Atatürkün Uşağının Gizli Defteri [PDF]


161 109 1MB

Turkish Pages 246

Report DMCA / Copyright

DOWNLOAD PDF FILE

Atatürkün Uşağının Gizli Defteri [PDF]

  • 0 0 0
  • Gefällt Ihnen dieses papier und der download? Sie können Ihre eigene PDF-Datei in wenigen Minuten kostenlos online veröffentlichen! Anmelden
Datei wird geladen, bitte warten...
Zitiervorschau

Kapak Düzeni Kapak Baskısı Dizgi ve Baskı

: A. :

ARAD

Galeri Basımevi : Osmanbey Matbaası

TURHAN GÜRKAN

ATATÜRK'ÜN UŞAĞININ GiZLi DEFTERİ Atatürk'ün oniki yıl hizmetini gören Cemal (Çelebi) Granda'nın hâtıraları

FER

YAYINLARI

İSTANBUL 19

7

1

Bu kitaptaki hâtıralar 4 Mart 1959 dan 31 Mayıs 1959 a kadar Şehir Gazetesinde Turhan Gürkan imzasıyla yayınlanmıştır.

CEMAL GRANDA'NIN EL YAZISI

ÖNSÖZ

Objenin, kendinden uzaklaştıkça küçüldüğünü, yaklaştıkça büyüdüğünü görürüz. Madde ile mananın ayrıntısı bu görüntüdedir. Madde, kendinden uzaklaşıldığı zaman küçüldüğü halde, mana; kendinden uzaklaşıldıkca büyümektedir. Büyük olarak tanımladığımız adamlar, madde ve mananın bu perspektifine dikkate değer bir ör­ nek vermektedirler. Atatürk'ün ölümünden bu yana birbiri arkası­ na sıralanan yıllar gerisinde gittikçe büyümesi, onun mana planındaki gerçek değerini işaretlemektedir. Mana plânında bu yeri almış olmayanlar, madde plânında kalacakları için, onlar hergün bir parça daha geriye iten zaman içinde, büyüyemeyecekler, küçülecekler hatta unutulacaklar, yok olacaklardır. Büyük adamı, ne filozof Nietche'nin büyük adam tarifi, ne Shopenhaur'ın büyüklük kompleksi çerçevesinde mütelâa etmek istiyoruz. Büyük adam için bizim yapacağımız tanımlama, «yakından her­ kes gibi, uzaktan kendi gibi» olan kişi şeklinde ola­ caktır. Büyük adam konusu, zamanımıza kadar düşü­ nürlerin tartışmalarının sebebi olmuştur. Büyük

8 adam vardır veya yoktur. Lâkin büyük işler, toplu­ mu etkilemiş önemli fikirler vardır ve ortadadır. Atatürkte adının yanına, «büyük» sıfatı konmasa yaptığı işler büyük olarak ortada kalacak nadir kişi­ lerdendir. Büyük adamlara, büyüteçlerle bakan e l e ş t i r i c i lerle, onları dürbünün ters tarafı ile izleyen müşkül­ pesentler hep yanılacaklardır. Çünkü, büyük adam­ lar yakından herkes gibi olağan, ama yaptıklarıyle uzaktan başkalarına benzemeyecek kadar dikkat çekici kişilerdir. Onları önce insanlığından soyarak küçültenlerle, insanüstü yaparak kutsileştirenler gerçekçi değildirler. Atatürk'e oniki yıl gece, gündüz, günün yirmidört saatında hizmet etmiş Cemal Granda'nın bu anıları, onu insan sözlüğünün anlamı içinde, pek güzel canlandırmaktadır. Onun hakkında yazılmış bütün anılardan bu kitabın değişik olması nedeni budur. Bu kitapta, fotoğraflardaki Atatürk'ü, nutuklardaki Atatürk'ü, bayramlardaki, merasimlerdeki Atatürk'ü değil, Türkiye Cumhuriyeti nüfusuna ka­ yıtlı, Vatandaş Mustafa Kemal'i görüyoruz. İç dün­ yasındaki büyük yalnızlığı, hassasiyeti, taşkın duyguları, davranışları, sitemleri, neşesi ve üzüntüleriyle, insanlık realitesinin herkes gibi onda da yan­ sımasını bulmaktayız. Gerçekte de Atatürk'ün bü­ yüklüğünü süsleyen, onun aramızdan biri olmasıdır. Sayın Cemal Granda'ya, bize Atatürk'ü böyle­ sine yakından seyrettirme fırsatı verdiği için teşek­ kür ederiz. Bununla anlıyoruzki, şimdi o bizden baş­ kası değil, daha çok bizden biridir. TURGUT

FETHİ

BAŞLARKEN

Atatürk için çok şey yazıldı. İstatistikçiler işi sayılara döktüler. 3000 kitap, 10.000 lerce makale, bir o kadar da hâtırat yazıldı, dediler. İşin ilginç yönü, bu yapıtların 493 gibi gibi önemli bir bölümü­ nün Almanya'da, 367'sinin Fransa'da, 141'inin İn­ giltere'de, 510' unun da başka ülkelerde yayınlan­ mış olmasıdır. Bu sayılar, 25. ölüm yıldönümünden sonra yayınlanan kitapların dışındadır ve UNESCO'nun çıkardığı kitaplarla toplam daha da kabar­ maktadır. En büyük yazarından, en küçüğüne kadar yerli ve yabancı binlerce kalem, Atatürk'ü anlatmak için sanki yarışa girdiler. Hepsi ayrı bir yönden, çocuk­ luğu da içinde olarak «asker, ihtilâlci, devlçt ada-

10

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

mı, devrimci, ıslahatçı» Atatürk'ü anlattılar. Yal­ nız ölümü üzerine yazılanlar bile koskoca bir kitap­ lık doldurur. Ama O'nun özel yaşantısına pek az yer verildi denebilir. Oysa yeni bir Türkiye yaratan bu büyük adamı anlatmak, yeni yetişen kuşaklara duyurabilmek için O'nun nasıl yaşadığını, özelliklerini de en ince noktalarına kadar bilmek gerekiyordu. Ata'nın yakınları, arkadaşları, zaferi beraber kazandığı, Cumhuriyeti beraber kurduğu, Devleti beraber yönettiği kimseler de zaman zaman O'na ilişkin anılarını yayınladılar. Özel yaşantısını -de­ rinliğine inebildikleri oranda- anlatmağa çalıştılar. Ama bunların çoğu eksik, birbirini bütünlemekten uzak, belirli yol izlemeyen parça parça anılardan ileri gidemedi. Geçen yıllar Atatürk'ün yaşantısını filme ala­ cak olan yabancı filmciler, seçtikleri yüzlerce kitap arasında O'nun özel yaşantısına ilişkin birşeyler ara­ mışlar, ancak böyle bir bilgiyle senaryolarına gerçek bir hava verebileceklerini ve Büyük Kahraman'a ya­ raşık bir kordelâyı, ancak bu şekilde çevireceklerini söylemişlerdi. Fakat ne vazık ki, onların ellerine ve­ rebileceğimiz istedikleri yeterlikte derli toplu bir ya­ pıt yoktu. Atatürk'ü daha iyi tanıyabilmek, anlıyabilmek için O'nu bütün yönleriyle öğrendikten başka, özel

GİZLİ

DEFTERİ

11

yaşantısını da bilmek gerektir: Atatürk nasıl bir in­ sandı? Her gelip geçici insan gibi 24 saatini nasıl doldurur, ne yer, ne içerdi? Nasıl çalışır, ne zaman uyur, hangi arkadaşlarını üstün tutar, sakin ve sinir­ li zamanlarında ne yapar, kimlerle geziye çıkardı? Şakaları, öfkesi, sitemleri, kuşkusu, sevgisi, nefreti nasıl olurdu? Hangi kitapları okur, hangi mü­ ziği dinler, hangi renkleri, mevsimleri sever, hangi içkiyi kullanırdı? Evlilik yılları çok kısa süren Atatürk'ün kadın­ lar karşısında tutumu neydi? Ata'nın hayatına gir­ miş kadınlar var mıydı? Cumhuriyetin ilk yıllarından ölümüne kadar Atatürk'ün değindiği insanlar, Ata'yı ziyaret eden yabancı devlet adamları ve hükümdarlarla yapılan görüşmelerin kitaplara geçmemiş en gizli yönleri, Atatürk'ün gezileri, Atatürk'ün manevî evlâtları, Atatürk'e ilişkin bilinmiyen fıkralar ve bir çok saklı kalmış gerçekler... Bunları eksiksiz, hiç bir etki altında kalmadan yazabilmek için gece ve gündüz her an Atatürk'ün yanında bulunmak, yataktan çıkışından, yatağa giri­ şine dek bir gölge gibi peşinden gitmiş olmak ge­ rektir. İşte Atatürk'ün tam oniki yıl emrinde çalışmış, hizmetini görmüş, o dönemin bütün gerçeklerini O'­ nun sofrasında, O'nun ağzından dinlemiş; Ata'nın

12

A T A T Ü R K ' Ü N

U Ş A Ğ I N I N

İstanbul'a geldiği 1927 yılından, ölümüne dek ya­ nından ayrılmamış, sofrasını kurup kaldırmış, yal­ nızlık anlarında derdine ortak olmuş, bir adamın kelimesine kadar not edilen tarihe geçecek anıları... Atatürk'ün görevine ilk girdiği ân, O'na ilişkin anıları not ederek saklamak, ileride Türk tarihi ya­ zacak tarihçilerin eline bir belge vermek istediği hal­ de, Saraya şvester (hizmetçi) olarak alınan Alman kadını Havuzdame'nin tuttuğu notlar yüzünden ko­ vulduğunu görünce aynı akıbete uğramamak için anılarını herkes uyuduktan sonra gizli metodu ile ya­ zan Atatürk'ün en çok sevdiği ve kendisine en ya­ kın tuttuğu adam... Bu kitapta merakla okuyacağınız anılar, yüzde yüz doğru olup, basit bir sofracının görüş açısından kaleme alınmıştır. Şimdi sözü tam oniki yıl hizmetini görmüş Atatürk'ün «Çelebi» si Cemal

Granda'ya

bırakıyoruz. TURHAN

GÜRKAN

GİZLİ D E F T E R İ

l3

SARAYA Ç A Ğ R I L D I M

1927 Y I L I N I N güneşli bir T e m m u z günüydü... O z a m a n şimdiki Şehir H a t l a r ı İşletmesi 1927 Y I L I N I N güneşli bir T e m m u z günüydü... O z a m a n şimdiki Şehir H a t l a r ı İşletmesi olan Seyrüsefain yedi

yaşında,

gençtim.

Bu

denecek

yaşta,

rak

İdaresi'nde

ince,

çalışıyordum. H e n ü z o n -

zayıf, içi h a y a t ateşiyle

idareye

tam

üç

yıl

kısa pantolonlu,

önce,

dolu

henüz

tüysüz bir

bir

çocuk

çırak ola­

girmiştim. O z a m a n l a r çok çalışkandım. K e n d i m i işe v e r d i m

mi, başımı z o r kaldırırdım. Bu hâl âmirlerimin de d i k ­ katini

çekmiş

olacak

ki,

çok

geçmeden

armağanını

g ö r m e k t e g e c i k m e d i m . B i r g ü n müdiriyetten ç a ğ ı r ı p : —

Seni S a r a y a göndereceğiz, hazır ol; dediler.

H e y e c a n d a n az daha y ü r e ğ i m a ğ z ı m a g e l e c e k t i . . . Önce

pek

sonra

Atatürk'ün

iyi

anlıyamamıştım hizmetine

ama,

bir

gireceğimi

kaç

dakika

sezinlemiştim.

H e y e c a n ı m bundan ileri g e l i y o r d u . İstendiğimi h e m e n arkadaşlarıma

açtım.

Kimisi: — Ç o k sert adam... Kimisi: —

Gece

hizmeti

çok z o r . . .

D i y e m a n e v i y a t ı m ı bozuyor, beni c a y d ı r m a ğ a ça­ lışıyor, —

sonra

da:

Sen bilirsin, yine istersen g i t . . .

14

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

D i y o r l a r d ı . O g e c e u y k u m kaçtı. K e n d i k e n d i m e : —

H a y d i Cemal, diyordum. Göster kendini... T a ­

lih kuşu insanın başına bir k e r e konarmış. Bu herke­ se nasip olmaz. Senin şansın v a r m ı ş ki, b ö y l e büyük bir a d a m ı n hizmetine ç a ğ r ı l d ı n . A p t a l l ı k etme, bun­ lar

seni

kıskandıkları

için

böyle

konuşuyorlar...

Di­

yordum. E r t e s i günü sevinçten kabıma sığamıyordum. A y ­ nı z a m a n d a içimi de heyecanla dolu büyük bir korku kaplamıştı.

O'nun

karşısında ilk

anda

bir p o t

kırar­

sam, d i y e düşünüyordum. N e y a p a r d ı m o z a m a n ? Günlerden başlıyacaktım. Bunaltıcı

5

Temmuzdu.

Bana g ü z e l

sıcağın

etkisiyle

bir

O

gün

yeni g ö r e v i m e

smoking

smokingin

almışlardı.

içinde

buram

buram t e r döküyordum. F a k a t bu k ı y a f e t içinde o ka­ d a r şıktım k i . . . O z a m a n k a m a r a â m i r i m i z olan,

daha sonra da

D e v l e t D e n i z y o l l a r ı Başmüfettişliğinde bulunan Muzaf­ fer B e y l e rıhtımda bekleyen Ç a n k a y a motoruna bin­ dik. G ö z l e r i m i kapıyor, A t a t ü r k ' ü n yanında g e ç i r e c e ­ ğ i m g ö n l e r i n hayalini kuruyor, sonra birden M u z a f f e r B e y i n sesiyle daldığım h a y a l âleminden uyanıyordum. Muzaffer —

Bey:

Çocuğum, şimdi seni S a r a y a g ö t ü r ü y o r u m . O-

r a d a çok dikkatli olman l â z ı m . D i y e r e k ö ğ ü t v e r i y o r ­ du. C a n kulağı ile M u z a f f e r B e y i dinliyor g ö r ü n m e ­ m e r a ğ m e n , aklım çok daha başka y e r l e r d e idi. Y i n e onun

öğütleriyle

irkilerek

kurduğum

hayal

evrenin­

den aşağı iniyordum. —

Orada her ne görürsen, duyarsan,

gördüğünü

g ö r m e m e z l i k t e n , işittiğini i ş i t m e m e z l i k t e n geleceksin. Senin için çok i y i olur... M o t o r u m u z B o ğ a z ' ı n m a v i sularını y a r a r a k D o l -

GİZLİ DEFTERİ mabahçe

15

Sarayı'na yanaştı.

Rıhtıma ayak bastığımız

z a m a n heyecanım son haddini bulmuştu. H a y a t t a ç o k şaşırtıcı

olaylarla

karşılaştım.

Atatürk'ün

hizmetinde

t a m oniki y ı l çeşitli olgularla karşıkarşıya g e l d i m . F a ­ k a t hiç birinde O'nunla ilk k a r ş ı l a ş t ı ğ ı m ve bana ilk seslenişi

anlarını

unutamadım.

Seyrüsefain İdaresi'nden benimle birlikte

Saraya

Rüknettin ve Vus'at adında iki arkadaşı daha i s t e m i ş ­ lerdi. F a k a t onlar A t a t ü r k ' ü n hizmetçisi olamadı, Sa­ rayda

kaldılar.

N e tuhaf!. H a y a t ı m d a hiç saray, hatta m ü z e bile g e z m e m i ş olan ben, d o ğ m a

büyüme bir saraylı g i b i

e t r a f ı m a bakmadan çalımla dimdik yürüyordum. M u ­ z a f f e r B e y önde, ben arkada, o z a m a n özel k a l e m mü­ dürü olan H a s a n R ı z a S o y a k ' ı n karşısına çıktık. S o y a k adımı, yaşımı sorup, Salihli'li olduğumu ö ğ ­ rendikten sonra zile bastı, başsofracı İ b r a h i m ( G ü v e n ) E f e n d i y i ç a ğ ı r d ı . Beni teslim alan başsofracı da k o r i ­ dorlarda yürürken

aynı

soruları

soruyor, nereli,

kim

olduğumu, bundan önce nerelerde çalıştığımı ö ğ r e n i ­ yordu. Böylece

Saray'ın H a r e m kısmına,

Hususî D a i r e y e geldik,

şimdiki a d ı y l a

16

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

«AÇINIZ PERDELERİ»

C U M H U R İ Y E T devrinde İstanbul'a i l k de­ fa

gelen

Atatürk'le

ilk

karşılaşmamız

burada oldu. V a k t i y l e Son H a l i f e A b d ü l m e c i t Efendi nin y e m e k mişti. ağır, çok

salonu

Bütün

olan

mobilya

çiçekli perdeler güzel

duran

süslenmiş

bu

daire

lâke

idi.

yerlere bir

gayet güzel Hereke

kadar iniyordu.

sofra vardı.

döşen­

kumaşından Ortada

Dimdik

ayakta

Atatürk:

— A ç ı n ı z perdeleri!.. D i y e seslendi. A t a t ü r k ' ü n ağzından duyduğum ilk ses işte budur. H e m e n koştum ve perdeleri

açtım.

Salon aydın­

landıktan sonra A t a t ü r k sofraya oturdu. Y a n ı n d a manevî evlâtları R ü k i y e v e Zehra H a n ı m l a r l a kızkardeşi Makbule H a n ı m v e U m u m î K â t i p T e v f i k B e y vardı. O gün büyük bir d i k k a t l e A t a t ü r k ' ü n nasıl y e m e k y e d i ğ i n e b a k t ı ğ ı m için y e m e k listesi olduğu

gibi

ak­

l ı m d a d ı r . İlk y e m e k güzel bir ordör, ikinci y e m e k püreli

tavuk,

üçüncü

kuşkonmaz,

kompostosu

bulunuyordu.

İlk

Atatürk'ün

gün

bütün

meyva

olarak

hareketlerini

ananas dikkatle

izledim. Y e m e k t e n sonra önce H a r e m Dairesi'nin üs­ tüne çıkmış, sonra bütün S a r a y ı dolaşmış, a k ş a m üstü de

Söğütlü y a t ı y l a B o ğ a z ' d a g e z i n t i

yapmıştı.

GİZLİ

DEFTERİ

Gezintiden saatlere

kadar

17

sonra sofra faslı sürüyordu.

İçkili

başlıyor ve olan

çok g e ç

akşam

yemek­

lerinde y a k ı n arkadaşları, kabine üyeleri de hazır bu­ lunuyor, bir ç o k m e m l e k e t meseleleri burada hallediliyordu. silâh

Sofrasına belirli mesleklerdeki eski dostları ve arkadaşlarından

başka, bilim, sanat, ticaret, en­

düstri kişilerini topluca ç a ğ ı r d ı ğ ı olurdu. Bu hal, 1938 yılı H a z i r a n ı n a k a d a r bir yaşayışı Saraya, onbeş gün

zorunlu

yani hastalığı kendisine değişik kılıncaya

k a d a r sürüp

gitti.

daha doğrusu A t a t ü r k ' ü n hizmetine g i r e l i olduğu

halde

Atatürk,

o

güne

k a d a r bir

kere bile dönüp yüzüme bakmamış, k i m olduğumu da sormak g e r e ğ i n i duymamıştı. Önceleri ö n e m s e m e d i ğ i m bu hal, y a v a ş y a v a ş bana k o y m a ğ a başlamıştı. İ ç i m i tarifsiz bir üzüntü kaplamıştı. T a m onbeş gün O'na bir « d i l s i z » g i b i h i z m e t etmiştim. Üzüntüm g i t t i k ç e artıyordu. K e n d i k e n d i m e : « S a b ­ ret Cemal,

elbet bir gün konuşacak, seni t a n ı y a c a k »

diyordum. A y r ı c a içimde bir korku d a belirmişti: « Y a , diyordum,

benimle

uzaklaştırılırsam?»

konuşmadan Öyleya,

belki

buradaki hizmetim

işimden beğenil-

miyebilir, hoşa g i t m e z d i . . . Bu hal arkadaşlarımın da dikkatini çekmiş olacak ki,

alaylı

alaylı:

— Cemal, ne adını, ne de nereden geldiğini henüz sormadı. Seni t a n ı m a k bile i s t e m i y o r . . . D i y e takıldık­ ları bile oluyordu. Onlara ne c e v a p v e r e c e ğ i m i bilemiyor, fakat g a y e t tabii

görünmeğe

çalışarak:

— E l b e t bir g ü n olur, adam yerine korlar, sorarlar. Diyordum.

18

ATATÜRK'ÜN

ADIMI

BİR

AKŞAM

saat

UŞAĞININ

DEĞİŞTİRİYOR

20

sularında

Sarayın

M a r m a r a ' y a bakan balkonunda y i r m i kadar tanınmış konuk y e m e k yiyordu. A r k a m d a duran Atatürk: —

Efendi, efendi... D i y e bana seslendi.

Döndüm. H i ç unutmam, elimde kristal r a k ı süra­ hisi vardı. — Buyrun e f e n d i m . . . B i r emriniz mi v a r P a ş a m ? . . D i y e cevap v e r d i m . Cumhuriyet

rejiminin

kurulmasına

rağmen

her­

kes A t a t ü r k ' e « P a ş a m » d i y e seslenirdi. B e y l i k , paşalık k a l k t ı ğ ı halde bu « P a ş a » lık A t a t ü r k için k a l k m a d ı . Ölünceye kadar

sürdü.

O akşam ilk k e z konuştuğum A t a t ü r k ' l e aramız­ da şunlar g e ç t i : —

Senin ismin nedir?



Cemal!..

— Sonu y o k mu bunun? — Var, Cemalettin... Bunun üzerine A t a t ü r k birden bana doğru i l e r l i yerek: —

H a a a . . . dedi. İ s i m l e r K e m a l e t t i n olur, f a k a t

Cemalettin

olmaz.

Sen

yine

Cemal

kal!

dular?

Dinin

Ce-

GİZLİ DEFTERİ

19

A r a d a n y a r ı m s a a t geçmişti. Y e m e k d e v a m edi­ yordu. Sevinçten kabıma s ı ğ a m ı y o r d u m . E v e t , A t a ­ türk en sonunda benimle konuşmuştu. H e m de uzun uzun... Ertesi gün benimle alay eden arkadaşlara an­ l a t a c a ğ ı m şeyleri kafamda tasarlıyor, onlardan hınç çıkaracağımı düşünüyordum. F a k a t A t a t ü r k , bu Cemal adına tutulmuş olacak ki yeniden seslendi: — Bu C e m a l e t t i n ismini k i m koydu sana? A r t ı k adamakıllı k o r k m a ğ a başlamıştım; — Babam, d i y e cevap v e r d i m . — Öyle ise baban ne adammış senin. D i y e sertçe çıkıştı. Bunun

üzerine:

— B e n b a b a m ı tanımıyorum. D e y i n c e yüzü daha da sertleşti: — B a b a m ı tanımıyorum ne d e m e k ? m ı doğdun? Baban y o k m u senin?..

Sen babasız

— B e n dokuz aylıkken babam ölmüş. ki,

A t a t ü r k üzüldüğümü yüzümden birden sesini yumuşattı:

okumuş

olacak

— A n a n ı tanıyorsun ya y e t e r ! . . Dedi. Ve biraz durduktan sonra e k l e d i : Ben de babamı tanımıyorum ya... O g e c e y e m e k sabahın beşine k a d a r d e v a m etmişti. Çokluk g e c e l e r böyle olur, meclisin horozlar ö t e r ­ ken dağıldığı görülürdü. Bu yüzden A t a t ü r k te sabah saat beşten önce y a t a ğ ı n a g i r e m e z d i . Saat onbirden sonra hava serinlediği için misafirler birer ikişer bal­ kondan içeri g i r m e ğ e başladılar. Masanın üzerinde b o ­ şalmış D i m i t r o p o l o şişeleri duruyordu. O devrin en ünlü rakısı olan Dimitripolo'dan A t a t ü r k her g e c e y a r ı m kilo içerdi. M e z e s i de sadece tuzlu leblebiydi. A r a sıra d a F a v a denilen z e y t i n y a ğ l ı , limonlu bakla

20

ATATÜRK'ÜN UŞAĞININ

e z m e s i n i istediği olurdu. En sevdiği y e m e k l e r arasında kuru fasulye ile p i l â v gelirdi. A t a t ü r k t e k r a r beni çağırdı. Y e m e k istiyecek sanıyordum. F a k a t O'nun aklı hep benim ismimde de­ ğil miymiş. — Ulan, bu ismi sen mi koydun, baban m ı ? D i y e b a r bar b a ğ ı r m a ğ a Çok

başladı.

korkmağa

başlamıştım.

Benim

korktuğumu

g ö r ü n c e daha f a z l a bağırıyordu. A r t ı k elim

ayağım

t i t r e m e ğ e başlamıştı. A y a k t a duracak halim yoktu. B e l ­ ki

daha

fazla

kızar

da

koğulurum,

uzaklaşmağa karar verdim. bırakarak yatmağa

S a a t üçe

diye

gözünden

doğru

sofrayı

gittim.

O g e c e sabaha dek g ö z ü m ü uyku tutmadı. Y a t t ı ­ ğım

yerde

dua

r ü y a l a r gördüm.

ediyordum. Yavaş

o l m a ğ a başlamıştım. galiba...

Kâbusla

yavaş

Bu

isim

karışık

korkulu

g e l d i ğ i m e pişman bile de

başıma iş

açıyordu

N e r e d e n bulmuşlardı bu « C e m a l » i de,

bana

takmışlardı ? E r t e s i gün de a y n ı korku ve heyecan içinde g e ç ­ ti. A d e t a akşam olmasını istemiyordum. T e k avuntum, Atatürk'ün geceki

o l a y ı unutmuş olmasıydı.

A k ş a m y e m e ğ i n i hazırlamış bekliyordum. Saat y e ­ d i y e doğru A t a t ü r k , arkasında A f e t İnan, Z e h r a H a nım, B a ş y a v e r Rüsuhi Bey, U m u m î K â t i p T e v f i k B e y olduğu halde, salona g i r d i . B a ş y a v e r aşağı inerek öbür misafirleri de sofraya g e t i r d i . S o f r a y a oturmadan önce Atatürk — aldı.

misafirlere A r a p ç a : Faddal!..

Bu

sözü,

duyduğumu

Dedi çok

ve

herkes

keyifli

olduğu

hatırlıyorum.

Sofrada

masadaki yerlerini zamanlar ilk

söz

sık sık

bana

idi:

— Cemal, seni dün akşam sert sözlerle çok hırpa­ lamıştım. F a k a t Cemaller daima büyük adamlar olur.

GİZLİ

DEFTERİ

21

Sen de büyük a d a m olacaksın. Sonra —

tarihteki

ünlüleri

s ı r a l a m a ğ a başladı:

Sen C e m a l P a ş a ' y ı tanır mısın ?

Şehzade C e -

malettin E f e n d i ' y i , K o n y a Çelebisi C e m a l e t t i n ' i t a n ı r mısın? — İ s i m l e r i n i işittim, diye c e v a p v e r d i m , —

Bu kadarı da yetişir. D e d i .

Yemek

sürüp

gidiyordu.

Hava

yumuşadığı

halde

bir gün önce içimi kaplıyan korkuyu üzerimden ata­ m a m ı ş t ı m . H e r an yine o bahse döneceğinden ö d ü m kopuyordu. Saat g e c e y a r ı s ı n ı g e ç i y o r d u . B i r d e n a d ı m ­ la

bana —

seslendiğini duydum

ve yanına koştum.

Cemal, senin bu ismini d e ğ i ş t i r e l i m o l m a z m ı ?

Sen kendine g ö r e bir isim bul b a k a l ı m . . . Şaşırmıştım.

Daha

cevap

vermeğe

vakit

kalma-

dan: — B e n sana buldum isim, dedi. Senin ismin Çelebi olsun... Atatürk'ün

çok

sonraları y i n e

sevdiğimiz insanlara Çelebi d e r i z »

bir mecliste dediğini

«Biz

duymu

şumdur. O mişti. mi

anda

bütün

korkum

bir

bulut

gibi

dağılıver-

Y ü z ü m d e k i memnunluğu görünce kabul

anladı.

Z a t e n kabul e t m e m e k için

ettiği­

hiç bir sebep

te y o k t u . F a k a t bir kere de i z n i m i almadan e d e m e d i : —

G ü z e l m i ? D i y e sordu.

— Ç o k g ü z e l efendim. D e d i m . Bunun

üzerine

sofradaki

konuklara d ö n e r e k :

— Bu çocuğun ismi bundan sonra Çelebi'dir. D i y e herkese t a n ı t t ı . O

anda

Atatürk'ün

bu

kadar

önem

verdiği

bir

a d a m olmanın gururu içindeydim. K o l t u k l a r ı m kabar­ mıştı.

O

gün

Saray'da

kim

varsa

herkese

ve

bütün

22

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

misafirlere beni yeni g e l m i ş önemli bir k i ş i y m i ş g i b i tanıtıyor: — Bu z a t ı bilir misiniz, Çelebi'dir... D i y o r d u . Böylece

Atatürk'ün

serzenişlerinden,

ğ ı r m a l a r ı n d a n kurtuluyor,

üstelik

O'nun

hatta

ba­

sevdiği,

ça­

ğ ı r ı r k e n z e v k duyduğu bir i s m e de sahip oluyordum. B ö y l e c e adım 20 T e m m u z 1927 den itibaren « Ç e l e b i » o l a r a k kaldı. A r k a d a ş l a r da hâlâ böyle ç a ğ ı r ı r l a r .

GİZLİ DEFTERİ

23

N E YER, N E İÇERDİ

A T A T Ü R K

sabahları

kalkmazdı.

Geceleri

çok geç, çoklukla şafak sökerken y a t t ı ğ ı için

gündüz

saat

onbir,

onikiye

doğru

kalkar,

zile-

basardı. H e m e n bir fincan k a h v e y l e o günkü g a z e t e l e r i götürürdüm. G a y e t ince ketenden yapılmışı bir enta­ riyle uyuduğu için, uyanınca da bir süre bu k ı y a f e t t e kalır,

divana

yakın

arkadaşlarından

bağdaş

kurarak ve

kahvesini

Umumî

içerdi.

Kâtipten

Çok

başkası

içeri g i r e m e z d i . Bazan da şezlonga uzanır, uzun uzun gazeteleri

okurdu.

Bu

okuma

bir

buçuk saat

kadar

sürerdi. Sonra banyosunu yapardı. T e m i z l i k konusunda ç o k titizdi. Y a z v e kış ayırmaz, m u h a k k a k her g ü n ban­ y o yapar, her g ü n çamaşır değiştirirdi. G i y i m i n e k a r ­ ş ı t i t i z l i k gösterir,

traşlı

katiyen

gezmezdi.

Kışın

pencereleri açtırır, soğuk h a v a y ı ciğerlerine doldurur­ du. Banyodan lim

francala

çıktıktan sonra soğuk ayranla bir d i ­ yer,

bazan

ayranın

yerine

bir

kâse

y o ğ u r t alırdı. Ç o k zaman bu, hem kahvaltı, hem de ö ğ l e y e m e ğ i yerine geçerdi. Binde bir çağrılı bir m i ­ safir o l a c a k ki, a y ı p olmasın d i y e y e m e k yesin... B a ­ zan sütlü k a h v e y l e çay istediği de olurdu. İ k i n d i kah-

ATATÜRK'ÜN

24

UŞAĞININ

v a l t ı s ı yapmaz, onun y e r i n e bir bardak e k m e k s i z ay­ ran içerdi. Akşam

yemeklerini

ise

kesinlikle

arkadaşlariyle

y e m e k alışkanlığındaydı. Ç a n k a y a ve D o l m a b a h ç e Sar a y ı ' n d a k i akşam y e m e k l e r i n d e ondan aşağı düşmiyen bir

davetli

topluluğu

her

zaman

hazır

bulunurdu.

M e m l e k e t meselelerinin görüşüldüğü bu toplantılarda herkesin düşüncesini ö ğ r e n m e k isterdi. F a k a t yine de kendi bildiğinden şaşmazdı. M e c l i s e bir istek m i g e ­ tirecek, bunu y a k ı n l a r ı y l a tartışmaktan z e v k duyardı. A t a t ü r k ' ü n sofrada yeni ve heyecanlı konular da ortaya bu

attığı

olurdu.

Bazan

konulardan a l a c a ğ ı olumlu

herkesi

şaşırtan

cevaplar da,

olumsuz

c e v a p l a r da çok hoşuna giderdi. H e r k e s i konuşturur, düşüncelerini

öğrenir,

son

sözü

her

zaman

kendisi

söylerdi. Bu işte y a n ı l d ı ğ ı n ı hiç h a t ı r l a m ı y o r u m . Sofra

konuşmalarında

başkalarına sorduğu

konu

soruların

ortaya

konuyu atmasına

karşılıklarını

hep

kendisi

meydan

büyük

bir

açar,

vermez, dikkatle

dinlerdi. Başkalarının y a p t ı ğ ı prensiplere değil, ancak kendi prensiplerine uyardı. Doğruluğuna inandığı dü­ şünceyi sonuna k a d a r savunurdu. H a r e k e t l i canlı

yaşatısının

ğunu söyliyebilirim. A k a d e m i k saatler ilerleyince

ve heye­

t e k zevkinin, akşam sofraları tartışmaların

h â t ı r a l a r alır, g e ç m i ş t e n

oldu­ yerini

sözedilir,

tarihsel olaylar sıralanır, bazan da hoş h i k â y e l e r an­ latılırdı. Sofrası sanki, arkadaşları ve dostları ile t a r t ı ş m a v e e ğ l e n c e yerini birleştiren bir köprü g ö r e v i g ö r ü y o r ­ du. Bu gecelerin hiç birine doyum o l m a d ı ğ ı n ı ve her birinin içinde bir t a r i h y a p r a ğ ı n ı n y a ş a d ı ğ ı m z a m a n l a anladım.

GİZLİ

25

DEFTERÎ

Sofrasında çağının her çeşit insanına y e r v e r i y o r du. H e p s i a y r ı düzeydeki bu insanlarla tartışırken sanki yurdun sesini duyardı Güvendiklerinin ve sevdikle­ rinin eleştirilerine sabırla katlanmasını bilirdi.

Şakayı

çok severdi. Kendisi de ara sıra şakalar yapardı. E s k i arkadaşlarından N u r i Conker, Salih B o z o k sık sık şaka yaparlar ve

sofrayı

rında bunlarm

şenlendirirlerdi.

bir nüktesi

Sinirli

zamanla­

ya da hikâyesi A t a t ü r k ' ü n

bir anda öfkesini d a ğ ı t m a ğ a y e t e r d i . A m a A t a t ü r k her zaman

neşeliydi.

zaman

da

arka

Sinirlendiği z a m a n l a r çok azdır. arkaya

sigara

ve

güç anlarda bile soğukkanlılığını, bilir ya da ö y l e

kahve

içerdi.

O En

neşesini saklamasını

görünürdü. Ç o k konukseverdi, sofra­

dakilerin a y r ı a y r ı gönüllerini alıp hatırlarını sormadan yapamazdı. A ç ı k konuşanları nuşulmasını

sever v e yanında her şeyin k o ­

isterdi. Bu yüzden sık sık ileri g e r i k o ­

nuşanlara da rastlanırdı. ler g e ç m e m i ş t i r ki...

Atatürk'ün

sofrasından

Mahalle arkadaşları,

kim­

silâh

arka­

daşları, d e v r i m arkadaşları, politikacılar, edipler, şair­ ler, müzisiyenler, bilim adamları, iş adamları, yaban­ cı devlet başkanları,

krallar...

İ ş t e n ve y u r t gezilerinden artan bütün ömrü sof­ rada g e ç m i ş t i r denilebilir. F a k a t burası hiç bir z a m a n bir içki

ve

cümbüş b a y a ğ ı l ı ğ ı n a inmemiş,

bir sohbet

v e t a r t ı ş m a meclisi olarak kalmıştır. Eğlencenin y a n ı sıra

en

meclis...

çetin

devlet

Politikanın,

işlerinin

karara

aktüalitenin

de

bağlandığı ziyafet

bir

sofrası!

R e s m î görüşmelerinde son derece t i t i z ve törenci olan A t a t ü r k ' ü n özel hayatındaki samimiyeti, dünyada pek az d e v l e t adamına nasip olmuştur denilebilir. Danışmaya

bazan

o

kadar

büyük

değer

verirdi

ki, aklından g e ç e n meseleler hakkında çok z a m a n hiç olmadık

insanların

fikrini

bile

aldığı

görülürdü.

So-

ATATÜRK'ÜN

26

UŞAĞININ

nunda yine kendi fikrini u y g u l ı y a c a ğ ı n ı bildiği halde hiç kimsenin hor görülmesine katlanamazdı. Bu y ü z ­ den hiç olmadık kimselerden bir şeyler öğrendiğini de saklamaz, tının

Her içki

açık açık anlatırdı.

sonuna

kadar

gece

içtiği

yüzünden

Bu

alışkanlığını

haya­

değiştirmedi. halde

kendinden

Atatürk'ün

geçtiğini,

bir kere

taşkınlıklar

bile yap­

t ı ğ ı n ı g ö r m e d i m , d u y m a d ı m . A k s i n i iddia edenler var­ sa,

bunların

bir

şey

yaptıkları

değildir.

kıskançlıklarından a y y a ş l ı k ve l e r oldu yaşantısı

Atatürk'ün

zevke

ama, bütün

düpedüz

dedikodudan

başka

Ölümünden sonra ç e k e m e m e z l i k

bu

sofrasını

düşkünlükle çabalar ne

kusurlarıyla

c e k bir yönü yoktu

ki...

kötülemek kadar

istiyen-

boşunadır. Onun

meydandaydı.

Halkın

ve

sarhoşluk,

sofrası

Gizlene­

idi.

GİZLİ

27

DEFTERİ

ÇEVRESİNDEKİ ASALAKLAR

A T A T Ü R K ' Ü N sofracısı olduğum için çok t e m i z g i y i n i y o r d u m . Elbisem her z a m a n ütülü,

beyaz gömleğim

kolalı,

iskarpinlerim

rugan­

dı. D a v e t l i l e r d e n bir çoğu ş ı k l ı ğ ı m ı kıskanır ve g i y i ­ m i m i b e n z e t m e ğ e yeltenirlerdi. O zaman bir çok ba­ kan ve M i l l e t v e k i l i bile papyonlarını bana b a ğ l a t ı r l a r dı. C u m h u r i y e t yeni kurulmuştu. Bunlar k ı y a f e t d e v ­ rimini henüz benimsiyememişlerdi. F a k a t kısa z a m a n ­ da yaşadıkları o r t a m a uymasını biliyor, en centilmen diplomattan

daha

centilmen

kesiliyorlardı.

Bunların bâzıları -okuma y a z m a bile bilmedikleri halde-

evlerine

Örneğin man, türk'e

çok

Atatürk,

kitaplıktan onlar

büyük

bir biz

kendileri

kitaplıklar yaptırmışlardı.

atlas

ya

gider,

da kitap

bunları

aradığı

çıkarırdık.

za­ Ata­

bulmuş g i b i götürüp v e r i r l e r d i .

İçlerinde çok zekileri de vardı. A t a t ü r k herhangi bir emir verse,

onlar bunu istedikleri şekle sokar, kendi­

lerine o işten p a y çıkarırlardı. O y s a bu işleri z a v a l l ı memurlarla

uşaklar

görür,

hazıra

onlar

konar,

her

yerde parsayı onlar toplardı. H e r zaman g e z i l e r e on­ lar gider, hepsi birer silâhşör kesilirlerdi. Fakat

bunlar

Atatürk'ün

hiç

gözünden

kaçmaz,

onları inceden inceye a l a y a alır, bazan karşılık v e r e -

28

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

m i y e c e k l e r i bir soru y a ğ m u r u n a tutar, karşısında na­ sıl ecel terleri döktüklerini hazla seyrederdi. D a l k a ­ vuklara, l â f ebeliği y a p a n l a r a çok kızardı. Ç o k g e ç ­ meden

bir punduna

onlardan

getirerek,

yaptıklarının

acısını

çıkarmasını bilirdi.

H ı r p a l a y a c a ğ ı , yahut a l a y a alacağı k i m s e l e r i sık sık imtihana çekişine t a n ı k l ı k etmişimdir. A t a t ü r k ' ü n şaşırtıcı

soruları ve

mantık

oyunları

karşısında

bun­

l a r ı n dökülüşleri görülecek şeydi. Zaten O'nun soru­ l a r ı n a t a m cevap v e r e c e k a d a m a z bulunurdu. Bunlar bilimsel açıdan cevaplandırılacak sorulardan

değildi.

H e p s i birer zekâ oyununa dayanıyordu. K i m s e altın­ dan k a l k a m a z d ı .

GİZLİ DEFTERİ

29

SELANİK'TEN

N E ÇIKAR

A T A T Ü R K uysal bir insan değildi. H a t t a haşin olduğu dahi söylenebilir. B ö y l e oldu­ ğu halde ç o k terbiyeli, çok olgun, çok

merhametli,

çok hoşgörülü bir insandı. T e m i z kalpliydi, alçak g ö ­ nüllüydü. Gösterişten, uzaktı. V a z i f e başında lâubaliliğe y e r v e r m e z , f a k a t özel yaşantısında sevdiklerinin na­ zını

çekerdi.

Dostlarına,

arkadaşlarına vefalıydı.

Za­

ten A t a t ü r k ' ü n en büyük üstün hallerinden biri de kin ve

garaz

olmasıdır.

gibi

insanî

duyguların

Bağışlamıyacağı

suç

üzerine

yok

çıkabilmiş

gibiydi.

B i r çok

hataları g ö r d ü ğ ü halde, g ö r m e m e z l i k t e n gelirdi. K i n tutmaz, çabuk affederdi. K i m l e r i , ne z a m a n affedece­ ğini de çok i y i bilirdi. H ı r s ı çok çabuk geçerdi. B i r gün Ç a n k a y a ' d a M e h m e t ve şuyorduk.

Berberlerin

olduklarından ten

eski

köşkte

berber Rıdvan'la ikisi

kendilerini

konuşurlardı.

Bu

de

oturmuş

Atatürk'ün

imtiyazlı

şekilde

Selânikli berber

antrede

konu­

hemşehrisi

sayarlar,

yüksek­

-şaka da olsa-

böbürle­

nerek dolaşmalarına, kendilerine poz vermelerine çok tutulur, f a k a t yine de renk v e r m e m e ğ e çalışırdım. F a ­ kat bütün d i k k a t i m e r a ğ m e n a r a m ı z d a y i n e de tartış­ m a l a r eksik

olmazdı.

30

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

O gün yine onlar z a y ı f tarafımı bulmuşlar, bana şakadan t a k ı l ı y o r : — Biz dınız...

Selânikliler

olmasaydık,

siz kurtulamaz­

D i y o r l a r , ben de c e v a p o l a r a k : —

Biz

kendi

kendimizi

kurtardık.

Selanik'lilere

i h t i y a c ı m ı z y o k . H e m Selanik'ten çıksa ç ı k s a Yahudi çıkar... Diyordum. O sırada m e r d i v e n l e r i y a v a ş y a v a ş inen A t a t ü r k ' ü g ö r m e m i ş t i k K o n u ş m a l a r ı m ı z a i s t e m i y e r e k kulak mi­ safiri

olmuş ki,

o akşam

sofrada bir Selânik'li olan

N u r i Conker'e damdan düşer gibi sordu: — N u r i Bey, Selanik'ten ne ç ı k a r ? O anda beynimin karıncalandığını d u y a r gibi o l ­ dum. D e m e k k o r k t u ğ u m sonunda başıma g e l m i ş , A t a ­ türk

antrede

konuştuklarımızın hepsini

duymuştu.

N u r i Conker, A t a t ü r k ' ü n nazını ç e k t i ğ i , kaprisle­ rine katlandığı eski bir çocukluk arkadaşı olduğu için, aklına eseni s ö y l e m e k t e n çekinmeyen biriydi. E l d e e t ­ t i ğ i aşırı i m t i y a z l a r yüzünden ciddi ciddi « S e n

çekil

de, b i r a z da biz Cumhurbaşkanlığı y a p a l ı m » d i y e c e k k a d a r ileri g i t t i ğ i z a m a n l a r d a bile A t a t ü r k gülüp g e ­ çer,

işi

şakaya

boğardı.

Fakat

bu

seferkinin

şakaya

g e l i r yanı y o k t u . N u r i Conker,

sanki bütün konuştuklarımızı bili­

y o r m u ş ta, beni k o r u m a k k a r a r ı n ı v e r m i ş ç e s i n e : —

B o l Yahudi çıkar P a ş a m . . . D e m e s i n m i ?

Bunun üzerine A t a t ü r k , yüzünde alaylı bir gülüm­ semeyle tümüne

daha

önce

kulağına

çalınmış

dedikoduların

karşılık v e r d i :

— Benim için de bâzı kimseler -Selanik'te doğdu­ ğumdan- Y a h u d i olduğumu s ö y l e m e k i s t i y o r l a r . Şunu

GİZLİ

DEFTERİ

unutmamak

31

lâzımdır

ki,

Napoleon

da

Korsika'lı

bir

İtalyan'dı. A m a F r a n s ı z olarak öldü v e tarihe F r a n s ı z olarak g e ç t i . çalışmaları

İnsanların

içinde

bulundukları c e m i y e t e

lâzımdı r.

O günkü k a d a r utandığımı ve A t a t ü r k ' ü n karşısında

küçüldüğümü

oniki

yıllık

hizmetim

süresince

hiç

hatırlamıyorum. B e l k i de ömrüm boyunca benim için en büyük u t a n ç t a bu olmuştur. O günden sonra Se­ lanik kelimesini

b i r daha

ağzıma

almadım.

32

ATATÜRK'ÜN UŞAĞININ

GÖZÜM GÖRÜYOR, AYAĞIM DA YERİNDE ATATÜRK yazın gecikme

uzun süre A n k a r a ' d a kalmış, v e İstanbul'a

gelmesi

bir çok dedikodulara yol

gecikmişti.

açmış,

Bu

h a t t a halk

arasında hasta olduğu, felç geldiği, g ö z l e r i n i n g ö r m e ­ diği,

ayağının

tutmadığı

gibi

söylentiler o r t a y a çık-

m ı ş t ı . Sonunda İstanbul'a geldik. 10 A ğ u s t o s 1929 g e ­ cesiydi. Söğütlü y a t ı y l a B o ğ a z ' d a bir g e z i n t i y a p m a y ı emretti. Hareket ettik... Benim içimde b i r m e r a k belirmişti. N e k a d a r içki içtiğini

anlamak

istiyordum.

l a n sofranın başından mek

Bir,

Söğütlü

yatında

kuru­

hiç a y r ı l m a d ı m . Ö n c e bira iç­

istemişti: —

B i r a v a r m ı ? D i y e seslendi.



V a r P a ş a m . . . D e d i m ve hemen bira g e t i r d i m .

bir daha, bir daha derken üçüncü şişe bitti. O sırada B ü y ü k d e r e ' y e g e l m i ş bulunuyorduk. D o ğ ­

ruca m i l l e t v e k i l i E r z u r u m U m u m M ü f e t t i ş i

Tahsin

Ö z e r ' i n yalısına g i t t i k .

Y a t t a k i sofranın ikinci yarısı

hemen burada kuruldu.

Sofrada on k a d a r m i s a f i r bu­

lunuyordu. İ ç k i faslı g e c e Biz

yalıda

sofrabaşı

yarısına

sefasında

y ü k d e r e ' y e g e l d i ğ i n i duyan v e y a t ı halk, yalının önünde t o p l a n m ı ş :

k a d a r d e v a m etti.

iken

Atatürk'ün iskelede

Bü­

gören

GİZLİ

33

DEFTERİ



G a z i ' y i isteriz, G a z i ' y i isteriz...

mağa

diye bağrış­

başlamıştı.

Atatürk

gürültüyü

duyunca,

ev

sahibi

Tahsin-

Ö z e r ' e sordu: — N e d i r bu? Ne istiyorlar?... —

P a ş a m sizi balkonda g ö r m e k ,

alkışlamak isti­

yorlar... Bunun üzerine A t a t ü r k Balkona

doğru

bir alkıştır dökülen

yürüdü.

başladı.

halkı

yavaşça

Kapıda

yerinden k a l k t ı .

görününce

çılgınca

Gece yarısından sonra sokaklara,

görmek ve

çılgınca

alkışlanmak

Ata­

türk'ü çok duygulandırmıştı. K a l a b a l ı ğ a dedi k i : —

S e v g i l i vatandaşlarım. B e n i m için zahmet edi­

yorsunuz. Mahcup oluyorum. Beni g ö r m e k , behemahal. yüzümü g ö r m e k değildir. B e n i m fikirlerimi, duygula­ rımı

anlıyorsanız ve

hissediyorsanız

bu

kâfidir.

Be­

n i m için huzurunuzu bozmayın, g i d i p yatın. H e p i n i z i y a r ı n işiniz b e k l i y o r . F a k a t h a l k e v i n önünden a y r ı l m a k i s t e m i y o r : —

Yaşa,

v a r o l , biz senin için yaşıyoruz...

Diye

bağırışıyordu. Bunun —

üzerine

Arkadaşlar,

Atatürk: içinizde

bâzı

İstanbullular

bana

nüzul inmiş, eli a y a ğ ı tutmuyor, ölmesi mümkündür, d i y e bâzı

sözler

çıkarmışlar...

(Bu

sırada halk

coş­

muş « K a h r o l s u n d ü ş m a n l a r ı m ı z » d i y e bağırışıyordu.) Görüyorsunuz

ya,

E l i m d e tutuyor,

karşınızdayım,

sıhhatim

yerinde.

( a y a ğ ı m balkon demirine v u r a r a k )

a y a ğ ı m d a yerinde, g ö z ü m d e g ö r ü y o r . H i ç kimse m e ­ rak

etmesin. Siz bu

akşam

karşımda milletin timsali, g ö l g e s i -

siniz. Size hitap ederken bütün millete sesimi işittire­ c e ğ i m i biliyorum. İşittiniz, sizin için sağlığını, ömrünü F. 3

34

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

v a z i f e y e hasreden adam sahnededir. Sizin için çalışacak,

sizin

için

yaşayacaktır.

Benim

kuvvetim,

size

olan muhabbetim ve sizin bana olan m u h a b b e t i n i z d e . Bu millet, bu m e m l e k e t dünyanın en makbul bir mevcudiyeti olacaktır. Bu milleti, d i ğ e r milletlerin fevkinde görmeden ölmiyeceğim... D i y e r e k halkın dağılmasını rica etti. Bunun üzerine

o bağrışan, çağrışan k a l a b a l ı k kuzu g i b i dağıldı,

evlerine g i t t i . A t a t ü r k te

balkondan

içeri girdi.

A t a t ü r k o gece çok neşeliydi. B o ğ a z dönüşü M a r ­ m a r a ' d a ikinci bir g e z i n t i daha yapıldı. Sabaha kadar içildi. Hepsini

hesaplamıştım.

Üç şişe b i r a ve y a r ı m

k i l o D i m i t r i k o p o l o (üç kadeh t e fazlası v a r d ı ) . İşte içki

bütün m i l l e t i n

m i k t a r ı bu

rakıdan

başka

ve benim de m e r a k e t t i ğ i m

kadardı. A t a t ü r k içki olarak bira ve

şampanyayı

da

severdi.

Öbür

içkileri

ender içerdi. Y a l n ı z bir g e c e K â z ı m Özalp'in evinde t a m y i r m i s e k i z kadeh k o k t e y l içtiğini hatırlarım. Bunun adı N a p o l e o n K o k t e y l i idi. B i r m i k t a r cin,

bir

m i k t a r vermut, bir m i k t a r da seribrandi likörü ile ya­ pılmıştır.

Bunların

dışında

alıştığı i ç k i y i

değiştirme­

miştir. Her

gece

içen

Atatürk

gündüzleri

alkol

kullan-

maz, yalnız çok sıcak günlerde bir iki bardaktan f a z la o l m a m a k üzere bira isterdi. Bu yüzden kimse A t a ­ türk'e gündüzleri içki i ç m e k için israr e t m e z , en koyu alışkanlar bile akşamın olmasını iple çekerdi.

Sabaha

k a d a r içki faslı pek enderdi. Büyükdere gezisi o ender gecelerden birine r a s t l a m ı ş ve sında sabaha

coşan

Atatürk,

içki

k a d a r sürdürmüştü.

halkın

faslını

gösterisi

karşı­

farkında o l m ı y a r a k

GİZLİ

DEFTERİ

35

MISIR'LI

MUGANNİYE

O Z A M A N L A R basit bir kasaba olan A n k a ranın sıkıcı

havasına

arkadaşlarını

rabilmek için uzun bir süre başkentten Atatürk

devrimleri

alıştı-

ayrılamıyan

y e r l e ş t i r m e ğ e başladıktan

sonra

y a z mevsimlerini İstanbul'da g e ç i r m e ğ e başlamıştı. Üç dört ay sürekli

olarak kalır, y a t l a

Marmara

ve Bo-

ğaz'da g e z i l e r yapardı. Bu g e z i l e r d e Sakarya, Ç a n k a ­ ya ve İstanbul motorlarıyla, E r t u ğ r u l y a t ı n ı kullanır­ dık. Şehirdeki

gezintilerinin

yerlerini

ömrünün

son

yıllarında deniz banyoları a l m a ğ a başlamıştır. Selanik g i b i bir k ı y ı şehrinde d o ğ m u ş olduğu halde, o z a m a n k i softalık

yüzünden

Atatürk

denize

hiç

girmemişti.

Y ü z m e y i , kendi eseri olan F l o r y a ' d a öğrendi ve h a l k ı n arasında yüzdü. Zaten

halk

arasında,

kalabalık içinde

y a ş a m a k isteğinde olduğu için İstanbul'u bu işe daha elverişli bulur ve İstanbul'da laştı,

eski

A n k a r a ' d a n çok İstanbul'u

bulunduğumuz

bir

yaz

y a p ı t l a r ı inceledi. T o p k a p ı

severdi.

müzeleri Sarayı'nda

do­ ne

var, ne y o k hepsini birer birer g ö z d e n geçirdi. T o p ­ kapı S a r a y ı Müzesi'nin kurulması da A t a t ü r k ' ü n iste­ ğ i y l e olmuştur. Mecidiyeköşkü'nü g e z e r k e n , M i l l î E ğ i -

36

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

t i m Bakanlığı'nın e m r i y l e T o p k a p ı Sarayı'nda topla­ nan, f a k a t ne hikmetse halkın gözünden saklanan H ü ­ kümdarların portrelerini g ö r m ü ş ve bunların sergilen­ m e s i emrini vermişti. A t a t ü r k ayrıca halkın içeri alın­ masını da istemiş, nan

o sırada Gülhane P a r k ı ' n d a bulu­

bir çok kimseler,

raya

çevresini kuşatmış o l a r a k Sa­

alınmıştı. Atatürk,

daha

sonra

Hırkai

Saadet

Dairesi'ni

gezdi. H e r biri birer hazine değerindeki eşyaları san­ dıklardan tekrar

çıkartıp

bunların

t e k e r t e k e r g ö z d e n geçirdi.

sandıklara

yerleştirilmesine

Sonra

gözcülük

etti. İçlerinde Emanat-ı Mukaddese'nin de bulunduğu seksen bin parçayı aşkın bu tarih ve sanat hazinesinin çok i y i saklanması ve en kısa zamanda halka açılması için e m i r verdi.

T ü r k i y e ' n i n en büyük s e r v e t i n i n ta­

rihi olduğunu bir daha hatırlattı. Tarih

yapıtlarına

karşı

büyük

bir

saygı

duydu­

ğu belliydi. Tarihe, özellikle T ü r k tarihine büyük d e ­ ğ e r verir, tarih y a p ı t l a r ı n ı n i y i saklanmasını, bozulup, yıkılmamasını

her

zaman

tekrarlardı.

Okuldayken

O'nun en sevdiği dersin tarih olduğunu bir kaç defa ağzından Türk

işitmiştim.

Nisan

T a r i h Kurumu'nu

bu

1931 de açılışı

yapılan

amaçla kurdurmuştu.

Sarayburnu P a r k ı ' n ı n yeni açıldığı günlerdeydi. 9 A ğ u s t o s 1928 gecesi C u m h u r i y e t H a l k P a r t i s i burada bir

eğlence

İstanbul gittik.

düzenlemiş

motoruyla Rıhtıma

ve

Atatürk'ü

Dolmabahçe'den

yanaştığımız

zaman

de

çağırmıştı.

Sarayburnu'na gecenin

karan­

lığı içinde bir kadın sesi çın çın ötüyordu. Atatürk'ün

geldiğini

gören

halk

kadınlı

erkekli

coşmuş, gösteri yapıyordu. A t a t ü r k t a m bir h a l k ada­ m ı y d ı . H a l k ı n içinden çıkmış ve halkın m a l ı Bu

yüzden

düşündüklerini

hep

halkın

olmuştu.

önünde

söyler

GİZLİ

DEFTERİ

«Yanlışım

37

varsa

halk

düzeltsin»

derdi.

Her

zaman

milletin ferdi o l m a k l a övünür, « Y a p ı l a n şeylerin şere­ fi millete aittir, her şeyi m i l l e t y a p t ı » derdi. G i t t i ğ i her yere halkla

neşe

haşır

götüren

neşir

bir insan

olduğu

için hemen

oluverdi.

P a r k ı n bir köşesinde bir caz, sahnede A r a p ç a şarkılar

söyliyen Münîre-tül M e h d i y e t a k ı m ı vardı. M ı ­

sırlı muganniye C e m a l î ' y i ilk k e z orada, P a r k G a z i n o sunda görüyorduk.

Kadının

sesi

gerçekten

güzeldi.

A l l a h için ses... A t a t ü r k hiç konuşmadan büyük bir dikkatle dinledi. Şarkı bitince kadını y a n ı m ı z a çağırdı. B a t ı m ü ­ ziğini de öğrenmesini öğütledikten sonra: — işte kür

Bu

sesle

seni

bütün

dünya

şöhretini t a m yaparsın... ederek

dinler.

O

zaman

D e d i . K a d ı n da teşek­

ayrıldı.

O z a m a n A t a t ü r k ' ü n , bu sözleri A r a p şarkıcısına niye

söylediğini

bir d e v r i m

anlıyamadım.

B i z her alanda büyük

yapmış, A r a p dünyasından ayrılıp B a t ı y a

yönelmiştik.

A c a b a Atatürk,

Doğu

dünyasının

kültür

ve sanat alanında bizi izlemesini mi hatırlatmak iste­ mişti?

Yoksa...

A t a t ü r k T ü r k musikisini sevdiği hal­

de, müzik d e v r i m i m i z i n semek ve Evet, yol

uygulamakla

yoksa

bunu

göstermek

ancak batı müziğini benim­ gerçekleşeceğine

düşünerek

istemişti?

mi

Bunu

inanıyordu.

Mısır'lı daha

hanendeye

sonraları

anla­

dım. Atatürk,

dil

konusunda

nında da kendi beğeni ve Alaturka m ü z i ğ i

s e v d i ğ i ve

olduğu

gibi,

müzik

alışkanlıklarını sofrasından

ala­

çiğnemiş,

hiç eksik

et­

mediği halde, batı müziğine inanmış, batı u y g a r l ı ğ ı n ı n (müziğinin

gelecek

leyerek D e v l e t

kuşakların

müziği

Konservatuvarı'nın

mıştır. Ö z e l h a y a t ı n d a

olduğunu

temellerini

alaturkalıktan

söy­ attır­

kurtulamıyan

38

ATATÜRK'ÜN

Atatürk,

bir

ara

Radyoyu

yalnız

UŞAĞININ

alafranga

müziğe

a y ı r t a c a k kadar ileri g i t m i ş v e kulağına k a d a r gelen yakınmalar yapan

üzerine

de,

alaturka âşıklarına,

kuşakların yoksunluk

devrim

ve fedakârlıklara katlan­

m a k zorunda olduklarını hatırlatmıştı. M ü z i k kültürü çok kuvvetli olan ve bâzı g e c e l e r sevdiği şarkıları kai­ desine uygun şekilde söyliyen A t a t ü r k ' ü n müzik d e v ­ rimini de halka zorla kabul ettirişi, o g e c e Sarayburnu P a r k ı ' n d a k i konuşmasından belli d e ğ i l miydi? Arap ayağa

şarkıcı

kalkarak

masadan kadehini

ayrıldıktan halka

sonra A t a t ü r k

doğru

kaldırıp:

— Arkadaşlar, hanımlar, beyler... Şu gördüğünüz içki şampanyadır. Bunu v a k t i y l e Padişahlar, m e ş v e r e gâhında,

kafes arkasında g i z i l içerlerdi.

Bizse,

hepi­

m i z şurada, toplu olarak alenen i ç i y o r u z . . . Dedi. A t a t ü r k ' ü n bir halk adamı olduğunu, bundan da­ ha güzel hangi olay anlatır. H a l k ı n içinden çıkan bü­ y ü k adam halkla beraber kadeh kaldırıyordu. — H e p i n i z i n şerefine i ç i y o r u m ! . D e r d e m e z bütün gazino

bir

anda

karıştı.

Topluluk

ayağa

fırlamış:

— Y a ş a P a ş a m . . . S a ğ ol P a ş a m . . . A l l a h seni ba­ şımızdan

eksik

etmesin...

Bağrışlarıyla

kadehlerini

kaldırıyor, A t a t ü r k ' e doğru sallıyorlardı. Bu manzara onu çok içlendirmişti. O gece çok daha önemli bir şey oldu. Atatürk

birden

bire

kararlar

verirdi.

Yine

öyle

olmuş, coşan halka sayısız devrimlerinden birini daha müjdeliyordu.

1927

yılında

ne

pahasına olursa

olsun

y a p m a ğ a k a r a r v e r d i ğ i ve 1928 kış a y l a r ı n ı da hazırl ı k l a r i y l e g e ç i r d i ğ i lâtin harflerinin alınışını ilân edişi işte o g e c e y e rastlar. İ l e r i bir milet olabilmemiz için yeni

harflerin

Atatürk —

şöyle

kullanılması g e r e k t i ğ i n i

h a l k a anlatan

diyordu:

B i r m i l l e t i n y ü z d e onu, yüzde y i r m i s i okuma

GİZLİ

DEFTERİ

39

y a z m a bilir de, yüzde seksen, doksanı bilmezse ayıptır. Bu

millet utanmalıdır.

A m a Türk

Milleti,

utanmak

için y a r a t ı l m ı ş bir millet değildir. İ f t i h a r e t m e k için yaratılmış,

şanlı,

şerefli

bir

millettir.

Tarihi

baştan

başa iftiharla dolu bir millettir. Okuma y a z m a bilmiyenlerin çokluğu, onun hatası değildir. H a t a , Türk'ün seciyesini anlamıyarak, kafa­ sını bir t a k ı m zincirlerle saranlardadır. A r t ı k geçmişin bu hatalarını kökünden t e m i z l e m e k zamanı gelmiştir. Hataları

düzelteceğiz.

Bu

rın çalışmasını isterim. En

hususta

bütün

vatandaşla­

nihayet b i r iki y ı l içinde

bütün T ü r k halkı yeni harfleri öğrenmelidir, ö ğ r e n e ­ cektir. Milletin, kafasiyle olduğu gibi, y a z ı s i y l e

de

medeniyet âleminin yanında olduğunu gösterecektir. Bunu duyan halk, O'nu kucaklamak, bağrına bas­ m a k için birbirini ç i ğ n e m e ğ e başladı. Görülmemiş coş­ kunluk

sırasında

gecenin ikisi oradan

ağlayanlar

olup,

ayrılmadı.

da

vardı.

bütün g a z i n o Herkes

Atatürk

boşalıncaya

çekildikten

sonra

ada'ya yollandık. Anadolu Y a t Kulübü'nün

saat kadar

Büyükçağrılısı

olduğu halde, halkın eğlencesini seçen A t a t ü r k ' ü n pırıl pırıl

ışıkların

altında fraklı

tuvaletli kadınları — dık.

görünce

Sarayburnu'nda

s m o k i n g l i erkeklerle,

suratı

yaptığımızı

asıldı: burada

yapamaz­

Dedi. B ö y l e c e l â t i n harfleri kabul edildi. H e m de h a l k ı n

içinde ve onun oldu.

oyu

Anadolu'yu

alınarak...

A t a t ü r k başöğretmen

boydan boya dolaştı.

Gezilerinde

halkı sınav y a p t ı ve dersler verdi. H a l k okulları açıl­ dı, bir buçuk m i l y o n cahil insan okuyup y a z m a ö ğ ­ rendi. A t a t ü r k , harf devrimi için beş y ı l l ı k bir plân hazırlayıp g e t i r e n l e r e çıkışmış, « B u iş ya üç ayda olur, ya hiç o l m a z » demişti. O l a y l a r O'nun h a k l ı olduğunu bir k e z daha g ö s t e r d i .

40

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

BENİ İMTİHAN EDİYOR

YENİ harflerin

alındığı

günlerdeydi.

Ata-

türk ç o k düşünceli görünüyordu. Ü z e r i n e , büyük

bir

işe

çökmüştü. pacaktık.

girişeceği

Söğütlü Hareket

zamanlardaki

yatıyla

Boğaz'da

dalgın

bir

hali

gezinti

ya­

ettik.

Bu g e z i d e o z a m a n Başbakan olan İ s m e t İnönü de vardı. çağrılı

Sekiz kişilik k a d a r bir misafir topluluğu da

bulunuyordu.

Y a t , Kuruçeşme önlerine g e l d i ğ i z a m a n A t a t ü r k , yine dalgın ve düşünceli haliyle oturduğu y e r d e n a y a ­ ğa kalktı. O sırada ben h i z m e t g ö r ü y o r d u m . P a r m a ­ ğ ı y l a « g e l » şeklinde bir işaret y a p a r a k : —

Sen o k u m a k y a z m a k bilir m i s i n ?

— Eski

harflerle

— Yeni

harfleri

D i y e sordu.

okur y a z a r ı m . b i l i y o r musun?

— Biliyorum, f a k a t

birleştiremiyorum.

— Öyleyse seni imtihan e d e l i m . . . İşte

o z a m a n şaşırıp kalmıştım. H a y a t t a en çok

korktuğum

şey,

imtihan,

sonunda

başıma

gelmişti.

H e m de nasıl ve k i m tarafından?.. U f a c ı k bir not kır­ mam,

zaten

son

günlerde

düşünceli

gördüğüm

Ata-

GİZLİ

DEFTERİ

41

türk'ü bir anda k ı z d ı r m a ğ a ve b a ğ ı r t m a ğ a yetebilirdi. Benim, o bir iki saniye içinde g e ç i r d i ğ i m korkuyu hiç f a r k e t m i y e r e k İ s m e t İnönü'ye döndü ve şöyle sordu: —

Ne

dersin

Paşam?

İsmet İnönü başıyla —

Derhal

bir k â ğ ı t

imtihan

onaylıyarak: edelim...

Dedi.

Sonra

bana

alarak g e l m e m i e m r e t t i .

B i r yandan salondan k a m a r a y a koşuyor, bir y a n ­ dan da « İ n ş a l l a h ben dönünceye k a d a r imtihanı, y e n i y a z ı y ı falan unuturlar da, başka şeylere d a l a r l a r » d i y e düşünüyordum.

Fakat

Tekrar

girdiğimde

salona

duydum.

hiç

te

umduğum

bütün

Başta A t a t ü r k olarak bu

gibi

bakışları

olmadı. üzerimde

k a d a r seçkin kişi­

nin önünde imtihan v e r m e k . . . Olur iş d e ğ i l ! A t a t ü r k ' ü n başı hep aynı düşünceye saplanmış gibiydi. Bunun ne olduğunu biraz sonra çözebilecektim. H e p o dalgın haliyle başı önüne e ğ i k : —

Y a z b a k a l ı m « B i r a s o ğ u k t u r » dedi.

B e n de aynen, okunduğu

gibi

şimdi olduğu gibi,

yazdım.

Oysa

eski

nasıl yazılırsa

harflerle

«Soğuk­

t u r » diye yazılır. Ş i m d i ise aynı söylendiği gibi y a z ı ­ lıyor. B e n « S o u k t u r » diye y a z m ı ş t ı m . —

Sen

öğrenememişsin!...

arkadaşlardan

Selâhattin'i

Diyerek

çağırdı.

O

öbür sofracı arkadaşın

üs­

tünde de aynı bendeki k o r k u y a benzer bir korku v a r ­ dı. Benim nasıl y a z d ı ğ ı m ı , başıma geleni de g ö r d ü ğ ü İçin aynı h a t a y a düşmiyeceğini sanıyordum. H e r hal­ de daha başka bir şey y a z a c a k t ı . N i t e k i m « S o ğ u k t u r » yazdı. Ona d a aynı h a k a r e t : — Sen de ö y l e . . . Öğrenememişsiniz... Bir türk'ün

anda bu

ikimizin

sözlerden

de

korkusu

sonra

artık

dağılmıştı. bize

Ata­

bagrmıyaca-

ğ ı m anlamıştık. H e r z a m a n böyle olur, hakaretin do-

42

ATATÜRK'ÜN

zu biraz fazla kaçınca,

UŞAĞININ

b a ğ ı r m a faslı da başlamadan

biterdi. O gün bu konuda her hangi bir k a r a r a v a r a m a d ı . Y a l n ı z bir ara benim y a z ı m ı Şükrü K a y a ' n ı n savun­ duğunu

duydum:

— Paşam, Çelebi'nin y a z d ı ğ ı doğrudur, diyor, A t a ­ türk t e gözünü k ı r p a r a k g a y e t memnun: —

B i z biliriz... D i y e işi kapatıyordu.

Gezinti Küçüksu Sarayı'nda sona erdi. A t a t ü r k ' ü n harf devrimi üzerinde çok kafa yorduğunu, kaç g e c e ­ sinin uykusuz g e ç t i ğ i n i çok i y i h a t ı r l a r ı m .

GİZLİ

43

DEFTERİ

HAVUZDAKİ ÇIPLAK KADINLAR A T A T Ü R K ' Ü N İstanbul'daki önceden

hazırlanmış

bir

gezileri için

p r o g r a m yoktu.

Çok çabuk k a r a r l a r verir, aklına estiği zaman, istedi­ ğ i y e r e giderdi. B i r gün öğle y e m e ğ i n d e n sonra yine birden bire m o t o r istedi. Y a n ı n d a her zaman g e z i l e ­ rinde bulunan K ı l ı ç A l i , R e c e p Zühtü, C e v a t Abbas, Salih Bozok, N u r i Conker vardı. M o t o r l a

Boğaz'a

doğru hareket edildi. O Her

gün

gün

ben

bir

Saray'da

arkadaş

nöbetçi

nöbetçi

olarak

kalır,

kalmıştım.

akşam

sofrasını

hazırlardı. B a ş y a v e r i n emrini bekler, sofra kaç kişilik olacaksa ona g ö r e düzenlerdi. Gece

saat

yirmi

ikiye

kadar

bekledim.

Hiç

bir

emir gelmedi. O akşam Büyükada Y a t Kulübü'ne g i deceklerini sanıyordum. D e r k e n bir telefon. « B e y l e r ­ beyi

Sarayı'na

yirmi

kişilik

bir

yemek

sofrası

d e r i n » deniliyordu. H a z ı r l ı ğ ı m ı z ı yaptık, Sarayı'nın

gön­

Beylerbeyi

yolunu tuttuk. Tabii aşçıbaşı Bolulu M e h ­

met U s t a beraberimizdeydi. K o n u k l a r ı m e r a k l a bekle­ meğe

başladık.

Sabaha karşı saat üçe doğru Söğütlü y a t ı görün­ dü.

Beylerbeyi

Sarayı'nın

leri

karşılamak

üzere kapının önüne

rıhtımına

yanaştı.

Gelen­

ç ı k t ı ğ ı m d a ne

g ö r e y i m ? . . A t a t ü r k ' ü n iki kolunda çok şık, çok g ü z e l iki hanımefendi. G e r ç e k t e n o güne k a d a r A t a t ü r k ' ü n

44

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

yanında güzel kadın g ö r m e d i ğ i m i z i söylersem

hak­

s ı z l ı k etmemiş olurum. Oniki yıl içinde bunlar gördü­ ğ ü m kadınların en güzelleriydi. H e p beraber içeriye g i r i p , hazırlanmış olan sofra­ ya oturdular. Y e m e k l e r yendi, içkiler içildi. Konuşul­ du, gülündü. M i s a f i r l e r sabah saat beşe d o ğ r u motor­ larla

ayrıldılar. Başka

bir

bir toplantı

gün Beylerbeyi

Sarayı'nda yine böyle

oldu. M e c l i s oldukça kalabalıktı.

Ses ve

saz sanatçıları, müzisiyenler de konuklar arasındaydı. M e c l i s Başkanı K â z ı m Özalp, M i l l î E ğ i t i m

Bakanı

V a s ı f Çınar başta g e l i y o r l a r d ı . Şişli sosyetesinden toplanmış on kadın toplantıya çeşit katıyordu. G e r ç i genç, güzel denemez, f a k a t o l ­ g u n kadınlardı. Ç o k pahalı ve şık giyinmişler, boyan­ mışlardı.

Kadın

konusunda

biraz

kıskanç

olan

Ata­

türk, kadınların tırnaklarının bile boyanmasını hoş k â r şılamazdı. B o y a l ı kadın gördü mü, boyalarını sildirir, y ı k a n m a l a r ı n ı ister, « O l d u ğ u gibi g ö r ü n ü n . . . » derdi. Bunlara da aynı şeyi yaptı. K a d ı n l a r sildikten

sonra

soyundular.

Sıcak

bir

boyalarını

Ağustos

gece­

siydi. Beylerbeyi Sarayı'nın beyaz m e r m e r l e r i üzerin­ de yürüyerek salonun ortasındaki g ö z kamaştıran ha­ v u z a girdiler.

Atatürk

kadınların yürüyüşüne

dikkat­

le bakıyordu. Bu eğlence saatlerce sürdü. B i r yanda Cumhurbaşkanlığı Orkestrası, bir y a n ­ da alaturka m ü z i k . . . B a ğ d a ş ı r mı, b a ğ d a ş m a z mı, onu b i l m e m ama, o g e c e a y n ı çatı altındaydılar. H e r za­ man

gelen

sazendeler

arasında

Deniz

S a f i y e A y l â , N u b a r T e k y a y , Selâhattin fız

Yaşar

Kızı

Eftelya,

Pınar, H a ­

bulunuyordu.

Y a z süresince h e r akşam bu

toplantılar

yapıldı.

Sofrada misafirlerin sayısı ise y i r m i d e n hiç aşağı düş­ medi...

GİZLİ

DEFTERİ

45

İÇKİSİNE K A R I Ş A N L A R

A T A T Ü R K ' Ü N içki içmesine karşı olanların başında U m u m î K â t i p H i k m e t B a y u r geliyordu. B a y u r -herhalde A t a t ü r k ' ü hepimizden çok sevdiğinden türlü

olacak-

bahaneler

O'nu

bulur,

içkisinden

fakat

hiç

caydırmak

birini

için

başaramazdı.

A r a l a r ı n d a sık sık t a r t ı ş m a l a r a tanık olurdum. H e m e n her

sabah

tekrarlanan

bu

tartışmalardan

Bayur'un

y e n i l g i y e u ğ r a d ı ğ ı n ı üzülerek görürdüm. Bayur,

e r k e n saatlerde

A t a t ü r k ' e gelir,

o günkü

ajans bültenlerini g e t i r i r ve kendisinden direktif alır­ dı. A t a ' n ı n y o r g u n halini g ö r e n B a y u r d a y a n a m a z : — P a ş a m yine renginiz y e r i n d e değil, çok y o r g u n ve bitkinsiniz. Şu i ç k i y i bu k a d a r çok içmeseniz daha i y i olur. D e r d i . Bu belli

karışmaya

etmemeğe —A

Atatürk'ün

canı

sıkılır

ama,

hiç

çalışarak:

Hikmet

Bey,

ben

rakıyı

içerdim.

şimdi

Bugüne

değil,

daha

Harbiye

talebesiyken

kadar da hiç.

zararını

g ö r m e d i m . D i y e karşılık verirdi. Bayur bu­

nun da altında k a l m a z d ı : —

Muhterem

mediğinizi

Paşam,

sanırsınız,

fakat

bugün belki z a r a r ı n ı g ö r ­ yarın

göreceksiniz.

Siz

bu m e m l e k e t e lâzımsınız. K e n d i n i z e acımıyorsanız ba­ ri bu m i l l e t e acıyın. Bu m i l l e t sizin v a r l ı ğ ı n ı z l a k a i m . . .

46

A T A T Ü R K ' Ü N UŞAĞININ

A t a t ü r k bu sözleri hep gülümsiyerek karşılardı. F a k a t bir gün canına t a k demiş olacak ki, H i k m e t Ba­ y u r y i n e içkiyi kötüleyen konferansına başladığı sı­ rada birden bire: — H i k m e t B e y , seni Kabil'e sefir y a p a l ı m . Git, oraları g ö r ; hatta icap ederse Hindistan'a k a d a r g i t O r a l a r hakkında bilgi edin... Oku, tetebbu et ve ilim g e t i r . B i z e bu yolda f a y d a l ı ol... Dedi. Bu suretle H i k m e t Bayur'un Kabil Büyükelçiliğine a t a n m a emri v e r i l m i ş oluyordu. B a y u r birkaç gün sonra a y r ı l a r a k Kabil'e g i t t i . Bana ö y l e g e l i y o r ki, bu atanma, Bayur'un yurda h i z m e t kaygusu, yalansız o l a r a k A t a t ü r k ' e içki içmemesi öğüdü ve içmesine engel olma hareketinden ileri geliyordu. O H i k m e t B a y u r ki, sevgisini, saygısını hiç eksik e t m e d i ğ i Bü­ yük A d a m a « İ ç m e P a ş a m » sözünü ilk s ö y l e y e b i l m e k cesaretini göstermiş, f a k a t bunu çok sevdiği A t a ­ türk'ün yanından uzaklaştırılma cezasiyle ödemişti. N i t e k i m H i k m e t B a y u r haklı çıkmış, A t a t ü r k te sonunda içkinin fenalığını anlamış, f a k a t iş işten g e ç ­ mişti.

GİZLİ DEFTERİ

47

UYKUSUZLUK

ATATÜRK ler, hiç

düşünmüşler

tiyenler, bu

için

acaba midir?

üç

Büyük dum.

O'na

bırakamaz»

gelip içkiyi

diyen-

aldanacaklarını bıraktırmak

is-

o z a m a n kimbilir nasıl şaşırmışlardır. E v e t ,

kadar içki kullanan

adam,

«içkiyi

bir g ü n

REKORU

ay hiç

Nutkunu

Akşamları

ve

ondan

ayrılamaz görünen

rakı içmeden de durabiliyor... yazarken

yine

sofra

ben

bunun

kuruluyor,

tanığı

ol­

herkes karşı­

sında y i y o r , i ç i y o r ; fakat O, a ğ z ı n a bir damla bile iç­ k i k o y m u y o r d u . H a t t â y e m e k y e r k e n herkesin içişini gülümsemeyle seyredişi hâlâ gözümün önündedir. O y ­ sa ben, den

alışkın

insanların

bir gün

duramıyacaklarını

içkiye

sanırdım.

Atatürk'ün

ay kendi bütün

isteğiyle

içme­

tam

üç

i ç k i y e boykotuna benimle b i r l i k t e

çevresindekiler

O'nun g ö r e v

bile

aşkını

de

ve

şaşıp

kalmışlardı.

sorumluluğunu,

nın ve beğenilerinin de üstünde

Bu

da

alışkanlıkları­

tuttuğunun en g ü z e l

örneklerinden biridir. Büyük N u t k u n u gibi,

k ı r k s e k i z saat

hazırlarken,

hiç içki

te ettirişini de hatırlarım. Ö y l e ki, y a z ı yorulan değişiyor,

içmediği

hiç gözünü kırpmadan y a z ı dik­ f a k a t O,

binlerce

belge

yazmaktan arasından

ayırdığı n o t l a r ı y l a büyük eserini t a m a m l a m a k için u y ­ kusunu bile v e r m e k t e n çekinmiyordu. B ö y l e z a m a n l a r -

48 da, yine

ATATÜRK'ÜN yazdıklarını

sofrada

eski köşkün

arkadaşlarına

UŞAĞININ

okutur,

çalışma odasına geçer,

sonra

kâh otura­

rak, k â h a y a k t a çalışmalarını sürdürürdü. N u t u k , ça­ lışmanın, insan gücünün nasıl üstüne çıkışını g ö s t e r ­ d i ğ i için, a y r ı bir önem de taşımaktadır. A t a t ü r k ' ü n hiç uyumadan üç gün durabildiğini de, g ö r m ü ş ve inanamamıştım. Cephede değildik, savaş ta yoktu. da

Uykusuzluğu

karşı

karşıya

gerektirecek

önemli

bulunmuyorduk. F a k a t

a m a ciddi bir işe başladı mı

bir O,

olayla bir işe,

onun sonunun g e l d i ğ i n i

g ö r m e d e n asla rahat e d e m e z d i . Tarihle

uğraştığı

sıralardı.

Atatürk

içerde

çalı­

şıyor, ben kapıda oturmuş bekliyordum. S a a t sabahın begine g e l i y o r d u . U y k u y u d a ğ ı t m a k için e l i m e bir k i ­ tap

almıştım. A d ı « İ z m i r ' i n İ ş g a l i » idi.

Çok meraklı

olan bu kitaba kendimi k a p t ı r d ı ğ ı m halde, bütün uğ­ raşım boşa gitmiş, şafak sökerken dayanamamış, y o r ­ gunluğun

etkisiyle uyuya

kalmışım.

Bu sırada A t a t ü r k z i l e basmış, fakat ben k o l t u k t a derin bir uykuya d a l d ı ğ ı m için u y a n a m a m ı ş ı m . Z i l l e uyandıramayınca,

kendisi

çağırmak

zorunda

kalmış.

B i r de b a k t ı m ki, k a p ı y ı a r a l a m ı ş : —

Çelebi,

Çelebi!.. D i y e sesleniyor.

H e m e n yerimden f ı r l a d ı m : —

Paşam... Emriniz... Diyebildim.

A m a bendeki korkuyu v a r ı n siz hesap edin. Ba­ ğıracak,

parlıyacak

diye

ödüm

kopuyordu.

Ellerimi

önüme kavuşturmuş, b e k l i y o r d u m . F a k a t nedense k ı z ­ madı. G a y e t sakin y ü z ü m e —

bakarak:

Bana bir k a h v e g e t i r i n i z . Dedi.

H e m e n koştum. O r t a şekerli bir k a h v e y a p ı p g e ­ t i r d i m . Daha k a h v e y i i ç m e d e n : —

Senin

tahammülün

A r k a d a ş l a r ı n gelsin... D e d i .

kalmamış,

haydi g i t

yat!

GİZLİ DEFTERİ

49

Söyliyecek hiç bir şey kalmamıştı. Sadece k e k e liyerek: P a ş a m uyumadım. miş... D i y e b i l d i m .

Kitap

okurken içim

geç­

Gidip arkadaşları kaldırdım. H i z m e t i d e v r e t t i m ve yatmıya gittim. A k ş a m nöbet sırası yine bana gelmişti, üçüncü gecedirki, A t a t ü r k gözünü kırpmıyordu. Yüzü hafif süzülmüş g i b i g e l d i bana. Sofra kuruldu. Bu, onaltı kişilik bir sofraydı. Misafirler g e l e r e k yerlerini aldı­ lar. Sabahki uyku olayını unutmuştum bile... T a m içki faslı başladığı zaman misafirlere dönerek: — Bu çocuk dün g e c e sabaha kadar beni bekledi, Dedi. Birden k o l t u k l a r ı m kabardı, önüme baktım. Misa­ firler bana biraz da kıskançlıkla bakarken A t a t ü r k : — Öyle ama, sabaha karşı uyumuş. D e m e z m i ? Sonra «Senin uykusuzluğa tahammülün y o k » d i y e alay e t m e ğ e başladı. Canım çok sıkılmıştı. Misafirler de hep birden g ü l m e ğ e başladıklarından utanç içinde kıvranıyordum. İ ç i m d e n kendi kendime nasıl da k ı z ı ­ yordum. Saat sabahın beşine k a d a r uyuma da, on­ dan sonra uyu... Bu olay bana ders oldu. A t a t ü r k ' ü n o tarihten sonra üç gün süren büyük bir uykusuzluk geçirdiğini hatırlamıyorum. F a k a t g e ç saatlere kadar kaldığı v a ­ kitler de bütün d i k k a t i m i kullanarak uykuyu aklıma bile g e t i r m e m e ğ e çalışmışımdır. O bir kaç dakikalık Uyku, bende unutulmaz bir anı bıraktı. Büyük adama hizmetin zor olduğunu bir kez daha anlamış oldum.

F. 4

50

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

SOFRAYI T E R K E D İ Y O R

R E Ş İ T Galip ile A t a t ü r k arasında g e çen oldukça ilginç bir t a r t ı ş m a v a r d ı r ki, bir

çokları

tarafından

yanlış

bilinmektedir.

Sofrada

g e ç e n bu tartışmayı Y a k u p K a d r i K a r a o s m a n o ğ l u da bir

yazısında y a z m ı ş ,

sonunu

da bilenler tamamlasın

demişti. Bilenlerden biri olarak üstadın bu makalesini tamamlamağa

çalışacağım.

A t a t ü r k asla kin tutmazdı. B i r k i m s e y e ne k a d a r k ı z a r s a kızsın

bir

z a m a n sonra onu

affeder,

olanları

unuturdu. Bu yüzden çevresindekilerden bir çokları za­ man zaman g ö z d e n düşer, sonra yeniden affedilir, eski yerlerini alırlardı. İ ş t e Dr. R e ş i t Galip te g ö z d e n dü­ şüp,

sonra

itibara

kavuşanlardandı.

Dolmabahçe Sarayı'nın H a r e m K ı s m ı n d a (Hususî D a i r e ) akşam sofrasını henüz kurmuştum. M e v s i m l e r ­ den yazdı. M i s a f i r l e r birer ikişer geldiler. Y e m e k sü­ resince herkes, her konuda konuştu. Gece yarısına ka­ dar süren toplantı sonunda Reşit Galip'in a y a ğ a kalk­ t ı ğ ı n ı gördüm. O z a m a n ı n M i l l î E ğ i t i m B a k a n ı E s a t Hoca'yı kastederek: — Y a ş l ı insanlara v e k i l l i k y a p t ı r m a m a l ı . M e m l e ­ kete fayda y e r i n e z a r a r g e t i r i y o r . Dedi. Bunun

üzerine

Atatürk:

M e m l e k e t t e M a a r i f V e k i l i y o k mu?

GİZLİ



DEFTERİ

5l

V a r ya... Esat Hoca mükemmeldir.

D e y i n c e R e ş i t Galip h a y ı r anlamında başını sallıyarak: — Çok i y i ama, çok ta ihtiyar. A r t ı k ondan g e ç ­ miştir. Bu m e m l e k e t i n M a a r i f V e k i l i o adam değildir. Dedi. Bunun üzerine A t a t ü r k ' l e R e ş i t G a l i p arasında şu tartışma —

geçti:

Yahu

nasıl

olur?

Bu

adam

beni

okutmuştur,

nasıl M a a r i f V e k i l i o l a m a z m ı ş . — D e ğ i l seni okutmak, senin A l l a h ı n ı okutsa yine bu adam M a a r i f V e k i l i olamaz. O devirde dalkavukların yanında b ö y l e medenî ceııaret

sahibi,

vardı. F a k a t üyesi

sözünü

sakınmaz

cinsten

bu derece ileri g i d e c e ğ i ,

hakkında

bu

derece

sert

kimseler

de

bir H ü k ü m e t

konuşacağı

kimsenin

aklından bile g e ç m e z d i . A t a t ü r k tarifsiz şekilde k ı z ­ mıştı. F a k a t duygularını belli etmeden, çok sakin şu emri v e r d i : —

Lütfen sofrayı terkediniz!

— Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Gerçi biz saraydayız ama, hocanız H a c e - i Sultanî değildir. C u m huriyette serbesttir... D i y e başlayınca A t a t ü r k y a v a ş ­ ça yerinden k a l k t ı . K u c a ğ ı n d a k i p e ç e t e y i m a s a y a bı­ raktıktan

sonra:

— Ö y l e y s e müsaade dedi ve

salondan

çıkıp

ederseniz ben

terkedeyim.

gitti.

H e m e n arkasından koştum. D o ğ r u H a r e m kısmındaki yatak odasına g i r m i ş t i . B e n de arkasından g i r dim.

H e r z a m a n olduğu gibi kapıları kilitledim. A t a -

türk soyunana k a d a r bir kelime henüz yatışmamıştı. belki de hiç

kimse

konuşmadı.

Cumhurbaşkanı

O'nunla

böyle

olduktan

Sinirleri sonra

konuşmamıştı.

52

ATATÜRK'ÜN —

Çelebi Efendi, desene

büyütüyormuşuz.

ki,

yılanı

UŞAĞININ koynumuzda

Dedi.

C e v a p v e r m i y e r e k yavaşça k a p ı y ı açıp dışarı çık­ tım.

Oradaki

görevim

bitmişti.

Y e m e k salonuna dönünce bir de ne g ö r e y i m . R e ­ şit

Galip

rakı

kadehini

hırsından

dişlerinin

arasına

almış k e m i r i y o r . B a ş ucunda da R e c e p Zühtü ve K ı l ı ç A l i duruyorlar. R e ş i t

Galip

başını

kaldırıp

beni g ö ­

rünce: — Çelebi, bana bir kadeh r a k ı ver, d i y e bağırdı. — Efendim, kilerci uyumuş. D i y e a t l a t m a ğ a ça­ lıştım. —

Demek

bana

verecek

bir

kadeh

rakın

bile

kalmadı desene... D i y e acı acı söylendi. Ne

yalan

söyliyeyim,

bu

olaydan

çok

üzüldüm.

Çünkü R e ş i t Galip'i g e r ç e k t e n çok seviyordum. A r a ­ larının açılmasına gönlüm razı değildi. F a z l a içip te daha

kötü

bir

olaya

meydan

verilmemesini

istemiş,

bu yüzden de r a k ı y o k demiştim. R a h m e t l i y e bir k a ­ deh rakıyı e s i r g e y i ş i m içimde eziklik o l a r a k kaldı. Ertesi küserek

gün

Reşit

Ankara'nın

Galip,

yolunu

Atatürk'e

tuttu.

Hattâ

ve

İstanbul'a

cebinde

on

lirası bile o l m a d ı ğ ı için tren parasını U m u m î K â t i p T e v f i k Beyden b o r ç aldığını hatırlarım. A r a d a n bir a y geçmişti. B i z yine İstanbul'daydık. Y e m e k salonuna g e l e n A t a t ü r k bir a r a bana: —

Çelebi

efendi,

şimdi A n k a r a ' d a R e ş i t

Galip

B e y bir konferans verecek, onu d i n l i y e l i m . Dedi. Daha

şaşkınlığım

geçmeden

koşup

radyoyu

aç-

tım. R e ş i t Galip'in T ü r k o c a ğ ı salonunda v e r d i ğ i kon­ feransı

sessizce

gözlerinde —

dinledi.

Radyoyu

kapattıktan

bir sevinç pırıltısı yanıp söndü:

Kendisini affettirdi. Dedi.

sonra,

GİZLİ

53

DEFTERİ

Onbeş g ü n kadar sonra da biz A n k a r a ' y a g i t t i k . Ertesi akşam R e ş i t Galip'i s o f r a y a çağrılmış g ö r d ü m . Sanki

aralarında hiç

ediyorlardı.

Bir

kaç

bir şey g e ç m e m i ş gibi h a r e k e t gün

sonra

da

Reşit Galip'in Millî E ğ i t i m Bakanı

Anadolu

Ajansı,

olduğunu haber

veriyordu. O g e c e sofra oldukça kalabalıktı. R e ş i t Galip'in üzerinden

sevinç akıyordu.

anında A t a t ü r k

Toplantının en

kapıda duran

kıvamlı

askerlerden ikisini

ça­

ğ ı r d ı ve g ü r e ş t i r m e ğ e başladı. Çoğunluk böyle yapar, gezilerinde olsun,

köşkte

lerden

yanına

çağırarak

yettiğini

gözleriyle

bir

gücünün

kaçını

nelere

olsun,

yiğit

mehmetçik-

güreştirir, görmek

Türk isterdi.

H a t t â yanında bulunan çok sevdiklerini, bu m e h m e t çiklerle

-istemeseler

bile- güreşe tutuşturur,

onların

hırpalanışını hazla seyrederdi. B i r k a ç keresinde mehmetçikleri kendisiyle güreşe de d a v e t etmiş, f a k a t hiç biri «Senin sırtını yedi düvel y e r e getiremedi, biz mi g e t i r e c e ğ i z » d i y e güreşe yanaşmamışlardı. Güreş çok tatlıydı. H e p i m i z büyük bir dikkat v e merakla

sonunun

nasıl

g e l e c e ğ i n i bekliyorduk.

Reşit

Galip'in ise m e r a k ı son haddini bulduğu bir sıra, A t a ­ türk askerlere işaret ederek yeni bakanı « a l t ı o k k a » yapmalarını emretti. H e p i m i z şaşırmıştık. B a k a n da ö y l e .

D a h a şaş­

k ı n l ı ğ ı m ı z g e ç m e d e n o babayani iki asker, R e ş i t G a lip'i k a r g a tulumba kucaklayıverdiler. H a v a y a k a l k a n bakan, önce bir iki çırpınmayı denedi; fakat ne had­ dine... D e v gibi muhafızların birer çelik pençeyi an­ dıran elleri

arasında k ı p ı r d a m a k ne mümkün...

Mecliste

bulunanlarda

heyecan

son

haddini bul­

muştu. Sonunun ne olacağını m e r a k ediyorlar, adeta nefes

bile

almaktan

korkuyorlardı.

ğukkanlı ve tabii görünüyordu.

Atatürk

ise

so­

54

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

A s k e r l e r , R e ş i t G a l i p ' i i k i üç sefer h a v a y a kal­ dırdılar.

T a m y e r e v u r a c a k l a r ı sırada A t a t ü r k ' ü n bir

işaretiyle v u r m a k t a n v a z g e ç i y o r l a r , t e k r a r v a r hızla­ r ı y l a h a v a y a sallıyorlardı. Birkaç

k e z tekrarlanan bu hoş oyundan

sonra

( b i z çocukluğumuzda ç o k o y n a r d ı k ) A t a t ü r k sofradakilere döndü. G ü l e r e k : — B i z istersek böyle de hareket edebiliriz. Dedi. Acaba Atatürk, hakaret

eden

Reşit

v e r m e k istemişti?

bu

oyunla,

Galip'e

vaktiyle

centilmence

A m a ben,

bunun

kendisine bir ders mi

şaka çerçevesini

hiç bir z a m a n a ş m a d ı ğ ı n ı sanıyorum. A t a t ü r k , R e ş i t G a l i p ' i sevmeseydi, o olaydan sonra onu ne bakan y a ­ pardı, ne de altı okka ettirirdi. Reşit birkaç

ay

Galip'in M i l l î geçtikten

Eğitim

sonra

Bakanı

İstanbul

oluşundan

Üniversitesi'nde

« İ n k ı l â p T a r i h i » için bir kürsü g e r e k m i ş t i . O gün sof­ rada, d e v r i m l e r i m i z i n tarihçesini yapacak kişinin kim olabileceği görüşülüyordu. A t a t ü r k , revin

kendisine



düşmesi g e r e k t i ğ i

hararetle bu g ö ­ tezini

savunuyor:

Bu işi ancak ben yapabilirim. G e r ç i inkılâbı

beraber yaptık, f a k a t bu kürsüyü ben işgal edebilirim, y o k s a bu m a a r i f vekilinin işi değil.

O l m a z s a benim

n a m ı m a k ı z ı m A f e t y a p a r . Diyordu. R e ş i t Galip ise i t i r a z ı basıyor: — receğiz.

P a ş a m , her şeyi siz yaparsanız, biz ne iş g ö ­ Diyordu.

Fakat Atatürk'te —

dediğim dedikti:

Ya ben, ya A f e t H a n ı m . D i y o r da, başka bir

şey söylemiyordu. R e ş i t Galip buna da cevabı y e t i ş t i r i y o r : —

Paşam, A f e t H a n ı m kızınızsa, b i z l e r de oğlu-

nuzuz. A r a m ı z d a f a r k v a r mı ki. Bu işi M a a r i f V e küinin yapması l â z ı m d ı r .

B i z de oğlunuz olarak bu

GİZLİ

DEFTERÎ

vazifenin

55

kendimize verilmesini

istiyoruz.

Diye

söy­

leniyordu. Bu iş sonuçlanmadan, aynı günler içinde bir baş­ ka o l a y a daha dokunmak isterim. B i r kaç gün sonra sofrada, K ı l ı ç Ali, Recep Zühtü, A t a ' n ı n etrafını ç e ­ virmişler,

şurdan

burdan konuşuyorlardı. B i r a r a R e ­

cep Zühtü, A t a t ü r k ' e : — P a ş a m , dedi. R e ş i t G a l i p ' e biri demiş k i : H i t l e r bugün

konuşacak.

cevabı v e r m i ş : Atatürk larla

bu

Bunun

üzerine

Reşit

Galip

te

şu

B i z i m H i t l e r her gün konuşur. lâfa kızmak

şöyle

dursun,

kahkaha­

gülmüştü.

Aradan

günler g e ç t i .

Reşit

Galip

hâlâ

İnkılâp

T a r i h i kürsüsü için çalışıyor, A t a t ü r k ' ü uygun bir za­ manda kandırabilir m i y i m , diye düşünüyordu. T a m

o

sırada M i l l î E ğ i t i m Bakanlığından d a affedildi. Y e r i ­ ne H i k m e t B a y u r geldi. Bakanlıktan memişti.

ayrılması

Reşit

Galip'e

uğurlu

gel­

B i r g ü n M o d a ' d a denize düşmüş, z a t ü r r i e y e

yakalanmış. İ k i ay kadar tedavi oldu. Garip rastlantı, Hikmet

Bayur,

v e r d i ğ i gün, muştu.

İnkılâp

Kürsüsünde

ilk

konferansını

R e ş i t Galip te h a y a t a gözlerini

yum­

56

A T A T Ü R K ' Ü N

U Ş A Ğ I N I N

K O N T E S İ ŞAŞKINA ÇEVİRDİM

A T A T Ü R K d o ğ r u söze bayılır, dobra dobra konuşanları severdi. gururluydu.

Hizmetkâr

neferleriyle

arkadaşça

olmamıza konuşur,

Kibirli rağmen

sorular

değildi, bizlerle,

sorar,

şaka-

laşır, dertlerimizle a y r ı a y r ı ilgilenir, her fırsatta bi­ ze

konuşma özgürlüğü

tanırdı,

— Çelebi, ne dersin bu işe? Diye

sık

sık

benim

fikrimi

aldığını

hatırlarım.

O'nun bu huyunu b i l d i ğ i m için, sorduğu her şeye hiç çekinmeden, ucu zülfi y â r e de dokunsa, cesaretle c e ­ v a p v e r m e ğ e g a y r e t ederdim. Bunun ödülünü de, ölün­ ceye

kadar

hizmetinde

A t a t ü r k beni,

her

şeyi

kalmak

suretiyle

açıkça konuştuğum,

gördüm. yalancı­

l ı ğ a v e dalkavukluğa k a ç m a d ı ğ ı m için tutmuş olmalı. B i r g ü n yurdumuza Fransa'dan konuk bir m a d a m geldi.

Adını

hatırlıyamadığım

bu

madamı

«Kontes»

d i y e çağırıyorlardı. Y a ş l ı , t e m i z g i y i m l i , asil görünüş­ lü bir kadındı. A t a t ü r k D o l m a b a h ç e Sarayı'nı, m a d a m a

kendisi

gezdiriyordu. Gezintide F e t h i Okyar, K â z ı m Özalp t a v a r d ı . A r k a l a r ı n d a n , üzerimde s m o k i n g olduğu halde ben de yürüyordum. Saray'ın kabul salonunda N a p o l e o n ' a ilişkin

üç

tane masa vardır. Bunların üzerlerinde bir takım r e -

GİZLİ

DEFTERİ

57

simler, N a p o l e o n ' u n Damdonörleri, annesi ve k ı z k a r deşinin adları yazılıydı, Boş z a m a n l a r ı m d a sarayı g e z ­ m e ğ e çıkınca her zaman bu masalara bakar, üstündeki y a z ı l a r ı o k u m a ğ a dalardım. mıyarak

ezberlemişim.

O k u y a okuya farkında ol-

Oraya

gelince

fırsatı

kaçır­

madım. H e m e n atıldım. N a p o l e o n ' u n aile kişilerinin adlarını

sıralamağa

Kontes

başladım.

şaşırmıştı.

Hem

Napoleon

hizmetkârın ezbere bilmesinden, devlet

başkanının

atılarak

karşısında,

serbestçe

sülalesini

bir

h e m de koskoca bir

hizmetkârının

ortaya

konuşmasından...

Kontes Atatürk'e dönerek: — lar,

Sizin için d i k t a t ö r diyorlar.

sizden

hiç

çekinmeden,

O y s a bu

korkmadan

adam­

konuşabili­

yorlar... A t a t ü r k şu —

karşılığı v e r d i :

B e n i m için d i k t a t ö r diyorlar. E v e t , ben dikta­

törüm ama, kalpleri kazanarak d i k t a t ö r oldum. Bunlar benim v e r d i ğ i m e m i r l e r i y a p a r l a r . Benden ne di­ ye

korksunlar?... B i r g ü n sonra... İ z i n l i olduğum için o g e c e sofrada hizmet e d e ­

memiştim.

Atatürk,

izinli

olduğumu

yar'a

dönerek:



şefimiz

söylemiş.

İbrahim'e

beni

sormuş,

Bunun üzerine F e t h i

Ok-

N a p o l e o n ' u n annesini, kızkardeşini ne sen bi­

lirsin, ne de ben. B i z i m Çelebi z e k i çocuktur. H e l e bugün çok hoşuma g i t t i . T ü r k l e r i n hizmetkârları bile Napoleon'un f a m i l y a s ı ile alâkalı... Beni d i k t a t ö r ta­ nıyan insanlardan bir

tanesi bu v a z i y e t i g ö r m ü ş ol­

du. Onun için memnunum. D e m i ş . Ertesi günü bunu İbrahim'in a ğ z ı n d a n duyduğum zaman

kabıma

sığamıyordum.

58

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

SERVETLERİNİZİ VERİNİZ

1930-1931 bir

YILLARINDA

ekonomik

yurdumuzda büyük

bunalım

başgöstermişti.

Ü r ü n fiatları düşüyor, D e v l e t bütçesindeki açık geniş­ ledikçe genişliyordu. Genel bir ulusal e k o n o m i sefer­ berliği

olmadıkça

bu

hal

düzelemezdi.

H e r gün bir

y a d a birkaç tüccarın iflâs e t t i ğ i duyuluyordu. H u z u r suzluk

son

haddini bulmuştu.

Bu durumu

g ö r e n bü­

tün milletvekilleri, A t a t ü r k ' t e n bu hastalığa bir çare bulmasını istediler. H a t t a N u r i C o n k e r : —

P a ş a m , v a z i y e t kütüdür. B ö y l e giderse, m e m ­

leket mahvolur. D i y o r d u . O

gün

sofrada bulunan

Yunus N a d i ve

Hikmet

Bayur: —

P a ş a m , bu işe ancak siz çare bulabilirsiniz...

D e y i n c e A t a t ü r k şu

cevabı v e r d i :

— Ben askerim. V a z i f e m olan şeyleri bilirim. G e ­ risine mezun

karışmam.

Bu

memlekette

dünya k a d a r g e n ç

dan seçin bir tanesini,

Yüksek

yetişiyor.

İktisat

Ticaretten

Bunların

arasın­

Vekili yapın...

F a k a t H i k m e t Bayur'un dediği d e d i k t i : —

Paşam, bizim hiç bir işe sizin k a d a r a k l ı m ı z

e r m i y o r . Onun için her şeyi siz yaparsınız. Buna da siz çare bulacaksınız. Atatürk

bir

iki

C o n k e r ' e dönerek:

Dedi. saniye

düşündükten

sonra

Nuri

GİZLİ —

59

DEFTERİ Bu

millet

bilmek l â z ı m .

çok

çabuk

İsterseniz

kurtulur

sizi misâl

ama,

usulünü

alalım. Siz Sela­

nik'ten T ü r k i y e ' y e gelirken A n k a r a ' y a n e g e t i r d i n i z ? Tabii hiç bir şey. Şimdi neniz v a r ? Yüzbin liralık bir apartman,

Kütahya'da

ikiyüzbin

liralık

bir

kiremit

fabrikanız. H e p i n i z bütün mallarınızı millete verirse­ niz, na

bu

dâva kendiliğinden

kurtuluş Sonra —

ceği

İ ş t e sa­

Yunus N a d i ile H i k m e t Bayur'a d ö n e r e k :

Ne buyrulur? D i y e sordu. D a h a onların v e r e ­

cevabı — Ben

dım ve millet

halledilmiş olur.

yolu...

beklemeden askerdim.

çalışmasiyle artık

ekledi:

Allahın

inayeti,

milletin

yar­

bugüne ulaşabildik. M e m l e k e t ve

kurtulmuştur.

Ben

bir

şey

yapmadım

ki... Benim v a z i f e m çekilip bir y a n a oturmak olmalı­ dır. Reisicumhurluğu bile üzerime a l m a m a m lâzımdı. Ne çare ki, hiç istemediğim halde bu v a z i f e her yıl benim

üzerimde

kalıyor.

Benim

kalmam

bu

millet

için belki z a r a r l ı olur. Dedi. B i r yıl Genel

k a d a r sonra 9 E y l ü l

Müdürü

çağırıldı.

olan

Atatürk

Celâl

1932 de İş Bankası

Bayar

Çankaya

Köşküne

Bayar'a:



Seni İ k t i s a t Vekili y a p ı y o r u z . D e y i n c e B a y a r :



P a ş a m , beni af buyurun. B e n yalnız İş B a n ­

kasında k a l m a k istiyorum. Bu iş bile bana f a z l a geliyor. D i y e r e k üç sefer de yapılan isteği g e r i çevirin­ ce

Atatürk: —

Hem

İş

Bankası

Müdürlüğünü

yapacaksın,

hem de İ k t i s a t Vekilliğini. Dedi. B a y a r bu isteğe uy­ mak

zorunda kaldı. Bunu

duyunca

çok

sevindik.

Sevincimiz

daha

çok şu bakımdan ileri geliyordu. B a y a r eli açık, bol bahşiş verirdi.

Hatırımızı

sorar,

yakınlık

gösterirdi.

60

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

ÇALLI İBRAHİM'LE ARKADAŞI

A T A T Ü R K Cumhurbaşkanı olduğu tam çıkmış

olan

bir

halk

adamıydı.

bu

büyük

insan,

maktan,

halkın

içinde

dolaşmaktan,

yerlerde

oturmaktan

büyük

kalabalık

de

o

halde içinden

içinde

halkın

bir haz duyardı.

e ğ l e n d i ğ i n i g ö r m e k t e n hoşlanır, kendini

Halkın

yaşa­ gittiği

Halkın

eğlencenin içine

sokardı.

Beyoğlu'nda

Türkuvazın

yanında

bir l o k a n t a vardı. B i r g ü n de

Eden

adında

oraya gitmiştik.

Saat

g e c e n i n onbiri. Garsonlar e t r a f ı m ı z d a f ı r d o l a y ı dönü­ yorlar,

Atatürk'ü

hoşnut

A t a t ü r k ' ü n oturduğu a r k a d a ş oturmuşlar, ne

dalmışlar,

yorlardı. —

çalışıyorlardı. ilerisinde

iki

r a k ı içiyorlardı. K e n d i â l e m l e r i ­

bizim

Atatürk,

etmeğe

masanın b i r a z

varlığımızdan

bana

habersiz

görünü­

seslenerek:

H e m e n git, beyleri ç a ğ ı r ! D e d i .

Masalarına g i d i p kendilerine e m r i bildirdim. O n ­ lar da derhal toparlanıp bizim m a s a y a geldiler. Bun­ lardan biri tanınmış ressam Çallı İ b r a h i m , yanındaki de H ü s a m e t t i n adında bir arkadaşıydı. A t a t ü r k , sonra ikisine de şu —

biraz

sordu:

Siz r a k ı y ı niçin içersiniz?

Çallı —

soruyu

İbrahim'in

arkadaşı

Bendeniz r a k ı y ı

herkes

Hüsamettin: gibi

midemi

doldur-

GİZLİ

DEFTERİ

m a k için değil,

61 kafamı

öldürmek için içerim.

Diye

cevap verdi. Atatürk —

bu

hazır

Bravo...

Daha

cevaplıktan

çok

hoşlanmıştı:

D i y e bu

yabancı misafiri kutladı.

misafire

hangi

sonra

sormuş, H ü s a m e t t i n de hiç

partiden

olduğunu

çekinmeden Serbest F ı r -

ka'dan olduğunu söylemişti. A t a t ü r k bundan da m e m ­ nun oldu. İ k i n c i bir defa d a : —

Bravo!..



Çallı İbrahim, Çallı İ b r a h i m . . . A v r u p a ' d a n bir

D e d i k t e n sonra Ç a l l ı ' y a

dönerek:

çok ressamlar, heykeltraşlar g e l i y o r , benim resimleri­ mi, büstlerimi, Çalılara



heykellerimi y a p ı y o r .

gömüldünüz

de,

hiç

Siz nerdesiniz?

görünmüyorsunuz?

Bu kadar tanınmış bir ressam o l m a n ı z a r a ğ m e n sizin hiç

sesiniz

çıkmıyor.

memleketlerine

Onlarsa

binlerce

lirayı

alıp

gidiyorlar.

Deyince Çallı İ b r a h i m

gülümsiyerek

şu

cevabı

verdi: — mi)

P a ş a m , P a ş a m . . . F ı n d ı k l ı Sarayında

benim y a p t ı ğ ı m

bunu

duymamışsınız.

değilsiniz,

bir portreniz v a r d ı r . Gidip

onu

görün.

(Akade­ Anlaşılan

Atatürk

siz

asıl odur...

Atatürk

bu

cevaptan

da

çok

memnun

kalmıştı.

O gece sabaha k a d a r sofrada sanat sohbetleri yapıldı. Çallı

İbrahim'den

uzun

boylu

natçının

bilgi

Türk aldı.

resmi

Bunları

korunması ve sanatın

tin yardımcı olacağına

ve

sanatı

hakkında

d i k k a t l e dinledi. gelişmesi

Sa-

için D e v l e -

söz verdi. A t a t ü r k ' ü n bu ko­

nuyla bu k a d a r ilgileneceğini hiç a k l ı m a g e t i r m e m i ş tim.

Saat

erdi

ve

sabahın

dördüne

gelmişti.

Toplantı

sona

saraya döndük.

Çallı İ b r a h i m ' e ilişkin bir anı daha: İkinci D ü n y a Savaşı'ndan sonra g a z e t e c i l i ğ e baş­ layan

Ordu'dan e m e k l i İhsan

Boran,

Bükreş Ataşe-

62

ATATÜRK'ÜN

militerliği reş'e

sırasında

g e l e n Çallı

bir

UŞAĞININ

sanatçılar topluluğuyla Bük­

İbrahim'le

bir görüşme

yapmıştı.

Sohbet sırasında A t a ş e m i l i t e r , Çallı İ b r a h i m ' e : — Üstad, hâtıra olarak lütfedip bir şey çizer m i . siniz? D i y e sormuş, Çallı İ b r a h i m de kendine konuşma

— Ne gibi —

özgü

diliyle: bir

şey?

M e s e l â A t a t ü r k ' ü hayalinizden

çizebilir m i ­

siniz? —

Ben O'nu

kalbime

resmetmişim...

Ve sihirli k a l e m darbeleriyle, birkaç saniye içinde Atatürk'ün şimdi

İhsan

maktadır.

eşsiz

bir

Boranın

portresini eşi

çizmiştir.

Adviye

Bu

Boran'da

resim bulun­

GİZLİ

63

DEFTERİ

KAYSERİ'DEKİ ATATÜRK

SÜRÜ SAHİBİ

sık sık halkı v e m e m l e k e t i g ö r -

m e d i k ç e rahat edemez, zın g e z i l e r e

çıkardı.

Balolara,

de gidişi ansızın olur,

bu

yüzden ansı­

eğlencelere, d a v e t l e r e

okullara haber vermeden bas­

kın yapar, derslere katılırdı. Bu yüzden birçok k i m ­ se

gafil

avlanır,

hazırlıksız

olduklarından

şaşkına

dönerlerdi. Y u r t g e z i l e r i n d e de çoğunlukla b ö y l e olurdu. Ön­ ceden

hazırlanmış

sofrada,

ertesi

bir

gün

gezi

programı

falanca

yere

yoktu.

Gece

gidilmesi

istenir,

sabah olur o l m a z da hareket edilirdi. Ç o k z a m a n g i ­ dilen gün

yerin

ilgilileri

olmıyan

tiştikleri

bizi

kıyafetlerle

için

Atatürk,

yüzleri

traşlı,

karşılamağa

bunların

yahut

dara

düz­

dar

telâşlarıyla

ye­

inceden

inceye alay ederdi. 1931 yılındaydık. Y i n e böyle ansızın çıkılmış y u r t gezilerinden birinde

bulunuyorduk.

istasyonundan k a l k m a k üzereydi. ban

kıyafetli

ğumuz

bir

vagona

adam,

araladım.

Beni

kalabalığı

yaklaşmağa

B i r olay g e ç t i ğ i n i kapıda

Trenimiz Kayseri

B i r de baktım, yararak

ço­

bulundu-

çalışıyor.

anlamıştım. gören

V a g o n u n kapısını

çoban

kıyafetli

adam:



A t a t ü r k ' ü g ö r m e k istiyorum, nerededir? Dedi.



Y a v e r l e r d e n izin almadan A t a t ü r k ü g ö r e m e z -

siniz. D i y e c e v a p v e r d i m .

64

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

A d a m ısrar ediyor, ben bırakmıyordum. A r a m ı z ­ daki

tartışma

gittikçe

kızışıyordu.

Adam

da

inatçı

m ı , inatçı... B i z böyle çekişe duralım, A t a t ü r k b i z i m konuş­ malarımızı muş.

bulunduğu

Başını



vagonun

penceresinden

duy­

uzatarak:

Çelebi, ne i s t i y o r bu a d a m ? D i y e sordu.

— E f e n d i m i z i g ö r m e k istiyor, P a ş a m . D e d i m . —

A l g e l efendiyi ö y l e y s e . . .

Adam

önüme

düştü,

ben

arkada,

beraberce

va­

g o n d a n içeri g i r d i k . B e n i m çoban sandığım adam m e ğ e r d a v a r sahibiymiş.

Başladı

Atatürk'e

B e ş y ü z koyunu mağa

Ankara'ya

«Kayseri'de

serencamını

götürürken

hastalık

anlatmağa:

ile d a v a r ı v a r m ı ş . var,

baytar

Bunları yolunu

hayvanları

sat­

kesmiş.

götüremezsin.»

demiş. Bunun üzerine a d a m c a ğ ı z b a y t a r a y a l v a r m a ğ a başlmış: —

Efendim, K a y s e r i n i n her yerinde mi hastalık

v a r ? H e r yerinde o l m a z ya... B u şehrin g a r b ı var, şarkı var.

Hiç

olmazsa buralardan bana bir

yol

versinler.

H a s t a l ı k olmıyan bir y o l d a n g e ç i r e y i m . D e m i ş . A m a bir türlü b u hayvanlara yol v e r i l m e m i ş . D a ­ v a r sahibi,

hayvanlariyle

eli

böğründe

kalmış.

Ne

yapsın, neylesin, derdini k i m e açsın. Validen umudu­ nu

kesince,

birden A t a t ü r k ' ü n K a y s e r i ' y e

geldiğini

duymuş. — ki

V a r ı p g i d e y i m , A t a ' y a derdimi i l e t e y i m . B e l ­

O'nun

sayesinde

Hayvanları

feraha

otlağa bıraktığı

çıkarım. gibi

Diye

soluk

düşünmüş.

soluğa

istas­

y o n a yetişmiş. D a v a r sahibini büyük bir dikkatle dinliyen A t a türk,

trenin hareketini

geciktirdi.

Vali

ile

baytarı

GİZLİ

DEFTERİ

çağırttı. İkisine

İkisi

de

birden



Bu

65 zaten

istasyonda

bulunuyorlardı.

dönerek:

arkadaşın

sürüsüne

neden

mâni

oldunuz?

D i y e sordu. Baytar kekelemeğe

başladı. N e c e v a p v e r e c e ğ i n i

şaşırmıştı: —

Şey

efendim,

bu

mıntakada

hastalık v a r

da,

ondan müsaade etmedik. D e y i n c e bu defa da V a l i y e döndü: —

Siz ne dersiniz V a l i B e y ?

D i y e sordu.

Vali

ezile büzüle: —

Efendim,

d o k t o r haklıdır.

Deyince

Atatürk

kızdığını belli e d e r e k : —

Demek

beraber ölsün.

bu

sürü

Siz de

sahibi

seyirci

burada

kalın...

hayvanlariyle

Sizin maksadı­

nız malûm, anlaşıldı. Dedi. Sonra daha fazla ö f k e l e ­ nerek : — şarka,

Şu

köylü k a d a r da olamadınız.

garba

mübarek

aklı

adamlar ?

Vali

ile

Baba,

şafak

sürü

şimdi

da,

sizin

Bu

neye

adamın

ermiyor

a

Dedi.

baytarda

yorlardı. Hemen —

eriyor

atmıştı.

Önlerine

bakı­

sahibine d ö n e r e k :

sürünü

topla.

Şehrin

tam

göbe­

ğinden A n k a r a n ı n yolunu tut. E ğ e r sana mâni o l m a k isterlerse,

hiç

çekinmeden bana

t e l g r a f çek. B e n se­

nin olduğun y e r e yetişirim. Dedi. Adam dıktan

teşekkür

edip,

sonra yanımızdan

l i y e dönerek

şu

soruyu

Atatürk'ün ayrıldı.

ellerine

sarıl­

A t a t ü r k tekrar Va­

sordu:



N e d i r bu hal. Bu saçma hali g ö r m e d i n i z m i ?



Paşam



Tabii sen farketmezsin, o f a r k e t m e z . M e m l e ­

ketin

serveti

Vali dişleri

ile

vardı

farketmedik... de

böylece

baytarın ki...

harcanır

önlerine

gider.

bakarak

öyle

bir g i ­

66

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

HASTA ÇOBANI ZİYARETİ

OKUMA.

kitaplarına

kadar

geçen

Sığırt-

maç M u s t a f a ile A t a t ü r k ' ü n karşılaşması çok

enterasandır: 1930 yılında A t a t ü r k ,

bir g ü n atla Y a l o v a d a ğ ­

larında g e z i n t i y e çıkar. Y o l u n üzerinde bir sığırtma­ ca rastlar: —

Bu yol çıkar m ı ? D i y e sorar.

Çoban, eliyle yolu gösterir. A t a t ü r k , yoluna g i ­ d e c e k yerde

atını

durdurur. Çobanla aralarında

şu

konuşma g e ç e r : —

A d ı n ne senin?



Mustafa...

— Bu

koyunlar

kimin?

— Ağanın... —

Peki

sen

kaç

p a r a y a çalışıyorsun?..

— Üç liraya. —

Sana daha fazla p a r a versem, benim çiftliği-

m e g e l i r misin? — A ğ a razı olursa g e l i r i m . A ğ a n ı n rızasını alın da

ondan

sonra...



Senin anan,



Yalnız anam var.

baban y o k m u ?

— B a k a l ı m r a z ı olur mu?

GİZLİ DEFTERİ —

67

Onun da rızasını alırsanız r a z ı olur. O z a m a n

ben de

çalışır,

ona bakarım.

A t a t ü r k bu sırada cebinden b i r sigara çıkarıp ç o ­ bana uzatır. Çoban onbir-oniki yaşlarındadır. S i g a r a ­ y ı almaz. —

Sigara

içmiyor

musun?

— D a h a sırlaşmadım

(alışmadım).

Bunun üzerine A t a t ü r k cebinden bir 10 l i r a ç ı ­ karıp v e r m e k ister. Çoban bunu da almaz. Bu g ü z e l hali g ö r e n A t a t ü r k , parayı alması için ısrar eder. Ç o ­ ban: — A l ı r ı m ama, bir şartla, der. Sen de benim v e ­ receğim

cevizleri

Atatürk,

alırsan paranı alırım.

çobanın

cebinden

çıkarıp,

kendisine u-

z a t t ı ğ ı c e v i z l e r i alır, p a r a y ı v e r i r . . . İş maç

bu

k a d a r l a kapansa i y i . . .

Mustafa,

ha ne

jandarma

olduğunu

Atatürk

anlamağa

Köşküne

E r t e s i gün

tarafından

getirilir.

vakit

apar

bulamadan

Çoban daha

Sığırt­

topar,

da­

Yalova

Atatürk'ün

k i m olduğunu bilmemektedir. S ı ğ ı r t m a ç M u s t a f a ' y ı işte ben,

ilk

k e z o gün,

orada t a n ı m ı ş t ı m . Salonda bir çok misafir vardı. Ç o ­ ban, elinde sopası olduğu halde oturuyor, başına g e ­ leceğinden

habersiz ürkek bakışlarla

çevresine

bakı-

nıyordu. — K o n u ş t u ğ u n adam k i m d i ?

D i y e sordum. Ç o ­

ban: —

B i l m e m . . . D i y e karşılık verdi.

Bunun tarak, — okutur,

üzerine

elimden

çocuğa

geldiği

bulunduğumuz y e r i

kadar

öğütte

D i k k a t l i ol ve hiç ç e k i n m e . . . D e d i m . adam

Çocuk

olursun.

artık

köşke

Bu

gördüğün

getiriliş

anla­

bulundum: Seni

Atatürk'tür.

nedenini

öğrenmiş

bulunuyordu. Yüzünde memnunluk hali belirmişti.

68

ATATÜRK'ÜN Derken

fa'yı

Atatürk

tepeden

salona

tırnağa

girdi.

süzdükten

UŞAĞININ

Sığırtmaç sonra

Musta­

suratı

asıldı.

M i s a f i r l e r e dönerek: — nasıl

Çocuğa k i m olduğumu söylemişler.

konuşması, Bunu

çıkacak

duyar d u y m a z

diye

korkudan

Sığırtmaç

dolayı

rüldü

Şişli

altına

söylediğim oradan

meydana

sıvıştım.

köşke getirildikten

karnının Çocuk

Baksana

Dedi.

benim hemen

Mustafanın

sıtmadan ve

t a v r ı değişti...

davul gibi

Hastanesine

sonra

şiş olduğu

gönderilip

gö­

tedavi

alındı.

Y a l o v a ' d a n İ s t a n b u l ' a dönmüştük. B i r g e c e yarı­ sı

Atatürk'ün

aklına

geldi,

Çoban

Mustafa'yı

sordu.

« Y a t ı y o r ! » dedik. « G i d i p g ö r e l i m » dedi. Saat gecenin ikisinden sonra

kalkıp

Şişli

Çocuk Hastanesi'ne

git­

tik. Gelişimiz bir uyandılar. tan

öbür

da

Çoban

çocuklar

M u s t a f a ile

sıhhatini

çocukların hiç

Atatürk, istemiyordu.

Bütün

Çoban

çocukların

süre içinde

sordu.

âlemdi.

Atatürk,

uykudan

beraber,

sordu.

ya­

Kaldığımız

biri uyumadı.

Mustafa'nın

yanından

ayrılmak

Onunla ö z e l olarak

konuştu.

Hatırını

Sabaha karşı

hastaneden

ayrıldık.

E r t e s i akşam sofrada konu, yine bu Çoban M u s ­ t a f a üzerindeydi. H e r k e s onun için bir şey söylüyordu. Lehinde

ya da aleyhinde...



Paşam,



Niçin?

bu

çocuğa

B â z ı misafirler: boşuna

emek

vereceksin?

— Efendim, çoban hiç okur m u ? A d a m olur m u ? Bu

saçmaları

büyük

bir

dikkatle

dinliyen

Ata­

türk: — Yahu, ne u z a ğ a

gidiyorsunuz.

B e n de

bir

z a m a n l a r tarlada k a r g a l a r ı bekledim. D a y ı m ı n çiftli-

GİZLİ ğinde

69

DEFTERİ

onun koyunlarını g ü t t ü m . B e n i biraz z e k i g ö ­

ren d a y ı m : — beni

Bu

çocuğu

askerî

okutmalı...

mektebe

Dedi.

yazdırdılar.

gördüğünüz m e v k i e geldim. bir n a z a r i y e yoktur. Bu

Ben

Çobanlar

Bundan de

sonra

okudum,

okumaz d i y e

çocuk ta okur. Belki

büyük

bir adam da olur. Onu da z a m a n g ö s t e r i r . . . Dedi. Çoban M u s t a f a Kuleli'de iken İ s t a n b u l ' a her g e ­ lişimizde saraya gelir, A t a t ü r k ' l e görüşür ve mübayaa memuru yüzbaşı emeklisi R ı z a K ö s e ' d e n aylığını, ya­ ni harçlığını alır, bazı defa y e m e k t e alıkonulurdu. Y ı l l a r g e ç t i ve zamanla bu çocuğun okuyup adam olduğunu

gördük.

Çoban

Mustafa

binbaşılığa

kadar

yükselmiş ve e m e k l i olmuştur. Şimdi Y a l o v a ' d a otur­ maktadır.

ATATÜRK'ÜN

70

UŞAĞININ

AYAKLARINA KAPANAN KADIN

A T A T Ü R K ,

her y a z dinlenmek

için

Yalo-

v a ' y a g e l i r ve burada üç ay k a d a r kalır­ dı.

Yalova'nın

insana

adeta.

huzur veren havasına,

ğine

âşıktı

Burada

tabiatla

tan,

büyük bir haz duyduğunu,

başbaşa

sessizlikalmak­

ferahladığını her ha­

linden belli ediyordu. Y i n e bir yaz, Y a l o v a K a p l ı c a l a r ı n d a y ı z . Y a z ay­ ları

kendine ö z g ü bir tembellikle

sıcak ve a ğ ı r g e ç i p

g i t m e d e . . . Günlerden bir gün, ansızın köşkün kapısın­ da bir kadın belirdi. Bu sırada A t a t ü r k , köşkün m e r ­ divenlerinden i n m e k t e y d i . atıp,

Atatürk'ün

Fakat

K a d ı n birden kendini y e r e

ayaklarına

kapandı,

A t a t ü r k buna hemen engel

öpmek

oldu,

istedi.

«Estağfurul­

l a h » diye g e r i g e r i çekildi. Önce mahcup olmuş gibi bir t a v ı r takınmıştı. F a ­ k a t az sonra k ı z d ı ğ ı n ı anladım. Sert bir şekilde: —

Ne

istiyorsun?



Üç

çocuğum

Diye var,

sordu.

mektebe

vermek

istiyo­

rum... —

P e k i , siz ne iş yaparsınız?

Kadın —

ezile

büzüle,

adeta utanırcasına:

Ö ğ r e t m e n i m . . . Diyebildi.

Atatürk'ün

canı

t ı . B i r öğretmen,

adamakıllı

sıkılmağa

başlamış-

« Y e n i nesli sizler yetiştireceksiniz,

GİZLİ

DEFTERİ

71

yeni nesil s i z i n eseriniz o l a c a k » d e d i ğ i bir ö ğ r e t m e n gelsin,

onun

ayaklarına kapansın...

Olur

şey

değil!

— Siz böyle yaparsanız, sizin yetiştirdiğiniz tale­ beler ne y a p a r ? B ö y l e bir h a r e k e t fani insanlara y a ­ pılır m ı ?

H a y d i istediğin neyse

çabuk söyle. Y a l n ı z

şunu i y i bil ki, k i m olursa olsun, elini a y a ğ ı n ı ö p m e k hiç te doğru değildir. Kadın

öğretmenin

okula v e r m e k ,

isteği,

iki

çocuğunu

okutmaktı. A t a t ü r k e m i r

yatılı

verdi. Ç o ­

cukları hemen y a t ı l ı okula yolladılar. Kadıncağız

o

an

ne

yapacağını,

nasıl

teşekkür

edeceğini bilemiyordu. A y r ı l ı r k e n g ö z l e r i yaşlarla d o ­ lu « A l l a h uzun ömürler v e r s i n » diyebildi. Yalova'da

o

gün

ayaklarına

olayı A t a t ü r k ' ü n çok canını

kapanan

sıkmış ve

öğretmen

neşesini

kay­

bettirmiştir. O, her z a m a n kadına toplum içinde g e ­ reken

önemin

Türk

kadını

amacıydı.

verilmesini arasındaki

Türk

kurtarılmalıydı. vunmuştur.

kadını

istemiştir.

Batı

kadını

ile

farkı

kaldırmak

en

bütün

aşağılık

duygulardan

Ömrünün

büyük

sonuna k a d a r da bunu

sa­

ATATÜRK'ÜN

72

UŞAĞININ

CUMHURBAŞKANI SALONUNDAKİ ATLAR

ÇOK kuvvetli bir iradeye sahip olan A t a ­ türk'ün duygu yanı da çok zengindi. Son d e r e c e merhametliydi. Z a y ı f l a r a acır v e y a r d ı m a k o ­ şardı.

Hayvanları

çok

severdi.

Kurban

kestirmezdi.

At ve köpek en sevdiği hayvanlar arasındaydı Ç i f t l i k hayvanlarından

ruam

hastalığına

yakalanan

bir

tayı

öldüreceklerini duyduğu z a m a n çocuk g i b i a ğ l a m ı ş ve ellerine lâstik eldiven g i y e r e k birkaç k e z okşamadan öldürmelerine Bir gece

izin v e r m e m i ş t i . sofrada otururlarken A t a t ü r k ,

yaverler­

den birini çağırdı ve şu e m r i v e r d i : —

İki

gün

önce

bizim

atların biri doğurmuştu.

A l ı p onları buraya g e t i r i n i z . . . H a y v a n l a r ı n getirilmesinin istendiği

yer

Çanka­

y a , e m r i v e r e n d e bir Cumhurbaşkanı idi. Yaverler rin le

ve

misafirler

duraksadılar.

Sofradakile-

şaşkınlığı henüz g e ç m e d e n yine A t a t ü r k ' ü n sesiyirkildik: —

Sevelim, g ö r e l i m , o k ş ı y a l ı m . . .

Köşke, miydi?

hem de

şeref salonuna hiç

hayvan

girer

F a k a t e m i r e m i r d i işte... Y e n i d o ğ a n t a y v e

annesi Y ı l d ı z , hemen K ö ş k e getirildi. A m a h a y v a n l a r

GİZLİ bir

DEFTERİ

türlü

ayakları

73

salonda

yürüyemiyorlar,

cilâlı

yerlerde

kayıyordu.

H e m e n y e r i m d e n fırladım. A k l ı m a bir çare g e l mişti. Y e r l e r e serili seccadeleri topladım. T a y v e an­ nesinin g e ç e c e ğ i y e r e serdim. H a y v a n l a r rahatça sa­ lona girdiler. F a k a t şunu da s ö y l i y e y i m ki, h a y v a n l a r salona çok Atatürk

yakışıyorlardı. bir

süre

salona

alınan

hayvanların

ya­

nında kaldı. E l i y l e ikisine de şeker yedirdi, ayrı a y r ı sevdi, okşadı. Bundan sonra h a y v a n l a r salonu tiler. van

H e r k e s memnundu. sokmak

gelir.

Cumhurbaşkanı olmuştur.

Belki

salonuna

Kimin de

bir

girişi,

terket-

aklına salona hay­ atla

yavrusunun

yeryüzünde

ilk

kez

74 ATATÜRK'ÜN UŞAĞININ

KÖPEĞİ

FOKS'UN

ÖLDÜRÜLÜŞÜ

A T A T Ü R K ' ü n e n sevdiği hayvanın a t o l duğunu b i l i y o r u m .

Fakat k ö p e ğ i de

çok

severdi. Bu v e f a k â r i k i h a y v a n a a y r ı a y r ı s e v g i bes­ ler,

onlara çok acırdı. Birinci D ü n y a

sevdiği

iri

bir

Savaşı

köpeği

sırasında

varmış.

Alp

adında ç o k

Atatürk'ün

kapısında

nöbet bekler, hiç k i m s e y i içeriye b ı r a k m a z m ı ş . K u r ­ tuluş

Savaşı sırasında

Yunanlılardan a l ı n m ı ş b e y a z -

sarı karışık bir av k ö p e ğ i vardı. A l b e r

adındaki

köpeği

boylu

çok

severdi.

Ölümüne

de

uzun

bu

üzül­

müştü. Atatürk'ün köpeği liraya

bunlardan

daha v a r d ı . satın

almıştı.

başka

Foks

Yalova'da Hasan O

zaman

da

adında Efendiden

50 l i r a

bir 50

oldukça

önemli bir paraydı. F o k s uzun süre k ö ş k t e kaldı. B i r Cumhurbaşkanı

köpeği

olarak

hayatta

kendi

cinsle-

rinin hiç birine k ı s m e t o l m a y a n rahat ve mutlu bir yaşantı

sürdü.

A t a t ü r k , Foks'un yaşantısıyla y a k ı n d a n ilgilenir­ di.

Bir

gün

Ankara'da,

Köşkün

bahçesinde

dolaşır­

ken, köpeğinin hareketlerini dikkatle izliyordu. F o k s ' ­ un tembelliği mi üzerindeydi, n e y d i ? B i r k ö ş e y e çe­ kilmiş, boş g ö z l e r l e sahibine bakıyordu. A t a t ü r k h a y ­ v a n a uzun uzun b a k t ı k t a n sonra, bana döndü:

GİZLİ

DEFTERİ

75



Bu h a y v a n aç... Dedi.



Y e m e ğ i n i az önce yedi. D i y e karşılık v e r d i m .



Yese

böyle



Bir

tencere

bir pilâv ki,

olur m u ? pilâvı

elimle

verdim.

Hem

öyle

fukaranın evinde dört kişi doyar.

H i ç sesini çıkarmadı önce... Ç ı k a r m a d ı ama, ak­ lına F o k s g e l m i ş olacak ki, y e m e k t e n sonra sözü y i ­ ne

ona g e t i r d i : —

Bu k ö p e k çiftleşti m i ?

D i y e sordu.

Anlaşılan F o k s ' u n keyifsiz halini, bu k e z de cin­ sel

durumuna

yoruyordu.



K o n y a ' d a iki ay önce çiftleşmişti... D e d i m :



O orada kaldı. B e n burada bir şey oldu mu,

diye

soruyorum. —

Henüz olmadı Paşam...

O zaman A t a t ü r k şöyle konuştu: —

Hayvanlar

muayyen

zamanlarda

çiftleşirler.

Onların hiç değilse bir z a m a n ı var. Onlar kadar ola­ mıyoruz... Atatürk'ün

bu

sözlerine

için

için

ne k a d a r gül-

müşümdür. B i r kaç çın

bir

yıl

A t a t ü r k ü n yanında kalan F o k s ,

köpekti.

başka bir gün

Misafirlerden

de

Atatürk'ün

hır­

bir

çoğunu

ısırdıktan

elini

ısırmış.

Hem

de

oldukça derin bir yara açmış. O gün elini sarılı g ö ­ rünce hepimiz ği

meraklanmıştık.

K ö ş k t e n uzaklaştırdılar,

kınlarından hayır

bir

kaç

gelmez»

diye

kişi

Foks

o günlerde

«Sahibini

öldürülmesi

ettiler. İ z i n v e r d i mi,

Bunun üzerine k ö p e ­

çiftliğe

ısıran

için

vermedi mi

öldürüldü.

götürdüler.

Ya­

köpekten

Atatürk'e

ısrar

bilmiyorum

ama,

Baytarlar Atatürk'e

ya­

ranmak için özenle köpeğin derisini yüzmüşler. İ ç i n i samanla doldurup,

g ö z yerlerine

cam g ö z

takmışlar.

76 Bir

ATATÜRK'ÜN camekân

Atatürk'ün

içine

haberi

oturtmuşlar.

Tabii

UŞAĞININ bunlardan

yok.

B i r gün g e z i n t i sırasında çiftliğe de u ğ r a d ı ğ ı za­ man, camekânda Foks'u görünce duraklar. İçi a c ı y l a burkulur. —

Üzgün

bir

halde:

S e v d i ğ i m bir mahlûku böyle g ö r m e k i s t e m e m ,

kaldırın onu. D e r . A t a t ü r k ' ü n , elini ısıran köpekten « s e v d i ğ i m » d i y e bahsetmesi, oradakileri okuyan —

şaşırtır.

Ata

şunları

söyler:

Her

ısırana

kızılmaz.

Bunu

yüzlerinden

F o k s fenalık

yapmak

için ısırmamıştır. E r t e s i gün Foks'un doldurulmuş derisi c a m e k â n dan kaldırılmış ve bahçenin bir köşesine gömülmüştü. A t t a n ve köpekten başka A t a t ü r k kuşları da çok severdi. Kuşçu N u r i U s t a n ı n b a k t ı ğ ı bir çok g ü v e r ­ cinleri ve güvercinliği v a r d ı . Onların uçuşlarını hazla g ö z l e r d i . B i r gezisinde kendisine a r m a ğ a n edilen büdırcınları

yememiş,

bahçede

kafeste saklanmasını is­

temişti. F a k a t n e y a z ı k k i , A t a t ü r k ' ü n y e m e ğ e k ı y a m a d ı ğ ı kuşlar, bir k a ç gün sonra bir k e d i tarafından y e n m i ş . K a f e s t e sadece

t ü y l e r i bulundu.

GİZLİ DEFTERİ

77

ÇUBUKABAD ÇAMLIĞINDA

BİR

gece

sofrada otururken A t a t ü r k yine

birden bire bir g e z i istedi. Bu da önceden kararlaştırılmamış,

hazırlıksız, sürprizli gezilerden bi­

riydi. D a h a sofra faslı bitmeden misafirlere dönerek: — herkes —

H a z ı r m ı s ı n ı z ? Seyahate çıkıyoruz... D e y i n c e şaşırdı.

Sonra:

H a z ı r ı z . . . D i y e cevap v e r d i l e r .

Otomobillere hazırlanma e m r i verildi. A n k a r a y a ­ kınlarında Çubukabad denilen çamlık, güzel bir y a y l a vardır.

T a b i î manzarası

çok g ü z e l olan bu y a y l a n ı n

yolu oldukça tehlikelidir. D a r a c ı k yolun altı, g ö z ka­ rartan uçurumlarla kaplıdır. Ö y l e bir y o l ki, otomobil g e ç e r ama, en küçük bir d i k k a t s i z l i k t e hemen uçuru­ ma

uçabilir. İçişleri

Bakanı

tarafından

lip yollar temizletildi. rumlu

araziye

ladık.

Şoförler bütün

gelince

hemen haber gönderi­

A r a b a l a r y o l a koyuldu. U ç u sarsıla

sarsıla i l e r l e m e ğ e

dikkatlerini,

önlerinde

baş­

uzanan

daracık bozuk şeride vermişlerdi. T i t r e k farların

ye­

tişemediği simsiyah, ölüm saçan bir uçurum bir yanı­ mızda; öbür y a n ı m ı z d a sivri, g r a n i t tepeciklerle y ü k ­ selen bir d a ğ parçası. B e n v a z i y e t i görünce yokuşun başında otomobil­ den indim. D a r a c ı k yoldan uçurumu s e y r e t m e ğ e baş-

78

ATATÜRK'ÜN

ladım.

Bulunduğum

arabada

oturan

UŞAĞININ

Nuri

Conker

ile

H a c ı M e h m e t Beye, yolun buradan ilerisinin daha teh­ likeli

olduğunu

söyledim.

Çünkü gündüz bir k a ç k e z

bu tehlikeli yolu g e ç m i ş t i m . N u r i C o n k e r : —

Y a n i ne y a p a l ı m Çelebi, ö l ü m d e n mi korku­

yorsun? — sonra

Dedi. Herkes

yayladan

başının

çaresine baksın. B e n iniyorum,

dönüşte

beni

alırsınız.

Diye

karşılık

verdim. F a k a t milletvekilleri otomobilden inmediler. B e n i m aşağı indiğimi g ö r e n K ı l ı ç A l i v e İ s m a i l H a k k ı T e k ­ çe, k ı z a r a k şöyle dediler: — N i ç i n indin otomobilden, niye k o r k t u n ? B i z i m canımız yok mu? —

A t a t ü r k ' ü n canı y o k m u ?

Sizin de canınız v a r ama, hepinizin kafasında

birer şişe

D i m i t r o k o p o l o v a r . Bende

ise hiç bir şey

y o k . Onun için ben inmede, siz inmemede haklıyız. Sabaha karşı saat dörde doğru Çubukabad'a v a r ­ dık. B i r kaç çadır kurulmuştu. H e p i m i z rerek

yorgunluktan

ve

uykusuzluktan

çadırlara g i ­ battaniyelerin

üstüne k ı v r ı l ı v e r d i k . E r t e s i gün A t a t ü r k uyandıktan sonra h a r e k e t em­ rini verdi. Gece g e ç t i ğ i m i z yoldan dönerken A t a t ü r k ' ­ ün

şaşkınlığını —

bir

görmeliydiniz:

Yahu dün g e c e biz buradan mı g e ç t i k ? D i y o r ,

şaşkınlığı iyiden i y i y e artıyordu. Önce bana kızanlar, g e c e g e ç t i k l e r i sırat köprüsü­ nü andıran yolu g ö z l e r i y l e görünce h a k verdiler.

GİZLİ

DEFTERİ

79

B E K İ R Ç A V U Ş ' U N HİZMETİ

BEKİR bir

Çavuş A t a t ü r k ' e ç o k hizmet e t m i ş askerdi.

Cumhuriyet

devrinde de

u-

zun süre A t a t ü r k ' ü n yanında kaldı. Ç o k sevdiği h i z ­ metkârlarından biriydi. Birinci D ü n y a Savaşında, Ç a ­ nakkale'de

yanında

bulunmuş,

Mütareke

yılları

sinde o da her asker g i b i terhis olmuş, baba Ç a n k ı r ı ' y a dönmüş.

A r a d a n uzun

içer­ ocağı

bir zaman g e ç t i ğ i

halde B e k i r Çavuş annesinin yanından ayrılmaz.

Bir

gün G a z i M u s t a f a K e m a l P a ş a ' n ı n A n k a r a ' y a g e ç t i ğ i ­ ni duyan annesi hemen oğluna: — H a y d i çocuğum, eşyalarını topla. Senin kuman­ danın

A n k a r a ' y a g i t t i . Orada asker

kuracakmış.

topluyormuş,

ordu

Senin de orda o l m a n l â z ı m . D e r h a l ha­

zırlan ki, y a r ı n sabah yola çıkasın... Bekir

Çavuş

bu

işe

pek

istekli

değildir.

Barut

kokusu, ateş ve şarapnel y a ğ m u r u , yoksunluk onu y ı l dırmıştır. — A n n e , daha kaç gün oldu askerden g e l e l i . . . D e ­ yince

annesi:

— E ğ e r g i t m e k istemezsen sütümü sana helâl e t ­ m e m . D e r h a l gideceksin, anladın m ı ? D e r . Annesinin bu sözünü e m i r sayan B e k i r Ç a v u ş : —

D e r h a l anneciğim... D i y e r e k ertesi sabah A n ­

kara'nın

yolunu

tutar.

O z a m a n tren falan y o k . . . D a ğ t e p e demez, Çan-

80

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

k ı r ı - A n k a r a arasını y a y a olarak alır. A t a t ü r k ' ü n otur. duğu Çankaya'daki o z a m a n k i adıyla P a p a z ı n köşkü­ ne g e l i r . Atatürk,

eski askerini g ö r ü n c e :

— B e k i r Çavuş, nasıl oldu da sen buraya g e l d i n ? D i y e sorar. —

P a ş a m , sizin A n k a r a ' y a geldiğinizi

duyunca

h e m e n heybemi o m u z l a y ı p koştum. F a k a t A t a t ü r k , B e k i r Çavuşu çok y a k ı n d a n tanı­ maktadır: —

Sen kendiliğinden gelmemişsindir. Seni annen

göndermiştir. Y o k s a sana kalsa zor g e l i r d i n . . . A t a t ü r k , B e k i r Çavuşun bu sözlerden gücendiğini anlayınca şöyle —

konuşmuş:

Çok iyi etmişsin de gelmişsin... A f e r i n sana...

A t a t ü r k bundan sonra B e k i r Çavuşun gözlerinden öper. Geldiğinden d o l a y ı h e m teşekkür eder, hem de Birinci

Dünya

yanında

Savaşı'nda

kalmasını

olduğu

gibi

Çavuş

olarak

ister.

— F a k a t bu sefer m a ğ l u b i y e t y o k ha... Ona g ö r e , Der.

Ertesi

karargâh

gün

kurarlar.

Yunanlılar

Eskişehir'e Bir

hareket

z a m a n burada

Eskişehir'e

ederler.

Orada

kalırlar.

yaklaşmaktadırlar.

Bu

sı­

rada ters bir rastlantı, S a k a r y a ' d a cepheyi t e f t i ş eder­ ken, yanındakilerden birisi A t a t ü r k ' ü n sigarasını yak­ m a k için kibrit çakar. Bundan hayvan ü r k e r v e A t a ­ türk attan düşerek k a b u r g a k e m i k l e r i davisi yapıldıktan sonra r ö n t g e n i ra'ya

döner.

Kırılan

kaburga

kırılır.

İlk

te­

alınsın d i y e A n k a ­

kemiklerinden

birinin

ucu, ciğerini zedelediği için A t a t ü r k çok acı duymak­ ta, nefes bile a l m a k t a güçlük çekmektedir. K ı r ı k ke­ mik

plasterle

tutturulduktan

sonra

biraz

rahata

ka­

vuşan A t a t ü r k , d o k t o r l a r ı n dinlenme öğüdünde bulun­ masını hiçe sayarak hemen otomobiline a t l a r ve cep-

GİZLİ

DEFTERİ

81

heye koşup S a k a r y a savaşını yönetir. Orduya sonun­ cu taarruz emrini

verdiği

gün

Atatürk'ün

kırık

ka­

burgaları da i y i olmuştur. Atatürk'ün köşkte

hizmetinde

görevli

bulunan

bulunduğum

Bekir

Çavuş

ilk

bu

günlerde

olayı

hem

anlatır, hem g ö z l e r i yaşarırdı. B e n de bu h i k â y e l e r i ona t e k r a r l a t t ı r m a k t a n haz duyar. « H a y d i a n l a t ! » di­ ye ısrar ederdim. Çavuş ta dayanamaz,

başlardı

an­

l a t m a ğ a . . . A t a t ü r k ' l e İlgili b i l m e d i ğ i m birçok şeyleri B e k i r Çavuştan öğrenmişimdir. —

Atatürk

hasta

olduğu

zaman

nasıl

bakardın

Çavuş? — H i ç unutmam Çelebi... A t a t ü r k attan düştükten sonra

çok

hastalanmıştı.

Yatakta

yatıyordu.

Oysa

her sabah b a n y o yapmadan duramazdı. F a k a t bu ban­ yoyu bildiklerimizden sanma. O z a m a n duş falan ne arar?

Bir

kova

soğuk

suyu

başından

aşağı

döker­

dim. İ ş t e b a n y o d e d i ğ i m budur. A m a attan düşüp kaburgaları çatladığı için a r t ı k su dökünemiyordu. Sabunlu su ve süngerle vücudunu o v a r d ı m . Günlerce A t a t ü r k ' ü bu şekilde banyo y a p ­ tırdım. B i r d e keçinin

boynundan ç ı k a r d ı ğ ı m bir

çıngı­

rağın ucuna ip b a ğ l ı y a r a k sofaya uzatmıştım. Ç ı n g ı ­ r a ğ ı n altında oturur, nöbet beklerdim. Hasta, olduğu halde bir şezlonga uzanır, önünde bir S a k a r y a hari­ tası,

hep

onunla uğraşır dururdu.

Bir

şey istiyeceği

zaman da ipi çeker, beni çağırırdı. Derken

Yunan

kuvvetleri

a ğ ı r b a s m a ğ a başladı­

lar. B i z de Eskişehir'i b ı r a k m a k zorunda kaldık. A t a ­ türk'ün önceleri düşüncesi,

A n k a r a ' y ı da

bırakıp

da­

h a içerlere g i t m e k v e düşmanı t a m y o k e t m e k t i . F a ­ k a t sonra bu düşüncesini değiştirdi. « A n k a r a ' y ı t e r k e dersem T ü r k milletinin m a n e v i y a t ı bozulmaz

mı?»

82 diye dar

ATATÜRK'ÜN düşünüyordu.

Bu

yüzden A n k a r a ' y ı

UŞAĞININ sonuna ka­

boşaltmadık. B e k i r Çavuş bir k e z coştu mu, a ğ z ı n ı k a p ı y a m a z -

sın. B i r sor, on cevap al ondan. —

Atatürk

Cumhurbaşkanı

olduktan

sonra

bir

d e ğ i ş i k l i k oldu mu O'nda? D i y e sordum. —

T a b i i ! . Dedi. Eskiden kavhaltı z e y t i n peynirdi.

Şimdi ise ince kahvaltı istiyor. ( K a v u n , g ü l reçeli ve beyaz peynir)

Eski halini galiba unuttu.

A t a t ü r k , çok z a m a n g e c e sofradan misafirler ayr ı l d ı k t a n sonra B e k i r Çavuş'u ç a ğ ı r ı r ve şu k a h v a l t ı y ı isterdi: —

P e y n i r l i sulu omlet,

bir dilim k a v u n ve gül

reçeli... B e k i r Çavuş, A t a t ü r k ' ü n istediği en i y i

omleti

y a p m a k l a ün salmıştı. Z a t e n kendisi L â t i f e H a n ı m ta­ rafından

gayet

iyi

yetiştirilmişti.

Bütün elbiselerini,

g ö m l e k l e r i n i o hazırlar, papyonlarını -kaba

olduğu

halde- çok iyi bağlardı. B e k i r Çavuş'un ayrılışı da hayli i l g i n ç olmuştur: Çavuş bir gün T e p e b a ş ı Gazinosu'nda içkisini iç­ mektedir. tuşmuşlar.

İlerdeki

masada

Kavgacılardan

iki biri

arkadaş

kavgaya

Galatasaraylı

tu­

boksör­

lerden. Çavuş bunları a y ı r m a k istiyor. D i n l e t e m e y i n c e d e fors ( ! ) k o y u y o r : —

Sen benim k i m olduğumu b i l i y o r musun? Ba­

na B e k i r ! . . derler. D e y i n c e boksör bunu A v r u p a ' d a n g e l e n futbolcu B e k i r sanarak hemen elini s ı k ı y o r ve y a n a k l a r ı n ı öpüyor.

GİZLİ

DEFTERİ

83

Bu o l a y ı o d e v r i n İçişleri B a k a n ı Şükrü K a y a ile B a ş y a v e r Rüsuhi bulunuyorlar.

Bey,

Bundan

Atatürk'e sonra

Bekir

bildirip

şikâyette

Çavuş polislikten

komser olarak e m e k l i y e ayırtılıp, yanına da bir mik­ t a r para v e r i l e r e k köyüne g ö n d e r i l i y o r . Çavuş sonra­ dan k e m i k v e r e m i n e yakalanmış. Onbeş y ı l kadar önce Çankırı'nın D i k e n l i köyünde öldüğünü öğrendik.

84

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

ŞAİR V E E D İ P L E R ARASINDA

ATATÜRK,

sanatı sever,

çağının rirdi.

H e r zaman

sanatçıyı

sayar,

şair ve ediplerine çok d e ğ e r

onları

sofrasına

oturtur,

ve­

düşüncele­

rini ö ğ r e n m e k ister, kendi düşüncelerini o r t a y a k o y a r ­ dı. Onların kollarına g i r d i ğ i n i , arkadaşça konuştuğunu, yakınlarından hiç

ayırt

etmediğini

çok k e r e

görmü-

şümdür. A t a t ü r k devrimlerini vunan

Yakup

Kadri

yazıları

ve

Karaosmanoğlu,

yapıtlarıyla Ruşen

sa­

Eşref

Ü n a y d ı n , F a l i h R ı f k ı A t a y gibi ünlüler, Ç a n k a y a d a k i eski köşkün hemen her akşam davetlileri arasındaydılar.

Öbür

misafirler ise her akşam değişirdi.

Edebi

sohbetler sabaha dek sürerdi. B a z ı edipler de A t a ' y ı , yurdun aydın t a k ı m ı y l a tanıştırmak için can atarlar­ dı. Bu yüzden sofrasında, tanınmış ya da tanınmamış bir çok yeni yüzü her z a m a n görebilirdik. 1934 y ı l ı n n bir sonbahar akşamıydı. Ç a n k a y a ' d a k i y e m e k salonundaki her z a m a n k i sofrayı hazırlıyordum. Bu y i r m i kişilik k a d a r bir sofraydı. M i s a f i r l e r arasın­ da çok genç birisi d i k k a t i m i çekti. Sordum.

«Behçet

K e m a l Ç a ğ l a r » dediler. O Suphi

gece

zamanın B ü k r e ş Büyükelçisi

Tanrıöver

ile

şair

Yahya

Kemal

Hamdullah Beyatlı

da

d a v e t l i l e r arasındaydı. Bütün konukları t a n ı d ı ğ ı m hal-

GİZLİ

DEFTERİ

85

d e Y a h y a K e m a l ile Behçet K e m a l ' i tanımıyordum. Y a l ­ nız adlarını işitmiştim. B i r de Y a h y a K e m a l ' i n bir iki şiiri ezberimdeydi. Ona karşı uzaktan bir h a y r a n l ı ğ ı m vardı. Bu iki şair de bizim sofraya ilk kez g e l i y o r l a r ­ dı. Zaten Y a h y a K e m a l , H a m d u l l a h Suphi ile R o m a n ­ ya'dan yeni O Kemal

gelmiş

akşam

bulunuyordu.

sofra şair ve ediplerle doluydu. Y a h y a

Beyatlı,

Hamdullah

Suphi

Tanrıöver,

Behçet

K e m a l Ç a ğ l a r ' d a n başka Y a k u p K a d r i K a r a o s m a n o ğ l u , Ruşen E ş r e f Ünaydın, F a z ı l A h m e t A y k a ç gibi edebi­ y a t dünyasının kalburüstü kişileri de g e l m i ş bulunu­ yorlardı.

Öbür

konuklar,

her

zaman

bulunan

Tevfik

Rüştü A r a s , Şükrü K a y a gibi devlet adamlarıydı. Yemek

başladı.

Atatürk'ün

keyifli

gecelerinden

biriydi. İ l k soruyu Behçet K e m a l ' e sordu: —

Yahya

Kemal'i

tanıyor musunuz?

Genç şair henüz bir lise öğrencisiydi. T ü r k o c a ğ ı n d a (Ankara Halkevi)

oynanan

Faruk Nafiz

Çamlıbel'in

« Ç o b a n » piyesinde rol aldığı için oradan görüp tanı­ mış ve g e t i r t m i ş t i . A t a t ü r k ' ü n sorusu onu biraz h e ­ yecanlandırmıştı : — P a ş a m , eserlerini okudum... Şimdi ilk defa g ö ­ rüyorum. A t a t ü r k o z a m a n Y a h y a K e m a l ' i , Behçet K e m a l ' l a tanıştırdı: — Yahya Kemal,

memleketimizin

tanınmış

şair­

lerindendir. Senin de bunun gibi yükselmeni istiyorum. Sizin gibi gençlerin yükselmesine Y a h y a K e m a l

yar­

dım etsin. D e d i k t e n sonra Y a h y a K e m a l ' e d ö n e r e k : — Nasıl

Beyefendi, y a r d ı m ı n ı z ı

rica e d e r i m . . . —

Emredersiniz

Paşam...

esirgememenizi

86

ATATÜRK'ÜN

Bunun üzerine A t a t ü r k B e h ç e t dönerek: —

Şu

sofraya

bak

ve

bir

şiir

UŞAĞININ

K e m a l Çağlar'a

yaz.

Dedi.

B e h ç e t K e m a l derhal cebinden portföyünü ve ka­ lemini

çıkardı.

Hiç

düşünmeden

bu

ısmarlama

şiiri

bir kaç dakika içinde bitirdi ve okudu. Atatürk

şiiri

can

kulağıyla

dinledi.

Çok

hoşuna

g i t m i ş t i . O kadar sevindi ki, yerinden doğruldu. B e h ç e t K e m a l ' i alnından öptü. B i r lise öğrencisi için bu ne erişilmez

bir

onurdu...

Atatürk

onu

sofrasına

çağır­

sın, ilk soruyu ona sorsun, sofrası için şiir yazdırsın, beğensin ve kalkıp alnından öpsün... B e h ç e t K e m a l , bu öpüşü de bir anda şiirleştiriverdi. H a t ı r ı m d a kaldığına g ö r e bu mısra ş ö y l e y d i : « A l n ı m d a n öpen A t a m . Bu ö p m e y i cehennemler si­ lemez.» A t a t ü r k bundan sonra —

çevresine

dönerek:

Bu genci İ n g i l t e r e ' y e gönderelim. O r a d a İ n g i ­

liz edipleriyle tanışsın ve i y i bir şair o l a r a k m e m l e ­ k e t e dönsün... Bundan sonra H a m d u l l a h Suphi T a n r ı ö v e r ' i n , İs­ tanbul'un işgali yıllarına ilişkin bir konuşması başladı. A k l ı m d a kaldığına g ö r e şöyleydi : İstanbul'un, işgal edildiği gün... H a m d u l l a h Suphi, K a n l ı c a ' d a k i evinden Şirket-i H a y r i y e ' n i n B o ğ a z i ç i v a ­ purlarından

birine

biniyor.

Köprüye

varınca

bir

de

ne görsün? İngilizler, Fransızlar, A m e r i k a l ı l a r . . . B ü ­ tün işgal devletlerinin askerleri... Köprüüstünden Sul­ tanahmet'e doğru i l e r l i y o r . K a n l ı ç ı n a r ' a arkasını d a y ı y a r a k çınarın y a r d ı m etmesini bekliyor. O r a d a n A y a sofya'ya g i d i y o r . F a k a t Bizans'a

ait

bu yapıt,

onun

GİZLİ DEFTERİ

87

sesini duyar mı sanıyorsunuz? D a h a i l e r i y e doğru, Sinan'ın S ü l e y m a n i y e Camiine doğru yürüyor. Kubbesi­ ne sesleniyor: « B i z i halâs'a g ö t ü r e c e k y o l ve adamın n e r e d e » olduğunu soruyor. Kubbeden gelen ses: « K o r k ­ ma, sizi şarktan bir T ü r k y i ğ i t i

kurtaracak» diyor.

H a m d u l l a h Suphi de kalp r a h a t l ı ğ ı içinde evine dö­ nüyor. Bu konuşma A t a t ü r k ' ü çok hoşnut etmişti. M e c ­ lis, o g e c e sabaha karşı saat beşe k a d a r sürdü. D a ­ ğılırken bile herkes, konuşmanın etkisi altında kalmış, g ö z y a ş ı döküyordu. Bana gelince, h e m ağlıyor, hem r a k ı sunuyordum...

88

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

NİŞANCILIĞI

ATATÜRK

eski v e tecrübeli bir askerdi O ' -

nun iyi bir nişancı

olduğunu

duymuştum.

H a t t a bir g ü n Dolmabahçe Sarayı'nın bahçesinde y a ­ kınlarına nişan a l m a hakkında bilgi v e r d i ğ i n i hatırla­ rım. B i r g e c e sofradan y e n i kalkılmıştı. S ö z nişan, atış üzerineydi. D a v e t l i l e r d e n Şükrü K a y a , bir a r a başıyla t a v a n a doğru işaret e d e r e k : —

E l e k t r i k ampullerine nişan a l m a k zordur. H e ­

defe isabet o l m a z . . . Şeklinde bir şey söyledi. A t a t ü r k , hemen k a p ı d a k i nöbetçiyi ç a ğ ı r t t ı : —

Şu gördüğün ampulü vurabilir m i s i n ? D e d i .

A s k e r hiç düşünmeden: — Emret Paşam... D i y e r e k hemen silâhını çekti ve duvarda asılı bu­ lunan

aplikteki üç ampulü

t e k e r t e k e r t a m isabetle

vurdu. A t a t ü r k , konuklara dö nerek: — Gördünüz ya T ü r k askeri b ö y l e vurur... Dedikten sonra tabancasını çekerek tavandaki a v i ­ zenin ampullerini başladı t e k e r teker t a m isabet vur­ mağa. Eski köşk ahşap olduğundan tavan d e l i k deşik o l ­ du. Bu kadarla kalsa y i n e iyi. Y u k a r d a k i y a t a k oda­ sının gardrobunda ne k a d a r g ö m l e k , don, fanila varsa delik

deşik

olmuş.

k i m s e yoktu.

Bereket

yatak

odasında

o

anda

GİZLİ

DEFTERİ

89

YALNIZLIĞI BİR sonbahar gecesi... Ç a n k a y a Köşkü'nde a k ş a m sofrasındalar. H a v a biraz sıcak o l ­ duğundan A t a t ü r k sofrayı dışarı k u r m a m ı e m r e t t i . On­ l a r sofradayken, ikinci bir s o f r a y ı da bahçeye hazır­ ladım. —

Sofra h a z ı r P a ş a m . . .

D e y i n c e ö n c e A t a t ü r k a y a ğ a kalktı. Sonra birer birer bütün misafirler kalktılar. G r a m o f o n d a Z e y b e k havası çalıyordu. Meclisin en keyifli z a m a n ı y d ı . Bu bu­ lunmaz ahengi b o z m a m a k için g r a m o f o n u kucakladı­ ğ ı m g i b i onların önüne düştüm. Misafirler, kucağımda taşıdığım g r a m o f o n u n ahengine kendilerini k a p t ı r m ı ş ­ lar, o y n ı y a r a k ilerliyorlardı. B ö y l e c e bahçedeki sofraya v a r d ı k . H e r k e s y e r l e rini aldılar. Y e d i l e r , içtiler, ç a l g ı çalıp eğlendiler. Gül­ düler, oynadılar... A t a t ü r k ' ü n sofrada uzun süre içtikten sonra hora tepip dans e t t i ğ i , Z e y b e k o y n a d ı ğ ı görülürdü. En sevdi­ ği müzik p a r ç a l a r ı arasında R u m e l i türkülerinden son­ ra Z e y b e k h a v a l a r ı gelirdi. arkadaşları

ve

davetliler

de,

O'nu

neşelendirmek için

kendisinin

pek

sevdiği

Zeybek oyunlarını oynarlardı. Güzel bir ay ışığı vardı. Sabaha karşı herkese bir mahzunluk çöktü. Sesler, ç a l g ı l a r y a v a ş y a v a ş kesildi. H a v a adamakıllı serinlemişti. H e r k e s başladı üşüme­ ğe... M i s a f i r l e r ellerini öperek ayrıldılar. A f e t H a n ı m : — P a ş a m , s o ğ u k başladı, g i d e l i m . . . D e d i .

90

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

F a k a t A t a t ü r k , bu insanı iliklerine d e k ürperten serin havadan a y r ı l m a k istemiyordu.

Bunun üzerine

kızkardeşi ile Sabiha Gökçen, A f e t İnan, R u k i y e , N e bile, Z e h r a H a n ı m l a r hep beraber izin isteyerek a y r ı l ­ dılar. Bütün gecelerini uykusuz g e ç i r e n A t a t ü r k sıh­ hatine p e k düşkün değildi. Yerinden bile kıpırdamadı. O r a d a benden başka kimse kalmadı. B i r de v e r l e r d e n Celâl B e y v a r d ı . A t a t ü r k üzülüyordum.

Fakat

vazifem

ya­

üşüyecekti. Ç o k

yüzünden

orasını

bıra­

kamazdım. G r a m o f o n d a güzel valsler çalıyor,

ben hâlâ rakı

veriyordum. Bir an geldi: — R a k ı istemez...

Yeter!

A r t ı k yalnız gramofon

Dedi.

dinliyor v e düşünüyordu.

B i r a z önce burasını neşeye boğan misafirler, y i y i p iç­ mişler,

birer ikişer başlarını

alıp

çekilip g i t m i ş l e r d i .

Hepsinin evinde bir bekleyeni vardı. Çoluğu, çocuğu, eşi, anası, babası... A t a t ü r k ise sadece düşünceleriyle başbaşaydı. K o ­ ca

köşkte

yapayalnızdı.

Bu

hal

bana

çok

dokundu.

Y a l n ı z l ı ğ ı öylesine hüzün v e r i c i y d i ki... B i r g e c e kendisini odasına çıkaracak bir adamı bile o l m a d ı ğ ı n d a n acı acı yakınmış, ne k a d a r bedbaht olduğunu a n l a t m a k istemişti. Sabah olmuştu. A t a t ü r k hâlâ çenesini, yumruğuna d a y a m ı ş , olduğu y e r d e y d i . Y a v a ş y a v a ş doğrulduğunu, a ğ ı r adımlarla köşke doğru ilerlediğini g ö r d ü m . Ben de arkasından

ağır

ağır

yatak

odasına k a d a r

yürüdüm.

Sessizce odaya g i r d i . B i r anahtarın döndüğünü işittik­ ten sonra g e r i döndüm. S o f r a y ı topladıktan sonra y a t ­ m a ğ a g i t t i m . A t a t ü r k belki

yapayalnızdı ama, bütün

benliği T ü r k m i l l e t i y l e doluydu. Bütün m i l l e t i n

de

kalbinde y a t ı y o r d u . A i l e mutluluğunu, m i l l e t i n i n sev­ gisiyle

değişmişti.

GİZLİ

91

D E F T E R İ

CİĞERLERİMDEN HASTALANDIM ATATÜRK

her g e c e ç o k geç, sabaha

karşı

y a t t ı ğ ı için ben de ayni saatlerde y a t m a k z o ­ rundaydım. S a r a y d a k i öbür sofracılardan benim bu z o r m e v k i i m l e yerini hemen değişecek olanlar çoktu. F a ­ kat A t a t ü r k ' e olan sonsuz bağım, s e v g i m , saygım, bu sıkıntılı h a y a t a beni kuvvetli b a ğ l a r l a

bağlamıştı.

O'­

nun yanından a y r ı l m a m a k için izinli günlerimi bile f e ­ da e t m e k t e n çekinmez, köşkte kalır, sofrasını hazırlar, hizmetini eksik e t m e z d i m . B i r k a ç y ı l sonra bu sevginin mükâfatını (!) g ö r m e k ­ te g e c i k m e d i m . Ciğerlerimden hastaydım. D o k t o r l a r ar­ tık

çalışamıyacağımı

söylediler. Sanatoryuma y a t m a m ı

istediler. D e n i z havası a l m a m g e r e k i y o r m u ş . Bu yüzden 1936'da h a v a değişimi için E r t u ğ r u l

yatına

A t a t ü r k , hem a y l ı ğ ı m ı , hem elbiselerimi

verildim

Ankara'dan

göndertiyordu. H i ç b i r sıkıntım y o k t u . R a h a t t ı m . A n ­ kara'nın

sert

havasından

da

kurtulmuştum.

Üstelik

m e m l e k e t i m d e , aile o c a ğ ı m d a y d ı m . Y a l n ı z beni O'ndan a y r ı k a l m a m üzüyordu. H a v a değişiminden sonra y e ­ niden A n k a r a ' y a döndüm. H a s t a l ı ğ ı m geçmemişti. D o k t o r l a r g e c e çalışmamı menettiler. B a ş k a y a p a c a k çare y o k t u . K e n d i m i halsiz hissetmesem, her şeye r a ğ m e n d o k t o r l a r ı dinlemiyecek, yine çalışmağa d e v a m edecektim. Ayrılık

gelip

çatmıştı. Bu seferki büyük a y r ı l ı ğ a

benziyordu. Çaresiz boynumu büküp, ayrılmadan önce A t a t ü r k ' e v e d a e t m e k üzere yanına çıktım. G ö z l e r i m ­ deki

yaşları

zor

tutuyordum.

Boğazıma

bir

hıçkırık

92

ATATÜRK'ÜN

t a k ı l ı p kalmıştı.

Konuşamıyordum.

UŞAĞININ

A t a t ü r k halimi

görünce üzüldü. Sonra teselli e t m e k istercesine: — K o r k m a Çelebi E f e n d i . . . B i z i m Sabiha ve R u h i ­ ye de ayni şekildeydiler. D o k t o r l a r onlara da c i ğ e r l e r i ­ niz hasta dediler, hava değişimi yaptırdılar. A m a , hiç­ bir şey çıkmadı. Sende birşey y o k t u r . İstanbul'da kendi­ ni

adamakıllı

d o k t o r l a r a göster.

İcabederse

seni

is­

v i ç r e ' y e de göndeririz. — lar.

P a ş a m , doktorlar benim çalışmamı menediyor-

Benimse

işim

gece

sofraya hizmet

etmektir.

O

s o f r a y a h i z m e t edemedikten sonra neye y a r a r ki, D ü n ­ ya... D e y i n c e o hassas adam bir an durakladı. A y r ı l ı ş ı m ­ dan O'nun da üzüntülü olduğu belliydi. Ö y l e ya, o güne k a d a r on yıl geceli gündüzlü hizmetini

görmüştüm.

Dertli

beni

sına

zamanlarında,

yalnızlık

anlarında

karşı­

alıp dertleşmiş, g i t t i ğ i her y e r e beraberinde g ö ­

türmüştü. O bir Cumhurbaşkanı, ben bir h i z m e t k â r da olsak,

nihayet

omuzuma —

birbirimize

ısınmış,

alışmıştık.

Elini

vurarak:

Gene o sofraya h i z m e t edersin, b ö y l e k a l m a z . . .

— H i z m e t ederim ama, bundan sonra y a p a c a ğ ı m h i z m e t sığıntı gibi olur. —

Birkaç zaman b ö y l e olsun... Ne ç ı k a r bundan?

Söyleyecek başka b i r şey kalmamıştı.Elini öperek yanından ayrıldım, İstanbul'a geldim. T a m iki ay kalkmamacasına

y a t a k t a y a t t ı m . On yıl A t a t ü r k ' ü n h i z m e ­

tinde g e c e sabahlara d e k çalışmamın sonucu işte b ö y l e olmuştu. B i r süre sonra A t a t ü r k İstanbul'a gelmiş, ben de b i r a z iyileştiğim için t e k r a r yanına dönmüştüm. F a k a t a r t ı k sağlık durumum, geceleri çalışmama elverişli d e ­ ğ i l d i . Benim değil, A t a t ü r k ' ü n de sıhhatinin eskisi gi­ bi olmadığını üzülerek

gördüm.

GİZLİ

93

DEFTERİ

Ö Z S O Y » OPERASI N A S I L YAZILDI?

A T A T Ü R K , T ü r k - İ r a n dostluğunun g e l i ş mesine büyük önem verirdi.

Bunu, İ r a n

Şahı'nın T ü r k i y e ' y e y a p t ı ğ ı z i y a r e t sırasında daha i y i anladım.

Ş a h ı n g e l e c e ğ i kesinleştiği

sıralarda,

Türk­

lerle İranlıların soy ve kültür bakımından kardeş oldu­ ğunu, sırf bir mezhep savaşması yüzünden ayrıldıkla­ rını belirleyen bir p i y e s yazılıp, bunun opera olarak oynanmasını

istedi.

A n k a r a ' d a bütün müzisiyenler seferber edildi. İ z ­ mir'e

gitmekte

olan bestekâr A h m e t A d n a n

Saygun

trenden indirilip A n k a r a ' y a getirildi. İ ş t e « Ö z s o y » O p e ­ rası böyle m e y d a n a geldi. H e m de ne g e l i ş . . . Y i r m i günde yazılıp,

bestelenip,

oynanması

şartiyle...

9 4

A T A T Ü R K ' Ü N

U Ş A Ğ I N I N

İ R A N Ş A H I ' Y L A SOFRADA

İRAN

Şahı T ü r k i y e ' y i z i y a r e t edecek... B u

haber duyulur duyulmaz Şah şerefine he­ p i m i z e yeşil f r a k l a r yaptırdılar. düğmeli, o zamanın modası

K a d i f e yakalı, sarı

olan fraklar...

Şah A n ­

k a r a ' y a gelmeden iki a k ş a m önce A t a t ü r k , T e v f i k Rüş­ tü A r a s ' a sordu: —

Şah hazretleri içki vesaire kullanıyor mu aca­

ba? Malûmatınız var m ı ? — Zannedersem

akşamları iki

üç

kadeh

konyak

içermiş... Şah, Samsun'a

önce

Trabzon'a

geçmiş.

gelmiş,

Atatürk'ün

Y a v u z zırhlısıyla

1919'da

vatanı

kurtar­

m a k için Samsun'da a y a k bastığı iskeleye döşenen halılar üzerinde y ü r ü y e r e k trene binip A n k a r a ' y a g e l m i ş ­ ti. A t a t ü r k , Şahı istasyonda karşıladı. O sahneyi hiç fi unutamam... ucuna basarak

K a l a b a l ı ğ ı n arasından görmüştüm.

parmaklarımın

Şah trenden iner i n m e z

öpüştüler. Şahı, A n k a r a P a l a s oteline bıraktıktan son­ ra köşke döndük. A k ş a m saat beş sularında Şah haz­ retleri köşke geldi. R e s m î kabul yapıldı. M u s i k i M u a l ­ l i m M e k t e b i talebeleri daha önce köşke gelip, yerlerini almışlardı. Önce İ r a n M i l l î M a r ş ı çalındı. Bunu b i z i m İ s t i k l â l M a r ş ı izledi.

GİZLİ

DEFTERİ

95

Tören biter bitmez İbrahim'le

ben

Şah'a sunul­

m a k üzere elimizde vermut, likör, k o n y a k tepsisi oldu­ ğu halde salondan içeri girdik. İ b r a h i m tepsiyi tutu­ yordu. Tepsiden bir kadeh k o n y a k alıp,

Şah'a d o ğ r u

g ö t ü r m e ğ e hazırlanırken, misafirlerin içki içmediğini daha önce ö ğ r e n m i ş olan A t a t ü r k , bana eliyle « D u r » işareti y a p t ı . T a m y ü z g e r i e t m e ğ e " hazırlanıyordum ki, Şah bu v a z i y e t i gördü ve eliyle beni çağırdı. Y ü z ü m e bakarak elini uzattı, kadehi aldı. A r k a s ı n d a n bir k a ­ deh, bir, bir daha...

D e r k e n « Ş e r e f e » diye d i y e ka­

dehleri y u v a r l a d ı . A t a t ü r k , ömründe hiç içki i ç m e y e n Şah'ın kadeh­ leri dikişine hayretle bakıyordu. Şah, T ü r k i y e ' d e g ö r ­ düğü büyük konukseverlikten mi, y o k s a ilk içkinin r e ­ havetinden mi nedir, g a y e t memnundu. A t a t ü r k te, Şah i ç t i ğ i için memnun... Dışarda talebeler « Y u r d u m tan yerini aştı ü l k ü m ü n » marşını söylüyorlardı. Saat ona doğru y e m e k salonuna inildi.

Herkes

sofradaki y e r i n e oturdu. A t a t ü r k t a m sofranın ortasındaydı. S a ğ ı n d a Şah vardı. Serviste ilk y e m e k çorba, av eti, sebze ve şaraptı. Şah, hayatında ilk kez olarak burada şarap ta içti. Ondan sonra nutkunu y a z ı l ı o l a r a k okudu. Y e m e k çok samimî bir hava içinde

geçmişti.

Y a l n ı z sofrada hiç kadın misafir y o k t u . Daha y e m e k sona ermeden Şah'ı, rahatsız olduğunu düşünerek A n ­ k a r a P a l a s ' a uğurladık. E r t e s i sabah P r o f . A f e t İ n a n : — N a s ı l , g ü z e l oldu m u ? D i y e sordu. — Üçüncü y e m e k t e n sonra paydos oldu... D e y i n c e Afet

Hanım: — N e d e m e k bu? D i y e t e k r a r sordu. B e n de a k ş a m k i v a z i y e t i başından sonuna k a d a r

a n l a t t ı m . K a h k a h a l a r l a güldü...

ATATÜRK'ÜN

96

UŞAĞININ

İKİ A S L A N BİR POSTA SIĞMAZ

İRAN

Şahı'nın

gelişinin

ertesi günü beni

İ s t a n b u l ' a gönderdiler. G ö r e v i m S a r a y ı h a z ı r l a m a k t ı . A t a t ü r k Şah'la beraber Balıkesir, U ş a k , İ z m i r v e Çanakkale'ye g i t t i k t e n sonra İ s t a n b u l ' a geldi. M i s a f i r l e r beklene dursun, S a r a y mensuplarını bir dü­ şüncedir almıştı: A c a b a iki d e v l e t adamı d a D o l m a bahçe'de m i oturacaklar, y o k s a A t a t ü r k B e y l e r b e y i ' n e mi gidecek? İstanbul Valisi

Muhittin

Üstündağ

ile

Saraylar

Müdürü Sezai Selek başbaşa vermişler, görüşüyor, fa­ k a t bir çözüm yolu bulamıyorlardı. — Bunda düşünecek ne v a r ?

İki

aslan bir posta

s ı ğ m a z , dedim. Şah misafirdir, Dolmabahçe'de oturur, A t a t ü r k te Beylerbeyi'nde... Deyince: — A f e r i n Çelebi... D e d i l e r . B e n i m d e d i ğ i m i y a p t ı ­ lar. Şah'ın gönlünü hoş e t m e k için A t a t ü r k ' ü n y a t t ı ğ ı oda

verilmişti.

Fakat

Şah,

karyolada

yatmayı

sev­

m e d i ğ i için hizmetkârına kendi y e r y a t a ğ ı n ı g e t i r t t i . Bu yatak, hallaca attırıldı, y e r e y a y ı l d ı . Ü z e r i n e de bir cibinlik kondu. F a k a t Şah'ı bir türlü uyku tutmu­ yordu. H a l k , Şah şerefine denizde

donanma şenlikleri

y a p ı y o r , m o t o r gürültüleri ve havaî fişekler, uyuması­ na e n g e l oluyordu.

GİZLİ

DEFTERÎ

97

Şah'ın h i z m e t k â r ı M a h m u t H a n y a n ı m a g e l e r e k : — Bu sesin kesilmesi için ne y a p a l ı m Cemal H a n ? D i y e sorunca, Y a v e r C e v d e t B e y ' e telefon ederek du­ rumu

anlattım.

Hemen

gönderildi.

Bütün

elektrikler söndürüldü. F a k a t eğlencelerin ardı

donanmaya

bir m o t o r

arkası

kesileceğe benzemiyordu. Şah'ın y a t t ı ğ ı odanın önünde stop eden bir araba vapurunun içinde halk davul, zur­ na çalarak

çılgınca

eğleniyordu.

Şah çok fazla

yor­

gundu ve dinlenmeğe ihtiyacı vardı. Şah'ın h i z m e t k â r ı tekrar yanıma gelerek: —

Bunları da durduramaz m ı s ı n ı z ? D e d i ğ i z a m a n :

— Biz bu eğlenceyi A t a t ü r k ' e bile yapmadık. Şah H a z r e t l e r i için yapılıyor. Bu halkın eğlencesidir, s e v gisidir. Buna e n g e l o l a m a y ı z . . . Ve

gece

zurnasını

saat

çaldı.

yirmidörde

kadar

Çılgınca eğlendi.

halk

davulunu,

Sonunda da vapur,

demir alarak g i t t i . . . Ben,

Şah'ın

bu

sevgi

gösterisine

engel

olmak

istiyeceğini hiç sanmıyordum. N i t e k i m , ertesi gün, bu­ nun hizmetkârının bir işgüzarlığı olduğunu anladım. Ş a h ı n çamaşırlarının yıkanması için hizmetçi ka­ dına verdik. Şah, geleneklere sadık bir insandı. Örne­ ğ i n g i y d i ğ i don uzun paçalıydı. Şah şerefine en kusur­ suz

bir

sofra

hazırlamayı

üzerime

almıştım.

Saraya

T o k a t l ı y a n ' d a n y e m e k l e r g e t i r t i p , P e r a Palas'tan büfe düzenlettirmiştik. göstermedi.

Yatak

özenli sofrada Şah'a

Fakat

Şah,

odasında

bunların

hiçbirine

y e m e ğ i n i yedi. Bu

ilgi ağır,

sadece y a v e r l e r ve misafirler ağırlandı.

göstermek

için

bir

de

film

getirmişlerdi.

F a k a t bunu bile g ö r m e k istemedi. İstanbul'da k a l d ı ğ ı günler,

akşamları

değiştirmedi.

saat

dokuzda

y a t m a k alışkanlığını

98

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

B A N A CEMAL H A N DEYİNİZ

İRAN

Şahı'nın

maiyetini İstanbul'da g e z -

d i r m e k g ö r e v i bana verilmişti, ö n c e İ r a n parası R i y a l ' ı , T ü r k parasıyla değiştirdim.

Sonra m i -

safirleri alıp d o l a ş t ı r m a ğ a başladım. Misafirler, İ s t a n ­ bul'daki İranlıları g ö r m e k istediler. Onları a l d ı ğ ı m g i b i çaycıların

yanına

g ö t ü r d ü m . Çaycılar,

çok

yakınlık

gösterdiler. T a z e çay d e m l e y i p üst üste k o n u k l a r a sundular.

Yanlarından

İranlı

konuklar:

— Bizim

çok

buradaki

samimî

bir

şekilde

halk çok fakir,

ayrıldık,

b a k s a n a çay­

cılık y a p ı y o r . . . D e y i n c e bu defa da onları bu b e ğ e n m e d i k l e r i fa­ k i r çaycıların yanından alıp, zengin halıcıların yanına g ö t ü r d ü m . Bunlar d a özbeöz İ r a n l ı y d ı . F a k a t m e m l e ­ ketlerinden kalkıp, b u r a y a kadar g e l m i ş o l a n y u r t t a ş l a r ı n ı n yüzlerine dönüp bakmadılar b i l e . . . K o n u k İ r a n l ı l a r ı Tünel'e götürdüm. Ç o k kısa buldular. Müzeleri g e z d i k t e n sonra otomobille E m i r g â n ' a g i t t i k . Ç a y i k r a m e t t i m semaverle. O r a d a n a r g i l e içen leri g ö r d ü l e r : — Bu nedir? D i y e sordular. Onlara bunun bir çeşit sigara olduğunu memlekette

t i r y a k i l e r i n i n çok bulunduğunu

ve bizim söyledim.

GİZLİ

DEFTERİ

99

— B i z bunları i ç m e y i z . . . Şampanya,

finkonyak

içiyoruz. Dediler. B e n d e : — B i z nargile içiyoruz. T ö m b e k i s i de İsfahan'dan g e l i y o r . D e y i n c e saşırdılar. Şah'ın gelişinin ikinci y i n d e sofracılara kızmış.

günü

Atatürk, Beylerbe­

«Çelebiyi

getirtin.»

demiş.

E m r i alır a l m a z T e v f i k Rüştü A r a s ' l a beraber m o t o r a binip, B e y l e r b e y i

Sarayı'na

gittik.

Sarayda

Sabiha

Gökçen: — Şah ne y a p ı y o r ? D i y e sordu. Ben de Şah'ın rahatının çok yerinde olduğunu söy­ ledikten

sonra:

— Y a l n ı z a r t ı k beni « E f e n d i » diye

çağırmayın.

B e n « H a n » oldum. Bütün İ r a n l ı l a r beni « H a n » d i y e çağırıyor. Siz de ö y l e yapın. D e d i m . Bunu hemen A t a t ü r k ' e yetiştirmişler. Beni çağırt­ tı: — Çelebi,

duyduğuma

göre

Han

olmuşsun.

Şah

hazretleri yine k o n y a k içiyor m u ? — Bir şişe şampanya fin k o n y a k v e r i y o r u m . A c a ­ ba hepsini mi, yoksa yarısını mı içiyor, bilmiyorum. Ş a h , ilk içkiyi bizde içti ama, maiyetindekilerden. hiçbiri perhizi bozmadılar. N e k a d a r uğraştımsa. a ğ ı z ­ larına bir k a t r e i ç k i d e ğ d i r t e m e d i m . Y a l n ı z N u r i Con­ ker bir ara A t a t ü r k ' e , ağzından şu sözleri k a ç ı r d ı : — Efendim, h i z m e t k â r l a r dolu şişeleri hâtıra ola­ rak

saklıyorlar... Atatürk

bu

sözlere

kahkahalarla

gülmüştü.

100

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

ŞAH'IN İSVİÇRE'YLE K O N U Ş M A S I

DOLMABAHÇE Sarayı'nda yine bir akşam y e m e ğ i sırasındaydı. A t a t ü r k misafirlerini neşelendirmek için uğraşıyor, fakat Şah bütün misafir­ lerin i ç t i ğ i sofrada içki i ç m e m e k t e direniyor, m a z u r görülmesini istiyordu. Şah'ın dalgınlığı ve düşünceli hali A t a t ü r k ' ü n gözünden k a ç m a m ı ş olacak ki bir şeye üzülüp üzülmediğini sordu. Şah ta hiçbir üzüntüsü o l m a d ı ğ ı n ı , hayatının en güzel dakikalarını yaşadığını, y a l n ı z İsviçre'de öğrenimini y a p m a k t a olan ve çok­ tandır görüşemediği oğlu aklına g e l d i ğ i için bir ara daldığını söyledi. Bunun üzerine A t a t ü r k yaverine işaret etti. B i r ­ k a ç dakika sonra İ s v i ç r e ile telefon hattı b a ğ l a n m ı ş ve Şah, A t a t ü r k ' ü n bu inceliğine hayran kalmıştı. Oğlu R ı z a P e h l e v i ile y a p t ı ğ ı görüşme sırasında telefon santralındaki kızlar, Şah'ın sesini duyabilmek için ara­ ya girdiklerinden, bir türlü konuşma yapılamıyordu. Sonunda Y a v e r C e v d e t B e y e m i r verdi de, santraldaki k ı z l a r aradan çıktılar. Şah tâ o ğ l u y l a konuşabildi. T e l e f o n konuşması sırasında yanında

bulunuyor-

dum. Oğluna okulunu, derslerini, bir şeye ihtiyacı olup olmadığını sordu. Seyahatinin iyi g e ç t i ğ i n i söyledi. O ğ ­ luyla

görüşen

Şah'ın

m a s a y a döndüğü

zaman

üze-

GİZLİ DEFTERİ rindeki

dalgın

101

halin

kaybolduğunu

ve

neşelendiğini

gördük. Önce i ç m e k istemediği kadeh elindeydi ve şe­ refe

kalkıyordu. Ertesi akşam

Beylerbeyi

Sarayı'nda çok a ğ ı r bir

y e m e k verildi. Güzel sesli hafızlar, Şah'a

unutulmaz

bir gece yaşattılar. Ö y l e sanıyorum ki, Şah, T ü r k i y e ' d e k a l d ı ğ ı süre içinde en çok B e y l e r b e y i Sarayı'ndaki e ğ ­ lenceden memnun kalmıştır. Yurdumuzdan Yakacık'a

ayrılmadan önce

k a d a r otomobille

Şah'a, P e n d i k

bir g e z i n t i

ve

yaptırıldı.

Şah, M a r m a r a ' y a bakan sayfiye semtlerine hayran kal­ mıştı. A t a t ü r k ' e buraların çok g ü z e l olduğunu ve a y ­ r ı l m a k istemediğini söyledi. A t a t ü r k : — U f a k ufak k ö y l e r . . . D i y e c e v a p verince Şah: — Bunun neresi köy, hepsi birer büyük şehir ha­ l i n e gelmiş, dedi.

102

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

A F G A N K R A L I N I N GELİŞİ

A T A T Ü R K siyasî dostluklara büyük önem verirdi. Bu yüzden yurdumuza g e l e n y a ­ bancı devlet büyüklerinin ağırlanması için hiçbir şey­ den kaçınılmamasını isterdi. 1928 yılında eski A f g a n i s ­ tan K r a l ı A m a n u l l a h H a n ' ı n gelişinden önce de günler­ ce A f g a n tarih ve c o ğ r a f y a s ı n ı

incelemiş, o z a m a n k i

U m u m i K â t i p H i k m e t Bayur'u da bu konuda bir etüt hazırlamakla

g ö r e v l e n d i r m i ş t i . Öteden beri âdetiydi.

Y a b a n c ı bir devlet adamı mı g e l e c e k ? H e m e n o ülke­ nin tarihi, coğrafyası, sosyal hayatı hakkında bilgi top­ lar, onların bile b i l m i y e c e ğ i şeyleri öğrenir, misafirle­ rini

şaşkına çevirir, h a y r a n bırakırdı. A m a n u l l a h H a n , A n k a r a ' y a gelişinde eşi g ö r ü l m e ­

miş bir g ö s t e r i y l e karşılanmıştı. Ç o k şaşaalı bir de t ö ­ ren yapılmıştı. H e r t a r a f donanmış, y e r yerinden oynu­ yor.

P e k a z devlet

adamına yapılan b u

içten g e l e n

s e v g i gösterisi karşısında A m a n u l l a h H a n ç o k duygu­ lanmıştı. A r a d a n altı a y g e ç m i ş , A m a n u l l a h H a n K r a l l ı k t a n düşmüş,

eşi

S ü r e y y a ' y ı da

yanına

alarak t e k r a r yur­

dumuza gelmişti. F a k a t değerbilir A t a t ü r k , K r a l ı y i n e ayni yerde, G a z i İstasyonu'nda karşılamış, otomobili­ n e bindirerek A n k a r a P a l a s Oteline m i s a f i r etmişti.

GİZLİ

DEFTERİ

103

O g e c e A m a n u l l a h H a n şerefine köşkte y i r m i d ö r t kişilik bir y e m e k verildi. K ö ş k , eski Ç a n k a y a K ö ş k ü y ­ dü. Görüşmeler uzadıkça uzadı. H o ş beşten sonra ni­ h a y e t A t a t ü r k , K r a l ' a sordu: — N a s ı l oldu sizin bu işiniz?

Sizi düşürdüler ve

m e m l e k e t i n i z i t e r k e t m e k zorunda kaldınız... A m a n u l l a h H a n ' ı n üzüntü içinde anlattığına g ö r e , kendisi T ü r k i y e ' d e y k e n P e ç e Saki adındaki a m c a z a d e ­ si, bir t a k ı m dedikodular çıkarmış. A f g a n K r a l ı m e m ­ leketine döndüğü zaman bir de b a k ı y o r ki, a m c a z a d e ­ si i k t i d a r ı ele g e ç i r m i ş . Onun çevresi K r a l ' ı tehditle Afganistan'dan ç ı k m a ğ a zorluyor. Zaten çok nazik olan K r a l , savaşmadan kaçınarak bir uçakla memleketinden ayrılıp İ t a l y a ' y a g i d i y o r .

104

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

AĞLAYAN KRALDAN N A S I L KAÇTIK?

A F G A N Kralı,

hem ağlıyor,

türk'e b a k a r a k

hem d e A t a -

üzüntüsünü a ç ı ğ a vuru­

yordu. V a z i y e t çok nazikti. Bu yaslı h a v a y ı d a ğ ı t m a k g e r e k t i . Çok z e k i ve kurnaz olan A t a t ü r k , bu maklı

durumu

önlemek

için

olmalı,

hemen

ağla­

bir

gezi

o r t a y a attı. K r a l ı n bu k a d a r g ö z ü yaşlı olduğunu bil­ seydi, hiç sorar m ı y d ı ? . . —

Y a r ı n biz y u r t t a bir inceleme seyahatine çıkı­

yoruz. Dedi. A m a n u l l a h H a n , g e z i y e k a t ı l m a k ricasında bulun­ du. F a k a t A t a t ü r k : — Memnuniyetle...

F a k a t bizim İç A n a d o l u ' d a

y o l l a r ı m ı z çok bozuktur. Zatıâliniz rahatsız olursunuz. Dedi. Fakat razı

Kral

olduğunu

ğini

israr

ediyor,

her

şeye

katlanmağa

söylüyordu. A t a t ü r k ' ü r a z ı e d e m i y e c e -

anladıktan

sonra:

— H e r türlü sıkıntıya d a y a n ı r ı m . . . D e y i n c e , A t a türk: — B i z i m m e m l e k e t t e her y e r e tren yoktur. Birçok yerlerimize ya da

otomobil

katırlarla

bile

seyahat

işlemez. etmek

D a ğ l a r a ya eşek,

mecburiyeti

vardır

H a y v a n üstünde hasta olursunuz. D e d i . A r t ı k K r a l d a israr edecek hal k a l m a m ı ş t ı .

Sofra

GİZLİ

DEFTERİ

105

g e ç v a k t e k a d a r sürdü. Saat üçe d o ğ r u K r a l ve misa­ firler a y r ı l m a k üzere kalktılar. K r a l , A t a t ü r k ' l e öpü­ şerek

vedalaştı.

Ertesi günü g e r ç e k t e n böyle bir g e z i oldu. F a k a t bizim o güne k a d a r haberimiz y o k t u . H e r zaman seya­ hat olacağı belli olmazdı. A m a böyle g e c e yarısı se­ yahat

kararını

Ertesi

hatırlamıyorum.

sabah

herkes

eşyasını

alıp

istasyona

git­

mişti. K ö ş k t e bir ben, bir A f e t H a n ı m d a n başkası kal­ mamıştı. A t a t ü r k ' e y e m e ğ i n i v e r i r k e n şöyle bir soruy­ la

karşılaştım: — Çelebi E f e n d i . . . Dün akşam sofrada K r a l a k a r ­

şı a y k ı r ı bir hal oldu m u ? ya?

Y a n l ı ş bir şey y a p m a d ı k

Dedi. Bu soruyu bana niye sorduğunu bir türlü anlıya-

madım. Karşılık olarak: — Ç o k güzeldi P a ş a m . . . D e d i m . Sonra nereden aklıma geldi bilmem, durduk y e r d e bir soru da ben O'na sordum: — P a ş a m , K r a l ' ı n ağlaması

benim çok gücüme

g i t t i ve çok üzüldüm. Büyük adamların düşmesi çok z o r oluyor, d e ğ i l m i ? K ı s a bir duraklamadan sonra A t a t ü r k , bu sözlere şöyle karşılık v e r d i : — Krallar öyle olur... Bu cümlenin anlamını çok sonra, düşüne düşüne anladım. Bugün daha iyi anlıyorum y a . . . F a k a t o z a ­ man

bu

gereksiz

soruyu

neden

sorduğuma

sonradan

pişman oldum ve üzüldüm. B e n i m neme g e r e k t i . . . Bu konuşmadan sonra köşkten en son biz çıktık. T r e n e binip K o n y a ' n ı n yolunu tuttuk. A f g a n K r a l ı A manullah H a n da ayni g ü n İstanbul'a h a r e k e t etti. O r a ­ da birkaç g ü n kaldı.

106

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

V E N İ Z E L O S ' U N GELİŞİ

YUNANİSTAN tanbul'a

Başbakanı Venizelos'un İ s -

gelişi

oldukça

enteresan

oldu.

D a h a birkaç y ı l önce T ü r k i y e ' y i almak, A n k a r a ' y ı ken­ di ülkesine k a t m a k isteyen bu adama, T a n r ı , A n k a r a ' y a g e l m e y i nasip etmişti. F a k a t yenildikten sonra, asker­ leri denize döküldükten sonra, misafir olarak, acı du­ yarak. .. Venizelos'un g e l d i ğ i g ü n A t a t ü r k

kendisini eski

köşkte kabul etti. Bu z i y a r e t dolayısiyle arkadaşlarıyle herhangi bir fikir yürüttüğünü h a t ı r l a m ı y o r u m . Y a l ­ nız sabah g i y i n i r k e n

berber M e h m e t ' e

takıldı:

— M e h m e t , bugün Venizelos'un a y a ğ ı n a g i d e c e ğ i z . K e n d i s i y l e görüşeceğiz. Buna ne dersin? A t a t ü r k , berberiyle sık sık şakalaşırdı. M e h m e t bir an düşündükten sonra: — P a ş a m , ben sizin yerinizde olsam ne gider, ne de

görüşürüm.

Çünkü

o

millet

bizim

Selânik'imizi

(berber S e l â n i k ' l i y d i ) , toprağımızı, y e r i m i z i aldı. Bu y e t m i y o r m u ş gibi bir d e A n k a r a ' m ı z ı a l m a ğ a k a l k t ı . Bütün

bunlardan

sonra

siz

onlarla dost g i b i

konuşa­

caksınız. Ben olsam y a p a m a m . Atatürk,

berberinin

safça

sözlerini

dinlerken

hiç

k ı z m a d ı . H a t t â onun samimiyetinden m e m n u n bile kaldı.

107

GİZLİ DEFTERİ

— Bu m e m l e k e t iyidir.

Bu yüzden dost

olmağa,

dost g ö r ü n m e ğ e mecburuz. H e m bunu yapmazsak, ta­ rih bizi a f f e t m e z . Atatürk, lerini

işte

o gün

iki saat

ilk T ü r k - Y u n a n dostluğunun t e m e l ­

atmıştı. Venizelos'la

kadar

devam

etti.

Ertesi

köşkteki g ö r ü ş m e gün

Gazi

Orman

Çiftliği'nde misafir şerefine otuz kişilik bir y e m e k v e ­ rildi. Y e m e k çok samimî bir h a v a içinde geçti. Y u n a n Başbakanı, A t i n a ' d a n gelirken bir sandık şarap h e d i y e getirmişti. bir kafes

Atatürk içinde

kedisi hediye Yunanistan süre

sonra

te

misafir

b e y a z renkli

Ankara'dan çok g ü z e l

ayrılırken bir A n k a r a

etti. Başbakanı

devrin

Venizelos'un

Başbakanı

g i d e r e k g e r i çevirmiştir.

İsmet

ziyaretini,

İnönü,

bir

Atina'ya

108

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

Y U G O S L A V K R A L I N I N GELİŞİ

l933

yılında

Yugoslav

Kralı

Aleksandr

bir

torpidoyla İ s t a n b u l ' a gelmişti. K r a l g e l ­ d i ğ i gün Dolmabahçe Sarayı'nda A t a t ü r k ' ü z i y a r e t et­ ti.

Atatürk,

S a r a y ı n ünlü salonlarından biri olan S o ­

m a k i salonunda K r a l ı kabul etti. Görüşmede o zaman Dışişleri

Bakanı

olan T e v f i k Rüştü A r a s ' l a

Umumî

K â t i p Hasan R ı z a S o y a k t a bulunuyordu. Krala

önce

bir

alaturka

kahve

sundum.

Biraz

sonra da limonata ve bisküvi g e t i r d i m . K r a l çok m e m ­ nun

kalmıştı.

Teşekkür

ederek

ayrıldı,

torpidosuna

Atatürk,

Sakarya

motoruyla

döndü. Yarım

saat

sonra

torpidoya g i d e r e k K r a l ı n ziyaretine karşılıkta bulundu. B i z de

torpidoya

beraber gitmiştik. Onlar y a r ı m saat

k a d a r k a m a r a d a görüşürlerken, biz de dışarda bekli­ y o r d u k . İçerde A t a t ü r k ' e şampanya i k r a m ettiler. B i z ­ l e r e de dışarda birer kadeh şampanya, bisküvi, likörlü çikolata v e h a v y a r l ı kanapeler verdiler. A t a t ü r k görüş­ meden memnun o l a r a k çıktı. T e k r a r m o t o r a

binerek

Saraya döndük. O g e c e Sarayda k ı r k kişilik kadar bir z i y a f e t verildi. K r a l ı n ziyaretine büyük ö n e m verildi­ ğinden midir nedir, T o k a t l ı y a n Oteli'nden garsonlar ve y e m e k l e r gelmişti. Yenildi, içildi. Bilinen nutuklar ç e ­ kildi. H a t ı r l a r ı m çok hoş bir g e c e y d i . H e r k e s i n yüzün-

GİZLİ DEFTERİ

109

den neşe akıyordu. Saat i k i y e d o ğ r u K r a l bir m o t o r a binerek Saraydan ayrıldı. M i s a f i r g i t t i k t e n sonra arkadaşları A t a t ü r k ' e : — K r a l ' ı nasıl buldunuz?

D i y e sordular.

— Ç o k nazik, çok zeki bir adam. M e m l e k e t i için çalışmış, çalışıyor. Makûl görüşlü... Kendisini çok b e ­ ğendim. D i y e hoşnutluğunu gösterdi. Yugoslav

Kralı

bir süre

sonra

Fransa'ya g i t t i ğ i

sırada M a r s i l y a limanında suikastçılar tarafından öldü­ rülmüştür.

ATATÜRK'ÜN UŞAĞININ

110

KONYA'DA BİR OLAY

K O N Y A ' d a ilk akşamımız... R e c e p Zühtü, mebuslar

telâşla g e l d i l e r :

— A m a n P a ş a m , ç o k fena... Dediler. —

F e n a olan n e y m i ş ?

Onlar yine ayni h e y e c a n l a : —

Gidiş çok fena, çok berbat P a ş a m . . .



F e n a olan n e d i r ?

— Burada K o m ü n i z m almış, yürümüş. Bütün lise talebeleri

ve

başlarındaki

öğretmenleri

baştan

başa

komünist olmuş. E ğ i t i m de o yolda. Bu hal ne o l a c a k ? Atatürk —

gülerek:

Canım, P a d i ş a h l ı ğ ı i s t e m i y o r l a r y a . . . İşin ö t e ­

ki tarafı düzelir. Bunun korkulacak nesi v a r ? D i y e on­ ları

yatıştırmağa

çalıştı.

K o n y a ' d a bir iki g ü n kalıp incelemelerde bulun­ duktan

sonra A d a n a ' y a ,

oradan G a z i a n t e p ' e uğradık.

D a h a sonra da Y a l o v a ' y a g e l d i k . Bu arada, bir süre T ü r k i y e ' d e n a y r ı l a n A m a n u l l a h H a n , t e k r a r İstanbul'a g e l m i ş v e A t a t ü r k ' ü z i y a r e t e t ­ m e k istemişti. O gün Dolmabahçe Sarayı'nda y a p ı l a c a k buluşmada hazır bulunmak için t o r p i d o y l a Yalova'dan, h a r e k e t edip

İstanbul'a

geldik. Bu

g ö r ü ş m e i k i saat

GİZLİ

DEFTERİ

111

kadar sürdü. M i s a f i r A m a n u l l a h H a n , kalması için a y ­ rılan y e r e g i t t i . B i z d e t e k r a r Y a l o v a ' y a döndük. B u Y a l o v a ' d a n İstanbul'a gidiş g e l i ş sırasında ilginç bir olay da oldu. İstanbul'a gelirken, k ı r k m i l sürat y a p ı ­ yorduk. B u süratin y a p t ı ğ ı d a l g a l a r l a A d a k ı y ı l a r ı n d a bulunan bazı sandallar

parçalanmışlardı. Bunu A t a ­

türk'e duyurdular: — B i z randevuya y e t i ş m e k için süratli geldik. On­ ların ne kabahati v a r . D e r h a l a r a t ı p buldurun. T a z m i ­ nat v e r m e k suretiyle zararlarını karşılayın. B i z i m yü­ zümüzden z a r a r a uğramasınlar... E m r i n i verdi.

112

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

M U H S İ N E R T U Ğ R U L ' L A SOFRADA

BİR gün R e ş i t Galip yanına Muhsin E r tuğrul'u alarak Ç a n k a y a ' y a gelmişti. Sof­ rada

henüz herhangi

bir konuda konuşma açılmadan

A t a t ü r k , Muhsin E r t u ğ r u l ' a dönerek: — Faruk Nafiz

Çamlıbel'in y a z d ı ğ ı

« A k ı n » piye­

sini nasıl buldunuz? D i y e sordu. O sıralarda devrimi y a y a c a k ve y e r l e ş t i r e c e k ulu­ sal eserlere şiddetle ihtiyaç vardı. D e v r i m c i yazarlar, edebiyatçılar kollarını sıvamışlar, gece gündüz uğraşı­ yor, modern T ü r k i y e ' n i n devrimlerini

destanlaştırma-

ğ a çalışıyorlardı. İşte F a r u k N a f i z ' i n T ü r k tarihini ko­ nuşturan « A k ı n » piyesi d e « K a h r a m a n »

piyesi gibi

A t a t ü r k ' ü n e m r i y l e yazılmış, A n k a r a T ü r k o c a ğ ı bina­ sında, İbrahim N e c m i Dilmen, Halil V e d a t F ı r a t l ı v e M ü n i r H a y r i E g e l i ' n i n g ö z e t i m i n d e İ s m e t p a ş a K ı z Ens­ titüsü v e G a z i E ğ i t i m Enstitüsü öğrencilerine o y n a t t ı rılmıştı. Sahne eserleriyle ilgilenen A t a t ü r k , ulusların kendi tarihlerine önemli y e r l e r a y ı r m a l a r ı g e r e k t i ğ i n i söyler ve çok köklü bir g e ç m i ş e sahip olan T ü r k tari­ hinin

destanlaştırılmasını

isterdi. Behçet K e m a l Ç a ğ -

l a r ' ı n « Ç o b a n » piyesi de, bu amaçla yazılmıştır. İşte M i l l î Temsil A k a d e m i s i Kanunu'nun ç ı k a r ı l ı ş ı n ı v e D e v ­ l e t Tiyatrosu'nun kuruluşu bu görüşün ürünüdür,

GİZLİ

DEFTERİ

113

A t a t ü r k , A k ı n piyesinin A n k a r a ' d a k i temsilini g ö r ­ müş, ve pek beğenmişti. Muhsin E r t u ğ r u l ise henüz g ö r memişti. Kendisine senaryosu Ertuğrul'dan —

şunu

verildi. A t a t ü r k Muhsin

istedi:

B i z bu piyesi sizin sahneye k o y m a n ı z ı ve sizin

sahnenizde oynanmasını istiyoruz. — E s e r i henüz t e t k i k e t m e d i m , ama, baş sayfa­ larına şöyle bir g ö z g e z d i r d i m . — Ö y l e y s e hemen bu eserde y a z ı l ı olan mısralardan en güç konuşulanı, bize sahnedeymiş g i b i l ü t f e ­ diniz... Muhsin E r t u ğ r u l ' u n

üzerinde bir sıkılganlık mı

vardı, n e y d i : — Paşam, mazsa,

biz de

nasıl

balıklar

sudan

çıkınca

sahneden başka y e r d e

ne

yaşıya-

konuşabilir,

ne y a ş ı y a b i l i r i z . . . D i y e karşılık v e r d i . Bu söze R e ş i t G a l i p de k a t ı l ı ­ yor, sözlerini

o n a y l a r gibi başını sallıyordu. Muhsin

Ertuğrul, R e ş i t Galip'ten de k u v v e t alınca: —

Bendeniz hiç bir sosyetede konuşmuş insan de­

ğ i l i m . Bütün konuşmalarım sahnededir. E v i m d e n t i y a t ­ roya, t i y a t r o d a n e v i m e g i d i y o r u m . Y e m e k boyunca sahnede en g ü ç söylenen en z o r kelime

üzerinde

duruldu.

Saat

gece

yarısını

çoktan

geçmişti. H e r k e s i n gözünden uyku akıyordu. Sonunda Muhsin Ertuğrul, sahnede en z o r söylenen g ı r t l a k t a n konuşmak olduğunu

cümlenin

söyledi ve buna örnek

olarak ta piyeste geçen « A l ç a k l a r » kelimesini göster­ di. Bu kelime, b o ğ u k bir sesle söylenmişti. A t a t ü r k : —

Oturunuz!...

Dedi.

Muhsin E r t u ğ r u l oturdu. A r t ı k muştu. Giderlerken A t a t ü r k , Muhsin nerek:

sofra paydos

ol-

E r t u ğ r u l ' a dö-

114

ATATÜRK'ÜN —

UŞAĞININ

Sen bu eserde m u v a f f a k olamıyacaksın... D e d i .

Muhsin E r t u ğ r u l g ü l ü m s e y e r e k : —

M u v a f f a k o l m a ğ a çalışırım P a ş a m . . . D i y e el­

lerini öptü ve ayrıldılar. M i s a f i r l e r g i t t i k t e n sonra A t a t ü r k , salondan y a t a k odasına çıkarken İ b r a h i m ' l e bana döndü. A n l a ş ı l a n ko­ nuşulan konunun halâ etkisi altındaydı: —

Bu eseri size v e r s e m daha i y i yaparsınız. Bu

adam, bu işi y a p a m a z . . . D e d i . — P a ş a m , bu a d a m bu işi yapar, d i y e c e v a p v e r ­ d i m . H e m bu m i l l e t Muhsin Ertuğrul'u sever... D e y i n c e bana k ı z a r a k sertçe: —

M a s k a r a l ı ğ ı n ı sever... D e d i ve daha f a z l a bir

şey konuşmadan y a t m a ğ a çıktı. A t a t ü r k y a t m a ğ a ç ı k t ı k t a n sonra arkadaşım İ b r a ­ h i m bana dönerek: —

Cemal, işin mi y o k , ister m u v a f f a k olsun, ister

olamasın,

sana n e . . .

D i y e s ö y l e n m e ğ e başladı. A m a

ben o düşüncede d e ğ i l d i m ve ç o k g e ç m e d e n h a k l ı oldu­ ğ u m u anladım.

GİZLİ

DEFTERÎ

115

G Ö Z Ü N D E N YAŞ G E T İ R E N P İ Y E S

M U H S İ N E r t u ğ r u l olayının üzerinden ü ç a y geçmişti...

Bir

kış

dan İstanbul'a gelmiştik. Şehir

mevsimi

Ankara'­

Tiyatrosu'nda F a r u k

N a f i z Çamlıbel'in « A k ı n » piyesi temsil ediliyordu. T i ­ yatronun

şeref

locasında

Atatürk'ün

arkasında

idim.

İ s t e m i rolünde Muhsin E r t u ğ r u l oynuyordu. « K ı t l ı k v a r şehirde, Bütün halk

isyan

başgöstermek

üzere.

K u r u l t a y kuralım, K r a l ı n huzurunda» d i y e

konuşuyordu. O r a d a K r a l ı n çok g ü z e l bir seslenişi v a r d ı : « T a n r ı su vermezse, H a k a n ne yapsın b u n a ? » Deyince

Atatürk'ün gözlerinin

yaşardığını g ö r ­

düm. G e r ç e k t e n ç o k güzel bir temsildi.

Heyecandan

ürperdiğimi hatırlarım. A t a t ü r k , temsilin başından so­ nuna k a d a r serapa his, büyük b i r haz ve ulusal gu­ ruru a y a ğ a k a l k m ı ş bir halde oyunu seyretti. Temsilden sonra A t a t ü r k , Muhsin E r t u ğ r u l ve üç arkadaşını l o c a y a çağırtıp kutladı. Muhsin Ertuğrul'un yüzünü bir mutluluk halesinin çevirdiğini

farkettim.

Ç o k heyecanlıydı. A t a t ü r k ' ü n « M u v a f f a k o l a m ı y a c a k s ı n » dediği bir p i y e s t e n yüzünün a k ı y l a çıkmıştı. N a s ı l sevinmesin ? Atatürk,

E r t u ğ r u l ve

arkadaşlarını

kutlarken

bir

an arkasına dönüp benim yüzüme baktı. Bu bakışlarda haklı ç ı k t ı ğ ı m ı d o ğ r u l a y a n bir d a v r a n ı ş sezer g i b i ol­ dum.

116

ATATÜRK'ÜN

ARTİSTLER

1928 Y I L I N D A

Ankara'da

Türk

açılıyordu. H a m d u l l a h

UŞAĞININ

ARASINDA

Ocağı

Suphi

binası

Tanrıöver,

T ü r k Ocakları dâvası uğruna herşeyini v e r m i ş t i . D â v a ­ nın gerçekleştiğini g ö r m e k l e en büyük mutluluğu tadı­ yordu. T ü r k O c a ğ ı sahnesinde oynanacak ilk piyes için İstanbul'dan Darülbedayi

(Şehir

T i y a t r o s u ) getirtil­

mişti. A y n a r o z K a d ı s ı ' n ı temsil ettiler. B ü y ü k bir al­ kış topladılar.

A t a t ü r k , piyes bittikten sonra

Darül­

bedayi artistlerini M a r m a r a Köşkü'ne d a v e t etti. A r ­ tistler

kadınlı,

erkekli

büyük

bir

kalabalık

halinde

geldiler. O akşamki toplantıda A t a t ü r k kadehini artist­ l e r e doğru k a l d ı r a r a k : — H e p i n i z günün vekil, başvekil hattâ

birinde birer mebus, reisicumhur

müsteşar,

olabilirsiniz. F a k a t

ben bir artist o l a m a m . Çünkü bu A l l a h vergisidir. Ne tesadüfle, olunamaz.

ne

de

Bu,

yıllarca Allah'ın

dirsek ender

çürütülerek kullarına

sanatkâr

verdiği

bir

nimettir. İ ş t e a r a m ı z d a k i f a r k bundan ibarettir... D e ­ di. Türk medie

Ocağı'nda

Française

Bunların

arasında

ikinci

artistleri o

devrin

temsili

vermek

Türk'ye'ye en

büyük

için

Co-

gelmişlerdi. sanatçısı

olan

M a r i e Belle de bulunuyordu. A t a t ü r k , misafirlerin g ö s -

GİZLİ

DEFTERİ

117

terilerini seyretti. P i y e s b i t t i k t e n sonra t a m k a p ı d a n ç ı k a c a ğ ı z a m a n artistlerin hepsi m a k y a j l ı

halleriyle

kapıya hücum edip, A t a t ü r k ' ü g ö r m e k istediler. A t a ­ türk,

bunlara

kapıda

y a k ı n l ı k gösterdi.

Ellerini

sık­

tı, hatırlarını sordu, kutladı. F a k a t bir z i y a f e t e ç a ğ ı r ­ madı. T ü r k sanatçılarını temsilden sonra y e m e ğ e d a v e t e t t i ğ i halde, yabancı sanatçıları ç a ğ ı r m a y ı ş ı uzun z a ­ man bende bir soru olarak kaldı. Düşüne düşüne an­ c a k şu kanaata v a r a b i l d i m :

A t a t ü r k , T ü r k sanatçısı­

nın çağdaşlarından kat kat üstün olduğuna inanan b i r insandı.

Türk'ün her işte

olduğu

gibi

sanat alanında

daima en önde gitmesini isterdi. Bu a y ı r ı m da, işte bu düşünceden ileri g e l m i ş olabilir.

118

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

KURBAĞALI ZİL

Y İ N E

İstanbul'dayız.

yı'nda

büyük

Dolmabahçe

hazırlıklar g ö z e

Sara-

çarpıyor.

F r a n s ı z Meclis Başkanı M . . H e r r i o t , yurdumuzu z i y a r e t e t m e k t e d i r . M i s a f i r g e l m e d e n önce A t a t ü r k bana dö­ nerek: —

Çelebi, dikkatli bulun...

Fransız Meclis Reisi

g e l e c e k . . . D i y e tembihte bulundu. O y s a şimdiye

k a d a r böyle bir şey s ö y l e m e m i ş t i .

D e m e k gelenler çok önemli kişilerdi. H i z m e t i m i z d e gelenlere göre değişmeliydi. —

T a b i î . . . E m r e d e r s i n i z . . . D i y e cevaplandırdım.

A k ş a m saat onaltıya doğru M . H e r r i o t , Saraydan içeri giriyordu. B e n de ç o k şık bir m ö s y ö g e l e c e k d i y e k e n d i m e oldukça çeki düzen vermiş, s m o k i n g i m i ayna­ nın karşısında

birkaç

k e r e düzeltmiştim. H e y e c a n d a n

elim, a y a ğ ı m tutmaz bir halde beklerken, babayani ta­ v ı r l ı bir adam ç ı k a g e l m e s i n m i ? M . H e r r i o t , s a n d ı ğ ı m g i b i çok önemli bir

d e v l e t adamıydı. Ç o k sayılıp, d e ­

ğ e r veriliyordu. Misafirlere k a h v e emredildi. K a h v e l e r i

getirdik,

içildi. K o n u ş m a l a r çok samimî bir h a v a içinde geçi­ yordu. A t a t ü r k ' ü n önünde kurbağa şeklinde bir z i l v a r ­ dı. Bu zili çalarak beni

çağırdı. B ü y ü k çapta bir m i ­

safir g e l d i ğ i z a m a n beni ç a ğ ı r m a k için ç o k z a m a n bu z i l i kullanırdı.

GİZLİ

DEFTERİ

119

H e m e n koştum. Kendisinin y a z d ı ğ ı Büyük N u t u k ve

dokümanları

istedi.

Bunları

Fransız

Devlet

Baş­

kanına hediye edecekti. O z a m a n Hususî K a l e m M ü ­ dürü o l a n H a s a n R ı z a S o y a k ' a gidip, A t a t ü r k ' ü n N u t ­ kunu istediğini söyledim. Derhal N u t u k bulundu, f a k a t dokümanları

yoktu.

Atatürk'e

durumu

anlattım.

— Z a r a r ı yok, N u t u k v a r ya k â f i . . . Dedi. D e r k e n bir zil daha çalındı. Bu seferki kurbağalı zilin sesi değildi. M. H e r r i o t benden Fransızca bir şe­ kerli kahve daha i s t i y o r : — Sansürlü kahve... D i y o r d u . A n l a ş ı l a n T ü r k kahvesinin tadı hoşuna g i t m i ş ola­ caktı. — E m r e d e r s i n i z . . . D i y e c e v a p v e r d i m . Ve hemen şekerli k a h v e y i yine özene bezene pişirerek misafire götürdüm. Sansürlü kahve diye

her halde tek şekerli

k a h v e y i kasdetmiş olacaktı. —

Mersi...

Diye

karşılıkta bulundu.

Döndüm,

gidiyordum ki, t e k r a r zile basarak beni çağırdı. A ş a ğ ı ­ da çantasının olduğunu ve alıp g e l m e m i rica etti. Ç a n ­ tayı getirdim.

T e k r a r d a n teşekkür etti. Bu babayani

kılıklı d e v l e t a d a m ı üzerimde çok hoş bir etki bırak­ mıştı. Misafir devlet d a r kaldı.

adamı

Sarayda

birbuçuk saat ka­

Görüşmelerden çok memnun olarak ayrıl­

dı. M e m l e k e t i n e gidince duyduğumuza g ö r e A t a t ü r k ' ü çok övmüş. Bu arada biz h i z m e t k â r l a r a da bir ilgi k ö şeciği

a y ı r m a y ı unutmamış:

« Ö n ü n d e k i kurbağa şek­

lindeki zili çalıyor. H e m e n çok zeki bir h i z m e t k â r g e ­ l i y o r . Derhal verilen emirleri harfi harfine yerine g e t i ­ r i y o r » demiş...

120

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

IRAK K R A L I F A Y S A L I N GELİŞİ

I R A K K r a l ı I . F a y s a l ' ı n A n k a r a ' y a gelişind e y i n e hareketli günler

geçirmiştik. Üç

g ü n k a d a r yurdumuzda konuk kalan K r a l , A t a t ü r k ta­ rafından i l g i y l e

karşılanmıştı.

K r a l şerefine M a r m a r a Köşkünde bir z i y a f e t v e rildi. B u z i y a f e t t e M e c l i s B a ş k a n ı K â z ı m Özalp, Baş­ bakan İ s m e t İnönü, U m u m î K â t i p T e v f i k Bey, B a ş y a ­ ver, B a k a n l a r hazır

bulunuyorlardı. Z i y a f e t çok sa­

m i m i bir hava içinde g e ç t i . Y e m e k t e n sonra, K r a l , G a z i O r m a n Çiftliği'nde gezdirildi. Ü ç günlük resmî z i y a r e t t e n sonra K r a l , trenle İstanbul'a h a r e k e t etti. I r a k K r a l ı , hiç t e I r a n Şahı'na benzemiyordu. A k ş a m ­ ları birkaç kadeh viski y a d a k o k t e y l i ç m e y i unutmu­ yordu. Özel hayatı ç o k sakindi. K e n d i halinde görünü­ y o r d u . K i b a r tavırlıydı. B o ğ a z ı n a düşkün değildi. Ör­ neğin A f g a n Kralı gibi pilâv merakı yoktu.

GİZLİ

121

D E F T E R İ

JAPON VELİAHDINA V E R İ L E N DERS

J A P O N Veliahdı A n k a r a ' y a kendisini

garda

g e l d i ğ i gün

karşılamak için

Dışişleri

Bakanı T e v f i k Rüştü A r a s , Cumhurbaşkanlığı U m u m i Kâtibi mülkî

Tevfik erkân

Bey,

Başyaver

Rüsuhi

Bey ve

askerî,

istasyona g i t m i ş l e r d i .

Japon Veliahdı trenden inince yalnız Mareşal F e v ­ zi

Ç a k m a k ' l a Dışişleri

ellerini

sıkmış,

Bakanı

öbürlerine

pek

T e v f i k Rüştü ilgi

Aras'ın

göstermemiş.

Bu

hal T e v f i k ve Rüsuhi B e y l e r i n çok canını sıkmış. Çan­ k a y a K ö ş k ü ' n e geldikleri z a m a n A t a t ü r k , B a ş y a v e r i v e T e v f i k B e y ' i holde karşıladı. T e v f i k B e y ' e : — Japon Veliahdı'nı nasıl buldunuz? D i y e sorunca T e v f i k B e y birden boşandı. İ s t a s y o n ­ da u ğ r a d ı k l a r ı muameleyi aynen

anlattı:

— P a ş a m , Veliahd bizi a d a m yerine koyup, elleri­ m i z i bile sıkmadı. Dedi. Bunun üzerine —

Atatürk:

Çok m a ğ r u r olmasınlar. Gurur i y i bir şey d e ­

ğildir. D i y e hem kanaatini belirtti, hem de ileri görüş­ lülüğünün bir örneğini daha verdi. N i t e k i m aradan y ı l ­ lar g e ç t i k t e n sonra o gururlu, kibirli veliahdın k o s k o c a

122

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

Japon İmparatorluğu, M ü t t e f i k l e r i y o k edeceği düşün­ cesiyle savaşa girmiş, f a k a t sonunda büyük bir y e n i l g i ­ ye uğramıştı. Veliahdın gelişinden bir saat sonra M a r m a r a K ö ş kü'nde bir öğle y e m e ğ i verildi.

Veliahd'a G a z i O r m a n

Ç i f t l i ğ i gezdirildi. A t a t ü r k , Veliahd'a çok nazik davra­ nıyordu. Bu hali beni epeyce üzmüştü. Ö y l e ya, kendi­ sini karşılamağa giden i l g i l i devlet a d a m l a r ı m ı z ı hiçe sayarak ellerini bile sıkmak inceliğini g ö s t e r m e y e n bir insana, ister Veliahd olsun bu iltifatlar n i y e y d i ? H â l â bu nezakete bir anlam v e r e m i y o r d u m . A t a t ü r k , Japon Veliahdının kabalığına iyiden i y i y e içerlemişti. Ö y l e ya, Dünyanın öbür ucundan kalk, dost bir m e m l e k e t e g e l de, seni karşılıyanların elini sıkma... Bu

kabalığa incelikle

cevap v e r m e k ve

onu utandır­

m a k g e r e k t i . B u yüzden A t a t ü r k , V e l i a h d ' a çok nâzik davranıyor,

iltifat

ediyordu.

Hattâ

ziyafet

sofrasının

özenle hazırlanmasıyla kendi uğraşmıştı. Yemek

arasında

açmıştı. Veliahd'a cevap

vermesine

Atatürk,

çeşitli meydan

Japon

tarihinden

sorular soruyor, bırakmadan

söz

daha onun

sorusunun

kar­

şılığını yine kendisi v e r e r e k Veliahd'ı h a y r e t t e n h a y r e t e düşürüyordu. sıralıyor,

Atatürk,

k a d a r Japonya'nın Veliahd

tarihte

Japon mitolojisinden adamakıllı

ünlü

Japon

söz ediyor,

savaşlarını bir Japon

coğrafyasından ö r n e k l e r veriyordu. şaşırmıştı.

O y s a Japonlar z e k i olurlar derler. B i z i m misafirin a ğ z ı açık, A t a t ü r k ' ü n ezbere okuduğu Japon şairlerinin şiirlerini dinliyordu. Ö y l e sanıyorum ki, V e l i a h d kendi m e m l e k e t i n e ve milletine dair bir çok şeyleri, o g e c e yabancı bir m e m l e k e t t e , o m e m l e k e t i n d e v l e t başkanı­ nın ağzından ö ğ r e n m i ş t i .

GİZLİ

DEFTERİ

123

Japon Veliahdını şaşırtan o l a y şöyle olmuştu: A t a ­ türk herkesi kendine hayran bırakmasını bilen insan­ dı. Japon Veliahdının gelişinden birkaç gün önce Ja­ ponya'ya mişti.

ait

bir

hayli

V e l i a h d ' a bunları

kitap

karıştırmış,

bilgi edin­

s ö y l e m e ğ i düşünürken,

istas­

yondaki o can sıkıcı olay m e y d a n a g e l m i ş . A t a t ü r k te Japon

misafirimize

yukarda

anlattığımız

şekilde

ilgi

gösterip m e m l e k e t i n e ait birçok soru sormuş ve c e v a ­ bını yine kendisi vererek, ona h a k e t t i ğ i dersi incelikle anlatmıştı.

124

A T A T Ü R K ' Ü N

EMİR

1937

YILINDA

Ürdün

Emiri

U Ş A Ğ I N I N

ABDULLAH'ıN Y A T L A GEZİSİ

Abdullah,

yurdu­

muzu z i y a r e t ediyordu. E m i r önce A n k a ­ r a ' y a gelmiş, sonra da A t a t ü r k ' l e birlikte özel trenle İstanbul'a hareket

etmişlerdi.

E m i r ' i karşılamak için

İstanbul'da

büyük bir ha­

z ı r l ı k g ö z e çarpıyordu. T a k l a r kurulmuş, caddeler Ü r ­ dün ve Türk b a y r a k l a r ı y l a donatılmıştı. E r t u ğ r u l y a t ı hazırlanmış, H a y d a r p a ş a İki lak

rıhtımında bekliyordu.

büyük devlet a d a m ı H a y d a r p a ş a Garında par­

bir

karşılama

törenle

karşılandı.

hazırlıklarıyla

karşılamalarda

alışılmış

Vali

kendisi her

şey

Muhittin

Üstündağ

uğraşmıştı. yerine

Bu

tür

getirilmişti.

E m i r Abdullah, E r t u ğ r u l y a t ı y l a D o l m a b a h ç e rıh­ t ı m ı n a çıktı. D o l m a b a h ç e Sarayında özel dairede mi­ safir edildi. D a h a sonra da F l o r y a Köşkü'ne gidildi. O sırada Ertuğrul y a t ı n a bir e m i r g e l d i : — F l o r y a köşküne

gidiniz...

Deniliyordu.

Y a t t a g e r e k l i h a z ı r l ı k l a r ı bitirdikten sonra F l o r y a K ö ş k ü ' n e g i t t i k . E m i r Abdullah y a t a mihmandarı, y a ­ v e r i ile geldi. Y a l o v a ' y a doğru yola çıktık. E m i r ' i n y a t ­ la yapılan bu M a r m a r a gezisi çok hoşuna

gitmişti.

U z u n zaman y a t ı n denizde bıraktığı köpükten izlere

GİZLİ

DEFTERİ

125

daldı. Y a p a y a l n ı z yemeğini yedikten sonra biraz y a t ­ m a k üzere

k a m a r a y a indi.

Bana d a :

— A d a önüne gelince beni kaldırın... verdi.

Diye emir

Y a t A d a önlerine g e l m i ş t i . E m i r ' i uyandırmak üze­ re k a m a r a y a inince bir de ne g ö r e l i m ? E m i r hazretleri soyunmadan da

yatmış.

keyfiyesini

Ayağında

reye

pantolon,

çıkarmış. K ı r ç ı l sakallı

Emir,

başın­ aslında

çok güzel bir yüze sahipti. F a k a t onu güzel ve heybetli gösteren

başındaki

keyfiyesi imiş. Onu çıkarınca, saç­

sız başı cascavlak m e y d a n a çıkmış. B i r süre onu bu haliyle s e y r e t t i m . Uyandırıp uyandırmamak

arasında

kısa

bir

duraklama

geçirdikten

sonra emrini yerine g e t i r d i m . E m i r keyfiyesini başına koyduktan

sonra A d a l a r ı s e y r e t m e k üzere

güverteye

çıktı. Saat

onaltı

Yalova Emir'i

sıralarında

Yalova'ya

k a r ş ı l a m a ğ a çıktı.

geldik.

Başta

Bütün

şehir bando­

su olduğu halde ellerinde b a y r a k l a r sallıyan öğrenciler ve kalabalık bir halk topluluğu,

büyük

şenliklerde bu­

lundu. A l k ı ş l a r arasında otomobiline bindi ve b a n y o ­ ların bulunduğu y e r e hareket ettik. Burada

Atatürk'ün

fir edildi. E m i r

kendisine

ait

köşkünde

misa-

şerefine bir gün önce saz ve musiki

heyeti olarak F l o r y a Köşkü'ne gönderilen Münir N u rettin idaresindeki kemanî R e ş a t E r e r , R e f i k ve F a h i re Fersan. Vecihe

D a r y a l , C e v d e t K o z a n o ğ l u ve iki

hanende. E m i r ' i n isteği üzerine Y a l o v a ' y a getirtilmişti. E m i r , müzik faslından o kadar memnun Ürdün'e

döndükten

sonra

larda T ü r k musikisi den

Atatürk'e

kalmıştı

yazdığı

ki,

mektup­

hakkındaki beğenilerini bildirme­

yapamamıştır. E m i r şerefine

Yalova'da

v e r i l e n alaturka m ü z i k

126

A T A T Ü R K ' Ü N

U Ş A Ğ I N I N

z i y a f e t i çok güzel oldu. Gerçekten eşsiz bir g e c e ya­ şadık. Saz ve şarkılar g e c e yarısına k a d a r sürüp g i t t i . T ü r k müziğinin ahengine kendini kaptırarak huşu içinde m ü z i k dinleyen Ürdün E m i r i , o g e c e M ü n i r N u r e t ­ tin

Selçuk'a bir hayli Gece

yarısından

iltifatta bulunmuştu. sonra müzik faslına son

verildi.

M e c l i s de dağıldı. H e r k e s y a t a k odalarına çekildi. M i s a ­ f i r l e r sabah geç kalkar diye düşünmüştüm. F a k a t E m i r hazretlerinin sabah k a r a n l ı ğ ı kalktığını görünce şaşır­ d ı m . Sabah namazını, Y a l o v a ' n ı n zümrüt g i b i göründü­ ğü

balkonda

işaret

ederek

olduğunu

kılmıştı. beni

Namaz

çağırmış,

bittikten

zevkin

sonra

sabah

eliyle

namazında

söylemişti.

Emir

hazretlerine

Y e m e k t e n sonra

güzel

bir

kahvaltı

hazırladım.

otomobile binerek B a l t a c ı v e M i l l e t

çiftliklerini gezdi. Bu Y a l o v a gezisi öyle sanıyorum ki, Emîr'in

çok hoşuna g i t m i ş t i . T e k r a r E r t u ğ r u l Y a t ı n a

binerek

İstanbul'a

döndük. O g e c e y i D o l m a b a h ç e Sa-

rayı'nda geçiren E m i r , bir gün sonra m e m l e k e t i m i z d e n a y r ı l a r a k Ürdün'e döndü,

127

GİZLİ DEFTERÎ

İNGİLTERE KRALI N A H L İ N YATINDA

İNGİLTERE

K R A L I 8. E d w a r d ' ı n yurdu-

m u z a gelişi 1936 yılına rastlar. K r a l , N a h lin y a t ı y l a İstanbul'a gelmişti. Z i y a r e t , özel nitelikte olduğu için W i n d s o r Dükü unvanını taşıyordu. B ö y l e olduğu

halde

kendisine

çok büyük

karşılama töreni

yapılmıştır. Atatürk,

konuk K r a l ı T o p h a n e rıhtımında karşı­

ladı. Tepebaşı'ndaki İ n g i l i z Sarayı'na k a d a r kendi o t o m o b ' l i y l e götürdü. Y o l d a halk tarafından g ö r ü l m e m i ş g ö s t e r i l e r yapıldı. T ü r k i y e Cumhurbaşkanı ile A n a f a r talarda dize g e t i r d i ğ i İ n g i l i z devletinin

alınyazısını

elinde tutan hükümdarının y a n y a n a otomobilde g ö r ü ­ nüşü, a y r ı bir anlam, a y r ı bir önem taşıyordu. A t a t ü r k , büyük misafiri saat onaltı sularında D o l ­ mabahçe Sarayı'nın Somaki salonunda kabul etti. G ö ­ rüşme

sırasında

Tevfik

Rüştü

İ n g i l i z Büyükelçisi, Aras

ta

hazır

Dışişleri B a k a n ı

bulunmuştu.

O

akşam

Dolmabahçe'de verilen akşam z i y a f e t i çok parlak o l ­ muş, A t a t ü r k ' ü n , İ n g i l i z Sarayı'nda verilen z i y a f e t l e r i yakından bilen birisine h a z ı r l a t t ı ğ ı sofra. K r a l ı sanki büyülemiş,

A t a t ü r k ' ü n zekâsına ve

inceliğine

hayran

kalmıştı, ö y l e ki, bir punduna g e t i r i p K r a l , kendisini İ n g i l t e r e ' d e sandığını bile söylemişti.

ATATÜRK'ÜN

128

UŞAĞININ

Y e m e k sırasında hoş mu, yoksa nahoş d e m e k mi lâzım

kestiremiyeceğim

bir olay g e ç t i .

Garsonlardan

biri fazla heyecanlandığı için mi nedir, elindeki büyük porselen tabakla y e r e yuvarlandı. Sofradakilerin utanç içinde şey

önlerine b a k t ı k l a r ı anda

olmamış gibi

Atatürk,

K r a l ' a doğru e ğ i l e r e k

her şeyi ö ğ r e t t i m ,

f a k a t uşaklığı

sanki hiçbir «Bu

millete

öğretemedim» diye

hem meseleyi kapattı, hem de o r t a l ı ğ ı neşeye boğdu. Yurdumuzda üç gün kalan İ n g i l t e r e K r a l ı , birçok g e z i n t i l e r yapmış, misafirler onuruna bir de deniz g e ­ zisi düzenlenmişti. K o n u k Hükümdardan M o d a ' d a dü­ zenlenen bir deniz y a r ı ş ı n ı görmesi rica edilmiş, spor­ sever İ n g i l i z l e r de bu isteği seve seve kabul etmişlerdi. Ertesi günü K r a l v e maiyeti N a h l i n y a t ı y l a M o d a y a r ı ş alanına geldi. B i z de A t a t ü r k ' ü n bulunduğu E r tuğrul

yatıyla

ayni

yere

vardık.

Az

sonra

Kral

ve

çevresi bizim y a t a g e l e c e k l e r i için hepimiz heyecanlıy­ dık. E r t u ğ r u l yatında o zamanın Başbakanı Celal Bayar, İ s m e t İnönü, F e t h i O k y a r bulunuyordu. Biz de­ mir

attıktan

sonra

uzaktan

Kralın

motoru

göründü.

M o t o r d a n İ n g i l i z K r a l ı 8 . E d w a r d v e M a d a m Sipmson çıktılar. madam

Arkalarından

da

daha g e l i y o r d u .

İngiliz

Büyükelçisi

ile

iki

129

GİZLİ DEFTERİ

M A D A M SİMPSON'A SUNDUĞU KAHVE İ N G İ L T E R E K R A L I 8 . E d w a r d v e öbür mi­ safirler Türk

kahvesi

Ertuğrul verildi.

değil, ev sahibinden

yatındayken Servis,

başlıyordu.

kendilerine

usulen Bu

misafirden

yüzden önce iki

kahve g e t i r d i m . A t a t ü r k ' ü n yüzüne b a k t ı m . B ö y l e za­ manlarda O'ndan m i m i k l e emir a l m a y ı alışkanlık ha­ line g e t i r m i ş t i m . Başının değil, gözünün en küçük bir hareketiyle de ne d e m e k istediğini h e m e n anlar, ona göre hareket ederdim. A t a t ü r k hemen g ö z ü y l e K r a l ı işaret etti. Götürüp k a h v e y i K r a l a sundum. İkinci k a h v e y i d e A t a t ü r k ' e g ö ­ türdüm.

F a k a t nedense

kahveyi

içmedi.

Ayağa

kal­

k a r a k M a d a m Simpson'a kendi eliyle sundu. A t a t ü r k , kadınlara karşı her z a m a n nazik v e s a y g ı l ı y d ı . T o p l u m içinde kadının rolünün önemini, fırsat buldukça savu­ nurdu. K a h v e y i m i s a f i r e v e r d i k t e n sonra da bana dö­ nerek: — B a n a da bir sade kahve g e t i r . . . d i y e e m i r bu­ yurdu. İşte

Atatürk'ün

eliyle

kahve

sunduğu

kadının

« M a d a m S i m p s o n » olduğunu o z a m a n öğrendim. K r a l da m a d a m l a çok f a z l a ilgileniyordu. F a k a t nedense çok düşünceliydi. P e k keyifli olan A t a t ü r k ' ü n neşesine istem i y e r e k k a t ı l ı r g i b i bir hali vardı. Onu neşelendirmek ve kederini d a ğ ı t m a k için A t a t ü r k bütün zekâsını kul­ lanıyordu denebilir. M a d a m Simpson, b i r ara elindeki dürbünle yerin-

130

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

den kalkınca, K r a l d a başıyla A t a t ü r k ' t e n izin i s t e y e ­ rek

yerinden kalkıp,

ayrılış

biraz

madamın

uzayınca,

Atatürk

arkasından fısıltı

gitti.

Bu

halinde:

— K r a l ı n m a d a m a karşı zaafı olduğunu g ö r ü y o ­ rum. K o r k a r ı m ki, t a h t ı n ı bu kadın yüzünden kaybede­ cek... Dedi. N i t e k i m zaman, İ n g i l t e r e tahtının akıbetini daha önceden gören A t a t ü r k ' ü h a k l ı çıkaracak, kısa bir süre sonra yirminci yüzyılın en büyük aşklarından biri or­ t a y a çıkmış olacaktı. D i l l e r e destan olan bu macera, İ n g i l i z K r a l ı 8. E d w a r d ' ı n taht ve tacından ç e k i l m e siyle mutlu bir sonuca erişecek, M a d a m Simpson, W i n d sor Dükü'nün eşi olacaktı. O gün y a t t a k i g ö r ü ş m e çok samimi bir h a v a için­ de geçmiş, K r a l , A t a t ü r k ' ü n g ö n d e r d i ğ i i k i sandık si­ g a r a için teşekkür e d e r e k : — İ ç i m i çok g ü z e l . . . A l ı ş m a k t a n korkuyorum. İ n ­ giltere'ye gittikten

sonra bunlardan

bir m i k t a r d a h i

g ö n d e r m e n i z i rica e d e c e ğ i m . . . D e m i ş , Atatürk —

ise:

Emredersiniz... D i y e

Kral

da

Atatürk'e

iki

karşılıkta sandık v i s k i

bulunmuştu. göndermişti.

A t a t ü r k , bu viskilerden çok hoşlandığını, içerken daima onu h a t ı r l ı y a c a ğ ı n ı söylüyordu. M o d a ' d a yelken y a r ı ş l a r ı başlamıştı. K r a l , çok sev­ d i ğ i bu deniz sporunu z e v k l e seyretti. Oradan F l o r y a ' y a doğru hareket ettik. M a r m a r a k ı y ı l a r ı boyunca İstanbul c a m i siluetlerinden K r a l bir türlü g ö z l e r i n i a y ı r a m ı y o r ­ du. Konuşulan konu da minare, A y a s o f y a üzerinde g e ­ çiyordu. Onları F l o r y a ' y a bırakıp döndük. Kral

şerefine

sonra F l o r y a ' d a

bir

kokteyl

parti

verildi. Deniz köşküne ve plajın kumuna hayran kalan K r a l , ilerde birkaç z a m a n k a l m a k için g e l e c e ğ i n e söz v e r e r e k İstanbul'dan ayrıldı.

GİZLİ

DEFTERÎ

131

ROMANYA KRALI K A R O L ' Ü N GELİŞİ

R O M A N Y A K r a l ı K a r o l , 1933 yılında, İ n ­ g i l t e r e K r a l ı 8 . E d w a r d ı n İstanbul'a g e l ­ d i ğ i N a h l i n y a t ı y l a yurdumuza g e l m i ş t i . Y a t ı İ n g i l t e r e ' deki bir konttan kiralamıştı. K r a l yurdumuzu resmen ziyaret etmiyor,

İ n g i l t e r e ' y e y a p t ı ğ ı y a r ı resmi

bir

geziden dönerken uğruyordu. Y a t y i n e Dolmabahçe ön­ lerinde d e m i r l e m i ş t i . K r a l , A t a t ü r k ' ü z i y a r e t isteğinde bulunmuş « K a b u l buyururlar m ı ? » d ' y e haber göndermişti. A t a t ü r k t e rahatsız olduğunu ileri sürerek « M u k a b i l z i y a r e t t e n af ederlerse buyursunlar» demişti. A t a t ü r k , K r a l ı sürekli olarak istirahatte bulunduğu Savarona y a t ı n d a kabul etti. R a h a t s ı z olduğu halde, hastalığını K r a l a belli e t m e m e k için bütün

dikkatini

kullanıyordu. K r a l l a Cumhurbaşkanı,

Savarona'nın İskelesinde

karşılaştılar. Y a t a k odasının yanındaki kabul salonuna kadar beraberce v e görüşerek g e l d i l e r . R o m e n K r a l ı n ı n Savarona y a t ı n d a A t a t ü r k ' l e g ö ­ rüşmesi sırasında yanlarında D r . N e ş e t Ö m e r de bulu­ nuyordu. A t a t ü r k , hastalığı nedeniyle doktorun sürek­ li olarak kontrolü altında tutuluyor, y e m e k l e r d e p e r h i z

132

ATATÜRK'ÜN

yapmasına

elden g e l e n bütün

dikkat

UŞAĞININ

gösteriliyordu,

i ç k i içmesi kesin o l a r a k yasak edilmişti. A t a t ü r k ' ü n R o m e n K r a l ı K a r o l ' u a ğ ı r l a d ı ğ ı sofra­ ya bu yüzden -içer korkusuyla- içki konmamış, çeşitli m a d e n suları sıralanmıştı. Misafire p r o t o k o l g e r e ğ i hiç değilse bir kadeh içki sunmak gerekiyordu. F a k a t K r a l içerken,

ev

sahibinin içmemesi

tuhaf kaçacaktı. Onu

s a y m a m a k gibi bir şeydi. Atatürk,

durumu

olanca kuvvetiyle

Neşet

Ömer'e

açınca,

doktor

buna karşı koydu. P r o t o k o l g e r e ğ i

bir devlet hükümdarına içki sunmamanın ne k a d a r ayıp kaçacağını N e ş e t Ö m e r çok iyi biliyordu.

Fakat

ne

v a r ki, A t a t ü r k ' ü n sağlığı, ondan çok daha önemliydi. Hastalığı hatırı

artmasın d a

varsın R o m e n

Fakat doktoru

Atatürk

çabucak

olağanüstü

razı

etti.

kandırma

fakat A t a t ü r k ,

kuvvetiyle

A r a l a r ı n d a kısa süren pa­

z a r l ı k sonunda şuna k a r a r v e r i l d i : cak,

hükümdarının

kalsındı.

S o f r a y a içki kona­

kendi kadehinden ancak bir par­

m a k içecekti. D o k t o r bunu bizlere de bildirdi. K a d e h ­ lere içkiyi koyarken fazla

Atatürk'ünkine bir

parmaktan

kaçırmıyacaktık.

S o f r a y a çeşitli i ç k i l e r gelmişti. A t a t ü r k ' ü n kade­ hini doldurmağa hazırlanırken p a r m a ğ ı n ı yanlamasına d o ğ r u değil de, dikine doğru tutarak bize doğru dön­ dü. N e ş e t Ömer'in ve hepimizin h a y r e t dolu bakışları arasında: — Doktor,

bir p a r m a k

içeceksin,

dememiş miy­

d i n ? D i y e sordu. Romen Kralıyla

görüşme iki saat k a d a r sürdü.

A t a t ü r k , konu B a l k a n A n t a n d ı n a g e ç t i ğ i İçin hastalı­ ğını

unutmuş, konuştukça konuşuyor,

bu

hal de onu

GÎZLÎ

DEFTERÎ

133

halsiz düşürüyordu. A t a t ü r k ' ü n jestleri, mimikleri, se­ sinin tonu karşısında K r a l , büyülenmiş gibiydi. T e r c ü ­ manın sözlerinden çok A t a t ü r k ' ü n jestlerine ve sesi­ nin ahengine d a l d ı ğ ı belli oluyordu. Sonunda g ö r ü ş m e bitti. A t a t ü r k , hastalığına rağmen, y i n e zinde bir hal­ de K r a l ı Savarona'nın iskelesine k a d a r g e t i r i p , uğur­ ladı. Bu sırada A t a t ü r k ' ü n g a y r e t sarfettiğini gördüm. Sonradan anlattıklarına g ö r e K r a l K a r o l , hayatı­ nın son günlerini y a ş a y a n bir büyük insan karşısında çok büyük üzüntüye kapılmış ve y a t ı n merdivenlerini inerken: « S i z i n için bilmem ama, bizim için daha iki y ı l yaşaması l â z ı m » demiş.

134

ATATÜRK'ÜN UŞAĞININ

İLK

T Ü R K F İ L M İ N İ N A S I L GÖRDÜ?

OZAMANLAR

yılda ancak b i r k a ç tane

T ü r k filmi ç e v r i l i r ve bunlar

haftalarca

sinemaların afişlerinde kalırdı. İzinli bir günümde si­ n e m a y a g i t m i ş t i m . T ü r k filmciliğinin y e n i yeni parla­ m a ğ a başladığı günlerdi. Muhsin Ertuğrul'un « İ s t a n b u l S o k a k l a r ı » filmi oynuyordu. A k ş a m dönüşte A t a t ü r k ' l e karşılaştım. — N e r e y e g i t t i n ? D i y e sordu. S i n e m a y a g i t t i ğ i m i söyledim. — Güzel m i y d i ? —

F e v k a l â d e . . . D i y e cevap v e r d i m .

A t a t ü r k e m i r v e r d i . H a z ı r l ı k yapıldı. V e o g e c e « İ s t a n b u l S o k a k l a r ı » filmine g i t t i . Saat y i r m i ü ç sıra­ larında döndüğü z a m a n : — Çelebi Efendi, i y i v a k i t g e ç i r d i k . D e d i . A t a t ü r k ilk T ü r k filmini işte b ö y l e benim tavsi­ y e m üzerine g ö r m ü ş ve hoşuna g i t m i ş t i . İsteseydi o f i l m i K ö ş k e g e t i r t i r , oturduğu y e r d e n

seyredebilirdi.

A m a A t a t ü r k bir halk çocuğuydu. H a l k ı n içinde yaşa­ m a k t a n hoşlanıyor,

onun g i t t i ğ i y e r l e r e g i t m e k için

vesileler arıyordu. S i n e m a y a gidiş te sadece bir vesi­ leden başka bir şey değildi. Sinemada halkla beraber film

görmek,

onun

daha

çok

hoşuna g i t m i ş t i .

GİZLİ

135

DEFTERİ

F E N E R B A H Ç E ' Y E BAĞIŞI

F E N E R B A H Ç E Kulübü i ç i n A t a t ü r k ' t e n uygun bir bağış istemişler. O da beşyüz l i ra bağışta bulunmuştu. A t a t ü r k , F e n e r b a h ç e ' y e özel bir i l g i beslerdi. R e ş i t G a l i p hemen haberini g e t i r d i : — Çelebi... Çelebi... Gazi,

F e n e r b a h ç e ' y e beşyüz

lira teberruda bulundu. D i y e müjdeyi v e r d i O zamanın beşyüz lirasının bugünün beşbin lirası­ na karşılık olduğunu s ö y l e m e ğ e b i l m e m lüzum v a r mı?

136

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

S A M S U N ' A N İ Ç İ N ÇIKMIŞ?

P R O F E S Ö R A f e t H a n ı m , bir gün tarih d e r . sinde bir ö ğ r e n c i y i derse k a l d ı r ı y o r . K o n u M i l l î Mücadele T a r i h i d i r ve A t a t ü r k ' ü n kurtuluş hare­ ketine başlamak üzere Samsun'a a y a k basışına ilişkin bölümdür. Çocuğa soruyorlar: — A t a t ü r k Samsun'a niye

çıktı?

H e r k e s « V a t a n ı kurtarmak, bizi hürriyete kavuş­ t u r m a k » gibi bir ş e y l e r beklerken, çocuk ne desin: — M e n f a a t i icabı... E ğ e r Samsun'a çıkmamış, ol­ saydı, O'nu öldüreceklerdi... A f e t İnan'ın tepesinden sanki k a y n a r su boşanmış. Çocuğu

azarlamakla

kalmamış,

bir de sıfır numara

v e r m i ş . F a k a t çocuk inandığı düşünceden dönecek cins­ t e n değil. Özür bile d i l e m e m i ş . . . A f e t İnan o k a d a r sinirlenmiş ki, t a r i f edemem. Y a n a k l a r ı k ı z a r m ı ş . H i d d e t l e salonda dolaşır buldum. B i r a z sonra A t a t ü r k geldi. Onu bu halde görünce bir o l a y ı n g e ç t i ğ i n i anladı ve sordu. A f e t İ n a n da o gün t a r i h dersinde g e ç e n o l a y ı A t a t ü r k ' e anlattı. A n l a t ı r ­ ken hırsından tırnaklarını koparıyordu. A t a t ü r k g ü l ü m s e y e r e k bütün

söylenenleri dinle­

d i k t e n sonra: — H a k l ı çocuk... D e d i . Sen ona sıfır değil, tam numara v e r m e l i y d i n . Bu

da

Atatürk'ün

hoşgörü sahibi

olduğunu

tenkitler karşısında göstermektedir.

ne

kadar

GİZLİ

DEFTERİ

137

RUSLARLA

BİR E Ğ L E N C E GECESİ

CUMHURİYETİN

Onuncu

Yıldönümü g e -

cesiydi. O gece a r a m ı z d a İki M o s k o v a ' l ı misafir de

bulunuyordu.

V o r o ş i l o f ve

ara Rusya'nın e n yüksek m e v k i i n d e

Budyni...

«Sovyet

Bir

Yüksek

Şûrası Presidium B a ş k a n ı » olarak g ö r e v yapan M a r e ­ şal Voroşilof ve arkadaşı, o z a m a n Rus Ordusunda g e ­ neraldiler v e İ s m e t İnönü ile R e c e p P e k e r ' i n M o s k o ­ v a ' y a y a p t ı k l a r ı g e z i y e karşılık v e r i y o r l a r d ı . Onuncu Y ı l g e ç i t törenini i z l e y e n konuklar, o ak­ şam Cumhurbaşkanlığı köşkünde verilen akşam y e m e ­ ğinde hazır bulundular. Sofra ellidört kişilikti. Budyni, A t a t ü r k ' ü n solunda,

V o r o ş i l o f sağında y e r almışlardı.

Voroşilof ve Budyni'nin üzerlerinde özenle dikilmiş askeri üniformalar vardı. Y e m e k masası V i y a n a l ı ünlü odun ustasına

(Hosmaister)

ısmarlanmıştı.

birbirine eklenince Gazi'nin baş harfi

Masalar

( G ) harfi çıkı­

yordu. Y e m e k büyük bir neşe içinde sürüyordu. V o r o ş i ­ lof, her konuşmasının başında: —

Recep

Peker

yapar...

Recep

P e k e r bilir...

D i y e söze başlıyordu. R e c e p P e k e r , o z a m a n « C u m h u r i y e t H a l k Fırkası U m u m î K â t i b i » idi. Rusya'da her işi F ı r k a U m u m î K â ­ tibi

( S t a l i n ) y a p t ı ğ ı için, bizde de U m u m î

Kâtibin

138

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

y a p t ı ğ ı n ı sanıyor v e R e c e p P e k e r ' e ö z e l bir i l g i g ö s ­ teriyordu. K i m s e işin farkında değildi. A t a t ü r k hemen duru­ mu anladı ve Stalin t a r z ı bir idarenin bizde de v a r m ı ş duygusunu misafirlerin üzerinden k a l d ı r m a k için t o p ­ l a n t ı y ı d a ğ ı t m a k lüzumunu duydu. A t a ' n ı n bir işareti üzerine y e m e k sona e r m i ş olan toplantı dağıtıldı. H e p beraber kalkılıp H a l k e v i balosuna gidildi. Şahane bir baloydu bu... edildi,

dansa

kalkıldı.

B i r süre a y a k t a sohbet

Atatürk

te

misafirlere

uyup

dans etti. A t a ' n ı n en sevdiği dans, V a l s t i . H a l k e v i n d e n Orduevi'ne gidildi. A s ı l eğlence bu­ radaydı. Gelenler asker olduğuna g ö r e askerce bir e ğ ­ lence daha y a k ı ş ı k almıştı. Orduevinde bütün ordu za­ bitanı,

generaller de

hazır bulunuyordu.

Saat üç sularında eğlencelerin en hararetli olduğu sıra

Atatürk

emretti.

Bütün

subaylar

Voroşilof

ve

Budyni'yi elleri üzerine alıp salonda g e z d i r m e ğ e başla­ dılar.

M ü z i k « M a v i T u n a » valsiydi. R u s g e n e r a l l e r i

alkışlar

arasında

omuzlarda

taşınıyorlardı.

D e r k e n bizim zabitan coşarak A t a t ü r k ' ü de eller üzerinde taşımak istedi, A t a t ü r k , g ü l ü m s e y e r e k e l i y l e İsmet İnönü'yü gösterdi. omuzlara Omuzlara

alınarak alınan

Bir

havada

üç

saniye

içinde İnönü,

gezdirilmeğe

kişinin dolaşması,

başlandı.

m ü z i k bitene

k a d a r sürdü. Eğlencelerden çevresinde

sonra bütün g e n e r a l l e r A t a t ü r k ' ü n

toplandılar.

M i s a f i r l e r O'ndan bazı

şeyler

ö ğ r e n m e k niyetindeydiler. Zaten gelişlerinin asıl nede­ ni de, bu amaca dayanıyordu. F a k a t A t a t ü r k , bu us­ t a c a düzenlenmiş oyuna düşmedi. V o r o ş i l o f a: — B i z asker insanlarız. Siyasete a k l ı m ı z S i y a s e t i siviller konuşsun... D i y e kestirip attı.

ermez.

GİZLİ

DEFTERİ

139

S o v y e t g e n e r a l l e r i onuruna v e r i l e n o g e c e k i z i y a ­ fette, Orduevi'ndeki eğlenceler sırasında bir ara konuk­ l a r arasında bulunan General İ z z e t t i n Çalışlar'ın g e r ­ danının R e c e p P e k e r

tarafından

gıdıklandığı, A t a ­

türk'ün gözünden kaçmadı. R e c e p P e k e r bir ara sa­ londa dolaşmış ve masasında oturan İ z z e t t i n Çalışlar'ın gerdanını g ı d ı k l a m a k istemişti. R e c e p P e k e r i n rütbesi ise

yüzbaşıydı. A t a t ü r k ' ü n bu duruma çok canı sıkılmış olacak ki,

ertesi günü İ s m e t İnönü'yü ç a ğ ı r a r a k : — R e c e p P e k e r i n dün akşam y a p t ı ğ ı n ı gördünüz m ü ? B i r yüzbaşı efendisi olan R e c e p P e k e r , nasıl olur da bir P a ş a ' n ı n yüzünü okşuyor. D i y e r e k İnönü'den bu işi önlemesini ve R e c e p B e y ' i n istifa etmesini emretti. İ ş t e R e c e p P e k e r i n istifasına sebep, bu hareketi­ dir. Cumhuriyet H a l k Partisi, bu tarihten sonra F ı r k a Kâtibi Umumiliğinden mıştır.

alınarak Başbakanlığa bağlan­

140

A T A T Ü R K ' Ü N

U Ş A Ğ I N I N

SAMİ P A Ş A ' N I N E Ş İ N İ N SÜSÜ YIL 1931.

Dolmabahçe

S a r a y ı ' n d a çok

parlak bir düğün oluyor, generallerden bi­ rinin k ı z ı evleniyordu. Yurdun bütün tanınmış kişileri düğüne çağrılıydılar. H e r yanda şık elbiseli g ü z e l ha­ nımlar, g e n ç kızlar, yakışıklı erkekler g ö z e ç a r p ı y o r ­ du. T ü r k i y e ' n i n B e r l i n

Büyükelçisi

olan K e m a l e t t i n

S a m i P a ş a ve eşi de konuklar arasındaydı. E l ç i ve eşi d i k k a t i çekecek kadar şık g i y i n m i ş l e r ­ di. K e m a l e t t i n Sami P a ş a ' n ı n eşi A r a p dünyasında ta­ nınmış bir prensesti. N e kadar mücevheri v a r s a hepsi­ ni t a k m ı ş t ı denebilir. Yürüdükçe pırıl pırıl y a n ı p sö­ nen mücevherlerle herkesin bakışlarını üzerinde toplu­ yordu. Sanki ışıklardan yapılı bir sütunu andırıyordu. Prensesin bu aşırı süsü, çok g e ç m e d e n A t a t ü r k ' ü n de dikkatini çekti. Canının sıkıldığını a n l a m a k t a g e ­ c i k m e d i m . Bütün neşesi b i r anda uçup g i t m i ş t i . Dans b i t e r b i t m e z K e m a l e t t i n S a m i P a ş a ' y ı y a n ı n a çağırdı. A y a k t a şu şekilde konuştu: — L ü t f e n e t r a f ı n ı z a bir bakın. N e k a d a r g ü z e l v a r ­ sa hepsi tabii... H i ç bu k a d a r elmaslısına

rastlıyor

musunuz? Sizin hanımefendi bujular içinde. K e n d i çir­ kinliğini k a p a m a k için kuyumcu dükkânına benzemiş. K e m a l e t t i n Sami P a ş a , eşiyle beraber salonda da­ ha çok kalamadı. H e m e n Saray'dan ayrıldı. Eşinin bu k a d a r süslenmesine ve hoş o l m a y a n bu durumu y a r a t ­ masına o da çok üzülmüş ve pişman olmuştu. Ç o k şık g i y i n e n A t a t ü r k , süsten, g ö s t e r i ş t e n t i k ­ sinir, böyle şeylerden u z a k

dururdu. T a m bir salon

a d a m ı olduğu halde, tabiilikten hiç bir z a m a n ayrıl­ m a z , göründüğü g i b i o l m a y ı y e ğ tutardı.

GİZLİ

DEFTERİ

141

SAKARYA KÖPRÜSÜNDE

BİR

gece

saat

Köprüsünün ben ve trende

iki

sularındaydı.

üzerinden trenle

çalışan R ı z a adındaki

Sakarya geçerken,

arkadaşla A t a ­

türk'ün y e m e k yemesini bekliyorduk. T r e n i n tekerlek­ lerinin ç ı k a r d ı ğ ı t i k taklardan başka hiçbir ses duyul­ muyordu. İ k i m i z i n de gözünden uyku akıyordu. U z a k ­ ta, siyah, simsiyah bir gece boşlukta uzanıyor, ara sı­ ra bir a ğ a c ı n g ö l g e s i ,

bir saniyenin

onda

biri k a d a r

bir zaman için penceremize düşüp kayboluyordu. A t a ­ türk, y e m e k t e n başını kaldırıp b i z e : — N e r e d e n g e ç i y o r u z ? D i y e sordu. —

Paşam,

Sakarya

Köprüsünün

üstünden...

Di­

y e karşılık v e r d i m . — P e k i . . . D i y e kesti attı. Konuşmanın daha u z a y a c a ğ ı n ı sanıyordum. Y a n ı l ­ m a m ı ş ı m . A r a d a n kısa bir süre g e ç i n c e A t a t ü r k , yaşı­ mın kaç olduğunu sordu. Yirmi olduğunu söyledim. Ba­ şını

salladı.

Sonra

trende

çalışan arkadaşa da

yaşını

sordu. Onun y a ş ı da y i r m i değil m i y m i ş ? A t a t ü r k , y a ş ­ larımızı öğrenince: — Siz çocuksunuz. Yunanlıların burasını işgal et­ t i ğ i n i bilmezsiniz...

142

ATATÜRK'ÜN UŞAĞININ

D e y i n c e i k i m i z d e bir a ğ ı z d a n : — Paşam biliriz. Siz olmasaydınız Yunanlıları bu­ radan kim ç ı k a r a c a k t ı ? Siz kurtardınız. Siz y a p t ı n ı z . . . D i y e başladık konuşmağa. B i z g e r ç i içimizden g e l d i ğ i gibi çok samimi bir şekilde

konuşuyorduk. F a k a t y a p t ı ğ ı m ı z , dalkavukluk­

tan başka bir şey değildi. A t a t ü r k ' ü n de dalkavukluğa n e k a d a r kızdığını çok yakından biliyorduk. F a k a t bi­ z i m s a m i m i y e t i m i z e inandığı için sözlerimize k ı z m a d ı . Ve şu olağanüstü k a r ş ı l ı ğ ı v e r d i : — Ben hiç bir şeyi k u r t a r m ı ş d e ğ i l i m . Y a l n ı z bu t o p r a ğ ı Y u n a n kumandanlarından daha i y i tanıyordum. Onun

için onlar m a ğ l û p oldular.

GİZLİ

DEFTERİ

143

Y A K I N L A R I N A V E R D İ Ğ İ DERS

ATATÜRK'ün

her g e c e k i sofralarından b i -

r i . . . Sofrada C e v a t

Abbas, R e c e p Zühtü,

K ı l ı ç A l i , R e c e p P e k e r , T a h s i n Ö z e r gibi y a k ı n arka­ daşları,

sofrasının g e d i k l i

konukları

bulunuyordu.

C e v a t Abbas, hanımı tarafından A t a t ü r k ' e ş i k â y e t edilmiş olacak ki, bir süre onu süzdükten sonra sofradakilere şu dersi verdi. Cebinden

sigara

tabakasını

çıkardı.

İçinden

iki

s i g a r a seçti. B i r tanesini kendi y a k t ı . B i r tanesini de C e v a t Abbas'a

attıktan

sonra

şunları söyledi:

— B i r z a m a n l a r g e n ç bir subaydınız.

Hanımları­

nız da g e n ç kızlardı. Sevişip evlendiniz. O z a m a n f a ­ kirdiniz. Şimdi h e m zenginsiniz, hem de mebussunuz. O zaman güzel kart geliyor.

olan aileleriniz

Aklınızı

şimdi

size

çirkin

ve

başınıza alınız ve o kadınlara

kötü m u a m e l e e t m e y i n i z .

144

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

GİT M E K T U B U GETİR

A T A T Ü R K ' ü n yanında çalıştığım oniki y ı l içinde

başımdan

çok ilginç o l a y l a r g e ç ­

miştir. F a k a t onlardan hiçbiri, adıma g e l e n bir m e k ­ tup nedeniyle tarafından sorguya çekilmem k a d a r beni heyecanlandırmamış,

korkutmamıştır.

H â l â hatırladık­

ça bir ürperti g e ç i r i r i m . A t a ' n ı n m a n e v î e v l â d ı N e b i l e H a n ı m ı n Darüşşaf a k a Lisesi

orta

k ı s m ı altıncı sınıfında

okuyan

Mu­

v a f f a k Reslan adında bir kardeşi vardı. Ç o c u k bir gün S a r a y a ablasını g ö r m e ğ e geldi. A k ş a m y e m e ğ i n i abla­ sının yanında beraberce yediler. Y e m e k t e n sonra çocuk benden g i z l i c e bir bira istedi. Buzluktan birayı alarak g e t i r d i m . Ablasından g i z l i o l a r a k birayı içti, teşekkür e t t i . B i r gün sonra çocuk okula, biz de A n k a r a ' y a g i t ­ tik. B i r süre geçince çocuk bana bir m e k t u p gönder­ miş. Mektubu A t a t ü r k a r m a l ı bir k â ğ ı d a yazıp, A t a ­ türk armalı bir z a r f a k o y m u ş . P o s t a idaresi bu m e k ­ tubu bana g ö n d e r m e y i p , Hususî K a l e m Müdürü H a s a n R ı z a S o y a k ' a u l a ş t ı r m ı ş . B e n i m tabiî bunların hiç bi­ rinden haberim yok. H a s a n R ı z a S o y a k mektubu d o ğ ­ ruca A t a t ü r k ' e götürür. Z a r f ı belli etmeden açıp, içindekileri A t a t ü r k ' e okur. Sonra nın üzerine

koyar.

O

özenle

k a p a t a r a k masa­

sırada o d a y a g i r e n

arkadaşım

GİZLİ

DEFTERİ

145

sofracı Tahsin Efendi, benim a d ı m a y a z ı l m ı ş mektubu görünce

alır,

görünce

vermez,

fakat

Atatürk

saklar.

armasını

Mektup,

zarfın

üstünde

masanın üstünden

y o k olunca t a b î herkes benim a l d ı ğ ı m ı sanır. O akşam sofrada hiç bir şeyden haberim o l m a d ı ğ ı halde mektubu benim a l d ı ğ ı m ı sanan A t a t ü r k , konuk­ ların önünde bana dönerek: — Çelebi Efendi, dün g e c e seni rüyamda g ö r d ü m . B e n i m a r m a m l a sana bir m e k t u p g e l m i ş . Bu m e k t u p nerede? D e y i n c e birden şaşırdım. K a f a m ı yordum. N e r e d e n gelebilirdi ki... Fakat

Atatürk'ün

Önce önem v e r m e d i m .

söylediği,

alt

tarafı

rüya

idi.

Mektubu A t a t ü r k t e k o y m u ş

olabilirdi. — Bana m e k t u p g e l m e m i ş t i r e f e n d i m . . . H e m tu­ haf değil mi? Bendeniz de sizi dün g e c e rüyada g ö r ­ düm... D e y i n c e . — N a s ı l g ö r d ü n ? D i y e sordu. —

Sizin elbisenizi bana

g i y d i r i y o r l a r d ı . Ben de

g i y m e d i m . B i r k ö p e k gelip, üstümdeki

elbiseyi y ı r t t ı .

Dedim. —

Y a a . . . D e d i . Sonra yeniden:



G i t mektubu g e t i r . . . D i y e tutturdu.

M e k t u p t a n haberim o l m a d ı ğ ı n a A t a t ü r k ' ü bir tür­ lü inandıramıyordum. Sonunda sofradaki konuklar, işe karıştılar: — Çocuğum, g i t odana. Bavuluna bakıver. D e y i n ce: — E f e n d i m , y o k böyle bir şey... D i y e b i l d i m . H e y e c a n ve üzüntüden b i t k i n bir hale g e l m i ş t i m . N e söylesem, n e yapsam karşımdakileri inandıramıyac a ğ ı m ı anlamıştım. A t a t ü r k , b o c a l a d ı ğ ı m ı görünce: F . 10

146

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

— Ç a ğ ı r bana H a s a n R ı z a B e y i . . . D e d i . H e m e n y a v e r l i ğ e telefon

edildi. H a s a n R ı z a S o -

y a k ı n S o v y e t Büyükelçiliğinde k o r d i p l o m a t i ğ e v e r i l e n z i y a f e t t e olduğunu söylediler. B e n de A t a ' y a durumu anlattım. — Rus Sefaretine telefon edilsin. H e m e n g e l s i n . . Dedi. T e l e f o n edildi v e b i r a z sonra H a s a n R ı z a S o y a k geldi.

Beni ve sofracıları dışarı çıkardılar. M i s a f i r l e r

içerde kaldı. B i r k a ç d a k i k a sonra da H a s a n R ı z a So­ yak

salondan —

ayrıldı.

Hemen

arkasından koşup:

K u z u m m e k t u p k i m d e n ? D i y e sordum.

S e r t ç e bir d i l l e : — N e b i l e H a n ı m ı n kardeşi M u v a f f a k Reslan'dan. D e y i n c e rahatladım. Salona g i r d i ğ i m z a m a n A t a ­ türk bana: — Çelebi Efendi. Sen namuslu bir çocuksun, bili­ y o r u m . Dedi. — P a ş a m , sizin rüyanız hakikat. F a k a t bana mek­ tup falan gelmedi. D i y e ilk ifademde israr e t t i m . E r t e s i günü sabahleyin Hasan R ı z a

Soyak'ın

şo­

förü N e c m i Efendi, daha ben y a t a k t a y k e n mektubu g e ­ tirdi. O gün ö ğ l e y e m e ğ i n d e mektubu A t a t ü r k ' e v e r ­ d i m . M e k t u p t a selâmdan başka şey y o k gibiydi. A n n e ­ anneye selâm, A f e t H a n ı m a selâm, R u k i y e

Hanıma

selâm... F a k a t yine d e A t a t ü r k : — Mektubu v e r H a s a n R ı z a B e y e . T a h k i k a t y a p ­ tırsın. Dedi. Ben d e mektubu H a s a n R ı z a S o y a k ' a v e r ­ d i m . Sonra okulda çocuğu sorguya çektiklerini ö ğ r e n ­ d i m . B e n d e böylece t e m i z e ç ı k t ı m . . .

GİZLİ

DEFTERİ

147

YÛŞA HAZRETLERİNİN DERGÂHI

ATATÜRK

Harbiye'de

ö ğ r e n c i y k e n hafta

tatillerinde B e y k o z ' d a Y û ş a Efendi D e r g â hı'nın Şeyhine konuk gider,

Şeyh te O'na ve beraber

g e l e n öbür gençlere

bırakmamalarını,

büyük adam unutmamış.

okulu

olmalarını Boğaz'dan

okuyup

öğütlermiş. A t a t ü r k bunu hiç her g e ç i ş i m i z d e

başını

Bey­

koz'un üstündeki D e r g â h a doğru ç e v i r e r e k eski anıları tazeler v e b i z e : — E ğ e r bize Şeyh H a z r e t l e r i o k u m a aşkı v e r m e seydi, halimiz nice olurdu? D e r dururdu.

148

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

E R T U Ğ R U L Y A T I N I BATIRIRIM

ATATÜRK

İstanbul'da

bulunduğu

Boğaz'da ve Marmara'da

sıralar

yatla gezmeğe

bayılır, yorgunluğunu a n c a k bu şekilde çıkarırdı. B i r yaz

günü

akşam

üstü

yine

B o ğ a z ' a doğru

bir

gezi

düzenlettirmişti. A t a t ü r k önemli bir şeye k ı z m ı ş ola­ c a k ki, yanına g i r d i ğ i m d e : —

E r t u ğ r u l y a t ı n ı b a t ı r ı r ı m . . . D i y e sertçe konu­

şuyordu. O sırada K a v a k ' l a r ı n önüne gelmiştik. A k ı n t ı n ı n e t k i s i y l e y a t başladı beşik gibi sallanmağa. H e r k e s : — P a ş a m , h a v a fena, dönelim... D i y o r . A t a t ü r k : —

H a y ı r olmaz, B o ğ a z ' d a n çıkalım. D i y e d i r e t i y o r ­

du. B o ğ a z ' d a n ç ı k a r a k Zonguldak'a g i d i l m e s i isteni­ yordu. T a m o sırada y a t ı n güvertesinde Seyrüsefain İ d a ­ resinin Müdürü Sadullah B e y ' e r a s t l a d ı m : —

B e y i m , hava çok kötü. Bu şartlar altında g i d e ­

m e y i z . . . D e y i n c e bana g ü l d ü : — Bir

B i z A t a ' y a söyledik, kızdı. Sen söyle. D e d i . an

durakladım.

Atatürk,

dediği

dedik

bir

adamdı. B i r şeye k a r a r v e r d i mi, onun üzerinde di­ r e t m e k boştu. F a k a t bir huyu da v a r d ı ki, a k l a y a t k ı n

GİZLİ

149

DEFTERİ

dilekleri y e r i n e g e t i r m e k t e n çekinmezdi.

Cesaretimi

toplayıp hemen salonun kapısı önüne g e l d i m . A t a t ü r k ' e damdan düşer g i b i : — P a ş a m , ilerki burundan dönelim mi ? D e y i n c e : —

P e k i dönelim... Dedi.

Doğrusu

bu

kadar k o l a y l ı k l a A t a t ü r k ' ü razı ede­

bileceğimi a k l ı m a g e t i r m e m i ş t i m bile. Onun için bir­ den bire şaşırıp kaldım. B i r yandan da seviniyordum. Hemen

merdivenin

dibinde

heyecanla

benden

cevap

bekleyen Sadullah B e y ' i n yanına k o ş t u m : — P a ş a H a z r e t l e r i ilerki burundan dönmemizi em­ retti... D e y i n c e Sadullah B e y ' i n sevinçten g ö z l e r i yaşardı. Bana

ödül

olarak

bir

maaş

ikramiye

verilmesi

için

kamara müdürü M u z a f f e r B e y ' e e m i r verdi. O z a m a n almış olduğum a y l ı k y i r m i y e d i liraydı. Ömrümde aldı­ ğ ı m t e k ödül de işte bu paradır.

150

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

A N K A R A LİSESİ'NDE

BİR gün Ç a n k a y a Köşkünden otomobile bi­ nip y o l a koyulduk. G i d e c e ğ i m i z y e r bilin­ miyordu. Çoğunluk ö y l e olur, y o l a çıktıktan sonra ka­ r a r verilirdi. A t a t ü r k şoför R e m z i E f e n d i y e : —

A n k a r a L i s e s i ' n e . . . D i y e seslendi.



Başüstüne

Paşam.

Diye

cevap

verip A t a t ü r k

Lisesine gittik. A t a t ü r k , çeşitli sınıflara girdi. Dersleri izledi. Sı­ ralarda

öğrencilerle

yanyana

oturdu.

Öğretmenlerin

ders anlatışlarını yakından gördü. K i t a p l a r ı karıştırdı. T a h t a y a kaldırılan öğrencilere

başladı çeşitli sorular

sormağa. Çocukların hepsi kırmamağa vermek

kolay

landırmak

h e y e c a n içindeydiler. B i r pot

çalışıyorlardı. değildi.

ta

Atatürk, cevaplardan

Öyle

ya

iki

Atatürk'ün

başlıbaşına çocukların

bir

sınav

kendi

çok memnundu.

sınav

birden

sorularını

cevap­

gibiydi.

çaplarında

verdikleri

T a m okuldan ç ı k a c a ğ ı ­

m ı z sırada genç bir ö ğ r e t m e n : —

P a ş a m , sizden bir r i c a m var... D i y e yaklaştı.

Atatürk:

var.



P e k i anlatınız... D e y i n c e şunları s ö y l e d i :



Burada

Öğle

pek

zamanı

çok bunları

zengin hususi

ve

vekil

çocukları

otomobilleri

gelip

GİZLİ

DEFTERİ

151

alıyor, y e m e ğ e götürüyor. Y a h u t t a sefertasları içinde g a y e t g ü z e l çeşit çeşit y e m e k l e r g e l i y o r . Bunları öbür çocukların yanında y i y o r l a r . ların y i y e c e k e k m e k l e r i bile hocalar

pek

çok

üzülüyoruz.

Oysa öbür çocuk­

y o k . Bu durumdan b i z Ama

elimizden

hiçbir

gey g e l m i y o r . Ç o k k r i t i k bir konuydu bu. A t a t ü r k ' ü n yüzü dü­ şünceli bir hal aldı. Ne d i y e c e ğ i n i O da şaşırmıştı. Bir

an

düşündükten

sonra:

— Bunlar z a m a n l a düzelir. kirdir...

D i y e c e v a p verdi.

Şimdi

m e m l e k e t fa­

152

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

AMERİKALI GAZETECİ

ANKARA

PALAS

büyük

balolara

Oteli

sahne

salonları

olur

ve

sık

sık

bunların

bazılarında şeref konuğu o l a r a k A t a t ü r k te ç a ğ r ı l ı bu­ lunurdu. B i r g e c e y i n e

böyle

büyük balolardan

biri

v e r i l i y o r d u . K ı z ı l a y eliyle düzenlenen baloda A t a t ü r k dans

ederken,

elinde

viski

kadehiyle

dolaşan

uzun

boylu bir a d a m a yaklaştı. Duruşundan bir y a b a n c ı ol­ duğu

anlaşılıyordu.

Atatürk, — Aras

yanında

bulunan

Tevfik

Rüştü

Aras'a:

Bu m ö s y ö k i m d i r ? D i y e sordu. T e v f i k Rüştü ta:



P a ş a m , A m e r i k a n gazetecisidir... D e y i n c e ta­

nıştırılmasını istedi. Tanıştırıldılar. A t a t ü r k ' l e yabancı g a z e t e c i arasında F r a n s ı z c a o l a r a k şu konuşma g e ç t i : Önce konuk A m e r i k a l ı y a : —

H a n g i ırktansınız? D i y e sordu.



A m e r i k a l ı y ı m . . . C e v a b ı n ı alınca d a :

— H a y ı r siz A m e r i k a l ı d e ğ i l karşılıkta

A m e r i k a l ı önce mazlık

Türksünüz. D i y e

bulundu.

olduğunu

şaşırmıştı.

sanarak yine

A r a l a r ı n d a b i r anlaş­ ilk sözünde

diretince

Atatürk: — K r i s t o f K o l o m b ' t a n elli yıl e v v e l T ü r k l e r A m e k a ' y ı keşfetmişler. D i y e başladı a n l a t m a ğ a . A m e r i k a l ı can

kulağiyle

dinliyordu.

GİZLİ

DEFTERÎ

153

A t a t ü r k , buna örnek o l a r a k müzelerimizde c e y l a n derisinden

yapılmış

haritaların

bulunduğunu,

Ameri­

k a ' y a g i d e r k e n rastlanan K a y ı k A d a l a r ı n ı n T ü r k ç e ol­ duğunu, T ü r k ç e d e k a y ı ğ a sandal da dendiğini, K a n a r ­ y a A d a l a r ı n ı n adının ( K a n a r i ) o l a r a k yazıldığını, K a nari'nin bizim Türkçede K a n a r y a olduğunu anlattıktan sonra

Amerikalıya:



Siz A m e r i k a l ı l a r O r t a A s y a ' d a n hicret ettiniz.

Olsanız

olsanız T ü r k olabilirsiniz.

D i y e sözlerini b i ­

tirdi. A m e r i k a l ı A t a t ü r k ' ü g i t t i k ç e artan bir heyecan v e şaşkınlıkla dinliyordu.

Bunca

yıllık

meslek hayatında

ülkesi hakkında bu denli ilginç bilgileri olan k i m s e y e hiç

rastlamamıştı.

Atatürk'ün

çekiciliğinden

kendini

bir türlü k u r t a r a m ı y o r , daha çok konuşması için tür­ lü bahaneler buluyordu. Görüşme saatlerce sürdü. B i r ara

Amerikalı —

şimdi

birkaç

çevresindekilere:

tanıdığım

karşı k a r ş ı y a y ı m . . .

Amerikalı sonra

gazetecinin,

Hayatımda

gazeteci günlüğüne

en

harikulade

adamla

D e d i ğ i n i hatırlıyorum. Atatürk'ün geldiği

ilgisini

gördükten

Türkiye'deki

kalışını

uzattı. Günlerce müzelerimizde incelemeler yaptı, ça­ lıştı, n o t l a r aldı. —

A m e r i k a ' y a gidince d e :

B i z A m e r i k a l ı l a r T ü r k t e n başka bir şey d e ğ i ­

liz... Diye yazılar yazmış. Bizim Türk gazeteleri de A m e r i k a l ı n ı n yazılarını çevirmişlerdi.

154

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

SON HALİFE'NİN GÖZYAŞLARI

CUMHURİYET'İN

kuruluşundan

sonra

H a l i f e l i k t e kaldırılmış, son H a l i f e A b ­ dülmecit bin-i Abdülaziz E f e n d i yurttan kovulmuştu. 1924 y ı l ı M a r t ayında A b d ü l m e c i t E f e n d i ' y i bir g e c e birdenbire

yurttan

ayrılmağa

zorlamışlar,

onun

iki

gün hazırlık y a p m a k için istediği izni bile, B ü y ü k Millet Meclisi'nden çıkan kanunu kendisine gösterip, « d a ­ kika

tehiri

mucibi i d a m d ı r »

gerekçesiyle

kendisine

vermemişlerdi. Abdülmecit

Efendi'yi

Çorlu

istasyonuna

kadar

otomobille götüren şoförü Mustafa, o o l a y ı sonradan bana anlatmıştı. Ben burada y a z ı l a r l a i l g i s i bulundu­ ğundan anlatmadan Abdülmecit sonra

«millî

geçemiyeceğim:

Efendi,

iradeye

emri

üzüntüyle

dinledikten

boyun e ğ e r e k d ö r t karısı,

bir

odalığı, çocukları Dürrüşvar v e Ö m e r F a r u k ' l a p e r d e ­ leri inik üç a y r ı kapalı otomobile bindirilip Ç o r l u ' y a götürülüyor. H e r hangi bir olayın çıkmaması için de Sirkeci'den trene bindirilmiyor.

Yolda

Abdülmecit

E f e n d i şoförüne: — Mustafa, sen de benimle g e l i r m i s i n ? D i y e so­ ruyor.

GİZLİ

155

DEFTERİ

Mustafa,

efendisinin

gidişinden

çok

üzüntülüdür.

F a k a t onu k ı r m a k t a i s t e m i y o r . Ö y l e ya, birbirlerini bir daha hiç g ö r e m i y e c e k l e r . — G e l m e k ç o k isterdim ama, burada doğdum, ç o ­ luk çocuğum karşılık

burada.

Bunlardan

ayrılamam...

Diye

veriyor.

M e c i t E f e n d i b u sözlerden çok duygulanmıştır. Ü züntüsünü belli e t m e m e ğ e çalışıyor a m a b o ş : — A h , ne olurdu, beni de bu v a t a n ı n bir köşesinde g ö z a l t ı n d a bıraksalardı... D i y e b i l i y o r . O anda M e ­ cit Efendi'nin gözlerinden bir dizi

yaşın

süzüldüğünü

görüyor. A r a d a n ç o k z a m a n g e ç t i ğ i halde şoför hiçbir z a m a n

bu

konuşmayı

aklından

Mustafa,

çıkaramadığını

söylemektedir. Halife

Türkiye'den

nırında büyük güçlüklerle

ayrıldıktan

sonra İ s v i ç r e

karşılaşmış.

sı­

D ö r t karısı o l ­

duğu için oranın kanunlarına g ö r e içeri sokulmak i s ­ tenmemiş. A n c a k d e v l e t başkanının özel izniyle İ s v i ç ­ re'ye

girebilmiştir.

156

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

MASRAFINI CEBİNDEN ÖDERDİ

1930 Y I L I N D A Y D I K . Büyük M i l l e t

Meclisi

y a z tatiline g i r m i ş t i . H e r y a z olduğu g i bi bu y ı l da tatili İstanbul ya da Bursa'da g e ç i r e c e k ­ tik. Programda

önce

Bursa

yer

almıştı.

Derince'de

E r t u ğ r u l y a t ı y l a M u d a n y a ' y a gidilecek, oradan o t o m o ­ billerle Bursa'ya geçilecekti. B e n a y r ı o l a r a k B i l e c i k K a r a k ö y ü n d e n otomobille B u r s a ' y a gidip, bu tarihi y e ­ şil

şehrin

türk'e

sayfiyesi olan Ç e k i r g e ' d e Bursalıların A t a ­

armağan

ettiği

köşkün hazırlanması için

çalı­

şacaktım. Böyle önce şitli

gezilerde

Çankaya

Köşkünden

çıkılmadan

son akşamlar sofraya hep paşalar çağırılır, yurt

meseleleri

Bursa'ya

çe­

görüşülürdü.

hareketimizden

önce

de

son g e c e

yine

paşalar çağrılıydı. Başta M a r e ş a l F e v z i Ç a k m a k oldu­ ğu

halde yüksek rütbeli bütün subaylar toplanmışlar­

dı. G e c e saat 24'e doğru sofra dağıldı. K o n u k l a r b i r e r ikişer g i t t i l e r . E r t e s i g ü n d e y o l a çıktık.

GİZLİ

157

DEFTERİ

Önce o t o m o b i l l e r kılavuz t r e n e konmuş, daha son­ r a polis v e muhafız kıtası bindirilmişti. T r e n D e r i n c e ' y e varınca otomobiller E r t u ğ r u l y a t ı y l a M u d a n y a ' y a gelen

Atatürk'ü

karşılayıp

Bursa'ya

götürmek

için

harekete g e ç i r i l d i . O sırada ben Bursa'da V a l i ve B e l e d i y e Başkanıyla Köşkün y a t a k ve

sofra takımlarını hazırlıyor, hasır­

ları t e m i z l e t i y o r d u m . Burada

sırası

gelmişken

şunu

da

söyliyeyim

A t a t ü r k hiçbir y e r d e Belediyelerin konuğu

ki,

olmamış,

her yerde masrafı cebinden ödemiştir. Y a l n ı z 1927 y ı ­ lında

İstanbul'a

ilk

gelişinde

İstanbul

Belediyesi'nin

konuğu olarak kaldığını hatırlarım. Öbür y ı l l a r İstan­ bul'a gelişinde m a s r a f ı hep kendi ödemiştir. H i ç bir otelcinin, gazinocunun etkisinde k a l m a m ı ş t ı r .

Onlar

her ne k a d a r p a r a a l m a k istemezlerse de A t a t ü r k : —

Bir

daha

gelmem

sonra...

Diyerek

parasını

öder v e b a ş y a v e r e sorardı; — Gazinocu parasını aldı m ı ? V e r i l d i cevabını almadan d a g a z i n o d a n çıkmazdı.

158

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

OTOMOBİLLERİ

B U R S A ' d a bir hafta kaldıktan sonra o t o ­ mobillerle Y a l o v a ' y a g i t t i k .

Otomobiller

deyince sanmayın yüzlerce otomobil vardı. Sadece se­ k i z tane. B i r i açık y a z l ı k , biri kapalı i k i L i n c o l n , üç Buick, bir Benz M e r c e d e s . . . İ k i n c i Cumhurbaşkanı zamanında bu sayı onsekize çıkmıştır. Oysa İ s m e t İnönü, R u s y a ' y a y a p t ı ğ ı g e z i d e n döndüğü zaman, S o v y e t yönetiminin etkisinde kalarak Bakanların

altından

arabalarını

aldırmak

istemişti.

T e v f i k Rüştü A r a s ' l a Şükrü K a y a K ö ş k e g e l e r e k A tatürk'e —

durumu

anlattılar.

Atatürk:

B e n i m o t o m o b i l l e r i de kaldırıyor m u ? D e y i n ­

ce: — H a y ı r P a ş a m , sizinkilere dokunmuyor. Cevabı­ nı aldı. Bunun üzerine: — Yahu, böyle şey olur m u ? B i r v e k i l i n altından o t o m o b i l alınır m ı ? Bu ne biçim iş... D i y e söylendi. Şükrü K a y a : —

B i z de kabul e t m e y i z . . . Dedi.

O sıralar İ s m e t İnönü, bir yıl kadar resmi araba­ y a binmedi. K e n d i hususi otomobiliyle M e c l i s ' e v e B a ş ­ bakanlığa

gidip

geldiydi

GİZLİ

159

DEFTERİ

«ELBİSELERİMİ YAKIN» YALOVA'DA

uzun süre kaldık. A k ş a m l a r ı A -

tatürk'ün sofrası yine konuklarla dolup taşı­ y o r , birçok y u r t sorunları bu sofrada görüşülüyordu. B i r akşam y e r l i m a l ı kullanılması üstüne bir konuş­ ma oldu. H e r k e s düşüncesini söylüyor,

yurtta yerli

endüstrinin g e l i ş m e s i için büyük bir k a m p a n y a açıl­ ması, herkesin y e r l i m a l ı yemesi, y e r l i malı g i y i n m e ­ s i isteniyordu. Y e r l i M a l ı bugünlere

H a f t a s ı ' n ı n açıklanışı d a

rastlar.

A t a t ü r k , herkesin öne sürdüğü zamanki

dikkatiyle

— Bundan

dinledikten

sonra

önder

düşünceleri, her

sonra:

olarak

benim

de

yerli

malı k u l l a n m a m l â z ı m . G a r d r o p t a k i elbiselerimi g e ­ tirin. Köşkün önünde y a k ı n . . . E m r i n i v e r d i . H e r k e s t e bir sessizlik.... O şen, g ü ­ rültülü sofra sanki bir anda m e z a r sessizliğine bürün­ müştü. H e r k e s birbirinin yüzüne bakıyordu. Sessizliği İlk

önce

konuklar

arasında

bulunan

Ulus

Gazetesi

başyazarı F a l i h R ı f k ı A t a y b o z m a ğ a cesaret edebildi: — Paşam,

bu

elbiseleri y a k m a y ı n ,

birer tanesi­

ni bizlere verin. B i z de hâtıra o l a r a k saklayalım... D e ­ yince A t a t ü r k hafifçe, gülümsedi: — P e k i , dedi. Orada hazır bulunan herkese b i r e r k a t elbise v e ­ rildi. Bunların a r t ı k o elbiseleri hâtıra olarak mı sak­ ladıklarını, y o k s a g i y e r e k m i eskittiklerini bilemem. Bir

gün

sonra

Beyoğlu'nun

tanınmış

terzilerin­

den A r m a n Y a l o v a ' y a getirildi. A t a t ü r k , K ö ş k t e k i l e r i n g ö z l e r i önünde

yerli

kumaştan

diktirdi. O olaydan sonra

elbisesini

kestirdi ve

A t a t ü r k , elbiselerini hep

y e r l i kumaştan o l a r a k A r m a n ' a diktirmiştir. B i r da­ ha da İ s v i ç r e ' d e n kumaş g e l m e d i .

160

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

HÂZIM'I N A S I L GÜREŞTİRDİ?

H A Z I M A t a t ü r k ' ü n e n sevdiği aktördü. A n k a r a ' d a n İstanbul'a g e l d i ğ i z a m a n l a r H â z ı m ı sofrasında g ö r m e k ister v e temsil sonrası otomobilini göndererek bu büyük sanatçıyı Saray'a getirtir, karşılıklı sanat sohbetleri yapardı. N e ş e , espri havası içinde g e ç e n toplantı sırasında çeşitli konular üzerinde görüşülür, tartışılırdı. Y i n e bir gece, g e ç saatlerde H a z ı m , A t a t ü r k ' ü n sofrasındaydı. K o n u spora gelmişti. A t a t ü r k , sanat­ ç ı y a şöyle sordu: — H a z ı m , hiç spor y a p t ı n mı ö m r ü n d e ? Hazım, A t a t ü r k ' ü n güreşi sevdiğini v e Çoban M e h m e t ' i de koruduğunu bildiğinden : — Gençliğimde biraz güreş y a p t ı m Paşam... D i ­ ye a t m a s i y o n bir karşılık verdi. A r a d a n beş - altı saat g e ç m i ş , spor konusu unu­ tulmuştu. Bu arada A t a t ü r k ' ü n , yaverinin kulağına e ğ i l e r e k bir şeyler söylediği g ö z d e n kaçmadı. Y a v e r hemen uzaklaştı ve daha beş dakika bile g e ç m e d e n yanında Muhafız A l a y ı n d a n seçme yarı beline kadar çıplak leventendam on pehlivan erle beraber göründü. H e r k e s şaşkınlık içinde ne olacağını m e r a k l a bek­ liyordu. A z önce söylediklerini unutan H a z ı m , başına

GİZLİ

DEFTERİ

161

geleceklerden habersiz,

gelenlere

b i r a z da

şaşkınlıkla

bakıyordu. A t a t ü r k keyifli k e y i f l i : — Kuzum

Hazım,

şunlarla

güreş

te,

marifetini

görelim... D e m e z m i ? H â z ı m ' d a bir anda şafak atmıştı. ni

toparlayıp,

işin

içinden

sıyrılmağa

H e m e n kendi­ çalıştı:

— A m a n P a ş a m , ben g e n ç l i ğ i m d e güreştim... G ü ­ reşi falan ç o k t a n unuttum. Bunlar benim pestilimi çı­ karırlar... A m a A t a t ü r k kararlıydı.

İ l l e d e H â z ı m ' ı güreş-

tirecekti. G ü l ü m s e y e r e k : — Sen Bunlar

neşenle

senin

kalpleri,

karşında

tuşa g e t i r m i ş adamsın.

dayanır

mı?

D e y i n c e g ö z l e r i yaşaran H a z ı m , A t a t ü r k ' ü K ı r a ­ m a y a c a ğ ı n ı a n l ı y a r a k çaresiz ceketini çıkardı. K o l l a ­ rını sıvayarak pehlivanların yanına sokulup

yavaşça :

— Bak, ben pehlivan falan d e ğ i l i m . B i z i m şimdi v a z i f e m i z P a ş a ' y ı e ğ l e n d i r m e k . . . S i z kendinizi boş b ı ­ rakın. Ben sizi t u t a c a ğ ı m . Diye

onların

saflıklarından

yararlanıp,

masanın

önüne kadar g e t i r d i . Başta duran pehlivanın bir anlık dalgınlığından yararlanarak, hemen el - ense yere dü­ şürmeğe

çalışınca

Atatürk:

— B r a v o ! . . Y a ş a H a z ı m . . D i y e bağırdı. Salon kah­ kahadan

kırılıyordu.

Sabaha karşı sofra d a ğ ı l ı r k e n H a z ı m çevresinde­ kilere :.. — M e ğ e r Paşa'nın

önünde

g ü r e ş m e k ne

kadar

zormuş. K u y r u k sokumuma k a d a r terledim... Diyordu.

F . 11

162

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

A D A L I AYŞE H A N I M Ç A N K A Y A K ö ş k ü n d e yine bir a k ş a m zi­ y a f e t i . . . İstanbul sosyetesinin tanınmış kişilerinden A d a l ı A y ş e H a n ı m v e eşi A s a f bey d e konuklar

arasında bulunuyordu.

Saat g e c e n i n ikisine

y a k l a ş m ı ş t ı . P i s t t e k i çiftler a z a l d ı ğ ı bir sıra A t a t ü r k , A y ş e H a n ı m ı dansa kaldırdı. H a t ı r ı m d a kaldığına gö­ re

bir v a l s

çalıyordu.

A y ş e H a n ı m ı n eşi A s a f B e y i n bir ara elinde ta­ bancayla a y a ğ a k a l k m a k istediği görüldü. M e d e n î K a ­ nun

ç o k t a n alınmıştı.

Türkiye,

çağdaş u y g a r l ı k dü­

z e y i n e y ü k s e l m e k için d e v adımlarla ilerliyordu. Ba­ tının bütün yeniliklerini benimsiyorduk. D a n s t a n tabii bir şey v a r m ı y d ı ?

Ü s t e l i k A d a l ı A y ş e H a n ı m v e eşi

d e sosyeteden g e l m e y d i l e r . A s a f B e y i n tabancasının A t a t ü r k ' ü hedef tutaca­ ğ ı n ı hiç sanmıyorum. Onun olsa olsa sarhoşluğun etki­ siyle bu kat

daha

tabancayı ç e k m i ş olduğu düşünülebilir. F a ­ ayağa

kalkmadan

yanında

bulunan

Sinop

m i l l e t v e k i l i R e c e p Zühtü'nün onu bir y u m r u k t a y e r e sermesi bir oldu. R e c e p Zühtü, A s a f B e y i n elindeki küçük tabanca yı bana verdi. B e n de sofra d a ğ ı l d ı k t a n sonra başyav e r Celal B e y e g ö t ü r d ü m . A t a t ü r k ' ü n bütün bunlardan haberi yoktu. Dansı­ nı bitirdikten sonra konukların yanına oturmuştu. D u ­ rumu

ancak ertesi günü

a k ş a m sofrasında A t a t ü r k ' e

anlattılar. K ı z a c a ğ ı n ı sanıyorduk. G ü l e r e k : — Y a h u ne v a r bunda çekinecek. A d a m c a ğ ı z k e y ­ f e g e l m i ş , c a m tabanca a t m a k istemiş... D i y e c e v a p verdi.

GİZLİ

D E F T E R İ

163

RİFAT H O C A ' N I N B A Ğ I Ş I

MİLLİ Mücadele'ye katılmış A t a t ü r k ' ü n y a ­ kınlarından birinin a ğ z ı n d a n d i n l e m i ş t i m : 19

Mayıs

1919.

Atatürk

Kurtuluş

Savaşı'na

baş­

l a m a k üzere Samsun'a a y a k basmıştır. B i r yandan iç ve dış düşmanlarla savaşırken, lıklarla

bir y a n d a n da hasta­

uğraşmaktadır.

Böbreklerinden hasta olan A t a t ü r k , B a f r a y a k ı n ­ larında I l ı c a ' d a v e H a v z a ' d a t e d a v i altına alınmıştır. Sivas v e E r z u r u m

K o n g r e l e r i n d e n sonra A n k a r a ' y a

dönüyor. B u sırada A l i F u a t Cebesoy, bâzı y a r d ı m l a r ­ da

bulunmuştur.

Vahidettin'in

duğu

y o l l u k l a r ı n da

para

kalmamıştı. Nereden

para

sonu

kendisine

gelmişti.

bulunacağı

vermiş

Elde

ol­

avuçta beş

düşünülürken

Diyanet

İşleri Başkanı R i f a t H o c a ç ı k a g e l i y o r . H e m e n cebin­ den bin l i r a ç ı k a r ı y o r ve A t a t ü r k ' e : — Paşam,

şimdi sizin p a r a y a ihtiyacınız vardır.

Bugünlük bu k a d a r t e m i n edebildim. Kusura bakmayın... D i y e p a r a y ı u z a t ı y o r . — B u p a r a y ı hiç unutmam... D e r v e R i f a t H o ca'dan

sırası g e l d i k ç e

öğünerek sözederdi.

ATATÜRK'ÜN

164

UŞAĞININ

KARABEKİR'E SİNİRLENİYOR

B İ R gün A n k a r a ' d a G a z i O r m a n Ç i f t l i ğ i ' ndeki M a r m a r a Köşkünde sofracı Saip'le oturmuş, konuşuyorduk. Can sıkıntısından konudan ko n u y a atlıyorduk. K a p ı aralıktı. Salonda A t a t ü r k , C e ­ v a t Abbas'la derin bir konuşmaya dalmıştı. Onlar ken­ di âlemlerinde, biz kendi âlemimizdeydik. Saatler iler­ liyor, z a m a n ı n nasıl g e ç t i ğ i anlaşılmıyordu. Saip h e r fırsatta A t a t ü r k ' ü sevdiğini, O'nun için her şeyi g ö z e alabileceğini ileri sürüyor, bense ona : — Sen

Gazi'yi

pilavıyla

hoşafı

için

seviyorsun

Bense kafasına, düşüncelerine, başardığı işlere h a y r a ­ nım... D i y e takılıyor, v a ş t a y a r a r l ı k gösteren

sonra şöyle e k l i y o r d u m : bir

sürü paşayı

Sa­

sevmiyorsun

d a y a l n ı z A t a ' y ı seviyorsun. B u doğru m u ? A r k a d a ş ı m aksini ileri sürüyor, bense onun dalı­ na b a s m a k için kızışına

kıs

adamakıllı

sesimi

yükseltiyor,

sonra

kıs g ü l e r e k bakıyordum.

B i z böyle t a r t ı ş m a y a dalmış çekişe duralım, A t a ­ türk

sesimizi duymuş,

girdim:

zile

bastı,

bizi

çağırdı.

İçeri

GİZLİ



DEFTERİ

165

İ ç e r d e kahvehane mi kurdunuz? N e d i r bu g ü ­

rültü... D i y e çıkıştı. H i ç sesimi çıkarmadan başımı önüme e ğ i p b i r a z bekledim. dışarı

O

tekrar

konuşmasına

dalınca da

sessizce

süzüldüm.

A t a t ü r k , konuşmamızı duyup ta beni ç a ğ ı r d ı ğ ı za­ m a n hiç durmadan K a r a b e k i r P a ş a ' y ı öğüyordum. B i l ­ m e m ama, çocukluğumda ö ğ r e n d i ğ i m bir şarkının et­ kisiyle bu askere kalben b a ğ l a n m ı ş t ı m . Şarkının, daha doğrusu

marşın

ğına g ö r e

mısralarının

tekrarı,

aklımda

kaldı­

şöyleydi:

« Ç e l i k g i b i kollu, T u n ç t a n bilekli - T ü r k hiç yı lar mı, T ü r k hiç y ı l a r m ı ? » A r a d a n y ı l l a r g e ç t i ğ i halde bu şarkı hiç aklımdan çıkmamıştı.

Aklıma

geldikçe

mırıldanmadan

yapa­

mazdım. O akşam

Ç a n k a y a K ö ş k ü ' n e döndüğümüzde A t a ­

türk bana : — Sen benim Büyük N u t k u m u okudun m u ? D e ­ di. — O k u m a d ı m efendim. D i y e karşılık v e r d i m . S o n ­ ra t e k r a r —

sordu :

Kütüphanenin

neresinde

biliyor

musun?

— B i l i y o r u m , bir pırlanta m a h f a z a içinde olacak. —

Ö y l e y s e al getir...

H e m e n y u k a r ı koştum. K ü t ü p h a n e y e g i r e r e k eta­ jerin camını sürüp, N u t k u mahfazasından çıkardım, aş a ğ ı y a indirdim. İ ç i m d e ne yalan s ö y l i y e y i m , bir k o r ­ ku v a r d ı O sırada sofrada bulunan Ruşen E ş r e f Ü n a y d ı n ' a Nutku

verdim.

Ruşen Eşref, N u t k u n

sayfalarını

çe­

virdi, çevirdi, K â z ı m K a r a b e k t r ' e ilişkin bölüme g e l i n -

166

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

ce durdu. A t a t ü r k ' ü n yüzüne baktı. B e n y u k a r ı g i d i n ­ ce, o günkü olayı konuştuklarını anlamıştım. Sonu ne olacak, altından ne ç ı k a c a k d i y e m e r a k l a bekliyordum, A t a t ü r k , Ruşen E ş r e f Ü n a y d ı n ' a dönerek : —

Oku... Dedi. Sonra bana b a k t ı :



Sen de dinle... D i y e ekledi.

Ruşen

E ş r e f Ü n a y d ı n ' ı n okuduğu

bölümleri

bü­

y ü k bir dikkatle dinliyordum. A t a t ü r k t e a y n ı i l g i y l e dinliyor, sanki o günleri yeniden y a ş a r g i b i oluyordu. Gözleri değişmeyen bir noktaya

saplanmıştı.

Okuma

işi b i t t i k t e n sonra bu konu üzerinde A t a t ü r k ' l e R u ­ şen E ş r e f Ü n a y d ı n arasında bir konuşma başladı. Can kulağıyla

dinlediğim

Savaşı'na

başlayışının

konuşma,

Atatürk'ün

Kurtuluş

hikayesiydi.

A t a t ü r k , son P a d i ş a h Vahidettin tarafından Sara­ y a çağırılmıştı. K a b u l sırasında Vahidettin i l k o l a r a k ona şu — sıl

soruyu sormuştu : Şu gördüğünüz düşman g e m i l e r i n i buradan na­

çıkarabilirsiniz? —

O gördüğünüz z ı r h l ı l a r karada yürümez.

— P e k i bu işi nasıl yapabilirsiniz? — Emredersiniz. — Ne

yaparsanız

yapın,

fakat

bunları

buradan

kovun... Ve kendisine şu g ö r e v i v e r i y o r : —

Yanınıza

Samsun'a

hareket

çalışabileceğiniz m a i y e t i n i z i ediniz.

Yarın

Bandırma

alınız. vapuru

h a r e k e t i n i z e hazırdır. Ş a r k v i l â y e t l e r i askerî müfettişi o l a r a k y o l a çıkın. A l l a h y a r d ı m c ı n ı z olsun... P a d i ş a h A t a t ü r k ' ü n elini sıkıyor. O da S a r a y d a n ayrılıyor.

GİZLİ

DEFTERİ

167

Çürük B a n d ı r m a teknesi K a r a d e n i z ' i n a z g ı n d a l ­ g a l a r ı arasında y o l

alırken işgal

k u v v e t l e r i işi haber

almış, f a k a t ç o k g e ç kalmıştır. İ n g i l i z zırhlıları B a n ­ dırma

vapuruna yetişemeden

Atatürk

Samsun'a a y a k

basmıştır. Konuşmanın

burasına g e l i n c e

A t a t ü r k bana dön­

dü. Anlaşılan o gün K a r a b e k i r hakkında Saip'le y a p t ı ­ ğ ı m konuşmayı unutmamıştı : — Onun

yerine

Samsun'a çıkıp,

askeri elbisele­

rimi yırtıp, üniformamı attıktan sonra K a r a b e k i r P a ­ şa benim

t a y ı n ı m ı kesmiştir.

Millî

Mücadele'ye

olan

hizmetlerini de bu zaviyeden i n c e l e m e k lâzımdır... A r a d a n y ı l l a r geçmişti. O sırada g a z e t e l e r d e K a ­ rabekir P a ş a ' n ı n anıları yayınlanıyordu. K a r a b e k i r bu yazılarında y a p t ı ğ ı hizmetleri sıralıyor « H e r şeyi ben y a p t ı m . Ben olmasaydım T ü r k m i l l e t i kurtulamazdı...» gibisinden sözler ediyordu. A t a t ü r k ' e de az bir p a y b ı ­ rakıyordu. O sıralar biz İstanbul'da, D o l m a b a h ç e Sarayındaydık. A t a t ü r k , g a z e t e l e r d e k i bu y a z ı l a r a biraz sinirlen­ m i ş olacak ki, birden şunları söyledi : — Bu şekilde iddiada bulunan adamları akıl dok­ torlarına g ö n d e r m e k lâzım...

E ğ e r bu m e m l e k e t i bir

K a r a b e k i r ' l e bir M u s t a f a K e m a l kurtardıysa çok y a zık...

Oturup a ğ l a m a k l â z ı m !

168

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

SAVARONA YATININ HİKAYESİ

ATATÜRK

sık sık deniz y o l u y l a d a y u r t

gezilerine mur

bir

yata

Ertuğrul

yatı,

niz'de

batma

sakıncalı du,

deniz

mu

onun

ihtiyaç bir

gün

tehlikesi

bulunuyordu. aşıkıydı. denizden

çıktığı

için

vardı. sert

Eski bir

geçirdiği Atatürk Son

dört

başı

devirden

havada için

denizi

ma­

kalma

Karade­ kullanılması

çok

seviyor­

zamanlarda s a ğ l ı k duru­

uzaklaşmasının

doğru

olmadığı­

nı da o r t a y a koyduğundan, bütün bunları gözönünde bulunduran Hükümet, O'na ulusun bir a r m a ğ a n ı ola­ rak A m e r i k a l ı m i l y o n e r bir kadından ç o k ucuza bul­ duğu

S a v a r o n a y a t ı n ı almıştı.

Y a t ı n İ n g i l t e r e ' d e n alınışı sırasında ben de

bu­

lunduğum için kısaca Savarona'nın hikâyesini b u r a y a k o y m a k yerinde o l a c a k t ı r : 1938 M a r t ı n d a L o n d r a ' y a üç saat u z a k l ı k t a S a v santin limanına g i t t i k . B u r a d a S a v a r o n a ' y a büyük bir törenle T ü r k b a y r a ğ ı çekildi. B a y r a k çekme töreninde İ n g i l i z bahriyesinden a m i r a l v e komutanlar, şehrin i leri gelenlerinden birço k k i m s e vardı. L o n d r a B ü y ü k ­ e l ç i m i z F e t h i O k y a r ile e l ç i l i k ileri gelenleri h a z ı r bu­ lunmuştu. Geminin

alınmasında Cumhurbaşkanlığı

Umumi

GİZLİ

DEFTERİ

169

K â t i b i H a s a n R ı z a Soyak, U l a ş t ı r m a B a k a n l ı ğ ı M ü s ­ teşarı

Sadullah Güney,

Nakliyat

Şefi

Burhanettin,

mühendis N a c i A r k ile k o m i s y o n e r olarak A v r u p a ' ­ da bulunan Z e k i adlı bir kişi ve B a l M a h m u t v a r d ı . L i m a n d a bir ay kadar kaldık. Y a t ı n dış kısmı b e ­ y a z a boyandı. İçersinde y a p ı l a c a k değişiklikler için İ n ­ g i l i z l e r çok p a r a istediklerinden İ n g i l t e r e ' d e n a y r ı l ı p Hamburg

limanına

gittik.

Zaten

Blonios tezgâhlarında yapıldığı şiklik

konusunda

hiç

zorluk

yat

için

Hamburg'ta

Almanlar

deği­

çekmemişlerdi.

S a v a r o n a yatını 1931 yılında A m e r i k a l ı bir kadın y a p t ı r m ı ş t ı . M i s i s K a t v e l l e r , A l m a n tezgâhlarına t a m beş m i l y o n dolar saymıştı. Y a t l a a l t m ı ş üç g ü n D ü n y a ­ y ı dolaştıktan sonra Misis K a t v e l l e r A m e r i k a ' y a v a ­ tanına döndü. F a k a t A m e r i k a H ü k ü m e t i , beş m i l y o n dolar g ü m r ü k v e r g i s i isteyince t e r s yüzü edip t e k r a r A v r u p a ' n ı n yolunu tuttu. Bu sırada K a t v e l l e r kocasını k a y b e t m i ş ve h a y a t ­ t a y a p a y a l n ı z kalmıştı. Y a t t a n hevesini aldığı v e A m e r i k a ' y a d a s o k a m ı y a c a ğ ı n ı a n l a d ı ğ ı için satılığa çı­ kardı. Y a t a i l k d e f a o z a m a n k i A l m a n Başbakan Y a r ­ dımcısı V o n P a p e n istekli olmuştu. F a k a t b i z i m k o ­ misyoncular türk'e

açıkgöz

satmak

Atatürk'e

davranıp,

istediklerini

kadına

söylediler.

bu

yatı

Ata­

Amerikalıların

s e v g i l e r i fazla olduğundan y a t ı bir m i l y o n

ikiyüz bin dolara sattılar. Bu suretle H i t l e r ' i n istedi­ ğ i y a t ona k ı s m e t olmadı. Savarona'nın satış işlemi ziranda İstanbul'a

geldik.

b i t t i k t e n sonra 1

Ha­

F l o r y a önlerinde bizi polis

170

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

v e g ü m r ü k m o t o r l a r ı karşıladı. Dolmabahçe S a r a y ı ön­ lerine g e l d i ğ i m i z sıra A t a t ü r k bir m o t o r l a y a t a geldi. A t a t ü r k ' ü t a m ikibuçuk a y g ö r m e m i ş t i m . H e y e c a n ­ l a v e ö z l e m l e merdivenleri çıkmasını b e k l i y o r d u m . H e ­ m e n yanına koştum. F a k a t daha ilk bakışta hasta o l ­ duğunu sezdim. Y ü z ü solmuş, incelmiş, karnı şişmişti. Atatürk'e kaygıyla ve dikkatle baktığımı gören K ı ­ lıç A l i : — N e d e n bu k a d a r d i k k a t l i baktın Ç e l e b i ? M e r a k e t m e bir şey y o k . D i y e benim h a y r e t i m i y a t ı ş t ı r m a k istedi. A m a beni kandıramadı. Y a t a hemen yerleşildi. G e r e k l i eşyalar taşındı. A tatürk, y a t ı n mobilyasını, A m e r i k a n z e v k i n i çok be­ ğ e n m i ş t i . Çünkü y a t ı n sahibi, ince z e v k l i y d i . Y a t ı n içindeki

eşyaların bir kısmı,

Fransa'daki

müzelerden

aslı gibi t a k l i t olunarak yaptırılmıştı. B i r ç o k köşele­ ri tarihi eşyalarla bezenmişti. P l â n l a r ı n ı gördüğü z a m a n y a t ı çok b e ğ e n e n A t a ­ türk,

ne y a z ı k ki,

ona kavuştuğunda ölüme y a k l a ş ­

m ı ş a ğ ı r bir hastaydı.

Savarona'nın

safasını

süremi-

y e c e ğ i n i o d a anlamış v e üzülerek « B u te kne y o k s a b e n i m m e z a r ı m m ı o l a c a k ? » d i y e hazin h a z i n sormuş­ tu. A t a t ü r k onbeş g ü n k a d a r y a t t a kaldı. K ü ç ü k g e ­ z i n t i l e r yaptı. D e n i z havası yaramış, yüzü b i r a z düzel­ m e ğ e yüztutmuştu.

GİZLİ

171

DEFTERİ

İKİ

K A D I N GAZETECİ

1933 Y I L I N D A P a r k Otel'de o r t a yaşlı, fa­ k a t çok güzel iki kadın A t a t ü r k ' ü n dikkatini çekti. M a v i gözlü, sarışın bu kadınlar bir k ö ­ şeye

çekilmişler,

sessiz sedasız oturuyorlardı.

Hususi

K a l e m Müdürü Süreyya B e y e : — K i m d i r bu k a d ı n l a r ? D i y e sordu. Süreyya Bey, Metrdotel Karabet Efendiye kadın­ ların k i m olduklarını sordu ve A m e r i k a n g a z e t e c i l e r i olduklarını ö ğ r e n e r e k A t a t ü r k ' e bildirdi. Bunu d u y a n Atatürk : — Acaba

masamıza davet

etsek

gelmezler m i ?

Dedi. Metrdotel Amerikalıların

yanına

giderek

Ata­

türk'ün çağrısını bildirdi. K a d ı n l a r « m e m n u n i y e t l e » di­ y e hemen yerlerinden kalkıp A t a t ü r k ' ü n y a n m a g e l ­ diler. O g e c e g e ç v a k t e kadar A t a t ü r k , konuk g a z e t e ­ cilerle ilgilendi. G e z d i k l e r i y e r l e r i sordu, çalışma p r o g ­ ramlarını

dinledi.

Tercümanlığı

Süreyya

Bey

yapı­

yordu. A t a t ü r k , daha sonra konuklara şunu sordu : —

Siz T ü r k i y e ' d e nereleri g ö r d ü n ü z ?

G a z e t e c i l e r şu karşılığı v e r d i l e r : — İstanbul'u gördük, m ü z e l e r i gezdik, tarihî y e r ­ leri dolagtık...

172

ATATÜRK'ÜN —

UŞAĞININ

T ü r k i y e y a l n ı z İstanbul değildir. Sizi onbeş gün

m e m l e k e t i m d e misafir e t m e k istiyorum. Bu z a m a n için­ de

istediğiniz

Türkiye'yi

yerleri

görmekte

daha y a k ı n d a n

serbestsiniz,

tanımak

böylece

fırsatını

elde

et­

m i ş olursunuz. K a b u l e d e r m i s i n i z ? —

T e ş e k k ü r ederiz. M e m n u n i y e t l e kabul ediyoruz.

Bunun

üzerine

Süreyya

Bey

konukçu

olarak A-

merikalı

g a z e t e c i l e r i n y a n ı n a v e r i l i y o r . İ z m i r , Efes,

Antalya,

Belkıs yıkıntılarını dolaştıktan sonra A n k a ­

r a ' y a g i d i y o r l a r . B i r k a ç g ü n de orada kaldıktan son­ ra

İstanbul'a

dönüyorlar.

A m e r i k a l ı g a z e t e c i l e r İ s t a n b u l ' a dönüşlerinde D o l ­ mabahçe

Sarayı'nda

bul edilip, y e m e ğ e

yeniden

Atatürk

alıkondular.

tarafından

Sofra g e c e

midörde kadar sürdü. K o n u k l a r g e z d i k l e r i y e r l e r i lattılar.

Atatürk

büyük

bir

dikkatle

ka­

saat y i r -

bunları

an­

dinledi.

E k s i k edindikleri bilgileri tamamladı. B i r gün sonra konuklar, bir m a n e v r a y a götürüldü­ ler. A s k e r î m a n e v r a l a r ı hayranlıkla seyrettiler. B i r ara,

manevra

Amerikan

alanına

bağlanan

Başkonsolosuyla

da

bir bir

telefon

hattıyla

görüşme

yaptılar.

B i r k a ç gün sonra A m e r i k a l ı g a z e t e c i l e r m e m l e k e t ­ lerine döndüler. Bu iki

kadın,

yüz

altmış beş g a z e t e y e

birden g i t t i k l e r i yerden y a z ı y a z a r l a r m ı ş . T ü r k i y e i z ­ l e n i m l e r i günlerce A m e r i k a n basınında y e r aldı. Bun­ ları bizim g a z e t e l e r d e n d e b a z d a n çevirip yayınladılar. A m e r i k a l ı g a z e t e c i l e r yazılarında A t a t ü r k ' t e n h a y ­ ranlıkla sözetmekte, çok n a z i k v e centilmen bir d e v ­ let

başkanı

olduğunu

söylemekte,

Dolmabahçe

Sara­

yı'nın çiçekler içindeki g ü z e l l i ğ i n i ö ğ m e k t e y d i l e r . A tatürk'ün,

konukların

bulunduğu

sofraya s m o k i n g g i ­

yerek geldiğini yazıyorlardı. Oysa Atatürk'ün o g e c e düz bir l â c i v e r t elbise v a r d ı üzerinde.

GİZLİ

DEFTERİ

173

TAYYARE

PİYANGOSU

BİR akşam sofrada içki üzerine konuşuluyordu.

K a d e h l e r h a v a y a k a l k t ı k ç a çeşitli

görüşler o r t a y a atılıyor, içki y a p a n y e r l i f a b r i k a l a r ı n kurulması düşüncesi savunuluyordu. Önce bir bira fab­ rikasının kurulması

tartışılmağa

başlandı.

Bira

fab­

rikası yapılsın, g ü z e l . . . A m a g e r e k l i y a t ı r ı m ı nereden bulacağız ? Atatürk,

sermaye

konusunda

leri g ü l ü m s e y e r e k dinliyordu.

ileri

sürülen

istek­

Sonunda hiç birini g ö ­

zü t u t m a m ı ş olacak ki, son umut o l a r a k bir « T a y y a ­ re

Piyangosu»

bileti

Y a v e r l e r , sofracılar, Bütün

biletlerin

— Kimin

(!)

alınmasına k a r a r

ahçılar

parasını

şansına

da

verildi.

onar liralık bilet aldılar. Atatürk

çıkarsa,

verdi:

bununla

bira

fabrika­

sı kuracağız. D e d i . O g e c e o t u z - k ı r k k a d a r bilet alınmıştı. B i r k a ç g ü n sonra p i y a n g o çekildi. F a k a t - A t a t ü r k ' ü n aldı­ ğı da içinde -

biletlerin

hiç

birine bir şey çıkmadı.

Y a l n ı z benim biletime a m o r t i çıkmıştı. A t a t ü r k , yine bir g e c e sofrada biletlerin ne olduğunu sordu.

Sonu­

cu öğrendikten sonra da : — En şanslı adam hepinizi geride bıraktı...

Çelebi'ymiş,

dedi.

Bu y a r ı ş t a

ATATÜRK'ÜN

174

UŞAĞININ

«SİZ S E N Y Ö R S Ü N Ü Z » ÇANKAYA partisi çok

zaman

Köşkü'nde

olur

kazanırdı.

ve

Bir

ara sıra d a p o k e r

Atatürk akşam

oyun

yine

sonunda

Köşkte

yeşil

çuha masanın çevresinde on - onbeş kişi k a d a r top­ lanmışlar,

poker oynuyorlar. D e r k e n p a r a b i t i y o r .

z a m a n l a r üzerlerinde

kurt

resmi

olan

yeşil

O

bir lira­

lıklar v a r d ı . Meclis dağılırken, bakanlar, m i l l e t v e k i l leri A t a t ü r k ' ü n elini öpüyor, çıkıp g i d i y o r l a r d ı . A t a ­ türk elindeki dağıttı.

paraları,

Ama

para

antrede çıkanlara kendi e l i y l e

bitmemişti.

Kalan

demeti

bana

uzatarak: — K a l a n l a r ı say... D e d i . H e m e n saydım: — Oniki efendim... Paraları

bize v e r e c e k

sanmıştım.

Orada İbra­

himle i k i m i z kalmıştık. F a k a t ö y l e y a p m a d ı : — Ona

Ver... D i y e g e r i aldı. Sonra İ b r a h i m ' e u z a t t ı . da:



Say!.. D i y e e m i r v e r d i . O sırada İ b r a h i m se­

vinmiş, p a r a l a r ı ona v e r e c e ğ i n i sanmıştı. P a r a l a r ı say­ dıktan —

sonra: Oniki efendim... D e d i .

P a r a l a r ı çekip

ondan d a g e r i almasın m ı ? . . Son­

ra bize dönerek : —

B e n bu p a r a l a r ı size verebilirim, a m a v e r m e m .

Onlar birer l i r a y a aldılar. H e p s i vekil, mebus. İ h t i y a ç içindeler.

Fakat

senyörsünüz.

sizin

Gazi'nin

durumunuz sofrasında

iyi

onlardan.

yeyip

Siz

içiyorsunuz.

N e aile geçindiriyorsunuz, n e d e masrafınız var... Dedi. A t a t ü r k y a t m a ğ a g i t t i k t e n sonra İ b r a h i m ' e d ö n ü p : —

M e ğ e r biz senyörmüşüz de haberimiz y o k m u ş .

K e ş k i senyör olmasaydık da, o p a r a l a r bizde kalsaydı.. D i y e takıldım.

GİZLİ

DEFTERİ

175

«REİSİCUMHURLUK NURİ Conker, şakalarına

YAPAMAZSIN»

Atatürk'ün

katlandığı

nazını

bir

çektiği,

çocukluk

ar-

kadaşıydı. Onun aşırı giden hareketlerine k ı z m a z , p a ­ tavatsızca k ı r d ı ğ ı potları hoşgörür, en koyu tenkitleri­ ne bile katlanırdı. N u r i C o n k e r A t a t ü r k ' e takılır, k ı z ­ d ı ğ ı z a m a n damarına basar. O da punduna g e t i r i p , bu çocukluk arkadaşına y a p m a d ı ğ ı n ı bırakmaz, adeta onu deli ederdi. N u r i Conker arada bir: — tursak...

Paşam, Diye

çekilsen de, takılırdı.

o k o l t u k t a b i r a z biz o-

Bir

akşam

yemeği

sırasında

sofranın en neşeli anında A t a t ü r k , yine bu şekilde şakalaşan N u r i Conker'e dönüp: —

Sen Reisicumhur olabilir



Olurum... H e m senden daha i y i idare ederim..

misin?

D i y e sordu.

— Öyleyse p r o v a edelim... G e ç otur bakalım k o l ­ tuğa.

Şimdi sen Reisicumhursun. Söyle b a k a l ı m önce

ne y a p a c a k s ı n ? . . N u r i C o n k e r hiç istifini bozmadan k e y i f l e A t a ­ türk'ün koltuğuna oturdu. Çevresini şöyle bir tepeden bakışla —

süzdükten

sonra

bana

dönüp :

Hayvanlar, yemek getirin. Dedi.

H e r k e s i n yüzünde bir g ü l ü m s e m e . A t a t ü r k t e gü­ lüyor. B a n a dönüp : —

Çelebi Efendi... B e n böyle m i s ö y l ü y o r u m ? D i ­

ye sordu. — H a y ı r . . . D i y e cevap v e r s e m bu biraz da dalka­ vukluk o l a c a k t ı . deyip,

K e n d i m i topladım.

h e m e n taşı g e d i ğ i n e

F ı r s a t bu

fırsat

yerleştirdim:

— A ş a ğ ı y u k a r ı böyle o l u y o r Paşam... Bunun üzerine A t a t ü r k , N u r i Conker'e dönüp : — Anlaşıldı...

Sen Reisicumhurluk y a p a m ı y a c a k -

sın... D u r ben yine y e r i m e g e l e y i m . . . D e d i .

176

A T A T Ü R K ' Ü N

U Ş A Ğ I N I N

K A F E S E GİRDİ

A T A T Ü R K ' Ü N bütün isteği ö z g ü r olmak, halkın Cumhurbaşkanı mın

özlemini

aristokrat

arasında

olduktan çekmişti...

sofrasından

onlar

sonra

hep

Resmî

sıkıldığını,

gibi

yaşamaktı.

böyle

kişilerin bâzı

bir

yaşa­

arasında

kereler

kendi

a ğ z ı n d a n duymuşumdur. H a l k ı n içinde şöyle b i r kol­ tuk meyhanesinde, dileğince içebilmek, onun için ne v a z g e ç i l m e z bir tutkuydu. B i r gün yine A t a t ü r k , h a l k ı n yaşadığı g i b i yaşa­ y a m a m a k t a n acı acı y a k ı n ı y o r : — Şöyle K a r a k ö y ' d e k i meyhanelerde oturup, hal­ k ı n arasında içmek, sonra aklına esince bastonunu al ı p A v r u p a ' y a g i t m e k ne i y i olurdu. B ı k t ı m bu resmî hayattan,

törenli

şekilde

yaşamaktan...

D i y e hür o l m a isteğini o r t a y a k o y u y o r v e şöyle ekliyordu : — rafını

T o k a t l ı y a n ' d a oturuyorsun. B i r sürü insan etç e v i r m i ş . . . N e r a k ı y ı , n e suyu

rahat

içebilir-

sin... Salih B o z o k , A t a ' n ı n bu içten y a k ı n m a l a r ı n ı ba­ şıyla onayladıktan sonra

şöyle

karşılık v e r d i :

— P a ş a m , herkese h ü r r i y e t verdiniz, kendiniz kafese girdiniz...

GİZLİ D E F T E R İ

177

B E N İ OY VERMEĞE YOLLUYOR

S E R B E S T F ı r k a ' n ı n kurulduğu çim öncesi A t a t ü r k , lamak

yıldı.

Se-

halkın nabzını y o k -

için karşısına çıkan herkese hangi p a r t i y i tut­

tuğunu soruyor, alacağı karşılığı değerlendirerek, yur­ dun politik tansiyonunu ö l ç m e ğ e ğilimini

anlıyordu.

mekteydi. —

çalışıyor, halkın e-

içindeydik.

A t a t ü r k ye-

Sofracı A l i Bebek'e :

Hangi

fırkadansın?

Sofracı hiç —

1930 y ı l ı

Diye

sordu.

çekinmeden:

Serbest Fırka'danım... D e d i . Bu karşılık A t a ­

türk'ün çok hoşuna g i t m i ş t i : — P e k â l â . . . B r a v o ! . . Dedi. Sonra baçsofracı İ b r a him'e de a y n i soru : — Ya

sen

hangi

fırkadansın?

İbrahim, ne olur, ne o l m a z d i y e politik bir k a r şılık

vermeği

uygun

görmüş

olacak

ki:

— O k k a l ı ğ ı k i m büyük verirse, ondan yanayım... D e r k e n o sırada içeri ben g i r i y o r d u m . H e m e n bana

seslendi: — Sen —

Serbest

Fırka'dansın...

Değilim...

F. 13

ATATÜRK'ÜN

178

UŞAĞININ

A t a t ü r k bana üç defa « S e r b e s t F ı r k a ' d a n s ı n » d e ­ miş, ben de üç defa « D e ğ i l i m » k a r ş ı l ı ğ ı n ı v e r m i ş t i m . Bu k e z : —

H a l k Fırkası'ndan... Dedi.



Ondan da değilim..

Bunun cevabı şu

oldu :

— H a y v a n a n l a m a z ki... E r t e s i gün seçim v a r d ı . Yeniden beni çağırdığını duydum: — Halk

Sen H a l k Fırkası'na

Fırkası'ndansın.

Yarın

g i t , reyini

at!...

— Peki... D i y e karşılık v e r d i m . A m a ertesi günü g i d i p t e oyumu kullanmadım. N e işim v a r d ı . . . Atatürk'ün, m e m yolundaki getirdim.

Halk

emrini

kırkbeş

Belediye

e v i m i n önüne Başkanına

Cumhuriyet tam

seçimlerinde

elektrik

Partisi'ne yıl

Yalova

oy

ver­

sonra yerine sırtlarındaki

getiren H a l k Partili

Belediye

gidip o y v e r d i m . N u r v e r i y o r e v i m i n y a ­

nına, bir o y v e r i l m e z m i hiç?..

GİZLİ

179

D E F T E R İ

«PROFESÖR D E Ğ İ L S İ N İ Z »

Ç A N K A Y A ' D A K İ K ö ş k t e bir akşam sofrasın­ da H u k u k Fakültesi profesörü Sadri Maksudî de konuk olarak bulunuyordu. Çeşitli konular üzerinde görüşüldükten sonra s ö z

sırası D e n i z y o l l a r ı n a g e l d i .

T ü r k D i l Kurumu'nun d e y i m l e r i üzerinde duruluyor­ du. A d ı n ı n D e n i z c i l i k Bankası m ı , y o k s a D e n i z B a n k m ı olarak Bank'ın

k a l m a s ı tartışıldı.

gramer

kurallarına

S a d r i Maksudi D e n i z aykırı

olduğunu

savunu­

y o r ve bu düşüncesinden bir adım bile g e r i g i t m i y o r ­ du. O konu o r a d a kapandı. A r a d a n b i r iki saat ka­ d a r g e ç m i ş t i . A t a t ü r k bir ara, bir şeye sinirlenmiş olacak ki, Sadri M a k s u d î ' y e dönüp : —

Siz p r o f e s ö r değilsiniz... D e d i .

Bu

beklenmedik sesleniş,

herkesi

şaşırtmış,

pro­

fesörü de can evinden vurmuştu. H e p i m i z put gibi y e ­ r i m i z d e dona kalmıştık. B i r an süren şaşkınlığından kurtulan Sadrî M a k sudî'nin

kendini

toparlıyarak

Atatürk'e

şu

karşılığı

v e r d i ğ i görüldü : — Hâşa,

ben

profesörüm..

Hem

de

Türkiye'de

değil.... İ s v i ç r e ' d e de bana kürsü v e r m i ş l e r . O l m a z s a g i d e r orada dersimi v e r i r i m . Şimdi ben kalkıp burada « S i z kumandan d e ğ i l s i n i z » dersem n e olur?.. K u m a n ­ danlığınız kürsü

elinizden

vermediler

alınır

mı?

Ama

kumandanlara

daha...

Sadri Maksudî'nin elinde şarap kadehiyle söyledi­ ğ i b u sözlere A t a t ü r k karşılık v e r m e d i . A z sonra d a sofra dağıldı.

Bir

milletvekilliğinden

süre

sonra da

ayrıldığını

Sadri

duyduk.

Maksudî'nin

180

A T A T Ü R K ' Ü N

U Ş A Ğ I N I N

«BİRBİRİMİZDEN AYRILMAYALIM»

A T A T Ü R K , yanında çalışan bizlerle s ı k sık ilgilenir, sofrada,

uşak

konukların arasında

olduğumuza yaptığı

bakmadan

şakaların,

takıl­

m a l a r ı n dışında y a l n ı z g ö r d ü ğ ü z a m a n l a r da bir ek­ s i ğ i m i z , i s t e ğ i m i z olup o l m a d ı ğ ı ısrarla sorardı. — Sağolun P a ş a m , hiç bir e k s i ğ i m i z y o k . . . K a r ­ şılığını alınca da düşünceli bir halde uzaklaşırdı. 1928

yılında

İstanbul'dan A n k a r a ' y a ilk

gidişim­

de bir g ü n A t a t ü r k : —

Çelebi efendi, y e r i n d e n memnun musun? D i y e

sordu. Köşkte

şoförler,

müstahdem için a y r ı l m ı ş y e r l e r

vardı. Üç - dört kişi bir arada yatardı. B i z de başsofr a c ı İbrahim, İ k i A l i ' l e r v e ben dördümüz a y n i y e r d e kalıyorduk.

P e k rahat

t a sayılmazdık. B ö y l e

olduğu

halde : — Ç o k memnunum P a ş a m . D i y e karşılık v e r d i m . A t a t ü r k , bu sözlerimi duymamış, g i b i konuşması­ na şöyle d e v a m e t t i :

GİZLİ

DEFTERİ

— Burada

belki

181 rahat

değilsiniz.

B e n de

rahat

değilim... A m a h e r şey z a m a n l a düzelir... Ben yeniden: — Rahatım tatürk :

Paşam...

Dedim.

Bunun üzerine A -

— K a ç p a r a alıyorsun? D i y e sordu. — E l l i lira... — Y a r ı n y ü z lira alırsın. A m a z a m a n gelecek, ben Reisicumhurluktan çekileceğim. O z a m a n belki bu pa­ r a y ı alamıyacaksın. B e l k i beş lira alacaksın. O z a m a n da birbirimizi bırakmıyalım... Bu sözler, A t a t ü r k ' ü n h i z m e t k â r l a r ı n a bile ne ka­ d a r bağlı olduğunu v e onlardan a y r ı k a l m a k isteme­ d i ğ i n i açık seçik gösteriyordu.

182

ATATÜRK'ÜN UŞAĞININ

KİMSE O N U N K A D A R GÜZEL « A L L A H » DİYEMEZ

DİN konusunda A t a t ü r k ' ü n t a m a n l a m i y l e lâik olduğu

söylenebilir. K i m s e n i n inan-

cına karışmaz, dindar kişilere saygı gösterir, yobaz­ lara, softalara çok kızar, din k a v r a m ı n ı n sömürülme­ sine izin v e r m e z d i . A l l a h v e P e y g a m b e r konuları, A tatürk'ün yanında t a r t ı ş m a konusu y a p ı l a m a z d ı . O'nun için dindar bir adam denemez. B i r g e c e sofrada P e y ­ g a m b e r üzerine bir konu açılmıştı. A t a t ü r k ' ü n dindar o l m a d ı ğ ı n ı bilenler, O'na y a r a n m a k için P e y g a m b e r ' i küçültür şekilde konuşmalar y a p ı y o r l a r d ı . A t a t ü r k , bu konuşmalardan sıkıldığını belli etti. E l i n i m a s a y a in­ direrek : —

Bu bahsi kapatın... P e y g a m b e r ' l e r i küçültmek

isterseniz kendiniz küçülürsünüz... D e d i . A t a t ü r k H a r b i y e ' d e okurken, abdestsiz o l a r a k top­ tan n a m a z a giderlermiş. Ordu'ya katıldıktan sonra da cepheden

cepheye

koşmaktan

namaz

kılmağa

vakit

bulamamış. A n l a t t ı k l a r ı n a g ö r e I I . A b d ü l h a m i t ' e genç subaylar el ö p m e ğ e g e l i r m i ş . P a d i ş a h el v e r m e z , bir p a ç a v r a sallar, g e l e n l e r onu öperlermiş. B i r g ü n hu­ zura g e n ç bir subay çıkmış.

P a ç a v r a falan ö p m e m i ş .

B i r selâm çakıp, soldan g e ç m i ş . P a d i ş a h : — K i m bu a d a m ? » D i y e sormuş.

GİZLİ

DEFTERÎ

183

— M u s t a f a K e m a l . . . Demişler. —

Sürün

bu

adamı...

Abdülhamid O'nu sürünce bir Cuma namaza g i d e r . H e m d e alayla. Sultan H a m i d ' i n Y ı l d ı z Sarayına g i ­ dişi gibi... Cumhuriyet'in ilânından sonra din ve devlet işle­ rini birbirinden ayırınca liği

çevresindekilere

yanında

bulunduğum

rahat bir nefes

de

aşılamağı

süre içinde

almıştı.

başarmıştı. hiç

Lâik­ Benim,

n a m a z kılmadı.

Oruç ta tutmadı. R a m a z a n l a r d a içki içer, f a k a t K a d i r gecesi a ğ z ı n a katresini k o y m a z d ı . K a d i r geceleri sofra bile kurdurmazdı. Saygısı büyüktü. B a z a n M e v l û t din­ lediği de olurdu. M i r a ç bölümünde « G ö k l e r e çıktı Mus­ t a f a » denince g ö z l e r i

yaşarırdı.

O z a m a n hemen k o ­

lonya götürürdük. İnanışı s a m i m i y d i . Bence A l l a h ' a inanıyordu. Ö y l e « A l l a h » derdi ki y a l n ı z kalınca, O'nun g i b i kimse d i y e m e z . H e r k e s çekilip y a p a y a l n ı z kalınca g ö k ­ yüzüne bakar, kendi kendine « A l l a h » derdi. B ö y l e gü­ zel « A l l a h » d i y e n adam yoktur.

184

ATATÜRK'ÜN

RUS

UŞAĞININ

MİLLÎ

MAÇINDA

A N K A R A ' D A Türk-Rus millî m a ç ı oynanıyor. gelen

şutleri

Millî

Takım

kalecisi

Hüsamettin

g e r i ç e v i r i y o r . Santrfor V a h a p , R u s ka­

lesine g o l l e r i sıralıyor, ö n c e 2—0 dık. Sonra 2—1 ol­ duk. M a ç ı n bitimine on dakika kala, ne olduysa oldu, Ruslar iki g o l atıp

2—2

oldular. Yenilince

çok üzül­

düm. Y ı l 1928. O z a m a n s t a d y o m f a l a n y o k . Muhafız A l a y ı n ı n sahasında oynanıyor. K ö ş k e döndüm. R e n g i m atmış.

Atatürk'le

karşılaştım.

— Ne o Çelebi E f e n d i ? D i y e sordu. — —

Yenildik... Nasıl

yenildik?... Anlattım.

Can

kulağıyla

dinledi.

Atatürk

maça

g i t m e z ama yakından ilgilenir, futbol karşılaşmalarını g a z e t e l e r d e n izlerdi, maçta

yine

hatırlarım.

hâdise Rus

İstanbul'daki çıkmış»

maçıyla

da

maçlarla da «Bak,

diye

ilgisini

fazla

ilgilenmiş,

belirttiğini durma­

dan: — — dan...

N e d e n y e n i l d i k ? D i y e soruyordu. Bizimkiler

onların ayarına gelememiş; te

on­

D i y e karşılık v e r d i m .

O da benim kadar üzüldü. T a m kazanmışken, son dakikada yenil... Olur iş d e ğ i l . . . A t a t ü r k bir süre dü­ şündükten —

sonra:

G a l i b i y e t t e n m a ğ l u b i y e t e g e ç m e k çok zoruma

g i t t i . . . Dedi.

GİZLİ DEFTERİ

185

Y U N A N M A Ç I N D A N SONRA

İ Z İ N L İ olarak İstanbul'a g e l m i ş t i m . O sırada Fenerbahçe kazanıyor.

ile

atıyor.

da

kaleciyi Daha

var.

Sağ açık Fikret

m a k isterken, ruk

Yunanlıların A p o l l o t a k ı m ı maçları

Fenerbahçe

1—O

k a l e y e g i r e n topu

çıkar­

bir

yum­

bu yenilişe içerleyen kaleci,

Bunun

gelmiş,

maçı

üzerine sahaya

atlayan

bir subay

dövüyor. stadyom

yok.

Baraka

gibi

eski

Taksim

Kışlası'nda oynanıyor. O l a y l ı maç iki gün sonra yeni­ lendi. Yunanlıları 2-0 yendik. Çok heyecanlı bir m a ç ­ tı A l l a h için. B i z i m çocuklar çok g ü z e l

oynadılar.

S a ğ a ç ı ğ L e b l e b i M e h m e t topu ortalıyor, santrfor N e c ­ det

sol vurup,

topu

Yunan

kalesine

sokuyor,

R e b i i ortalıyor, t o p Y u n a n ağlarında.

soldan

Böylece maç

2 — 0 bitiyor. Ankara'ya maçı

yüksek

döndüğümde sesle

tartışırken,

arkadaşlarla Atatürk

oturmuş,

sesimizi

duy­

muş. Y a n ı m ı z a g e l i p bana: — M a ç hâdiseli g e ç m i ş , ö y l e m i ? D i y e sordu. Ballandıra ballandıra anlattım. M i l l î hislerim aya­ ğa k a l k m ı ş subayın Y u n a n kalecisini anlatıyordum.

nasıl dövdüğünü

186

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ



Subayı kimbilir ne y a p t ı l a r ? D e d i .



H a p s e t m i ş l e r . . . D i y e karşılık v e r d i m .

— Y e r i n i değiştirmişlerdir... Dedi. A t a t ü r k ' ü n yanında serbestçe konuştuğumuz

ve

O'nun da bizimle sık sık şakalaştığı için şımarmıştık. O'nun keyifli halini görünce herşeyi olduğu g i b i söy­ lerdik. O da bundan hoşlanırdı. O gün de b i r coşkun­ luğuma gelmiş olmalı ki: —

Yunanlılar ö y l e perişan oldu ki, kaç p a r a eder

senin S a k a r y a H a r b i n . . . D e d i m . A t a t ü r k , g e r ç i bir şey demedi ama, sonra söyle­ d i ğ i m e , s ö y l e y e c e ğ i m e bin pişman oldum. İnsan ken­ dini böyle unutuyor bazan.

GİZLİ

DEFTERİ

187

L Ü S Y E N H A N I M I ÖPÜŞÜ

T A R İ H Kurumu v e D i l Kurumu toplantıla­ kalkarak

rında A t a t ü r k , A b d ü l h a k H a m i d ' i a y a ğ a « Ü s t a d » d i y e selâmlayıp y e r verir, kendisine

özel bir i l g i gösterirdi. M a r m a r a Köşkü'nde bir de y e r vermişti. A n k a r a ' y a geldiğinde orada otururdu. Sonra­ dan da m i l l e t v e k i l i

olmuştu.

« Ş a i r - i  z a m ' ı n askerî

H â m i d ' i n ölümünde

merasimle

kaldırılması»

de için

e m i r verdirmiş, büyük şairin cenazesi de top arabasıy­ la kaldırılmıştır. Y a l o v a ' d a Büyük Otel'de bir b a l o veriliyordu. O çağın lar

g a z e t e c i l e r i n d e n İ z z e t M e l i h v e eşi d e konuk­

arasındaydı.

Atatürk,

bu

hanımla

bir

süre

dans

edip konuştuktan sonra büfeye doğru g i t t i . Abdülhak H a m i d v e eşi L ü s y e n H a n ı m d a oradaydı. L ü s y e n H a ­ nımı dansa kaldırdı. de

yanağına B i r süre

yine

Şair-i

bir

D a n s bitince

öpücük

yerine

oturturken

kondurdu.

sonra A n k a r a ' d a k i b i r d a v e t t e Âzam'la

dansa kaldırmıştı.

karşılaşmış

ve

Lüsyen

Atatürk Hanımı

Onlar pistte dönerlerken Abdülhak

Hamid, K ı l ı ç A l i ' y e dönüp şöyle d e d i : — Onlar gençtir, bırak eğlensinler. Sen bana A n tep'i

nasıl kurtardın, onu

anlat...

188

A T A T Ü R K ' Ü N

U Ş A Ğ I N I N

KAFA ÖLÇÜSÜ

ŞAPKA

D e v r i m i n d e n sonra fes bir kenara

atılmış, tı...

Şapkayla

herkes

beraber,

şapka g i y m e ğ e

bunu

giyecek

başlamış­

olanların

kafa

ölçüleri de o r t a y a çıkmıştı. 1930 yılında A n k a r a ' d a y ı z , o zamanın M i l l î E ğ i t i m B a k a n ı olan D r . R e ş i t Galip, elindeki

bir

makineyle

herkesin

kafatasını

ölçüyor.

Dolikosefal mi, Brakisefal m i ? Y a n i biz h i z m e t k â r l a ­ rın

konuşmalarına g ö r e hayvan mı, y o k s a insan m ı ?

Hatırımda

kaldığına

göre

77—79

g e l e n k a f a l a r doli­

kosefal, 81 den ileri olanlar da F o r d m a n Brakisefal... Atatürk'ün sıraya

başı

girmişler,

ölçüldü ve

başlarının

81

geldi.

ölçülmesini

Odadakiler bekliyorlar.

A t a t ü r k Reşit Galip'e: —

Çelebi'ninkini

ölç...

Dedi.

Öbürlerinden önce başım ölçüldü. 81 çıktı. Sevin­ meğe —

başlamıştım

ki Atatürk:

O l m a z ! . O h a y v a n kafasıdır. B i r yanlışlık ol­

masın... D e d i . N e r d e y s e a ğ l ı y a c a k t ı m . A l ı n d ı ğ ı m ı anlayınca g ü l ­ meğe —

başladı.

Tekrar

dalıma

basarak:

Baksana Çelebi'nin kafasına...

n ı n benimkiyle ilgisi v a r m ı ? Dedi.

O melon kafa-

GİZLİ

D E F T E R İ

189

« B E N D E SİZİN G İ B İ İNSANIM» M O D A koyundayız... Sıcak bir y a z akşa­ mı.

Büyük

bir

kalabalık

çevremizi

sar­

mış. H a l k , A t a t ü r k ' ü yakından g ö r e b i l m e k için t o p ­ lanmış,

birbirinin üstüne

çıkıyor.

S a k a r y a motorunu

çağırdı: —

Rakı,

şarap

ne

varsa

hepsini

halka

dağıt...

Bana. da bir şişe bırak. Dedi. B e n de ne

kadar içki varsa, orada bulunan her­

kese d a ğ ı t t ' m . Y a r ı m bardak k a d a r r a k ı kaldı. O sı­ rada futbolcu F a z ı l gelmişti. Kalanını da ona v e r d i m . Ç o k sevindi: — G a z i bize r a k ı v e r d i . . . Y a ş a s ı n b e . . . D i y e ba­ ğırmağa

başladı.

K a l a b a l ı ğ ı n çemberi g i t t i k ç e daralıyordu. A t a t ü r k halka —

dönüp: Alaturka mı,

alafranga mı istersiniz?

Diye

sordu. D e n i z k ı z ı E f t a l y a gelene k a d a r müzik çala­ caktı.

Herkes

ayrı

bir

istedi.

gidiyor.

O

sevgi

gösterisi

y a p a n halka d o ğ r u

rak

şöyle —

zaman

şey

gırla

Atatürk,

Bağırış,

çağırış

karşısında

coşan,

kadehini

kaldıra­

derler.

Vaktiyle

konuştu:

Vatandaşlarım...

Buna

rakı

padişahlar g i z l i içerlerdi. Ben açık i ç i y o r u m . Siz de benimle beraber içiyorsunuz. K a r ş ı l ı k l ı içiyoruz. H e ­ p i m i z eşitiz. B e n i m için rakı içer, şunu bunu y a p a r diyorlar. Ben bunların hepsini y a p a r ı m . . . H e p s i d o ğ ­ rudur. N e t i c e d e unutmayın ki, ben de sizin gibi in­ sanım. Sizinkinden bir f a z l a d e ğ i l d i r y a p t ı k l a r ı m . .

190

ATATÜRK'ÜN UŞAĞININ

« M A R İ F E T M İ Ş GİBİ E V L E N M İ Ş İ Z BİR

gün meler

sofrada kadınlar üzerine

yapılıyor,

kadın

görüş-

konusunda

orta­

y a atılan düşünceleri A t a t ü r k dikkatle dinliyordu. B i r erkeğin sonra

beraber

onun

yaşadığı

için

bir

yakışıksız

kadından

sözler

ayrıldıktan

söylemesinin

Ata­

türk aleyhindeydi ve israrla bu düşünceyi savunuyordu. A t a t ü r k ' ü n e v l i l i ğ i kısa sürmüş v e L â t i f e H a n ı m ­ dan a y r ı l d ı k t a n sonra bile, y e r i g e l d i ğ i z a m a n ondan s a y g ı y l a söz e t m e ğ i — bilir,

Bizim sefir

alışkanlık haline

Lâtife

ağırlar,

Hanım

sosyetik

edeceğini bilir, kültürlü,

getirmişti.

kraliçe

gibidir.

misafirleri

Lisan

nasıl

aydın kadındır...

kabul

Şeklindeki

öğücü sözleri çok kişinin kulağından g i t m e m i ş t i r . Bir gün Atatürk'e diler. K i t a b ı okuyunca

Armstrong'un kaşlarının

kitabını

getir­

çatıldığını g ö r d ü m .

Okuduğu sayfa, O'nun özel h a y a t ı y l a i l g i l i bölümdü. — Bu İ n g i l i z benim e v i m e g i r e m e z . . . Hususî ha­ y a t ı m a nüfuz edemez. B i z i m L â t i f e H a n ı m A v r u p a ' d a tahsil etmiştir. Ona bunları olsa olsa o y a z d ı r m ı ş t ı r . İngiliz,

hususî

hayatımı

bilir

ama bir

yere

kadar

bilir. Dedi. D a h a sonraları e v l e n m e konusu türk'ün

şöyle

konuştuğunu

açıldığında A t a ­

hatırlarım:

— B i z de bir z a m a n l a r m a r i f e t m i ş g i b i evlenmiş­ tik.

M e r a s i m l e r l e e v l e n m e y i bir m a r i f e t Atatürk'ün

Medenî

Lâtife

Kanunun

Hanımdan

çıkışına

da

yol

ayrılışı,

sanmıştık... 1926

açmıştır.

da

Eskiden

boşanma çok kolaydı. B o ş ol, dedi m i , k a r ı k o c a a y rılıverirdi...

GİZLİ

DEFTERİ

191

K Ö Y L Ü N Ü N EŞEĞİ G Ü Z E L b i r sonbahar günü E t i m e s u t Ç i f t ­ liğine gitmiştik.

Atatürk

otomobilden

inip, biraz y ü r ü m e k istedi. B i z de arkasından g i d i y o r duk. O sırada karşı patikadan e ş e ğ i y l e bir köylü b e ­ lirdi. A t a t ü r k ' ü n k ö p e ğ i F o k s , yabancıyı g ö r ü r g ö r ­ mez

havlayarak

istedimse

de

üzerine

saldırdı.

Hayvanı

tutmak

başaramadım.

B i r anda ne olduğunu a n l ı y a m a y a n köylü, elindeki sopayı olanca h ı z ı y l a F o k s ' a d o ğ r u salladı. B e ­ reket sopa h a y v a n a g e l m e d i . H e m e n köylünün yanına koştum: —

Sen çıldırdın mı be a d a m ? . . D i y e çıkıştım. Şu

sopa f ı r l a t t ı ğ ı n k ö p e k y o k m u ? . . . K i m i n biliyor m u ­ sun ?... K ö y l ü dikleşerek sordu: —

Ne



O köpek Gazi'nin köpeği...

olmuş

sanki?

Bunu duyunca köylünün korkudan oradan sıvışa­ c a ğ ı n ı sanmıştım. İ s t i f i n i bile bozmadı. Sonra şu bek­ lenmedik karşılığı v e r d i : —

O Gazi'nin köpeğiyse, bu da benim e ş e ğ i m . . .

G a z i bir k ö p e k daha bulur ama, ben b i r eşek daha alamam... O sırada, geçenlerden habersiz,

yürüyüş yapan

Atatürk, uzaktan köylüyle tartıştığımızı duymuş: —

N e o l u y o r o r d a ? D i y e seslendi.



E ş e ğ i n kendisine ait olduğunu

söylüyor bu

köylü... D e d i m . Y a n ı n a gelince de o l a y ı başından so­ nuna dek anlattım.

Atatürk,

söylediklerimi d i k k a t l e

dinledi. K ı z a c a ğ ı n ı sanmıştım. Başını s a l l ı y a r a k : —

Köylü

doğru

söylemiş...

Dedi.

öyle. B i r daha nerden eşek bulacak?...

Gerçekten

de

ATATÜRK'ÜN

192

UŞAĞININ

SİLİNDİRLİ ÇOBAN

AMERİKAN

Büyükelçisi,

Atatürk'le

bera-

ber ç i f t l i k t e . . . F o x M o v i t a n , A t a t ü r k ' ü n f i l m i çekilecek. Ç i f t l i k t e koyun, kuzu, k e ç i . . . nün arasında silindir şapkalı,

Sürü­

ceketataylı iki adam...

B i r i d e v r i n Cumhurbaşkanı, öbürü A m e r i k a n B ü y ü k ­ elçisi...

Çoban

bırakmış,

onları

ortadan

görünce

Böylece film çekiliyor... elçisinin

sürünün

korkudan

sürüsünü

kaybolmuş... arasındaki

Atatürk'le, hareketleri

Amerikan filmde

yer

alıyor. B i r süre sonra Ç a n k a y a

Köşkü'nde

filmi A t a ­

t ü r k ' e gösterdiler. B i z de a r k a tarafta ne o y n ı y a c a k diye

merakla

bekliyorduk.

Işıklar

söndü,

film

baş­

ladı. B i r de ne g ö r e l i m ? K o c a sürünün ortasında iki silindir

şapkalı

adam,

yürüyor;

eğriliyor,

doğrulu­

y o r . . . Öylesine g a r i b i m e g i t t i k i . . . H e r k e s , A t a ü r k ' ü n ne

diyeceğini

sonra

merakla

bekliyor.

Işıklar

yandıktan

Atatürk:

— Aman

bu

filmi

göstermeyin... E m r i n i verdi.

B e n ne yapmışsam Sefir de aynini y a p m ı ş .

Sürünün

içinde

görme­

şapkalı çobanlara benzemişiz.

sin. B i z burda g ö r d ü k y e t e r . . . D e d i

Kimse

GİZLİ

193

DEFTERİ

RUM

BİR

yaz

1936 bir kalabalık yaptı. bir

akşamı

yılıydı.

karşıladı.

Splandit

otomobil

KADINIYLA KAVUNCU

Büyükada'ya

İskelede

İçten

gitmiştik.

Atatürk'ü

büyük

gelen

sevgi gösterileri

Oteli'ne gidilecekti.

Vapur iskelesine

yanaştırmışlar.

Ata'nın

binmesi

için...

O y s a A d a l a r d a tekerlekli, motorlu araçlarla g e z i l m e ­ si yasak... A t a t ü r k , otomobili görünce şöyle sordu: —

A d a d a otomobille d o l a ş m a k yasak d e ğ i l m i ?

Sorusunun —

karşılığını

Kaldırın

bu

daha

otomobili...

beklemeden: Dedi.

Sonra iki dizi

halinde sıralanıp kendisine y o l açan kalabalığın ara­ sından y ü r ü y e r e k otele geldi. H e r k e s yolda A t a t ü r k ' e çiçek atıyor,

k a l a b a l ı ğ ı y a r a n l a r eğilip elini öpüyor­

lardı. Otelin a l t k a t terasında çok güzel bir sofra ha­ zırlanmıştı.

F a k a t Atatürk,

halkın

coşkunluğunu

gö­

rünce bu s o f r a y a p e k iltifat e t m e d i . B i r servis masası üzerindeki r a k ı y l a leblebiden alıp, elleri arkasında bir aşağı

bir y u k a r ı

dolaşmağa başladı. F . 13

ATATÜRK'ÜN

194

UŞAĞININ

Balkonun önü çepeçevre insanla doluydu. H e r ç e ­ şit insan A t a l a r ı n ı g ö r m e k için toplanmış, birbirlerinin başları üzerinden b a k m a ğ a çalışıyorlardı. A t a t ü r k m e r d i v e n l e r e doğru yürüyünce kalabalık arasında yeni bir

kaynaşma

oldu. Y u k a r ı sıçrayıp yeniden başladı­

l a r el ö p m e ğ e . . . G ö z y a ş a r t ı c ı bir m a n z a r a y d ı bu... K a l a b a l ı ğ ı n arasında s i y a h dekolte bir elbise g i y ­ miş, uzan boylu, dolgun vücutlu çok güzel bir R u m ka­ dını, oradaki herkes g i b i A t a t ü r k ' ü n de dikkatini çek­ ti. K a d ı n ı n yanında kocası, ya da y a k ı n ı olduğunu san­ d ı ğ ı m bir e r k e k vardı. A t a t ü r k kadını yanına çağırdı. İ ç k i içip içmediğini sordu. « H a y ı r » cevabını alınca onu dansa kaldırdı.

O sırada y u k a r ı salonda o r k e s t r a ça­

lıyordu. O devirde rında dolaşan babayani

sırtlarındaki

küfelerle

mahalle

s e y y a r kavuncular vardı.

kılıklı,

kırçıl

sakalı

göbeğine

böyle bir kavuncu da sırtındaki küfeyle arasına

Uzun

arala­ boylu,

k a d a r inen kalabalığın

sokulmuş, A t a t ü r k ' ü g ö r m e ğ e çalışıyordu.

R u m kadınıyla dansını bitiren A t a t ü r k , birden g ö ­ züne çarpan sakallı kavuncuyu eliyle işaret ederek y a ­ nına çağırdı. Kavuncu, bir Cumhurbaşkanı tarafından çağırılacağını

aklının

ucundan

bile

geçirmediği

için

yerinden kıpırdamadı. « A c a b a k i m i ç a ğ ı r ı y o r ? » g i b i ­ sinden

sağına

« B e n mi, başıyla yeniden

soluna bakındı. Y a n ı n d a k i bir iki g e n ç

ben m i ? » d i y e

«hayır»

işareti

kavuncuyu

o r t a y a fırladılar. A t a t ü r k ,

yaptıktan

işaret

sonra

K a v u n c u bir anda kendini pistin verdi.

Ne

olduğunu

parmağıyla

etti.

anlıyamadan

ortasında çevresine

buluşaşkın

şaşkın bakınıyordu. A t a t ü r k , kavuncunun sırtındaki küf e y i çıkarttırdı. Sonra R u m kadınına, kavuncuyla dans etmesini söyledi. K a d ı n ç o k g ü z e l dans biliyor, pistte döndükçe k ı v r a k h a r e k e t l e r i y l e g ö z

kamaştırıyordu.

GİZLİ

195

DEFTERİ

Pejmürde

kıyafetli

kavuncuysa

hayatında

hiç

dans

etmemişti. Bu iki ayrı t o p l u m katının insanının bir­ birine

sarılarak dansedişleri

g ö r ü l e c e k şeydi...

Dans

bittikten sonra A t a t ü r k , ellerini çırparak; — B r a v o , b r a v o . . . D e d i . Ç o k güzel

dans oldu.

Sonra R u m kadınıyla g e l e n e r k e ğ e beraber dans e t m e ­ lerini söyledi. Bu kez onlar dansa başladılar. O r k e s t r a hiç durmadan çalıyor, toplanan halk alkış tutuyordu. Atatürk,

Büyükada'daki

o

eğlence

akşamında

zengin bir R u m kadınıyla y o k s u l bir kavuncuyu dans e t t i r m e k l e acaba neyi a n l a t m a k istemişti? « İ m t i y a z ­ sız,

sınıfsız bir k i t l e » olduğumuzu

göstermeyi mi?

Y o k s a o z e n g i n kadına « B e n istersem seni bir C u m ­ hurbaşkanıyla da, bir küfeciyle de dans

ettirmesini

b i l i r i m » d e m e ğ e m i getirmişti. Bunu bir türlü ç ö z e m e ­ dim.

196

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

« T Ü R K TİYATROSU İŞTE O D U R »

BİR I r a k heyeti yurdumuza gelmiş, ekono­ m i k ve kültürel görüşmelerde bulunuyor­ du. A n k a r a ' d a yapılan toplantılarda A t a t ü r k , iki ülke arasındaki kültür ilişkilerinin geliştirilmesini istiyor « I r a k ' l a T ü r k i y e kardeş memleketlerdir. Y ı l l a r c a bir arada yaşamıştır. Behemahal münasebetlerimizi artt ı r a l ı m » diyordu. T o p l a n t ı n ı n sonunda A t a t ü r k , orada bulunan M i l l î E ğ i t i m Bakanına: — B a ğ d a t ' a T ü r k Tiyatrosu'nu gönderelim... D i y e emir verdi. B a k a n b i r an ne d i y e c e ğ i n i şaşırdı. D e v l e t T i y a t r o ­ su henüz kurulmamıştı. Y a b a n c ı bir ülkeye yollana­ cak b i r sahne gücümüz yoktu. Gidip orada mahcup ol­ m a k v a r d ı . Y a v a ş bir sesle : — sordu.

H a n g i tiyatroyu g ö n d e r e c e ğ i z P a ş a m ? . . D i y e

— A n k a r a ' d a bir H a l k e v i v a r m ı ? — E v e t var... — —

O r d a bir temsil o y n a n ı y o r m u ? Oynanıyor...

— İ ş t e T ü r k T i y a t r o s u odur. B a ğ d a t ' a onu g ö n ­ deriniz... Bu konuşmadan kısa bir süre sonra R a ş i t R ı z a T o p l u l u ğ u B a ğ d a t ' a g i t m i ş v e orada temsiller v e r m i ş ­ tir.

GİZLİ

DEFTERİ

197

ÇELENGİ N E R E Y E KOYARSANIZ K O Y U N

18

MART

Çanakkale

Zaferinin

yıldönümü

nedeniyle Gelibolu Y a r ı m a d a s ı n d a k i hitliklerin bulunduğu

yerde

düzenlenen

şe­

anma töre­

nine A t a t ü r k te çağrılı bulunuyordu. T ö r e n e , Çanak­ kale'de dövüşen ve onbinlerce kurban veren d e v l e t l e r i n temsilcileri de gelmişlerdi. O r t a l ı k çelenkten g e ç i l m i ­ yordu. F r a n s ı z v e İ n g i l i z meçhul asker anıtlarına ç e lenkler konulmuş, ulusal, m a r ş l a r çalınmış, f a k a t henüz bir T ü r k anıtı olmadığından M e h m e t ç i k konacağı

yer

Çanakkale

konusunda

bir

Savaşları

duraksama

sırasında

çelenginin olmuştu.

düşmana

atılan

m e r m i l e r d e n m e y d a n a g e t i r i l m i ş p i r a m i t şeklinde bir de T ü r k anıtı v a r d ı ki, z a m a n l a bozulmuş,

kalıntıları

da kaybolmuştu. A t a t ü r k ' ü n o z a m a n l a r bu anıta ç e ­ lenk k o y a r k e n çekilmiş bir f o t o ğ r a f ı d a H a r b i U m u ­ mî Mecmuası'nın kapağında yayınlanmıştı. O günkü törende çelengi k o y a c a k bir y e r bulama­ yınca h e m e n A t a t ü r k ' e koştular: —

P a ş a m , b i z i m çelengi nereye k o y a l ı m ?

Diye

sordular. T a r i h i n en korkunç müdafaa ve hücumunun g e ç ­ tiği

alanda,

Anafartalar

o

günleri

yaşar

Kumandanı,

gibi

d a l g ı n ufka b a k a n

kendisinden c e v a p

bekleyen

Vali, k o m u t a n v e beraberindekilere dönüp: — T ü r k k a n ı y l a sulanmış bu toprakların h e r k ö ­ şesi,

bir

Türk

o r a y a koyun,

abidesidir. farketmez...

Çelengi Dedi.

nereye

isterseniz

198

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

VİYANA'DAN GELEN KOLTUK

VİYANA'LI

odun

uzmanı

Horsmayster'in

yaptığı mobilyalar Viyana'dan A n k a r a ' y a gelmiş,

Çankaya'da

yeni

H e p s i birbirinden güzel

yapılan şeylerdi.

k a d a r g ü z e l duruyorlardı k i . . . nın

havasıyla

Ankara'nın

köşke

konmuştu.

Pembe

Köşkte o

N e y a z ı k ki, V i y a n a ' -

havası

için g e l e n m o b i l y a l a r bozulmuş.

birbirine Kuru

uymadığı

hava,

geçme

m o b i l y a l a r ı n ek yerlerini açmış. M a s a l a r kulanılamadı. T e s t e r e y l e pimlerini kestilerse de sonunda bir işe yaramadığı

görüldü.

Viyana'dan

gelen

eşyalar

arasında

Atatürk'ün

oturması için özenle y a p ı l d ı ğ ı belli olan bir de kol­ tuk vardı. Bu büyük koltuğu k a p ı y a koyduk. A t a t ü r k uyuyordu. U y a n ı n c a ona sürpriz yapacaktık. A t a t ü r k ' ü n uyumasını fırsat bilip hemen k o l t u ğ a kuruldum. N e güzel, n e rahat koltuktu ö y l e . . .

Sanki

k e m i k l e r i m dinlendi. K a l k m a k bile i s t e m i y o r d u m . A t a t ü r k uyanınca koşup, yeni koltuğunun g e l d i ğ i ­ ni söyledim. Gelip k o l t u ğ a oturdu. A m a oturmasıyla k a l k m a s ı bir oldu.

Yüzünü

ekşiterek:



H i ç rahat d e ğ i l . . . D e d i .



P a ş a m , biraz önce

tecrübe

e t m e k için

otur­

muştum. B a n a rahat g i b i geldi. D e d i m . —

B i z i m eski

k o l t u k l a r daha rahattı.

Ne v a r d ı

bunu u z a k yerlerden g e t i r t e c e k . . . Dedi. K o l t u ğ u k a l ­ dırdık. B i r daha da oturmadı.

GİZLİ

199

DEFTERİ

BERBER

RIDVAN'I

KOVUŞU

B E R B E R Rıdvan, A t a t ü r k ' ü her gün traş e t m i ş adamdır. A t a t ü r k , Selânikli olan Rıdvan'ı çok sever, her zaman takılır, şakalaşır, o da A t a ' y ı neşelendirmek için türlü bahaneler bulur, sa­ bunlu f ı r ç a y ı ağzına sokarak şaklabanlık yapardı. K a h v e d e bilardo oynuyordum ki, R ı d v a n g e l d i : — H a d i kalk, g i d e c e ğ i z . . . Dedi.

beraberce

berber H a m i ' n i n

evine

— B e n t a n ı m a d ı ğ ı m adamın evine g i t m e m . . . — Ne ç ı k a r ? H e m orda içki de var. B o l bol içeriz. — İçki de i ç m e m . . . R ı d v a n ' l a gidersin, g i t m e m diye uzun uzun çekiş­ tik. A m a sonunda d a k a l k t ı k g i t t i k . . . E v d e F a h r e t t i n Paşa'nın y a v e r i d e varmış. K e n ­ disini t a n ı m ı y o r u m . İ ç k i faslı başladı. H e r k e s sarhoş. Bir ben i ç m i y o r u m . . . Y a n i o meclisin t e k a y ı k ada­ m ı y ı m . G r a m o f o n d a pilâk çalıyor. A t a t ü r k şöyle, Şük­ r ü K a y a böyle o y n a r diye t a k l i t yapılıyor. D e r k e n berber M e h m e t geldi. Selâm sabahtan sonra: attı

— Vasfiye'yi ortaya...

sana

yapayım

mı?

Diye

bir

soru

Vasfiye, A t a t ü r k ' ü n k ı z ı d i y e anılan Ülkü'nün annesiydi. Duldu ve K ö ş k t e A t a t ü r k ' ü n hikmetine ba­ kıyordu. « B u da nerden ç ı k t ı » gibisinden; — Başkasını bulamadın mı y â n i ? D i y e sordum. — Senin evlenmen l â z ı m . H a d i bu işe « h e » de...

P a ş a ' y a da

söylerim.

ATATÜRK'ÜN

200 Bizim —

konuşmayı

duyan

berber

UŞAĞININ

Rıdvan:

Bu babalığı bana y a p . . . B e n alırım... D e d i .

B e r b e r M e h m e t ' i n dediğine g ö r e kadın beni p a r a ­ lı biliyor, derli toplu buluyormuş. O günkü konuşma, V a s f i y e ' n i n kulağına g i t m i ş . R ı d v a n ' ı n kendisine talip için bir

fırsatını

Atatürk'e Bir

bulup

Söylentiye

göre

Vasfiye,

olduğunu duyunca a t l a t m a k

« S i z i n taklidinizi y a p t ı » d i y e

söylüyor. sabah K ö ş k t e n

çıkmağa

hazırlanan

Atatürk,

ç o k sinirli bir halde a y a k k a b ı l a r ı n ı b a ğ l a y a n R ı d v a n ' ­ ın başına çekecekle v u r a r a k : —

D e f o l g i t buradan... Dedi.

R ı d v a n n e olduğunu anlıyamadı. A ğ z ı d i l i tutul­ du. B i z de taş g i b i donup kaldık.

Kovuluşunun nede­

nini ö ğ r e n e m e d e n R ı d v a n eşyalarını topladı. K e n d i s i n i istasyona kadar ben götürdüm. A k ş a m trenine bindir­ dim: — İstanbul'da kimsen v a r m ı ? D i y e sordum. —

Annem



İnşalah

var

Cemal...

orada istikbalin i y i olur, kazancın a r ­

tar, anana da bakarsın. D e d i m . O

gece

Atatürk

sofraya inmemiş,

yemeğini

kü­

tüphanede t e k başına y e m i ş t i . A k ş a m Ç i f t l i k t e n K ö ş k e dönünce

Rüsuhi

Beye

sormuş:



Rıdvan gitti mi?



Gitti Paşam...



K i m geçirdi?



S a m i m î arkadaşıdır,

Bunu öğrendi ya, dum

ki,

ayni soruları bu k e z bana da s o r m a ğ a baş­

ladı: —

Çelebi geçirdi.

t a m y e m e ğ i n i önüne k o y u y o r ­

R ı d v a n g i t t i mi?

GİZLİ

201

DEFTERİ



G i t t i efendim...

Kendisini trene

bindirirken

teselli ettim. Ç o k üzgündü. O r a d a daha çok para ka­ zanırsın, d e d i m . . . — Cezasını çeksin... Bunu haketmişti. Geçenlerde içki içerken benim taklidimi y a p m ı ş . . . —

Paşam,

kimsenin

o

taklidi

m i n haddine?.. zetmeğe geçti...

yemekte

yapıldı. Rıdvan

çalıştı... Şimdiye

Hem kadar

ben

Ama sadece bu

de

vardım.

sizinkini sizin

olayın

Birçok

yapmak

gülüşünüzü

üzerinden

neredeydi

o

ki­ ben­

altı

adamlar?...

ay Bir

şey değil, R ı d v a n ' ı n b a k t ı ğ ı bir de a n a c ı ğ ı v a r . . . Ö y l e d e y i n c e g ö z l e r i n i kapadı... Ü z ü l d ü ğ ü belliy­ di. R ı d v a n A n k a r a ' d a olsa d e m e k k i g e r i alacaktı. Bir yıl

sonra İstanbul'a g e l d i ğ i m i z d e

Salih B e y e

söylettik. R ı d v a n ' ı yeniden işe alması için... A t a t ü r k ' ­ t e n bu konuda izin almış olacak ki, hemen bana: — P a ş a a f f e t t i . . . G i t R ı d v a n ' ı bul... Dedi. Araba dım, ki

Rıdvan

ederek —

tutup

bulamadım.

Rıdvan'ı

orada.

şöyle

berber

dükkânlarında

S a r a y a döndüğümde Atatürk,

başıyla

ara­

bir de b a k t ı m Rıdvan'ı

işaret

dedi:

Çelebi

Efendi,

Rıdvan

dışarda

çok kazanmış

ama, yine de bizi tercih e t t i . . . Bir yıl

önce

söylediklerimi unutmamıştı.

ölünceye kadar A t a t ü r k ' ü n hizmetinde

Rıdvan

çalıştı...

ATATÜRK'ÜN

202

Ç A N K A Y A ' D A eski lonunda zaman

kilitli

Köşkün

camekânlı

bir

büfenin

içinde

tutulan

UŞAĞININ

misafir

büfe

sa­

vardı.

Her

Padişahlara

ait

m a d a l y a ve nişanlar bulunuyordu. V i t r i n camının üze­ rinde

çaprazlama

asılı,

kabzaları, pırlantalı, iki

kılıç

dururdu. B i r sabah baktım ki A t a t ü r k , bu v i t r i n ca­ mının önünde durmuş, görünce

inceden inceye bakıyor.

Beni

seslendi:

— Çelebi E f e n d i . . . Bu kılıçların üzerindeki pırlan­ talar

çıkarılmış.

H a y r e t l e büfeye y a k l a ş t ı m . . .

A t a t ü r k ' ü n dedikle­

ri doğruydu. Gerçekten de kılıçların üzerindeki pırlan­ t a l a r alınmıştı. — Ne oldu p ı r l a n t a l a r ? . . . D i y e sordu. —

Bilmiyorum

efendim...

Dedim.

D e d i m ama, içim hiç te rahat değildi. O r d a bizden başka kimse metkârlar

yoktu.

Kim

çalacak?

Çalsa

çalsa

hiz-

çalardı...

B i r yandan da k a f a m ı

çalıştırıyor,

elmasları ki­

m i n çaldığını ç ö z m e ğ e uğraşıyordum. Bütün tanıdıkla­ r ı m gözümün önünden bir şerit gibi g e ç i p g i d i y o r d u . İki üç hafta k a d a r önce bizde çalışan Ş a m l ı H ü ­ seyin

adlı

görmüştüm.

bir

çocuğun

Hüseyin,

kılıçlara d i k k a t l e üstelik

kumara

da

baktığını düşkündü.

K u m a r o y n a r kazanırdı. B i r seferinde kumardan altın kordon

getirmişti.

Şüphelerimi

söyledim.

şünmüşler.

Soruşturma

bir şekilde

sorguya

Yaverlerde

başladı.

Şamlı

ayni

şeyi dü­

Hüseyin

sıkı

çekildi. B i r süre sonra da K ö ş k ­

t e n ayrıldı. L e k e l i o l a r a k g i t t i . . .

GİZLİ

203

DEFTERİ

Birkaç a y sonraydı. K a r a c a o ğ l a n Caddesinde H ü ­ seyin'e

rastladım.

olduğumu

Ayaküstü

konuştuk.

O

gün

izinli

öğrenince:

— B i z e g i d e l i m . . . Dedi. Eski gittik.

arkadaş...

Yemek

tanıştırdı.

Hoş

Hayır mı

çıkardı. beş

Bu

ettik.

diyeceksin?...

arada evlenmiş. Akşam

ayrılıp

Kalktık Karısıyla

köşke

dön­

düm. Atatürk'ün çıktığımızda

yanında

nereye

çalışanlar,

gidiyoruz,

yani

bizler

kimlerle

dışarı

görüşüyoruz,

takip edildiğimizi biliyordum. O gün Hüseyin'lere g i t ­ t i ğ i m haberi v e r i l m i ş olacak ki,

sofrada A t a t ü r k bir­

den bire bana: —

Sen H ü s e y i n ' i g ö r ü y o r musun?



Evet... Dedim. Evine gittim.

D i y e sordu.

— Konuş, konuş çekinme... — Ç e k i n m i y o r u m efendim... N a s ı l rastladığımı, sonuna —

dek

evine nasıl Bunun

g i t t i ğ i m i başından

üzerine:

Onun bu işte kabahati yok. B i r oyuna gelmiş.

Kılıçların almış,

anlattım.

üstündeki

Hüseyin'e

pırlantaları

verip

bizim

sattırmış.

kızlardan

Hüseyin'le

biri

görüş­

mende bir m a h z u r yok. A l t ı n d a n ne çıkacak diye bekliyordum. R a h a t bir nefes aldım. O sırada yanımızda bulunan C e v a t A b b a s : — Çelebi, m a d e m ki, o seni evine çağırdı. Sen de onu M a r m a r a Köşküne davet et, ağırla... D e y i n c e şaşırdım: — A m a n e f e n d i m . . . Burası benim e v i m d e ğ i l k i . . . H e m H ü s e y i n gelse bile elin nikâhlı karısı g e l i r m i ? Dedim...

ATATÜRK'ÜN

204

UŞAĞININ

EDVAR B İ Y A N G O ORKESTRASI 1929 Y I L I N D A A n k a r a ' y a

A r j a n t i n ' d e n bir

m ü z i k topluluğu gelmişti. E d v a r B i y a n g o Orkestrası

adını

taşıyan bu

toplulukta iki

erkek,

bir

k ı z vardı. Sıcak kanlı, cana y a k ı n insanlardı. Ç i k o l a t a rengi

kız

şarkı söylüyor,

çocuklarsa k e m a n v e

gitar

çalıyorlardı. Bir

gece

Köşkü'ne

Edvar

gelmiş,

Biyango

Atatürk'ün

Orkestrası önünde

Marmara

bir

konser

ve­

riyordu. B i r ç o k g ü z e l melodiler çalındı. O sırada V a ­ sıf Çınar, L â t i n A m e r i k a l ı müzisiyenlere: — Diye

Bizim

İstiklâl

Marşı'mızı

çalabilir

misiniz?

sordu.



Deneyelim...

Dediler.

K e m a n çalan genç, üç k e z dinledikten sonra İ s ­ tiklâl M a r ş ı ' n ı başladı k e m a n ı y l a ç a l m a ğ a . . . çalış...

H e m ne

H e r k e s d i k k a t kesilmiş, kemanın ç ı k a r d ı ğ ı si­

hirli n a ğ m e l e r i dinliyor. İ s t i k l â l M a r ş ı ' n ı hiç te k e ­ m a n d a n dinlememiştim.. N e d e güzel oluyormuş. G ö ­ züm

Atatürk'teydi.

uzaktan

O'nun

hareketlerinden

da

çok

hoşuna

gittiğini

seziyordum.

Arjantin tangoları o zaman pek modaydı. Karşı­ mızda

ise

bir

Arjantin

biri bitiyor, öbürü varmıştı.

Şimdi

Orkestrası

başlıyordu.

adı

hatırımda

vardı.

Tangoların

Coşkunluk son haddine kalmadı.

Çok

ahenkli

bir t a n g o y u dinleyen A t a t ü r k : — lar

Ç o k güzel, çok g ü z e l . . . Dedi. B i r daha çalsın­

söyle... Hemen

baştan

lerdi onlar... zer?...

koşup

Atatürk'ün

başladılar ç a l m a ğ a . . .

emrini

ilettim.

N e güzel, n e

Yeni

eşsiz gün­

B i r daha g e r i g e l i r m i h i ç ? . . . N e g e ­

GİZLİ

205

DEFTERİ

İNSANLAR

T R A K Y A gezilerinden

ŞAHTADIR

birinde

Atatürk,

K ı r k l a r e l i ' n d e k i bir ilkokula uğramış, sı­ nıfları g e z i y o r d u . tapta

şaka

Öğrencilerden birinin önündeki ki­

k a l k m ı ş at

resimleri

vardı.

Atatürk,

cuğun önünde durduktan sonra şöyle bir soru —

Bunlar



Şaha



Atlar

ço­

sordu:

nedir?

kalkmış şaha

atlardır... kalkar,

peki

güzel,

insanlar

da

k a l k a r mı ? Gözü p e k bir çocuktu süzdü.

Sonra

hiç

ürkmeden

bu...

Atatürk'ü

şu

umulmadık

şöyle bir karşılığı

verdi: —

Z a t e n insanlar şahtadır,

Çocuğun bu

kalkmaz...

zekice cevabı A t a t ü r k ' ü n çok hoşu­

na gitmişti. G ü l ü m s e y e r e k : -

A f e r i n ! . . . D e d i k t e n sonra, k i m i n çocuğu oldu­

ğunu sordu. Ç o c u k : —

Meyhanecinin...

Deyince

Atatürk

daha

çok

keyiflendi: — Dedi.

T e v e k k e l i meyhaneci çocuğu b ö y l e zeki olur...

ATATÜRK'ÜN

206

MASAJ ATATÜRK, bir

UŞAĞININ

YAPTIRIYOR

vücut yapısı olarak m u n t a z a m

insandı.

Boyu

1,76,

kilosu

76

dıydı.

B a k ı ş l a r ı kendisini çok daha heybetli g ö s t e r i r d i . Ç o k z a m a n sabaha karşı y a t t ı ğ ı v e uykusunu a l a m a d ı ğ ı halde,

t a m olarak

zindeliğinden hiçbir şey y i t i r m e z d i .

H a y a t ı n ı n son zamanlarında hastalığı nedeniyle otuz k i l o z a y ı f l a m ı ş v e k ı r k a l t ı k i l o y a kadar düşmüştü. Suya karşı düşkündü. bahları

masaj

Rıdvan,

Vasfiye

tanbul'a

geldiği

çok

tanınmış

H e r g ü n b a n y o a l ı r ve sa­

yaptırırdı.

bir

ve

Masajı

Ülfet

zamanlar, masör

berber

hanımlar sabah

Mehmet

yaparlardı.

banyosundan

olan A r a p

Şahver

ve İs­

sonra

masajını

yapardı. H e r sabah sakal traşı olurdu. B â z ı g e c e l e r baloya g i t m e s i g e r e k t i ğ i z a m a n akşamları d a ikinci k e z traş olduğu

olurdu.

Ç o k t e m i z adamdı. H e r g ü n çamaşır elbise d e ğ i ş ­ tirirdi.

B i z i sakallı görürse kızardı. Bu yüzden g i y i ­

m i m i z e d i k k a t eder, h e r gün olurduk.

centilmenler g i b i traş

GİZLİ

DEFTERİ

Cumhuriyetten

207 sonra

daha bıyık bırakmamıştı. nuşmaları

arasında

yakınlarına bir eskidiği

kesmiş

ve

bir

duymuştum.

Fakat

bıyık

bırakan

şey demezdi.

En çok l â c i v e r t bise

bıyıklarını

B ı y ı ğ ı sevmediğini b â z ı k o ­

halde

çizgili elbisesini atmıyor,

ördürüp

severdi. yine

Bu

el­

giyiyordu.

Gömleklerinin hepsi beyaz renkteydi. Ölçüsü bilindiği için İsviçre'de y a p ı l ı r ve hazır gelirdi. Elbiselerini İs­ tanbul'a

gelince

Beyoğlu'ndaki

terzi

Arman'a

dikti­

rirdi. P r o v a s e v m e z v e y a p t ı r m a z d ı . B i r k e z ölçü a l ı n ­ dı mı, bütün elbiseler o ölçüye g ö r e dikilir ve yolla­ nırdı.

ATATÜRK'ÜN

208

UŞAĞININ

BİZİM VİLLAMIZ YOK

C U M H U R B A Ş K A N L I Ğ I Umumi milletvekili türk'ün sofrasından hiç konusu

Kâtibi,

Ruşen Eşref Ünaydın,

Ata-

eksik olmazdı. B i r gün ölüm

açılmış. A t a t ü r k , Ruşen E ş r e f Ü n a y d ı n ' a :



Yahu, A l l a h muhafaza,

olursa bu

çocukların hali

ne

bir gün bana bir şey olur?

D i y e bizi işaret

ederek sormuş. Ruşen E ş r e f te şöyle demiş: —

Paşam

Bugün Paris'te

biz v a r ı z

ya?...

Napoleon'un

Seine

nehri

uşaklarının

torunlarının

kıyısında villaları,

bile

köşkleri v a r .

V a r l ı k içinde yüzüyorlar. Bütün m e z i y e t l e r i de, N a p o leon'a hizmet eden uşakların torunlarının torunu oluş­ ları... A t a t ü r k , sanki bizim soruyu

sormuş.

g e l e c e ğ i m i z i okumuş g i b i o

B i z e d e ğ i l villa; su

bile v e r m e d i l e r .

Y a l o v a Kaplıcalarındaki m ü b a y a a memurluğundan sekizyüz

lirayla

emekliye

ayrıldım.

Gördüğüm,

bundan ibaret. O d a y ı l l a r c a v e r d i ğ i m mamın

servet

emeğin, çalış-

karşılığı...

Atatürk'ün

ölümünden

sonra vasiyetnamesi

açık­

l a n d ı ğ ı z a m a n bir ikinci vasiyetnamenin daha bulun­ duğu,

bunda

Ata'nın

çok

sevdiği

hizmetkâr,

berber,

odacı gibi özel hayatında beraber olduğu kişilere iliş­ kin maddeler bulunduğu, namenin

yok

edildiği

f a k a t sonradan bu

yolunda

A r k a d a ş l a r araştırmışlar,

söylentiler

f a k a t bu

vasiyet­ çıkmıştı.

söylentileri doğru­

l a y a n bir ize rastlıyamamışlardı. Oysa A t a t ü r k , bizler­ le

çeşitli zamanlarda y a p t ı ğ ı

konuşmalarda g e l e c e ğ i ­

m i z i n g a r a n t i altına alınacağı yolunda sözler etmişti.. Hepimizin b i r soru

kafasında

o

kayıp

olarak kalmıştır.

(!)

vasiyetname

hâlâ

GÎZLÎ

209

DEFTERİ

YANINDA

E M R İ N D E çalışarak edenleri şu şekilde

ÇALIŞANLAR

Atatürk'e

hizmet

sınıflandırmak

yerin-

de olacaktır: B a ş y a v e r Rüsuhi B e y , ikinci y a v e r Sami B e y , ü çüncü y a v e r C e l a l Ü n e r . Y i n e ikinci y a v e r l e r d e n N a ş i t , Şükrü, C e v d e t B e y l e r . . . Umumî K â t i p Tevfik Bey, Hasan Rıza

Soyak,

Ö z e l K a l e m Müdürü Sabit B e y , Ö z e l K a l e m M ü d ü r yardımcısı

ve

m e m u r l a r ı . . Kütüphane

memuru

Nuri.

Başsofracı İ b r a h i m Güven, C e m a l Granda, H ü s e ­ yin, A l i Bebek, A h m e t , N u r i . . . Odacılar

Ekrem,

Suat, iki

Tahsin'ler,

Hüseyin,

Mustafa. Başşoför Abdullah, şoförler S a i t ( ö l d ü ) , iki R e m zi'ler, N i y a z i . D o k t o r K e m a l , Celal Tahsin, N e c m i , B a k i R e i s . Berberler: Mehmet ve Rıdvan. Öbür

hizmetkârlar:

Bekir

Çavuş,

Arap

Nesip

E f e n d i ( K a p ı c ı b a ş ı ) Sofracı R e c e p ' i n oğlu küçük R e ­ cep. Kadın hizmetçiler:

Famdöşambr Ülfet

Hanım

( İ n c e zayıf, nahif A n k a r a ' l ı bir k a d ı n d ı ) . Ülkü'nün an­ nesi Selânikli V a s f i y e H a n ı m , Y u g o v l a v g ö ç m e n i F a t ­ m a H a n ı m ( Ü t ü , çamaşır işleri y a p a r d ı . ) F . 14.

ATATÜRKÜN

210

UŞAĞININ

RÜŞVET VERDİĞİMİ D U Y U N C A

D I Ş A R D A A t a t ü r k ' ü n yanında ç a l ı ş t ı ğ ı m ı çok z a m a n saklar, meğe

çalışırdım.

k i m olduğumu

k i m l i ğ i m i belli e t m e -

Trende, vapurda, y â r e n l i k edip te

soran çıkarsa, ticarethanelerde çalıştı­

ğ ı m ı söylerdim. Çünkü A t a t ü r k adını duyanlar, b e n i m ­ le

serbestçe

konuşmağa

çekiniyorlar,

ortalıkta resmi

bir h a v a esmeğe başlıyordu. B i r gün eniştemle A n k a ­ ra'dan

İstanbul'a izinli

o l a r a k Beşiktaş'ta bir

ev

al­

m a ğ a g i d i y o r d u m . T r e n d e k i b a r g i y i m l i bir adam, n e ­ reden nereye g i t t i ğ i m i , k i m olduğumu sordu. N a k l i y e işi y a p t ı ğ ı m ı söyledim. İ n a n m a y a n g ö z l e r l e bana bak­ tı. Sonra: —

Ö y l e ama ben sizi G a z i Çiftliğinde A t a t ü r k ' ü n

arkasında g ö r d ü m . . .

Dedi.



E v e t , bâzı k e r e l e r çiftliğe giderdim.



H a y ı r , her z a m a n O'nun arkasındasınız...

M e c b u r oldum —

sonunda:

Gazi'nin h i z m e t k â r ı y ı m . . .

İstanbul'a

gelince

Demeğe...

Beşiktaş'taki

evle

ilgili

tapu

işini y a p t ı r m a k için T a p u Dairesinde beş l i r a istedi­ ler. M e c b u r oldum v e r m e ğ e . Oysa, A t a t ü r k ' ü n h i z m e ­ tinde

olduğumu

Ankara'ya

söyleseydim,

gelince

bir

v a n ' a anlattım. O da sabah mış...

bunu

konuşma

alamazlardı

ya...

sırasında bunu

Rıd­

traşında

A t a t ü r k ' e anlat­

GİZLİ

211

DEFTERİ

A k ş a m sofrasında A t a t ü r k , M a l i y e Bakanına d a m ­ dan

düşer —

gibi

şöyle

sordu:

Ç e l e b i d e n rüşvet almışlar. N e biçim i ş ? . . .

B a k a n bir anda ne d i y e c e ğ i n i

şaşırmış:

— B i r yanlışlık olacak P a ş a m . . . D i y e k a p a t m a ğ a çalışmıştı. A t a t ü r k durumu benden ö ğ r e n m e k istedi. H e p s i n i bir bir a n l a t t ı m . T r e n d e k i k o n u ş m a y ı da n a k l e t m e y i unutmadım. Bunun üzerine A t a t ü r k , şu anısını anlattı: B i r g ü n İ t t i h a t ç ı l a r zamanında Selanik'ten F r a n ­ sa'ya k a ç ı y o r . karşılaşıyor.

B i n d i ğ i vapurda y a b a n c ı bir

kadınla

K a d ı n , A t a t ü r k ' e soruyor:



Ne



Gazeteciyim...

iş yaparsınız?



H a n g i g a z e t e d e çalışıyorsunuz...

B i r g a z e t e adı uyduruveriyor o anda. K a d ı n inanm ı y a n g ö z l e r l e süzüyor A t a ' y ı : —

Sende sivil h a r e k â t y o k ,



Neden?

— değil,

Elbisenin altında pandufla.

askersin... Bu sivil a d a m işi

askersin...

Bunun üzerine A t a t ü r k kadını k a m a r a y a g ö t ü r ü ­ y o r , asker elbiselerini g ö s t e r i y o r . A t a t ü r k bu anısını a n l a t t ı k t a n sonra bana seslen­ di: —

Çelebi Efendi, senin de sivil o l m a d ı ğ ı n ı anla­

mışlar, dedi. N a s ı l F r a n s ı z d ı ğ ı m ı anladığı g i b i . . .

kadın

b e n i m sivil o l m a ­

ATATÜRKÜN

212

UŞAĞININ

K A F A N I TARİHE YORMA

T Ü R K

Tarih

Kurumu'nun

çalışmalarıyla

A t a t ü r k y a k ı n d a n ilgileniyor, her fırsatta T ü r k Tarihi'nin resine

telkinde

en g e n i ş şekilde y a z ı l m a s ı için çev­ bulunuyordu.

B o ş zamanlarında A t a ­

türk'ün elinde tarihle i l g i l i k i t a p l a r ı n düşmediğini ha­ tırlarım. B i r gün yine A t a t ü r k , tarihle i l g i l i kalın b i r k i t a p okuyordu. Öylesine d a l m ı ş t ı ki, çevresini g ö r e c e k hali yoktu.

B i r sürü y u r t meselesi dururken d e v l e t başka­

nının kendini tarihe v e r m e s i , V a s ı f Çınar'ın b i r a z ca­ nını sıkmış olacak ki,

Atatürk'e

şöyle dediğini duy­

dum: —

Paşam!...

T a r i h l e uğraşıp k a f a n ı y o r m a . . . 19

M a y ı s ' t a k i t a p o k u y a r a k m ı Samsun'a ç ı k t ı n ? A t a t ü r k , V a s ı f Çınar'ın bu çok samimi yakınma­ sına

gülümseyerek

şöyle

karşılık v e r d i :

— B e n çocukken f a k i r d i m . İki kuruş elime g e ç i n ­ ce

bunun bir kuruşunu

kitaba verirdim.

Eğer

böyle

olmasaydı, bu y a p t ı k l a r ı m ı n hiç birini y a p a m a z d ı m . . .

GİZLİ

213

DEFTERİ

«FELÂH YERİNDE KALSIN»

Y E P Y E N İ bir T ü r k i y e yandan savaşın y a r a l a r ı

kurulmuştu.

Bir

sarılıyor,

bir

yandan d e v r i m l e r birbirini k o v a l ı y o r d u . Şapka d e v r i ­ mi, harf d e v r i m i derken, dilin sadeleştirilmesi v e y a ­ bancı

sözcüklerin

gelmişti.

Bu

T ü r k dilinden

arınması

işine

sıra

arada E z a n ' ı n da T ü r k ç e okunması ü-

zerinde duruluyordu.

Bu d e v r i m

de

başarılmıştı s o ­

nunda. A r t ı k m ü e z z i n l e r minarede « A l l a h - ü E k b e r » y e ­ rine « T a n r ı U l u d u r » d i y e sesleniyorlardı. Ezanın sında

T ü r k ç e okunmasının kararlaştırılışı sıra-

din adamlarıyla, hafızlarla çeşitli

görüşmeler

yapılmış, onların da düşünceleri alınmıştı. E z a n ' d a k i bütün A r a p ç a sözcükler a t ı l d ı ğ ı halde « F e l â h » a bir karşılık bulunamamıştı... ın nasıl

değiştirileceği

tartışılıyor,

«Haydi felâh»fakat

kimse

bu­

nun karşılığını bulamıyordu. F e l a h kurtuluş anlamına geliyordu. « H a y d i kurtuluş» dense, bu d e y i m çok g a ­ rip kaçacak,

dinin kudsallığıyla da bağdaşmayacaktı.

Kurtuluş denince akla hemen

İstanbul'da

Rumların

çoğunlukta bulunduğu eski T a t a v l a semti g e l i y o r d u . Son çare o l a r a k A t a t ü r k ' e başvurdular. Bu konuda ileri sürülen düşünceleri t e k e r t e k e r dinleyen A t a ­ türk t e « F e l â h » a bir karşılık bulunmamış olacak k i : — Bu da F e l a h kalsın... D i y e bu işi sonuca b a ğ ­ ladı.

ATATÜRKÜN

214

UŞAĞININ

MADAM VERA BEYOĞLU'NDAKİ gitmiştik. P a p a z l a r ı n Yirmidört

Eden

Lokantasına

toplantısı

kişilik bir m a s a d a birbirlerine

vardı.

ziyafet

çe­

kiyorlardı. M a l sahibi M a d a m V e r a g ü z e l bir kadındı. A s l e n Beyaz

Rus'tu.

Ç o k t i t i z v e düzenli bir

servisi v a r d ı .

A t a t ü r k , y e m e k sırasında M a d a m V e r a ' y ı m a s a y a çağırttı: — L o k a n t a n ı z çok g ü z e l . . . D i y e övücü b i r k a ç söz e t t i k t e n sonra: B i r şeye ihtiyacınız v a r m ı . S i z e y a r ­ d ı m c ı olabüir m i y i z ? D i y e sordu. Madam Vera, ummadığı

anda

başına konan bu

d e v l e t kuşundan son derece keyiflenmiş, ellerini oğuşturarak: —

Evet var Paşam...

D i y e sıkıntı içinde bulun-

duklarını, bir m i k t a r k r e d i y e ihtiyaçları olduğunu s ö y ­ ledi.

Bunun üzerine

Atatürk:



Ne kadar?

D i y e sordu.



10 bin lira kadar...

— İş Bankası'na s ö y l e y e l i m . Mümkünse bir çare­ sine baksınlar...

D e d i k t e n sonra B a ş y a v e r Rüsuhi Be-

ye bu konuda t a l i m a t verdi. Ertesi

günü Eden

i n c e y e t e t k i k ettirildi.

L o k a n t a s ı ' n ı n durumu

inceden

B a k t ı l a r k i borç içinde...

Bir

süre oyaladılar... Bu olayın tanıklarından D r . Reşit Galip, k r e d i işi­ ne ç o k içerlemişti: — B i z bu kadar t a r i h y a z ı p çalışıyoruz... B e ş p a ­ ra

bile

Diye

aldığımız

yok.

Rus

başladı s ö y l e n m e ğ e . . .

değildi.

karısına p a r a v e r i l i y o r . . . Oysa para falan verilmiş

GİZLİ

DEFTERİ

215

ÜÇ DONDURMA YEDİ

«ATATÜRK'ün Kızı» adını alan Küçük Ülkü, A t a ' n ı n hususî hayatında önemli bir y e r tutar. A t a t ü r k Albümünde Ü l k ü ile çekilmiş çe­ şitli resimlerine rastlanır. Çocuğu o l m ı y a n A t a t ü r k için Ü l k ü , başlıbaşına bir s e v g i k a y n a ğ ı olmuştur. Ülkü'nün annesi Selânikli V a s f i y e H a n ı m A t a ­ türk'ün annesi Zübeyde H a n ı m tarafından büyütül­ müş. Ankara'ya gelmiş. A t a t ü r k ' ü n izniyle de Gazi O r ­ m a n Ç i f t l i ğ i İ s t a s y o n M e m u r u ile evlenmiş. Bu evli­ likten bir k ı z çocukları oluyor. A t a t ü r k bu çocuğun adının Ü l k ü konmasanı istiyor. Çocuk büyüdükçe A t a ­ türk te onunla daha çok i l g i l e n m e ğ e başlıyor. T a t i l l e ­ rinden bir çoğunda Ülkü'nün de yanında bulunmasını istiyor. B ö y l e c e halk tarafından Ü l k ü ' y e « A t a t ü r k ' ü n K ı z ı » adı takılıyor. Ülkü, A t a t ü r k ' e h a y a t t a nazını en çok geçiren in­ sanlardan biriydi. B i r çok kimsenin A t a ' y a korkudan s ö y l e m e ğ e cesaret edemediği şeyleri o, hiç çekinme­ den büyük bir samimiyetle söylemesini bilirdi. A t a t ü r k te Ü l k ü ' y e k ı z m a z , onun bütün söylediklerini büyük bir dikkatle dinlerdi. Ülkü'nün O'na «Atatürkçüğ ü m » d i y e incecik sesiyle seslenişi hiç gözümün önün­ den g i t m e z .

216

ATATÜRKÜN

UŞAĞININ

A t a t ü r k ' ü n son y a z m e v s i m i y d i . B i r g e c e

Sava­

rona y a t ı n d a Ü l k ü dondurma yiyordu. Sıcak bir g e c e y ­ di. Z a t e n perhiz olan A t a t ü r k dondurmayı canı

görünce

ç e k t i ve k a m a r o t R ı z a ' y a hemen bir dondurma

g e t i r m e s i n i emretti. Kamarot

R ı z a hiç

kimseye

sormadan A t a t ü r k ' e

g i d i p b i r dondurma g e t i r d i . B ü y ü k bir iştahla dondur­ mayı yiyen Atatürk: — Ç o k hoşuma g i t t i . B i r tane daha g e t i r . . . E m r i n i verdi. İ k i n c i dondurma da geldi. Onu da yedi.

B i r üçüncüsünü

istedi.

A t a t ü r k ' ü n içi yanıyordu. Ü ç dondurma, harareti­ n i söndürmeğe y e t m e m i ş t i ! A r k a s ı n d a n b i r b a r d a k d a suğutulmuş

su içti.

D e r k e n g e c e yarısına d o ğ r u y a t t a i l k k r i z g e l d i . Orada h a z ı r bulunan D r . N e ş e t Ö m e r İ r d e l p derhal u yandırıldı. N e ş e t Ö m e r A t a ' n ı n hususî doktoruydu. İ l k t e d a v i y i y a p t ı . F a k a t v a z i y e t i tehlikeli g ö r ü y o r d u . D ü n y a çapında bir a d a m ı n tedavisinde bu dakika­ dan sonra a r t ı k sorumluluk a l a m ı y a c a ğ ı n ı s ö y l e d i v e A v r u p a ' d a n hemen sını

istedi.

bir

mütehassıs

doktor

çağırılma-

GİZLİ

D E F T E R İ

217

BUZ SANDIKLARINI ATTIRIYOR A T A T Ü R K ' ü n hususî doktoru N e ş e t Ö m e r İrdelp istedikten Fsenjan

sonra

çağırıldı.

D r . Fsenjan şu —

Yatak

Avrupadan

dünyaca İlk

doktor

tanınmış

getirtilmesini

Fransız

doktoru

konsültasyon y a p ı l d ı k t o n sonra

öğütlerde bulundu:

odasında dolaşabilir.

Dışarıya çıkmak

yasaktır. M e r d i v e n inip binmiyecektir. H a v a tertibatı kâfi

gelmediği

için

duvarlara

buz

sandıkları

konula­

cak. Ve daha buna benzer bir çok y a s a k l a r k o y d u k t a n sonra F r a n s ı z doktoru Savarona'dan ayrıldı, şehre indi. O g i d e r g i t m e z de A t a t ü r k beni ç a ğ ı r d ı : —

Çelebi Efendi, bu sandıklardaki buzların f a y ­

dası v a r m ı ? Diye baktım. —

sordu. Ne

Buz

faydası

sandıklarının olabilirdi

yanına

giderek

ki:

H i ç faydası yok. P a ş a m . . .

D i y e cevap verdim. —

Doktor gitti mi?

D i y e y a v a ş b i r sesle sordu. —

Evet Paşam,

şimdi m o t o r a bindi.

— Öyleyse hemen buz kutularını çıkarın. B u z ku­ tuları

buraları

Hemen tatürk'ün

buz

kirletmesin... kutularını

Fransız

muhakkaktı.

Fakat

duvarlardan

doktorunun onun

çıkardım.

yasaklarına

yanında

itiraz

A-

içerlediği

e t m e k iste­

m e d i ğ i anlaşılıyordu. Sadece buz kutularını ç ı k a r t m a k ­ la

kalmadı.

Kendini

biraz

serbest

y a t a h a r e k e t e m r i n i verdirtti.

hissedince

hemen

ATATÜRKÜN

218

UŞAĞININ

Savarona M a r m a r a ' y a doğru y o l aldı. E r t e s i günü Ş a r k ö y ' e vardık. Ç o k güzel bir y a z günüydü. A t a ' n ı n canı y u k a r ı ç ı k m a k istiyordu. B ö y l e havada h ü r r i y e t aşığı bir insan için k a m a r a d a kapalı k a l m a k ne d e m e k ­ t i ? F a k a t doktorlar ona dışarı çıkmasını kesin o l a r a k yasaklamışlardı. B ö y l e olduğu halde. — Çelebi Efendi, şezlongu g ü v e r t e y e çıkar... E m r i n i verdi, i s t e r i s t e m e z emrini yerine g e t i r d i m . B i r taraftan d a ü z ü l ü y o r d u m

Y a hastalığı g e ç m e z s e ,

a r t a r s a d i y e k a y g ı içindeydim. Atatürk güverteye

çıktı.

Şezlongta

z a n d ı k t a n sonra t e k r a r a ş a ğ ı y a indi.

bir

süre

u-

A ç ı k h a v a onu

f a z l a s ı y l e yormuştu. O g e c e y i Ş a r k ö y ' d e g e ç i r d i k . A tatürk'ün

şerefine

gece

halk

sahilde

bir

fener

alayı

düzenlemişti. F a k a t A t a t ü r k ' ü n dışarı ç ı k m a d ı ğ ı n ı g ö ­ rünce

üzüldüler.

Ne

çare

ki,

hastanın

a y a k t a dura­

c a k hali yoktu. Bunu h a l k a d u y u r m a m a k g e r e k t i . M i l ­ let

Ata'sının

hastalığını biliyordu.

Fakat

bu

derece

a ğ ı r bir hal aldığı saklanıyordu. O g ü n y a t l a M a r m a r a ' d a dolaştık. Bu

süre için­

de A t a t ü r k kâh kamarasında dinlendi, kâh y a s a k ka­ rarını dinlemiyerek g ü v e r t e y e çıktı. E r t e s i günü D o l ­ m a b a h ç e önlerine demirledik. T a m 56 g ü n y a t t a istirahat e t t i k t e n sonra bir g e c e A t a t ü r k ' ü koltuğa oturttular. K o l t u k başta K ı l ı ç A l i , Muhafız A l a y

Kumandanı

İsmail Hakkı Tekçe, Polis

memuru F a i k Çelen, B a ş y a v e r Celâl Üner, bir de ka­ pıdaki nöbetçi askerin elleri üzerinde S a v a r o n a y a t ı n ­ dan alınarak a ğ ı r a ğ ı r m e r d i v e n l e r d e n indirildi. İ s t a n ­ bul motoruna bindirilerek Dolmabahçe S a r a y ı n a g ö t ü rüldü. Bu

gidiş

Atatürk'ün

son

gidişi

S a v a r o n a y a d ö n m e k k ı s m e t olmadı.

oldu.

Bir

daha

GİZLİ

219

DEFTERİ

MAREŞAL

ÇAKMAK'LA YATTA

A T A T Ü R K daha S a v a r o n a yatında hastayk e n A n k a r a ' d a n o z a m a n Başbakan bu­ lunan Celâl B a y a r ile G e n e l k u r m a y B a ş k a n ı olan M a ­ reşal F e v z i Ç a k m a k t a sık sık İstanbula g e l i r v e A t a ­ türk'ü z i y a r e t ederlerdi. A t a t ü r k M a r e ş a l Ç a k m a k ' ı n ziyaretine çok önem v e r i r ve hiç k i m s e y e g ö s t e r m e d i ğ i s a y g ı y ı ona g ö s ­ terirdi. Ç a n k a y a davetlerinde bile öyleydi, Mareşalin bulunduğu z i y a f e t l e r d e m a s a y a içki konmaz. A t a t ü r k de o g e c e y e m e k t e i ç k i perhizi y a p a r ya da b i r i k i kadeh içer, sofra en g e ç g e c e saat 11 de dağıtılır, sa­ bahlara k a d a r d e v a m eden şölenlere v e d a edilirdi. M a r e ş a l F e v z i Çakmak, Savarona yatına g e l e ­ c e ğ i z a m a n A t a t ü r k hasta olduğu halde y a t ı n iskele­ sine çıkar, bir i k i saat süren toplantılardan sonra y i n e iskeleye k a d a r g e t i r i p m o t o r a bindirirdi.

220

ATATÜRKÜN

UŞAĞININ

A t a ' n ı n hastalığı sırasında eski Başbakan v e A t a ­ türk'ün

Kurtuluş

geldiğini merak

Savaşı

hiç g ö r m e d i m .

adamakıllı

aralarında

içimi

arkadaşı

İsmet

İnönü'nün

A r a d a n günler g e ç t i k ç e kemirmeğe

bir d a r g ı n l ı k m ı v a r d ı ?

başladı.

bu

Acaba

Sonunda dayana­

m a d ı m . B i r g ü n B a ş y a v e r Celâl B e y e sordum: —

İ s m e t P a ş a A t a t ü r k ' ü çok severdi. N i ç i n g e l i p

görmüyor? —

Cemal, bir k a ç d e f a g e l m e k için t e l e f o n etti.

A t a t ü r k e haber verdik. İ s m e t P a ş a g e l i p sizi z i y a r e t e t m e k istiyor, dedik.

«Ankara'dan ayrılmasın.» diye

c e v a p v e r d i . B i z d e İ s m e t İnönüye A t a t ü r k ' ü n sözle­ rini

aynen tekrarladık. Bunun tepkisinin ne olduğunu

bilmiyorum... A r t ı k bu k a r ı n şişmesi tehlikeli bir hal y a r a t t ı ­ ğından su a l m a yoluna g i t m e k t e n başka çare g ö r e m i y o r l a r d ı . F a k a t d o k t o r l a r su alma işlemini elden g e l ­ d i ğ i kadar g e c i k t i r m e k k a r a r ı n d a görünüyorlardı. A t a ­ türk

te

gün

doktorlara: —

mi?

durumun

ciddiliğinin

farkındaydı.

Hatta

bir

Su a l m a k a m e l i y e s i tehlikeli midir, a c ı v e r i r

diye

sormuştu.

Fakat

doktorlar

onu

kaygılan­

d ı r m a m a k için çok basit olduğunu, hatta bu işi ken­ dileri dı.

değil,

asistanlarına

A s l ı n d a bu,

l i k e l i bir şeydi.

yaptırdıklarını

söylüyorlar­

d o k t o r l a r ı n sakladıklarından da teh­ Barsaklardan

biri de delinebilirdi.

GİZLİ DEFTERİ

221

VASİYETNAMESİNİ EMİRLE YAZDIRDI

H A S T A L I K g i t t i k ç e ilerliyor, karın g i t t i k ­ çe şişiyordu. A t a t ü r k çevresindekilere neşeli g ö r ü n m e k istediği halde acı içinde kıvrandığı belli oluyordu.

Yorgunluk

ve

halsizlik

yüzünü

inceltmiş,

onu bitkin bir hale getirmişti. K a r n ı n ı n su toplaması yüzünden

artık

Bu

yüzden

ğe

başladı.

yatakta

arkasına

dik

oturamaz

yastıklar

hale

gelmişti.

koyuyorlardı.

Sonunda A t a t ü r k bütün d a y a n ı k l ı l ı ğ ı n ı k a y b e t m e ­ Artık

acıya

dayanamaz

hale

gelmişti...

Doktorlara: —

Karnımdaki

suyu

bir

an

evvel

alın...

Diye

e m i r verdi. F a k a t hiç birinde buna cesaret yoktu. Da­ ha bir

süre

suyun

Atatürk'ün da

alınmamasını u y g u n görüyorlardı.

suyun

F r a n s ı z doktorunun

alınması

için

ikinci

gelişine

diretmesi,

tam

rastladı,

Dok­

tor, A t a t ü r k ' ü daha i y i bulacağını u m u t ettiğini söy­ lemişti.

Fakat

Bunun

üzerine

gelir

gelmez

Atatürk'e

düş

bakan

kırıklığına Türk

uğradı.

doktorlariyle

222

ATATÜRKÜN

Fransız

doktoru

arasında

uzun

oldu ve A t a t ü r k ' ü n karnından

süren

suyun

UŞAĞININ bir

görüşme

alınmasına

karar

verildi. Y o k s a acısını hafifletecek başka hiç b i r çare kalmamıştı

ve

h a s t a l ı k daha Atatürk,

bunu kötüye

yapmağa doğru

zorunluydular.

gitmeğe

karnından i l k kez

su

Yoksa

başlamıştı.

alınmasından bir

süre önce vasiyetnamesini hazırlamış ve kendi e l i y l e notere

vermişti.

Çünkü

y a v a ş y a v a ş öleceğini

artık

O da anlamıştı. Karnının

gittikçe

Avrupa'lardan

şişmesi,

getirilen

idrarının

doktorların

kesilmesi,

hastalığının

kar­

şısında elleri kolları b a ğ l ı kalması, O'na ölümün kaçı­ nılmaz

bir

şey

olduğunu

anlatmıştı.

H a s t a l ı ğ ı n ı n « S i r o z » olduğunu biliyordu, Vasiyetnamesinin hazırlanması için U m u m î K â t i p Hasan

Rıza

Soyak'ın

yardımını

istediğini

duymuş­

tuk. B i r gün S o y a k ' ı ç a ğ ı r d ı . M a l o l a r a k nesi varsa bir

listesini

çıkarmasını

istedi.

Umumî

Kâtip

buna

hiç l ü z u m olmadığını, kendilerine

yapılacak

operas­

yonun basit ve

olduğunu,

bundan

tehlikesiz

b i r şey

k a y g ı l a n a c a k hiç bir şey bulunmadığını söylüyorsa da dinletemiyordu... — Bunu

behemahal

yapalım...

Diyorsa.

Emir

emirdi. Hem

daha

f a z l a ısrar

etmesi,

zaten

hasta

olan

A t a t ü r k ' ü üzebilirdi. U m u m î K â t i p bürosuna g i d e r e k k a y ı t l a r d a n iste­ d i ğ i listeyi çıkarıyor. Bu liste esas tutularak K o c a e l i M i l l e t v e k i l i Selâhattin Y a r g ı ile bir v a s i y e t n a m e ha­ zırlanıyor. A t a t ü r k vasiyetnamesinde bütün m a l v e mülkünü yine

millete

yakınlarına,

bırakmaktaydı. sevdiklerine

Şahsî

servetinden,

a y l ı k bağlanıyordu.

çok

GİZLİ

223

DEFTERİ

Vasiyetnamede

yaşadıkları

sürece

kızkardeşi

Makbule A t a d a n ' a ayda 1 0 0 0 , P r o f . A f e t İnan'a 800, t a y y a r e c i Sabiha Gökçen'e 600, Ü l k ü ' y e 200, R ü k i y e v e N e b i l e ' y e d e 100 e r l i r a bırakıyordu. A y r ı c a Sabi­ ha Gökçen'e bir ev alabilecek p a r a verilecek, M a k b u ­ le

A t a d a n ' ı n da

kadar

emrinde

Ç a n k a y a ' d a oturduğu kalacaktı.

Bunlardan

ev

ölünceye

başka

İsmet

İnönü'nün çocuklarına yüksek ö ğ r e t i m l e r i n i bitirince­ ye

kadar

gereken

yardımın

yapılmasına

ilişkin

bir

madde de v a r d ı . U m u m î K â t i p H a s a R ı z a Soyak, A t a t ü r k ' ü n em­ r e t t i ğ i gün yatmakta götürüyor. sırtında,

Altıncı N o t e r İsmail olduğu

üst

Atatürk

traş

olmuş

kattaki

onları

Kunter'i

denize

pijaması

vaziyette

Ata'nın

bakan

ve

karşılıyor.

odaya

robdöşambrı Sigara

ve

kahveler içildikten sonra bir süre şundan bundan k o nuşuluyor;

f a k a t hastalığından

nunda U m u m î

Kâtip'le Noter,

hiç sözedilmiyor. So­ g i t m e k üzere

ayağa

k a l k ı p izin istedikleri zaman, masanın üzerinden al­ d ı ğ ı kapalı bir z a r f ı N o t e r e d o ğ r u u z a t a r a k : —

Bu benim v a s i y e t n a m e m d i r . İ c a b e t t i ğ i z a m a n

açarsınız. D i y o r d u . H a s a n R ı z a S o y a k sonradan bun­ ları

anlatırken

miştim.

gözlerinin

yaşlarla

dolduğunu

farket-

224

ATATÜRK'ÜN

ARTIK

DUA

UŞAĞININ

EDİYORDUK

B Ü T Ü N m e m l e k e t A t a t ü r k ' ü n hastalığıy­ la i l g i l i y d i . H e r k e s sabah gazetesini açınca iyi bir haber alır umuduyla heyecanlanıyor, b e k l e d i ğ i müjdeyi g ö r e m i y o r d u . M i l l e t t e n

fakat

hastalığın

g i d i ş i saklandığı için henüz işin tehlikeli hali m e m l e ­ kete yayılmamıştı. Avrupadan doktorlar gelmişti, el­ bette

ki

bu

hastalığa

türk'ü eski s a ğ l ı ğ ı n a şekilde

da

bir

çare

bulacaklar,

kavuşturacaklardı.

Ata­ bu

avutuluyordu.

O y s a biz işin

içindeydik.

Her

saat

h e r d a k i k a k u l a ğ ı m ı z a bir başka haber gece

Halk

uykularımızda

şünemez olmuştuk.

bile

Atatürk'ten

Yarabbi,

ne

değil,

hatta

ç a l ı n d ı ğ ı için başka

buhranlı

şey

dü­

günler

ge­

çiriyorduk. H e r g e c e O'nun yaşaması için A l l a h a dua ediyordum. lam

Çok zaman

ıslanıyordu.

haber

Günler

y a s t ı ğ ı m g ö z y a ş ı n d a n sırsık­ geçiyor,

f a k a t beklenen i y i

bir türlü g e l m i y o r d u .

A t a t ü r k ' ü n karnından ilk olarak b i r t e n e k e y e y a ­ kın

su

alındıktan

sonra O'nun

birden

çöktüğü,

çok

225

GİZLİ DEFTERİ

zayıf

düştüğü

haberi

geldi.

Böyle

mizde yine bir umut belirmişti. düzelir da

diye

fikir Su

düşünüyor,

olduğu

halde

içi-

Sudan kurtuldu, belki

birbirimizle

hastalık

hakkın­

yürütüyorduk. alındıktan

sonra

Atatürk

biraz

sakinleşmiş

diye duyduk. F a k a t g e c e inlemeleri kesilmedi denilin­ ce,

yüreğim O

Yatı

a ğ z ı m a g e l i r gibi oldu.

sıralar neden

ben,

göndermişlerdi Saraya rumu

Savarona

Dolmabahçe

geliyor, hakkında

yatıyla

önlerinden

bilmiyordum.

Fakat

arkadaşlarımdan bir

şeyler

Bebek'e kaldırıp hemen

Ata'nın

öğrenmeğe

gittim. Bebek'e her

gün

sağlık

du­

çalışıyordum.

Y a t t a k i personel de g ö z l e r i yolda, akşam benim d ö n ­ memi

sabırsızlıkla

yor, fakat olmadığını

bekliyor,

beni

güvertede

karşılı­

a ğ z ı m ı a ç m a d ı ğ ı m ı görünce, bir değişiklik anlıyarak

susuyorlardı.

F . 15

226

ATATÜRKÜN

UŞAĞININ

ÇOK ACI Ç E K İ Y O R D U

ATATÜRK

hasta y a t t ı ğ ı son günlerinde g e -

rek Savarona yatındayken, mabahçe dolaşır

Sarayı'nda

ve

uzanırdı.

gecelik

kıyafeti

Fransız

gerekse Dololan

doktorunu

entariyle

sevmeyişine

karşı, hiç bir z a m a n başucundan a y r ı l m a y a n D o k t o r Ş a k i r A h m e t v e Z i y a N a k i ' y e karşı derin bir s e v g i besliyordu.

Türk

doktorlarına

daha

çok

güvendiği

K o l t u k l a Savarona'dan D o l m a b a h ç e ' y e

taşındık­

her halinden belli oluyordu. tan sonra A t a t ü r k , daha önce neden S a r a y ' a g e l m e d i ­ ğ i n e üzülür bir hal takınmıştı. Çünkü y a t t a k i cehennemi

andırır

odaları

daha

sıcaktan serinceydi.

burada

eser

yoktu.

Saray'ın

H e m burada buz sandıkları

gerekmiyordu. A t a t ü r k ' ü n karnı günden güne şişiyordu. Bu yüz­ den nefes a l m a k t a güçlük ç e k t i ğ i n i görüyorduk. Bizi a r t ı k p e k yanına b ı r a k m ı y o r l a r d ı . P e k önemli bir g ö ­ r e v için doktorların i s t e d i ğ i bir şeyi g ö t ü r m e k üzere kapısına g i d i y o r , çoğu z a m a n da içeri g i r m e d e n d ö ­ nüyorduk.

Ancak

kapının

aralığından ne g ö r e b i l i r s e k

o kadar... Ata'nın hastalığı hepimizin kolunu kanadını kırmış,

S a r a y derin bir ölüm sessizliğine bürünmüştü.

GİZLİ DEFTERİ

227

SON BAYRAMI

ATATÜRK'ÜN

durumu a ğ ı r l a ş ı y o r v e y a -

pılan iyileştirme çalışmaları sonuçsuz k a ­ lıyordu. Günden güne bir m u m gibi eridiğini g ö r ü ­ yorduk.

Bir

ara

Atatürk'ün

Ankara'ya

gitmek

için

israr ettiği, « O r a d a y a p a c a k ç o k m ü h i m işlerim var. Beni derhal A n k a r a ' y a götürün,» d i y e e m i r

verdiği

söylentileri çıktı. H e p i m i z i bir heyecan dalgası kap­ ladı. G i d e r m i g i d e r . . . ne

olur?

düşer

mi,

Trenin yoksa

D i y e düşünüyorduk.

sarsıntısından daha

büyük

G i t m e z s e kurtulur m u ? D i y e

daha

bir

çok

Giderse

kuvvetten

felâket gelir

mi?

aramızda tartışmalara

başlamıştık. Bütün günümüzü bu tür konuşmalar a l ı ­ yordu. Sonunda d o k t o r l a r ı n e l b i r l i ğ i y l e v e r d i k l e r i ka­ r a r her şeye yere

üstün

oldu. A t a t ü r k ,

Saraydan hiç bir

çıkarılmayacak, g e r e k t i ğ i k a d a r A n k a r a y o l c u ­

luğu konusunda Hastalık

oyalanacaktı.

ilerledikçe

kaygılar

da

artmağa

başla­

dı. B e l k i y a r a r l ı olur umuduyla A v u s t u r y a v e A l m a n ­ ya'dan b i r e r

tanınmış p r o f e s ö r g e t i r t i l d i .

nuç değişmedi.

F a k a t so­

Bunlar da ayni hastalığı buldular ve

a y n i t e d a v i y i u y g u l a m a ğ a başladılar.

228

ATATÜRKÜN

UŞAĞININ

Bebek'le Dolmabahçe arasında nasıl gidip g e l d i ­ ğ i m i şimdi düşündükçe o günleri y a ş a r gibi oluyorum. Heyecandan Bazan

bitkin

korkudan,

bir

hale

kötü,

gelmiştim

o

günler...

a c ı haberin korkusundan Sa­

r a y ' a g i d e m e d i ğ i m z a m a n l a r d a telefonla D o l m a h ç e ' nin santralını bulup ürkek ürkek santral m e m u r u K e ­ m a l B e y ' e « D e ğ i ş i k l i k v a r m ı ? » diye soruyordum. O n ­ dan « H a y ı r » cevabını alınca içime su serpiliyor, he­ men

yattaki

arkadaşlarımın

yanına koşup

kür daha y a ş ı y o r » diyordum. den

«İnşallah Böylece

kurtulur»

1938

yılının

«Çok

Ondan sonra hep

diye

başlıyorduk

şü­ bir­

duaya.

Cumhuriyet B a y r a m ı gelip

çattı. H a l k a bir şey d u y u r m a m a k v e şehirde y a s ha­ vası

estirmemek için şenliklerin eskiden olduğu g i b i ya­

pılması

uygun

görüldü.

Yine

taklar

kuruldu,

parlak

bir g e ç i t töreni yapıldı, g e c e fener a l a y l a r ı düzenlen­ di. H a t t a Kuleli'liler Sarayın önüne vapurla g e l i p g ö s ­ teri

yaptılar.

şenlikler

Gece

sürüp

sabaha

kadar

havayi

fişeklerle

gitti.

B i z Cumhuriyet B a y r a m ı ' n ı n onbeşinci y ı l şenlik­ lerine Hep likleri

candan Büyük

katılamadık.

Ata'yı

g ö r e m e d i ğ i için

milletinin yemiştir.

arasına

İçimiz

düşünüyorduk. ne

kan

ağlıyordu.

Kimbilir

k a d a r üzülmüştür.

katılamadığı

için

kendi

O,

şen­

Sevgili kendini

GİZLİ

DEFTERİ

229

SON DAKİKALARI

C U M H U R İ Y E T Bayramı'nın

ertesi günü

A t a t ü r k ' ü n ateşinin birden bire yükseldi­ ğ i n i duyduk. İ ç i m i z i derin bir üzüntü kapladı. K i m ­ senin a ğ z ı n ı bıçak açmıyordu. D e r k e n , bir haber daha g e l d i : A t a t ü r k k o m a y a g i r d i . . . Bütün S a r a y ileri g e ­ lenlerini,

iğne

kır ksekiz saat konuştuğunu Hepimizi

bir

üstünde uykusuz tutan bu sürdü. K o m a d a n

öğrendik. ferahlık

Artık

ilk

koma,

sonra birkaç k e l i m e sakinleşti,

kaplamıştı.

deniyordu.

Bayağı

umutlan-

mıştık. T e h l i k e y i a t l a t t ı d i y e düşünüyorduk. Atatürk,

a t l a t t ı ğ ı tehlikenin farkındaydı. Ç e v r e ­

sindekilere: « B a n a n e o l d u ? » d i y e sormuş v e « D e r i n bir uyku uyudunuz» karşılığına p e k inanmamıştı. F a ­ k a t i n a n m a d ı ğ ı n ı beli

etmek

istemiyor

görünmüştü.

B i r i n c i k o m a d a n sonra a r t ı k d o k t o r l a r A t a t ü r k ' ü n başından a y r ı l m a z olmuşlar d i y e duyduk. D r . N e ş e t Ö m e r her z a m a n başucunda, öbürleri de ikişer ikişer nöbetteymişler. Birinci k o m a d a n kurtuluşun

verdiği

sevinç uzun sürmedi. A t a t ü r k ' ü n karnındaki su y i n e ç o ğ a l m a ğ a başladı. Y a t a k t a o t u r a m a z ; uz ana maz o l ­ du. Ç e k t i ğ i acı a r t t ı k ç a arttı.

F a k a t öylesine d a y a -

230

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

n ı k l ı y d ı ki, herkesi bu hali şaşkına çeviriyordu. H e r sabah

g a z e t e l e r i başından sonuna kadar okuması eski

halini hatırlatıyordu. A t a t ü r k a r t ı k nefes

a l m a k t a d a güçlük

çekiyor­

du. Bu yüzden yeniden karnından su alınmasında is­ r a r e t m e ğ e başladı.

D o k t o r l a r önce buna k a r ş ı çık-

tılarsa da, sonunda o y b i r l i ğ i y l e suyun alınması konu­ sunda birleştiler. İ k i n c i su da alındı. F a k a t bu o p e ­ rasyon, A t a ' y ı iyiden i y i y e halsiz b ı r a k m a ğ a y e t m i ş t i . Sonunda 8 K a s ı m günü k a y ettikten sonra ikinci k o ­ m a y a g i r d i ğ i n i duyduk. A t a t ü r k ' ü n berberi M e h m e t , birden bire fenalaş­ t ı ğ ı n ı v e k a y e t m e ğ e başladığını haber verince, H a s a n R ı z a Soyak, K ı l ı ç A l i , N e ş e t Ö m e r v e A b r a v a y a , A tatürk'ün

başucuna

koşmuşlar.

Atatürk

onlara

«Saat

k a ç ? » d i y e sormuş... 9 K a s ı m ' ı d a l g ı n bir halde g e ç i r e n A t a t ü r k , daki­ kadan göre

dakikaya artık

umut

sönmeğe

başlamış.

kalmamıştı.

Gelen

Doktorlarda

haberlere da

umut

y o k t u . G ö z y a ş l a r ı m ı z ı tutamıyorduk. A r t ı k h a y a t bi­ ze zindan g i b i g ö r ü n m e ğ e başlamıştı. O g e c e y i uyku­ suz g e ç i r d i m . Y i n e de dua e t m e k t e n k e n d i m i alamı­ yordum.

GİZLİ DEFTERİ

231

SALİH BOZÜYÜK KENDİNİ VURUYOR

A T A T Ü R K ' E oniki yıllık hizmetim bir f i l m g i b i g ö z l e r i m i n önünden

geçti.

Boğazı­

ma bir şey tıkanmıştı. K â b u s içinde, sırsıklam t e r l e miştim.

Sabahı g ü ç e t t i m . Şafakla beraber biraz d a ­

l a r gibi olmuştum. U y k u s u z gecenin sabahında vücudum ezilmiş g i ­ bi y a t a ğ ı m d a n çıktım. B i r a z sonra Saray'a gider, v a ­ z i y e t i ö ğ r e n i r i m d i y e düşünüyordum. Yatta

işlerimi

lunun b a y r a ğ ı n ı n gördüm.

bitirirken

yavaş

yavaş

Bebek

Polis

y a r ı y a doğru

Karako­ indiğini

Bütün vücudum sanki karıncalanıyordu. B i r

anda şiddetli bir ürperti sardı her y a n ı m ı . . . O anda acı g e r ç e ğ i anlamıştım. D e m e k ki, A t a ­ türk y a ş a m ı y o r d u artık. O m a v i g ö z l e r bir daha parl a m a m a k üzere

sönmüştü.

B i r an duygusuz,

taş g i b i

kaskatı k a l d ı m . Ne ağlıyabiliyor, ne de bir ses çıka­ rabiliyordum. B i r süre içim ü r p e r m e dolu ö y l e duraksadım. N e d e n sonra kendimi t o p a r l a y ı p a ş a ğ ı y a k o ş ­ tum. A r k a d a ş l a r ı m a : « Ö l m ü ş . . . » D i y e b i l d i m . O

anda

yatta

bir

feryat

figandır

başladı.

Hiç

kimse g ö z y a ş l a r ı n ı tutamıyordu. Benim de o ilk duy­ gusuz,

taş g i b i h a l i m geçmiş,

süzülmeğe

başlamıştı.

yanaklarımdan yaşlar

232

ATATÜRK'ÜN

UŞAĞININ

K e n d i m i toparladıktan sonra rıhtıma çıktım. H e ­ m e n telefona sarılarak Saray'ın santral memuru K e ­ m a l B e y i aradım. H â l â inanamıyor, inanmak i s t e m i ­ yordum. Sesimi duyunca tanıdı. Sadece « D o ğ r u » d i y e ­ bildi. B a ş k a bir şey söylemedi. H e m e n bir taksi ç e v i r i p Dolmabahçe'nin yolunu tuttum. R ü y a d a y m ı ş gibi g i d i y o r d u m . B e y n i m z o n k luyordu. S a r a y ' a nasıl v a r d ı m bilemem. Orası görüle­ cek

şeydi.

Boşalmıştı

H e r y a n derin denebilir.

Hiç

bir sessizliğe kimse

bürünmüştü.

kalmamıştı.

Hemen

oradakilere: — Ne oldu, ne v a r ? D i y e sordum. A l d ı ğ ı m cevap Bu rını

sessizlikten başka bir şey d e ğ i l d i .

arada A t a t ü r k ' ü n b â z ı ç o k yakınlarının durumla­ sağlamlaştırmak

için

Ankara'ya

koşuştuklarını

öğrenince üzüntüm bir k a t daha arttı. F a k a t bunlara karşı A t a t ü r k ' e b a ğ l ı l ı ğ ı m h a y a t ı y l a ödeyen k i m s e l e r de vardı. O'nun ölümüne d a y a n a m a y ı p acıdan kendiıü t a b a n c a y l a vuran

Bilecik milletvekili

kanlar içinde bir köşede

Salih

Bozüyük

yatıyordu.

Bu m a n z a r a y ı görünce b i r a z daha fenalaştım. Sa­ lih

Bozüyük

etkisiyle

bir

o

anda

yıl

ölmemiş,

sonra

ama

hayata

aldığı

gözlerini

yaraların kapamıştı.

A t a t ü r k ' e bu denli aşkla b a ğ l ı bir insanın daha olabi­ leceğini

sanmıyorum.

Salih

Bey

gösterdiği

fedakâr­

lıkla, h a y a t ı m boyunca g ö z ü m ü n önünden g i t m i y e c e k kişilerdendir.

GİZLİ

233

DEFTERİ

YÜZÜNDEKİ TÜLBENTİ KALDIRIP BAKTIM

A T A T Ü R K

Dolmabahçe

r e m Kısmında,

Sarayı'nda

Ha-

her z a m a n y a t t ı ğ ı odada

y a t ı y o r d u . A r t ı k bu odaya bakamıyor, fenalaşıyordum. Yaldızlı

mobilyalar,

üzeri

yaldızla

süslü

mavi

tavan

bir ölüm rengine bürünmüştü. A t a t ü r k bu odada son­ suz

uykusunu

tıkta

uyuyordu.

yatıyordu.

Geniş

Hayattayken

bir

yatakta, t e k

gülkurusu

rengini

yas­ se­

verdi. Y i n e ö y l e bir renk içinde sonsuz uykusuna d a l ­ mıştı. Saray'da

Rıza

adlı

bir

sofracı

arkadaşım

daha

vardı. Onunla beraber y a v a ş ç a odadan içeri süzülmüş­ tük. du.

Çenesi

bağlanmış

İ k i g e n ç subay

Atatürk

öldükten

vaziyette

hareketsiz duruyor­

a y a k ucunda nöbet bekliyorlardı.

bir

saat

kadar

sonra

İstanbul'daki

Ordu Müfettişi, A n k a r a ' d a n v e r i l e n emirle cenaze t ö ­ reni

için

hazırlıklara

tarafından İşte insan,

başucunda ölümüne

bir

geçirilmiş, nöbet türlü

H e r gelip

subaylar

başlanmıştı.

inanamadığım

o koskoca tarih biraz

şekilde y a t ı y o r d u .

üniformalı

tutulmağa

o

büyük

ilerde

çenesi bağlanmış

geçici

insan

gibi o da

göçmüştü. F a k a t O, dünya durdukça y a ş a y a c a k ender insanlardan —

Bir

biriydi. türlü

yüzünü. D e d i m .

öldüğüne

inanamadım.



bakalım

234

ATATÜRKÜN Yüzündeki tülbenti

akıtarak

yüzüne,

açtırdım.

bir daha

Gözyaşlarımı içime

sadece

c e ğ i m yüzüne uzun uzun b a k t ı m . morarmış —

UŞAĞININ

resimlerinde

gibiydi.

H a k i k a t e n şimdi inandım... Dedim.

O günü nasıl g e ç i r d i ğ i m i bilmiyorum. sahip

göre­

Y ü z ü hafif siyahtı,

değildim.

Saraydan

O anda y a t t a k i

bir

görevi kim

türlü

Kendime

ayrılamıyordum.

düşünür.

S a r a y ' d a o güne k a d a r görülmemiş bambaşka bir çalışma vardı. tı.

Bunun

da

oturup

A b a n o z ağacından bir tabut

içini

A k ş a m üstü geldi.

sofracı

dertleşirken

İbrahim'le

— di.

bana

İbrahim'le İsmail

Sonra

Selâmlık

Hakkı

kısmın­

Tekçe

(Paşa)

dönerek:

Son v a z i f e m i z i de

Dedi.

yapılmış­

kurşunluyorlardı.

nöbet

yaptık.

sırası

Yıkandı,

geldi,

kefenlen­

diyerek

ünifor­

m a l a r ı n ı g i y i p nöbete g i t t i . Giderken arkasından şöy­ le dedim: —

Beyler, Paşalar,

şimdi hepiniz geldiniz. A t a ­

türk'ü bekliyorsunuz. Y ı l l a r c a onu iki cahil sofracının eline bıraktınız da şimdi mi g e l d i n i z ? Cenaze nuz.

töreninin bütün

Cenaze,

Sarayburnu'ndan

ayrıntılarını Zafer

biliyorsu-

Torpidosu'yla

Y a v u z ' a alınıp, İ z m i t ' e d o ğ r u y o l alırken, onu i z l e y e n yabancı de

donanmanın

bulunuyorduk.

gerisinde

Donanmayı

Savarona Adalara

yatıyla

kadar

biz

izledik.

Ö n c e cenaze töreni p r o g r a m ı n a biz alınmamıştık. F a k a t Savarona'nın

o dönemde

süvarisi bulunan

Sait K a p ­

tan, y a t ı protokole sokabilmek için S a r a y ' a g i t m i ş v e çekişe —

çekişe Büyük

etmelidir...

istediğini adamları

yaptırmıştı. ölümünde

Onun: a t ı ile

Sözünü hiç u n u t m ı y a c a ğ ı m .

yatı

takip

GİZLİ DEFTERİ

235

Ö L D Ü K T E N SONRA

A T A T Ü R K

öldükten

sonra

Cumhurbaş-

kanı olan İ s m e t İnönü, Savarona y a t ı n ı hiç g ö r m e m i ş . G ö r m e ğ i istemiş. Y a t ı İnebolu'ya ça­ ğırdılar. B i z d e Savarona ile İ n e b o l u ' y a g i t t i k . Orada

öyle

rıhtım

falan

yok.

Kıyıdan

demirledik. İ s m e t İnönü m o t o r l a y a t a

uzakta

geldi. H e r ta­

rafını g e z d i v e beğendi. K ı s a bir yolculuk yapıp i n e ­ bolu'dan Z o n g u l d a k ' a g i t t i k . İnönü orada y a t t a n ine­ rek

trenle Aradan

A n k a r a ' y a hareket üç

yıla

yakın

etti.

bir z a m a n geçmiştir.

Yıl

1941, H a z i r a n 22... A t a t ü r k ' ü n ölümünden sonra ben yine D e m i r y o l l a r ı İşletmesi kadrosunda Savarona y a ­ tında g ö r e v l i y d i m . A r t ı k eski i m t i y a z l ı durumum kal­ mamıştı.

Y a n i T ü r k i y e Cumhurbaşkanının h i z m e t k â r ı

değildim. O z a m a n ı n Başbakanı olan R e f i k S a y d a m l a , D ı ş ­ işleri İsmet

Bakanı

Şükrü

İnönü'yle

Gelibolu'ya

doğru

İ s m e t İ n ö n ü ile

Saraçoğlu

beraber bir

Refik

İstanbul'a

Savarona

gezi

yatına

yapıyorlardı.

gelmişler. binmişler. Güvertede

S a y d a m başbaşa v e r m i ş l e r k o ­

nuşuyorlardı. K o n u , İ k i n c i D ü n y a Savaşı v e T ü r k i y e ' ­ nin nazik durumuydu. O z a m a n ç o k z o r durumda bu­ lunuyorduk. çıktı.

Derken

salondan

Cumhurbaşkanıyla

düşünür v a z i y e t t e görünce i

güverteye

Başbakanı

Saraçoğlu

böyle

başbaşa

236

ATATÜRK'ÜN —

Y a h u ne

var

bunda

duğumuzu ilân ettik, çatar,

düşünecek?

anlattık.

harp yaparız.

UŞAĞININ Tarafsız

ol­

Buna r a ğ m e n çatarsa

Ç a t m a z s a zaten mesele

yok...

Bu görüşmeden sonra Çanakkale B o ğ a z ı n a doğru h a r e k e t ettik. R e f i k S a y d a m ve Şükrü S a r a ç o ğ l u İs­ tanbul'da

kaldılar.

O z a m a n dört bir y a n ı m ı z ateşle sarılmıştı. İ k i n c i Dünya

Savaşı

bütün

hızıyla

sürüyordu.

Almanlar,

S t a l i n g r a d v e M o s k o v a kapılarına dayanmışlardı. H e r an

başımızda

tehlike

çanları

çalıyordu.

g ö z l e r i m i z i , kendimizi ateşin içinde

Her

sabah

bulabileceğimiz

bir güne açıyorduk. H e p i m i z i n sinirleri bozulmuştu. Gelibolu'da genelkurmay memleketin

bir

subayı

çok

general

yata

geldiler.

durumu

ve

savaş

ve

gücü

yüksek

rütbeli

Güvertede

yine

konuşuluyordu.

İnönü herkesin düşüncelerini dinliyor ve not alıyordu. B i z d e hizmeti düzenli y a p m a ğ a , bir p o t k ı r m a m a ğ a çalışıyorduk. K o n u k l a r ı en i y i şekilde a ğ ı r l a m a k isti­ yorduk. İnönü, genç bir k u r m a y subayına şöyle sordu: —

A l m a n l a r l a harp

edersek

muvaffak

olur mu­

yuz? Subay düşünmeden şu cevabı v e r d i : —

Paşam,

bizi

Almanlar

Trakya'da

yenerler,

f a k a t Anadolu'da başlarına belâ oluruz... Bunun üzerine İ s m e t İ n ö n ü « Y a a a » d i y e r e k baş­ ladı kendi —

anlatmağa:

Şimdi A l m a n l a r saatte seksen k i l o m e t r e iler­

l i y o r l a r . Bu durum karşısında Ruslar bir buçuk ayda m a ğ l û p olurlar. Bu b i z i m için de büyük k a z a n ç olur. Kafkasları milyon

alırız.

olur.

(O

Türkiye'nin zaman

nüfusu

nüfusumuz

da

otuz

sadece

sekiz

onsekiz

m i l y o n d u ) . A y n i z a m a n d a B a k u petrollerine d e k a v u ­ şuruz.

GİZLİ DEFTERİ İnönü

sevinç

237 içindeydi.

Kabına sığamıyor,

adeta

gelecekteki T ü r k i y e ' y i yaşar gibi oluyordu. Bu sırada yanında

bulunan

Amiral

Şükrü

O k a n ' a dönerek:

— Rus donanması ne olur? D e y i n c e : —

P a ş a m , B e y k o z önlerinde demirler. G e m i l e r i n

kamalarını

alır,

harbin

sonunu

bekleriz...

Cevabını

aldı. Bu Paşa,

görüşme

sırasında

yatta

bulunan

Fahrettin

İnönü'ye:



Paşam

sormuş ve —

harbe

karşılığı

İran'a

Bunları çırırım

İran

şu

harp

mi?

Diye

bir

soru

yok...

duyunca,

diye

girer

almıştı:

ileride

korktum.

belki

Daha

ağzımdan

fazla

lâf

ka­

konuşulacakları

d u y m a m a k için k a m a r a m a çekildim. Ne olur, ne ol maz...

F a k a t aksilikler k o r k t u k ç a üzerime geliyordu.

Baktım İsmet İnönü'nün yirmi yıllık hizmetkârı Osman

Efendi,

kamaramın

kapısını

aralamış:

— C e m a l , şimdi H i t l e r R a d y o d a Rusların bir bu­ çuk ayda y ı k ı l a c a ğ ı n ı söyledi... D e y i n c e ben d e : — Y ı k ı l ı r s a yıkılsın, bize ne?.. D e d i m . B i r a z sonra yine ayni arkadaş g e l d i : —

Göbels R a d y o d a Rusların birbuçuk ayda y ı k ı ­

l a c a ğ ı n ı söyledi... D e y i n c e ben de g a y e t safiyane: — U l a n aptallığın âlemi yok. Bu iş birbuçuk a y d a olmaz... Bizim

bu

ruk not eder

konuşmalarımızı dururmuş.

meğer

kamarot

F a r k ı n d a bile değildim.

Fa­

ATATÜRKÜN

238

UŞAĞININ

YATAK ÇARŞAFLARI

S A V A R O N A y a t ı ertesi günü eski M e c ­ lis Başkanı Abdülhalik R e n d a ile

çocuk-

larını a l m a k için B a n d ı r m a ' n ı n yolunu tuttu. Bandır­ m a y a g e l m e d e n bir saat önce B a y a n M e v h i b e İnönü beni

çağırdı: —

Renda'nın

kamarasının

yatak

çarşaflarını

de­

ğ i ş t i r i n . . . Dedi. —

Hanımefendi,

çarşafları

pis mi

buldunuz?

Deyince: — H a y ı r , f a k a t değiştirin, bizim çarşaflardan ol­ sun...

D i y e karşılık verdi.

B i z i m çarşaflar dediği, yine benim L a z z a r i F r a n ko'dan

yaptırdığım

patiska

çarşaflardı.

— P e k i emredersiniz... D e y i p e m i r v e r d i m ve çar­ şaflar

değişti...

Kamarama geldiğim

zaman Dr.

Fazıl

Beyle

çarkçıbaşı Hüseyin v e ikinici çarkçı M u h i t t i n Ö z e g e vardı. —

Ne o Cemal, canın sıkılmış senin?

D e y i n c e kendimi t o p a r l a d ı m : — B i r şey y o k . . . D i y e cevap v e r d i m . F a k a t onlar israr

ediyorlardı:

GİZLİ

239

DEFTERİ



Evet

Deyince —

ben

canın

sıkılmış

senin,

nen

var

söyle?..

de:

Çarşafları

beğenmediler.

Sanki

babalarının

evinde böyle g ü z e l çarşaf g ö r m ü ş l e r gibi. K e t e n çar­ şaflar

ne

kadar

da

güzeldi

görseniz...

Diye

cevap

verdim. Bunun üzerine: — Aldırma geçer... Dediler. Bu

konuşma marot

Faruk

sırasında

ben

yine

oradaymış.

farkında

değilim.

Benim

bu

sonra

İstanbul

Ka­

ikinci

ko­

nuşmamı da ganimet bilmiş. Hemen jurnal etmiş. Aradan

onbeş

Müdürü

gün

geçtikten

Selahattin

Bey'le

iki

sivil

polis

Polis

memuru

ve

D e n i z y o l l a r ı U m u m Müdürü K e m a l B a y b o r a iki m o t o r l a gelip,

kamaramı

aradılar.

Allahtan

beni

bütün polis

tanıyordu: —

Sen

bir

kitap

okuyormuşsun,

o

kitap

nerede?

Dediler. Beni g ö t ü r m e l e r i için bir bahane lâzımdı. Bu ba­ hane de, okuduğum bir Rus eseri...

Onunla suçlandı-

racaklardı. — E v e t , dedim. K i t a p benim değil, daha da oku­ madım.

Güneş

salonunun

rafında

duruyor.

P o l i s l e r hemen o r a y a koştular.

R a f t a n kitabı in­

dirdiler. B a k t ı l a r ki, M a k s i m Gorki'nin « A y a k t a k ı m ı » adlı Şehir T i y a t r o s u ' n d a oynanan piyesi.

D e r k e n bizi

y a k a paça alıp, E m n i y e t Müdürlüğüne götürdüler. Birinci

Şube'nin

üst

kattaki

misafirhanesinde

g a y e t güzel bir loca. A l l a h t a n k i y a t a k l ı . P o l i s l e r ba­ na: —

Tek

yataklıda



yatmak

istersin,

yoksa

ç i f t yataklıda m ı ? D i y e sordular. B e n d e : —

T a b i i t e k y a t a k l ı d a diye

karşılık v e r d i m .

ATATÜRKÜN

240

UŞAĞININ

A l l a h razı olsun o devrin polislerinden. Y o k s a ha­ l i m yamandı. T a m ü ç gün g a y e t nazik muamele g ö r ­ düm.

Üçüncü gün sorgular t e k r a r başladı.

Fakat

bu

k e z soru sahipleri E m n i y e t Müdürü, Vali, İçişleri B a ­ k a m , S ı k ı y ö n e t i m K o m u t a m gibi önemli kişilerdi. B u idare a d a m l a r ı y l a aramda şöyle bir konuşma g e ç t i : —

Senin



A l t ı n c ı sınıfa

tahsilin



Nerelisin?



İzmir'liyim.



Baban



O da oralı...

Derken

ne

kadar?

kadar.

Salihli'de doğdum.

nereli?

damdan

düşercesine



Senin

Ruslardan



Türklerden dahi

şu

tanıdığın yok.

soruyu filân

sordular:

var

mı?

Ben yılarca A t a t ü r k ' ü n

hizmetinde kaldım. T a n ı d ı ğ ı m kimseler y a sofracı, y a şoför, ya da milletvekili, bakan gibi kimseler. Y a b a n ­ c ı m i l l e t t e n kimseleri t a n ı m a m . B i z l e r d a i m a t a k i p t e olduğumuz

için

kendi

arkadaşlarımdan

başkasıyla

il­

İçişleri

Ba­

gilenmedim. Beni — kanı

Faik —

beni

sorguya

Serbest

çekenlere:

miyim?

Öztrak,

Diye

sordum.

P o l i s Müdürüne:

Bu adamı niçin g e t i r d i n i z ? D i y e sordu. S o n r a

serbest Benimle

bırakıldı.

bıraktılar. beraber

gelen

sekiz

arkadaş

F a k a t hepsi B a k a n l ı k emrine

ta

serbest

alınmıştı.

Bu

v a z i y e t tam k ı r k gün sürdü. B i r gün İsmet İnönü'nün İ s t a n b u l ' a g e l d i ğ i n i duyunca U m u m î K â t i p K e m a l G e deleç'e telefon e t t i m : —

B i r adamın ifadesiyle sekiz-on aileyi nasıl sü­

ründürürsünüz? —

Diye

sordum.

Ben y a p m ı y o r u m , kanun y a p ı y o r . . . D e d i .

GİZLİ —

241

DEFTERİ Hangi

kanunla

tevkif

ettiniz,

hangi

kanunla

serbest b ı r a k t ı n ı z ? P o l i s beni aradı, taradı, ne buldu? Benim

ihtiyacım

yoktur,

fakat

öbür

arkadaşlarım

çoluk çocuk sahibidir. H i ç o l m a z s a onların işlerini v e ­ riniz. D e d i m . —

P e k â l â , onların işlerini v e r i r i z . . . Dedi.

A r k a d a ş l a r işlerine alındı, a m a S a v a r o n a ' y a değil, başka g e m i l e r e . B a n a gelince, t a m sekiz y ı l polisin g ö z hapsinde

kaldım.

Beşiktaş'taki

evimi

sattım.

İzmir'e

g i t t i m . Orada d a g ö z hapsi d e v a m etti. B a k t ı m , ola­ cak gibi değil.

Kalktım

A n k a r a ' y a g i t t i m . Çankaya'­

da K e m a l Gödeleç'le görüştüm. Kendisinden bu v a z i ­ y e t i n düzeltilmesini v e t e k r a r D e n i z y o l l a r ı n a dönme­ m i istedim. N e y s e b u i s t e ğ i m kabul edildi. Y e n i d e n g e ­ milere

kumanyacı

olarak alındım.

Bu anlatmış olduğum n o t l a r k o n u k olarak kaldı­ ğım

Emniyet

Müdürlüğü'ndeki

dosyamda

bulunmak­

tadır.

—SON—

F

16

İ Ç İ N D E K İ L E R

Önsöz

7

Başlarken

9

Saraya

çağırıldım

13

«Açınız Perdeleri

16

Adımı

değiştiriyor

18

N e yer, n e içerdi . . .

23

Çevresindeki asalaklar

27

Selanik'ten

29

ne

çıkar

Gözüm görüyor, a y a ğ ı m da Mısırlı

yerinde

32

Muganniye

35

B e n i imtihan e d i y o r Havuzdaki İçkisine

40

çıplak kadınlar

43

karışanlar

45

U y k u s u z l u k rekoru

47

Sofrayı

50

terkediyor

Kontes"i şaşkına çevirdim

56

Servetlerinizi veriniz

58

Ç a l l ı İ b r a h i m ' l e arkadaşı

60

K a y s e r i ' d e k i sürü sahibi

63

Hasta

çobanı z i y a r e t i

66

A y a k l a r ı n a kapanan kadın

70

Cumhurbaşkanı salonundaki a t l a r

...

72

K ö p e ğ i Foks'un öldürülüşü

74

Çubukabad çamlığında

77 —

242



B e k i r çavuş'un h i z m e t i

79

Şair ve edipler arasında

84

Nişancılığı

88

Yalnızlığı

89

Ciğerlerimden hastalandım

91

« Ö z s o y » operası nasıl yazıldı

93

İ r a n Şahı'yla sofrada

94

İ k i arslan bir p o s t a s ı ğ m a z

98

Bana Cemal H a n deyiniz

98

Şah'ın İ s v i ç r e ' y l e konuşması

100

A f g a n Kralının

102

gelişi

A ğ l a y a n K r a l d a n nasıl k a ç t ı k

104

Venizelos'un g e l i ş i

106

Y u g o s l a v K r a l ı n ı n gelişi

108

K o n y a ' d a bir o l a y

110

Muhsin E r t u ğ r u l ' l a sofrada

..

112

Gözünden y a ş g e t i r e n p i y e s

115

A r t i s t l e r arasında

116

Kurbağalı zil

...

118

I r a k K r a l ı F a y s a l ' ı n gelişi

120

Japon Veliahdına v e r i l e n ders

121

E m i r Abdullah'ın y a t l a g e z i s i

124

İ n g i l t e r e K r a l ı N a h l i n yatında

...

M a d a m Simpson'a sunduğu k a h v e

127 129

R o m a n y a K r a l ı K a r o l ' u n gelişi

131

İ l k T ü r k filmini nasıl gördü

134

Fenerbahçe'ye b a ğ ı ş ı

135

Samsun'a niçin ç ı k m ı ş

136

Ruslarla bir eğlence gecesi

...

137

Sami P a ş a ' n ı n eşinin süsü

140

S a k a r y a köprüsünde

141

Yakınlarına v e r d i ğ i ders

143

G i t mektubu g e t i r

144

Yûşa H a z r e t l e r i n i n D e r g â h ı

147

—-

243



Ertuğrul y a t ı n ı batırırım

148

A n k a r a Lisesi'nde

150

...

Amerikalı gazeteci

152

Son H a l i f e ' n i n g ö z y a ş l a r ı

154

M a s r a f ı n ı cebinden öderdi

156

Otomobilleri

158

«Elbiselerimi yakın»

159

H â z ı m ' ı nasıl güreştirdi

...

160

Adalı Ayşe Hanım

162

R i f a t H o c a ' n ı n bağışı

163

K a r a b e k i r ' e sinirleniyor

164

Savarona Yatının hikâyesi

168

İki

172

kadın g a z e t e c i

T a y y a r e piyangosu

173

« S i z Senyörsünüz»

..

....

174

«Reisicumhurluk yapamazsın»

175

Kafese girdi

175

Beni oy vermeğe yolluyor

177

« P r o f e s ö r değilsiniz»

179

«Birbirimizden ayrılmıyalım» ... K i m s e O'nun kadar güzel « A l l a h » d i y e m e z . . . R u s millî maçında

180 ..

182

...

185

...

Y u n a n maçından sonra

181

L ü s y e n H a n ı m ' ı öpüşü Kafa

187 Ölçüsü

188

« B e n de sizin gibi i n s a n ı m »

.

« M a r i f e t m i ş gibi e v l e n m i ş i z » K ö y l ü n ü n eşeği

189 190

...

191

Silindirli çoban

...

R u m k a d ı n ı y l a kavuncu

192 193

« T ü r k T i y a t r o s u işte o d u r »

198

« Ç e l e n g i nereye k o y a r s a m z k o y u n »

197

V i y a n a ' d a n gelen koltuk . . .

198

B e r b e r R ı d v a n ' ı kovuşu

199



244



Çalınan

Pırlantalar

202

E d v a r d Biyango Orkestrası İnsanlar Masaj Bizim villamız yok

204

Şahtadır

205

yaptırıyor

206

...

208

Yanında çalışanlar

209

R ü ş v e t v e r d i ğ i m i duyunca

210

K a f a n ı tarihe y o r m a

212

« F e l a h yerinde

kalsın»

213

Madam Vera

214

Ü ç dondurma y e d i

215

B u z sandıklarını a t t ı r ı y o r

217

Mareşal Ç a k m a k l a y a t t a Vasiyetnamesini emirle

219 yazdırdı

221

A r t ı k dua e d i y o r d u k

224

Ç o k acı çekiyordu

225

Son B a y r a m ı

227

Son dakikaları

229

Salih B o z ü y ü k kendini v u r u y o r

231

Yüzündeki tülbenti kaldırıp b a k t ı m

...

233

Öldükten sonra

235

Y a t a k çarşafları

238

_—

245