir ve kişi hangi inançların tekrar ele alınması gerektiğini bilmek isteyebilir. İçinde özel menfaat ve yolsuzluk belirtileri bulduğumuz bir kay­ nağa ahlaki nedenlerden dolayı güvenmeyebiliriz. Aynı şekilde, aceleci düşünme ve verilere sınırlı ulaşır gözüken bir kaynak hakkında metodolojik nedenlerden dolayı kuşku duyabiliriz. Diyelim ki, Birleşik Devletler'in on üçüncü Başkanı Millard Fillmore'un 7 Ocak 1800'de doğduğuna inanıyorsunuz. Bunu bir ko­ nuşmada duyup hatırladığınızı veya bir ansiklopedide okuduğunu­ zu veya bir örnek olarak bu paragrafa yazılmasını delil olarak ka­ bul ettiğinizi söyleyebilirsiniz. Fakat sonuncusunda tedbirli olmalı­ sınız. Yanlış bir inancın örneğini veriyor olabiliriz. Aslında vermi­ yoruz; eğer arzu ederseniz, bahsedilen tarihin doğru olup olmadı­ ğının sağlamasını yapmak için, şu ânda bir ara verebilirsiniz. Şimdi bu sizi ikna etti mi? Eğer ettiyse, en azından bu konuda, bize otorite olarak güveniyorsunuz. Onu bizzat açıp bakmaya davet edilmeniz, iddiaya olan güveninizi arttırmış olabilir. Bu tür

54

Bilgi Ağı

araçlara karşı dikkatli olmalısınız; bir yazar veya konuşmacı böy­ le bir davetten dolayı kendisinden şüphelenilmeyeceğini ümit edebilir; çünkü o görünürdeki samimiyetinden dolayı kazançlı çı­ kar ve çok az şeyi tehlikeye atar. Eğer bir konuşmacı, "Buna inan, çünkü ben inanmanı istiyorum." diye emretseydi, onun ken­ dini beğenmişliğine şüpheyle karşılık verirdiniz. Önemli olan şu­ dur: Başkası tarafından ileri sürülen bir iddiayı kabul edip etme­ meniz, konu üzerinde o kimseye ne kadar güvendiğinize bağlıdır. Bu kitabın yazarlarından biri Monako Prensliği'ni dolaştıktan sonra şöyle dedi: "Bir düşün, sadece sekiz mil kare!" Kardeşi, "tam sekiz mili ondan nasıl çıkardığını anlamıyorum," diye karşı­ lık verdi. Harita kesindi: çıkaramazdı. Encyclopedia Britannica, World Almanac, Scott'm pul albümü, çeşitli Amerikan atlasları ve coğrafya sözlükleri onun sekiz mil kare olduğu hususunda birleşi­ yordu. Hachette ve Larousse 150 hektar veya bir mil karenin beş­ te üçünden daha az olduğu konusunda birleşiyordu. Daha sonra Britannica'nın (on birinci edisyonuna) müracaat dikkat çekici ay­ rıntıları ortaya çıkardı: "Bölge yaklaşık 8 mil kare, boyu 2 mil ve eni 165 ila 1100 yard* arasında değişmekte." Bu aritmetik saçma­ lık bile, diğer bütün müracaat kitaplarının yayıncılarını sekiz mil kare rakamını kopyalamaktan alıkoymamış; tabii eğer Britannica onların kaynağı idiyse. En sonunda efsanenin doğru olmadığını haber vermekten memnunuz ve daha sonra müracaat edilen 'kaynaklar' bölgenin 0.59 mil kare olduğu üzerinde birleştiler. Hatta yeni bir nokta bile söz konusu: Şimdi 76 (İngiliz) dönümü­ nün denizden karaya dönüştürülmesi nedeniyle bu rakam 0.71 olarak verilmekte. Fakat hâlen kabul ettiğimiz veya yeni öğrendi­ ğimiz diğer bir konu hakkında doğrulanmamış bir rakam olması oldukça muhtemeldir. Çok sayıda kaynaklan inceleyerek rakamlarda güven arama yöntemi, mükemmel bir tedbirdir; yukarıdaki örneğin gösterdiği gibi, kaynakların bağımsız olmadığı durumlarda başarısızlığa uğ­ ranabilir. Hiç kimse bir gazete haberini aynı gazetenin başka nüshalarını incelerek doğrulamaz. 4xl0 7 Fransız'ın hatalı olamayacağıyla ilgili bir deyim vardır; fakat eğer onların hepsi hatalı bir Fransız'ın kendilerine söylediklerine inanıyorsa, durum tam tersi­ dir. İtiraf etmek gerekir ki, önceki örnekte Fransızlar haklıydılar. Pek çok iddiaya tipik destek, onların 'ortak bilgi' olmasından gelir. Bu husus çok sayıda insanın doğru kabul ettiği ve hemen * Yard: bir metreye yakın (0.9144) İngiliz ölçü birimi (Çev.).

Tanıklık

55

hemen hiç kimsenin yanlış kabul etmediği durumlar için geçerli­ dir. Önemli olan, inananların, inanç sahibi olmayanlardan ziyade inanmayanlara üstünlüğüdür; çünkü bilgisizlik, inanmamayı değil inançsızlığı doğurur. Hemen her konuda bilgisiz kalmayı başara­ bilen pek çok kimse vardır. Şimdi şunu sormalıyı?: Bir iddiayı ço­ ğunlukla doğru kabul edilir ve yanlış olarak hemen hemen hiç reddedilmez bulduğumuzda, elimizde yeterli destek var mıdır? Hangi desteğin yeterli olduğu, ne için yeterli olduğuna bağlıdır. Günlük ilişkilerde ortak bilgi olarak gördüklerimizi, daha fazla so­ run çıkarmadan kabul etme eğilimindeyiz. Gerçekten de biz onu bu şekilde tanımlarken kabulümüzü ilan ediyoruz; çünkü bir şey­ den biliniyor olarak bahsetmek, onun doğru olduğunu varsay­ maktır. Fakat konu bizim önem verdiğimiz bir şeyse, bu inancı kabul eden kesimin kimlerden oluştuğunu belirlemek, bilgilendiri­ ci olsa gerektir. Onların nasıl bu inanca ulaştıklarını bilmek fayda­ lıdır. Aynı şekilde, onların iyi bildiklerini sandığımız konularla bu inancın ilgili olup olmadığını bilmek de faydalıdır. Hangi çeşit de­ liller onun için uygun olurdu? Ve onu desteklemek üzere, baştan, bu tür delillere ulaşılabilir miydi? Neptün'ün gezegen olduğuyla il­ gili gök bilimcilerinin araştırmaları vardır; Pasifik'in derinliği için de okyanus bilimcilerinin araştırmaları; Hannibal'in Alpler seferi için kendi döneminde yazılanlar ve bunların tarihçiler tarafından doğrulanması; Pythagoras (Fisagor) teoremi için matematikçilerin tümdengelimleri; bir marka konserve açacağının diğerine olan üs­ tünlüğü için ev hanımlarının uzun ve sıkıntılı tecrübeleri. Son iki örnekte olduğu gibi, ortak bilginin bazı kısımlarım bir yandan az bir matematik bilgisine, diğer yandan birkaç alete ihtiyaç duyarak tekrar doğrulayabiliriz. Diğerlerini doğrulayamasak bile, otoritele­ re başvurabiliriz. Yeniden doğrulamaya açık bilgiler, özel güvene layık olabilir; çünkü bu tür inançlar daha büyük bir yanhşlanma tehlikesine karşı durmaktadır. Dolayısıyla, doğrulamak için zayıf bir konumda olduğumuz durumları bizden daha iyi konumda olanların kabule devam etmeleri mihenğimiz olabilir. Fakat otorite mihenk olarak da yanılabilir. Güneşi dünya etra­ fında döndüren teorilerin uzun ve dikkate değer tarihi kulağımıza küpe olabilir. Eğer ortak bilgi olarak kabul edilecek bir şey var idiyse, o da zamanında kesinlikle yer merkezli görüştü. Uzun bir süre, hatta asırlarca tamir edile edile geldi; fakat katiyetle bir ke­ nara bırakılmadı. Burada, dengeli haliyle yararlı olan, inanılan ko­ nudaki tutucu tavır, doğruyu gizlemeye yardımcı olmuştur. Bu

56

Bilgi Ağı

yanlış inancı, yetersiz incelemeye dayalı olduğunu ileri sürerek bir yana atamayız: Zamanında hem tecrübe hem de felsefi kutuplann yeterli desteğine sahip görünüyordu. Uzayı dolduran esîr adlı bir cevher, geçen yüzyıl fiziğinin yapı taşlarındandi; yine o da terk edildi. İnsan gibi havada uçmak için oldukça kötü biçimde donatıl­ mış varlıklann, ancak hayallerinde uçabileceğinin bir zamanlar yaygın bir kanaat olduğundan kim şüphe edebilir? Bu tür yaygın yanlış inançların başarısının sebebi, çoğu za­ man, söz konusu doğruların bilinmemesidir. O hâlde, kesin ola­ rak kabul etmeliyiz ki, günümüzde kısmen bilimden kısmen baş­ ka yerlerden kaynaklanan sözde ortak bilgilerin bir bölümü, gele­ cek yüzyıl ders kitaplarında, çağımızın aptallıklarına örnek olarak verilecektir. Ortak olarak kabul ettiğimiz şeylerin çoğunun sağ­ lam şekilde kurulduğuna ve ona inanan insanlar var olduğu müd­ detçe ayakta kalacağına inanmak isteriz. Bu güvenimizde belki de haklıyız. Fakat şu da kesin gözükmektedir: Eğer türümüzün entelektüel tarihinin rehberliği söz konusuysa, bugün ortak kabul ettiklerimizin çoğu gelecekte reddedilecektir. Alınması gereken ders, ümitsizlik değil tevazudur. Bazen güçlü karşıt bir delile rağmen, kişiler tanıklığa inanma­ ya davet edilir; özellikle de dinlerde. Danimarkalı felsefeci Kier­ kegaard, bunu yapabilmenin, kişinin imanının sınanması olduğu­ nu belirtmiştir. Onun eski çağdaki öncüsü Tertullian, "Saçma ol­ duğu için inanıyorum." diyerek akıldan tamamen tövbe etmiştir. Bir saçmaya inanma, alarm için yeterli bir sebeptir; fakat saçma olduğu için inanma tutarsızdır. Bir yoruma göre, o bazı inançları­ nın imana dayandığını, çünkü saçma oldukları için sağduyunun onları desteklemediğini kastetti. Böyle hoşgörüyle yorumlandığın­ da dahi, Tertullian'ın ifadesi hâlâ saçmaya imanın bir itirafıdır. Bu düşünce Lewis Carroll'da yine ortaya çıkmaktadır. "Buna inanamam" dedi Alis. "İnanamaz mısın?" dedi Kraliçe ona acır bir şekilde. "Tekrar dene: geniş bir nefes al ve gözlerini kapa." Alis güldü. "Uğraşmak boşuna," dedi: "kimse imkansız şeylere inanamaz." "Sana yeterince uygulama yapmadığını korkmadan söyleyebili­ rim." dedi Kraliçe. "Ben senin yaşındayken günde yarım saat sü­ rekli onu yaptım. Hatta, bazen kahvaltıdan önce inandığım im­ kansız şeylerin sayısı altıya kadar çıktı."

Tanıklık

57

Alis'in söyledikleri, Beyaz Kraliçe için de geçerli olmak şartıy­ la, Tertullian ve Kierkegaard'a yönelik iyi bir felsefi karşı çıkıştı. "Kimse imkansız şeylere inanamaz." Daha iyisi: Kimse, eğer bir şeyin imkansız olduğunu görüyorsa, ona inanamaz. Bu konu, da­ ha önceki sayfalarda vurgulandı; biz onu, dikkat etmenin, delille­ ri ayıklamanın ve bireyin inanç sistemini gözden geçirmesinin ana sebebi olarak gördük. Çelişkiler, imkansız birliktelikler yaratarak ortaya çıktığında, onları olduğu gibi bırakamayız; onlara bir çö­ züm getirmeliyiz. Bir kimse apaçık bir saçma söz veya kendisiyle-çelişen bir şey söyleyebilir. Hatta samimiyetle ve aldatma niyeti olmaksızın, "Ben, ona inanıyorum." cümlesini de ekleyebilir. Fakat kuşkusuz ne kadar samimi olursa olsun, inanç, dil ucuyla söylenenden çok daha başkadır. Lewis Carroll'un pasajı, aynı zamanda bir şeye inanmaya ça­ lışma fikrini ortaya çıkarıyor. İmkansıza inanmak bir yana, bu yi­ ne de tuhaf bir fikirdir; ama yeni de değildir. Genelde Pascal'ın bahsi olarak bilinen, belki de haksız yere XVII. yüzyıl matematik­ çisine izafe edilen şeyin altında bu yatar. Eğer Tanrı yoksa, hâlâ bize bir zarar gelmeden O'na inanabiliriz; fakat eğer O varsa, an­ cak kendimizi tehlikeye atarak O'ndan şüphe ederiz; dolayısıyla, Tanrı'ya inanmak tedbirin tavsiyesidir. Bir şeye inanmak istemenin sebepleri vardır. Bahsedilen ko­ nu, bunun geçerli bir örneğidir. Fakat inanmaya nasıl çalışırsınız? Derin bir nefes alarak ve gözlerinizi kapayarak değil. Daha etkin bir yol, tercih edilen delile bakmaktır. Eğer o tercih edilmeyen de­ lile baskın geliyorsa veya hevesiniz tercih edilmeyen delili görme­ nize engel oluyorsa, bu durumda inanma iradeniz başarı tacını gi­ yer. Fakat tercih edilmeyen delilin göz ardı edilmesi bilinçli olma­ malıdır; yoksa gerçek inanç değil, yine dil ucuyla söyleme söz ko­ nusudur. Eğer inancın saçma olduğunu görüyorsanız, bu çaba açıkça başarısızlığa mahkumdur. Yine de karşıt güçlü bir delil önünde, bazı iddialara inanmamı­ zın akla uygun olduğu söylenebilir ve bu gerçekten de Kierkegaard'ın dediği gibi, imanımızın sınanmasıdır. İddia sahibine olan inancımızın bir sınanmasıdır ve eğer inancın dayandığı delil, kar­ şıt delilden daha güçlüyse ve daha baskınsa, inanç akla uygun­ dur. Bunun örnekleri bilimde boldur. Einstein, iki ışık arasındaki mesafenin ışıkların görüldüğü nok­ tanın hızına bağlı olduğunu iddia etti. O, iki ışık arasındaki geçen

58

Bilgi Ağı

zamanın da benzer şekilde bağımlı olduğunu ileri sürdü. Bakılan bir noktadan diğerine nispetle ışınlar arasında daha fazla zaman ve daha az mesafe olacaktır. Bu mekan ve zaman arasındaki de­ ğişim sağduyuya ters düşmektedir; fakat biz, bunu, uzmanlara olan inancımız sebebiyle kabul ediyoruz. Einstein, bir ışınının hızının, o ışına bakılan noktalara göre de­ ğişmediğini de iddia etti; ışını takip eden hareket hâlindeki bir nok­ tadan bakıldığında, bu göreli hızı azaltamaz. Yine bunu da, bilinen tüm saçmalığına rağmen inanca dayalı olarak kabul ediyoruz. Ben­ zer diğer bir durum, büyük patlama ve evrenin genişlemesi hak­ kındaki şatafatlı teoriye olan açık fikirliliğimizdir: Bu teori, evrenin bir noktadan patladığını ve o ândan itibaren ışık hızıyla kenarları dışa doğru fırlayarak genişlemekte olduğunu ileri sürer. Saçmalık derece derecedir; bazı ifadeler diğerlerinden daha saçmadır. Daha önemlisi, bir ifadenin saçmalığının derecesi, onun­ la ilgili inançların baskısı ve gerginliği altında değişebilir. Bir kim­ senin, saçma olarak kabul ettiği bir şeye gerçek anlamda inandığı­ nı söylemesi uygun olmasa da, daha önce saçma olarak kabul etti­ ği bir şeye, daha sonra inanabilmesi mümkündür. Yukarıda bahsi geçen fizik bilimindeki örnekler bunu göstermektedir. Daha önce saçma gözüken, inanılır bir hâle geldi ve uzmanların güçlü tanıklı­ ğı sayesinde artık saçma olmaktan çıktı. Beyaz Kraliçe'yi olmasa da, Kierkegaard ve Tertullian'ı bu şe­ kilde değerlendirmemiz gerekir: Onlar daha önce saçma gözü­ ken, fakat yüce bir otoritenin gücü sayesinde inanılır hâle gelen bir şeye inanıyorlar. Eğer onlar gerçekten inanıyorlarsa ve sadece dil ucuyla söyleyerek kendilerini aldatmıyorlarsa, onlan bu şekil­ de değerlendirmemiz gerekir. Fakat yine de onlann kaynaklarına olan inançlarını destelemek için hangi delili getirebileceklerini merak ederiz. Bilim uzmanlarına olan inancımız, her durumda delille iyice temellendirilmiştir. Eğitimli herhangi bir kimse, bilimsel deney ve hipotezlerde ve teorileri birbirine bağlayan matematikte ne çeşit bir düşüncenin kullanıldığını kısmen bilir. Eğitim görmemiş sıra­ dan bir kimse bile, atsız arabadan hidrojen bombasına ve Mars'­ tan gönderilen resimlere kadar, bilimsel bilginin teknolojik mey­ veleri karşısında etkilenmek zorundadır. Uzmanın kavraması, ha­ tasıyla savabıyla, görülür biçimde sağlamdır. Bilim adamlarının iddialarına olan inancımızın gücü, onların kendi aralarındaki fikir birliğinin dereceleriyle tahmin edebilebilir ölçüde orantılanabilir;

Tanıklık

59

dolayısıyla, Einstein'ın teorisine nispetle büyük patlama teorisi hakkında daha geçici bir fikre sahip olabiliriz. Tanımlanmamış uçan nesneler (Ufolar) hakkında ciddi şüphelerimizi hâlâ sürdü­ rebilir ve yıldız falına inanmamaya devam edebiliriz; çünkü bura­ da tanıkların kaynaklarının güveniliriiğiyle ilgili elimizde hiçbir delil yoktur. İddiaların aksine, yıldız falıyla ilgili elimizde güçlü deliller vardır: Tahminde zayıf bir kayıt çizelgesi (tabii yıldız fa­ lında anlaşılabilir tahmin diğerlerinden ne ölçüde ayrılabilirse), açıklamanın değerinin su götürür olması ve diğer bilgilerimizin ışığında onun temelini oluşturan teorinin büsbütün inanılmaz olu­ şu. Her zaman olduğu gibi, kabul edilebilirlik, bütün delillerin de­ ğerlendirilmesine bağlıdır.

ALTINCI BÖLÜM HİPOTEZ

ir zamanlar felsefeciler doğru olan her şeyin ilkede kendinB den-delilli başlangıçlardan, kendinden-delilli adımlarla ispatlanabileceğine inandılar. Biz kesin ispatlanabilirlik özelliğini dar bir anlamda mantıksal doğrulara ve görece olarak da başka çok az şeye atfetmekteyiz; fakat bu felsefeciler, onun her doğruya nüfuz ettiğine inandılar. Onlar, zihinsel sınırlarımız hesaba katılmadığın­ da, her bir doğrunun ispatının yapılabileceğini, özellikle, arzu edi­ len derecede geleceğin tahmin edebileceğini düşündüler. Bu felse­ feciler, akılcılar olarak bilinir. Daha az umutlu olan diğer felsefecilerse, doğru olanın kendinden-delilH adımlarla iki kaynaktan ispat edilebileceğine inandılar: Kendinden-delilli doğrular ve gözlem. Her iki ekolün felsefecileri, akılcılar ve daha az umutlular, kendin­ den-delilli olmayı vicdanlarının elverdiği ölçüde veya belki de da­ ha fazla geniş tutarak, ideallerine doğru, imkanlarını zorladılar. Aslında asal sayılar teorisinin doğruları dahi, daha önce belirt­ tiğimiz gibi, genelde kendinden-delilli doğrulardan kendinden-de­ lilli adımlarla çıkarılamaz görünmektedir. Eski felsefecilere kapalı olan bu sezgiyi, Gödel'e borçluyuz. O hâlde, tabiatın doğrulan hakkında ne denebilir? Bunlar göz­ lemlerle birlikte kendinden-delilli doğrulardan kendinden-delilli adımlarla hâlâ çıkarılabilir mi? Elbette hayır. Oldukça sıradan bir gözlemden yapılan genellemeyi ele alalım: Zürafalar konuşmazlar ve deniz suyu tuzludur. Zürafaları ve deniz suyunu gözlemleye­ rek bu genellemeye ulaşırız; çünkü içgüdüsel olarak, gözlemle­ nen örnekler için doğru olanın geri kalanlar için de doğru olduğu beklentisi içindeyizdir. Buradaki ilke, kendinden-delilli olmak şöyle dursun, bizi her zaman doğru genellemelere bile götürmez.

62

Bilgi Ağı

Bu ilke, zürafalar ve deniz suyu için bir sorun çıkartmadı; ama eğer yüzlerce gözlemlenmiş kuğudan bütün kuğuların beyaz ol­ duğu sonucunu çıkarmış olsaydık, ilke bizi yan yolda bırakırdı. Bu tür genellemeler, gözlemlerle ve kendinden-delilli doğru­ lardan kendinden-delilli adımlarla ispatlanamaz. Fakat bu tür ge­ nellemeler yine de doğal bilimlerin sadece küçük bir kısmını oluş­ turur. Zürafalar ve deniz suyu hakkındaki genellemeler, konuş­ mayan zürafaların ve tuzlu deniz suyunun gözlemlenmesiyle doğ­ rudan ilgilidir; fakat moleküller ve atomlar hakkındaki teoriler herhangi bir gözlemle doğrudan ilgili değildir. Şimdi gözlemin ve kendinden-delilli doğrulardan çıkarımlamanın, doğruya giden, hatta makul inanca götüren tek yol olmadığı anlaşılmış bulunuyor. Günlük hayatta olduğu kadar, sağlam bilim­ de de baskın diğer bir etken, hipotezdir. Tek kelimeyle hipotez bir tahmin işidir; fakat o aydınlatılmış bir tahmin işi olabilir. Hipotezi hipotez olarak tanıma ve daha sonra onu en iyi şe­ kilde kullanma, bilimsel titizliğin bir gereğidir. Gözlemlerimizin kendinden-delilli doğrularla birlikte geleceği tahmin etmeye ye­ terli olmadığını kabul ettikten sonra, eksiği gidermek için hipotez­ ler kurarız. Bir inanca hipotez ismini vermek, o inancın ne hakkında oldu­ ğu, ne derece kabul edildiği veya ne kadar sağlam bir zemine oturduğu hakkında hiçbir şey söylemez. Ona hipotez ismini ver­ mek, onu kabul ederken veya değerlendirmeye alırken, ne tür se­ beplerimizin olduğunu belirtmek anlamına gelir. İnsanların bir hi­ potezi kabul etmelerinin veya değerlendirmeye almalarının nede­ ni, hipotezin doğru olması durumunda, inandıkları bazı şeyleri açıklamasıdır. Onun delili, sonuçlarında görülür. Mesela, II. Bö­ lümdeki detektif macerasını tekrar hatırlayalım. Biz o sayfalarda yeni delilin gücü karşısında inancın değişmesi üzerinde durduk. Peki ya yeni delilin bize bıraktırdığı inancı nasıl değerlendirmeliy­ dik. O bir hipotezdi. Cinayeti Cabot'un işlediği inancıydı ve bu inanç bir süre için cinayeti, maktulün eşyalarına dokunulmamış ol­ masını, Abbott'un otel kayıtlarında geçmesini ve Babbitt'in kayın biraderinin tanıklığını açıklamak üzere kurabileceğimiz en iyi hi­ potezdi. Fakat daha sonra, Cabot televizyonda görüldüğünde, ar­ tan bir dizi durumu açıklayacak, yeni, akla uygun bir hipotez kur­ maya çalıştık. Başarılı olduklarında hipotezler, geriye dönerek geçmişi açık­ layan ve ileriye açılarak geleceği tahmin eden iki yönlü bir cadde-

Hipotez

63

dir. Hipotez kurarken, başka şekilde açıklanmayan olayları, akla uygun bir anlatımla, betimlemeyle veya dünyanın ilgili kısımları­ nın tarihini icat ederek açıklamaya çalışırız. Bir hipotezi neyin desteklediği kolayca bilinebilir bir konu değildir. Bir hipotez için farklı derecelerde arzulanabilecek beş erdemden bahsedebiliriz. I. Erdem, muhafazakârlıktır. Olayları açıklamak üzere bu er­ demi icat ediyoruz; hipotez daha önceki inançlarımızdan bazıla­ rıyla çelişmek zorunda kalabilir; fakat bu çelişme ne kadar az olursa, o kadar iyidir. Bir hipotezi kabul etme, doğal olarak her­ hangi bir inancı kabul etmeye şu yönden benzer: Kendisiyle çeli­ şen her şeyin reddini ister. Diğer hususlar aynı kalmak şartıyla, daha önceki inançlardan ne kadar azının reddi gerekirse, hipotez o kadar akla uygundur. Daha önceki inançlarla çoğu zaman çelişmeyen bazı hipotez­ ler vardır. Mesela, kapıdaki bir tık sesini, aralıktan mektubun bı­ rakıldığına bağlayabiliriz. Genelde böyle bir durumda muhafaza­ kârlık etkindir; ihtiyaç yokken mevcut inançları rahatsız edecek bir hipoteze kimse önem vermez. Ancak, mevcut inançlarımızla açık biçimde bağdaştırılamayan bir durum söz konusu olduğun­ da, muhafazakârlık erdemi göz önüne alınmaya hak kazanır. Amatör bir sihirbaz arkadaş çektiğimiz kağıdın ne olduğunu bize söylediğinde böyle bir durum söz konusudur. Onu nasıl yap­ tı? Belki şans eseri, elli ikide bir şans; fakat hiçbir şey söylenmediyse, bu onun şansa dayalı böyle bir işe girişmeye gönüllü olma­ yacağına dair makul inancımızla çelişir. Belki de kağıtlar işaretliy­ di; fakat kağıtların bizim olması sebebiyle, bu onun kağıtlara ula­ şamayacağına dair inancımızla çelişir. Belki de gizlice baktı veya el çabukluğuyla onu itti; fakat bu bizim dikkatle baktığımıza dair inancımızla çelişir. Belki o telepatiye veya medyumluğa başvur­ du; fakat bu, bizim bütün inanç ağımızı darmadağın edecektir. Muhafazakârlığın önerisi, el çabukluğudur. Hareketsizliği arkasına alan muhafazakârlık, genelde pek ça­ ba gerektirmez. Fakat bu aynı zamanda sağlam bir yöntemdir; çünkü inanç sistemimiz, her bir adımda, delille desteklenen inançlardan mümkün olan en az oranda özveride bulunur. İnanç sistemimiz o âna kadar nereden yararlanmış olursa olsun, bu de­ ğişmez. Doğru, mevcut inanç sistemimizden gerçekten köklü bi­ çimde uzak olabilir; dolayısıyla, biz âni bir sıçramada kazanabil­ diklerimizi elde tutmak için uzun bir dizi muhafazakâr adıma ge­ reksinim duyabiliriz. Sıçrama ne kadar uzunsa, aynı yönde açısal

64

Bilgi Ağı

bir hata o kadar ciddidir. Çünkü karanlıktaki bir sıçrama, mutlu bir iniş ihtimalini oldukça sınırlar. Muhafazakârlık, sınırlı sorumlu­ luğun üstün yönlerini sunar ve bir sonraki her bir hamle için çok sayıda geçerli seçenek sağlar. II. Erdem, muhafazakârlığın yakın akrabası olan sadeliktir. Bir hipotez diğerinden mantıksal anlamda daha zayıfsa, o diğerinden daha sadedir; diğerleri onu gerektirir, fakat o diğerlerini gerektir­ mez. Bir A hipotezi, A ve B'nin birlikte oluşturdukları bir hipotez­ den daha sadedir. Yine bir hipotez diğerinden daha tekdüzeyse, yani olduğunu varsaydığı olaylar daha olağan ve bilinir, dolayısıy­ la daha beklenir cinstense, daha sadedir. Telefonumuzu çalan ve yanlış numara çevirdiği için özür dile­ yerek kapatan bir adam varsayalım. Onun evde kimse bulunup bulunmadığını yoklamak için arayan bir hırsız olmasından ziyade, hata yaptığını tahmin ederiz. Dalgınlar yaygın olduğundan, iki hi­ potezden daha sade olanı budur. Fakat aynı zamanda, dalgınlar hırsızlardan daha yaygın olduğu için, dalgınlar hipotezi, hırsızlar hipotezinden sadelikte daha üstündür. Sık karşılaştığımız nesneleri belirlerken âdet olarak ve farkına varmadan sadeliği uyguluyoruz. Arabamızın çekilmiş ve yerine ay­ nı modelden başka bir arabanın park edilmiş olma ihtimali varsa da, park ettiğimiz yerde onu tereddüt etmeden tanırız. Bizimki da­ ha sade bir hipotezdir, çünkü olduğu gibi kalma, diğer seçenekle­ rin bir araya gelmesinden daha yaygın ve bilinen bir olgudur. Sadelik, dünyadaki tembelliğin daha muhtemel olduğunu önerme eğilimindedir. Biz görünürdekileri açıklamaya yetecek en az sayıda etkinlik varsaymak durumundayız. Sadelik, sadece bundan ibaret değildir. Sadelik, telefon örneğinde tercih edilen hi­ potez için geçerli değildir; çünkü Bay Dalgının, hırsızlığı planladı­ ğı düşünülen kimseden daha az etkin olduğu varsayılmaz. Aslında o durumda sadelik, etkinliği varsaymaktan ziyade, sadece varsa­ yımları az sayıda tutma vazifesi gördü. Park edilen araba örneğin­ de ise, sadelik hipotezi, daha az etkinlik olduğunu açıkça varsa­ yar. Bu, sağduyuya olduğu kadar bilime de rehberlik eden bir si­ yasettir. Sadelik, 'en az hareket kanunu' adıyla mekaniğin bir il­ kesi hâline bile getirilmiştir. Sadelikle muhafazakârlık arasında keskin bir hat çizmeye ge­ rek yoktur. Fakat I. Erdem olan muhafazakârlığı sadece kelime anlamıyla, geçmişteki inançların muhafazası şeklinde kullanıyo­ ruz. Dolayısıyla, daha önceki inançlarla uyumluluğu belirten I. Er-

Hipotez

65

dem, mükemmelliğe eriştiğinde bile, sadeliğin dereceleri arasında seçim yapılabilir; çünkü sade bir hipotez kadar, görkemli bir hi­ potez de daha önceki tüm inançlanmızla uyum içinde olabilir. Sadeliğin dereceleri, III. Erdem olan basitliğe dönüşür. Basit­ likle ilgili hususlar özellikle bir şekil üzerine yerleştirilmiş nokta­ lar aracılığıyla eğriler çizmede canlılık kazanır. Bilinen şekliyle öl­ çülerin çizimini ele alalım. Mesela, sayfadaki dikey çizgi deniz se­ viyesinden yüksekliği ve yatay çizgi kaynamakta olan suyun de­ recesini göstersin. Ölçülerimizi her bir çift rakam için bir nokta koyarak şekle yerleştirelim. Ne kadar çok sayıda nokta yerleştirir­ sek yerleştirelim aralannda çizilebilecek sonsuz sayıda eğri kalır. Çizdiğimiz her eğri, verilerden yaptığımız genellemeyi temsil eder; denenmemiş seviyelerde hangi kaynama derecelerinin bulu­ nabileceğine dair tahminimiz de bu genellemeyi oluşturur. Çizimi tercih edilen eğri, işaretlenmiş noktaların aralarından geçen ve hepsine uygun şekilde yakın olan en basit eğridir. Her bir hipotezde basitliğe verilen bir ödül vardır; fakat en bü­ yük ödül, hipotezlerin dev birliği olan bir bütün olarak bilim veya bilim dallarındaki basitliğe aittir. Eğer bir yolunu bulursak, bir par­ çanın basitliğini, bütünün daha büyük basitliği için seve seve feda ederiz. Yer çekimi buna bir örnektir. Ağır nesneler aşağı doğru yö­ nelirler: Bu oldukça basit bir hipotez, hatta bir tanımdır. Fakat et­ rafımızdaki ağır nesnelerin, civardaki dağlann ve ayın birbirini ha­ fifçe çekmekte olduğunu ve bütün bu rakip güçlerin, yeryüzünün çekim gücünü hafifçe azalttığını söyleyen hipotezi kabul ederek iş­ leri karmaşık hâle getiririz. Newton, ayın gelgit etkisinden başka bu rakip güçleri belirleyecek hiçbir araca sahip değilken, daha karmaşık olan bu hipotezi ileri sürdü; çünkü bu hipotez bir bütün olarak fiziğin basitliği açısından büyük bir kazanç anlamına geli­ yordu. Her bir cismin diğerini kütlesi nispetinde ve uzaklığının ka­ resiyle ters orantılı olarak çektiğini belirten evrensel çekim hipote­ zi, Newton'a, yeryüzü ve gökyüzü mekaniğinin tek bir düzene da­ yanan sistemini gerçekleştirme imkanını verdi. Hem teorik hem de gözlemsel açıdan uzun süre desteklenmiş sade bir hipotez şudur: Atılan bir şeyin çizdiği yol parabok ir. Buna ters bir hipoteze göre ise, bu çizilen yol, diğer ucu yer mer­ kezinin ötesi olan bir elipsin sadece bir ucunu oluşturarak, para­ bolden farkına varılamayacak derecede sapar. Bu hipotez daha az sadedir; fakat yine de daha yüksek bir basitliğe götürür: Newton'un hareket kanunlarına ve yine çekim kanunlarına. Bununla

66

Bilgi Ağı

çizilen yollar, Kepler'in, gezegenlerin eliptik yörüngeleri kanu­ nuyla uyumlu hâle getirilmiştir. Buna benzer diğer ünlü bir zafer, Count Rumford ve daha sonra gelen fizikçiler tarafından kazanılmıştır. Onlar, hareket hâ­ lindeki parçacıkların etkisiyle gaz basıncı ve ısı arasında nasıl bir ilişki olduğunu açıkladılar ve bu şekilde gazlar teorisini, genel ha­ reket kanunlarına indirgediler. Bu, gazların kinetik teorisidir. Bu­ na ulaşmak için, hiçbir açıdan sade olmayan, gazın, hareket hâ­ lindeki parçacıklardan ve moleküllerden oluştuğu hipotezini ekle­ mek zorundaydılar; fakat bir bütün olarak fiziğe getirilen basitlik­ ten doğan kazanç, eklemenin götürdüklerine ve daha pek çoğuna değmiştir. Nedir basitlik? Eğrilere geometrik açıdan bir anlam verebiliriz. Basit bir eğri süreklidir ve sürekli eğriler arasında en basitleri bel­ ki de eğimleri bir noktadan diğerine en tedricî şekilde değişendir. Bilimsel kanunlar, denklemlerle ifade edildiklerinde, ki çoğu za­ man öyledir, basitliği matematikte bir denklemin derecesi veya bir diferansiyel denklemin sırası şeklinde pekala anlayabiliriz. Sir Harold Jeffreys, bu yolu izlemiştir. Derece ne kadar düşük olursa, sıra da o kadar düşüktür ve terimler ne kadar azsa, denklem o kadar basittir. Denklemler kurulduğunda, analitik geometride ol­ duğu gibi, bu denklemlerin basitlik derecesi eğrilerin basitlik de­ recesiyle uyum halindedir. Basitliği tanımlamak, eğrilerden ve denklemlerden uzaklaştığı­ mızda daha zordur. Bu gibi durumlarda basitlik bazen sadelikten ayrı tutulmamalıdır. Genel olarak, bir A hipotezi, A ve B"nin birlikte oluşturdukları bir hipotezden daha basit sayılır; buraya kadar ba­ sitlik ve sadelik örtüşür. Fakat diğer yandan, Newton'un evrensel çekim hipoteziyle kazanılan basitlik, terime yüklediğimiz anlam iti­ barıyla, sadelik değildir; çünkü hipotez, ne öncülleri tarafından mantıksal olarak gerektirilir, ne de varsaydığı durumlar açısından daha tekdüzedir. Newton'un hipotezi, öncekilerinden şu anlamda daha basittir: Daha önce birbiriyle ilgisiz iki açıklama tarafından kapsanan şey, şimdi ortak kısa bir açıklama tarafından kapsanmaktadır. Benzer hususlar kinetik gazlar teorisi için de geçerlidir. Basitlik fikrinde rahatsız edici bir öznellik vardır. Sonuçta ne­ yin derli toplu öz bir açıklama olduğu, doğayı aynen yansıtmak zorunda kalmayan dilimizin yapısına ve ulaşılabilir kelime hazne­ mize bağlıdır. Eğer hipotezlerdeki basitlik akla uygunluğu sağlı­ yorsa, basitliğin bu öznelliği şaşırtıcıdır. Neden iki hipotez arasın-

Hipotez

67

da öznel açıdan daha basit olan, nesnel olayları daha iyi tahmin etme şansına sahiptir? Doğanın öznel basitlik ölçütlerimize teslim olmasını neden bekleyelim? Bu, çok fazla şey beklemek olurdu. Fizikçiler ve diğer bilim adamları yeni verilere yer ayırabilmek için, sürekli olarak teorile­ rini karmaşık hâle getirmek zorunda kalırlar. Her bir aşamada, ileride düzeltmelere tâbi olacak bir hipotez seçerken, mevcutlar arasında en basitini tercih etmek yine de en iyisidir. Bu yöntem, muhafazakârlık ve sadelik yöntemleriyle aynı zeminde kendini sunar. Sıçrama ne kadar uzunsa, o kadar çok sayıda ve çılgınca hata yapmak mümkündür; bu hususu daha önce görmüştük. Fa­ kat benzer şekilde, hipotez ne kadar karmaşıksa, o kadar çok sa­ yıda ve çılgınca hata yapma yolları vardır; başka türlü, karmaşık­ lıklardan hangisini seçeceğimizi nasıl bilebiliriz? Basitlik; muhafa­ zakârlık ve sadelik gibi, sorumluluğu sınırlandırır. Eldeki teori, doğrudan bir hayli uzak olsa bile, muhafazakârlık iyi bir yöntem olabilir. Aynı şekilde, dünya bir hayli karmaşık olsa bile, sadelik iyi bir yöntem olabilir. Karmaşık doğruya yönelik adımlarımızın her birinde, o âna kadar geçerli en basit hipotezi seçersek, ço­ ğunlukla en güvenilir biçimde ilerleyebiliriz. Bu yöntemin, tam ol­ masa da en azından kademeli bir şekilde, doğru bir teoriye bizi götüreceği savunulmuştur. Basitlik için söylenilebilecekler daha bitmedi: İhtiyatlı bir yön­ temin çıkardığı sorunlardan çok farklı olarak, görünürde, en basit hipotez çoğunlukla en muhtemel olandır. Bu neden böyle olsun? Tahminlerin sonuçlarını kaydetme biçimi, bu konuda kısmen bir açıklama getirir. Daha basit hipotezlere dayalı tahminlerin kaydı daha kolay tutulur. Mesela basitlik karşılaştırmalarının bir hayli net olduğu eğrileri ele alalım. Eğer eğri, kıvrımlı ve karmaşıksa ve eğrinin kıvrımlarından hareketle tahmin edilen bazı ölçümler bu kıvrımların bazıları kadar doğru noktadan sapıyorsa, bize göre bu tahmin başarısızdır. Bu kadar kıvrımlı bir eğrinin, doğru oldu­ ğunda, sapma noktasını yakalayacak bir kıvrımı belirtmesi gere­ kirdi, diye düşünürüz. Diğer yandan, eğri kıvrımsız ve basitse, ay­ nı boyutta bir sapma, ölçümlerin hatalı olması veya açıklanmamış bölgesel bir müdahale sebebiyle göz ardı edilebilir. Seçmeci bir kolaylık sağlayan bu kinik doktrin, eğriler söz konusu olduğunda akla bir hayli uygundur. Eğrileri içermeyen basit hipotezlerde ise, kısmen benzer, fakat daha zor tanımlanabilen bir seçiciliğin yar­ dımcı olacağı beklentisi, yerindedir.

68

Bilgi Ağı

Basitlik ölçütlerimizin ne kadar öznel olduğu göz önüne alın­ dığında, neden doğanın onlara teslim olması gerektiğini düşünme­ den edemezdik. İlk akla gelen, bunun gerekmediğidir; her bir aşamada sade olanı seçme yöntemi yeterlidir. Dahası, doğanın görünürdeki sadeliğinin bir kısmı bizim defter tutmamızın bir so­ nucudur. Buradan sadeliğin tercihinin tamamen bize ait olduğu ve bu konuda doğanın tarafsız kaldığı sonucunu mu çıkaracağız? Tam değil. Darwin'in doğal ayıklanma teorisi, öznel basitlikle nes­ nel doğru arasında şu şekilde bir sebeplilik bağı sunar: Sadeliğin doğuştan gelen öznel ölçütleri sayesinde insanlar bazı hipotezleri diğerlerine tercih eder; bu ölçütler, başarılı tahminler yaptığı müddetçe, hayatta kalma değeri taşır. Doğal bir ortamda, hayatta kalabilmesi ve benzerlerini üretebilmesi en muhtemel olanlar, en iyiyi tahmin edenlerdir ve bu yüzden onların doğuştan gelen ba­ sitlik ölçütleri aktarılır. Aynı zamanda, bu tür ölçütler, birey yaşa­ dığı sürece, bilimin gelişmekte olan alanlanna daha iyi uyum sağ­ layarak, tecrübenin ışığında değişecektir. (Fakat bu değişmeler genetik olarak aktarılmazlar.) IV. Erdem, genelliktir. Bir hipotezin uygulama alanı ne kadar genişse, o hipotez o kadar geneldir. Bakır bir tel parçasının elekt­ riği ilettiğini gördüğümüzde, sadece bu ince bakır telin değil, tüm bakırlann elektriği ilettiği hipotezine atlarız. Bir hipotezin akla uygunluğu, onun dünyanın değişik yerlerin­ deki gözlemlerle ne kadar uyumlu olduğuna bağlıdır. Tuhaf rast­ lantılar sık olarak gerçekleşir; fakat onlar, akla uygun hipotezlerin yapı taşlarını oluşturmaz. Şu ândaki gözlemimizi açıklayan bir hi­ potez ne kadar genel olursa, gözlemimizin onun kapsamına gir­ mesi o kadar az rastlantısaldır. Dolayısıyla, IV. Erdem, gücünü kısmen akla uygun olmasından alır. Bir hipotezi tekrarlanabilen deneylerle sınamanın mümkün ol­ ması, o hipotezin en azından IV. Erdemden kısmen nasibini aldığı anlamına gelir. Çünkü bir deneyin tekrarında, deney şartlarının daha önceki deneyin şartlarıyla tamı tamına aynı olabilmesi müm­ kün değildir; o hâlde, eğer her iki deney de hipotezle ilgiliyse, hi­ potezin en azından her iki deneyin şartları için geçerli sayılacak kadar genel olması gerekir.1 Doğal olarak, hipotezin çok daha ge­ nel olması arzulanır. I., II. ve III. Erdemler akla uygunluğu hedefler-, görüldüğü gibi, bir ölçüde IV. Erdem de; fakat bu onun asıl iddiası değildir; aslın' Bu noktaya dikkatimizi Neif E. Scroggins çekmiştir.

Hipotez

69

da genellik, sadelikle çatışır. Fakat genellik, doğru olan bir hipo­ tezi ilginç ve önemli yaptığından arzulanır. Biraz önce, meşhur bir genellik örneğini, Newton'un evrensel çekim hipotezinde, diğerini ise gazların kinetik teorisinde belirt­ tik. Aynı örneklerin hem basitliğe hem de genelliğe hizmet etmesi bir rastlantı değildir. Basitlik olmaksızın genellik, geçici bir rahat­ lama sağlar. Mesela eliptik yörüngeleriyle gökyüzü mekaniğini ve parabolik yörüngeleriyle yeryüzü mekaniğini ele alalım ve bunla­ rı hareketin art arda iki kısımlı bir teorisi olarak kabul edelim. Eğer her ikisi birlikte, Newton'un hareketin birleşik kanunları ta­ rafından kapsanan her şeyi kapsıyorsa, bu durumda genellik, di­ ğer iki teoriyi birlikte kabul etmek yerine, Newton'un teorisini tercih etmemiz için bir neden oluşturmaz. Fakat III. Erdem, basit­ lik, bu nedeni sağlar. Çok az bir basitlik kaybıyla büyük genellik veya genellikten hiçbir şey kaybetmeksizin büyük basitlik sağla­ manın bir yolu bulunduğunda, o zaman muhafazakârlık ve sade­ lik, bilimsel devrime yol açar. 1887'deki meşhur Michelson-Morley deneyinin sonucu bu ko­ nuya örnek verilebilir. Bu dakik ve dahice deneyin amacı, yeryü­ zünün esîr içindeki hareketinin hızını ölçmekti. Newton'dan itiba­ ren iki yüzyıldır, esîr adında bir şeyin, boş mekan olarak düşün­ düğümüz tüm alana nüfuz ettiği hususu oldukça yerleşik bir inançtı. Büyük fizikçi Lorentz (1853-1928) esîrin hareketsiz oldu­ ğu hipotezini ortaya atmıştı. Deney şunu açığa çıkardı: Esîr içinde yeryüzünün hareket hızını ölçmesi beklenen metod bu göreve hiç de uygun değildi. Başansızlığı açıklamak amacıyla, mevcut fiziği ciddi olarak etkilemeyecek biçimde, ek hipotezlerin sayısı arttırıl­ dı. Lorentz, hareketsiz esîr hipotezini kurtarmak için, matematik­ sel fizikte bir grup yeni ve daha karmaşık formüllere döndü. Eins­ tein, özel görelilik adıyla bilinen teorisini öne sürerek, bütün bun­ lara bir son verdi. Bu, fizik teorisinin basitleştirilmesiydi. Einstein'ın teorisi Newton'unki kadar basit de değildi; fakat Michelson-Morley deneyi, Newton fiziğinin savunulamaz olduğunu göstermişti. Burada vur­ gulanan nokta şudur: Einstein'ın teorisi, Lorentz ve diğerleri tara­ fından düzeltilip, ekler yapılarak karmaşık bir hâle getirilen New­ ton'un teorisinden daha basittir. Einstein'ın teorisi, muhafazakârlı­ ğı feda etme pahasına basitliği kazanmanın başarılı bir örneğiydi; asırlarca kendisine saygı duyulan esîr sadece bırakılmadı, aynı zamanda ondan çok daha eski ve köklü doktrinler de terk edildi.

70

Bilgi Ağı

V. Bölümde belirtildiği gibi, mekan ve zamanın yapısıyla ilgili kavramlarımızda ciddi değişiklikler oldu. Bu başarı, bizi I. Erdeme karşı kör hâle getirmemeli. Geçmişe yabancılaşmamız aşırı bir hâl alırsa, hayal gücümüz zayıflar; yeni teoriyi kurmak için dehaya ihtiyaç vardır ve o teoride kişinin yo­ lunu bulabilmesi için üstün yetenek gereklidir. Ayrıca, Einstein devriminin muhafazakâr bir yönü de vardı; I. Erdem tamamen fe­ da edilmedi. Newtoncu klasik mekaniğe dayanan eski fizik, bir / bakıma, korundu. Çünkü eski ve yeni teorilerin tahmin ettiği bir­ birine ters gözlemleri, sofistike deneyler olmaksızın değerlendire­ nleyiz. Bunun nedeni de, gözlemlerin aşırı hızlara ve olağan dışı mesafelere dayanmasıdır. Klasik mekaniğin bu kadar uzun süre sahayı elinde tutmasının nedeni de budur. Einstein'ın görelilik te­ orisine geçtikten sonra bile, günlük bir problem sebebiyle olağan dışı hız ve mesafeleri her göz ardı edişimizde, Einstein ve Newton'un teorileri arasındaki fark, derhâl, önemsenmeyecek kadar küçülür. Bu açıdan bakıldığında, Einstein'ın teorisi basitleştirme­ nin değil, genellemenin işlevini üstlenir. Denebilir ki, MichelsonMorley deneyi ve ilgili sonuçlar sayesinde, Newtoncu mekaniğin basit özgün haliyle uygulama alanının tamamen evrensel olmadı­ ğı ispatlandı: Daha sonra Einstein'ın teorisi bir genelleme olarak geldi ve evrensel olarak geçerli varsayıldı. Newtoncu mekanik, yeniden sınırlanmış alanında, eski yararlılığını korumaktadır. Da­ hası, geçmiş yüzyıllarda Newtoncu mekaniği destekleyen deliller bile, bu sınırlar dahilinde, Einstein fiziğine delil olarak aktarılabi­ lir; çünkü, olabildiğince her ikisine de uyar. Einstein'ın göreliliğiyle burada anlatılan husus diğer yerlerde daha sade bir biçimde örneklenmekte ve genel olarak arzulanmaktadır: Bir anlamda, eski teorileri yenilerinde muhafaza etme. Eğer yeni bir teori, en olağan durumlarda bile fark edilmeyecek şekilde eski teoriden ayrılarak biçimlenebilirse, o zaman eski te­ orinin delilini aşmak yerine, onu miras alır. Muhafazakârlık, gücü­ nü devrim bağlamında bile gösterir. I'den IV'e kadar olan Erdemler, Neptün örneğinde daha iyi açıklanabilir. Neptün'ün gezegenlerden biri olduğunu herkes ko­ laylıkla müracaat kaynaklarından kontrol edebilir; bu durum ger­ çekten de ortak bilgi kabul edilir ve çoğumuz onu kontrol etme ihtiyacı bile duymayız. Fakat, Neptün adını verdiğimiz cismin var olduğunu ve güneş etrafında döndüğünü ilk defa belirlemek, an­ cak optiğin ve geometrinin yoğun uygulamaları sonucunda müm-

Hipotez

71

kün oldu. Bu, yalnız hatırı sayılır ölçüde bilim ve matematik biri­ kimini değil, aynı zamanda güçlü teleskopları ve bilim adamları arasında işbirliğini gerektirdi. Aslında Neptün'ün var olduğu ve gezegen olduğu, gözlemlen­ meden önce bile güvenilir bir şekilde tahmin edilmişti. Fiziksel te­ ori sayesinde Uranüs gezegeninin yörüngesini hesaplamak müm­ kün oldu, ama Uranüs'ün takip ettiği yol, onun hesaplanmış rota­ sından ölçülebilir biçimde ayrılıyordu. Hesaplamaların üzerine dayandığı teori, diğer teoriler gibi, gözden geçirilmeye ve redde­ dilmeye açıktır. Fakat burada muhafazakârlık işlemektedir: Tama­ men yerleşmiş bir grup inancı baştan sona gözden geçirmekten herkes nefret eder; özellikle, bu inançlar, fiziğin temel bir bölümü hâlinde bir hayli derinlere yerleşmişse. Ciddi bilim adamları tara­ fından bildirilen çok sayıda gözlem haberlerini yanlış diye terk et­ mek, daha büyük nefret uyandırır. Uranüs'ün hesaplanmış yörün­ gesinden iki dakikalık bir kavis çizdiği gözlemi kabul edildiğinde, geçerli teori çerçevesinde bu sapmayı açıklayabilecek bir buluşa ihtiyaç vardır. Bu durumda teorinin kendisi ve genel olma özelliği zedelenmiş olmaz ve yeni karmaşıklık en alt düzeye indirgenir. Özel bir durumunun Uranüs'ü diğer gezegenlerin tâbi olduğu fizik kanunlarının dışında tuttuğunu düşünmek, teorik olarak mümkündü. Eğer böyle bir hipoteze başvurulsaydı, Neptün bulu­ namazdı; en azından o zaman bulunamazdı. Fakat böyle bir hi­ poteze başvurmamak için gerekçemiz vardır. O duruma has hi­ potez şeklinde bilinen bir hipotez olurdu ve duruma has hipotez­ lerin kokusu nahoştur; çünkü onlar, III. ve IV. Erdemlerden yok­ sundur. Duruma has hipotezler bazı özel gözlemleri, bazı olduk­ ça özel güçlerin, mevcut özel durumlar üzerinde etkin olduğunu varsayarak açıklamaya çalışırlar ve bu durumların ötesine geçen genellemeler yapmazlar. Özel hipotezlerin kusurları derece dere­ cedir. Bunun aşın durumu, hipotezin sadece açıklamak üzere icat edildiği gözlemleri kapsar; dolayısıyla, tahminde hiçbir işe yara­ maz. Bu durumda, onun tahminlerini tasdik etmemiz sonucunda ortaya çıkacak olan doğrulamaya da kapalıdır. Duruma has hipotezin akıl-dışılığına kısmen benzer diğer bir örnek, su-kahininin, toprağın üzerinde tutulan söğüt dalının yer altındaki su tarafından çekilebileceğine inanmasıdır. İddia edilen güç, haddinden fazla özeldir. Çekimi açıklayacak akla uygun bir mekanizmanın yokluğu kesin olarak hissedilir. O zaman, akla uy­ gun bir mekanizma nedir? Bir hipotez; bilinme, genelleme ve ba-

72

Bilgi Ağı

sitlik açılanndan iyi dereceler almışsa, o hipotez bize akla uygun bir mekanizma sağlar görünümündedir. Şüphesiz, bir şeyin fizik­ sel etkiler açısından veya hareketin bilinen genel kanunları açı­ sından nasıl açıklandığını gördüğümüzde, o mekanizmanın en üst düzeyde akla uygun olduğunu hemen biliriz. Duruma has şeklinde sınıflandırılması uygun olsun veya olma­ sın, doğrulamaya kapalılık ve tahminde işe yaramama nitelikleri­ ne sahip, adı özellikle kötüye çıkmış bir hipotez çeşidi vardır. O da, başka bir hipotezin tahminlerinin başarısızlığını düzenli bir şekilde göz ardı ederek, onu reddedilmekten kurtarmaya çalışan hipotezdir. Medyumun büyülü sözlerine rağmen, Gaibden Gelen Ses duyulmadığında, "odada birinin iletişime engel olduğuna" inanmamız istenir. Belirli büyülü sözlerin Sesi çağıracağı hipotezi­ ni korumak amacıyla, duyulabilir sinyalleri uygun olmayan dü­ şüncelerin engellediğini belirten yardımcı bir hipotez öne sürülür. Bu yardımcı hipotez kurtarmak için eklendiği hipotezden daha çılgın değildir ve dolayısıyla, eleştirel olmayan bir kimsenin yeni icat edilen teoriyi kabul etmesi diğerinden daha kolaydır. Öbür yandan, eleştirel bir gözlemci delilin tamamen ortadan kalktığını görür. Çünkü deneysel başarısızlık teoriyi tüketerek yok etmiştir. Bu düşünceler başka bir erdemi öne çıkarır: V. Erdem, reddedilebilirlik. Bir hipotezin reddedilebilir olarak adlandırılması, sö­ nük bir övgü gibi gözükebilir. Fakat önemli olan, biraz önce gör­ düğümüz gibi, aşağı yukarı şudur: Akla gelebilecek, gerçekleşti­ ğinde tanınabilir bir olay, hipotezi reddetmeye yeterli olmalıdır. Yoksa hipotez hiçbir şeyi tahmin etmez, hiçbir şey tarafından doğrulanamaz ve belki de yanlış bir zihin dinginliğinin ötesinde bize dünyevi hiçbir kazanç sağlamaz. Bu, konuyu basite indirgeyen bir ifadedir. Hemen hemen her hipotez, diğer inançlarda yeterli değişiklikler yapıldığında, asla reddedilemez hâle getirilebilir -bazen bu değişikliler deliliği gerektirebilse bile. Eğer 'gerektirme' hipotezle birlikte kabaca belirlen­ miş art alan inançlannın destekleyici korosuyla birlikte gerçekleşiyorsa, bu durumda bir hipotezin tahminleri gerektirmesi meziyet sayılmaz. Gerektirme, ilgili teorinin tamamıyla birlikte gerçekleşir. Sonuç olarak, hakkıyla incelendiğinde, daha önceki diğer dört erdem gibi, V. Erdemin de derece derece olduğu görülür. Bir hi­ potezin V. Erdeme ortaklık derecesi, akla gelebilen olaylar karşı­ sında hipotezi elde tutmanın maliyetiyle ölçülür. Yani hipotezi kurtarmak için feda edilmesi gereken inançlan ne kadar istekle

Hipotez

73

kabul ettiğimize bağlıdır. Fedakârlık ne kadar büyükse, hipotez o kadar reddedilebilirdir. V. Erdem açısından eksikliğin baş örneklerinden biri astroloji­ dir. Astrologlar, tahminlerini gerçek bir içerikten yoksun olacak kadar kaypak hâle getirebilirler. Bize bir kimsenin, "yaratıcı olma eğiliminde" veya "dışa açılma eğiliminde" olacağı söylenebilir, bu durumda yüklemin kaypaklığı ve sıfatların belirsizliği, iddiayı red­ de karşı yalıtmaya hizmet etmektedir. Fakat bir tahmin, başarısız­ lık olarak değerlendirilse bile, kendisini astrolojiye adayanlar, yıl­ dızların kaderimizi yönettiğine inanmaya devam edebilirler; çün­ kü şimdi gezegenin yerinin belki de çoktan değişmiş olduğuyla il­ gili göz ardı edilen bazı bilgiler öne sürülmek üzere hazırdır. Böy­ lece, diğer inançlarla çatışmaya gerek kalmaz. Konunun özünü gözlem oluşturmaktadır ve bu gerçeği hipo­ tezlerin özel erdemleri hakkındaki bütün bu fikirlerimizin sislen­ dirmeyeceğinden eminiz. Fden V e kadar olan Erdemler, hipotez­ lerin çerçevelendirilmesine rehberlik edebilir. Onların geçmiş gözlemlere uygunluklarının yanı sıra, gelecektekilere uyması da beklenebilir. En sonunda başansızlığa uğradıklarında sorular tek­ rar gündeme gelir. Ne kadar kaba olursa olsun, Michelson-Morley deneyi, Newton fiziğinin Lorentz'in elinde yeniden uyarlanmasına götürdü. Einstein, geçmiş gözlemleri içinde barındıran daha basit bir yol bulduğunda, artık onun teorisi Newton-Lorentz sisteminin sadece yeni bir şekli değildi; birtakım farklı gözlemlerin tahminini yapan ve onlan cevaplamaya açık yeni üçüncü bir teoriydi. Onun diğerlerinden üstün basitliği sayesinde farklı sonuçlanna inanmak mümkün oldu. Hipotezler iki amaca hizmet eder: Geçmişi açıklamak ve gele­ ceği tahmin etmek. Kabaca ve bazı noktaları atlayarak söylemek gerekirse, hipotez, açıklanması beklenen geçmiş ve gelecekteki olayları gerektirerek bu amaçlara ulaşır. Daha doğru bir ifadeyle, gördüğümüz gibi, gerektirmeyi yapan şey, söz konusu hipotez kabul edildiğinde, yeniden gözden geçirilmiş şekliyle bir bütün olarak ilgili teorinin tamamıdır. Dahası, gerektirilen tahminler ço­ ğunlukla gelecekteki gözlemlerin basit tahminleri değildir; onlar daha çok şartlı tahminlerdir. Hipotez, eğer falan ve falan yerlere bakılırsa veya başka atılabilecek adımlar atılırsa, gelecekte diğer gözlemleri yapacağımızı söyler. Eğer tahminler doğru çıkarsa, ba­ hisleri kazanırız veya uygulamaya yönelik başka çıkarlar sağlarız. Aynı zamanda, doğru çıktıklarında hipotezimizi doğrulayan delil-

74

Bilgi Ağı

ler elde etmiş oluruz. Yanlış çıktığında geri gider, hipotezimizi dü­ zeltir ve onu daha iyi bir hâle getirmeye çalışırız. IV. Bölümde sınırlayıcı ilkeler adını verdiğimiz hususlar, akla uygun olduklarında hipotezler şeklinde görülmelidir; bu hipotez­ lerin bazıları iyi, bazıları kötü olabilir. Genel olarak, bilimsel ka­ nunlar da benzer şekildedir. Yine benzer şekilde geometrinin, kü­ meler teorisinin ve matematiğin diğer alanlarının kanunları da. Bütün bu kanunlar, -fiziğin ve matematiğin kanunlarıyla birlikteevren hakkındaki kapsamlı bilimsel teorimizi oluşturmak üzere bütünleşen ilgili parça hipotezler arasındadır. En genel hipotez­ ler, herhangi bir gözleme en az cevap verme eğilimindedir; çün­ kü sonra gelen hipotezler, çatışmaları yatıştıracak biçimde yeni­ den yerleştirilebilir; bu konuda teorik fizikle matematik arasında kesin bir sınır yoktur. Farklı araştırma alanlarındaki hipotezler, değişik inceleme yöntemleri aracılığıyla tasdik edilme eğiliminde olabilirler; fakat bu onlann tamamını hipotezler hâlinde görmemi­ ze hiçbir şekilde engel olmamalıdır. Hipotezleri kurmaktan bahsederiz. Aslında birtakım temel hi­ potezleri, içinde yetiştiğimiz canlı bir kültürden miras alırız. İnan­ cın devamlılığı, her seferinde, inançların çoğunun elde tutulması nedeniyledir. I. Erdem, cüssesiyle göz alıcıdır. Aklı başında bir kimse, sahip olduğu inançların bir kısmını, kendinden-delilli ola­ rak diğerlerini kendinden-delilli olmamasına rağmen ortak bilgi; bazılarını otorite tarafından farklı derecelerde onaylanmış ve di­ ğer bazılarını da şimdiye kadar bir sorun çıkarmadan iş görmüş hipotezler olarak kabul edecektir. Fakat yaşayan kültürler yollarına devam eder ve her birimiz hipotezleri ekleme ve terk etme işine katılırız. Süreklilik sayesin­ de değişiklikle baş edilebilir. Süreklilikteki önemli kesintiler bilim adamlarının işidir; fakat hepimiz dolaylı bir delile dayanarak, okulların kapatılacağı ve uçuşların iptal edileceği veya bir kimse­ nin unuttuğunu sandığımız bir şemsiyenin aslında diğer bir kimse tarafından unutulduğu sonuçlarına vardığımızda, bu yapıyı küçük çapta şekillendirmekteyiz.

YEDİNCİ BÖLÜM TÜMEVARIM, KIYAS VE SEZGİ

iş macununun tüpünü sıktığımızda niye diş macunu çıkmasını D bekliyoruz? Sıvılara veya yarı sıvılara basınç altında ne oldu­ ğuyla ilgili genel ilkelerden bahsedebiliriz; fakat beklentimizi geç­ mişteki tüpler ve onların sıkılmalarıyla ilgili tecrübelerimiz çerçe­ vesinde desteklememiz daha olasıdır. Bu tür basit faaliyetlerde gerçekleşen hususların genel ilkelerle ilgisi, çoğumuz açısından sadece geri alanda kalır niteliktedir. Oldukça geride; çünkü diş macunu, rastgele bir sıkmada dışa çıkamasaydı, elbette fiziğimizi yeniden yazmak istemezdik. Diş macunuyla ilgili olarak şu hipo­ tezleri düşünürdük: Tüpteki diş macunu bitti, tüpün ağzını yaban­ cı bir madde tıkadı veya içindeki macun katılaştı. Bir beklentimi­ zin başarısızlığa uğramasını, inançlarımızda mümkün olduğunca en az değişiklik yaparak, mevcut en dar bir alana sınırlayarak açıklardık. IV. Bölümdeki I. ve II. Erdemleri, muhafazakârlık ve sadeliği, en üst düzeye çıkarırdık. Diş macununu beklememizin ana nedeni, önceki sıkmaların diş macunu çıkarmış olmasıdır. Beklentilerimiz genelde böyle bir yol takip eder. Beklentilerimizi -gelecek hakkındaki inançlarımı­ zı- geçmişe başvurarak destekleriz. Eğer Batı destanlarını konu alan dizilerin aşılmaz gözüken problemleri, her zaman, planlan­ mış yayın süresinin bitiminden biraz önce çözülüyor gibiyse, izle­ yeceğimiz bir sonraki Batı destanı için de aynı beklenti içinde oluruz. Eğer Bullwhip Fudgies şirketi, reklamlarını tekrar tekrar, ara vermeksizin, haftalık Lionel Flemm Saati'nin ortasında yayım­ lıyorsa, bir sonraki programda da aynı şeyi yapacağı beklentisi içinde oluruz. "Bullwhip, Flemn'den Ayrılıyor" şeklindeki bir ga­ zete başlığı gerçekten de bu beklentinin önünü kesebilir. Veya bir keresinde de beklentimiz boşa çıkabilir. Depolanmış tecrübe-

76

Bilgi Ağı

miz ne kadar geniş olursa olsun, normalde gelecekte neler olaca­ ğını tam kestiremeyiz. Destekten nasibini aian beklentiler arasın­ da, sürprizlere hazır olmaya davet edenler de vardır. Geçmiş örnekleri saymanın yanı sıra, beklentilerimize, pek çok şey katkıda bulunur. Çözümün, programın yayın süresinin sonlanna doğru gelmesinin altında yatan sebebi belki görebiliriz. Program yapımcılarının amacının ne olduğuyla ilgili varsayımımız kabul edildiğinde, gözlemlerimiz planlanan hususlar dahilindedir. Aynı şey, inançlarımıza rahatlıkla genelleştirilebilir: Onlar, her bi­ ri diğerini kısmen açıklayarak, birbirlerini destekler. Fakat yine de, inancımız desteğinin çoğunu sadece geçmişteki olayların top­ lamından alır. Bu basit ve hayal gücü gerektirmeyen inanç kayna­ ğı, tecrübeden öğrenme sürecinde önemli bir etkendir ve ayrıca incelenmesi gerekir. Bu merkezî etken, gelecekteki durumların geçmiştekiler gibi gerçekleşeceği beklentisidir. Benzer şeylere benzer davranışların atfedilmesidir. Gözlemlenmiş durumlardan aynı tür durumların ta­ mamına genelleme yaparak bir hipotez kurma metoduna tümeva­ rım adı verilir. IV. Erdem, genelliğe açılan doğal bir ana yoldur. Tümevarımın rehber ilkesi, gelecekteki durumların geçmişte­ kiler gibi olacağını bildirir. Bu ilke hakkında bir parça daha açık ve net olmaya çalıştığımızda şaşkınlığımız birden artar. Problem en çarpıcı şekliyle çağdaş felsefeci Nelson Goodman tarafından ortaya konmuştur. Çoğu zümrüt renginin incelenip, yeşil oldukla­ rının tespit edildiğini varsayalım. Yeşil olma özelliğini taşımayan nesnelerin, zümrüt olup olmadıklarının nasıl bilineceğini merak edebilirsiniz; fakat bu örneğin vurgulamak istediği nokta, bu de­ ğildir. Goodman'ın örneği üzerinde duracak olursak, zümrütlerin karanlıkta kimyasal bir deneyle tespit edildiğini ve daha sonra renklerinin kontrol edildiğini düşünelim. Pekala, o hâlde, şimdiye kadarki zümrütlerin hepsinin yeşil olduğu ispatlandığı için, bir sonraki incelenmiş zümrüdün de yeşil olmasını bekleriz. Fakat, aşağıdaki örneğin bunun tam tersi için bir sebep olup olmadığını ve eğer değilse neden olmadığını bir düşünün. Yevi* diye yeni bir sıfat kabul edelim ve onu şu şekilde açıklayalım: Bu gece yarısın­ dan önce incelenen ve yeşil olan veya o âna kadar incelenmeyen ve mavi olan her şey yevidir. Böylece, yevi zümrütler, bu gece yansına kadar incelenmiş ve yeşil olanlardan ve eğer varsa, o * Grue İngilizce green (yeşil) ve blue (mavi) kelimelerinden Goodman tarafından türetilmiş bir kelimedir. Türkçede bunu 'yeşil' ve 'mavi' kelimelerinden türettiği­ miz yevi kelimesiyle karşılamayı uygun bulduk (Çev.).

Tümevarım, Kıyas ve Sezgi

77

âna kadar incelenmemiş mavilerden oluşur. Şimdi, bütün zümrüt­ ler bu gece yarısına kadar incelendiği ve yeşil olarak bulunduğu için, onların tamamının yevi olduğu doğrudur. Onların yeşilliğini, incelenecek bir sonraki zümrüdün yeşil olacağına dair beklenti­ mize ruhsat olarak aldık; bu durumda, simetrik olarak, onların yeviliği bir sonrakinin de yeviliğini yakından desteklemektedir. Farz edelim, incelenecek bir sonraki zümrüt, bu gece yarısından sonra incelenmiş olsun. O zaman yevi olabilmesi için mavi olma­ sı gerekirdi. Bu durumda bir paradoksla karşı karşıyayız: Bir son­ raki zümrüdün yeşil olması beklenir, çünkü incelenmiş bütün zümrütler yeşildir; fakat yevi olması ve dolayısıyla mavi olması da beklenir, çünkü incelenmemiş bütün zümrütler yevidir. Bizi bir sonraki zümrüdün mavi olması beklentisine yönlendi­ ren herhangi bir şey yoktur. Fakat, niye bu çıkarımın geçersiz ve yeşile olan çıkarımın geçerli olduğunu açıklayabilmek, sıkıntı ve­ rici bir şekilde zordur. Daha açık biçimde ortaya çıkan şudur: Ge­ lecek durumların geçmiştekiler gibi olmasını bekliyoruz demek, aslında, hiçbir şey dememektir. Tümevarımın ikinci paradoksu bu noktayı tekrar ortaya çıka­ rır. Eğer tümevarım yoluyla, gelecekteki durumların geçmiştekilerin her bir özelliğini taşıyacağını elden geldiğince çıkarımlayabilseydik, o zaman, son ânımızı yaşadığımıza dair her birimizin elin­ de karşı konamaz tümevarıma bir delil olurdu. Mesela diyelim ki, 2002 yılı başlamak üzere olsun. Bir kimsenin hayatının şimdiye kadarki her ânı, 2002'den önce olma özelliğine sahiptir. O hâlde, tümevarımla, bir kimsenin hayatının tüm ânlarının bu özelliği taşı­ yacağı sonucu çıkarılabilir mi? Bu sonuç, eğer doğruysa, o kimse­ nin son ânı olurdu. Ancak, mantığa ters düşünen bir kimse, bu hazin tümevarım­ ları çıkarımlamayı âdet edinseydi, tümevarımın, her defasında ba­ şarısız olduğunu görürdü; çünkü o hayatta kalmaya devam etmiş olurdu. İkinci dereceden bir tümevarım, yani bu tümevarımlar hakkında bir tümevarım, bu tümevarımların daima yanlış olduğu­ nu ona söylemektedir. Peki o kimse rahat bir nefes almalı ve ölümsüz olduğu sonucuna mı varmalı? Eğer iyimser bir bakışla başlamış olsaydı, bu sevindirici sonuca daha doğrudan ulaşabilir­ di. Çünkü hayatının geçmişteki her ânından sonra, yaşamın de­ vam ettiğini kolaylıkla gözlemleyebilirdi. Tümevarımla, hayatının her ânından sonra yaşamın devam edeceği ve dolayısıyla sonsuza kadar yaşayacağı sonucunu çıkarmış olabilirdi.

78

Bilgi Ağı

Geçmiş durumlar tarafından paylaşılan bütün özelliklerin gele­ cek durumlara taşınmasını beklemek, doğru olmaz. Bazı özellik­ ler güvenilir bir süreklilik beklentisini gerektirir ve bazıları gerek­ tirmez. Yeşilliğin daha başka zümrütlere taşınacağını ümit ederiz; yeviliğin etmeyiz. 2002'den önce olma özelliğinin sonsuza dek ge­ lecekteki durumlarda devam edeceğini beklemeyiz; aynı şekilde, yaşamın devam etme özelliğinin sonsuza dek sürmesini de bekle­ meyiz. Goodman'ın dediği gibi, yeşil atfedilebilir, fakat yevi ve di­ ğer özellikler atfedilemez. Tümevarım, atfedilebilecek özellikleri geleceğe atfeder, diğerlerini atfetmez. Bir özelliğin atfedilebilir olduğunu söylemek, onun nedenini açıklamak değil, sadece tümevarıma uygun olduğunu belirtmek­ tir. Niye bazı özelliklerin buna uygun olduğunu ve onları nasıl tespit edebileceğimizi hâlâ sorabiliriz. Bu tür özellikleri tespit et­ medeki doğal kabiliyetimizin başarısı rastgele olmanın ötesinde­ dir; onlar, gözümüze çarpan özelliklerdir. Yeşil, doğal olarak ve duraklamadan geçmiş gözlemlerden gelecekteki beklentilere at­ fettiğimiz bir özelliktir; diğer yandan, 2002'den önce olma özelliği ve aynı şekilde yevi olma özelliği veya yaşamın devam etme özelliği böyle bir durum değildir. Yevi için bir kelimemizin olma­ ması önemlidir; o fark ettiğimiz bir özellik değildir. Tümevarım, benzer şeylerin benzer biçimde davranacağı bek­ lentisidir; daha doğrusu, dikkate değer ölçüde benzer görülen şey­ ler daha başka yönlerden de benzer olacaklardır. O hâlde, hangi özelliklerin atfedilebilir olduğu sorusu basitçe şu şekilde ortaya ko­ nabilir: Neyi benzerlik sayacağız? Her şey, her şeye bir yönden benzer. Eğer özellik dediğimiz şey hakkında ayrımcılık yapmayacaksak, herhangi iki şey, diğer herhangi iki şeyde olduğu gibi, çok sayıda özelliği paylaşabilir; nesneler sonsuz sayıda keyfî yönlerden sınıflara ayrılabilir. Biz bir şey için, diğer bir şeye başkasından da­ ha çok benziyor dediğimizde, bir ayırım yaparak paylaşılan özel­ likleri göz önüne alıyoruz, atfedilebilir özellikleri hesaba katıyoruz. Yeşilliği paylaşma, benzerlik için geçerlidir; fakat yeviyi paylaşma geçerli değildir. Bizim atfedilebilirliği görmemiz, benzerliği görme­ mizdir. Bunlar aynı problemin iki adıdır. Aynı şekilde, VI. Bölümde basitlik, öznelliğe hafifçe bulandırılmış bir hâlde karşımıza çıktı; o, atfedilebilirlik ve benzerlikle tamamen aynı cinstendir. Atfedilebilir özelliklerin diğerlerinden daha basit olduğu hissedilir; aynı zaman­ da, benzerliği gerçekleştiren de onlardır. Tümevarım, sadece entelektüel bir konu değildir Temelde tecrübeden neyin beklenileceğim öğrenmekten ibareitir ve bu

Tümevarım, Kıyas ve Sezgi

79

herkesin her zaman yaptığı bir şeydir. Diğer hayvanlar da, neler­ den uzak durulması veya yiyecek ve su için nereye gidilmesi ge­ rektiğini öğrenirken bunu yaparlar. Bu tür öğrenmelerin tamamı benzerlik sayesinde veya özelliklerin atfedilmesiyle gerçekleşir. Bütün mesele, bazı özellikleri fark etmeye ve böylece diğerlerin­ den çok onları atfedilebilir olarak belirlemeye önceden olan yat­ kınlık üzerinde toplanır. Benzerliği ve atfedilebilirliği ayırt edebil­ memiz, en basit haliyle, hayvansal mirasımızın bir parçasıdır. Pe­ ki, o niye bu kadar başarılı olsun? Bizim ayırt etmeye ve dolayı­ sıyla atfetmeye doğuştan yatkın olduğumuz yeşil gibi özellikler, niye aynı zamanda doğru ve tahminde başarılı olma eğiliminde­ dir? VI. Bölümdeki basitlik sorusuna olduğu gibi, bu soruya da verilecek en iyi cevap, doğal ayıklanmada aranmalıdır. Tercih edilen özellikler tahminde işe yaradıkları sürece, bazı özelliklere doğuştan duyarlılık ve diğerlerine duyarsızlık, hayatta kalım de­ ğerine sahip olacaklardır. Goodman'ın belirttiği gibi, yevinin atfedilmesi, yeşilin atfedil­ mesi kadar hayatta kalma değerine sahipti. Eğer atalarımızdaki genetik bir mutasyon yeşilden çok yeviyi beklememizi teşvik eden bir çeşit sinirsel düzenlemeyi bizde oluşturmuş olsaydı, şim­ diye kadar bu konudaki beklentilerimiz en az diğerleri kadar doğrulanırdı. Ne kadar az anlaşılmış olursa olsun, genetik mutasyonlar tarafından kalıtımsal hâle gelen çeşitli sinirsel düzenleme­ lerin de sınırları vardır. Yeşili atfetme eğilimi kalıtıma dayalı sinir­ sel bir yapı tarafından beslenebilir; yeviyi atfetme eğilimi büyük bir olasılıkla beslenemez. Bu esef verici bir gerçek olabilir ve ge­ ce yansı yaşanan bir kriz bunu ispatlayabilir. Fakat kitabın yazar­ ları, kalıtımlarının böyle olması sebebiyle, bunu beklememekte­ dir. Yoksa bilim bir gecede çökerdi. Fakat bu Goodman'ın bilmecesine kolay bir cevabın olduğu anlamına gelmemelidir. Ne atfedilebilen özellikler ne de doğal ayıklanmanın tercih ettiği özellikler kolaylıkla belirlenebilir; arala­ rındaki ilişki daha da zayıftır. Ayrıca, biyolojiye ve sinirsel organi­ zasyon teorilerine başvurduğumuzda, büyük oranda tümevarımsal biçimde temellendirilmiş bilime başvuruyoruz. Ayrıca, temel akıl yürütme yollarımızı incelerken, kendimizi irdelenenden tamamen ayn tutmayı ümit edemeyiz. Görülüyor ki, doğuştan gelen duyarlı­ lıklarımız, tamamen rastgele seçilen özelliklerin sunacağı muhte­ mel hizmete kıyasla, çok daha iyi hizmet vermektedir. Hayvansal inancımız şanslı talihimizin devamını beklememizi istemektedir.

80

Bilgi Ağı

Bizim atfedilebilir özelliklere olan doğal yatkınlığımız, evrimin bıraktığı gibi kalmamaktadır; tecrübelerimizin ışığında daha da gelişmektedir. Geçmişteki tümevarımların başarıları ve başarısız­ lıkları hakkında tümevarıma genellemeler yapabilir ve aslında bazı özelliklerin, düşündüğümüz gibi atfedilebilir olmadığı sonu­ cuna varabiliriz. Bazı sınıflamalarımızı tekrar gözden geçiririz. Balinaları balık cinsinden çıkarırız. Gelişmekte olan bilimsel bir teorinin ışığında yeni özellikler üzerinde yoğunlaşırız ve bu özel­ liklere dayalı tümevafimlann daha başarılı olduğunu görürüz. Bi­ lim, tümevarımı ilerletirken, tümevarım da bilimi ilerletmektedir. Tümevarım, hipoteze alternatif bir süreç değildir; o bir hipo­ tez örneğidir. Biz ona, IV. Erdem, genelliğe götüren doğal bir cad­ de adını verdik. III. Erdem, basitlik de, tümevarımın olduğu her yerde vardır; çünkü atfedilebilir özellikler diğerlerinden daha ba­ sit olarak görülür. Tümevarım apar topar yapılan genellemelere veya sadece IV. Erdeme götürmez; fakat IV. ve III. Erdemlere bir­ likte götürür. Geleneksel açıklamalara göre, çıkarım iki türlüdür: Tümdenge­ lim ve tümevanm. Tümdengelimin aksine, tümevarım daha az ge­ nelden daha çok genele ilerler; o, size başladığınızdakinden daha fazlasını verir. Bunlar, birbirini tamamlayan ve bilgiyi tasdik eden simetrik yollar olarak görülürler. Bununla birlikte, onları bu şekil­ de yan yana koymak ve simetrik olarak göstermek, ciddi ayrılık­ ları gözden kaçırmak olur. IV. Bölümde, tümdengelimci çıkarımın bir seri kendinden-delilli adımlarla yapılabilen bir çıkarım olduğu­ nu söylemiştik. Onun en önemli tekniği, mantıkta incelenir ve iyi­ ce anlaşılmıştır. Diğ£r yandan, tümevarımcı çıkarım yöntemleri genel olarak hipotezleri kurma yöntemlerinden kesin hatlarla ay­ rılamaz ve mantıktaki tümdengelim teorisine kıyasla, bu yöntem­ lerin kesin ve tatmin edici bir teorisi bulunamaz. Tümevanmcı çı­ karımın değerlendirilmesiyle ilgili söyleyeceğimiz birkaç hususu, hipotezlerin tasdikini ve reddedilmesini incelediğimiz bir sonraki bölüme bırakıyoruz. Tümevanmın genellemeyle bir hipotez ürettiğini söyledik. Bu tarif, tümevarımcı sonucun açık, genel bir kanun olarak belirtildi­ ğini veya düşünüldüğünü varsayar. Aslında tümevarımın sadece neyin beklenmesi gerektiğini öğrenme meselesi olduğunu da söy­ ledik. Fakat aynı şekilde, bu tarif, genel bir cümlenin araya girme­ sine gerek kalmaksızın, geçmiş gözlemlerden hareketle bir tahmin veya beklentiye doğrudan ulaşıldığı durumları da kapsar. Geçmiş-

Tümevarım, Kıyas ve Sezgi

81

te ıstakozları haşlarken edinilen tecrübe, gelecek ıstakozun da kır­ mızıya dönmesini beklememize bizi doğrudan sevk eder. Yemek ziliyle edinilen geçmişteki tecrübe, araya giren genel bir cümleye gerek kalmaksızın, gongun çalmasıyla köpeği hemen salya akıt­ maya sevk eder. 'Tümevarım' terimini, sonucun genel ve açık ol­ duğu çıkarımlarla sınırlayabiliriz; çünkü durumlar arası bir sıçra­ mada kullanılan başka terimlerimiz de vardır. Biz sıçramanın dü­ şünülerek yapıldığı yerler için kıyas (analoji) terimini ve düşünül­ meden yapıldığı yerler içinde şartlı refleks terimini kullanırız. Böylece, geçmişte, haşlanmış ıstakozların kırmızılığını gözlem­ lememizle bir sonraki kurbanın kırmızılaşacağını beklememiz ara­ sında doğrudan bir kıyas ilişkisi vardır. Tümevarım terimi bizim bütün kaynamış ıstakozların kırmızı olduğu şeklindeki genelleme­ miz için kullanılabilir. Yine televizyondaki bireysel beklentilerimiz ve sıkılan tüpten diş macununun çıkmasını beklememiz, kıyasla elde edilir. Bu hususlara karşılık gelen tümevarımlar veya genel hipotezler, normal durumlarda hiçbir zaman ortaya konmazlar. Bir inanca kıyas yoluyla ulaşan bir kimse, onu desteklemek için herhangi tümevarıma bir delil sunma ihtiyacını hissetmez, hatta inancın kıyasa dayalı olduğunu fark etmesi bile gerekmez. Her birimiz, çoğu zaman desteklemek amacıyla getirilebilecek deliller üzerinde hiç düşünmeksizin, geçmiş inançlardan yeni inançlar oluşturmak üzere .bu yolu takip ederiz. Bu inançlar yete­ rince akla uygun olabilir. Biz diğer âdetlerimizi edindiğimiz gibi, inanç oluşturma âdetini de ediniriz; sadece inanç oluşturma âde­ tinde özel durumlara daha az yer vardır. Kullandığımız bazı kıyasların zayıflığı herkesçe bilinir. Mesela bir kimse, yeni bir ses duyduğunda ve sesin eski bir arkadaşının sesine benzediğinin farkına vardığında, sesin sahibinin diğer önemli yönlerden de eski arkadaşı gibi olacağını düşünür. Böyle bir kıyasın doğruluğuna gölge düşmüş olsa da, zaman zaman yaptığımız kıyasların bundan daha iyi olduğu söylenemez. Yeni karşılaşılan bir kimsenin veya nesnenin bir özelliği, bilinen bir hissi veya düşünceyi çağrıştırdığında, tecrübeden hareketle bu özellik hakkında kurulan bağlantıları, o kimse veya nesneye at­ fetmek, çoğu zaman oldukça içgüdüseldir. Bir kimse tecrübe ka­ zanırken, bu tür beklentileri dengelemesini öğrenir veya öğren­ melidir. O kişi yeni inançları hangi bağlantılar üzerine kurmanın uygun olduğunu ve hangileri üzerine kurmanın uygun olmadığını ayırt etmeyi öğrenir. Bir kimsenin sesine hangi beklentileri dayan-

82

Bilgi Ağı

dıracağına, ne kadar çok kimseyle karşılaşırsa, o kadar iyi karar verir. Onun atfetmeye olan doğuştan kabiliyeti, tecrübenin ışığın­ da gelişmektedir ve bu durumda bile kazandığı ayırım yetisini herhangi bir ilkeyle ifade etmede oldukça zorlanması muhtemel­ dir. İnançları ve hipotezleri kurmak, onların kurulmasının ardında yatan sebepleri açıklamaktan çok daha kolaydır. Bu bilim alanın­ daki hipotezler için de böyledir. Bazen bir inancın doğru olduğundan tam emin olsak da, o inancı sürdürmemiz için hiçbir sebep aklımıza gelmeyebilir. Bu gibi durumlarda sezgiye kredi verme eğilimindeyizdir. Bazı insan­ lar, sezginin, bilginin mistik bir kaynağı olduğunu düşünürler -normal yollardan sonuçlara ulaşmaktan farklı bir kaynak. Bazı­ larına göre bir kadının sezgisi sanki altıncı bir histir. Sezgisi güçlü insanlardan sanki özel bir yetiye sahip kimselermiş gibi bahsedi­ lir. Ne mutlu ki, sezgi bu şekilde görülmek zorunda değildir. Bir kimsenin bir durum hakkında samimi olmadığını sezdiğimizi var­ sayalım. Bu inanç için bilinen hiçbir delil olmayabilir; fakat bu, il­ gili hiçbir gözlemin yapılmamış olduğu anlamına gelmemelidir. Belki de o kimse, sorulan bir soruya cevap vermeden önce, çok kısa bir ân tereddüt etti veya belirli bir yüz ifadesini geçici olarak açığa çıkardı. Bu hususlar bir veri olarak kaydedilmemiş olsa bile, benzeri şeyler bizim o kimse hakkında şüphelenmemize yol aça­ bilir. Sürecin farkına varmasak bile, bu yapılmakta olan bir kıyas­ tır. Samimiyetsizliği duyulara dayalı bir ipucundan kaynaklanabi­ lir; mesela daha önce samimi olmadığına inanılan bir kimseyle arada kurulmuş bağlantı. Sadece ipucunun farkına varmamış ol­ makla kalmayıp, aynı zamanda daha önce o kimsenin samimiyet­ siz görülmesini unutmuş bile olabiliriz. Sezgiye yönelim, tahmin edileceği gibi, akılsal desteği az olan doktrinlerin taraftarları arasında yaygın olarak görülür. Aslında sezgiye açıktan bir yönelim yersizdir. Sezgi hakkında söylenecek tek şey, içinde sezgi bahsinin geçmediği şeylerdir: Duyulara daya­ nan, fakat o şekilde kaydedilmemiş ipuçları, çoktan unutulmuş inançlar, pek belirgin olmayan kıyaslar. Bu tür bir inancın temelini ortaya çıkarmak, inancı değerlendirmemize yardımcı olur; fakat akla uygun her bir inancın temelinin bu şekilde ortaya konmasını istemek, imkansızı talep etmektir. Bununla birlikte, maalesef, mekanizmanın net olmadığı yerler­ de eksikliği gidermek için, yetersiz bir açıklamayı ekleme eğilimi

Tümevarım, Kıyas ve Sezgi

83

vardır. Bu ilk dönemlerden beri gelişmiş bir eğilimdir: Bilgisizlikle yüzleşmektense, isteğe göre icat etme eğilimi. Bu eğilim, maddi faydalar temin etmiştir; bize pek çok efsane tanrılar getirmiştir. Bugünlerde, ciddi şekilde sunulmak üzere uydurulan hikayeler, otorite olma iddialannı güçlendirmek için, büyük bir olasılıkla bi­ limsel terimlere sarılı olarak gelir. Kullandığımız anlamdaki sade­ lik, rüzgara bırakılmıştır. Böylece duyulara dayalı ipuçlartmızı da­ ha açık bir şekilde belirleyemediğimiz durumları izah etmek ama­ cıyla tamamen uydurulmuş 'hâle' teorisine -insanları çevreleyen elektro-manyetik alanların ağızdan duyma hikayesine- ulaşırız. Tabii böyle bir teori bile, bir mekanizmayı açıklamak için sadece sezgiye başvurmanın yeterli olmadığını kabul eder. Aynı nedenle, içerikten daha çok, tercihe yönelik bir terim olsa da, halk arasın­ da dolaşan 'etki dalgaları' da böyledir. Sadece simaen tanıdığımız insanları, gördüğümüzde çıkartabil­ me kabiliyetini bir düşünün. Yakından tanıdığımız bir kimseyi, başkaları onu gördüğünde çıkarabileceği şekilde tarif etmekten tamamen aciz kalabiliriz. Bu, bizim esrarengiz bir kabiliyetimizdir. Bununla birlikte, kimse arkadaşlarımızı sezgi yoluyla tanıdığı­ mızı söyleme eğiliminde değildir; o açık olmayan bir biçimde tec­ rübeye dayanır. Biz görsel etkilere karşılık verir, onları bir ânda düzenler ve sonucu hafızada depolananla karşılaştırırız. Sonuncusu, bilgisayar dilinde yaygın olarak kullanılır. Gerçek­ ten de, makinalar, tanımanın bazı işlevlerini yerine getirebilirler. Mesela, makinalar elle yazılmış alfabe harflerini, yani matbaa harflerini olduğu kadar, el yazısını da okuyabilecek biçimde prog­ ramlanabilir. Onların bunu nasıl gerçekleştirdiğini biliyoruz; onlar kendilerine verileni, programlama yoluyla içselleştirilmiş olanla karşılaştırıyorlar. Bu tür araçları, yapay zeka olarak bilinen alan inceler. Yapay zeka normalde akıllı davranışı gerektiren görevle­ rin makinalar tarafından nasıl yerine getirilebileceğini araştırır. Bu alanın gelişmesi, psikolojide önemli ilerlemeler sağlayacak gibi gözükmektedir. Onun, özelde, insanların karmaşık nesneleri nasıl tanıdıklanna yüksek düzeyde bir açıklama getirmelidir. Kıyas sadece tikel tecrübelerden tikel beklentilere değil, aynı zamanda, genel hipotezlerden diğer genel hipotezlere de götüre­ bilir. Diyelim ki, belli bakteryel bir kültürden hazırlanan bir seru­ mun, bu bakterilerin sebep olduğu hastalığa karşı bağışıklık ka­ zandırdığına dair elimizde delil var. Eğer ilk hastalığa yol açan bakterilere çok benzeyen, başka bakterilerin yol açtığı yakından ilgili bir hastalık varsa, birincisine yönelik hazırlanan serumun

84

Bilgi Ağı

ikinci hastalığa da bağışıklık kazandıracağını düşünmemiz, akla uygundur. İlk serum hakkındaki inancımız, IV. Erdeme, yani ge­ nelliğe sahip olma iddiasındadır ve benzer bir serum hakkındaki inanca genişletilebilirse güçlenmiş olur. Dolayısıyla, herhangi bir deneyden önce bile, ikinci serum hakkındaki hipotezi olumlu de­ ğerlendirmemiz için elimizde neden vardır. Burada söz konusu olan hâlâ kıyastır; fakat o, iki tikelden daha çok, iki paralel kanun arasındaki bir kıyastır. Biz kıyası, tümevarıma genellemelerin yanından geçer biçimde gösterdik: Benzerlerden benzerlere doğrudan geçer olarak. Genel kanunlar arasındaki kıyasta yine yanından geçilen tümevarımcı bir genelleme vardır; fakat o, genellemenin bir üst derecesidir ve da­ ha sonra elde edilmeye çalışılabilir. Yukarıdaki örnekte, genelleme şu anlamda kapsamlı bir kanun olur: Belirli bir grup hastalığın her birine karşı bağışıklık, onlara yol açan bakterilerden hazırlanmış bir serum sayesinde sağlanır. Yukarıdaki ilk kıyasta iki hastalığı birbiriyle ilgili yapan benzerlikler açığa çıkarılarak küme betimle­ nir; dolayısıyla, o küme, ilgili tüm hastalıkları içerir. Şu âna kadar anlatıldığı şekliyle kıyas, öne doğru bir çıkanm sıçramasıdır. Bu sıçramanın takip ettiği yolun en üst noktası tüme­ varıma ulaşır. Kıyas, bir genelleme örneğinden diğerine, tümeva­ rımcı açık bir genelleme için durmaksızın geçer. Araya giren ge­ nellemeye hafifçe değinilmiştir; çünkü ilgi, çıkarımlanacak özel bir örneğin üzerine odaklanmış durumdadır. İlginin bu şekilde hasredilmesinin diğer bir etkisi şudur: Biz çıkanmlanacak bir örneğin farklı özelliklerine, genellemeyi hedeflediğimiz zamankinden daha fazla dikkat ederiz. Dolayısıyla, kendilerine kıyas edilen önceki ör­ nekler veya önermeler, çıkanmlanacak durumla çeşitli özellikleri paylaşacak şekilde seçilmelidir. Bu açıdan, serum örneğinde oldu­ ğu gibi, düz tümevarımdan farklı olarak, genellikle var olan tek örnekle idare etmek zorundayız; birden fazla benzerlik sebebiyle, tek örnek yeterli kanaati oluşturamayacak yapıdadır. Böylece, kı­ yas, çoğunlukla hafifçe değinilen bir tümevarım olarak görünmez ve kayıp genellemeyi yapabilmek her zaman kolay olmayabilir. 'Kıyas' kelimesi, çıkarımdan başka hususlar hakkında çoğun­ lukla doğru olarak kullanılır. O, yeni terimleri öğrenmenin ortak bir yolu için kullanılır. Örneğin, sınıf veya küme kavramları bir yı­ ğının bazı yönlerine kıyasla öğrenildiği gibi, atom veya elektron kavramları görülebilir bir parçacığın bazı yönlerine kıyasla öğre­ nilebilir. 'Kıyas' kelimesinin diğer kullanımları burada bizi ilgilen­ dirmiyor. Bütün bu kullanımların ortak özünü benzerlik' veya 'paralellik' yeterince içermektedir.

SEKİZİNCİ BÖLÜM TASDİK ETME VE REDDETME

u kitabın yazarlarından biri, görme bulanıklığıyla beraber baş

ağrılarına tutuldu. Onları önlemenin bir yolunu bulmaya doğ­ B ru atılacak ilk adım, bir açıklama getirmekti. Hatırlama ve dikka­ tin ışığında, baş ağrılarının tatlı turşu yemeyle bağlantılı olmasın­ dan şüphelendi ve tatlı turşuların baş ağrılarına yol açtığı hipote­ zini kurdu. Bu hipotezi düşündükten sonra tatlı turşuları bilerek bol bol yemeye başladı ve bir baş ağrısı kesin olarak belirdi. Tat­ lı turşu yememe baş ağrılarının yokluğuyla çakıştı. O ândan itiba­ ren hipotezi kabul etti, tatlı turşulardan uzak durdu ve bu tür baş ağrılarından kurtuldu. Bir hipotezi denemenin en belirgin yolu, onun sonuçlarını test etmektir. Tatlı turşuları yemenin baş ağrısına yol açıp açmadığı, eğer hiçbir baş ağrısı ortaya çıkmıyorsa, hipotez bir kenara atıla­ rak veya kısmen değiştirilerek bulunur. Eğer baş ağrısı beliriyorsa, hipotez tasdik edilmiş olur. Fakat hipotezin doğruluğu kesin­ leşmiş olmaktan çok uzaktır. Sadece bir engel aşılmıştır. VI. Bö­ lümde, konan noktalardan çeşitli eğriler çizilebileceğini belirtmiş­ tik. Bu şu anlama gelir: Ne kadar verimiz olursa olsun, birbiriyle uyuşmayan, fakat her biri bu verileri gerektiren pek çok hipotez olabilir. Bir hipotezi tasdik eden, diğer pek çok hipotezi de tasdik eder; veri sadece bir değil bir dizi hipotez için geçerlidir. Hipo­ tezler için, VI. Bölümdekilere benzer ölçütlere sahip olmamızı zo­ runlu kılan da budur; elbette bunun yanı sıra, onların gözlemimi­ zi gerektirmelerini zorunlu kılan şartlar da vardır. Erdemler açı­ sından bir hipotez, rakiplerinden kesin olarak üstün görülebilir. Turşu hipotezinin tasdik edilmesi daha ayrıntılı incelenebilir. Tek deney, hipotezi bir açıdan oldukça sınırlı bir şekilde tasdik

86

Bilgi Ağı

etmişti; farklı durumlarda, ek tasdik getirecek veya hipotezin yan­ lış olduğunu gösterecek bir şekilde başka deneyler gerçekleştiri­ lebilir. Diğer bir açıdan üzerinde karar kılınan hipotez, IV. Erdem (genellik) bakımından kısmen eksik gözükebilir; çünkü bu hipo­ tez, bir kimse tepki gösterirken diğer birinin tepkisiz kalmasının sebebi hakkında hiçbir imada bulunmamaktadır. Bu yüzden, sı­ kıntı çeken bir kimse, hipotezin düzeltilmesini isteyebilir; bu dü­ zeltme belki de bazı fizyolojik özellikleri belirli alerjik reaksiyon­ lara bağlayarak, o kişiye has bu yönü açıklayabilir. Bu tür ilişkiler hakkında tıbbi bilginin azlığı göz önünde bulundurulduğunda, ko­ nunun zorluğu ortaya çıkar. Dahası, sıradan art alan bilgisi açısın­ dan hipotezin belirli ölçüde akla uygun olduğu iddia edilebilir; bu, yenilen şeylerin beklenmedik fiziksel tepkilere sık olarak yol açtığı bilgisidir. Daha fazla öğrenebilmek için bildiklerimizin üze­ rine yeni bilgiler inşâ ederiz. Bunu gerçekleştirme, kabul ettiğimiz diğer hususlara uygun geçerli bir hipotezi bulma şansını en üst düzeye çıkarır ve böylece I. Erdeme, muhafazakârlığa hizmet eder. Bildiklerimizi kullanmak, aranan hipotezin üzerindeki yükü hafifletebilir ve onun daha sade olmasına izin verir; aynı zaman­ da II. Erdem de karşılanmış olur. Turşu hipotezi, günlük amaçlarımıza uyan pek çok hipotez gi­ bi eksiktir. Bu hipotez, ne kadar tatlı turşunun gerektiğini belirt­ mediği ve fazla yeme ile reaksiyon arasındaki sürenin ne olduğu­ nu bildirmediği için eksiktir. Onu ifade eden terimler açısından da kapalıdır; çünkü neyin tatlı turşu veya baş ağnsı olduğu hakkında şüpheler belirebilir. Genelde, bilimde kullanılan hipotezler günlük işlerde kullanı­ lanlardan daha kesin ve daha az kapalıdır. Mesela, suyun kayna­ ma noktası hakkında, saf suyun 760 milimetre basınç altında 100 derecede (santigrat) kaynadığını söyleyen bilimsel bir hipotez ve­ ya kanun vardır. Elbette ölçüm hiçbir zaman tam olarak kesin de­ ğildir; fakat bu hipotezden beklenen, basıncı 760 milimetreye ya­ kınlaştırarak ve aynı zamanda suyu gitgide arıtarak, kaynama noktasını arzu ettiğiniz oranda 100 dereceye yaklaştırabilmenizdir. Kesinlik, VI. Erdem olarak VI. Bölümdeki beş erdem listesine eklenebilir. O erdemler gibi, kesinlik de bir hipotezin akla uygun­ luğuna katkıda bulunur ve bunu dolaylı biçimde gerçekleştirir. Bir hipotez ne kadar kesinse, ürettiği her başarılı tahmin tarafın­ dan o kadar kuvvetlice tasdik edilir. Bu, rastlantıların nispeten muhtemel olmamaları sebebiyledir. Eğer hipoteze dayalı bir tah-

Tasdik Etme ve Reddetme

87

min, ilgisiz nedenlerden dolayı doğru çıkarsa, bu bir rastlantıdır ve bir hipotez ne kadar kesinse, bu tür bir rastlantıya o kadar az yer vardır. Eğer hipotez, turşunun on iki ila on üç dakika içinde bir baş ağrısı doğuracağını kesin olarak söylüyorsa, onu tasdik eden baş ağrısı, bir rastlantı olarak kolayca bir kenara bırakıla­ maz. Diğer yandan, eğer hipotez, turşunun zaman içinde baş ağ­ rısı doğuracağını kesin olmayan bir dille söylüyorsa, bir sonraki baş ağnsı muhtemelen rastlantıdır. Bu iki örneğin gösterdiği gibi, kesinlik temelde niceliğin ölçül­ mesiyle gerçekleşir. Hipotezlere niceliği şırıngalamanın önemli bir faydası birlikte değişim veya işlevsel bağlantıdır. Basıncı 760 mili­ metreden daha aşağı veya yukarı bir rakama çevirdiğinizde, su­ yun kaynama noktasını 100 dereceden, basınca karşılık gelen da­ ha aşağı veya yukarı bir rakama değiştirmiş olursunuz. Bir niceli­ ğin dalgalanmasının açık bir şekilde diğer bir niceliğin dalgalan­ ması olduğunu belirten bir hipotez kurulduğunda, başarılı tah­ minlerin tasdik edici gücü bir hayli yükselir. Kesinlik, genelliği bazen engeller bazen engellemez. Saf su­ yun kaynama noktası, basıncın aritmetik bir fonksiyonu şeklinde ifade edildiğinde, suyun kaynama noktası hakkındaki hipotez ke­ sinliğinden bir şey kaybetmeksizin, 760 milimetreden başka ba­ sınçlara genellenebilir. Diğer yandan, saf olmayan suları içeren bir genelleme yapmak istiyorsak, kesinliği terk etmeliyiz; çünkü katkıların kaynama noktası üzerindeki etkileri, sadece onların miktarına değil, aynı zamanda yapılarına da bağlıdır. Ölçme, kesinliğin tek kaynağı değildir. Kesinliği arttırmanın di­ ğer bir yolu, terimleri yeniden tanımlamadır. Biz, net ve kesin ol­ mayan bir terimi alıp işe yararlılığına bir zarar vermeden onun an­ lamını keskinleştirmeye çalışırız. Onu bu şekilde keskinleştirirken terimin kullanımında bazı değişikliklere neden olabiliriz; yeni bir tanım, terimin daha önce kullanılmadığı bazı şeyler için kullanılma­ sını sağlayabilir ve daha önce kullanıldığı bazı şeyler için kullanıl­ masına engel olabilir. Önemli olan değişmelerin zararsız durumlar­ da ortaya çıkması ve bu yüzden kesinliğin herhangi bir kayba uğ­ ramadan kazanılmasıdır. Günlük terimlerle kısaca ifade edilebilen ve geniş uygulama alanı olduğu iddia edilen hipotezler, nadiren is­ tisnasızdırlar. Bu da zaten beklenir; çünkü günlük terimler genelde serbest konuşmanın yaygın olduğu günlük işlere uygundur. Felsefeciler daha önce net olmayan bir terime veya kavrama kesin bir anlam verdiklerinde, bu, o terimin veya kavramın izahı

88

Bilgi Ağı

olur. Örneğin, diğerlerinin yanı sıra, tümdengelim, olasılık ve hesaplanabilirlik kavramlarının başarılı izahları bulunmuştur; izah­ lar açıklığa doğru atılan adımlardır. Fakat bunda felsefeciler yal­ nız değildir. Biyologlar halk arasında kullanılan 'balık' teriminden balinala­ rı çıkararak, ona net bir tanım verdiklerinde, kesinliği ve daha pek çok şeyi kazandılar; çünkü yeni ayırım, teoriye başka yerden dahil olan biyolojik özellikleri ortaya çıkardı. Fizikçiler de 'mo­ mentum' ve 'enerji' gibi terimleri yeniden tanımladıklarında ben­ zer kazançlar elde ettiler. Başka bir alana bakacak olursak, mah­ keme kararları, açık tanımlara başvurmaksızın hukuki kavramla­ rın keskinleşmesine katkıda bulunurlar. Örneğin sözleşmeler, do­ landırıcılık ve komplo hakkındaki kararlar, bu kavramların alan­ larını belirlemede yeni ölçütler verebilir. İngiliz hukukunda, eski kararlar mümkün olduğu kadarıyla pratikte ölçüt olarak kullanılır ve daha sonra, eski hatlar başarısız kaldığında, yeni kararlar ara­ cılığıyla daha ince hatlar çizilir. Şimdi tasdik etmeyi yakından incelemek üzere geri dönelim. I'den Vl'ya kadar olan Erdemler, bir hipoteze inanmak için gerek­ çeler ortaya koysa da, tasdik olarak anılmazlar; bu terim daha dar bir biçimde, deneylerdeki tasdik için kullanılır. Tasdik söz ko­ nusu olduğunda, bir hipotezi tasdik eden onun tahminlerinin doğ­ ru çıkmasıdır. Daha özelde, hipotez, kendisine tümevarımla ulaşı­ lan bir genellemeyse, bu tahminler sadece genellemenin örnekle­ ridir. Dolayısıyla, bir tümevarımı, örnekleri tasdik eder. Her bir yeşil zümrüt, kendi çapında, bütün zümrütlerin yeşil olduğunu tasdik eder. Fakat bütün genellemeler, örnekleri tarafından tasdik edilmez­ ler. Goodman'ın kurduğu yevi zümrüt örneğinden alınan ders buy­ du. Dönüm noktası olan gece yansından önce incelenen bir veya bin yevi zümrüt, bütün zümrütlerin yevi olduğu şeklindeki genel­ lemenin tasdik edilmesine hiçbir katkıda bulunmaz. Yevi atfedile­ mez. "Bütün zümrütler yevidir." tümevanm kuralına göre oynanan bir oyun değildir. Tek kelimeyle, "Bütün zümrütler yevidir." kanunumsu değildir. Kanunumsu genel bir cümlenin örnekleri, kendisi­ nin tasdik edilmesine katkıda bulunur; dolayısıyla, o cümle atfedilebilen yüklemleri taşır. Bu tür cümleler kanun yerine kanunumsu adını alırlar; çünkü bu terim, onlann doğru olmalarını gerektirmez. "Bütün zümrütler yeşildir." ve "Bütün zümrütler mavidir." denk bi­ çimde kanunumsudur, fakat sadece birincisi doğrudur.

Tasdik Etme ve

Reddetme

89

Bu noktada, teknik bir inceltme gerekmektedir. Dikkat edil­ mesi gereken şudur: Yeşil olmayan her şey, ancak ve ancak züm­ rüt olmadığında, bütün zümrütler yeşildir. İki cümle mantıken bir­ birini gerektirir (IV. Bölüm); bunlar mantıken denktirier. O hâlde, birini tasdik eden her şeyin, diğerini de tasdik etmesi kesindir. Fa­ kat, "Bütün zümrütler yeşildir"i, onun örnekleri olan yeşil zümrüt­ ler tasdik eder ve bunlar "Bütün yeşil olmayan şeyler zümrüt değildir"in örnekleri sayılmaz. Sonuncusunun örnekleri yeşil-olmayan zümrüt-olmayanlardır; mesela tavuklar. Tavuklar, "Bütün zümrütler yeşildir"! tasdik etmez; bu yüzden onların, "Bütün yeşil olmayan şeyler zümrüt değildir"i tasdik ettiği de söylenemez. Eğer kanunumsu cümleler basitçe, örnekleri tarafından tasdik edi­ len genel cümleler olarak tanımlanırsa, "Bütün yeşil olmayan şey­ ler zümrüt değildir." cümlesi, kanunumsu olma özelliğine sahip olmaz. Fakat bu sonuç yine de kabul edilemez; çünkü cümle, "Bütün zümrütler yeşildir." kanununa denktir. Bu sorun çağdaş felsefeci Carl G. Hempel tarafından ele alındı. Sorunu aşmanın bir yolu, kanunumsu cümlelerin sadece örnekleri tarafından tasdik edilen cümlelerden değil, aynı zamanda bu tür cümlelere mantı­ ken denk cümlelerden de oluştuğunu belirterek, kanunumsu olma tanımını genişletmektir. Çoğu zaman pratikte, bizi tatmin edecek derecede atfedilebilirliği tanıyabilmekte bir sorun çıkmamaktadır. Açık örnekleri arasın­ da, "Bütün lisans derslerinin final imtihanları vardır." "Her bir hid­ rojen molekülünde iki atom vardır." ve "Işığın yoğunluğu kaynağı­ nın uzaklığının karesiyle ters orantılıdır." verilebilir (Bir cümlenin kanunumsu olabilmesi için, doğru olmasının gerekmediğini hatırla­ yın). Sınıra yakın bir çift cümleye örnek olarak da, "Pazartesi günü cebimdeki madeni paraların tümü on sentlerden oluşuyordu." ve "Önümüzdeki sene elime geçecek her bir madeni para 1929'dan sonra basılmış olacaktır." gösterilebilir. Bu cümlelerden ilki, sınırın dışında kalıyor gözükmektedir; çünkü örneklerden birinin doğru­ lanmasının diğerini daha muhtemel yapacağı şüphelidir; ikincisi kanunumsu olarak kabul edilebilir. Çoğu zaman pratikte bu ayırı­ mı yapmaya hazır oluşumuz, atfedilebilir özelliklere olan yatkınlı­ ğımızın basit bir belirtisidir. VII. Bölümde bu yatkınlığın kısmen evrimden miras kalan bir sonuç olduğunu varsaymıştık. Yine de tipik olarak, kanunumsu bir genelleme, örneklerinin her biri tarafından tasdik edilir. Tabii örnek, genellemeyi sağlamlaştırmaz; fakat onun akla uygun olmasına katkıda bulunur. Di-

90

Bilgi Ağı

ğer yandan, tek bir yanlış örneği bile olsa, o düzeltilemez bir hâlde yanlıştır. Bu yanlışlığı gerektiren herhangi bir hipotez, hat­ ta herhangi bir ifade, bizatihi yanlıştır. Bu asimetri saf mantıktır: Doğruyu gerektiren, doğru veya yanlış olabilir; fakat yanlışı ge­ rektiren, yanlıştır. Bu yüzden, doğru bir hipotezi tespit etmekten yanlış bir hipo­ tezi reddetmek daha kolay gibi gözükebilir. Eğer bir hipotez, ba­ zı gözlemleri gerektiriyorsa, tahmin ettiği bir gözlem gerçekleş­ mediğinde, hipotezi hemen yanlış diye terk etmeye hazır oluruz. Fakat aslında hipotezlerin reddedilmesi bu kadar basit değildir. VI. Bölümde V. Erdem, reddedilebilirlikle ilgili olarak söyledikleri­ mizden bunu zaten biliyoruz; bir de destekleyici koro meselesi vardır. Gerektirmeyi yapan tek başına düşünülmüş hipotez değil, daha ziyade, hipotezle birlikte destekleyici art alan inançlarının korosudur. Genelde gerektirilen sadece basit bir gözlem değil, daha ziyade, şartlı bir tahmindir; eğer belirli bir adım atılırsa göz­ lem takip edecektir. Herhangi bir hipotezi bir kenara bırakma, zıt gözlem karşısında tutarlılığı elde tutmanın pek çok yolundan sa­ dece biridir; inançlarımızı düzene koymanın ilkede pek çok alter­ natif yolu vardır. Saf suyun 760 milimetre basınç altında 100 derecede kaynadı­ ğı hipotezini ele alalım. Bizim oldukça saf sandığımız bir miktar suyun hemen hemen 760 (milimetre) basınçta 92 derecede kay­ namış olduğunu varsayalım. Burada çelişen sadece (a) hipotez ve (b) 92 derecede kaynama değildir. Hemen çelişkiye iki ortak da­ ha katılır: (c) suyun saf olduğu ve (d) basıncın 7ö0'a yeterince ya­ kın olduğu inançları. Hipotezi bir kenara atmak, tutarlılığı elde tutmanın bir yoludur; fakat bunun başka yolları da vardır. Tabii ki, hiçbir bilim adamı bu durumda hipotezi inkar etmez; çünkü o, kimyanın oldukça saygın bir kısmını oluşturur. Bunun yerine o, her biri sorgulamaya açık olan (b), (c) veya (d)'yi yeniden göz­ den geçirecektir. Gerçekte (b), (c) veya (d)'nin her biri, sırayla fi­ ziğin veya kimyanın bazı bölümlerine dayanır. Bu, mevcut bir sı­ vının basıncının ve ısısının ne olduğunu ve ne zaman kaynamaya başladığını ve saf su olup olmadığını belirlemede kullandığımız yöntemler aracılığıyla gerçekleşir. O hâlde, gözlemden daha baş­ ka hususlar, (b), (c) veya (d)'yi kabul etmemizde etkendir, (b), (c) veya (d)'nin temelinde yatan genel hiçbir inancı sorgulamasak bile, saatleri ve aletleri yanlış okuma da mümkündür. Örneğimiz­ de tehlikeye giren, inanç kümesinin tamamıdır. Bazen, bu durum

Tasdik Etme ve Reddetme

91

söz konusu olduğunda kümenin hangi elemanlarının reddedilme­ sinin en uygun olacağı nispeten açıktır, bazen II. Bölümdeki Bab­ bitt ve Cabot durumunda ortaya çıktığı gibi açık değildir. Bazı gözlemlerden, çoğunlukla bir hipotezin sonuçları olarak bahsederiz. Ancak, daha dikkatli bir incelemeyle, onların sadece o hipotezin sonuçlan değil, yaptığımız diğer varsayımlarla birlikte hipotezin sonuçlan olduğunu görürüz. Hipotez ne kadar kesinse, bu o kadar muhtemeldir; çünkü onun şartları ne kadar ayrıntılı olursa, bu şartların karşılandığını görmek için o kadar çok tekniğe ve önceden kabul edilmiş inançlara ihtiyaç duyarız. Biraz önce dikkate alınan hipotezde, diğerlerinin yanı sıra, suyun saf ve ba­ sıncın 760 milimetreye yeterince yakın olduğunu belirlemek için bazı tekniklere gereksinim duyduk. Bir hipotezin yanlış olduğunu belirlerken uyguladığımız tek yöntem, kullandığımız şeyin yanlış olduğunu göstermektir; bu yanlış, belki denenen hipotez ve belki başka bir inançtır. Görüldüğü gibi, kesin hipotezleri tek başına denemek zordur. Onlar beraberinde diğer inançlan taşıma eğilimindedir. Diğer yandan, nelerin kesin olmayan hipotezleri gerektirdiğini tam ola­ rak belirlemedeki zorluklar nedeniyle, o hipotezleri denemek de zor olabilir. Turşu hipotezi bunun bir örneği olarak görülebilir. Yine "Su 100 derecede kaynar." hipotezi, şartları kesin olarak be­ lirlenmediğinde, tamamen yanlış değilse bile, değerlendirilme yö­ nünden bir hayli eksiktir. Hipotezler; diğer hipotezler ve en nihayet gözlem tarafından, farklı derecelerde desteklenir. Bazı bilim felsefecileri, sayısal ihti­ mal hesaplarını, desteğin sıkılığının ölçüsü olarak uygulamaya ça­ lıştılar. Talih oyunlannda hipotezlerin ihtimal hesaplan anlamlıdır; gerçekten de bu, ihtimal hesabının başladığı yerdir. Pokerde, bir sonraki elin floş olacağı hipotezine 505'te l'den az bir ihtimal ver­ mek için görünür bir neden vardır. Bu hesaplamada hangi bilginin kullanılması gerektiği açıktır; çünkü biz, destede hangi kağıtların olduğunu ve her bir oyuncunun beşer tane kağıt alacağını biliyo­ ruz; fakat ne kağıtların sırasını ne de diğer etkilerden herhangi bi­ rini bilmekteyiz. Sonuç olarak, eldeki bu bilgi, sorunu, bir araya gelen kağıtların hesaplanmasına indirger. Daha büyük bir dünya­ da, bir hipotezin -diyelim ki, evrenin bir patlamayla başladığı veya Babbitt'in katil olduğu hipotezinin- ihtimalini hesaplamaya nasıl başlayabiliriz? Bütün ilgili bilgilerin kataloglanması sorunu da söz konusudur. Aynı zamanda, ilk bakıldığında ümitsiz gibi gözüken

Bilgi Ağı

92

daha büyük bir problem ortaya çıkacaktır; o da, bütün alternatif ihtimalleri eşit parçalar hâlinde görülebilen bölümlere ayırmadır; ki, birliktelikleri hesaplamaya hazırlık mahiyetindedir. Hipotezleri­ mizin tasdik edilme derecesini göz önüne alırken, bazılarını diğer­ lerinden daha çok tasdik edilmiş ve bazılarını bu açılardan hiç de­ ğerlendirilemez olarak kabul etmekten başka çaremiz, en azından şimdilik, yoktur. Bunu pratik bir durum olarak görmeliyiz; hatta bazı felsefeciler bunu ilke açısından zorunlu görür. C. S. Peirce, tü­ mevarım hakkında yazarken, bu noktayı şöyle ifade etmiştir: Tümevarımın, sonucuna bir ihtimal kazandırdığı düşünülebilir ve çoğunlukla düşünülmüştür. Fakat tümevarım bu yoldan doğruya götürmez. O sonucuna kesin hiçbir ihtimal kazandırmaz. Evrenle­ ri kese kağıdından seçip âdeta onlardan kaçında kanunun geçerli olduğunu tespit edebilirmişiz gibi, bir kanunun ihtimal hesapla­ rından bahsetmek saçmalıktır. (...) Tümevarımın yaptığı (kısaca, uzun vadede doğruya yakınlaşan bir süreç başlatması) (...) ama­ ca çok daha uygundur.1 Kumar cehenneminin dışında bile, bir hipotezin ihtimalini an­ lamlı bir biçimde hesaplayabileceğimiz duaımlar vardır. Farz edelim, şimdiye kadarki istatistikler belirli bir hastalığa karşı aşı­ lamanın % 93 oranında etkili olduğunu göstersin. Yakın zamanda aşılanmış ve daha sonra mikrobu kapmış bir kimsenin (mesela Zee'nin) hastalığa yakalanmayacağı hipotezine % 93'lük ihtimal vermek mantıklıdır. Fakat bu, kabul edilen sınırlı bilgiye bağlı olarak mantıklıdır; bu açıdan o, bir sonraki elin floş olacağı hipo­ tezi gibidir. Bir hipoteze ihtimal tanımanın en anlamlı örneği şudur: O hi­ potez oldukça iyi bir şekilde belirlenmiş ve gözlemlenebilir bir olayın, oldukça iyi bir şekilde belirlenmiş gelecek bir zamanda gerçekleşeceğini söyler. Zee'nin örneği böyledir; aynı şekilde, bir sonraki elin floş olacağı örneği de. Biri tahmin olarak nitelenir, di­ ğeri zayıf bir şans; fakat sadece ilkinin ihtimalinin yüksek, diğeri­ nin düşük olması sebebiyle. Ne tür bir art alan bilgisinin göz önüne alınacağına karar ver­ me ihtiyacı daima ortadadır. Bu sınırlamayı değişik yollardan be­ lirleme, farklı ihtimal hesaplarını ortaya çıkarır. Wolfwhistle Ma­ hallesindeki kayıtlı seçmenlerin % 60'ının Demokrat Partiye üye olduğu göz önüne alındığında, o mahallede kayıtlı Mr. Ledging1

Collected Papers, cilt 2 (Cambridge, Mass.- Harvard, 1932), s. 499-500.

Tasdik Etme ve Reddetme

93

ton'ın bir demokrat olma ihtimalinin % 60 olduğunu çıkarabiliriz. Fakat Milli Tycoon Derneğinin üyelerinin % 80'inin Cumhuriyetçi Partiye üye olduğu ve Mr. Ledgington'nın oraya üye olduğu bili­ nirse, en iyi durumda % 20'lik bir ihtimal söz konusudur. Her iki veri bir araya getirildiğinde ve başka hiçbir veri olmadığında, ihti­ mal hesabını yapmakta oldukça zorlanırız. Genelde ümitsiz bir vaka olan bir hipotezin ihtimal hesabı, anlamakta zorlandığımız, ihtimal hesabı hipotezi ile karıştırılma­ malıdır; sonuncusu istatistiksel bir hipotezdir. Sonuncuya örnek olarak, doğan çocukların % 51'inin erkek olduğu veya gelecek yıl aşıların % 93 oranında başarılı olacağı verilebilir. Bu istatistikler, aslında sadece rakamsal hipotezlerdir. Gerçekten de, ikinci ör­ nek, özde sadece bir tahmindir ve birkaç yıl içinde doğruluğu ta­ mamen kontrol edilebilir. Aynı cinsten hipotezler genellikle gün­ lük dilde 'genellikle', 'pek çok' ve 'çoğunlukla' gibi kelimelerin yardımıyla daha belirsiz bir biçimde ifade edilir. Fakat modern fi­ zikte daha inatçı ve önemli oranda istatistiksel olan hipotezler vardır. Kuantum mekaniğine göre, elementer parçacıkların davra­ nışları prensipte belirli açılardan rastlantısaldır. Fakat önemine rağmen, okuyucuyu teorinin bu alanına çekmeye çalışmayacağız.

DOKUZUNCU BÖLÜM AÇIKLAMA

* yi bir hipotezin ilk faydası tahmine yardımcı olmasıdır. Çünkü Isonuçlarını davranışlarımızın sonuçlarını veya diğer gözlemlenen olayların tahmin sayesinde, çevremizi bizim için en yararlı bir şekle döndürmeye gücümüz yeter. Aynı zamanda, tersinden ba­ kıldığında, iyi bir hipotez şimdiye kadar gözlemlenmiş olayları açıklayarak, zihinsel merakımızı tatmin etme hizmetinde bulunur. İlk bakışta boş görünen bu tür bir merak yerinden oynatıldığında hâlâ faydadan hâli değildir; çünkü geçmiş olayların açıklanmasın­ da ihtiyaç duyduğumuz hipotezler, gelecekteki olayların tahmini­ ne de yararlar. Merak böylece, kediyi öldürmüş olsa da, hayatta kalabilme değerine sahiptir.* O, çabucak yatıştırılacak bir iştah değildir. Açıklama, aşağı yukarı benzer şeyler açısından bir arzu­ yu tatmin eder. Açıklayıcı bir kanuna, bu kanunu açıklayacak da­ ha geniş veya derin bir kanun (ve onu da açıkalayacak başka bir kanun...) bulma arzusuyla karşılık verebiliriz. Bilim tarihi dediğimiz şeyden etkilenmeyecek kadar iletişim­ den uzak, iç bölgeden deniz kenarına göç eden bir kabile düşü­ nün. Bu kabiledekilerin, kısa süreli gelgitleri (denizin kabarması ve çekilmesini) görebileceklerini tahmin edebiliriz; bu kimseler dikkatlice bakarlarsa, gelgitle ayın konumunun bağlantılı olduğu­ nu hemen fark edeceklerdir. Özellikle, çoğu sahil kenanndaki yerler için doğru olanın kendi yerleri için de doğru olduğunu bu­ labilirler: Ay, tam tepeyi biraz aşınca kabarma yüksek düzeyde­ dir. Bu haliyle, bizim standartlarımıza göre zayıf olsa da, bu bir kanundur. Az bir gözlemle kolayca bulabilecekleri bir kanundur ve hemen tasdik edilmesi beklenir. Kabilenin, ölçüme uygun bir * "Merak kediyi öldürür" {Curiocity kills the car) İngilizcede bir deyimdir (Çev.).

96

Bilgi Ağı

limanın kıyısında yerleşmiş olduğunu varsayıyoruz, yani ay en te­ pedeyken kabarmanın üst düzeyde gerçekleştiği bir liman. Eğer kabilemizdekiler meraklı ve gözlemleyici iseler, bu kü­ çük kanunlarını geliştireceklerdir. Ayın konumlarıyla suyun çekil­ mesinin zamanları arasında bağlantı kuracaklar ve ayın gözük­ mediği zamanlarda suyun kabarmasını bekleyeceklerdir. Ay ol­ madığı zamanlardaki kabarmanın, ayın tam tepedeyken gerçekle­ şen kabarmaya göre daha fazla olduğunu fark edeceklerdir. Gitgi­ de, ayın yeni ve dolunay olduğu zaman, gelgitin en üst seviyede olduğunu görmeleri de gerekir. Kabilemizdekilerden bazıları buluşlannı formül hâline koymada pek becerikli olmasalar bile, onlar ayın konumlan ve evreleriyle su seviyesi arasında akla uygun yaklaşık bir çıkanm yapmayı, kısa bir sürede veya birkaç ay içinde öğreneceklerdir. Bu durumda, bir sonraki dolunayda ve ayın en tepede olduğu zaman, suyun ne ka­ dar kabaracağıyla ilgili tahminler yapabilirler. Planlarında bazı sapmalann olduğunu görmeleri zaman alabilir; ki, biz bu sapmaları ayın uzaklığı ve eğimindeki değişikliklerle açıklamaktayız. Fakat kabaca olsa da, elde ettikleri, kesinlikle bir kanun olarak görülebi­ lir ve onlar bununla gözlemlenen gelgitleri açıklamış olurlar. Onlann açıklamaları, bulunabilecek en iyi açıklamadan daha eksik görülebilir. Bunun nedeni, en azından dıştan bakıldığında, sadece eksik hipotezler üzerine kurulu olması değildir. Açıklama, ayın gelgitlerle olan ilişkisinin sebebini cevapsız bırakmaktadır; sistemle ilgili hiçbir izah getirmemektedir. (Ne de güneşin konu­ muyla gelgitler arasındaki ilişkiden bahsetmektedir; fakat bunun büyük bir kısmı, ayın evrelerine dikkat edilerek kapsanmış olur). Niye ayın gelgitlerle ilişkili olduğunu sormak, daha derin bir açık­ lamayı -kabiledekilerin buldukları kanunun açıklanmasını- gerek­ tirir. Bu tür ileri bir açıklama şu âna kadar elde edilmiş olan açık­ lamayı genişletecektir. Eğer kabiledekiler arasından Newton deha­ sına sahip bir kimse çıkarsa, yer çekimi kanununun bir benzerini düşünebilir. O zaman böyle bir kanun daha alt düzeydeki kanunu açıklayacak ve gelgitlerin daha derinden ve daha güçlü bir açıkla­ masını yapacaktır. Gerçekten de ayın, güneşin, yeryüzünün ve de­ nizin belirli zamanlardaki görece konumlarıyla birlikte, kütleleri hakkında yeterli veri elde edildiğinde, gelgit olayı çıkarımlanabilir bir hâle gelecektir. Aslında gelgitleri bu şekilde hesaplamada orta­ ya çıkan bazı sorunlar vardır; teorik olarak çıkarımlanan sayısal değerler, okyanus yataklarının derinliği ve sahillerin kıvrımlarıyla, hatta yeryüzünün esnekliğiyle çelişebilir. Ama eğer kabiledekiler

Açıklama

97

arasından bir Newton çıkabileceğini düşünebilirsek, gerekli yan etkenlerin hesaplanmasına yardım edebilecek yetkin yer bilimcile­ rinin veya okyanus bilimcilerinin olabileceğini de hayal edebiliriz. Hatta bu derecede basan bile, açıklama açısından son söz ol­ mayabilir. Günümüz fizikçilerinin yaptığı gibi, kabiledekiler çe­ kim kanununu da sırasıyla kapsayabilecek daha güçlü bir kanunu veya kanunlar kümesini, mesela bir birleşik alan teorisini, araya­ bilirler. Her anne babanın yakından bildiği gibi, bir hikaye ne ka­ dar anlatılırsa anlatılsın 'neden' sorusu hâlâ sorulabilir. Çekim kanununun, başta gezegenlerin hareketlerini, ayın gel­ git üzerindeki etkisini ve düşen cisimlerin kanununu açıkladığı ilan edildi. Sonraları daha geniş uygulama alanları ortaya çıktı. Bir örnek vermek gerekirse, bu, fizik biliminin alt dalına doğru atılan bir adjmdı ve neticede füze fırlatımını doğurdu. O hâlde, daha net bir açıklama fikri, bilgimizin nasıl geliştiğine dair düşüncelerimizi derinleştirebilir. Açıklayıcı bir hipotezle açıkladığı şey arasındaki ilişki, mantık­ sal gerektirme gibi gözükmektedir; en azından, bunun böyle ol­ ması akla uygundur. Yani, eğer bir insan başından bir hipoteze inanıyorsa, onun açıklama iddiasında bulunduğu şeye inanmaya meyledecektir. Fakat gerektirmeyle arasındaki benzerlik zayıftır. Hipotezler doğrudan gerektirdikleri şeyleri bile açıklamaya her zaman yetkili değildir. Moliere'in komedisinde afyonun niye uyku getirdiğine dair doktorun iddia ettiği açıklamayı hatırlayalım: Onun virtus dormitivası (uyutucu bir gücü) vardır. Biz açıklanma­ sı gerekenin yeniden ifadesini bir açıklama olarak kabul edeme­ yiz. O zaman daha fazlasını gerektiren bir açıklamayı şart mı ko­ şalım? Fakat bu şart da hâlâ yeterli değildir. "Afyon, haşhaştan el­ de edilir ve uyku getiricidir." ifadesi afyonun niye uyku getirici ol­ duğunun bir açıklaması değildir; daha fazlasını, yani afyonun haş­ haştan elde edildiğini gerektirse bile. Genel bir ifadeye ve onun tekil bir örneğine ne demeli: Biri di­ ğerini açıklar mı? Her zaman değil. Açıklanacak olan, bir olay veya olaylardan oluşan bir sistemse, açıklama, sebeplilikle ilgilidir. Bir kimse hastalandığında ve hastalığının sebebinin katıldığı ziyafet olup olmadığını düşündüğünde, bütün misafirlerin hastalandığı ha­ beri gerçekten de açıklayıcıdır. Diğer bir yandan, hastalığın aniden belirmesinden, sebebin ziyafet olduğunu zaten biliyorsa, o zaman diğer misafirlerle ilgili haber açıklayıcı değildir; bu duaımda keklik veya istiridyeler hakkındaki özel bir hipotez açıklayıcı olacaktır. Hipotez, bir olayı, onun sebeplerini aramamızda bize yardımcı ol-

98

Bilgi Ağ,

duğu sürece açıklar. Verilen örneğin vurguladığı gibi, bize ne kadar yardımcı olacağı, kısmen başlangıçta ne kadar bildiğimize bağlıdır. Bullwhip Fudgies'in hisselerinin pazartesi günü iki puan yük­ selmesinin açıklaması ne olabilir? Salı gününün gazetesi buna bir açıklama olarak değil, bir delil olarak gösterilebilir. Bir grevin so­ na ermesi veya bir birleşme dedikodusu, bu yükselmenin açıkla­ ması olarak alınabilir; gazete ise, başka bir şeyin açılaması ola­ rak, bu yükselme hakkındaki bilgimizin açıklaması. Afyon örneğinde ve yine ziyafet örneğinde, gerektirmenin açık­ lama yerine geçemeyeceğini gördük. Bir hipotezin bir şeyi izah et­ mesi için, onu gerektirmesi yeterli değildir. Dahası, zorunlu da de­ ğildir; çünkü gerektirmeden açıklayan istatistiksel hipotezler var­ dır. Bir kimsenin herhangi bir durumda bulaşıcı bir hastalığa ma­ ruz kalmış olması, o hastalığa yakalanmasının bir açıklaması ola­ rak kabul edilebilir, fakat kesin bir gerektirmenin içerilmemiş ol­ ması sevindiricidir; maruz kalanlardan bazıları, sonuçları taşıma­ yabilir. Hipotezi açıklayıcı yapan tek şey, onun bir sebeplilik bağı­ nı öne sürmesidir. Böyle bir öne sürüş bizim için hiç de tatmin edi­ ci olmayabilir. Biz arkadaşlarının değil de niye bu kimsenin hasta­ lığın neticelerini gösterdiğini öğrenme ümidiyle araştırmayı sürdü­ rebiliriz. Bunu yapmak, tam bir açıklama aramak olacaktır. Sebep hakkında ne diyebiliriz? Fizikçiler çekme ve itmenin bazı temel güçlerini ayırmaya çalışıyorlar. Birleşmeleriyle tüm olup bitenleri gerçekleştiren bu güçler, ne kadar az olursa o ka­ dar iyidir. Bilardo toplarının etkisi iyi bilinen bir örnektir; daha sonra çekim ve manyetik alan gelir. Parçacıkların itmesi veya çekmesinden oluşan çoğu küçük olay zinciri büyük bir olaydan diğerine götürür: Bayan O'Leary'nin ineğinin tekmesiyle devrilen bir lambanın Chicago yangınına yol açması gibi. Sebebin sonuca olan ilişkisi, bu türdendir. Bayan O'Leary'nin ahırındaki olay ger­ çekte yangının sadece kısmi bir sebebini oluşturur; ona diğer olayları, mesela güneybatıdaki yüksek hava basıncını ve buna bağlı diğer sebepler zincirini ekleyerek Chicago yangınına ulaştı­ ğımızda, yangının tam bir sebebine doğru ilerlemiş oluruz. Sendika işçilerinin anlaşmasının Bullwhip'in hisselerinin değeri üzerindeki etkisi, benzer biçimde temel fiziksel güçler zincirine dayanıyor görülebilir. Sendikayla pazarlık masasında oturan bir adamın kulak zarları üzerindeki etkiler, onun kalkıp telefona git­ mesine sebep olacak şekilde sinir sistemini harekete geçirebilir. Tel üzerindeki güçler diğer kimselerdeki hareketlenmeleri ortaya çıkarır. Bu, birbiri üstüne, panolarda ve telgraf şeritlerinde Bullw-

Açıklama

99

hip hisseleri için daha yüksek değerlerin ortaya çıkmasına sebep oluncaya kadar devam eder. Tabii, pazarlık masasındaki adamın duyduklarına, o şekilde karşılık vermesini ve bu arada diğerleri­ nin de uygun biçimde karşılık vermelerini sağlamak için pek çok şey olmuştur; epey yardımcı sebeplilik lifleri söz konusudur. Yine de, eğer fizikçiler haklıysa, bütün bunların tamamı son noktada temel fiziksel güçlerden oluşur. Çoğunlukla davranışları, niyet ve amaçlar açısından açıklarız. Psikoloji bir bilim olarak fiziğe göre çok daha az gelişmiş olsa da, bu tür açıklamalar işimize yarar. Bu yüzden, onlara saldırmaya gerek yoktur. Onları fiziksel açıklamalarla çelişir görmeye de ge­ rek yoktur; aslında bu tür açıklamalar onları bir bakıma tamamlar ve genişletir; basit gelgit olayının çekim kanunuyla genişletildiği gibi. Çünkü bir niyet veya amaca yönelik sinirsel uyarımların baş­ latmadığı hiçbir hareket yoktur. Bu uyarılar kasları gerer ve birey harekete geçer. Bir kimsenin şiddete dayalı davranışını açıklamak üzere onun sadakatini veya içerlemesini, şehvetini veya açgözlü­ lüğünü belirtsek bile, temel fiziksel güçlerin oluşturduğu sebepli­ lik zincirini öne sürebiliriz; bu tür bir zincirin ufak halkalarını iz­ lemeye hazır olmasak veya meyletmesek bile. Bir fizikçi, birleşmeleriyle olup biten her şeyi içeren birkaç te­ mel kuvvetten bahsederken güçlü bir hipotez öne sürmektedir. Diğer hipotezler gibi, o da hatalı olabilir. Sebeplilik kavramı açık­ lama kavramıyla birlikte uygun bir şekilde evrim geçirir. Bir asır önce, fizikçi Lord Kevin, bir süreci etkileri açısından tamamen açıklayıncaya kadar, kendisini onu açıklamış hissetmediğini söy­ lemişti. Çoğumuz en iyi açıklamanın bu olduğunu düşünürüz. Fa­ kat yer çekimine veya manyetik alana ait başka şeylere indirgenemeyen çekimler ve bazı daha kapalı güçler, ortaya çıkan etki­ leri desteklemelidir ki, sebeplilik kalıbımızı takım elbiseye uydu­ ralım. O hâlde, ideal bir açıklama, açıklanan şeye sebepler zinci­ riyle bağlı olan geçmişteki olayları ortaya çıkarır ve bu zincir hak­ kında bize bazı şeyler söyler. Önceki olayları aramak için ne ka­ dar geriye gideceğimiz, hangi konulara ilgi duyduğumuza ve ne kadar meraklı olduğumuza bağlıdır. Açıklama ince ayrıntıların ta­ mamını farklı derecelerde içerebilir. Fakat genelde hedef, sebepli­ lik zincirini, onu oluşturan temel güçlere indirgeyerek incelemek değildir. Bu en uçta bir açıklama olacaktır. Sebeplilik zinciri, faklı alanlardan tek ve aynı olaya götürür. Açıklamaya yönelik özel ilgimiz bu alanlardan herhangi birini, di­ ğerlerini dışlayacak şekilde tercih ettirebilir. Eğer bir kimse kü-

100

Bilgi Ağı

tüphaneye taksiyle gelirse, onun kütüphaneyi ziyareti veya lüks bir ulaşımı tercihi için bir açıklama gerekebilir. İlk durumda, yaz­ dığını postaya vermeden önce son bir alıntıyı gözden geçirme ih­ tiyacı hissettiğiyle açıklanır. Diğer durumda, kütüphanenin kapan­ mak üzere olduğuyla açıklanır. Her iki durumdaki olay aynıdır, kütüphaneye taksiyle gitmek; her iki durumu birbirinden ayıra­ rak, açıklanan şeyin gerçekteki olay olmadığını belki de söyleye­ biliriz. İnancın nesneleri sorunuyla karşılaştığımız II. Bölümde bir ipucu bulabiliriz. Orada, inanılan şeylerin değil, cümlelerin doğru­ luğundan bahsettik. Benzer bir dönüşüm burada da mümkündür: Biz açıklamaları cümlelerin doğruluklarından ziyade, sadece açık­ lamalar olarak ele alabiliriz. "Taksiyle gitti." cümlesinin doğrulu­ ğunun açıklanması, zamanın kısa olduğudur ve "Kütüphaneyi zi­ yaret etti." cümlesinin doğruluğunun açıklanması, onun alıntıya ihtiyaç duyduğudur. Fakat bunlara açıklama özelliğini veren se­ beplilik zincirine işaret etmeleri, ne kadar mümkün gözükmese de, taksiyle gitme olayına götürmeleridir. Yine zincir fiziksel açı­ dan görülebilir. Yazdığı eserde içinde eksiği olan bir sayfadan adamın yüzüne ışık huzmeleri yansımış ve onun sinir sisteminde bir rahatsızlığa yol açmıştır. Kol saatinden yüzüne diğer ışık huz­ meleri yansımış ve rahatsızlığını arttırmıştır. Daha önceki diğer et­ kiler, o kimsenin sinir sistemini bu uyarılara tamamen özel biçim­ lerde karşılık vermeye yatkın hâle getirmiştir. Kaslar kasılır ve adam, ânında baş ve orta parmağı ağzında olarak kaldırımdadır. Keskin bir ses çiKarılmış, ses dalgaları bir taksi şoförünün kulak zarında sempatik titreşimler oluşturmuş ve sebeplilik zinciri, bu şekilde bir süreç takip etmiştir. Aslında bir açıklama, açıklanana sebeplilik zinciriyle bağlı bir olayı belirtmek zorunda değildir. "Zaman kısaydı." cümlesi, "Taksiyle gitti"yle, bu şekilde bağlantılı değildir. Onu açıklayıcı yapan, ilgili se­ beplilik zincirinin yapısı hakkındaki bir çıkanma yardımcı olmasıdır. Sebeplilik zincirleri dallara ayrılarak oldukça geriye gider. Taksiye binmeye kadar uzanan sebeplilik zinciri, bitirilmiş bir sayfadan yansıyan ışıklardan kaynaklandı; diğeri kol saatinden gelen ışıktan. Önceden var olan dallar, amaçlar şeklinde anlaşıla­ bilecek bazı karmaşık yatkınlıklara adamın sinir sistemini şartlandırmışti: Adam alıntıyı yazmak istedi ve yazdığını hava kararma­ dan önce göndermek istedi. Bu şekilde amaçlara veya sebeplere başvuran davranış açıklamalarına teleofojik adı verilir. Amaç ve sebep birbirinin tam karşıtı bir durumda gözüküyor; çünkü biri geleceğe diğeri geçmişe bakıyor. Aristocu gelenekte

Açıklama

101

her ikisi de sebep olarak adlandırıldı, fakat birlik sadece sözdey­ di; sebep, çağdaş anlamıyla etken sebep ve ereksel (gaî) sebepti. Fakat biz daha özde bir birlik bulabiliriz: Mevcut bir amaç ne ka­ dar ileriye bakarsa baksın, o bir insanın organizmasının şu ânda­ ki konumudur. O kimsenin kalıtımı, eğitimi ve daha önce veya yakın zamanlarda karşılaştığı belirlenmemiş bazı şeyler buna se­ bep olmuştur. Olan her şey gibi, temel fiziksel güçlerin değişik şekillerde bir araya gelmelerinin nihai bir hikayesi olarak görüle­ bilir ve o kimsenin amacını yerine getirmedeki davranışıyla aynı şeydir. Genetik, sinirsel ve psikolojik açılardan ilgili mekanizma­ ların tamamen açıklanamamasına rağmen, bunu kabul ederiz. Bu, teorik fiziği kabul etme meselesidir; ki, teorik fizik, gerçekleşen her şeyi bir araya gelerek oluşturan temel güçleri keşfetmeyi he­ defler. Eğer fizikçi deposundaki bu tür güçlerin eksik olduğunu düşünüyorsa, bunu gidermeye çalışacaktır; onun işinin bittiğini varsaymak zorunda değiliz. Ama eğer çabasını geçerli olarak tanımlayacaksak, teleolojik açıklama için etken sebep başlığı altın­ da bir yer bulmaya hazırlanmamız gerekir. Nedenleri sebeplerin altına, para gue'yü por gue"nün altına, wozu'yu warum'un altına ve ne için'i nasıhn altına koymalıyız. Görüldüğü gibi, insanlann söz konusu olduğu yerde bu etkiyi en azından kabaca açıklamamız oldukça kolaydır. Bir kimsenin bir amacı edinmesi ve ona ulaşması sebeplilik zinciri boyunca si­ nirlere ve kaslara bağlı bir olaydır. Teleolojik açıklamayı göz önü­ ne aldığımızda, aşağıdaki soru ve cevaplar faklı bir görünüm ka­ zanır. "Niye gözlerimiz var?" "Onlarla görmek için." "Söğütler niye suyun yüzeyine yaslanır?" "Tohumlarının su yüzeyinde daha uzak­ lara taşınması için." Burada, insan amaçsallığınm mikrofizyolojik karmaşıklığı problemiyle karşılaşmıyoruz. Sıkıntının kaynağı, hiç kimsenin amacının sebeplilik zincirinde bir işlev görmemesidir. Çözüm olarak, tüm sebeplilik zincirlerinin başında bir kimse­ nin amacının işler durumda olduğunu varsaymamız önerilmiştir. Bu, kişiye bağlı olmayan teleolojik açıklamaları kişiselleştirmek ve dolayısıyla onlara etken sebep başlığı altında bir yer vermek düşüncesiyle kurulmuş büyük bir hipotezdir. O düzen delili ola­ rak bilinen Tanrı'nın varlığı için öne sürülen klasik delillerden bi­ ridir. Fakat yaratmanın işleyiş biçimi ve nihai gayesiyle ilgili orta­ ya çıkardığı ve cevapsız bıraktığı sorunlar sebebiyle, genelde do­ yurucu görülmemiştir. Tanrı'nın yollannın muammalı olduğunu savunmak, açıklamaya olan iştahımızı yatıştırmamıştır. Charles Darwin, geniş bir şekilde belgelenmiş doğal ayıklanma hipoteziyle yardıma koştu. Omurgalılarda gören göz veya batak-

102

Bilgi Ağı

lıklarda yaşayan canlılarda suya yönelim, insani veya ilahi bir ama­ cın müdahalesini gerektirmeksizin evrim geçirebilir. Canlılar, gene­ tik bir 'mutasyon' süreci sebebiyle (ki Darwin için bu açıklanma­ mış bir olguydu) nesiller boyunca rastlantısal değişikliklere uğrar. Bu yeni özellikler, eğer hayatta kalmaya yönlendiriyorsa, daha sonraki nesillere aktarılma eğilimindedir; yoksa taşıyıcıları üretme­ den ölmeye yatkın olduklanndan, kendileri de yok olmaya meyle­ der. Dolayısıyla, söğüt ağacı örneğinde olduğu gibi, hayatta kalma­ ya yönlendiren özellikleri, hayatta kalan türlerin sergilemesi bekle­ nir. Darwin'in hipotezi, akla uygun ve ayrı ayrı bulunabilir süreçle­ re başvuran örnek bir açıklamadır. O, doğal olarak çağdaş biyolo­ jinin teleolojik açıklamalarını uygun sebeplilik açıklamalarına indir­ ger. "Onlarla görmek için" ve "tohumlarının su üstünde daha uza­ ğa gitmesi için" şeklindeki kolay cevaplar, Darwin sayesinde, do­ ğal ayıklanmanın uzun sebepler zincirine kısa yoldan yapılan ima­ lar olarak yorumlanabilir. Bu şekilde yoaımlandığında, onlar bu sayfalarda öne sürülen genel sebeplilik kavramıyla uyum içindedir. Darwin'in teorisinin ortaya çıkardığı düşmanlığın nedeni, kuş­ kusuz kısmen insanı diğer hayvanlardan gelen bir canlı olarak su­ nuşunun aşağılayıcı olması, ama daha çok onun düzen delilini en­ gellemesidir. Bazı durumlarda açıklama, istekleri doğrulama arzusudur: "Kendini açıkla!" Burada bile, aranan belli bir davranışın nasıl gerçekleştirildiğinin açıklaması olduğu ölçüde, bizim planımıza uyar. Doğrulayıcı yön, sadece ek olarak gelmiştir. Açıklamayla il­ gili diğer istekler, aslında olayların açıklanmasına yönelik istekler olmayıp, daha çok, izah etmek içindir: "Teorini açıkla"; "Şu söyle­ diğini açıkla", "Onun kim olduğunu açıkla", "İplerin makaralara nasıl bağlandığını açıkla" ('açıkla'dan önce gelen kelimelerdeki değişkenliğe dikkat edin.) Aynı şekilde sinüs ve kosinüsün karele­ rinin toplamının niye 1 'e denk olması gerektiğini açıklarken, ma­ tematikteki açıklamadan bahsediyoruz. Bu, fiziksel anlamda her­ hangi bir olayın açıklanması değildir; açıklama başarılı olduğun­ da, öğrenciler teoremin teorem olduğunu görebilirler. Aslında bu durumda, bir inancın niye kabul edilmesi gerektiği açıklanmakta­ dır. O, ikna edici nedenleri sıralamadan ibarettir. Matematikteki açıklamalar, tümdengelimci bağlantıları takip et­ mede söz konusudur; açıklananın hâlen kabul edilen doğrular ta­ rafından gerektirildiği görülür. Benzer şekilde çekim kanunu sebe­ biyle, Kepler'in, gezegenlerin hareketi kanunlarını açıklaması, en azından gezegenler hakkında biraz bilgi edinildiğinde, bir gerek-

Açıklama

103

tirme içerir. Kepler'in kanunlan, olayların kendisi değildir; olaylara olan bağlantısı yeterince açıktır. Bu olaylar, yani gezegenlerin ha­ reketleri, daha geniş bir kanun devreye girdiğinde, vurgulamakta olduğumuz türden geliştirilmiş bir açıklamaya erişirler. Gelgitler için de durum aynıydı. Daha önce açıklamaların açıkladıklannı gerektirmeyebileceklerini ileri sürdük; buna rağmen, gerektirirlerse, inançlanmızın tutarlılığı açısından çok daha iyidir. Bazı yazarlara göre, açıklamanın gerektirmeyi zorunlu kılacak şekilde incelenmesi, daha uygundur. Bu durumda bir olayı açıkla­ yan şey, eğer daha önceden biliniyorsa, o olayın tahminine daima imkan tanıyacaktır. Bu görüşün en sakıncalı yanı, istatistiksel hi­ potezleri, açıklama olarak görmemesidir; onlar, gerektirici değil­ dir ve normalde tahmine yeterli de değildirler. Yine de, açıkladık­ larını gerektiren açıklamalar, içlerinde en iyileridir. Açıklama, bir hipotezi destekleyen en önemli araç olabilir. Bir hipotezin tasdik edilmesi, sonuçlarının doğrulanmasıyla olur; fa­ kat aynı zamanda diğer bir yöne bakarak hipotezi neyin gerektir­ diğini göz önüne almak yararımızadır. Çünkü hipotez kendisini gerektiren herhangi bir inancın tüm desteğini miras alır. Bu yüz­ den, sadece, hâlen doğru olduğuna inandıklarımızın değil, aynı zamanda, ispatlanmamış hipotezlerin açıklamasını istemek uygun ve akıllıcadır. Açıklama getirilemeyen inançlardan haklı olarak ra­ hatsızlık duyarız. Yukanda geçen, bir amaca yönelik yaratma hi­ potezi buna bir örnektir. Genelde, sadece açıklamalann olduğuna değil, aynı zamanda bizi aydınlatacak açıklamaların var olduğuna inanma eğilimindeyiz. Mesela, suçlann çözümü olduğuna inanınz. Suçların çözümü onları açıklar ve onlar belirli şartları yerine getiren açıklamalardır: İlgili kimseleri, suçta kullanılan yöntemleri ve çoğunlukla amaçla­ rı ortaya çıkarırlar. Bazı çözülmemiş suçlann sadece az sayıda olası zanlılan vardır. Aynı şekilde, çoğu kez bir açıklama aradığı­ mızda, onun belirli dar sınırlar içinde bulunacağına olan inancı­ mız mantıklıdır. Biz, küçük sayıdaki akla uygun açıklamalardan birinin doğru olması gerektiğine inanırız. Bu durumda, bazı ihti­ mallerin elenmesi geriye kalanları daha olası yapar. Bazen baş­ langıçta mümkün görülmeyen bir açıklama bile, aklen başka türlü açıklanamayacak bir şeyi açıkladığı için kabul edilir. Akla daha uygun alternatifleri istedikleri için insanlar idam bile edildiler. O hâlde, açıklayanla açıklanan arasında karşılıklı destek olabi­ leceğini görüyoruz. Doğru olarak varsayılan bir hususu açıklaya­ cak bir şey düşündüğümüzde bu sadece ona inanılabilirlik kazan-

104

Bilgi Ağı

dırmaz, aynı zamanda tersi de olur: Doğru olduğunu varsaydığı­ mız bir şeyin hesabını verdiğinde açıklama da inanılabilirlik kaza­ nır. Bazı durumlarda doğru olan bir açıklamayı destekleyen tek delil, açıklanmasını istediğimiz şeyi açıklamış olmasıdır; sadece bu kaynak bile ona yüksek derecede inanılabilirlik sağlayabilir. Eğer Harry Houdini'nin* şaşkınlık yaratan kurtulmalarından biri­ nin -dahice planlanmış kayan paneller veya kesilmiş bağlantılar aracılığıyla- açıklanacağını düşünebilirsek, bunu öylece kabul ederiz; çünkü akla uygun diğer herhangi bir planın bunu becere­ bileceğinden kuşku duyanz. Dışlamaya dayalı veya net alternatif­ lerin yokluğundan kaynaklanan bu tür deliller, çoğu zaman layık olduklarından daha fazla güven telkin ederler; fakat yine de onla­ rın bir yeri vardır. Şunu söylemek mümkündür: Başka hiçbir şe­ kilde açıklayamadığımız bir şeyi açıklayabilen bir ifade, eğer doğ­ ruysa, en azından bir miktar daha inanılabilirlik kazanır. Bu, özel­ likle fizyolojik veya zihinsel süreçlerin mekanik benzerlerine olan ilgiyi açıklar. Bir makinenin benzer neticeler üretmesi olgusu, be­ yindeki veya vücuttaki gizli mekanizmaların aynntılannın büyük oranda makinaya benzer olacağı varsayımına yol açar. Bununla birlikte, alternatiflerin yokluğundan hareketle bir delil getirme, bir hayli kötüye kullanılan delillendirme şekillerinden bi­ ridir. Çoğunlukla "sonuçlara atladığımızda" delillendirmeyi kötüye kullanıyoruz; alanı hakkıyla gözden geçirmeden, akla gelen ilk açıklayıcı hipoteze sarılıyoruz. Fakat bazen kötüye kullanma bi­ linçlidir. Aslında bu tür deliller, şarlatanlara has olmasa da, onla­ rın en çok tercih ettiği bir araçtır. İleri sürülen bir olay diğer inançlarımızla kolayca bağdaşmayan bir biçimde bize anlatılabilir: Mesela ortaçağda Çin'de füzeye benzer araçların keşfedilmesi. Normal açıklamasını göz ardı eder bir biçimde olayı görmeye zor­ lanırız (mesela ortaçağda Çinlilerin füze yapımıyla meşgul olduk­ larını kabul etmek gibi; ki, gerçekten de meşgul olmuşlardır). Bu­ nu öğrenmeden önce, tamamen ona has ve alçakgönüllü olmayan çılgınca bir hipotez, mesela uzaylıların ziyareti teorisi, üzerimize atılır. Bunun, bulunan şeyi nasıl açıkladığını bir görün. Benzer bir örnek için, bir kadının hiç öğrenmediği bir dili kolaylıkla konuştu­ ğu iddiası, ruh göçü inancını davet eder bir şekilde ileri sürülür. Pek çok kimse bu tür uçuk teorileri en ufak bir bahaneyle kucak­ lamaya can atar; bu kimseleri tuzağa düşürmek için yalancı pey­ gamberler hilelerini iyice hesaplarlar. Böylece, çarpıtılmış açıkla* Harry Houdini, düğümlerden kendini kolayca sıyıran Amerikalı bir sihirbazdır (Çev.)

Açıklama

105

ma kırıntıları, aklı çelen imalar ve planlanmış hipotezler etrafında geniş tarikatlar ortaya çıkar; buna, yanlış inancın dikkatlice örül­ müş ağları diyebiliriz. Belki baş üstünde dolaşan tuhaf hayaletlerin veya Londra sokaklarındaki deniz salyangozu sürülerinin art arda gelen haberle­ ri, akla uygun şekilde izah edilemedikleri için, düzmece açıklama­ ları davet eder. Müzmin hastalıklar veya sosyal felaketler, güveni­ lir önlemlerin yokluğunda âni veya hurafelere dayanan önlemleri davet ederler. Sorumluluk duygusuna sahip bilim adamları doğal olarak hayrete düşerler; akabinde, inanmayı arzu eden sabırsız halk, dakik olsa bile, eleştirel olmayan zihinler tarafından kolay­ lıkla üretilen sorumsuz hipotezlere kulak verir. Bilim adamlarının bıktıran ihtarları ve hayal kırıcı ciddiyetleri, eski kafalılık diye ve­ ya çıkarları olan bir kurum adına korumacı davranışlar olarak bir kenara atılmaya bile layık görülür. Bu tür aldatmalara karşı iki çeşit koruyucu önlem vardır. Bi­ rincisi, görünürde muhtemel olmayan olayları ve buluşları ispatla­ ma iddiasında bulunan haberler hakkında sağlıklı bir şüphecilik­ tir. Birincisini güçlendiren ve genişleten diğer önlem ise, hipotez­ lerin akla uygunluğunu sağayan erdemlere sıkı bir bağlılıktır. Moliere'in bize öğrettiği gibi, yaldızlı bir dile sanlı açıklamala­ ra karşı dikkatli olmalıyız. Söylenebilecek her şeyin, kararlılıkla, açıkça söylenebileceği hususu, ciddi düşünce için temel bir ilke­ dir. Açık ifadeye ısrarla direnen bir şey, derinden bir saygı yerine, şüphelenilmeye layıktır. "Bu gerçekten ne diyor?" sorusunu dayat­ mak, yaldızlı bir dilin, şekilsiz bir yüzü maskelediğini açığa çıka­ rabilir. Aynı zamanda çok iyi iş görür gözüken açıklamalara karşı da tedbirli olmalıyız. "Tanrı'nın dediği olur"u sınayacak hiçbir yol göremiyorsak, o zaman bir şeyi Tanrı'nın iradesi olarak adlandır­ dığımızda bir açıklama getirmiyoruzdur. Bir kimsenin hangi dav­ ranışlarının bilinçaltı arzularından kaynaklandığını sınayacak bir yol göremiyorsak, o zaman o kimsenin davranışını bilinçaltındaki arzularına bağlarken de hiçbir açıklama yapmıyoruzdur. Eğer bir hipotez sınanamıyorsa, o bize hiçbir şey söyleyemez. Güdülere ve kişilik özelliklerine başvuran açıklamalara karşı da ihtiyatlı olmalıyız. Mesela, başkalarının ihtiyaçlarına hizmet eden bir mesleğe, bir kimsenin kendini adaması nasıl açıklanabilir? Belki de, diğer kimselere olan ilgisi o kadar ağır basmışür ki, böy­ le bir meslek, düşünebileceği tek şeydir; dolayısıyla, onun tercihi­ ni, hemcinsine olan sevgisiyle açıklayabiliriz. Fakat onun bir sinir hastalığı geçirmiş olması mümkündür; bu yüzden, pek çok insan

106

Bilgi Ağı

için doğal olan kendini düşünme, belki de onda korku doğurmak­ tadır; dolayısıyla, tercihini sinirsel bir rahatsızlıkla da açıklayabili­ riz. Benzer durumlar, her iki açıklama kadar birbirlerinden farklı gözükebilir. Fakat her ikisinin de doğru olması muhtemeldir veya her iki açıklama arasında nesnel bir kararın ümit edilebilmesinden önce, kullanılan psikolojik terimler açısından daha sağlam ölçütle­ re ihtiyaç duyulması bile mümkündür. İlk açıklama ya sempatiyle yaklaşılırken diğeri için durum böyle değildir. Bu gibi durumlarda üzücü olan, diğerleri hakkındaki (ve belki de kendi hakkımızdaki) görüşlerimizde sadece uygun açıklamaya yönelmemizdir. Bu üzü­ cüdür; çünkü önyargımız bununla güçlenir ve görüşümüz daralır; buna rağmen yanlış bir şeyi kabul etmiş olmayız ve dolayısıyla hi­ kayemizin reddedilmesi söz konusu değildir. İnsanların davranışlarını açıklamada güdüleri ve kişilik özel­ liklerini yardımcı olarak kullanmak, bunların daha fazla bilgi ışı­ ğında, sorgulanmaya açık hipotezler şeklinde değerlendirilmesiyle mümkündür. Çoğunlukla güdüler ve kişilik özellikleri hakkındaki konuşmalar bir hayli serbest olduğundan, birine yapılan bir atıf hakkında kolayca zıtlaşabiliriz. Bir kimsenin bencil bir alçak ol­ duğu inancı kabul edildiğinde, o kimse ne yaparsa yapsın bu inanç savunulabilir. VI. Bölümden hatırladığımız gibi, eğer diğer inançlarımızda yeterince düzenleme yapmayı göze alıyorsak, bu bir yere kadar tüm hipotezler için geçerlidir; fakat bir noktadan sonra bunu yapmak aptallıktır. Öbür seçenek, bir kimsenin diğer inançlarının çoğunu çöpe atmasıysa, I. Erdem muhafazakârlık bi­ le o inancı bir kenara bırakma taraftarıdır. Güdüleri ve kişilik özelliklerini atfetmedeki özel bir tehlike, diğer inançlarımıza pek zarar vermeden, hemen tüm durumlarda onları savunmanın mümkün olması; kısaca, V. Erdem reddedilebilirliğin olmaması tehlikesidir. Bu erdemin kayıp olduğu yerlerde, atıfların içeriğinin ne kadar dolu olduğu şüphelidir. Kişilik biliminde bireylere oldu­ ğu kadar, bireylerden oluşan topluluklara yapılan atıflar, boş ol­ duklarında bile, tavırları ve davranışları açıklayan derin gerçek­ likler ve onaylamalar olarak sunulabilir. Bu düşüncelerden çıkarılacak ders, güdülerin ve kişilik özel­ liklerinin hiçbir zaman atfedilmemesi gerektiği değildir. Güdüleri ve kişilik özelliklerini inceleyen psikoloji dalı, çocukluk dönemin­ dedir; fakat onun gelişimini durdurmak için planlar kurmaya da gerek yoktur. Alınacak ders, özellikle güdüleri ve kişilik özellikle­ rini atfederken "Bunun gerçek anlamı nedir?" sorusunu sormanın yerinde olduğudur.

ONUNCU BÖLÜM İKNA ETME VE DEĞERLENDİRME

ilin iki temel amacının olduğunu belirtmiştik: Başkalarına iste­ D diklerimizi yaptırmak ve başkalarından istediklerimizi öğren­ mek. Bu amaçlardan ilki, çoğunlukla, kısaca emir veya istekle ye­ rine getirilir; eğer bir kesim diğer bir kesimi seviyorsa veya on­ dan korkuyorsa veya toplumsal baskıları hafifletmek için veya nezaketen küçük yardımlar yapıyorsa bu genelde yeterlidir. Daha zor durumlarda, insanlara istediklerimizi yaptırmak dilin daha ay­ rıntılı kullanımını gerektirir. İstenileni yaptıklarında kazançlı çıka­ caklarına onları ikna etmeye çalışırız. Bu konuda onları tekliflerle veya tehditlerle ikna edebiliriz. Aynı şekilde, ödüllendirmemizden veya kınamamızdan tamamen ayrı olarak, sonuçta kendilerine gelecek yararlar konusunda onları ikna edebiliriz. Bu durumda sorunumuz bir inancı onlara aşılamaktır. O hâlde, burada, dilin ikinci temel amacı olarak gördüğümüz, başkalarından bir şey öğ­ renmenin tam tersi bir amaç söz konusudur. Buradaki amaç di­ ğerlerine bir şey öğretmektir. Diş ve pençelerle kurulan Orman kanunları İlk insan devrinde Hâlâ etkiliydi Bunun geçerli olduğu dönemlerde belki diğer insanları ikna et­ menin asıl amacı, onlara istenileni yaptırmaktı. Öğretme bu şekil­ de yönlendirildiğinde, bir kimsenin inançlarını başkalarına aşıla­ ma çabasından keskin biçimde ayrılır; çünkü inançlarımızı başka­ larına aşılayarak onlara bazı işler yaptırabiliriz. Yalan söylemenin faydası da budur.

108

Bilgi Ağı

Ne mutlu ki, bu aldatıcı araçlar çoğu zaman diğer eski bir güç­ le, V. Bölümde işlediğimiz doğruluk gücüyle bastırılır. Bu güç, ba­ zı alanlarda diğerlerinden daha baskjrıdır; memnuniyetle ifade edebiliriz ki, bu küçük kitabın hitap ettiği alanda tamamen bas­ kındır. Çünkü bu samimi alanda, başkalarını ikna etme işi, onları kişinin kendi inançlarına ikna etmesine indirgenir. İnsanlara bir şeyler yaptırtma amacı, aldatma bir yana bırakıl­ sa bile, inançlanmızı yaymak için hiçbir genel çabayı haklı çıkar­ maz. Çoğumuz, paylaşmaktan başka hiçbir kazancımız olmadığı zaman bile inançlarımızı yaymaya devam etmekten memnun olu­ ruz. Chaucer'in memuru gibi memnuniyetle öğretiriz. O hâlde, bi­ reyin başkalarını kendi inançlarına ikna etmesi, başka bir niyet taşısa da taşımasa da, basitçe genel bir hedef olarak ortaya çıkar. Delil getirmenin asıl görevi de budur. İnançlarımızı sadece kendimiz için kullansak bile, onları dü­ zenli bir biçimde elde tutabilmek için nasıl desteklendiklerine ya­ kından dikkat etmeliyiz. Sağlıklı bir inanç bahçesi için, kökleri iyi beslemek ve yorulup usanmadan bakıp budamak gerekir. İnanç­ larımızdan birinin başka bir kimsenin bahçesinde açmasını istedi­ ğimizde, destek sorunu ikiye katlanır: İlk olarak kendi bahçemiz­ de ona ne kadar desteğin yettiğini belirlemeli ve daha sonra yeni konumda bu desteğin ne kadarının hazır olduğunu görmeliyiz. Başka bir benzetmeyle, genelde inançlar, diğer inançların üze­ rinde durur. Destek veren bu inançların bir kısmı gözlem haberle­ rini kaydedebilir; fakat çoğu zaman bir inancı bir kimseye kabul et­ tirmek için gözlemlerin belirtilmesine gerek yoktur. Bu kimse zaten diğer destekleyici inançların yeteri kadarını paylaşıyor olabilir. Bu yüzden sadece ilgili bağlantılann bazılarına dikkati çekmek yeterli olacaktır. Mesela İngiliz kelime bilimcilerinin üstadı W. W. Skeat, sözlüğünde, İngilizce heaven (cennet) ile Almanca tercümesi Himmel arasında hiçbir akla uygun köken bağlantısı göremediğini yaz­ mıştır. İngilizce ever (hiç) ile Almanca tercümesi immer arasında bir bağlantı olduğunu da söylemeye cesaret edememiştir. Fakat o, Germen tarafında olmasa da Kelt tarafında, rr/nin bazı durumlarda düzenli bir şekilde v^ye çevrildiğini pekala bilmekteydi. Acaba bu üç ayn, fakat birbirine benzer meseleye aynı ânda sadece bir göz atsaydı, bu onun heaven ve Himmel'm kök itibarıyla birbirine bağ­ lı olduğuna inanması için yeterli olur muydu?1 1

Burada bu üç örneği bizim için bir araya getiren Conrad M. Arensberg'e borçluyuz.

ikna Etme ve

Değerlendirme

109

Biz bir kimsenin kabul ettiği inançlara başvurup, bunları o kimsede başka inançları ortaya çıkarmak üzere birleştirerek, adım adım, kabul etmesini istediğimiz inancı aşıladığımızda onu ikna etmiş oluruz. Şüphesiz bu tür delillerin en çarpıcı örnekleri matematikseldir. Böyle bir delilin başında öne sürdüğümüz inanç­ lar, kendinden-delilli doğrular olabilin Bu, Oklid'in yoluydu. Fakat bunlar arkadaşımızın kabul ettiği inançlar olduğu sürece, böyle olmak zorunda değildir. Mesela arkadaşımız, Gilbert ve Sullivan'nın modern çavuş ge­ nerali gibi, Pythagoras teoremini biliyor ve ona hayranlık duyuyor olabilir.2 Bu teorem, dik açılı bir üçgenin hipotenüsü üzerine kuru­ lan karenin alanı, üçgenin diğer iki kenarı üzerine kurulan karele­ rin alanlarının toplamına eşit olduğunu söyler. Bu küçük teoreme olan hayranlığını görerek, büyük bir arzuyla aynı kanaldan ona başka müjdeler vermeye devam ederiz. Ona, teoremin sadece ka­ reler için değil, bütün geometrik şekiller için aynı biçimde geçerli olduğunu söyleriz. Bir dik üçgende dik kenarlar üzerine kurulan kare alanının toplamı, hipotenüs üzerine kurulan karenin alanına eşittir. Pythagoras teoreminin genelleştirilmesinden açıkça mem­ nuniyet duymasına rağmen, arkadaşımız delili görmek isteyecek kadar matematikçidir. Antik ayak izlerini takip ederek, benzer şe­ killerin alanları arasındaki oranları ilgilendiren diğer bir teoremi gösteririz. Bu teoreme göre, bir şekildeki herhangi iki nokta ara­ sındaki uzaklığı ve daha sonra benzer diğer bir şekildeki karşılık gelen noktalar arasındaki uzaklığı ölçerseniz, iki şeklin, ölçülen iki uzaklığın kareleriyle bağlantılı olduğunu görürsünüz. Belki bu te­ orem tam olarak kendinden-delilli değildir. Dahası, belki biz de kendinden-delilli başlangıçlarla onu nasıl ispatlayacağımızı göre­ miyor olabiliriz. Aynı şekilde, bilindiği gibi, arkadaşımız Pythago­ ras teoremine inanmaktadır ve ne mutlu ki, bu iki teoremi zihinde tutarak -belki tam olarak kendinden-delilli sayılmayan- Pythago­ ras teoremini genelleştirmenin, bu iki teoremden çıkarılabileceğini görür. Arkadaşımızı ikna etme görevi şimdi tamamlanmıştır ve ko­ nuyu değiştirip işimize bakmak üzere serbestiz. Burada ikna etmeyle eğitim arasında bir fark görüyoruz. Eğer amacımız sadece arkadaşımızı eğlendirmek değil de, bir öğrenci­ ye Pythagoras teoreminin genelleştirilmesini öğretmek olsaydı, benzer şekillerin alanları arasındaki oranlarla ilgili temel teoriyi o Gilber ve Sullivan Amerikalı müzikal oyun yazarlarıdır.

110

Bilgi Ağı

öğrenciye gösterirdik. Ayrıca, onun bunu kabul etmesiyle yetin­ mezdik. Öğrencimizi eleştirel ve dakik düşünmede eğitmek, so­ rumluluğumuzun bir kısmını oluşturur. Biz ondan başlangıç te­ oremini ispatlamasını isterdik. Eğer başaramazsa, bizim açımız­ dan bir ara ödev anlamında bile olsa, bu teoremi ona ispatlardık. Diğer bir açıdan, bir kimseyi bir şeye ikna etmeye çalışırken, o kimsenin hâlen sahip olduğu bir ön kabule delil getirmek, aşırı­ ya gitmek olurdu. Böyle bir durumda, sadece, bizim kabul ettir­ meye çalıştığımız inancı destekleyecek kadar geniş ortak bir inanç temelini aramak yerindedir. Anlaşma için, sadece gerektiği kadar özel ve detaylı inançların ortak bir zeminine başvurmamız iyi olur. Sığ inceleme kuralı bunu gerektirir. Fakat gördüğümüz gibi, bu kural, öğretmenlere rehber olamaz ve aynı zamanda kendi inançlarımızı değerlendirmede de zayıf bir kuraldır. Matematiksel delillerde ve Skeat örneğinde olduğu gibi, müra­ caat edilen destekleyici inançlar, gözlem haberlerini içermez. Di­ ğer yandan, bazı deliller bizi gözlemden elde edilen bilgiye geri götürür. Dikkat edilmesi gerekir ki, gözlemlerimize müracaat, başkalarını delillere dayanarak ikna etmeyi amaçladığımız du­ rumlarda, sadece kendi inançlarımızla ilgili durumlarda olduğun­ dan daha zayıf bir araçtır. Aradaki fark şudur: Bir gözlemi bildir­ diğimizde ona sahibiz, diğerleri sadece bizim tanıklığımıza sahip­ tir. Bizim gözlemimiz başkalarına dolaylı olarak ulaşır ve bu dolaylılık, gözlemin taşıyabileceği garantiyi aşındırır. Dolayısıyla, bir inanç için sağlam temelimiz olsa bile, diğerlerini ikna etmeye çalı­ şırken bu aşınma vardır. Gözlemin bu belirgin özelliği, daha önce belirttiğimiz gibi, bütün tanıkların kabul ettiği bir husustur. Bizim gözlemimizle onu bildirmemiz arasında kesinlik açısından beliren farkı kapamanın bir yolu, şüphelenen kimsenin gözlemi kendi gözleriyle yapmasını sağlamaktır. Fakat bazen şüphelenen kimse­ nin buna yanaşmaması can sıkıcıdır, bazen de cinayet ve kazalar­ da olduğu gibi, gözlem ilgili tekrarı içermez. Bu yüzden, tanıklığımızın inandırıcılığına, çok şey bağlıdır. V. Bölümde, diğer kimselerin tanıklığına olan güvenimizi nelerin ak­ la uygun bir biçimde idare edeceğini belirtmiştik ve şimdi bunlar tersinden geçerlidir. En azından gizli amaçlar veya çıkar çatışma­ ları sorunu olabilir. Bize inanıldığında kazanacağımız önemli hiç­ bir şey ve belki de kaybedeceğimiz pek çok şey olduğu ölçüde, tanıklığımız inanılabiliıiik kazanır. Aynı zamanda geçmiş durum­ larda kendimizi heyecanlanmadan doğru karar veren ve aşırıya

İkna Etme ve

Değerlendirme

111

kaçmayan bir şüpheci olarak göstermeyi başardığımız oranda ta­ nıklığımız güven elde eder. Başkalannın inançlarını aşılamaya hiçbir zaman yeltenmediğimizi geçmiş davranışlarımızla açık bir biçimde ortaya koyduğumuzda, tanıklığımıza duyulan güven da­ ha da artar. Başkalarının inanılabilirliği ve güvenilebilirliği hak­ kında her birimiz nasıl hipotezler kuruyorsa, başkaları da bizim hakkımızda bu tür hipotezler kurar; beğenilen hipotezleri güven altına almanın en iyi yolu, onları hak etmektir. Üzerinde durduğumuz nokta, özellikle gözlem haberleri ala­ nındaki tanıklığımızın inanılabilirliğidir. Çoğu zaman gözlemlerin tekrarlanamaması sebebiyle, bu alanda tanıklıktan vazgeçilemez veya tanıklık başka bir şeye indirgenemez. Fakat güvenilebilirlik sadece zahmetten kurtarmakla kalmayıp, başka yerde de oldukça işe yarar; sığ inceleme kuralını yerine getirir. Ne kadar samimi ve zeki olarak tanınırsak, bir kimseyi bir şeye ikna ederken o kadar az delil getirmek zorunda kalırız. Aşırıya kaçtığında bu tür bir şöhret, delillerde dikkatsizliğe teşvik ettiği için, sahibine ve baş­ kalarına gerçekten zararlı olabilir. Şimdi sıra argümanın doğası hakkında bazı şeyleri özetlemeye geldi. Bir kimseyi bir teze ikna edebilmek için, hâlen kabul ettiği inançlara dönüp onları öncüller şeklinde kullanırız. Eğer gerekir­ se, bazı destekleyici inançları da ekleyebiliriz. Destekleyici bir inancı sadece belirtmemiz yeterli olabilir veya karşılığında ona destek sunmamız bizden istenebilir. Doğal olarak, sonunda karşımızdakini ikna etmeye çalıştığımız şeyden ziyade, onun kabule daha hazır olduğu destek inançları hedefleriz. O kimsenin sundu­ ğumuz inancı kabule hazır oluşu, kısmen sunulanın özde akla uy­ gunluğuna ve kısmen onun bize güvenine dayanır. Eğer sunulan inanç, özellikle gözlemimizin basit bir bildirimiyse, onu hemen kabul edebilir; çünkü kabul ederken kararımıza değil, sadece bi­ zim anağımıza (hafızamıza) ve ahlaki kişiliğimize güvenmek du­ rumundadır. Diğer yandan, eğer gözleme dayalı haberimize bile direniyorsa, gözlemi kendisine yaptırmaya çalışırız. Çoğu zaman bizi uğraştıran olumsuz bir husus vardır: İhtiyaç duyulan öncüllerin bir kısmına gerçekten inanılmaması. Bu tür bir direnmeyle başa çıkmanın iki yolu vardır ve bunlar bir ortaçağ şehrinin surlarını delmede kullanılan yollarla aynıdır: Baskın çık­ ma ve temelinden yıkma. Baskın çıkmak için tezimizin lehine olan hususları bolca öne sürerek, zıt inancına rağmen o kimseyi ikna edebiliriz. Diğer yandan, temelinden yıkmak için onun zıt

112

Bilgi Ağı

inancına doğrudan saldınnz. Eğer saldırımıza inancını savunmak üzere bir argüman getirerek karşı koyarsa, o argümanın üzerine dayandığı destekleyici inançların en zayıfına hücum ederiz. Elbet­ te çoğunlukla baskın çıkma ve temelinden yıkma yollarını ortak­ laşa kullanmak en iyisidir. Farz edelim, kendi siyasi adayımızı onu eleştirenlerden birine karşı savunuyoruz. Vergileri düşüreceği, sokakta işlenen suçlan azaltacağı ve şehir yenileşme programlannı bozan rüşvete bir son vereceği için onu destekliyoruz. Fakat onu eleştiren kimse, adayın rüşvet skandallarına adı kanşmış bir emlakçıyla olan uzun süreli ilişkisini öne sürerek, üçüncü öncülü sorgulamaktadır. Eğer baskın çıkma yolunu seçersek, öne sürülen ilişkiyi yalanlamayız. Belki şe­ hir yenileşmesinde işlenecek yolsuzluklara karşı adayımızın bir güç olduğunu gösteren belediye meclisindeki faaliyetlerinden delil­ ler getiririz. Aynı zamanda diğer iki öncüle daha canlı bir şekilde yöneliriz. Adayın bütçe sorunlarıyla ilgili kanun tekliflerinin ve kullandığı oy kayıtlarının etkileyici delillerini ve adayın Vatandaş­ lar Komisyonu başkanıyken suç oranlanndaki düşmeyi belgeleyen çarpıcı rakamları gösteririz. Belki iyi bir önlem olarak, onun okullan geliştireceğine dair yeni bir öncül ortaya atar ve savunuruz. Diğer yandan, eğer temelinden yıkma yolunu seçersek, adayın yolsuzluk yapan komisyoncuyla ilişkisinin ne samimi ne de kârlı olduğuna, hatta aksine, dedikodulann emlakçının kendisi tarafın­ dan çıkarılmış olabileceğine inandırmak için sebepler öne süreriz. Son olarak, eğer her iki yolu birleştirip her bir noktada delili gü­ zelce sergilersek, adayımız kendisini daha önce eleştiren bu kim­ seyi şimdi koyu taraftarları arasında sayabilir. Temelinden yıkma yolunu kullanırken, zaman zaman beklen­ medik bir sonuçla karşılaşabileceğimizi de belirtmek gerekir. Ba­ zen zıt inanca hücumumuz o kadar güçlü bir savunmayla karşıla­ şır ki, kendimizi ikna edilmiş buluruz. Bu durumda, başlangıçta yaymaya çalıştığımız inancı bırakmaya yöneliriz. Eğer sürprizler­ den hoşlanıyorsak ve öğrenmeye yatkınsak, bu, sonuçların en iyi­ sidir. Bu daha önce belirtilen dilin temel hedeflerinden ikincisinin, başkalarından öğrenme hedefinin, umulmadık bir şekilde gerçek­ leştiği bir ândır. Haklı olma arzusu ve haklı olmuş olma arzusu iki faklı arzu­ dur ve onları ne kadar erken ayırırsak, o kadar iyi olur. Haklı ol­ ma arzusu, doğruya karşı duyulan susamadır. Hem pratik hem te­ orik, her açıdan, onun hakkında iyilikten başka söylenecek söz

ikna Etme ve

Değerlendirme

113

yoktur. Diğer yandan, haklı olmuş olma arzusu düşüşten önce ge­ len bir gururdur. Bu, hatalı olduğumuzu görmemizi engeller ve böylece bilgimizin gelişmesine ket vurur. Dolaylı olarak, inanılabilirlik derecemizde sorun çıkarır. Bu ikiliden kusursuz olanı haklı olma arzusudur, fakat burada bile ihtiyatlı olmak yerindedir: Haklı olma, her zaman haklı sebe­ bin veya akla uygun olmanın işareti değildir. Bir kimse iki çekişte flöşü bulabilir; fakat yine de, o kötü bir pokercidir. En iyi yol, her zaman kazanmaz; onu iyi yapan, uzun vadede çoğu zaman ka­ zanmayı vaat etmesidir. Akla uygun olmaktansa haklı olmayı tercih ederiz. Flöşü bul­ mak isteriz. Fakat her zaman haklı olmaya güvence veren bir yo­ lu bulmak nasıl ümit edilebilir? En iyi strateji akla uygunluğu sağ­ layan, alternatiflerinden daha fazla, inançlarımızı doğrulayarak bi­ zi haklı çıkarandır. Eğer eldeki delil yanlış yola, doğrudan başka­ sına işaret ediyorsa, sahibi akıllı da olsa onunla birlikte hatalıdır. Akla uygun olanı olmayandan ayırmayı öğrenme, hikmetin bir bölümünü geliştirmektir; en az diğerleri kadar o da doğru inanca götürebilir. Fakat hikmetin daha iyi bölümü, en iyi anladığımız konular hakkında bile, doğrunun tamamına değil sadece bir kıs­ mına sahip olduğumuzu devamlı akılda tutmamızı ister. Bu bilinç, hiçbir zaman yabana atılamaz; çünkü tek bir konuda bile 'doğru­ nun tamamı' ideali, boş bir hevestir. Daha önce belirttiğimiz gibi, insanları bazı şeylere ikna etme­ ye çalışmanın ilk amacı, istediklerimizi onlara yaptırmaktır. Bu katı amacın dünyanın gelişmesi sayesinde yumuşamış olduğunu öne sürdük; samimiyet çiçek açtı ve onunla birlikte, inançları sırf paylaşmak için paylaşma isteği de çiçeklendi. Fakat pratik ama­ cın, yani davranışın etkilenmesinin, neredeyse başlangıçtaki tüm sadeliğiyle öne çıkmayı sürdürdüğü bir alan vardır. O da, değer­ ler alanıdır. Geçmişteki bir davranışı övmek, duyan kimseyi durum elver­ diğinde benzer biçimde davranmaya teşvik etmektir. Gelecekteki bir davranışı övmek, bir kimseyi onu yapmaya yönlendirmektir. Bir ürünü övmek veya önermek, hemen hemen, onun şiddetle ar­ zulanmasına teşvik etmektir. 'Emretmek' ve 'övmek' kelimelerinin kaynaklarının bir olması şaşırtıcı değildir.* Olgulann ilanının tersi­ ne, takdirler, emirlere doğru imada bulunuyor gözükmektedir. * İngilizce command (emretmek) ve commend (övmek) fıiieri kökenleri itibarıyla birbirleriyle ilgilidir (Çev.).

114

Bilgi Ağı

Fakat bir davranış veya nesneyi övgümüze destek getirmeye çalışırken, bir inancı savunuruz: Belki seçilen lezzetli parça mu­ hatabımızın damağını tatlandırabilir veya bir resim, gözüne, bir müzik parçası kulağına hoş gelebilir veya bir davranış hoşlanaca­ ğı neticeleri doğurabilir. Değerlendirmeyle inanç arasındaki kar­ şıtlık böylece azalıp gider. Değerlendirme ve inanç şu şekilde bir bütün oluşturur: Söz konusu değer, başka bir amaca araç olan bir şeyin değeridir; ki, bu amaç da sırasıyla bir değer hâline gelir. Mayhoş veya baharat­ lı yiyeceklerden veya Pisarro veya Beethoven'dan hoşlanma veya yetimlerin refahını düşünme söz konusu olduğunda, eldeki şeyin veya söz konusu davranışın değerlendirilmesini desteklemek, sebeplilik bağlantısındaki bir inancı desteklemektir. Olumsuz de­ ğerler için de durum aynıdır: Sadece kötü sonuçlarından korkma nedeniyle bir şeyden sakındığımız müddetçe, önümüzde duran tek şey, sebeplilik bağlantısındaki inancın aşılanmasıdır. Değerlendirmeyi amaca yönelik bir araçla ilgili görmek onun hakkında bir ölçüt sahibi olmaktır. Ölçüt ne kadar net olursa, de­ ğerlendirme genelde inançları ölçme şekillerine o kadar boyun eğer. Solak'ın takımda shortstop* olup olmaması, solak olmak bir yana, ne çeşit bir düzenlemenin takımı en güçlü yapacağı soru­ suyla yakından ilgilidir. Tezgahtaki kavunların iyi olup olmadığını sertliklerine, renklerine ve boylarına bakarak veya yiyerek tespit edebiliriz. Şehir yakınında bir hava alanının yapılıp yapılmaması sorusu ses dalgaları hakkındaki olgulara kısmen dönüşür görüle­ bilir. Değişik öğretim süreçlerinin değerlendirilmesi, öğrenim psi­ kolojisinde geçerli teorilere bağlanabilir. VI. Bölümde hipotezlerin seçilmesinde ve elenmesinde neleri erdem ve neleri kusur olarak görebileceğimizi ilan ettiğimizde bir değerlendirme yaptığımız açıktı. Orada, hipotezlerin bazı özellik­ lerini erdem olarak saydıran ölçüt, tahmindeki etkinlikti. Erdem­ ler, genelde doğrulanabilir tahminler açısından en zengin oldukla­ rını kanıtlayan hipotezleri ayırmaktaydı. Ne değerlendirmeyle inanç arasında, ne de araçlarla amaçlar arasında ince bir hat vardır. Yine de her iki ayırımı yapmak yerin­ de olabilir. Bir değerlendirme, ne derece bir amacın değerlendiril­ mesi olarak görülürse, onun inançla olan karşıtlığı o derece bü­ yük olur. Estetik konulan bir düşünün. Zevkler tartışılmaz: Bir * Beyzbolda ikinci ve üçüncü noktalar arasındaki alanı koruyan oyuncu (Çev.).

İkna Etme ve

Değerlendirme

115

kimsenin inançlarını tartışabileceğimiz anlamda tartışılmaz. Sade­ ce zevklerin eğitimi vardır. Bu, kısmen bir nesnenin seçilmiş öğe­ lerinin vurgulanmasiyla olur. Bu, onlara işaret edilerek veya bir tablonun fotoğrafında veya müziğin çalınmasında abartılı şekilde vurgulanarak yapılır. İşte burada eleştirmenlerin yeteneği yat­ maktadır. Bir edebiyat eleştirmeni, aldatıcı biçimde birbirine ke­ netlenen farklı yapıları şekilsel bir açıklığa kavuşturabilir ve ede­ bî bir eserde geçen hususlara yeni sezgiler sunarak farklı sembo­ lik bağlantılara ve imgelere dikkat çekebilir. Dolayısıyla güzel bir nesnenin yapısını daha yakından tanımak, beğeniyi doğurabilir; elbette başlangıçta uygun bir nesnenin seçildiğini varsayarsak. Bu tür bir eğitim, bir inancı savunurken başvurulan tümdengelimler­ den, gözlemleri düzene koymaktan, hipotezlerin erdemlerini de­ ğerlendirmekten çok farklıdır. Şu ânda seıgiliyoı olduğumuz eğitimin oldukça abartılı şekli, zevkleri ayırmanın kesinlikle tek yolu değildir. Potansiyel olarak ödüllendirici estetik bir nesneyle sık karşılaşmak başlı başına ye­ terlidir; önemli iç yapılar ve bağlantılar zamanla takdir edilebile­ cek bir derecede, hatta eleştirmenin dışarıdan yardımına gerek kalmaksızın öne çıkabilir. İlgi ve isteklilik de burada etkendir: Yani bir kimse bazı resim, müzik veya edebiyat türlerini moda olarak görür ve bunları takip eder ve onlardan hoşlandığını hayal eder veya hoşlandığı görünümünü verirse, uzun vadede, bu kar­ şılaşma onun hoşlanmasını gerçek hâle dönüştürür. Nihayet, ahlaki amaçlar hakkında ne denebilir? Yetimlerin re­ fahı başlı başına arzu edilen bir şey midir? Burada da eğitime yer vardır; fakat bu durumda ilk olarak akla gelen eğitim türü, estetik beğenideki eğitimden temelde farklıdır; o, ödüllendirme veya ce­ zalandırmadır: Köpeklerin eğitimi gibi. Bu sadece doğruluk ve şefkat gibi özellikleri değil, aynı zamanda, âdet hâlini almış dav­ ranışları, yani uygun tavırları aşılamada da bilinen bir yaklaşım­ dır. Eğitimin başarılı olduğu yerde bir değişim gerçekleşir: İyi davranış, onu destekleyen ödülden bağımsız olarak kendiliğinden memnuniyet verir ve kötü davranış, ondan sakındıran cezadan bağımsız olarak kendiliğinden itici bir hâle gelir. Eğitim bu şekil­ de başarılı olmadığı takdirde, başkalarını korumak için cezalar uygulanır; ceza hukuku bu yüzden vardır. Aynı zamanda, estetik beğenideki eğitime benzer bir eğitim, ahlak için de geçerlidir. Bu da, estetik bir nesnenin bazı önemli özelliklerinin seçilerek vurgulanması tekniğidir. Şimdi benzer bi-

116

Bilgi Ağı

çimde, bencil olmayan bir davranışın dindirebileceği acı veya ka­ zandırabileceği sevinç belirgin biçimde betimlenerek fedakârlık teşvik edilebilir. Bu çeşit bir eğitimin başanlı olabilmesi için fayda­ lanılacak sempati kaynaklarının var olması gerekir ve genelde bu kaynaklar vardır; bunun nedeni, tek başına ödüllendirme veya ce­ zalandırma yoluyla verilen daha önceki ahlaki eğitim değil, -Hume'un da fark ettiği gibi- tamamen miras alınan güdülerdir. Bu bizi doğal ayıklanmaya geri götürmektedir. VI. ve VII. Bö­ lümlerde doğal ayıklanmanın, hipotezlerin başarılarına katkıdaki rolüyle ilgili düşüncelerimizi belirttik. Sadelik ve atfedilebilirlik standartlarımız, hayatta kalabilmeye, yani genetik havuzun deva­ mına katkısından dolayı, tahmin edilebilir çizgiler doğrultusunda evrimleşmiştir. Bunun aynısı hemcins olma duygusu ve başkaları­ nı düşünme eğilimleri için de doğrudur. İnsanlar bu şekilde ahlaki bir avansla doğmuştur. Belki de birbirine hiç benzemeyen kimse­ ler arasında bile, temel ahlaki konular üzerinde yaygın bir fikir birliğinin olmasının sebebi, eğitim değil, budur. Bencil çıkarlar bazen ahlaki kararları etkileyebilir: Hayvan ha­ yatına insan eğlencesinden daha az değer veren avcı veya günü­ müz neslinin refahına, gelecek nesillerinkinden çok daha fazla değer veren talana örneklerinde olduğu gibi. Fakat çocuk aldır­ ma, ötenazi, zorunlu doğum kontrolü, ıslah amacıyla kısırlaştırma, idam cezası gibi konularda herhangi bir çıkara dayanmayan ahla­ ki fikir aynlıkları olabilir: Ne kadar uzak bir toplumdaki bir bire­ yinin, hatta başka türlerdeki bir canlının veya ne kadar uzak ge­ lecekteki bir neslin, ne kadar refahı için, şimdi ve burada, ne ka­ dar zorluğa katlanmaya değer? Bu tür fikir ayrılıklan inatçı olabi­ lir, fakat üstesinden gelebilmek mümkündür. Bazen konuyu, bir ölçüde, amaçlardan ziyade araçlarla ilgili düzeye indirgeyebiliriz; bu şekilde idam cezasının caydırıcı etkinliği hakkında lehte ve aleyhte deliller toplayabiliriz. Bazen, ilgili olgular bilindiği hâlde, canlı bir biçimde sergileme sebebiyle bir taraf diğerini etkileyebi­ lir; korku verici bir betimleme, bir kimsenin ötenaziye karşı di­ renmesini kırabilir. Bazen ustaca yapılan bir inceleme birbirini destekleyen iki hu­ susu ayırarak onlardan birinin konumunu zayıflatabilir. Bir kimse­ nin doğmamış nesiller adına çevreyi koruma hususunda bizimle aynı kanaatte olduğunu varsayalım; fakat daha sonra o kimsenin doğum sınırlamasına karşı çıkmak için aynı konuya, yani doğma­ mış kimsenin çıkarlarına dayandığını düşünelim. Karşılık olarak

İkna Etme ve Değerlendirme

117

biz genelde, gelecekteki mümkün insanlann çıkarlarını değil, var olacak insanların çıkarlarını tanıdığımızı söyleyebiliriz. Neyin ahlaken iyi veya doğru olduğunu nihai temellere oturt­ maya çalışan pek çok teori ortaya atılmıştır. Bazılan dinî teoriler­ dir: saf ve sade. Diğerleri temellerine insani arzulan veya çıkarla­ rı yerleştirmiştir. Yine bazıları soyut bir tarza sahiptir; mesela Immanuel Kant'ın teorisi bütün insanlar için her zaman evrensel ge­ nellemeye elverişli ilkeler şeklinde karşımıza çıkar. Şimdi bazı modern karar teorisyenleri (.decivion theoristc), hem çıkar teorile­ rine hem de soyut teorilere dayanan bir temeli savunmaktadır; onlar teorilerini sofistike matematiksel bir tercih teorisi üzerine kurmaktadır. Genelde ahlaki değerlendirmeler için nihai temeller sunma iddiasındaki bu teoriler, sıkıntı içindedir; hiçbirinin evren­ sel kabule yaklaşan bir şeyi ileri süremediği kesindir. Nihai ahlaki değerler hakkında karar vermeye çalışırken çok tehlikeli bir durumla karşı karşıyayız; fakat elimizden geleni yap­ maktayız. Daha önceki mutlu düşüncemizden bir teselli bulabili­ riz: Çok şükür, doğal ayıklanma sebebiyle, temel ahlaki konular üzerindeki fikir birliği yaygındır. Mutlak yoksunluk, kuraldan zi­ yade istisnadır.

ÖNERİLEN KİTAPLAR

Oldukça Temel A. J. Ayer, The Problem of Knowledge. Baltimore: Penguin, 1956. P. W. Bridgman, The Logic of Modern Physics. New York: Macmillan, 1927. J. Bronowski, The Common Sense of Science. Cambridge: Harvard, 1953N. R. Campbell, What is Science? New York: Dover, 1952. J. B. Conant, Science and Common Sense. New Haven: Yale, 1951. Pierre Duhem, The Aim and Structure of Physical Theory. New York: Atheneum, 1962. Philip Frank, Modern Science and Its Philosophy. Cambridge: Harvard, 1950. Martin Gardner, Fads and Fallacies. New York: Dover, 1957. P. T. Geach, Reason and Argument. Oxford: Basil Blackwell, 1976. C. C. Gillispie, The Edge of Objectivity. Princeton: Princeton University Press, I960. T. S. Kuhn. The Structure of Scientific Revolutions. Chicago: Chicago University Press, 1962. P. B. Medawar. Induction and Intuition in Scientific Thought. Philadelphia: Ameri­ can Philosophical Society, 1969. M. K. Munitz (ed.). Theories of the Universe. Glencoe, 111.: Free Press, 1957. C. S. Peirce. Essays in the Philosophy of Science (V. Thomas, ed.). New York: Li­ beral Arts, 1957. W. V. Quine. Methods of Logic. New York: Holt, 1972. W.V. Quine. The Ways of Paradox and Other Essays. Cambridge: Harvard, 1976. Hans Reichenbach, The Ris of Scientific Philosophy. Berkeley: University of Cali­ fornia Press, 1951. Bertrand Russell. Mysticism and Logic. New York: Doubleday, 1957. Bertrand Russell. Human Knowledge. New York: Simon and Schuster, 1948. Gilbert Ryle. Dilemmas. Cambridge: Cambridge University Press, 1954. Israel Scheffler. Conditions of Knowledge. Chicago: Scott Foresman, 1965. Israel Scheffler. Science and Subjectivity. New York: Bobbs-Merrill, 1967. J.J. C. Smart. Philosophy and Scientific Realism. London: Routledge and Kegan Pa­ ul, 1963. J. J. C. Smart and Bernard Williams. Utilitarianism. Cambridge: Cambridge Univer­ sity Press, 1973. P. P. Winer and A. Noland (eds.). Roots of Scientific Thought. New York: Basic Books, 1957.

120

Bilgi Ağı

Kısmen Daha Teknik H. Feigl and M. Brodbeck (eds.). Readings in Philosophy of Science. New York: Appleton-Century-Crofts, 1953. Nelson Goodman. Fact, Ficton, and Forecast. New York: Bobbs-Merrill, 1973. N. R. Hanson. Patterns of Discovery. Cambridge: Cambridge University Press, 1958. C. G. Hempel. Aspects of Scientific Explanation. New York: Free Press, 1965. David Hume. Treatise of Human Nature. Oxford: Clarendon Press, 1896 Leonard Linsky (ed.). Semantics and the Philosophy of Language. Urbana: Univer­ sity of Illinois, 1952. K. R. Popper. The Logic of Scientific Discovery. New York: Basic Books, 1959. W. V. Quine. Word and Object. Cambridge: MIT, I960. Howard Raiffa. Decision Analysis. Reading, Mass.: Addison-Wesley, 1968. Israel Scheffler. The Anatomy of Inquiry. New York: Knopf, 1963. W. Sellars and J. Hospers. Readings in Ethical Theory. New York: Appleton-Cen­ tury-Crofts, 1952. M. Weitz (ed.). Twentieth-Century Philosophy: The Analytic Tradition. New York: Free Press, 1966.

SÖZLÜKÇE

Ereksel sebep: Bir fiilin, olayın veya nesnenin amacı, onun ereksel sebebi olarak adlandırılır. Bu sebep kavramı Aristo'dan kaynaklanır. Geçerlilik: Mantıksal bir şekil, bütün örnekleri doğru olduğunda geçerlidir. Gerektirme: Gerektirmenin iyice tanımlanmış özünü mantıksal gerektirme oluşturur. İki ayu cümleyi "p ise q" şeklinde birleştirerek elde ettiği­ miz şartlı cümle, mantıken doğru olduğunda, bir cümle diğerini man­ tıken gerektirir. Daha kapsamlı, fakat biraz kapalı bir biçimde, bir cümleden veya kendinden-delilli bazı doğrulardan başlayarak, bir di­ zi kendinden-delilli adımlarla diğer bir cümleye ulaşıldığında, o cümle diğerini gerektiriyor denir. Gösterim: Gösterimle öğrenme, işitilen kelimeleri aynı ânda gözlemlenen nes­ neler veya durumlarla bağlantılandırmadır; böyle bir öğrenme, dilin daha önceden bilinmiş olmasını gerektirmez. Gözlem cümlesi: Eğer bir cümlenin tasdik edilmesinin tek sebebi onun diğer özneler tarafından hâlen gözlemlenebilir olması ise, o gözlem cümlesi­ dir. Dolayısıyla, işaretle öğrenilebilen ve benzer uyarımlar karşısında dili konuşanların tümü tarafından da kabul edilebilecek bir cümledir. Hipotez: Doğru olduğunda, hâlen inanılan bazı şeyleri açıklayacağı için değer­ lendirilmeye alınan veya kabul edilen bir tahmin. Bir hipotezin delili, sonuçlannda görülür. Kelime aynca 'öncül' anlamında da kullanılır. İspat süreci: Geçerliliği belirlemenin şekilsel bir metodudur. En yaygın ispat süreçleri, aksiyomları ve çıkarım kurallarını içerir. Tüm ispat süreçle­ rinin en önemli noktası, formüllerin incelenmesi yoluyla iddia edilen ispatlann devamlı kontrole açık olmasıdır. İspatlanabilirlik: Bir cümle eğer kabul edilmiş inançlardan veya belirtilmiş hi­ potezlerden hareketle çıkarımlanabilirse, o cümle ispatlanabilirdir. Kanunumsu cümle: Örneklerinin kendisini tasdik ettiği düşünülen genel bir cümle veya böyle bir cümlenin mantıksal denkliği. Doğru olan kanu­ numsu bir cümle, kanundur. Kıyas: Tümevarıma genellemeyi aşarak çıkanmsal bir sıçramada bulunma. Bununla bir kimse bazı önemli açılardan benzer iki şeyin diğer açılar­ dan da benzer olduğu sonucuna vanr. Kelimenin aynı zamanda diğer kullanımlan da vardır; örneğin yeni terimleri öğrenmede izlenen or­ tak bir yol için kullanılmıştır. Mantıksal denklik: Birbirini mantıken gerektiren iki cümle mantıksal açıdan denktir.

122

Bilgi Ağı

Mantıksal doğru: Bir cümle geçerli, yani bütün örnekleri doğru olan, mantık­ sal bir şeklin örneği ise mantıksal bir doğrudur. Mantıksal edat: Mantıksal şekillerde yer alan; 'her', 'bir', 'ki', 'dir', 'veya', 'de­ ğil', 'eğer', 'fakat', 've', 'bazı' gibi kelimeler. Bunlar mantıksal şekille­ rin oluşturulmasında ihtiyacı fazlasıyla karşılar. Mantıksal şekil: Sadece mantıksal edatları ve boşlukları içeren, boşlukları uy­ gun kelime ve ifadelerle değiştirildiğinde kendi örnekleri olan cümle­ leri veren bir şekil veya şema. Öncül: Öncüller, kendileri aracılığıyla bir tümdengelimin yapıldığı varsayılardır: Bu öncüller ister inanılmış isterse sadece farz edilmiş olsun. Şanlı Önenne-, "p ise q" şekli şartlı bir cümleye örnektir. Şartlı bir cümlenin mantıksal doğruluğu, mantıksal gerektirmenin bir örneğini doğrular. Şartlı refleks: Belirli bir uyanma otomatik olarak verilen Öğrenilmiş karşılık. Sınırlayıcı ilkeler. Kapsamlı bir biçimde herhangi bir bilimsel hipotezi dışla­ yan genelde felsefi ilkeler. Tarif: Daha önce net olmayan bir terim veya kavram için felsefi açıdan ve­ rimli olması amacıyla yapılan tam bir tanım. Teleoloji (GayebiUmX Özellikle doğal olgular açısından aınacm, düzenin veya nihai sebeplerin incelenmesi. Tümdengelim: Bir cümleyi diğerlerinden kendinden-delilli adımlarla ispatla­ yan akıl yürütme çeşidi. Tümevarım: Bilinen durumlardan benzer bütün durumlara genelleyerek, ge­ nel bir hipotez kurma metodu. Tümevarım, bu rrıetodun bir uygula­ masıdır. Tutarsızlık: Eğer bir grup cümle mantıken uyumlu değilse ve dolayısıyla bir­ birleriyle çelişiyorsa, bu cümleler tutarsızdır.

DIZIN

açıklama 37, 66, 82, 85, 95-106 açıklık 88, 115 ahlak 52, 115; ~ felsefesi 50 ahlaki değerler 48, 116, 117 akıl 12, 30, 39, 56; - yürütme 11, 20, 50, 79; --dışıcılık 9, 71; —karşıtı 12, 15, 31; -cılar 61; -a uygun açıklama 103; -a uygun hipotez 62, 68; -a uygun inanç 9, 15, 82; -a uygun mekanizma 71; ~a uygunluk 22, 66, 68 aksiyom 42, 43, 45 analoji 81 argüman 14, 111, 112 Aristo 33; ~cu gelenek 100 asal sayılar teorisi 45, 46, 61 astroloji 73 atfedilebilirlik 78-80, 89, 116 basitlik 65-69, 71, 73, 78-80 Beethoven 114 Belçika 27 benzerlik 78, 79, 84, 97 beş erdem 63, 86 beyin 11, 104 bilgi 11, 12, 20, 32, 40, 50, 59, 80, 82, 106, 113; - teorisi 9; - toplama 49, 50 bilim 11-13, 15, 32, 33, 50, 56, 57, 62, 64, 65, 68, 71, 79, 80, 86, 95; ~ adamı 14, 15, 25, 34, 47, 52, 67, 71, 74, 90, 105; - kurumu 26 bilimsel: - aristokrasi 14; - bilgi 58; bir teori 25, 80; - deney 58; - devrim 69; - düşünme 25; - hipotez 46, 58, 86; ~ kanunlar 66, 74; - kurumlar 14; - metod 34; - teori 27, 31, 74; - te­ rimler 83; - titizlik 62; - topluluk 11; - vicdan 33 bilişsel 12 biyoloji 79, 102

Boston 19 Brooklyn 23 büyük patlama 58, 59 büyüye inanma 12 Carroll, Lewis 56, 57 Chaucer 108 Chicago 98 cisimlerin sürekliliği teorisi 29 çekim kanunu 65, 97, 99, 102 çelişki 21, 24, 31-33, 44, 57, 90 çıkarım kuralları 42, 43 Çin 104 dalga teorisi 33 Darwin, Charles 68, 101, 102; ~'in hipo­ tezi 102; ~'in teorisi 102 delil 11, 20-22, 24-26, 31, 35, 38, 49, 53, 55, 57-59, 62, 63,70, 72,74,81-83, 98, 104, 109-113, 116; - bulma 22, 52; getirme 104, 108, 110; - toplama 20; -in gücü 62; -in kesinliği 22; -ieri ayıklama 57 deney 25, 34, 68, 70, 84, 85, 88; -sel psikoloji 13 dil 13, 27-32, 35, 49-52, 66, 104, 105, 107; - felsefesi 9; - öğrenimi 28; - öğ­ renme 51 doğal ayıklanma 68, 79, 101, 102, 116, 117 doğaüstü (occult) tecrübeler 34 duyu 26-29, 35, 49-51, 82, 83 düzen delili 101, 102 Einstein 57-59, 69, 70, 73; - fiziği 70 erdem 72, 85, 105, 106, 114, 115 ereksel (gaî) sebep 101 esîr 56, 69

124

Çağdaş Arap-İslam Düşüncesinde

estetik 114, 115 etken sebep 101 evren 26, 40, 44, 46, 58, 74, 91; -sel çe­ kim hipotezi 65, 66, 69 evrim 80, 89, 102

Yeniden

Yapılanma

Hume 116 hurafe 105

iç gözlem 35 ikna etme 108-111, 113 iman 56 felsefe 9, 10; -çiler 20, 27, 28, 34, 35, imanın sınanması 56, 57 imkansıza inanma 57 38, 47, 61, 87, 88, 92 fizik 34, 45-47, 58, 65, 66, 69-71, 74, 75, inanç dar) 17-25, 31, 34, 37, 39, 53, 5558, 62, 71, 72, 74-76, 81, 82, 90, 91, 90, 97, 99; - kanunları 71; - teorisi 29, 103, 104, 106-111, 113, 114; - ağı 42, 33, 69; -sel açıklamalar 99 63; - sistemi 26, 27, 31, 41, 57, 63; hakkında - 7, 9, 15, 21, 25, 37, 49, 61, Galileo 33 75, 85, 95, 107; -lan düzene koyma gelgit 65, 95-97, 99, 103 24, 90; -ların sebepleri 7, 9, 12, 22, genelleme 30, 61, 62, 65, 70, 71, 76, 80, 25, 37, 49, 61, 75, 85, 95, 107; -a ulaş­ 81,84,87-89, 117 ma 17; ~ı değerlendirme 22; -ı terk et­ genellik 68, 69, 76, 80, 84, 86, 87 me 17; -in değişmesi 62; ~ın delili 21; genetik 101; - mutasyon 79, 102 -in devamlılığı 74; ~ın nesnesi 18, 19, geometri 46, 70, 74 27, 100; -in sebepleri 22; -in temelle­ gerektirme 41, 72, 73, 85, 90, 97, 98, rini değerlendirme 17; -in yoğunluğu 102, 103 22; geçmiş -1ar 64, 81; bâtıl - 12, ger­ Gilbert 109 çek - 57; makul - 62, 63; önceki - 38, Goodman, Nelson 11, 76, 78, 79, 88 63,64 Gödel 42, 45, 46, 61; ~'in 'eksiklilik' te­ inançsızlık 19, 20, 24, 55 oremi 48 inanılabilirlik 103, 104, 110, 111, 113 görelilik: - teorisi 70; özel - 69 ispatlanabilirlik 39, 43 gösterim 28-30, 49 gözlem 26-28, 31-35, 37, 38, 49, 50, 52, Jeffreys, Sir Harold 66 61, 62, 68, 71, 73, 74, 76, 78, 82, 90, 91, 108, 110, 115; - cümlesi 26-32, 35, Kant, Immanuel 117 37, 49-52; - haberi 32, 50, 71, 108, kanunumsu 88, 89 110, 111; - e dayalı haber 111; -in kararlı-durum teorisi 46, 47 nesnesi 49; -lenebilen veriler 26; -le- kare 109 nen 28, 29, 32, 61, 95; -lerin düzen­ Kelt 108 sizliği 7, 9, 12, 24, 34, 37, 49, 61, 75, kendinden-delilli: - adım 39, 40, 42, 43, 85, 95, 107 45, 46, 61, 62, 80; - doğru 39-43, 45, 46, 61, 62, 109; - inançlar 37, 38 Hannibal 17, 18, 55 kendine-üye-olmama 44 Hempel, Carl G. 89 Kepler 66, 102, 103; ~'in kanunları 7, 9, hikmet 113 11, 23, 31, 45, 58, 73, 82, 90, 103, 107 hipotez 34, 39, 41, 45, 46, 51, 62, 65, 67, kesin ispatlanabilirlik 7, 9, 12, 24, 34, 74, 80, 82, 85-88, 90-93, 95, 97-99, 101, 39, 40, 46, 49, 61, 75, 85, 95, 107 103, 105, 106, 111, 114, 115; -in doğ­ Kevin, Lord 99 ruluğu 7, 9, 11, 24, 31, 46, 59, 74, 84, kıyas 81-84 85, 95, 107; eksik - 96; genel - 74, 81, Kierkegaard 56-58 83; duruma has - 71; istatistiksel - 93, kinetik gazlar teorisi 66 98, 103; kesin - 91; psikolojik - 34; ra­ kozmolojik teori 46 kamsal - 93 kuantum: - mekaniği 33, 93; ~ teorisi 47 Houdini, Harry 104 kümeler teorisi 43, 45, 46, 74

Dizin

Lionel Flemm Saati 75 Londra 105 Lorentz 69, 73

125

reddedilebilirlik 72, 90, 106 Rumford, Count 66 Russell Paradoksu 45, 48

mantık 12, 39, 42, 43, 46, 47, 77,80, 90; saçma 56-58; -ya inanma 56 -sal doğru 38-40, 42-45, 46, 61; -sal sadelik 64, 66-69, 75, 83, 116 edatlar 38, 39, 41; -sal gerektirme 40- sebeplilik 50,97,99,102; - bağı 14, 49, 42, 97; -sal içerme 41; -sal sonuç 41; 50, 68, 98; - zinciri 99-101 -sal şekil 39, 42, 44; -sal teori 42 sezgi 61, 82, 83, 115; —karşıtı 40, 45 Martin, Edwin 9 sığ inceleme kuralı 110, 111 matematik 43, 45-47, 55, 58, 66, 71, 74, Skeat, W. W. 108, 110 102; -sel deliller 110; -sel doğrular Skolem 42 43; -sel fizik 69; -sel tercih teorisi 117 Skolem ve Gödel teoremi 43 Michelson-Morley deneyi 69, 70, 73 Smart, J. J. 9 * Moliere 97, 105 Stalker, Douglas 9 Monako Prensliği 54 Sullivan 109 muhafazakârlık erdemi 63, 64, 67, 69, 70, 71, 75, 86, 106 şekilsel ispat süreci 43, 45 Napolyon 18 nebülöz 26 Neptün 17, 18, 55, 70, 71 nesne 28, 44, 50 nesnel doğru 68 Newton 33, 65, 66, 69, 70, 96, 97; - fi­ ziği 69, 70, 73; -'un teorisi 33, 69; — Lorentz sistemi 73 nümeroloji 13

tahmin 67, 68, 71-73, 79, 80, 86, 88, 92, 93, 95, 96, 103, 114, 116 tanıklık 49 tanım 30, 65, 87 Tanrı 57, 101, 105 tasdik etme 88 teleolojik açıklama 7, 9, 11, 24, 31, 46, 58, 73, 83, 91, 100-102, 107 teorik fizik 45, 74 termodinamik 33 Öklid 109; -'in paraleller postulatı 45, Tertullian 56, 57, 58 tümdengelim 39, 45, 55, 80, 88, 102, 115 48 tümevarım 76-78, 80, 81, 84, 88, 92 ötenazi 116 öznellik 34, 66, 78 Uranüs 71 Pascal 57 yalan söyleme 50, 51, 107 Peirce, C. S. 92 yapay zeka 83 Pisarro 114 psikoloji 83, 99, 106 Pythagoras (Fisagor) teoremi 55, 109